hs116

Page 1

SAYFA

2

SAYFA

Medya’da AKP sultas› Baflbakan düzenledi¤i toplant›yla medyay› hep birlikte yeni bir sayfa açmaya ça¤›rd›

5

Sosyal refah nas›l çöktü? Sosyal refah devleti modelinin patent sahibi ‹sveç’te sosyal demokrasi tarih oldu

SAYFA

13

Bas›n›n bask› tarihi Güncel görünümünü AKP iktidar›nda bulan ‘bas›na bask›’ gelene¤i bizlere yabanc› de¤il

SAYFA

14

Eskiden Kocaelispor vard› Bir zamanlar›n baflar›l› kulübü Kocaelispor doland›r›c›lar›n hedefi oldu

1 Ekim 2010 • 1 TL

Y›l 5 • Say› 116

Referandum sonras› “ileri” demokrasi, gerici sald›r›

Saymay› ö¤renecek Mehmet Akif Ersoy Mahallesi halk› kendilerine üç befl çapulcu diyen Belediye Baflkan› Fethi Yaflar’a sesleniyor: ‘Ya saymay› bilmiyorsun ya da bizi görmezden geliyorsun’ S. 6

Durdurmak elimizde AKP’nin ‹slamc› liberal sald›r› program› h›zla yürürlü¤e girdi. Referandum sonras› halk›n haklar›na, Kürtlerin taleplerine, emek örgütlerine ve sola bask›lar art›yor

Bu sald›r›lar› engellemenin yolu, AKP iktidar›na karfl› halk›n siyasal muhalefetinin örgütlenmesi; halk›n hak mücadelelerinin örgütlenmesiden geçiyor

Suçu 4/B’li olmak Tedavi süresi 30 günü geçti¤i için iflten ç›kart›lan 4/B’li çal›flan Elif ö¤retmenin yaflad›klar› güvencesiz çal›flman›n ve sa¤l›kta piyasalaflman›n y›k›m›n› gözler önüne seriyor S. 8

Onlar›n gündemini kabul etmek yerine ‘biz’ onlara kendi gündemimizi S. 3 dayatal›m... YOL YAZISI

Et gelirse tar›m biter ‹zletilen senin hikayendir Gazeteci Ayfle Düz kan’la tecavüz kültürü nü konufltuk S. 6

12 Eylül AKP iktidarıyla beraber sürüyor Samsun’da tutuklanan Halkevleri ve Ö¤renci Kolektifleri üyeleri eylemlerini savunarak tahliye oldu S. 3

Ferda Koç / Sayfa 4

‹lhan Yi¤it / Sayfa 7

Bile bile lades

Ya¤ satar, bal satar AKP...

Okul dört tarafı duvarlarla kaplı yer değildir Halkevleri’ndeki kurslar Hababam S›n›f›’ndaki Mahmut Hoca’n›n sözünü ak›llara getiriyor S. 16

Tufan Sertlek / Sayfa 8

Ulusalc› ak›l tutulmas›

Bir kereden birfley olmaz denerek bafllanan et ithalat› say›s› 7’yi buldu. ‹thalat et fiyatlar›n› ucuzlatm›yor fakat uyar›ld›¤› üzere tar›m› çökertiyor S. 9

Esmeray Yo¤un / Sayfa 10

‹tiraz›m var diyen kad›nlar...

Vadi’den kente yayılan umut

Dosya: Anadil talebinin etkisi

Melih Gökçek’e ra¤men Vadi düzenledi¤i festivalle hayat› yeniden üretenlerin adresi oldu. Festivadi kente umut saçt› S. 15

Anadilde e¤itim talebi kültürel haklar mücadelesiyle s›n›f mücadelesinin kesiflti¤i noktalardan birisini oluflturuyor S. 12

Orman tutar kaçamazlar Rize Hemflin’de kad›nlar HES’lere karfl› eylemdeydi. ÇED toplant›s›n› yapt›rmamak için ellerinde sopalarla direndi S. 10


2

MEDYA 1 Ekim 2010 / 14 Ekim 2010

Halk›n Sesi

Kenar Notlar› Göle su gelinceye kadar kurbağanın gözü patlar “‘Mahalle baskısı’ deveyse”, diyor Alev Alatlı Zaman’daki yazısında, “çağdaş Batı’nın yaşam biçiminin baskısı gerek nitelik, gerekse nicelik açısından fildir. Birleşmiş Milletler’in kentleşme tahminleri (2015’de, %71.9; 2030’da %77.7) doğru çıkarsa, ‘çağdaş seçkinlermiz’ nezdinde daha şimdiden ‘tek ölçü’ olmak yolundaki estetik kıstaslar, beğeni ve davranış biçimlerinin, kendilerini ‘evlerinde’ hissedecekleri düzeylere varacak şekilde yayılması beklenmelidir. Sabretme sırası, onlardadır.” Yok deve! Alev Alatlı sanki cennetten tapu dağıtıyor. Devenin yanında duran ya huyundan ya suyundan. İslamcı cemaatlerin vaat-itaatsabır kataloğundan bol keseden dağıtıyor Alatlı. Mahalle baskısını inkâr etmiyor Alatlı. Kentsel dönüşümün baskısının yanında mahalle baskısını önemsizleştiriyor. Aslında önemsizleştirmiyor mazur görüyor, meşrulaştırıyor. Bir de önerisi var Alatlı’nın: Mahalle baskısından yakınanlar, eğer sabır testinden geçerlerse, mutlu sona kavuşacaklar. Ne demek bu? Çağdaş yaşamın kaçınılmaz evrimci gidişatı, muhafazakar yaşamı çözerek etkisizleştirecek. Bunun için sermayeye, sermayenin kentsel dönüşüm programına ve bunu önderliğini yapan AKP’ye güvenilmesinden ve bel bağlanmasından başka bir seçenek yok. Çünkü ne yaman çelişkidir ki, bu dönüşümün önderliğini bunlar yapıyor. Bu matematiğe göre, AKP kendisini destekleyen cematleri yavaş yavaş çözülmeye doğru götürüyor… Şu basit kuralı bilinçli olarak es geçiyor Alatlı. Her değişimin sınırı ona önderlik eden sınıfın niteliği tarafından belirlenir, çizilir. “AKP devrimi”nin hayallerine kapılmış liberal solcular geleneksel gericiliğin sermayenin ilerici atılımları tarafından evrimsel olarak yavaş yavaş parçalanmasını beklerken, egemenlik ilişkileri hızla el değiştiriyor. Burada burjuvazinin evrensel-evrimsel bir ilericiliğinden söz edilemez. İslamcı gericilik, sermaye gericiliği ve neoliberal gericilik AKP önderliği çatısı altında organik olarak kaynaşmış ve tek bir niteliğe bürünmüştür. Bu durumda çağdaş estetik kıstasları, beğeni ve davranış biçimlerini bekleyenler ve bunun için sabredenler, heyhat “modernleşmiş” ve egemenlik ilişkileri el değiştirmiş bir İslamcı liberal tahakkümle karşılaşmaktadır. Bu nedenle, Tophane'deki sanat galerisine saldırının ardından "mahalle baskısı yok" diyerek cemaatlere arka çıkan Başbakan Erdoğan, bugün “türban üzerindeki mahalle baskısını kaldırmak”tan söz ediyor. “Türkiye'de mahalle baskısı yoktur. Türkiye'de halkı kışkırtmayı, tahrik etmeyi adet haline getiren kirli oyunlardan medet uman odaklar vardır”' diyor. Her geçen gün kitle temelini biraz daha güçlendiren AKP, mağduriyet dilini yeniden üreterek, sanki türban üzerinde mahalle baskısı varmış gibi cemaatlerin desteğini sürekli canlı tutuyor. Tophane’de bir sanat galerisine yapılan saldırının ardından olayın abartıldığını söyleyen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan “Sekiz yıldır kimsenin hayat tarzına müdahale etmedik” diyor. Yaşam tarzına müdahaleyi sırf alkole, mini eteğe ve türbana indirgeyenler hemen istatistik veriler döküyorlar: Efes Türkiye Genel Müdürü Tuğrul Ağırbaş, son 4 yılda 17 bin içki satış noktasının ya kapandığını ya da içki satmaktan vazgeçtiğini açıklıyor. Ağırbaş, “Türkiye'de içki satış noktası sayısı 100 binden 83 bine kadar düştü. Satış noktası açmaya istekli olan girişimciler de 'mahalle baskısı' nedeniyle satış noktası açmakta zorlanıyorlar" dedi. Ağırbaş, 2009 yılında birada yaklaşık yüzde 45'lik bir ÖTV artışı olduğunu” hatırlatmayı da ihmal etmedi. İslamcı liberal AKP, iktidarını, mahalle baskısıyla devlet baskısının bütünleştiği kavşağa inşa etti. Erdoğan’ın müdahale etmediklerin iddia ettikleri yaşam tarzı, sırf akol, mini etek ve kılık kıyafetse, ona devlet dairelerinden belediyelere, okullardan mahallelere dek zaten müdahele edyorlar. Ancak bunun arkasında baskının en büyüğünü yaşam tarzları tümden değişen, sınıfsal toplumsal var oluş biçimleri değişen emekçi sınıflar yaşamaktadır. En basitinden temel kamusal hizmetlerin piyasalaştırılması, onların temel kamusal haklarından yoksun bırakılması ve burada büyük ve tayin edici bir çatışma potansiyelinin oluşması anlamına gelmektedir. Öyle ki buradan doğan isyanlar küçümsendiği gibi “sarhoş küçük burjuva sanatçılar”ın zararsız yakınmalarına benzemeyecek.

‘Ey Türk medyası, titre ve kendine dön’ Medya’da AKP’nin sultası altında yeni bir sayfa açılıyor. Bu süreç için gazetecilerin muhtaç oldukları kudret geçmişte halklara karşı işledikleri suç ortaklıklarında var aşlıkta yer alan ifade Star gazetesi yazarlarından Ergun Babahan’a ait. Babahan her ne kadar bu cümleyi 26 Eylül tarihli köşe yazısında Türkiye’nin dış siyasetini eleştiren ‘mütareke basını’ olarak tanımladığı gazete ve yazarlar için sarf etmişse de, Başbakan’ın 25 Eylül günü gazetecilerle gerçekleştirdiği zirvenin ana fikriyle de çok uyuştuğunu söylemek mümkün. Başbakanın açılım süreci zirvelerinin en son halkası gazetecilerle gerçekleştirdiği kahvaltı oldu. 25 Eylül’de İstanbul Dolmabahçe’de bulunan Başbakanlık ofisinde 80’i aşkın gazetecinin katıldığı toplantı, medyada ‘yeni’ ve AKP’nin belirleyen olacağı bir devrin başlayacağını gösteriyor. Erdoğan’ın sanatçılar, yazarlar ve kadın örgütleriyle yaptığı ‘açılım’ süreci toplantılarınn dördüncüsü aralarında Vakit gazetesi yazarlarından Cem Tv yöneticilerine, Ulusal TV’den, Samanyolu TV yöneticilerine kadar farklı kesimlerden gazete ve TV kanalı yöneticilerinin bulunduğu isimlerle yapıldı. Hükümet cephesindense toplantıya AKP Medya ve Tanıtım İşlerinden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, İçişleri Bakanı Beşir Atalay ve AKP Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik katıldı.

B

BENİ SEVMEYEN ÖLSÜN AKP’nin halkla ilişkiler projesinin etkili ayaklarından birisi olan bu zirvelerden sonuncusu doğrudan halka ilişkiler aracı olan medya için önemli mesajlar içeriyordu. Erdoğan’ın medyaya dönük ikazlar içeren toplantısında temel mesaj medyanın özeleştiri vererek yeni bir sayfa açmasıydı. Yeni bir sayfayla kast edilenin ne olduğu ise Erdoğan’ın konuşmasında sarf etiği şu sözlerden anlaşılıyor:

SAVAŞ İMTİHANINDAN GEÇER NOT Başbakanın olumsuz eleştirilerin yanında medyayı taktir ettiği bir konu da vardı. Başbakan, Kürt sorununda aralarındaki anlaşmazlığı bırakıp ırkçı ve savaş yanlısı yayın konusunda uzlaşan medyanın tavrını şu sözlerle övdü: "Bir başka önemli konu da terör ve terörün minimize edilmesi, sona erdirilmesi için ortaya koyduğumuz çabalar... Ben, özellikle son dönemde, gerek Milli Birlik ve Kardeşlik Süreci'nin desteklenmesi, gerek terör olaylarının yansıtılması konusunda medyanın takınmış olduğu sorumlu ve sağduyulu tavırdan dolayı hepinize teşekkür ediyorum. SAVAŞTA BİRLİK Başbakan haksız da sayılmaz. Ne de olsa Türkiye medyası 30 yıllık savaş boyunca ırkçı-militarist yayın yapabilecek yeteneklere

Mayıs 2010’da Başbakan’ın hükümeti eleştiren köşe yazarlarına söz geçiremeyen medya patronlarına çatması Uykusuz dergisine kapak olmuştu. sahip olmak için yeterince deneyim elde etmişti. Erdoğan’ın karşısında yıllardır Kürt halkına düşmanlık edenler bulunuyordu ve hepsinin ortak noktası, çatışmanın derinleştiği anlarda savaşın psikolojik harbi için iktidara siper olmaktı. Daha bir kaç ay önce AKP’nin şantajla, Ergenekon operasyonlarıyla hatta doğrudan gazetelerini boykot çağrılarıyla yola getirmeye çalıştığı Doğan Medya’nın amiral gemisinin yeni editörü

değil miydi Gediktepe’de Başbakan’la yan yana çömelen. Şimdi Erdoğan Kürt hareketine karşı oluşturulan ‘birlik ve beraberliğin’ kayıtsız şartsız AKP destekçiliği için de geçerli olması için çağrı yapmaktıydı. Toplantının anlamı açıktı. Medyada AKP’nin sultası altında yeni bir sayfa açılıyor. Bu süreç için gazete patronlarının muhtaç olduğu kudret geçmişte halklara karşı işledikleri suçların ortaklıklarında var.

Emeğe bölgesel saldırı yolda AKP, zulasındaki ‘emeğe saldırı’ programını referandum sonrasında ortaya çıkardı. Bölgesel asgari ücret uygulaması bu programın önemli bir unsuru eferandumda ‘Evet’ çıkmasının

R ardından AKP hükümeti, bir süredir

ertelediği emek alanına yönelik ‘paketlerini’ hayata geçirmeye başlıyor. Henüz meclis gündemine gelmeyen ancak Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer’in ‘Dev paket geliyor’ diyerek gündeme getirdiği değişiklikler içinde yok yok. İşveren için kıdem tazminatı fonundan özel istihdam bürolarına, borçlanarak emeklilikten iş yasasının değişmesi gibi emek alanını ilgilendiren düzenlemelerin başında ise bölgesel asgari ücret uygulaması geliyor. Bölgesel asgari ücret uygulaması şimdiye kadar Türkiye Sanayici ve İşadamları Derneği (TÜSİAD), İstanbul Ticaret Odası, IMF, OECD gibi birçok sermaye örgütü tarafından yıllardır istenen bir uygulamaydı. Bölgesel asgari ücreti Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği de (MÜSİAD) istiyor ve uygulama hakkında methiyeler diziyor. “İstanbul'da 600 TL'yle geçinmek yerine kendi memleketinde (Doğu'da) örneğin 400 TL'yle geçinmeyi insanlar tercih ederler.” Bu sözleri söyleyen Genç MÜSİAD’ın Hizmet Sektör Kurulu’ndan Caner Kürklü, birkaç

Yandaş medyada Tophane körlüğü İstanbul Tophane’deki sanat galerilerine yönelik saldırı yandaş medyada çok az yer buldu. Zaman, “Galeri açılışında arbede: Bir kişi gözaltına alındı” başlığı ile ‘duyurduğu’ haberde olayın ‘sokakta içki içme meselesi’ yüzünden çıktığı ifade etti. Yeni Şafak, haberi İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın “Tophane’deki olayı emniyet araştırıyor” sözünü başlığı ile verdi. Yeni Şafak’ın haberinde olay sadece bir cümle olarak geçiyor. Taraf, Sabah, Milli Gazete, Bugün olayı görmezken Star haberi ‘mahallelilerle sanat galerisi açılışına katılanlar arasında arbedi şeklinde aktardı.

“Medyanın bizim tarafımızı tutmasını istemiyoruz ama siyasi taraf haline gelerek, birilerinin psikolojik harekâtının parçası olmasını da doğru bulmuyoruz. Çetelerle yaptığımız mücadele, antidemokratik girişimlere yönelik tavrımız, zaman zaman medya tarafından görmezden gelindi, hatta eleştirildi. Türkiye’nin demokratikleşmesi, çetelerin deşifre edilmesi, medya tarafından çok güçlü bir şekilde desteklenmesi gerekirken burada da sessiz kalındı. Bu noktada sesini yükselten, haberleri cesaretle yayımlayan medya kuruluşlarıysa yandaş medya olmakla suçlandı.” Konuşmanın anlamı açık. “medyanın bizim tarafımızı tutmasını beklemiyoruz ama…” bizim tarafımızı tutmayan da bizi yıpratmak isteyenlerin safında yer alıyor. Başbakanın kastı açık: “Bizden olmayanı doğrudan’karşımızda’ görürüz.” Erdoğan bununla da yetinmedi. Kendilerine destek verenlere yandaş denilmesine de çattı.

Yang›n Alarm›

önemli noktaya da değiniyor. ‘Güney Doğu Anadolu ve Doğu Anadolu’yu Türkiye’nin Çin’i haline getirmek’, “İşsizliğin fazla olduğu bölgelerde asgari ücreti ‘makul’ bir seviyeye çekmek” ve belki de meselenin özünü anlatan (doğu ve güneydoğu Anadolu bölgeleri için söylüyor) ‘Düşük asgari ücret ve diğer teşviklerle birlikte rekabet güçlerini artırmak.’ Bunu öncelikle kölece çalıştırılacak olan Kürt emekçiler hissedecek. İSTİHDAM BAHANE SÖMÜRÜ ŞAHANE ‘İşçinin gıda, konut, giyim, sağlık, ulaşım ve kültür gibi zorunlu ihtiyaçlarını günün fiyatları üzerinden asgari düzeyde karşılamaya yetecek ücret’ olarak tanımlanan asgari ücretin bir diğer önemli özelliği de ülke genelindeki ücret seviyesinin tabanını belirlemesidir. Günümüzde asgari ücret işçinin emeğini karşılamaya yetmezken hükümet, ‘geçim imkanı’ bahanesiyle ve ‘istihdam yaratma’ adına asgari ücreti daha da düşürmeyi planlıyor. Hükümetin planına göre asgari ücret önce halen var olan Asgari Ücret Belirleme Komisyonu tarafından belirlenecek. Komisyonun belirlediği değer bir seviye anlamına gelecek ve Türkiye’nin istatistiksel olarak belirlenmiş 26 bölgesinde asgari ücret belirlenen değerin belli oranlara göre altında veya üzerinde olacak. Bölgedeki asgari ücretin normal asgari ücretten ne kadar az veya fazla olacağının oranı da yine merkezi olarak belirlenecek. Merkez tarafından belirlenen değer ve oranlara göre 26 bölgenin her birinde daha önceden var olan bölge kalkınma ajansları bölgesel asgari ücreti belirleyecek. Asgari komisyonu işveren, devlet ve en çok üyesi olan işçi sendikaları konfederasyonu üyelerinin oluşturduğu bir komisyon; ancak bölge kalkınma ajansları vali ve belediye başkanlarının yanı sıra ağırlıklı olarak ‘sivil toplum kuruluşları’ olarak adlandırılan sermaye çevrelerinden oluşuyor. Yani, merkezi olarak belirlenen asgari ücret

bir anlamda bölgelerde sermayenin kar hırsına terk ediliyor. Bölge kalkınma ajansları (BKA), bulunduğu bölgeyi tanıtmakla yükümlü. Tanıtma işinin bir muhatabı bölgedeki emek gücü olurken, diğer muhatap da yerli ve yabancı sermaye oluyor. Yereldeki piyasalaşmamış iş gücünü sermayenin hizmetine sunmakla görevli BKA’ların belirleyeceği asgari ücret, sermayenin istediği iş gücünün ucuzlaşmasına hizmet ediyor. Bu uygulama, en düşük ücret olan asgari ücretin azaldığı bölgelerde kadrolu emekçilerin ücretlerinin de düşürülmesinin önünü açıyor. Sermaye tarafından Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde karlılığı arttırıcı bir uygulama olarak telafuz edilen bölgesel asgari ücret, bir yönüyle bölgeler arası ücret farkının oluşmasını sağlayarak bölgeler arası ayrılıkları daha da derinleştirecek.

YENİ BİR İCAT DEĞİL Ülkemizde asgari ücret uygulaması 1951 yılında kentsel olarak başladı; ancak yoğun itirazlar sebebiyle 1967 yılında merkezi bir komisyon oluşturuldu. TİP’in anayasa mahkemesine başvurmasının ardından anayasa mahkemesi asgari ücretin bölgesel belirlenmesi uygulamasını ‘eşitlik’ ilkesine aykırı bularak iptal etti. 1989’un ardından tüm ülkede eşit asgari ücret uygulanmaya başladı. Asgari ücret için geçerli olan ‘İşçinin zorunlu ihtiyaçlarına göre belirlenir’ ibaresine 2001 yılında ‘ülkenin ekonomik durumuna uygunluk’ şartı getirildi. 2001 yılının ardından asgari ücret beyaz eşya fiyatlarındaki enflasyon oranı, üretici fiyatları endeksi gibi kriterlere göre belirlenmeye başladı. Bu durum, işçinin alması gereken asgari ücretin ülke ekonomisine göre daha düşük seviyede belirlenmesine neden oldu.


3

GÜNDEM 1 Ekim 2010 / 14 Ekim 2010

Halk›n Sesi

12 Eylül AKP iktidarıyla sürüyor Samsun’da tutuklanan Halkevleri ve Öğrenci Kolektifleri üyesi beş kişiye ‘hak mücadeleleri’ni yürütenler sahip çıktı. Yaptıkları eylemleri savunan Samsunlular ilk duruşmada serbest bırakıldı KP iktidarı mahkemeleri ve polisi kendi baskı aracı olarak kullanmaya devam ediyor. İktidarın sola dönük operasyonlarından biri de 1 Haziran günü Samsun’da gerçekleşmiş, polis ev baskınlarıyla Halkevleri, Öğrenci Kolektifleri ve Liseli Genç Umut üyesi 12 kişiyi gözaltına almıştı. Gözaltına alınan 12 kişiden 5’i tutuklanarak hapishaneye gönderilmişti.

“Devrimci Karargah Operasyonu” adı altında gözaltına alının muhalifleri de hatırlatan Birol, AKP’nin demokrat maskesinin düştüğünü dile getirdi. Eylemde konuşan Öğrenci Kolektifleri üyesi Ozan Gündoğdu ise devrimci önderlere sahip çıkmaya devam edeceklerini belirterek “Bizler de evimizde Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan posterleri asıyoruz ve asmaya devam edeceğiz” dedi.

‘DENİZ GEZMİŞ POSTERİ ASMAK, MAHİR ÇAYAN’IN KİTABINI OKUMAK…’ Tutuklanan Halkevleri ve Öğrenci Kolektifleri üyelerine yöneltilen suçlamalar ve bunlara dayanak yapılan deliller, yargının siyasi iktidarın baskı aracı olarak kullanıldığını gözler önüne serdi. Başbakanın televizyon ekranlarından katledilen devrimcilerin isimlerini anarak oy toplamaya çalıştığı bir dönemde, savcılığın 5 kişi hakkındaki ‘terör örgütü üyeliği’ suçlamasına dayanak oluşturan deliller şöyleydi; “Rutin dernek faaliyetlerinde bulunmak, Deniz Gezmiş anmasına katılmak, Deniz Gezmiş posterini evine asmak, Abdullah Gül ve Ali Sabancı’yı protesto etmek, Kızıldere anmasına katılmak, 12 Mart darbesine karşı eylem düzenlemek…”

‘ÖRGÜT BURADA’ SAVUNMASI TAHLİYE GETİRDİ Dışarıda halk tutukluların serbest bırakılmasını isterken, duruşmada yapılan savunma da hak mücadelelerini ve onun örgütlerini savunan bir eyleme dönüştü. Yargılanan Halkevleri ve Öğrenci Kolektifi üyeleri, üzerlerine “suç” niyetine atılan eylemleri sahiplenerek, meşruluklarını savundular. Savunmada savcının iddianamesinde yer alan “terör örgütü üyeliği” suçlamaları çürütülürken, Halkevleri ve Öğrenci Kolektifleri’nin meşru, gücünü halktan alan, halkın hakları için mücadele eden örgütler olduğu vurgulandı. Yargılananların üzerlerine atılan tüm eylemleri kabul etmeleri ve meşru olduklarını ispatlamaları sonucu savcılık tutukluların serbest bırakılmasını talep etti.

A

HAK MÜCADELELERİ, TUTUKLULARINA SAHİP ÇIKTI 21 Eylül’de Ankara 12. Ceza Mahkemesi’nde görülen duruşma sırasında, Halkevleri ve Öğrenci Kolektifleri’nin çağrısıyla bir araya gelen çok sayıda kişi, tutukluların serbest bırakılmasını istedi. Dava öncesi Halkevleri Genel Merkezi önünde toplanan yüzlerce kişinin Ankara Adliyesi’ne yaptığı yürüyüşte “12 Eylül sürüyor” ve “Hak mücadeleleri yargılanamaz”

mesajları verildi. Adliye önünde yapılan eylemde konuşan Halkevleri Genel Başkanı İlknur Birol, tutuklamaları halkın hak mücadelelerine saldırı olarak niteledi: “Yedi arkadaşımız tutuksuz yargılanırken beş arkadaşımız hala zindanlarda. Bu demek oluyor ki halkın eğitim, sağlık, barınma, özgürlük talebi zindanlardadır.” Birol, hak mücadelesi verenlerin tutuklularına sahip çıktığını belirterek, “Kamu emekçi-

lerinin grevli-toplu sözleşmeli sendikal talepleri burada, taşeron sağlık emekçileri burada, evleri başına yıkılmak istenen ve barınma hakkı mücadelesi verenler burada, üniversiteliler, liseliler, kadınlar, aileler, anneler, babalar kısacası hakkı için mücadele edenler, çocuklarını dimdik savunanlar burada ve bu alandan içerdeki tutsak arkadaşlarını, tutsak çocuklarını selamlıyorlar” dedi. Aynı gün

Yalnız kalmadılar Halkevcilerin ve Öğrenci Kolektifleri’nden öğrencilerin yargılandığı davaya destek için düzenlenen eylemde biraraya gelenler şöyle; Ziya Gür, Temel Demirer, Mehmet Özer, Alevi Bektaşi Federasyonu Genel başkanı Ali Balkız, Türkiye Barış Meclisi Dönem Sözcüsü Metin Bakkalcı, DİSK Ankara İl Temsilcisi Yılmaz Kızılırmak, KESK Genel Sekreteri Emirali Şimşek, KESK Kadın Sekreteri Songül Morsümbül, Devrimci 78’liler Derneği adına Hüseyin Esentürk, İHD Ankara Şube Başkanı Gökçe Otlu, Alevi Kültür Derneği’nden Mehmet Yenisoy, Barış Meclisi’nden Nusret Doğruok, Dev Sağlık-İş Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu, SES Genel Başkanı Bedriye Yorgun ve SES MYK üyeleri, Eğitim Sen Genel Sekreteri Mehmet Bozgeyik, Eğitim Sen Basın-Yayın Sekreteri Serpil Açıl Özer, Tüm BelSen yöneticileri, TGS Ankara Şubesi’nden Cem Kor, EMEP Genel Başkan Yardımcısı Haydar Kaya, ÖDP MYK üyesi Önder İşleyen, il Başkanı Cevat Özdemir, SDP PMÜ Hüseyin Karakaş, SDP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Taka, TAKSAV Başkanı Abdullah Kahraman.

Daha fazla hak mücadelesi ç seçimden biri sonlandı. Şimdi ileride iki tane seçim; genel seçimler ve cumhurbaşkanlığı seçimi var. Her seçim bir sonraki düşünülerek, bir sonraki seçim de bir öncesiyle birlikte planlanmak zorunda. Sistemin bütün siyasi aktörleri de elbette kendi çapları ölçüsünde bu zorunluluğa göre hareket ediyorlar. Ve bu durum “doğal olarak” sistemi, “olağan” işleyişinden çıkarıyor/çıkaracak. Ve özellikle genel seçimler süreci bu “olağandışılığın” en belirgin yaşanacağı dönem olacak; hatta olmaya başladı bile. Burjuva parlamenter sistemlerde (en göstermeliğinde bile) seçimler, varolan siyasal dengelerin/güçlerin kendini açığa çıkardığı bir parametredir. Ve yeni dönem, bu denge/güç ilişkisi gözetilerek kurulur. Çoğu durumda gözetilmenin de ötesinde bizzat bu yeni denge/güç ilişkisi tarafından kurulur. Ülkemizin içinde bulunduğu siyasal, sosyal değişim ve ekonomik dönüşüm süreci düşünüldüğünde ise, gerek egemenler gerek onların temsilciliğine soyunan güçler açısından bu seçim dönemleri birkaç kat daha önemli hale gelmektedir. Genel seçimde alınacak sayısal sonucun bu kadar önemli olduğu bir süreçte de doğal olarak her adım bu hareket noktasından başlayarak atılıyor. Dolayısıyla bu dönemdeki gelişmelere, önerilere, icraatlara bakarak sistem ve ülke hakkında kalıcı, yapısal değerlendirmelerin yapılması doğru değildir. Özellikle AKP’nin tutumu özenle izlenmelidir. Dikkat edilirse, referandum sonrası genel seçimlere giden süreç, AKP hükümetinin doğrudan siyasal gündem manipülasyonu ile başladı. Yeni anayasa, başkanlık sistemi ve iki partili sistem tartışmaları bu güdümlemenin başlıkları oldu. Oysa bu başlıkların bu dönem için hiçbir değer taşımadığı ortada. Bir yıl içinde yeni bir anayasa yapacak olan AKP neden son bir yılını birkaç anayasa maddesi değiştirmek için kullandı? İftardan kalan ve sahurda ısıtılan temcit pilavı misali, başkanlık sistemi tartışması Özal’dan kalan en değerli miras. Kürt sorunu üç ay içinde çözülür ve yine bu üç ay içinde bu ülkenin “Türkleri” kendine Türk demekten vazgeçerse MHP’siz, iki partili sistem oluşur! Hatırlanacağı gibi AKP, bundan önceki iki seçim dönemine de yeni bir anayasa vaadi ile başlamıştı. Erdoğan, bu taktiğin başarılı olduğunu biliyor ve bu vaadinin asıl amacı, halkın yeni anayasa talebinden değil, egemenlerin ihtiya-

Ü

cından kaynaklanması. Erdoğan sürece egemenlerin talepleriyle ortaklaşarak başlıyor. Gerçekte yeni bir anayasa yapılıp yapılmayacağına ise seçim sonrası oluşacak “yeni” güç/denge ilişkileri ve o dönemki “acil” ihtiyaçlara bakılıp karar verilecek. Bu süreçte rolünü kaptırmak istemeyenlerin başında da TÜSİAD ile temsil edilenler geliyor. Ümit Boyner’in, Tunceli’yi Dersim olarak adlandırması, Orgeneral Muğlalı Kışlası’nın isminin değiştirilmesi önerisi, Diyarbakır Cezaevi’ndeki işkencelerden dolayı özür dilenmesi talebi kendi gerçek çıkarlarını dile getirmek yerine toplumsal talepleri suistimal etmek olarak algılanmalı. Başta Tayyip Erdoğan ve Bülent Arınç’ın son kez milletvekili seçilecek olmaları (AKP tüzüğüne göre üst üste en fazla üç kere milletvekili olunabiliyor) ve Abdullah Gül’ün de cumhurbaşkanlığı görev süresinin dolacak olması, seçimden sonraki süreci, dolayısıyla seçimlerin kazanılmasını AKP açısından kat be kat önemli hale getirmekte. Dolayısıyla AKP’nin mutlak hedefi, sayısal çoğunluğunun ve oy oranının altına hiçbir biçimde düşmemektir. Bu zorunluluk da zaten pragmatizmiyle tüm siyasal sürece damgasını vurmuş Erdoğan ve AKP için artık zincirlerinden boşalma anlamına gelecek. Bu sonucu almak için her şeyi yapacaklar. *** Gündem manipülasyonuyla başlayan bu süreçte, icraatlara da girişildi. Referandum sürecini ve sonuçlarını en iyi şekilde değerlendiren AKP, ilk olarak milliyetçi-gerici tabandaki rakiplerine girişti. BBP’yi yedekleyip, Saadet Partisi’nin bölünmesini elerini ovuşturarak “izliyor”. MHP’yi zayıflatma operasyonu ise seçimlere kadar devam edecek. Durumun vahametini anlayan Bahçeli ve şürekâsı ise şimdiden “yandım anam” demeye başladı. MHP’nin tamamen tasfiye edilmesi ne mümkün ne de ihtiyaç. BBP’nin tasfiye edilmesi mümkün ama ihtiyaç değil. SP’nin tasfiyesi ihtiyaç ama mümkün değil. Erdoğan elbette bunlarla yetinmeyecek. CHP’yi boş bırakacağını düşünmek safdillik olur. CHP’ye olan ilgisi şimdilik türbanla sınırlı. Başka hiçbir şeyde yapmadığını Kılıçdaroğlu’nun türban açıklamasıyla yaptı Erdoğan. “Türban”ın seçim sürecinde iyi bir getiri olacağını bilen ve bunu Kılıçdaroğlu’na kaptırma ihtimalini bile göze alamayan Erdoğan, Kılıçdaroğlu’nu ufak odalarda sıkıştırmaya başladı. Bu dönem aynı zamanda devlet

kasasının hem talan edilmesi hem peşkeş çekilmesi dönemi olarak da değerlendirilecek. Esnafa vergi affından teşviklere, sahte indirimlerden sadaka dağıtmaya kadar pek çok yol ve yönteme girişilecek. Referandumdan iki gün sonra yapılan Ekonomi Koordinasyon Kurulu toplantısında ve 7 Ekim’de yapılacak üçlü Danışma Kurulu’nda şekillenecek olan halka ve emeğe yönelik saldırı programı hayata geçirilecek. AKP, 1 Ekim’de meclisin açılmasıyla başlayan süreçte planını netleştirdi. 2011 bütçesi ve anayasa değişikliğinden doğan yasal düzenlemelerin yıl sonuna kadar tamamlanması. En acilinden, HSYK’dan başladılar bile. Kıdem tazminatlarından özel istihdam bürolarına, sendikalar yasasından bütçenin düzenlenmesine kadar bir dizi adım atılacak. Tüm idari mahkemelerin kamu yararına yerindelik denetimi yapabilmesinin engellenmesinden sonra kamusal kaynakların sermayeye peşkeş çekilmesin hızlandırılması sağlanacak. Tıpkı emeğin örgütlenmesini zorlaştıran iki sendikaya birden üye olabilme gibi adımların hızlandırılmasında olduğu gibi. *** İşin asıl önemli kısmı ise Kürt sorunundaki gelişmelerde yaşandı/yaşanacak. Kürt sorunu karşısında atılacak her adımın, seçimlerde alınması planlanan sonuçlardan bağımsız düşünülmesi imkansız. Hatta her adım bu planlar üzerinden atılacaktır. Sorunun ya da çözümün olası ilerleyişi alınması düşünülen “oy”a göre belirlenecektir. Çünkü AKP’nin, emperyalistlerin onayıyla oluşturduğu “Kürt sorunu çözüm planının” en önemli ayağı Kürtlerin AKP’lileştirilmesidir. Ve bunun somut kanıtı oy sayısıdır. Kürt siyasi hareketi için ise bu genel seçimlerde 20 milletvekilinden az çıkarmak kesinlikle çok büyük bir başarısızlık olur. Seçim barajı düşünüldüğünde bağımsız adaylarla ulaşılacak sınır zaten 25 civarında. Her adım bu iki yönlü baskılanma altında atılmaktadır. Son dönemdeki gelişmeler ise sanki böyle bir baskılanmadan kaynaklanmıyor, süreç olağan ritminde ilerliyor şeklinde algılanmamalı. Kürt sorunundaki üç kritik dönem 93, 99 ve 2010 değerlendirilmesi yapılırken bile bu sürecin istisnai özellikleri göz önünde tutulmalıdır. Bu sürecin inisiyatifi kuşkusuz egemenlerin, dolayısıyla AKP’nin elinde. Yaklaşık 8 yıllık iktidarının ancak 6. yılında, o da Obama’nın

gelişinden hemen sonra ve üstünkörü olarak BDP ile görüşen Erdoğan, şimdi kapılarını birdenbire açıverdi. Kürt siyasi hareketi ise bir taraftan egemenlerin yaşadığı kaçınılmazlıklardan yararlanmaya çalışırken diğer taraftan pazarlık gücünü artırmak için kendisini sağlamlaştırmaya çalışıyor. Referandum için üretilen boykot tavrı bu çabanın ürünüdür. Ancak başarısız olmuştur. Başarısızlığın üç temel kanıtı mevcut. İlk kez Kürt coğrafyasında farklı bir siyasal tavır deklare edilmiş ve bu tavır örgütlenmiştir. “Evet” tavrı Kürt burjuvazisinin önemli bir kesimi için birlikte davranma nedeni sağlamıştır. Boykot sayısal olarak başarısız olmuştur. Bir önceki seçime katılmayanlar oranı düştüğünde BDP’nin aldığı oya yaklaşamamıştır. Son kanıt anayasa maddelerinin yorumlanmasında kendini göstermekte ve Öcalan’ın şaşırmasında saklı. Hatırlanacağı gibi Kürtçe eğitim hakkı için yapılan bir haftalık boykot üzerine Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu, “bu eylemin yeni anayasa değişikliklerine göre çocuk istismarına girdiğini ve anayasal suç olduğunu” söyledi. Bunun üzerine Abdullah Öcalan, “böyle yorumlanacağı hiç aklıma gelmemişti, kafamdan aşağı kaynar sular boşaldı” şaşkınlığını yaşadı. Boykot tavrı asıl olarak Ahmet Türk’ün “ulusal birlik projesi” diye açıkladığı genel stratejinin bir parçası idi. Benzer bir biçimde ana dilde eğitim hakkının bu dönem öne çıkarılması da bu projenin parçası. Anlaşıldığı üzere Kürt siyasi hareketinin bu dönem boyunca izleyeceği çizgi de Kürtlerin tamamının (özellikle PKK’nin kapsayamadığı kesimlerin) kabul etmesi beklenen taleplere dönüşecek. Eylemsizliğin seçimlere kadar uzatılması tercihinde de kuşkusuz bu durum etkilidir. Kürt siyasi hareketi için böylesi bir ilerleyiş, manipülasyona açık, burjuvazinin etkinliğinin ve belirleyiciliğinin giderek arttığı bir dönemi getirecektir. Daha da önemlisi Batı’daki demokratik muhalefetle oluşturulan ortak mücadele gündemlerinin ayrışmasına yol açacaktır. Zaten gizli bir biçimde var olan “batıdaki tüm sol, siyasal, demokratik muhalefeti Kürt hareketine yedeklemeye çalışan zihniyet” iyice belirgin hale gelecektir. Egemenlerin PKK’yi tasfiye etme planından hiçbir biçimde vazgeçmeyecekleri ortada. Gerek MİT Müsteşarı Fidan’ın ABD ilişkileri, gerekse İçişleri Bakanı’nın Kuzey Irak ziyaretleri PKK’yi sıkıştırma planının parçaları. AKP seçim dönemini, cenazelerin Batı’ya gelmediği bir

dönem olarak geçirmek istiyor. Ve aynı zamanda kendi “STÖ”leri aracılığıyla bölgedeki etkinliğini arttırmayı düşlüyor. Yeni anayasa vaadini de canlı tutma yalanını unutmamak gerek. Buna verilecek; Kürt burjuvazisiyle birlikte fabrika açılışına katılmak, Fethullahçı işyerlerini yakmak ve tüm Kürtleri kapsayacak ortak talepler bulmak gibi yanıtlar yeterli olacak mı? Kürt siyasi hareketi, CHP Kürt sorununun çözümünde “güvenilir” bir aktör olmadığı sürece AKP iktidarını her zaman tercih edecektir, AKP’ye her zaman “muhtaç” olacaktır. CHP de Kürt sorununun çözümünde etkin bir rol oynayacağını emperyalistlere kanıtlayamadığı sürece “gerçek” bir iktidar asla olamayacaktır. Ancak bu iki zorunluluğa rağmen bu denklemden olumlu bir sonuç çıkmıyor, çıkamaz da. Kılıçdaroğlu’nun hiçbir atraksiyonu bu seçim döneminde sonuç vermez. Bunun için en az 10 şart sayılabilir ki bunlardan sadece birini belirtmek yeterlidir. CHP’de barut yok, yani gürültü koparacak lafı bile yok. Bu dönemin diğer kritik gelişmelerinin başında ise zavallı Hanefi Avcı’nın acınası durumu geliyor. Hanefi Avcı’yı bir meczup yani bir ideal (saçma) uğruna kendinden geçmiş biri olarak değerlendirmenin doğru olmayacağı ortada, her ne kadar “herkes” böyle bir değerlendirme yaptırmaya çalışıyor olsa da. Devlet içindeki yeniden yapılanma kendi çocuklarını yiyor, eski çocukları temsil etmekte mahallenin işkenceci delisine kaldı. Faş edilen durum devlet içindeki koltuk kapmacanın eriştiği durumu göstermesi açısından ibretlik. Bu yaşananların en iğrenç tarafı da işkencenin ve işkencecinin meşrulaşması oldu. Bunun yanında herkesin ders alması gereken bir süreç bu elbette. Fethullahçılar daha da gizlenme dersini çıkarmıştır, bunlara karşı çıkacak olanlar değersizleştirme sonucunu göze almak ama şantaj yapma gücünü arttırma avantajını sağlamışlardır. Pekiyi ya solcular ne ders alacak?... Solculuk bir iş midir? Ya da örgütsel çıkarlar her şeyi mubah yapar mı? Solculuk, ilk önce sağlam bir ideale ve sağlam prensiplere sahip olmaktır. Bunlar sol jargonu ezberleyerek kazanılmaz. İğrenç bir işkencecinin kitabını basmak, iğrenç bir işkenceciyle barışmak hangi ideal ile hangi prensiple açıklanabilir? Devrimciler bu döneme sadece idealleri ve prensipleriyle değil aynı zaman da politik programları ve faaliyetleriyle de damga vurmak

zorunda. Üstelik içine girdiğimiz dönemin çok daha fazla manipülasyona dayalı olacağı, “sözde” büyük siyasal sorunların ve “sözde” büyük siyasal güçlerin etkinliğini arttıracağı düşünüldüğünde halkın bağımsız gündemini oluşturmak ve yaygınlaştırmak çok daha elzem. Siyasal iktidarı değiştirmeyi amaçlayan bir halk muhalefeti, halkın haklarını kazanma mücadelesi ile yaratılabilir. Ne kapıda içki içme rahatlığını savunmaktan, ne türbana yeni açılım getirme modasından, ne mezhep taleplerinden ne de parlamentoya girme hedefi içeren saftirik planlardan medet umulamaz. Önümüzde somut, gerçek bir toplumsal sorun duruyor; Eğitim. AKP iktidara geldiği günden itibaren eğitim alanını yağmaya, pazara ve kaosa sürükledi. Bu süreci bilerek ve isteyerek örgütledi. Eğitimin yapılandırılması ve müfredatıyla hiçbir bilimsel projeye bağlı kalmadan sürekli oynadı. Sözde dershaneleri kaldırmak için Seviye Belirleme Sınavı diye bir şey icat etti, dershane sahiplerini ihya ettikten sonra bu sistemi kaldırdığını açıkladı. Bu süreçte yüzbinlerce çocuğun geleceğine doğrudan ve olumsuz bir etkide bulunmasının hesabını vermeden ilerledi. Bu süreçten ders almak yerine aynı yap-boz oyununu eğitim alanının tamamında sürdürüyor. Öğrenci velilerinin tamamı değişen eğitim şartlarını, sınavların özelliklerini takip bile edemiyor. Öğretmenlik AKP iktidarında tam anlamıyla sıradan bir mesleğe dönüştürüldü. Artık neredeyse hiçbir öğretmenin gerçek sorunu, sorumluluğundaki öğrencilere iyi bir eğitim vermek değil, öğretmenler; ek iş aramakla, iş güvencesi istemekle, maaşına zam beklemekle, iyi pazarlık yapma yeteneklerini geliştirmeyle “meşgul”. Sınav yolsuzlukları, adam kayırmalar artık tamamen meşru görülmeye başlandı. Güvenilecek tek bir kurum, sadece çalışılarak elde edilecek tek bir başarı neredeyse kalmadı. Üniversitelilerin, liselilerin, ilköğretim öğrencilerinin başta parasız eğitim olmak üzere, sağlık, beslenme, güvenli ve parasız ulaşım, üretken bir sosyal yaşam, yaşanabilir bir çevre, özgür ve demokratik bir işleyiş talepleri tamamen görmezden geliniyor. Ana dilde eğitim hakkı ise elbette çok önemli ancak bu çerçevenin içinde sadece bir başlık daha. Onların gündemini kabul etmek yerine biz onlara kendi gündemimizi dayatalım…


4

GÜNDEM 1 Ekim 2010 / 14 Ekim 2010

Halk›n Sesi

Bile bile lades eferandum, AKP'nin “Anadolu Gericiliği”ni tek parti R çatısı altında toplama operasyonu için işaret fişeği oldu. Sağ siyasetin AKP dışındaki merkezleri bu yeni süreç karşısında çeşitli yönlerde hareketleniyorlar. Saadet Partisi'nin “Erbakancı Kayyum”a devredilmesinin bu partide bir “yenilenme” yaratıp yaratmayacağı tartışılabilirse de, kısa vadede bu partinin tabanından ve orta kademelerinden AKP'ye doğru hatırı sayılır bir kaymaya neden olması kaçınılmaz. MHP'de Bahçeli ekibinin partinin birliğini sağlamakta zorlandığını gösteren çok sayıda belirti izleniyor. Bu partinin küçük ve orta boy Anadolu kentlerindeki örgütlerinde AKP'ye dolaylı ya da dolaysız angajmanların geliştiği artık saklanamaz hale geldi. (MHP'nin tabanının “sıvılaştırılıp” AKP'ye yöneltilmesinde BBP'nin etkili bir “drenaj” kanalı olarak “hizmet” verdiği ve bunun karşılığında çok güçlü bir himaye sağladığını özel olarak vurgulamak gerekiyor) Son olarak Süleyman Demirel'in CHP'deki “özel temsilcisi” olan İlhan Kesici'nin “yeni parti yönetimi ve yeni siyaset anlayışına, başta fikri temelde olmak üzere etkili bir katkı sunabiFerda leceği bir durum bulunmadığını” Koç ve 23. Dönem 5. Yasama Yılı’nın ferdakoc@ başlamasıyla “siyaset ve devlet hotmail.com hayatında yeni bir siyasi dönemin de başlamak üzere olduğunu” hissetmesi nedeniyle “özgür bir siyasi söylem ve tavır içinde olmak” için CHP'den istifa etmesi de bu genel tablo içinde yer aldı. Özet olarak AKP'nin sağa yönelik operasyonunun sağın bütün kesimleri için de “sağın temel süreci” olarak kavrandığı ve tüm bu kesimlerde bu temel sürece göre bir konumlanışın başgösterdiğini söyleyebiliriz. Bütün bu gelişmeleri “AKP'nin Haziran 2011 seçimi taktiği” olarak görürsek hata ederiz. AKP'nin “sağı kendi çatısı altında bütünleştirme” projesi, neo-liberal yeni sömürgeciliğin politik üst yapısını “tekemmül ettirme” yani “tamamına erdirme” atağının siyasal omurgası. AKP'nin “Yeni Kürt Barış Süreci” de bu siyasal strateji ile bağlantısı içinde kavranmalıdır. Bugünün bir numaralı siyasi sorununun Kürt sorunu olduğu açıktır. Ancak buradan hareketle AKP politikalarını belirleyen temel sürecin Kürt sorununun çözüm süreci olduğunu ileri sürmek doğru değildir. AKP'nin Yeni Kürt Barış Süreci, sağı AKP çatısı altında bütünleştirme biçimindeki kısa vadeli amaca tabidir. İşte bu nedenle, Yeni Kürt Barış Süreci'yle AKP'nin “Habur'da takılan” “Kürt Açılımı”nın eksiklikleri giderilip, zayıflıkları tahkim edilerek “tazelendiği” yollu değerlendirmeler gerçek durumu ve bugün olup bitenleri açıklama gücünde değil. Tayyip Erdoğan'ın “Anadilde Eğitim Hakkı” konusundaki tutumu, Irak Kürdistanı'nda pişirilen “PKK gerillasını Kızılderili Rezervasyonları'na kapatma” önerisi, Haziran 2011 seçimleri öncesinde Kürt sorununda hiçbir adımın “atılamayacağı” ileri sürülerek Kürt halkının 2011 seçimlerindeki iradesinin ipotek altına alınmaya çalışılması, Hakkari'de patlayan bomba ve sonrasında AKP'nin zirvelerinin kullandığı dil, Selahattin Demirtaş'a verilen hapis cezası arka arkaya konulduğunda, Yeni Kürt Barış Süreci'nin “savaşın AKP'yi güçlendirecek bir şekilde seçim sonrasına tehir edilmesinden” başka bir amacının olmayabileceğini düşündürüyor. Açık ki “Savaş Durumu”, AKP ile MHP arasındaki ayrımı güçlendiren, MHP'nin tabanını konsolide eden bir unsur. AKP'nin referandum sürecinde sağladığı MHP nufuzunu sürdürebilmesi ve geliştirebilmesi için silahların seçime kadar susması zorunlu. Üstelik “hiçbir şey vermeden” Kürt toplumunda seçim sonrasına yönelik bir beklenti oluşturularak bir “müzakere süreci” yürütüyormuş gibi yapılırsa, hem MHP'ye ciddi bir koz verilmemiş olur, hem de iktidar pratiğiyle kaçırılan Kürt oyları geriye kazanılabilir. AKP, geleneğindeki “tefeci taktiği”yle “parayı verecekmiş gibi yapıp” önce “ipoteğini sağlama alıyor”; “hele siz önce 2011 seçimlerinde bana yolu açın, ben de sonra dönüp sizin sorunlarınızı çözeyim” diyor. “Ne var ki bunda; Kürt sorununu çözecekse, önünü açmamızın ne mahzuru var” diye düşünülebilir elbette. Gerçekten de AKP, Kürtlere eşit yurttaşlık hakkı sağlamayı bir tarafa bırakalım, eşit yurttaşlık yönünde birkaç adım atacak olsa, Kürt özgürlük hareketi içerisinde “2011'de AKP'nin önünün açılması / veya önünün açılmasına göz yumulması gerektiği” yolundaki yaklaşımlar anlayışla karşılanabilir. Ancak “açılacak yol”dan geçecek olanın MHP'yi bünyesine katmış bir AKP olduğu dikkate alındığında, 2011 seçimlerinden sonra iktidara gelecek “Milliyetçi Mukaddesatçı Blok”un Kürtlerden aldığı avansın karşılığını özgürlüklerle değil, kurşun ve hapisle vereceği açık değil midir? İşte tam bu noktada Öcalan'ın “AKP dışında bir alternatif de yok” diyenleri eleştirmesi ve “CHP ile görüşmeyi” önermesi, AKP'nin Kürtlere kurduğu tuzağın farkında olduğunu gösteriyor. Öcalan, ABD'nin son 10 yılda empoze ettiği “çözüm ve barış” süreçlerinin özgürlükçü güçler için nasıl büyük yıkımlar yarattığının da farkında. (Sri Lanka ve Kolombiya Barış Süreçleri’nde işletilen tezgahların Kürtler için de kurulmasından daha doğal ne olabilir ki?). Muhtemelen Öcalan bu yüzden AKP'nin ABD yönetimi, Irak'taki ABD işgal güçleri ve Irak Kürdistanı ile oluşturduğu trafiğin etkisizleştirilmesini telkin ediyor. Ancak bir tuzağın farkında olmakla, tuzağa düşmekten kaçınabilmek her zaman aynı şeyler değil. Öcalan'ın bir “CHP açılımı”nın denenmesini telkin ettiği sıralarda, CHP'nin en gerici ağızlarından biri olan Kemal Anadol'un “Türban sorununun çözümünü öngeren bir yasal düzenlemenin, %10'luk seçim barajının kaldırılması ve dokunulmazlıkların kaldırılmasını öngören düzenlemelerle birlikte, paket halinde getirilmesi” şartına bağlaması ve 1989 Kürt raporunun güncelleştirilmesi çalışmaları, BDP'nin bu “tek kapı” tuzağını boşa çıkarması için uygun bir aralık da yarattı. Ancak BDP'nin politik kurmayında yer alan pro-liberal ve pro-emperyal zihinlerin bu aralığın AKP'yi köşeye sıkıştırmakta kullanılmasının önüne geçebilecekleri, bu partiyi Öcalan'ın işaret ettiği çukurlara sürüklemekte ısrar edebilecekleri de maalesef bir gerçek. Yasal Kürt siyasetine bugüne kadar damga vuran bu zihniyet bu uyarılara rağmen aynı yolda devam ederse buna yalnızca “bile bile lades” denir...

Kürt’lü seçim manevraları A A KP, referandumun ardından Kürt sorunu ekseninde İmralı’da, Meclis’te ve uluslararası alanda hareketli bir “diyalog süreci” başlattı. Liberal çevreler, bu adımları “çözüm çabası” olarak yorumlasa da, şiddet politikasını ve şoven söylemi sık sıkıya koruyan AKP iktidarı sorunun muhataplarına güven vermekten uzak. Kürt hareketinin meclis dışı temsilcilerini muhatap almayı reddeden AKP, askeri operasyonların durdurulması ve anadilde eğitim taleplerini ise sert bir dille reddediyor. AKP’nin, Hakkari saldırısı nedeniyle ertelediği hükümet-BDP görüşmesi 24 Eylül’de gerçekleştirildi. Hükümet adına Cemil Çiçek ve Sadullah Ergin’in katıldığı görüşme, liberal çevrelerde hükümetin Kürt sorununun diyalog yoluyla çözümüne yönelik bir adımı olarak yorumlandı. Ancak görüşmede, iyi niyet göstergesi olabilecek somut herhangi bir sonuç çıkmadığı gibi yalnızca AKP’nin olası bir yeni anayasa paketi için destek istediği açıklandı. Ertesi gün partisinin genişletilmiş il başkanları toplantısında konuşan Erdoğan, “Teröristlerle görüşmek gibi bir fantezimiz yok” diyerek çözüm için PKK ile diyalog kurmayacakları mesajını verdi. AKP kısa süre önce de Demokratik Toplum Kongresi’nin görüşme talebini geri çevirmişti. “Katillere af yok” diyerek genel af seçeneğini de ortadan kaldıran Erdoğan, “şiddete dayalı çözüm” seçeneğinin elden bırakılmayacağı sinyali verdi. Erdoğan, anadilde eğitim talebi konusunda, Türkçe dışında ikinci bir resmi dile izin vermeyeceklerini, eğitim dilinin Türkçe olarak kalacağını söyledi. Hükümet kontrolünde Abdullah Öcalan’la görüşmeler

KP, Kürtlere savaşla yapamadığını diyalogla yapmaya çalışırken seçimi de düşünüyor. Kürtlerin barış iddiası ise halen sürüyor

BDP Grup Baflkan Vekili Ayla Ata Akat ile AKP’li Adalet Bakan› Sadullah Ergin sürerken yapılan sert çıkışlar ve şoven dil, milliyetçi tabana ve siyasi rakiplere ‘devletin kırmızı çizgilerinin korunduğu’ mesajı veriliyor. Bu durum, Kürt sorununun barışçıl demokratik çözümünden yana olanlarda hükümete karşı güvensizlik duygusu oluşturuyor.

S‹LAH SEÇENEK DIfiI DE⁄‹L Hükümete güvenmemek için tek neden Erdoğan’ın söylemi değil. Hükümet adına açıklama yapan AKP grup başkan vekili Bekir Bozdağ, en geç 12 Ekim’de sınır ötesi harekat tezkeresini meclise getireceklerini söyledi.

Sınır bölgelerinde askeri yığınak sürerken, Kuzey Irak’a yönelik askeri operasyonların süresini bir yıl daha uzatacak olan bu tezkerenin devlet açısından bir tür güvence ve pazarlık unsuru olduğu yönündeki yorumlar ise fazla iyimser. Yeni Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner görevini devralırken yaptığı konuşmada, silahsız “çözüm” olmayacağını vurgulamıştı. Kolombiya, Orta Amerika, İspanya ve Sri Lanka gibi gerilla hareketleriyle barış süreçlerine giren pek çok ülkede sonuç barış

değil devletin imha siyaseti oldu. Özellikle son iki yılda Sri Lanka’da Tamil Kaplanları’na ve Kolombiya’da FARC’a yönelik imha operasyonları, kapitalist devletlerin evrensel deneyimi haline getirilip “silahlı çözüm” taraftarlarının elini güçlendirdi. Yalnızca bu örnek bile Türkiye’deki barış süreçlerinde dahi temkinli olmak için yeterli bir sebep.

AKP’N‹N DESTEK ARAYIfiI Görüşme trafiğini önemli bir ayağını da ABD, Kürdistan Bölgesel Yönetimi, İran ve

Suriye’yle yürütülen temaslar oluşturuyor. Irak’taki istikrarsızlığın sürmesi ve iç çatışma ihtimali karşısında ABD’den de bir basınç geldiği ve AKP açısından içerdeki çatışmayı durdurma kaygısının yanında bölgedeki emperyalist istikrara katkı kaygısının da önemli bir motivasyon kaynağı olduğu anlaşılıyor. Bu görüşmelerin en çok konuşulanı ve en simgeseli İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın, Kürdistan Bölgesel Yönetimi lideri Mesud Barzani’yle görüşmesi oldu. Atalay’ın gazetecilere yaptığı açıklamalarda, Barzani’yle yürütülen görüşmelerden henüz sonuç çıkmadığı ancak PKK’nin Kandil’den tasfiyesine yönelik bir yol haritası üzerinde konuşulduğu öne çıkarıldı. Bu yoğunlukta Irak’taki ABD Kuvvet Komutanı Orgeneral Lloyd Austin TSK ve hükümet yetkilileriyle Türkiye’de görüştü. Görüşmelerin ardından Atalay üçlü mekanizmayı ve PKK’yle görüştüklerini açıkladı. Atalay bu çerçevede Suriye’de bir ziyaret yapacak. Her koşulda Kürtlerin gerçek taleplerini dikkate almayıp, İslamcı-milliyetçi destekçilerine “eski şiddet ve asimilasyon siyasetini sürdürme” sözü verip, çözümü ABD’de ve Barzani’de arayan AKP barış yönünde bir toplumsal uzlaşı yaratma kaygısı taşımıyor. Süreci özetleyen cümleler, İmralı’da yaptığı görüşmenin ardından Aysel Tuğluk’tan geldi: “Kürt hareketinde çok güçlü bir barış ve çözüm iradesi var ama devletten tereddütlüyüz. Çözüm mü yoksa tasfiye mi amaçlanıyor, bilinmiyor. Bunun netleştirilmesi gerekiyor. Bir nevi savaşla tasfiyeyi gerçekleştiremeyince diyalogla tasfiyeyi gerçekleştirme mi diye bir kaygı hepimiz tarafından yaşanıyor.”

Tophane’de gerici saldırı 1 Eylül günü İstanbul’da çok konuşulan bir saldırı yaşandı. Referandumda ezici bir çoğunlukla “evet” oyu çıkarıp “demokrasiye katkı yapan” Tophane’de bulunan sanat galerilerinin sezon açılışı yaptığı gece, 30 kişilik İslamcı-faşist bir grup sanatçılara ve davetlilere taş, sopa ve biber gazıyla saldırdı. Saldırıda çok sayıda sanatçı ve davetli darp edildi, 5 kişi de aldığı darbeler nedeniyle hastaneye kaldırıldı. Saldırıdan sonra olay yerine gelen polis ekipleri saldırganları “yatıştırmakla” yetinirken saldırıya uğrayan üç kişi ifade vermek üzere karakola götürüldü. Saldırıdan sonra açıklama yapan İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, olayın sadece yaya trafiğinin aksamasından kaynaklandığını açıklayarak saldırıyı basit bir adli olay gibi göstermeye çalıştı. Ancak polisin gözaltına aldıktan sonra serbest bıraktığı yedi kişiyle birlikte, diğer saldırganlar ve onları destekleyenler vali Mutlu’dan daha dürüst bir şekilde “Mahallede içki içiyorlar. Sanat olsa da o kafayla anlamazlar zaten. Amaçları başka bunların. Yine olsa yine yaparız” diye açıklama yapmaktan da çekinmediler.

2

SALDIRILAR ‹LK DE⁄‹L Tophane’de 21 Eylül’de yaşanan

AKP nüfuzu genişliyor KP, hegemonyasını sağa

A doğru genişletiyor.

Geleneksel merkez sağı içeren AKP’nin genişlemesi sağın radikal sayılabilecek unsurlarına doğru ilerliyor ve MHP ile SP eriyor. Referandum sürecinde AKP’nin çekim gücü etrafında toplanan BBP, SP ile tabanının önemli bir kısmı ‘Evet’ oyu veren MHP ve DP, referandum sonrasında kitlesini tutma telaşına düştü. Referandum öncesinde ‘Şimdilik Evet’ diyen Saadet Partisi’nin kongresinde başlayan Erbakan-Kurtulmuş kutuplaşması referandum sonrasında gittikçe derinleşti. 11 Temmuz'daki parti kongresinde yapılan seçimlere itirazlar üzerine mahkeme 22 Eylül günü partiye kayyum atadı. Kayyuma devredilme-

siyle birlikte genel kurul kararı alınan partide Erbakan ekibi, eski yol arkadaşları ve AKP’den ayrıldıktan sonra Türkiye Partisi’ni kuran Abdüllatif Şener ile seçim ittifakını tartıştı. Numan Kurtulmuş ise il başkanlarının çoğundan destek aldıktan sonra SP ile yolunu ayıracağını kesinleştirdi. Sağın diğer partisi Demokrat Parti giderek etkisizleşirken BBP lideri Yalçın Topçu, referandum mitinglerinde verdiği “Birkaç turuncu koltuk için birileriyle pazarlık yapacak göz var mı bende” demeci ve sonrasında Ertuğrul Gazi’yi anma töreninde Bülent Arınç’ın peşinden ayrılmamasıyla safını daha önceden belli etmişti.

saldırılar ilk şiddet eylemleri değil. Daha önce 1 Mayıs 2009 ve 6 Ekim 2009’daki IMF protestolarında cemaat ve polis el ele vermiş Tophane’den geçen eylemciler linç edilmek istenmişti. O saldırılarda da 21 Eylül’de olduğu gibi polis ve AKP saldırganlara arka çıkmış ve olay “mahalleli tepkisi” olarak lanse edilip geçiştirilmek istenmişti. Saldırganların kendinden olmayanlara karşı “şiddetle savunduğu” mahallede cemaat yapılanması çok etkin. Mahallenin büyük bölümü Kadiri Tarikatı’na ve “Menzil” cemaatine mensup. Cemaatin Tophane’de 300 yılı bulan bir geçmişi var. Mahalleye sonradan göç edenler ise cemaate girerek burada tutunuyor. Bitlis, Siirt gibi Kürt illerinden bölgeye gelenlerin sayısı da fazla. Tophane’nin milliyetçi “duyarlılıkları” cemaat içinde eriyip “yok” oluyor. Eskiden mahallede yaşayan Romanlar bu yaşama ayak uyduramadıkları için mahalleden silinmiş, tek tük kalmışlar.

ALIfiILMAMIfi DÖNÜfiÜM AKP’nin Ofer ailesiyle pazarlığını yaptığı, ihalesini verdiği ancak gerçekleştiremediği Galataport projesi Tophane’yi de içine alıyor. Galataport ihalesi gerçekleşmemiş olsa da

Tophane’de alışılmışın dışında bir kentsel dönüşüm yaşanıyor. Tophane’deki dönüşüm Ankara’da Melih Gökçek’in Dikmen ve Mamak’ta yapmaya çalıştığı gibi toplu bir yıkımla yaşanmıyor. Eski İstanbul evleri, paraya hayır demeyen cemaatin mülk sahibi ileri gelenleri ve AKP’li belediye tarafından restore edilerek yeni bir kimlikle mahalle yaşamına katılıyor. Cemaatin sermaye sahibi ileri gelenleri para için dönüşüme bilerek ve isteyerek “izin” veriyor; ancak bu dönüşüme karşı cemaatin yoksul, mülksüz kesimi İslamcı-gerici bir idelojiyle “yaşam tarzı uyuşmazlığı” yönünden tepki gösteriyor. Bu tepkiler 21 Eylül’de olduğu gibi cemaat içinde “gençlerle konuşularak” örtbas ediliyor, sindiriliyor. Mahallede yaşayanlar da bu dönüşümün farkında. Sanat galerilerine saldıranlardan bir cemaat üyesi bu farkındalığı şu cümlelerle açıklıyor: “Biz orta halliyiz. Kendimize yetiyoruz. Ama ilerde yetmeyeceğiz. Burada yaşayamayacakmışız. Paramız yetmeyecekmiş.” AKP’li olduğunu söyleyen bu kişi, dönüşümü yapan AKP’li Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan’a tepki göstermiyor; çünkü Demircan cemaat tarafından seviliyor ve kendisine “abi” diye hitap ediliyor.

İleri demokrasiden ilk nasibi sol aldı Referandumun ard›ndan “Devrimci Karargah” ad›yla düzenlenen sindirme operasyonunda muhalif kesimleri hedef alan AKP, kendisine karfl› olan tüm kesimlere gözda¤› verdi. “Devrimci Karargah” ad›yla yürütülen operasyonun saçmal›¤› görevdeki bir emniyet müdürü olan Hanefi Avc›’n›n da bu örgüte üyelikten tutuklanmas›yla ortaya ç›kt›. Liberallerden ise operasyona karfl› bir ses ç›kmad›. 21 Eylül’de ‹stanbul Emniyet Müdürlü¤ü Terörle Mücadele fiube polisleri taraf›ndan yap›lan ev bask›nlar›nda 17 kifli gözalt›na al›nd›. Gözalt›na al›nanlar Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP), Toplumsal Özgürlük Platformu (TÖP) üyeleri, Bilim ve

Gelecek dergisi ile Red dergisi yazarlar›. “Devrimci Karargah” üyesi oldu¤u iddias›yla mahkemeye ç›kar›lan 17 kifliden 12’si tutukland›. Tutuklananlar aras›nda SDP Genel Baflkan› R›dvan Turan ve TÖP Sözcüsü O¤uzhan Kayserilio¤lu da bulunuyor. Gözalt›na al›nan 17 kiflinin ifadesi al›nmadan önce Gülen cemaati yay›n organlar› Zaman ve Samanyolu’nda “Emniyetten flok görüntüler” bafll›kl› haberler ç›kt›. Haber videosunun bafl›nda sunulan “Halk için emniyet, adalet için hizmet” slogan› ise emniyetin ifadeleri beklemeden cemaat bas›n›na görüntü ve haberi servis etti¤ini gösterdi. Her f›rsatta “ileri demokrasi” laflar›n›n ard›na s›¤›n›p ikti-

dar destekçili¤i yapan liberaller ve medya ise aç›kça görülen hukuksuzlu¤a karfl› suskun kalarak sald›r›ya ortak oldu. Sosyalist kimli¤iyle tan›nan kiflilere yönelik operasyon sonras› Türkiye’nin bir çok yerinde protesto eylemleri düzenlendi. Operasyonun oldu¤u gün ‹stanbul Beyo¤lu’ndaki eylemde konuflan ‹HD ‹stanbul fiube Baflkan› Abdülbaki Bo¤a’n›n sözleri ise operasyonun mahiyetini özetliyor: “AKP’nin referandumla hedeflendi¤i ba¤›ml› yarg›n›n bir prati¤ini görüyoruz.” 12 kiflinin tutukland›¤› operasyon siyasal iktidar›n mahkemeleri kendi bask› arac› olarak kullanmakta ne derece ileri gidebilece¤ini gösteriyor.


5

DÜNYA 1 Ekim 2010 / 14 Ekim 2010

Halk›n Sesi

Sosyal refah ‘sağ’a kaydı 7 5

iklim kıta

Sosyal refah onun eseriydi

Olof Palme ‹sveç’in gelmifl geçmifl en sevilen baflbakanlar›ndan birisiyidi. Ö¤renci hareketinin içinde bafllayan siyasi yaflam› k›sa süre sonra kat›ld›¤› ‹sveç Sosyal Demokrat ‹flçi Partisi’nde devam etti. Palme 1969 y›l›nda parti baflkan› ve baflbakan oldu. ‹sveç’in sosyal refah devletinin mimarlar›ndan olan Palme kendisinden önceki politikac›lar›n aksine suya sabuna dokunur bir siyaset izledi. ABD’nin yay›lmac› politikas›n›n son bulmas›, yoksul ülkelerin ekonomik durumunun

Fredrick Reinfeldt

İsveç’te merkez sağ ilk kez üst üste ikinci kez iktidara geldi, ‘sosyal refah’ tarih oldu

osyal refah devleti modelinin en güzide örneği olarak gösterilen İsveç, 19 Eylül’de yapılan seçimlerin ardından Avrupa’da yeni bir döneme girildiğinin kanıtı oldu. Son 78 yılın 65 yılını iktidarda geçiren İsveç Sosyal Demokrat İşçi Partisi (SAP) son 96 yılın en düşük oy oranını alarak seçimlerden yenilgiyle ayrıldı. Alınan %30’luk oy oranı SAP’ın tarihinde ilk kez üst üste ikinci kez seçimlerden yenilgiyle ayrılmasına neden oldu. “Sosyal refah devleti”nin mimarlarından olan Olof Palme’nin 1986’da faili meçhul bir suikaste kurban gitmesinin ardından başbakanlığı üstlenen Ingvar Carlsson, İsveç sosyal demokrasisini yükselten son isim oldu. 1996’da emekliye ayrılan Carlsson’un yerine göreve gelmesi düşünülen bugünkü başkan Ingeborg Sahlin’in adı daha en başından yolsuzluk iddialarına karışması ve partinin başına Göran Persson’un geçmesiyle SAP’ın düşüşü başladı. SAP ve sosyal demokrasinin düşüşünün tek sebebi elbette ki yolsuzluk iddiaları değil. Düşüşteki en

S

büyük etkenlerden biri de SAP’ın İsveç’in değişen sosyal yapısını iyi analiz edememiş olması. Yıllarca sanayiye dayanan bir ekonomi politikası izleyen İsveç’te ekonomi ‘90’ların sonundan itibaren hizmet sektörüne kaymaya başladı. Bu değişimi SAP’ın iyi analiz edememesi ve politikasını bu yöne evriltememesi de SAP’ın düşüşüne etki etti. 96’da Göran Persson’un başbakan olmasıyla başlayan bu süreç İsveç’in sosyal demokrasiden uzaklaşmasına da neden oldu. Toplumdaki değişimi iyi analiz edemeyen SAP, iktidarı korumak adına rotasını neo liberal politikalara çevirince sağcı partilerin ekmeğine yağ sürmüş oldu. SAP, sosyal refah devletini yaratan yüksek vergi - yüksek kamu harcaması politikasını yavaş yavaş terk etmeye başlayınca devreye sağcılar girdi ve sosyal demokratların uygulamaya başladığı politikaların daha “iyi”sini yapacağını gösterdi. Bu dönemden sonra İsveç’te sağ partilerin oyları artmaya başlarken, yavaş yavaş kaybettiği popülerliği geri kazanmaya çabalayan sosyal

demokratlar neo liberal politikalara daha fazla sarıldı. Bu durum toplumun iki kutuplu bir yapıya bürünmesine neden oldu: Zenginler ve yoksullar. Nihayet 2006 yılında sosyal demokratlar iki arada bir derede kalmış olan politikalarının bedelini seçimleri kaybederek ödediler. 2006’dan sonra neo liberal politikaları hızlandıran merkez sağ, zenginler ve yoksullar arasındaki uçurumu arttırdı. Bu dönemde eğitim, sağlık, ulaşım gibi temel haklar şirketlere devredildi. Vergiler düşürüldü ancak düşen vergilerle devlet kasasına girmesi gereken 76 milyon kron zenginlerin cebine bırakıldı. Seçimde yıllık geliri 50 bin Euro’dan fazla olanların (zenginlerin) %85’inin merkez sağa oy vermesi de İsveç’te sosyal demokrasinin çöküşünü belgeledi. Kişi başına düşen yıllık gelirin 49 bin Euro olduğu bir ülkede bu durumun ifade ettiği tablo da durumu özetlemeye yetti. İsveçteki seçimlerde sosyal demokrasinin sandıkta kaybetmesi kadar faşist İsveç Demokratları’nın oylarını yüksek oranda arttırarak

düzeltilmesi ve ›rk ayr›mc›l›¤›na karfl› mücadele etti. Dünya kamuoyunun dikkatini Vietnam Savafl›’ndaki insan haklar› ihlallerine çekti. Filistin Kurtulufl Örgütü lideri Yaser Arafat’› ‹sveç’e davet ederek bir kez daha ABD’nin tepkisini çekti. Küba’ya giderek Fidel Castro’yla beraber nükleer silahlar›n yasaklanmas› için ça¤r› yapt›. 28 fiubat 1986’da her zaman oldu¤u gibi korumas›z gezdi¤i ‹sveç sokaklar›nda vuruldu. Ezilen dünya halklar› Olof Palme’yi hala sayg›yla ve özlemle an›yor. parlamentoya girmesi de ayrı bir yenilgi oldu. Küresel ekonomik krizle birlikte tüm Avrupa’da yükselen ırkçı dalgaya İsveç gibi bir “sosyal dayanışma ülkesi”nin de katılması diğer Avrupa ülkeleri için fikir veriyor. İsveç Demokratları’nın en yüksek oyu en yoksul mahallelerden alması İsveç’te de göçmenlere “ekmek hırsızı” gözüyle bakılmaya başlandığını ortaya koydu. Faşistler seçim döneminde sosyal demokrasinin yarattığı sosyal refah ortamını göçmenlerin yok ettiğini öne süren bir politika izledi ve ne yazık ki başarılı oldu. Fransa, Almanya, İtalya, Hollanda, İsviçre, Macaristan ve Norveç’te olduğu gibi İsveç’te de faşist partilerin inanılmaz oy artışı yakalaması Doğu Bloğu’nun çökmesinden beri Avrupa’da yaşanan en büyük siyasi değişime işaret ediyor. SAP’ın ve sosyal demokrasininse bu duruma son vermek için “Kaybettiğimiz seçmen güvenini geri alamadık” demekten çok daha fazlasını yapması gerektiği de aşikar.

FARC-EP zorbalığa teslim olmuyor olombiya Devrimci Silahlı Güçleri-

K Halk Ordusu’nun (FARC-EP) askeri

lideri Mono Jojoy Kolombiya ordusunun yaptığı bir operasyonla katledildi. Operasyonun ardından açıklama yapan Kolombiya Devlet Başkanı Juan Manuel Santos gururla örgüte büyük bir darbe vurulduğunu açıkladı. Santos kazandığı “zafer”le övünürken bir yandan da FARC-EP’yle silah bırakmadan asla görüşmeyeceklerini de yineledi. FARC-EP’nin böyle bir teklifi kabul ettiği 1984’te yaşanan siyasi soykırım hatırlanıncaysa silah bırakmanın anlamı değişiyor. Devlet başkanı Belisario Betancourt’un silah bırakma çağrısına olumlu yanıt veren gerillalar silahları bırakıp Union Patriotica (Yurtsever Birlik) adında bir parti kurarak seçimlere girdiler. UP seçimlerde çok sayıda milletvekili ve belediye başkanı

çıkarmayı başardı. Silah bırakanlara devletin cevabıysa “katliam” oldu. UP üyesi ve sempatizanı, 3000’den fazla parlamenter, belediye başkanı, gazeteci, yazar katledildi ve FARC-EP tekrar silahlı mücadeleye başladı. Günümüzde ise “barış” canlısı olan Kolombiya hükümeti, parlamentodaki tek barış aktivisti olan Piedad Cordoba’yı FARC-EP’ye danışmanlık yaptığı gerekçesiyle 18 yıl kamu görevinden uzaklaştırdı. Katliamcı geleneğini bugün de sürdüren Kolombiya’nın devlet başkanı Santos’un siciline bakıldığında kayıtsız şartsız bir teslimiyetin, FARC-EP’nin ve onun yıllardır verdiği mücadelenin sonu olacağı kestirilebiliyor. Kolombiya oligarşisinin köklü bir ailelesinden gelen Santos, kendinden önceki devlet başkanı Uribe döneminde Savunma Bakanlığı görevini yürütüyordu. Santos’un bakanlığı döneminde 20 bin kişi ge-

Bolivarcı devrim seçimleri kazandı enezüella’da aylardır heyecanla beklenen

V parlamento seçimleri 26 Eylül’de yapıldı. Başkan Hugo Chavez’in partisi PSUV’la Venezüella Komünist Partisi (PCV) ittifakı 165 sandalyeli mecliste 95 sandalyeyi kazanarak seçimleri muhalefetin önünde bitirdi. Venezüellalı zenginlerin ve ABD’nin yoğun desteğiyle seçimlere ittifak yaparak giren muhalefet ise parlamentoda 60 sandalye kazandı. 2005 yılında muhalefet partileri seçimleri boykot edince parlamentodaki neredeyse tüm sandalyelerin Chavez’in partisi PSUV ve diğer sol partiler kazanmıştı. 26 Eylül’de yapılan seçimlerde sol parlamentodaki çoğunluğunu korusa da çok kritik bir eşik olan üçte ikilik çoğunluğu elde edemedi.

Muhalefet partilerinin 60 sandalyeyle üçte birlik oranı geçmesi Chavez’in parlamentodan geçirmek istediği yasaların önüne devasa bir engel olarak dikildi. Sermayenin ve ABD’nin desteklediği, doğal olarak sermayenin çıkarı için meclise girmiş olan muhalefet partilerinin, sermaye aleyhindeki bir yasayı onaylamayacağı su götürmez bir gerçek olarak Chavez’in önünde duruyor. Muhalefetin destek vermediği bir yasayı parlamentodan geçirebilmek içinse PSUV ve sol ittifakın dışarıdan gelecek en az 15 tane oya ihtiyacı var. Bu durum karşısında Chavez’in ne yapacağı merak ediliyor. CHAVEZ BAŞKANLIK İÇİN FAVORİ Parlamento seçimlerinde sol çoğunluğu

kaybetmiş olsa da, seçim sonuçları 2012’de yapılacak olan başkanlık seçimlerinde Hugo Chavez’in favori olduğunu gösterdi. Bolivarcı devrimi sahiplenmek için sandığa çağırdığı halk, seçimlerde Chavez’in partisini destekledi ve başkanlık seçimleri için arkasında olduğu mesajını verdi. Başkan Hugo Chavez seçimlerden sonra yaptığı açıklamada tüm sosyalistlere teşekkür ederek Bolivarcı devrim taraftarlarını tebrik etti. “Bolivarcı ve demokratik sosyalizm. Devrimi güçlendirmeye devam etmeliyiz. Bu, halk için yeni bir başarıdır. Hepinizi kutluyorum” diyen Chavez seçim sonuçlarının 1999’da başlayan devrim sürecini derinleştiren bir zafere işaret ettiğini iddia etti.

İsrail’in barış anlayışı şaşırtmadı arabulucusu olduğu ‘Barışalım’ diyen A BD’nin Filistin İsrail barış devam ederken, İsrail inşaatları görüşmeleri İsrail barış konusunda ne kadar olduğunu gösterdi ve durduran mora- samimi yerleşim bölgelerinin inşaatını ay sonra tekrar başlattı. toryumu uzatma- 10Filistin yönetiminin daha önce “Yerleşimler devam yarak yaptığı ederse masadan kalkarız” hiç aldırış ikiyüzlülüğünü açıklamasına etmeyen İsrail 10 ay süren tekrar gösterdi moratoryumu uzatmadı ve

şenlikler eşliğinde yerleşimlerine devam etti.Yerleşimlerin tekrar başlamasının hemen ardından açıklama yapan İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu her zamanki yüzsüzlüğüyle “Yerleşimler sürse de görüşmelere devam edelim” dedi. Böyle bir yüzsüzlüğe karşı Filistin yönetimi şimdilik sadece görüşmelere Arap Birliği toplantısına kadar ara verme kararı alarak tavır takındığını

sandı. Filistin solunun görüşmelerin kesilmesi çağrısına kayıtsız kalan Abbas yönetiminin Arap Birliği’nden çıkabilecek bir karara göre görüşmelere devam etmesi durumunda Filistin halkına nasıl hesap vereceği merak ediliyor. Daha önce Filistin Halk Kurtuluş Cephesi görüşmelerin devam etmesi nedeniyle Filistin Kurtuluş Örgütü Yürütme Konseyi üyeliğini askıya almıştı.

rilla sanılarak “yanlışlıkla” öldürüldü. 2 binden fazla muhalif gazeteci, sendikacı, yazar, insan hakları aktivisti katledildi. 2 milyondan fazla yoksul Santos’a bağlı ölüm timlerince göç etmek zorunda bırakıldı. Tıpkı 1984’teki gibi... Bakanlığı döneminde bu kadar “parlak” bir karne yaratmayı başaran Santos bu sefer “başkan” olarak kaldığı yerden devam ediyor. Seçimlerde kendisine destek vermeyen yoksullara ve onların örgütlü gücü olan FARC-EP’ye karşı ABD’den ve zengin Kolombiya oligarşisinden aldığı destekle katletme operasyonlarına devam ediyor. FARC-EP’nin askeri önderi Mono Jojoy tam teçhizatlı bir ordu tarafından, bizzat Santos’un emriyle katledilmiş olsa da gerillalar önderlerinin hatırasını yaşatarak mücadeleye devam edeceklerlerini açıkladılar ve “Barışa evet, teslimiyete hayır” dediler.

Avrupa’da grev günü vrupa’nın dört bir yanında milyonlar, hü-

A kümetlerin kemer sıkma gerekçesiyle uy-

guladığı kesintilere karşı greve gitti. İspanya’da yapılan 24 saatlik genel greve yaklaşık 10 milyon emekçi katıldı. Eylemlerin en büyüğü Brüksel’de gerçekleşti. Oldukça renkli geçen yürüyüşe 100 bin emekçi katıldı. Eylemlerin çağrıcılığını yapan ETUC da “Krizi biz yaratmadık. Faturayı patronlar ödesin” dedi.

ETA bar›fl için ›srarl› Eylül’de ateşkes kararı alan ve demokratik 5çözüm talep eden ETA, barış için çabalamaya devam ediyor. İspanya hükümetinin her defasında “Tamamen silahsızlanmadan ETA’yla görüşmeyiz” demesine ve barışa yanaşmamasına rağmen ETA, barış için uluslararası arabulucuların devreye girmesi çağrısında bulundu. ETA’dan gelen barış için adım atma çağrılarına rağmen İspanya hükümeti çözümsüzlükte diretiyor. ETA’dan gelen açıklamaları “zaman kaybı” olarak gören Zapatero hükümetinin bu tavrına karşı ETA’nın barış için ne kadar direnebileceği zamanla ortaya çıkacak.

Önce ‘becerikliler’ ili’de 5 Ağustos’tan beri göçük altında olan

Nükleere geçit yok Almanya’da Angela Merkel hükümetinin nükleer reaktörlerin ömrünün uzat›lmas›n› öngören yasa tasar›s›na karfl› on binlerce insan Berlin sokaklar›na ç›kt›. Eylem komitesinin verdi¤i say›ya göre 100 bin kifliyi bulan eylemciler reaktörlerin ömrünü uzatan yasan›n derhal geri çekilmesini ve temiz enerji kaynaklar›na yönelinmesini istedi. Çevreci örgütlerin düzenledi¤i eyleme Yefliller Partisi, Sosyal Demokrat Parti (SPD) ve solcu Die Linke partisi de destek verdi. ‘70’li y›llarda nükleer karfl›t› mücadele veren ve bu dönemde sivrilerek günümüze kadar gelen Yefliller Partisi’nin eyleme kat›l›m› oldukça fazlayd›. Eyleme destek veren Yefliller Partisi ve SPD’nin iktidarda oldu¤u dönemde nükleer santrallerin kullan›m süresinin 2022 y›l›nda son bulmas› kararlaflt›r›lm›flt›. fiu anda iktidarda olan muhafazakar-liberal hükümetse iklim hedeflerine ulaflmak santrallerin ömrünü, eksikliklerine göre, 814 y›l kadar uzatmak istiyor. Çevreciler de buna karfl› ç›karak temiz enerjilere yönelinmesini ve nükleerin terk edilmesini talep ediyor.

Ş madencilerin kurtarılma planı açıklandı.

Plana göre 3 adet çelik kafesle yeryüzüne çıkarılması öngörülen madenciler 3 gruba ayrıldılar. Buna göre yukarı çıkarken karşılaşılabilecek problemlere karşı en atik davranabilecek olan “becerikliler” en önce yukarı çekilecek. Daha sonra “zayıflar” olarak isimlendirilen grup yukarı çekilecek. En son da “kuvvetliler” gün ışığına kavuşacak. Bir aksilik olmazsa madencilerin en geç kasım ayının ortalarında göçükten çıkarılması planlanıyor.

Grev devam edecek ransa’da emeklilik yaşını 60’tan 62’ye F çıkarıp prim gün sayısını arttıran yasa tasarısına karşı emekçilerin grevleri sürüyor. 7 Eylül’deki bir günlük grevden sonra 23 Eylül’de de yaklaşık 3 milyon emekçi iş bırakarak yasanın geri çekilmesini istedi. Sarkozy yönetiminin geri adım atmama konusundaki ısrarı üzerine emekçiler 2 ve 12 Ekim’de tekrar greve gitme kararı aldı. “Yasa çekilmezse biz de çekilmiyoruz” diyen emekçiler haklarını gasp ettirmeyeceklerini ve köleliğe karşı direneceklerini vurguluyorlar.


6

İNSANCA YAŞAM 1 Ekim 2010 / 14 Ekim 2010

Halk›n Sesi

Saymayı öğretecekler entsel dönüşüm projesine karşı direnen Ankara Yenimahalle’de Mehmet Akif Ersoy Mahallesi halkı belediyenin ikinci yıkım saldırısyla karşılaştı. CHP’li belediyenin rant inadına teslim olmamakta kararlı olan mahalle halkı yıkımlar yüzünden yılgınlığa kapılmayıp “Direnişe devam” dedi. Kentsel dönüşüm projesi kapsamına alınan mahallelerini terk etmek istemeyen ve bir önceki belediye başkanı döneminde kandırılarak imzalatılan sözleşmelerin iptal edilmesini isteyen mahalle halkı belediyenin yeni CHP’li başkanı Ahmet Duyar’ın baskı ve yıldırma politikalarıyla karşı karşıya kalmıştı. Çöplerin toplanmadığı bakkaların mühürlendiği ve hiç bir belediye hizmetinin verilmediği mahalleye 17 Eylül günü belediyenin yıkım ekipleri gönderildi. 2 dozerle gelen yıkım ekiplerine 4 otobüs çevik kuvvet, 5 minibüs karakol polisi, 2 motorize ekip ve 12 zabıta aracı eşlik etti. Belediye ayrıca mahallenin elektrik ve suyunu da kesti.

K

TAVİZSİZ SALDIRIYA TAVİZSİZ DİRENİŞLE CEVAP Ekiplerin gelişiyle barikatlar kuran mahalle halkının temsilcileri belediye ekipleri ile uzun süre pazarlık etti. Görüşmeler sonunda içinde insan yaşamayan evlerin yıkımının mahallelinin denetimi eşliğinde yapılmasına karar verildi. Polisin yıkım alanında bulunmaması

‘Bu koyda balık yetişmez’ eferihisar’a kurulacak olan S orkinos çiftliklerine karşı ilçede 25 Eylül günü bir eylem yapıldı. İzmir’in sakin kent statüsüne sahip ilçesi Seferihisar’da kurulmak istenen balık üretim çiftlikleri denizi kirlettikleri ve deniz canlılarının yaşamını tehdit ettikleri için istenmiyor. İlçenin Sığacık Koyu’na yapılması planlanan balık üretim çiftliklerine karşı ilçe halkı bir yıldır mücadele ediyor; Tarım veKöyişleri Bakanlığı’nın çiftliklere izin vermemesini istiyor. Bu taleplerle bir araya gelen Seferihisar halkı “Sakin Şehir Seferihisar Festivali” kapsamında 25 Eylül’de teknelerle denize açılarak tesisin yapılması düşünülen koyun yakınlarında, çevreciler ve sanatçılarla beraber “Denizde orkinosa hayır” dedi. İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu, çevre ilçelerin belediye başkanları, yönetmen Çağan Irmak ve Kavak Yelleri dizisinin oyuncuları da eyleme katılarak destek verdi.

Roman’ın evinin bile değeri yok

B

arınma hakkı mücadelesi veren Mehmet Akif Ersoy Mahallesi halkı kendilerini teslim aldığını iddia eden belediye başkanı Fethi Yaşar’a sesleniyor: ‘Ya saymayı bilmiyorsun ya da bizi görmüyorsun’

üzerine mutabakat sağlandı. Fakat mahalle halkı konuyu burada kapatmadı. Mahalleli, Belediye Başkanı Ahmet Duyar’ı, üyesi olduğu CHP’ye şikayet etmek üzere partinin Söğütözü’nde bulunan genel merkezine giderek Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin’le görüştü. Tekin konuyu takip edeceği

BİLE HAKKI Belediye hizmetleri verilmeyerek başlayan ve iki yıkım operasyonuyla devam eden saldırılar göz önüne alındığında mahalle halkının bundan sonrası için ne düşündüğünü sorduğumuz Şahin bize şunları söyledi: “Bundan sonra artık korku

konusunda taahhütte bulundu. Yıkımın hemen ardından 19 Eylül günü Barınma Hakkı Bürosu’nda bir toplantı yapan mahalle halkı, mücadeleden taviz vermeme kararı aldı.Yıkımlar ve direniş konusunda Yenimahalle Barınma Hakkı Bürosu’ndan Necip Şahin’le görüştük. BARINMA, KUŞLARIN

duvarını aştık. Bilinçlendik. Hukuki anlamda bir takım gelişmeler oldu, kazanımlar elde ettik. Tapusu ya da tapu tahsis belgesi olmayanlar ise belki hukuki açıdan değil ama siyasi, insani direnişleriyle barınma hakkı temelinde bir başarıya ulaşacaktır. Bu insanlar yıllardır burada oturuyor. Günümüzde barınma hakkı o kadar önemli ki, bir hayvanın bile barınma hakkı gündemdir kamuoyunda. Ağacın dalına yuva yapmış bir kuşu bile insan gelip, taciz edip yuvasını dağıtamaz. Yani bugün bir kuş için barınma hakkından söz ederken, kamuoyunun insanların evlerinin alınmasına bir tepki oluşturacağına inanıyoruz. 26 Eylül’de bir halk toplantısı yaptık. Bunun amacı da şu; Fethi Yaşar mahallelinin evlerini yıktığını, teslim olduğunu, imza attığını iddia ediyordu fakat fiili olarak yaptığımız sayımda 520 evin olduğu tespit edildi ve çok büyük bir anons etmeden, basit bir çağrıyla büromuzda 500 kişi toplandı. Bununda resimlerini çektirdik, Fethi Yaşar’a göndereceğiz. Yani biz orada şunu demek istiyoruz: ‘Fethi Yaşar bizim burada 30-40 kişi kaldığımızı söylüyorsun ama ya sen saymayı bilmiyorsun ya da buradaki kalabalığı görmezden geliyorsun.’ Mahalleli haklarını almadan hiçbir şekilde taviz vermeden mücadele etmekte kararlı. Mücadele bu noktadan sonra artık geri dönülmez bir yola girmiştir. Biz hakkımız alana kadar teslim olmayacağız.”

Yıkıma yasal dayanak elediyelere ‘süper yetki’ler

B sağlayan kanun değişikliği resmen

yürürükte. Belediye Yasası’ndaki “Kentsel Dönüşüm ve Gelişim Alanları” başlıklı kanunda yapılan ve temmuzda tamamlanan yasa değişikliği, 25 Eylül’de Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Yasa değişikliği yıkımların önündeki yasal engellemeleri ortadan kaldıracak düzenlemeler içeriyor. Yasayla beraber TOKİ ve belediyeler arasındaki yetki karmaşası tamamen ortadan kaldırıldı. Kentsel dönüşüm konusunda tüm yetkiler belediyelere verildi. Bunu sağlayan düzenlemeyle “kamulaştırmanın aceleliği” kararı büyükşehir belediye meclisi tarafından verilecek. Kentsel dönüşüm ve gelişim alanları içinde yer alan eğitim ve sağlık alanları hariç kamuya ait gayrimenkuller, harca esas değer üzerinden belediyelere devredilecek. Belediye uygun gördüğü her yeri kentsel dönüşüm bölgesi olarak ilan edip kamulaştırabilecek. Üstelik yasada yapılan bir başka değişiklikle kentsel dönüşüm mağduru yurttaşların projelere karşı mahkemelere bireysel olarak başvuruda bulunması da engellendi. Bu engelleme yasaya koyulan bir madde ile kentsel dönüşüm projelerine verilen yürütmeyi durdurma kararları da geçersiz hale getiriliyor.

Rakamlar sorumluyu gösteriyor Anadil hakkı için boykotu için çağrı yapanları çocuk istismarcılığıyla suçlayan hükümet, eğitimdeki yıkımın sorumlusu olduğunu unutturamıyor eni eğitim - öğretim yılı büyük

Y sıkıntılarla başladı. Ders başı

yapan 15 milyonu aşkın öğrenci, 700 binden fazla öğretmen, daha ilk dersten itibaren çökme sinyalleri veren eğitim sisteminin sorunlarıyla yüz yüze kaldı. Öğrenci ve veliler tadilatı bitmediği için hizmete hazır olmayan okul binaları, birleştirilmiş sınıflar ya da taşınmış okullarla karşılaştı. Ülkede 120 binden fazla olan öğretmen açığına KPSS eğitim bilimleri sınavının iptaliyle beraber yapılamayan yeni atamaların yarattığı eksik de eklendi. Eğitim sistemi çökertilirken bu tablonun sorumlusu hükümetin ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın gündeminde daha ‘siyasi’ konular vardı. Anadilde eğitim talebiyle TZP Kurdi’nin çağrıcılığında gerçekleşen bir haftalık okul boykotu Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu tarafından yapılan yazılı açıklamayla eleştirildi. Çubukçu “Çocuklarımızın geleceğini siyasi ikballeri uğruna kullanmaktan çekinmeyenleri ve bu talihsiz açıklamayı Milli Eğitim Bakanlığı olarak şiddetle kınıyoruz. Bilinmelidir ki; eğitim

anayasal bir haktır ve Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne göre de velayet hakkının kötüye kullanılması bir çocuk istismarıdır” dedi. Çubukçu’nun bu açıklamasından sonra Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası bir açıklama yaptı. Eğitim Sen’in açıklamada ortaya koyduğu manzara, kültürel haklar konusunda duyarsız davranan ve ilk fırsatta düşmanlaştırdığı bir siyasi hareketi çocuk istismarıyla suçlayan hükümetin çocukların maruz kaldığı hak ihlallerinde çok da masum olmadığını ortaya koydu. SAYILAR ORTADA Eğitim Sen’in ‘Piyasacı, çağdışı, ayrımcı politikalarla çocuklarımız yıllardır istismar ediliyor’ başlıklı açıklamasında, Başbakan, Milli Eğitim Bakanı ve hükümet yetkililerinin ‘çocuk istismarı’ konusundaki son açıklamalarına atıfta bulunularak “Bu açıklamalar vahim bir gerçeği de beraberinde taşımaktadır. Çünkü birçok çocuğumuz yaşamlarını çevreleyen ekonomik sorunlar, ulaşılabilir yerde okulların olmaması,

çocuk işçiliği gibi hükümetlerin çözüm üretmesi gereken sorunlar yüzünden okullarından ayrı bırakılmaktadır” denildi. Açıklamada MEB tarafından yayımlanan istatistiklere bakarak dahi yaşanan çocuk istismarının boyutlarının anlaşılabileceği belirtiliyor. Bakanlığa ait şu veriler hatırlatılıyor: - 2009-2010’da okula kayıt yaptırılmayan çocuk sayısı 139 bin 691’dir. - 1999-2005 yıllarında 436 bin 614 çocuk İlköğretimi tamamlamadan okulu bırakmıştır. - Milli Eğitim Bakanı Çubukçu’nun açıklamalarına göre 2008-2009 döneminde 92 bin 476 kız çocuğu okula kayıt yaptıramamıştır. - 2009 yılında kız çocuklarının % 64’ü 9. sınıfta okulu bırakmıştır. - 2009 yılında okulun açık olduğu her gün 2 bin öğrenci okulu bırakmıştır. - 15 - 19 yaş arası çocukların %50’si okula gitmemektedir. - Doğu Marmara’da 14-17 yaş arası çocukların % 78’i Güneydoğu Anadolu’da ise sadece % 44’ü liseye kayıtlıdır. İşte eğitimde yıkım tablosu.

‘Size referanduma kadar sabrettik’

ürkiye’de ayrımcılığa maruz

T kalan kesimlerin başında

gelen Romanlar temel kamusal hizmetlerden yararlanma konusunda toplumun diğer kesimleriyle eşit haklara sahip değiller. Bu eşitsizlik o kadar yaygın bir sorun ki hak gasplarında bile Romanların peşini bırakmıyor. Bu durumun son örneği kentsel dönüşüm projesi bahanesiyle evlerinden olan Sulukuleli Romanlara Belediye tarafından yapılan oyunda görüldü. Geçen yıl Roman vatandaşların Sulukule’deki arsaları ‘kentsel yenilenme projesi’ bahanesiyle İstanbul Fatih Belediyesi tarafından metrekare fiyatı 500-800 lira arasında değişen bedellerle kamulaştırılmıştı. Bir emlak sitesinde 17 Eylül 2010 tarihinde “Fatih Sulukule’de satılık arsa” başlığıyla yayımlanan ilanda yine Sulukule’de, Hazine’ye ait bir arazinin Romanlara verilenden tam 5 katı fiyata açık artırmaya çıkartıldığı ortaya çıktı.

ylül ayının ikinci yarısı HES’lere karşı

E mücadele edenler açısından oldukça

hareketli geçti. Referandumun hemen ardından bölgede hem halk toplantıları ve eylemler hem de halka yönelik saldırılar hızlandı. Kastamonu’da Loç Vadisi’nde Ümran Boru-Orya Enerji ortaklığındaki HES şantiyesinde çalışan inşaat mühendisinin “Size referanduma kadar sabrediyoruz” sözleri referandumdan sonra vücut buldu. Vadide yapılmak istenen HES’e karşı yürütmeyi durdurma kararı ve DSİ’nin “dere yatağına girilmeyecek” şartına rağmen şirket referandumun ertesi günü kepçelerle dere yatağına girdi ve inşaat çalışmalarına başladı. Köylülerin şikayetiyle projenin yürütücüsü Ümran Boru’nun iştiraki olan Orya Enerji’nin çalışmaları durdurulmuştu. Şirket yasal olmadığı halde çalışmalarına devam edince vadide nöbet tutan köylülerin müdahalesiyle karşılaştı. 16 Eylül’de gerçekleşen olayda jandarma, firmanın vadiye girişini engelleyen Loç köylülerinden Halime Çakmak ve

Zafer Keçin’i gözaltına aldı. Bu saldırıdan birkaç gün sonra da Loç Vadisi’ne destek için gelen Karşı Bisiklet grubundan bir kişiyi ve 70 yaşını aşmış köylüleri firmanın özel güvenlikçileri saldırarak darp ettiler. Loç Vadisi’nde jandarma köy muhtarı Mehmet Kara’yı çağırarak, HES karşıtlarıyla görüşmemesi için tehdit etti. Jandarmanın tehdidi sonrası köyün telefon ve elektriği de kesildi. Aynı günlerde Loç Vadisi için uzun süredir beklenen bilirkişi raporu açıklandı. Rapor HES’lerin çevreye zarar vereceği yönünde görüş bildirdi. KARADENİZ’DE BİR UÇTAN BİR UCA MÜCADELE ÇED raporları vesilesiyle olumlu bir haber de Karadeniz’in doğusundan geldi. Rize İdare Mahkemesi, Rize ve Artvin’de yapımı planlanan farklı HES projelerini farklı nitelikteki ÇED raporlarını dayanak yaparak iptal etti. Mehkeme, Rize’nin Çayeli ilçesi Senoz Vadisi üzerinde yapımı planlanan Kayalar HES projesi için “ÇED gerekli

değildir” kararı ile Fındıklı ilçesi Çağlayan Vadisi üzerinde yapımı planlanan, kurulu gücü 40 megavat olan Paşalar HES ve Artvin’in Şavşat ilçesi Papart Vadisi’nde yapımı planlanan Cüneyt 1-23-4 HES projelerindeki “ÇED olumlu” kararları için iptal kararı verdi. 34,8 megavat gücündeki Kayalar HES, Sanko’nun taşeronu İyon Elektrik Üretim A.Ş tarafından yapılıyordu. 40 megavat gücündeki Paşalar HES, Kayseri Elektrik Dağıtım A.Ş’nin de sahibi olan Ayen Enerji, Akenerji ve Ser Enerji’nin ortaklığı tarafından yapılıyordu. Cüneyt 1-2-3-4 HES projesi de Ebara Elektrik Üretim A.Ş tarafından yapılıyordu. Orta Karadeniz’de de idare mahkemeleri ÇED raporları konusunda ısrarcı davranarak HES projeleri aleyhine kararlar verdi. Ordu İdare Mahkemesi, Giresun’un Keşap ilçesindeki Büyükdere Çayı üzerine kurulması planlanan HES için verilen “ÇED gerekli değildir” kararının yürütmesini durdurdu. Mahkeme “giderilmesi güç zararlar doğabileceği” gerekçesiyle yürütmeyi durdurma kararı aldı.


7

İNSANCA YAŞAM 1 Ekim 2010 / 14 Ekim 2010

Halk›n Sesi

GSS’de erteleme devrede ağlık hakkı mücadelesinin son beş yılına damgasını vuran ve sağlıkta piyasacı dönüşümün temel ayaklarından birisi olan genel sağlık sigortasında belirsizlik sona ermiyor. 2008 Ekimi’nde TBMM’de yasalaşan GSS iki yıllık ertelemenin ardından 1 Ekim’de yürürlüğe girecekti. Yasadaki eksikler tamamlanmayınca yasanın ertelenmesi gündeme geldi. Erteleme için TBMM’nin açılması bekleniyor. 2008 yılında alınan karar gereği GSS 1 Ekim 2010 itibariyle uygulanmaya başlanacaktı. Fakat Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanı Emin Zararsız 28 Eylül günü yaptığı açıklamayla hiç bir sosyal güvencesi olmayan vatandaşların Zorunlu Genel Sağlık Sigortası’na dahil edilmesinin 1 Ocak 2012’ye erteleneceğini belirtti.

S

BU UNUTKANLIKLA SOSYAL GÜVENLİK YİNE İYİ GİDİYORMUŞ Zararsız’ın açıklamaları SGK’nın yasanın uygulanmasına ilişkin bazı unutkanlıklar yaptığını gösteriyor. Zararsız, açıklamasında GSS kapsamına alınacak bütün nüfusun gelir testlerinin yapılması ve kiminin primlerinin kişilere ödeneceğine dair yapılan çalışmalar için haziran ayında yasal düzenleme yapıldığını yasanın uygulanmasının da bu düzenlemeyle 1 Ocak 2012’ye ertelenmesine karar verdiklerini

Genel Sağlık Sigortası yasaya göre 1 Ekim 2010’da yürürlüğe girecekti. Fakat yasanın yaratacağı yıkım hükümetin gözünü korkutunca GSS 2012’ye ertelendi

aktardı. Zararsız’ın verdiği bilgiye göre bu düzenleme esnasında ertelenmesi gereken bir maddenin erteleme kapsamında alınması unutulduğu için genel sağlık sigortasının yürürlüğe girmesine dair düzenleme 1 Ekim itibariyle uygulamaya girmiş olacak. Bu unutkanlık yüzünden şimdi yeşil kartlı olmayan kişilerin de sigorta kapsamına

alınması gibi bir ikili durum meydana gelecek. SGK sorunu çözmek için TBMM’nin açılmasını bekliyor. Bu durum GSS’nin 2012’ye erteleneceği anlamına geliyor. AĞIRDAN ALMANIN BİR NEDENİ VAR Türkiye’de Sosyal Güvenlik Kurumu’na bağlı çalışanlarla

onların bakmakla yükümlü olduğu 59 milyon kişiyi kapsayan yeni sağlık hizmeti sistemi; sosyal güvencesi olmayanları, işsizleri, 18 yaşını geçen işsiz ve okumayan gençleri ve aylık sigortası 30 günden az yatanları kapsamıyor. Yasaya göre kapsam dışında kalanlar aylık gelirleri 253 TL’den fazlaysa prim ödeyerek sağlık sis-

temine dâhil olabilecek. Erteleme işte bu kapsam dışında kalan milyonlarca kişinin tespit edilebilmesi için yapıldı. Erteleme tartışmaları üzerine İstanbul Tabip Odası Genel Sekreteri Ali Çerkezoğlu ile görüştük. Çerkezoğlu ertelemeyle ilgili sorularımızı yanıtlamadan önce Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer’in yasanın uygulanmasının 2012’ye erteleneceği yönündeki açıklamalarını hatırlattı. Çerkezoğlu, seçim kulvarına girilen ülkede GSS’nin uygulanmaya başlaması ile beraber ortaya çıkacak yıkım tablosunun hükümetin yasayı uygulamaya sokma konusunda işi ağırdan almasına neden olduğunu ifade etti. Dr. Çerkezoğlu uygulamanın ertelenmesine sebep olan yeşil kart meselesinin önemine dikkat çekerek, “Bilindiği gibi aylık geliri asgari ücretin üçte birinden fazla olan herkes prim ödeyerek GSS’den yararlanabiliyor. Prim ödeyerek dahil olunan bu sistemde bilinmesi gereken en önemli ayrıntı GSS yürürlüğe girdiğinde "yeşil kart"ın ortadan kalkması” dedi. Hükümetin popülizme devam edebilmek ve yoğun siyasi gündemler içerisinde halkı hoşnutsuz kılarak kendini zora sokacak bu yıkımı ötelemesi şaşırtıcı bir gelişme olmayabilir. Gözden çıkarılmaması gereken GSS’nin ortadan kalkmadığı değil sadece ertelenmiş olduğu.

GSS kimin için ne getiriyor? I SGK’ya tabi çal›flanlar, emekliler veya bunlar›n bakmakla yükümlü oldu¤u kifliler GSS kapsam›nda olacak. ‹flsiz ve çal›flmayan, emekli olmayan ve 18 yafl›ndan büyük bütün yurttafllar GSS’li say›lacak. Her ay SGK’ya prim ödemekle mükellef olacaklar. SGK taraf›ndan yap›lacak tespit sonucunda; aile içinde kifli bafl›na düflen ayl›k geliri, brüt asgari ücretin 3'te 1'inden (253.50 TL) az olanlar›n primlerini devlet ödeyecek.

düflen ayl›k geliri; brüt asgari ücretin 3'te 1'i (253.50 TL) ile brüt asgari ücret (760.50 TL) aras›nda olanlar ayl›k 30.42 TL GSS primi ödeyecek. Kifli bafl›na düflen geliri; brüt asgari ücret (760.50) ile brüt asgari ücretin 2 kat› (1521 TL) aras›nda olanlar ayl›k 91.26 TL prim ödeyecek. Kifli bafl›na düflen geliri; brüt asgari ücretin 2 kat›ndan fazla (1521 TL'den fazla) oldu¤u belirlenenler ayl›k 182.52 TL prim ödeyecek.

I GSS yürürlü¤e girdikten sonra 18 yafl›n› dolduran, okuyorsa 25 yafl›n› bitiren evlenmemifl k›z çocuklar› ailelerinin sosyal güvencesinden yararlanamayacak.

I Çal›flmad›¤› için sigortal› olmayan veya ailesinde sigortal› bulunmayan herkes flu kriterlere göre prim ödeyecek: Kifli bafl›na

I ‹flten ayr›lan sigortal›lar prim borcu olup olmad›¤›na bak›lmaks›z›n sa¤l›k hizmetlerinden 90 gün yararlanabilecek.

*Yukar›daki bilgiler sosyal güvenlik uzman› Ali Tezel ve Türk Tabipleri Birli¤i’nin verdi¤i bilgilerden yararlan›larak haz›rlanm›flt›r.

KP hükümetinin referandum sürecinden sonra IMF ve Dünya Bankası’na verdiği sözler doğrultusunda neoliberal saldırı politikalarına devam edeceği gün gibi aşikâr. Saldırıların yoğunlaşacağı alanların başında eğitim geliyor. Bu alanda eğitimin bir hak olarak kullanımını ortadan kaldırarak parası olanın okuduğu süreç işlemeye devam edecek. AKP bu alanda çalışan eğitim emekçilerine ise iş güvencesinden yoksun, tamamıyla kuralsız biçimde kölece çalıştırıldığı bir istihdam biçimini dayatmayı planlamaktadır. AKP hükümetinin eğitim alanında uygulayacağı bu yıkım politikalarının önemli belgesi ise 2010 genel bütçesi için TBMM plan bütçe komisyonuna Kasım 2009’da sunduğu Millî Eğitim Bakanlığı 2010 - 2014 Stratejik Planlama Raporu’dur.

Ya€ satar A bal satar AKP e€itimi satar

Konuk Yazar İLHAN YİĞİT EĞİTİM EMEKÇİSİ

OKUL AİLE BİRLİĞİ TRUVA ATI Bu raporun uygulanmasında ‘güçlü yönler’ olarak belirtilenlerin arasında öne çıkanlar şunlardır: a) Okul aile birliğinin olması. b) Öğretmen atamalarının norm kadroya uygun olması. c) Öğretmen kariyer basamaklarının uygulanıyor olması. Güçlü yön olarak sıralanan okul aile birliğinin kuruluş yönetmeliği bu kurumun okulun finansmanını karşılamak da öğrencilerden para toplamak da dahil olmak üzere her türlü parasal işin içinde olmasını öngörüyor. Bunun dışında okul aile birliği okulun yönetimi, eğitim–öğretimin diğer sorunlarına hiç karıştırılmamaktadır. Yani okul aile birlikleri eğitimin paralılaştırılmasında önemli araçlardan biri olarak kullanılmaktadır. Yine öğretmenlerin norm kadroya göre atamalarının yapılması fiili sürgün anlamına

I Sevk zinciri zorunlu oldu. ‹fl kazas› meslek hastal›¤›, afet, savafl hali ve acil haller d›fl›nda sevk zincirine uyulmamas› durumunda SGK sa¤l›k hizmeti bedelinin tamam›n› de¤il %50’sini ödeyecek.

gelebiliyor. Öğretmen, kadrosunun bulunduğu okulda idareyle ters düşmüşse, sonraki yıllarda kendisine ders açılmayıp okulunda fazlalık haline getirilerek başka okullarda görevlendirme adı altında sürgün olarak çalıştırıldığı bir ortam oluşturulmuştur. EĞİTİMDE ZAYIF YAN: ÖĞRETMEN MAAŞLARI Bu raporun uygulanmasında ise ‘zayıf yönler’ arasında ifade edilenlere baktığımızda; a) Norm kadronun tam olarak uygulanmaması. b) Performansa dayalı izleme, değerlendirme ve ücretlendirmemenin olmaması. c) MEB bütçesinin büyük bir kısmının personel olarak kullanılmasına bağlı olarak, yatırımlara düşen payın yetersiz olması. Bu planın uygulanmasında zayıf yön ya da engel olarak tarif edilenlere baktığımızda önümüzdeki dönemde eğitim emekçilerini nelerin beklediğini açıkça görebiliriz. Norm kadronun şimdiki uygulamalarından memnun olmayanlar öğretmenin elinde çantası, günlük hatta saatlik olarak okul okul dolaştığı bir çalışma ortamını istemektedirler. Yine MEB bütçesinin büyük bir bölümünün personele ödenmesinin dezavantaj olarak gösterilmesi ise ileride eğitim emekçilerini daha da yoksullaştıran bir ücret politikasının uygulanacağının açık bir işaretidir. Bu raporda ‘fırsatlar’ olarak sunulanlara bakıldığında; a)MEB’in geniş bir paydaş kitlesine sahip olması. b)Dünya Bankası ve AB fonlarından yararlanılması. c)Stratejik planlamanın (Toplam Kalite Yönetimi - TKY) yasal dayanaklarına kavuşturulması

(5018 sayılı kanunun 9.maddesi). d)Eğitim hizmetleri için yerel yönetim kaynaklarının olması. (Yerel yönetimler yasasının uygulanmasına bağlı olarak) Burada fırsatlar kısmına baktığımızda MEB’e bağlı okulların bir işletme olarak planlanması karşımıza çıkmaktadır. Paydaş kavramı bu işin anahtar kavramıdır. Paydaş kavramında bahsedilen daha ziyade müşteri olan öğrenci ve velisidir. Burada paydaş kavramı daha ziyade pay sahibi, hisse sahibi gibi anlamdan çok bir dış müşteri olan öğrenci velisidir. Dolayısıyla okullarda şimdiye kadar var olan veli/okul, öğretmen/ öğrenci ilişkisinin yerini müşteri/şirket, müşteri/hizmet veren ilişkisi; sihirli kavram olarak da müşteri memnuniyeti ve müşterinin sürekliliği almaktadır. Ayrıca Dünya Bankası ve AB fonlarından yararlanılması bir fırsat olarak sunulmuştur. Bu fonların hangi taahhütlerle alınıp nasıl kullanıldığını Mısır’daki sağır sultan bile bilmektedir. Bu fonlar eğitimdeki neoliberal yapısal dönüşümlerin tamamlanması ve eğitimin özel sektöre devredilerek ticarileştirilmesi karşılığında verilmektedir. Bunun dışında Toplam Kalite Yönetimi adıyla da bilinen stratejik planlama tüm kamusal alanların paralı hale getirilerek, devletin bir şirket gibi yönetilmesinin yasal dayanağı olduğu açıkça belirtilmiştir. Yerel yönetimler yasasının uygulamasına bağlı olarak eğitimin yerel yönetimler aracılığı ile kaynak elde edilmesi ise kamusal alanın yerel yönetimler aracılığı ile sermayeye sunulmasının bir aracı olarak öngörülmektedir. DERSHANELER ÖZEL OKUL OLUYOR Bu planlamanın önemli hedeflerinden biri özel dershanelerin özel

okula dönüştürülmesidir. Bu dershanelerin % 70’nin 2014 yılına kadar özel okula dönüştürülmesi hedeflenmektedir. Eğer bu dershanelerin kendilerine ait bağımsız binaları yoksa bunların özel okula dönüştürülmesi için devlet arsa tahsisi, vergi muafiyeti, uzun vadeye yayılmış düşük faizli kredi gibi çeşitli teşvikler sağlayacaktır. Hükümetin “Dershaneleri ortadan kaldıracağız” söyleminin ardındaki asıl niyeti bu stratejik planlamada görmekteyiz. Plan gayet açıktır. Türkiye'de toplam 4 bin 83 dershane faaliyet gösteriyor. Bu dershanelerin sayısı ülke genelindeki genel ve anadolu liselerinin toplamından fazladır. Burada yapılmak istenenlere bakıldığında MEB’in okullara ödenek yokluğunu bahane ederek para göndermediği, bu yüzden okullarda hemen hemen tüm kalemlerde (yakıt, temizlik maddesi ve eleman çalıştırılması, su, elektrik, telefon vs.) veliden para toplandığı ve bu durumun kanıksatıldığı görülmektedir. Okullara kaynak kıtlığı bahanesinin ardına sığınarak bilinçli olarak ödenek ayırmayan bu bakanlık, özel okulların açılması, eğitimin özele devredilmesi söz konusu olduğunda ne hikmetse kaynak yokluğu çekmemektedir. Bu stratejik planlamada da görüldüğü gibi özel dershanelerin özel okula dönüştürülmesi için her türlü teşvik (arsa tahsisi, vergi muafiyeti ve düşük faizli-uzun vadeli kredi) eğitimin özelleştirilmesinin bir başka boyutu olarak karşımıza çıkmaktadır. Rapordan anlaşıldığı üzere, AKP önümüzdeki dönemde eğitim alanını neoliberal politikalarla tarumar etmeyi planlamaktadır. Bu bağlamda parasız eğitim talebinin politik bir talep olduğu gerçeği bütün çıplaklığı ile karşımızda. Artık kral çıplaktır.

Yıkımcıların hedefi Tonyalılardı arıyerli gençlerin uyuşturucuya ve

S kültürel yozlaşmaya karşı inşa ettikleri

İstanbul Tonyalılar Derneği, Boğaziçi İmar Müdürlüğü’ne bağlı yıkım ekipleri tarafından yıkıldı. 10 aydır dernek olarak kullandıkları binanın yıkılmasına tepki gösteren halk, 26 Eylül günü bir eylem düzenledi. Eylem günü dernek binası önünde bir araya gelen Kocataş Mahallesi halkından Raci Yeşilbaş, 1976’dan beri boş duran binanın kendilerine çok görüldüğünü belirtti. Bina boşken içerisinde uyuşturucu kullanılıp içki içildiğini belirten Yeşilbaş, bunca zamandır yıkılmayan binanın mahalle halkının ortak kullanım alanı haline geldikten sonra yıkılmasının manidar olduğunu söyledi. YIKIM BİNAYA DEĞİL FAALİYETE Eylemde basın açıklamasını binanın tadilatında gönüllü olarak görev alan gençlerden Tolunay Günaydın okudu. Bina sahibinden izin aldıktan sonra elele vererek derneği inşa ettiklerini söyleyen Günaydın, binanın “kültür merkezi haline gelmesinin ardından” yıkılmasına anlam veremediklerini ifade etti. “Bu yıkım binaya değil faaliyetlerine yönelik bir saldırıdır” diyen Günaydın, derneklerini yeniden kurmak için mücadele vereceklerini söyledi. Dernek yönetiminden Emine Şeker, yıllarca mahalle halkını rahatsız eden boş binanın içini kültür sanat ile doldurduklarını belirterek, derneğin kadınların güvenle biraraya gelebildikleri bir mekan olduğunu söyledi. ‘O VİLLA KAÇ PARA VERDİ’ Mahalle halkı, Kocataş’ın eteklerinde bulunan villaya tadilat izni verilmesine rağmen kendi derneklerine bir türlü izin alamadıklarını belirtiyor. Villa konusunu Boğaziçi İmar Müdürlüğü yetkililerine de açan mahalle halkının aldığı cevap ise şaşırtıcı; “O villanın kaç para ödediğinden haberiniz var mı?” Mahalle halkı, dernekleri için uzun sürse de mücadele edeceklerini belirtirken, Sarıyer Halkevi de bu mücadelede mahalle halkının yanında yer alıyor. Sendika.Org haberidir

GDO’ya karşı etiketli koruma

enetiği değiştirilmiş organizma (GDO) içeren

G ürünlerle ilgili yönetmeliğin 27 Eylül günü

yürürlüğe girmesiyle GDO’lu ürünler raflarda yerini aldı. Yönetmeliğe göre GDO’lu ürünlerin bebek maması olarak kullanılması ve ekimi yasak. Türkiye’ye yurtdışından gelecek ürünleri, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı bünyesinde oluşturulan bir bilim kurulu denetleyecek. Fakat denetimin ne denli etkili olacağı muğlak. Çünkü bakanlık halk sağlığını etiketlerle koruyacak. GDO, insan sağlığına etkileri sebebiyle birçok ülkede kullanılmıyor; GDO’nun kullanıldığı Avrupa ülkeleri bu ürünleri terk etmeye başlıyor. Yönetmelik bebek mamasında GDO’lu ürün kullanılmamasını öngörüyor. Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın belirlediği yönetmelik gereği raflarda yerini alan GDO’lu ürünlerin üzerine etiketlerle GDO’lu olduğu yazacak! GDO’suz ürünlere de GDO’suz olduğunu belli eden etiketler yazılacak.


8

EMEK 1 Ekim 2010 / 14 Ekim 2010

Halk›n Sesi

‘Ulusalc›’ ak›l tutulmas› on dönem sol-sosyal demokrat çevreleri saran “ulusalcılık hastalığı” düne kadar politik olaylara olabildiğince sınıfsal bakmaya çalışan çevreleri tam anlamıyla akıl tutulmasına uğratmış görünüyor. CNN Türk kanalında Tophane’de yaşanan saldırıyı konuşmak için bir araya getirilen kişilerden biri olan Bedri Baykam, bu olayın Sivas’ın devamı olduğunu söyleyince, karşısında oturan türbanlı kadın gazeteci bu olayın Sivas olayına benzetilmemesi gerektiğini, Sivas’ın daha kapsamlı bir planın parçası olarak derin devlet tarafından tezgahlandığını söylemek zorunda kaldı. Bunun karşısında Bedri Baykam ne dese beğenirsiniz: “Ne yani oraya binlerce insanı ordu mu getirdi” vb. şeklinde saçmalamaya devam etti. AKP’ye olan düşmanlığın gözleri kör edecek kadar bir saplantıya dönüşmesi “ne olursa olsun orduya laf söyletmem” inadına dönüşmüş ve bizi daha düne kadar birlikte yan yana oturduğumuz pek çok demokrat-çağdaş insanla artık herhangi bir konuyu konuşamaz hale getirmiştir. Oysa Sivas olayı olduğunda bunun derin devlet tarafından organize edilen ve tıpkı Tufan Maraş’ta, Çorum’da olduğu Sertlek gibi dinsel söylemlerle gericimuhafazakar kitlelerin Dev Sağlık-İş kullanıldığı bir provokasyon Genel Sekreteri olduğunu o kadar çok konuşmuştuk ki… Kuşkusuz Sivas katliamı gericiliğin ne kadar insanlık dışı bir saldırganlığa dönüşebileceğinin çok somut bir göstergesiydi. Ancak yine çok iyi biliyoruz ki eğer bu katliam devlet tarafından organize edilmeseydi, orada toplanan kitlenin dağıtılması güvenlik kuvvetleri için çocuk oyunu olurdu. Ancak “ulusalcı akıl tutulması” ne Sivas katliamını ne Eşref Bitlis’in öldürülmesini ne de derin devletin organize ettiği başka bir cinayeti asla görmek istemiyor. Zira AKP’nin ele geçirmeye çalıştığı geleneksel devlet mekanizmasının her bir santimetrekaresine sahip çıkmayı “ulusalcılık” olarak görüyorlar. Ve üstelik ordu yönetiminin bu kadar teslim olduğu, bu kadar çaresizleştiği ve “güvenilmezliği”nin ayyuka çıktığı bir dönemde… Kemal Kılıçdaroğlu ile birlikte sosyal demokrat siyasetteki emek eksenli yönelimin sosyal demokrat kitledeki bu “ulusalcı” sapmayı tedavi edip edemeyeceğini göreceğiz. Habur Sınır Kapısı’ndan gelen Barış Grubu’nun Kürtler tarafından gösterilerle karşılanması sonrasında MHP’lilerden bile daha keskin bir milliyetçi tepki gösteren sosyal demokratların içine düştükleri bu milliyetçi cendereden nasıl çıkacakları sorunu sosyalist solun da fazlasıyla önem vermesi gereken bir konudur. Zira başta da söylediğimiz gibi çevremizde eskiden pek çok konuda fikir birliği sağladığımız demokrat-laik insanlarla artık iki kelimeden sonra bir şey konuşamaz hale gelmiş durumdayız. Bütün kötülüklerin AKP ile başlayıp AKP ile bittiği tekerlemesini söylemekten, duymaktan büyük bir haz aldıkları gibi başka hiçbir siyasi aktörün de bu kötülüklerde payı olabileceğini duymak bile istemiyorlar. Sosyal demokrat kitlenin “Ulusalcı” söylemlerden biraz daha sınıfsal söylemlere yönelmesi beklenen bir dönemde, bu kitleyle ortak hareket alanları oluşturmanın önemini görmek gerekiyor. Zira önümüzdeki dönemde bir taraftan AKP’nin giderek gerici-liberal saldırı dozunu arttırması beklenirken diğer taraftan da işçi ve emekçi kitlelerde, kırsal nüfusta yaşanan kayıpların şu veya bu şekilde sosyal bir tepkiye dönüşmesi muhtemeldir. Böylesi bir dönemde hem AKP’nin saldırganlığına direnmek hem de neo liberalizme karşı bir muhalefet örgütleyebilmeyi aynı zamanda solun birlikte büyüyebileceği bir zemin olarak örmeyi başarabilmek gerekiyor. Bunun sağlanması için “ulusalcı” akıl tutulmasının çözülmesi kadar sosyalist solun da sosyal demokratlara karşı oluşturdukları ezberlerinden kurtulması gerektiğini görmek çok önemli olsa gerek…

S

Madenlerde ölüm kol geziyor aden ocakları can almaya devam ediyor. 21

M Eylül’de Balıkesir Kepsut’taki Enerji

Madencilik’e ait kömür madeninde göçük sonucu Yılmaz Çınar (25) ve Ramazan Aydoğdu (25) olay yerinde hayatlarını kaybetti, bir işçi de yaralandı. Zonguldak'ta, Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) Karadon Müessese Müdürlüğü Gelik İşletmesi'ne bağlı ocakta 28 Eylül günü 5 dakika arayla meydana gelen iki göçük sonucu işçilerden Cevat Karagöz hayatını kaybederken Erhan Gegekçik yaralandı. Kazadan bir gün sonra yine Gelik’te özel bir madende Hüseyin Yavuz (29) ve Ramazan Dönmez (35) tavan çökmesi sonucu kömür yığınının altında kaldı. Hüseyin Yavuz hayatını kaybederken Ramazan Dönmez kurtarıldı.

Halk›n Sesi Sahibi ve Sorumlu Yaz› ‹flleri Müdürü Ali Ergin Demirhan Telefon / Faks 0212 245 90 37 Adres Tomtom Mahallesi Örtmealt› Sokak No: 6/3 BEYO⁄LU/‹STANBUL Bas›ld›¤› Yer Taflbask› Matbaac›l›k Yay. ve Amb. San. Tic. Ltd. fiti. Bask› Tesisleri Kocaeli /‹ZM‹T (0262 335 45 29) editor.halkinsesi@gmail.com 15 günlük Yayg›n, Süreli, Türkçe yay›nd›r.

Suçu, sözleşmeli olmak E

lif Aybac’ın işe iade mücadelesi sürüyor. Beyninde tümör olan ve uzun süre tedavi görmesi gereken Elif öğretmene devlet gereken süreyi tanımadı. Nisan ayında geçirdiği rahatsızlıktan dolayı tedavi için rapor alan Elif öğretmen, rapor süresi 30 günü geçtiği için işten atıldı. Çünkü Elif öğretmen 657 Sayılı Devlet Memurluğu Kanunu’nunda yer alan 4/B maddesine göre çalışıyordu. 657 Sayılı kanun, kadrolu devlet memurlarına 6 aya kadar izin süresi tanırken sözleşmeli öğretmenler için bu süre 30 gün. İstanbul’un Sultangazi ilçesinde bulunan Melahat Öztoprak İlköğretim Okulu’nda üç yıldır çalışan ve nisan ayında işten çıkarılan Elif öğretmenin yaşadıkları, sözleşmeli çalıştırmanın, eğitimin ve sağlığın piyasalaştırılmasının yarattığı yıkımı gözler önüne seriyor. 2010 başında yüz felci geçirmesiyle başlayan rahatsızlığı sebebiyle hastane hastane dolaşan Elif öğretmene ilk olarak orta kulak iltihabı teşhisi kondu. Rahatsızlığı geçmeyince migrenden şüphelenildi. Teşhislerin ardından MR’ı çekilen Elif öğretmenin beyninde tümör olduğu saptandıktan sonra tedaviye geçildi. Tedavinin ardından okuluna geri dönen Elif öğretmen işten çıkarıldığını öğrendi. Çıkarılma gerekçesi olarak izin süresi olan 30 günü aşması gösterildi. Nisan ayında işsiz kalan Elif Aybac’ın bir süre sonra da sigortası son buldu. Tazminat da alamayan Elif öğretmen işsiz ve sigortasız kaldığı için günlük yaşantısını borçlanarak sürdürdü. Birkaç ay sonra Elif öğretmenin beynindeki tümörün alındığı yerde ödem tespit edildi. Sigortası da biten Elif öğretmen artık tedavisini de sürdüremez

T

edavi süresi 30 günü geçtiği için işten çıkarılan Elif öğretmenin yaşadıkları sözleşmeli çalıştırmanın sıkıntılarını gözler önüne seriyor

Sorunlar açıldı ğitim-Sen İstanbul Şube-

E leri 2010-2011 eğitim ve

hale gelmişti. Bu süreçte Elif öğretmen evlendi ve tedavisini eşinin Bağ-Kur’undan karşılamaya başladı. Yalova’da bulunan Elif Aybac bir yandan hukuki mücadelesini sürdürürken bir yandan da fizik tedavi görüyor. Okulundaki öğretmenlerin baskıdan dolayı kendisine destek olmaktan kaçındığını söyleyen Aybac, ders verdiği öğrencilerinin kendisini hemen hemen hergün ziyaret ettiğini söylüyor. ‘4/B KALDIRILMALI’ Halkın Sesi’ne konuşan Elif Aybac, yaşadığı süreci şu sözlerle anlatıyor: “3 yıl emek verdim o

okula ben, ücretsiz kurslara gittim ama sözleşmeli çalıştığım ve sağlık sorunları yaşadığım için işten atıldım.” Elif Aybac, hastalığı ile ilgili raporun, Milli Eğitim’e gönderilmeden kaymakamlığa gönderildiğini ve kaymakamın da konu hakkında bilgisi olmadığını söyledi. Elif öğretmen işten atıldıktan sonra, Eğitim-Sen aracılığıyla işe iade davası açtığını ve davanın sürdüğünü ifade etti. Aybaç son olarak kendi gibi çalıştırılan onbinlerce kamu emekçisinin bulunduğunu ve 4/b’nin kaldırılması gerektiğini

söyledi. Halkın Sesi’ne konuşan İstanbul Eğitim-Sen 4 No’lu Şube Başkanı Mehmet Sarı, Elif öğretmeninkine benzer sıkıntıyla ilgili daha önce açılan ve kazanılan davaların olduğunu belirtti. Sarı, önceden kazanılan davaların şahsi olduğu için emsal teşkil etmeyeceği cevabını aldıktan sonra Danıştay’a başvurduklarını ve dava sürecinin devam ettiğini belirtti. Sarı, Elif öğretmenin başına gelenin eğitim emekçilerinin güvencesizleştirilmesinin sonuçlarından biri olduğunu söyledi ve konunun tüm kamu çalışanlarını ilgilendirdiğini ifade etti.

öğretim yılı açılışı öncesinde, eğitim alanındaki sorunların çözülmesi talebiyle İl Milli Eğitim Müdürlüğüne yürüdü. Milli Eğitim Müdürlüğü önündeki açıklamayı İstanbul Eğitim-Sen 7 No’lu Şube Başkanı Azim Şamiloğlu yaptı. Şamiloğlu, AKP’nin uyguladığı neoliberal politikalar sonucunda eğitimin bir hak olmaktan çıktığına işaret etti. KPSS’de ortaya çıkan kopya rezaletine ve atama yapılmamasına dikkat çeken Şamiloğlu, Türkiye’de 160 bin ücretli, 70 bin sözleşmeli öğretmen olduğunu ve 300 binin üzerinde öğretmen adayının atama beklediğini ifade etti. Açıklamanın ardından bir konuşma yapan Eğitim-Sen Genel Sekreteri Mehmet Bozgeyik, anadilde eğitim talebini yinelerken zorunlu din derslerinin kaldırılması gerektiğini belirtti. Güvencesiz öğretmenlerden Erdoğan Demir ise Kartal Milli Eğitim Müdürlüğü’nün öğretmenlere okul okul dolaşıp iş aramalarını söylediğini hatırlatarak, güvencesiz öğretmenler komisyonu olarak bu uygulamalara karşı mücadele edeceklerini söyledi. Eylemde son olarak Oğuz Yüzgeç adlı bir lise öğrencisi konuşma yaptı ve liselerde demokratik ve parasız eğitim mücadelesinde öğretmenleriyle omuz omuza olduklarını belirtti.

Öğretmenler karşı karşıya Türkiye’de sözleflmeli çal›flt›r›lan 70 bin ö¤retmenin yan› s›ra, kendi alan›nda meslek sahibi olamayan üniversite mezunlar› da ücretli ö¤retmenlik yapmak zorunda kal›yor. Türkiye’de 160 bin civar›nda ücretli ö¤retmen var. Sözleflmeli ve ücretli ö¤retmenlerin varl›¤›, milli e¤itim müdürleri taraf›ndan f›rsata çevriliyor. Ö¤retmen adaylar› birbirlerine düflürülmeye çal›fl›l›yor, tehdit ediliyor. Bu durumun bir örne¤i 17 Eylül günü ‹stanbul Sancaktepe’de yafland›. Atama yerlerini ö¤renmek için Sancaktepe Milli E¤itim

Müdürlü¤ü’ne giden ö¤retmen adaylar›, listelerde e¤itim fakültesi mezunlar› yerine kamu yönetimi, iktisat, iflletme gibi bölümlerden mezun olanlar›n görevlendirildi¤ini gördü. Bunun üzerine ‹lçe Milli E¤itim Müdürü ile görüflmek isteyen ö¤retmenler, uzun süre çeflitli bahanelerle bekletildi. Israr sonucu müdür ile görüflebilen ö¤retmen adaylar›, atama kriterlerini sordu. Sancaktepe ‹lçe Milli E¤itim Müdürü ‹smail Gürp›nar ö¤retmenlerin sorusuna flu yan›t› verdi: “Sen sosyal bilgiler mezunuysan ben seni

Tekel işçisinin kulağı yargıda gözü Ankara’da ekel işçilerine ödenen işkaybı tazminatının süresi 1 Ekim itibariyle doluyor. Tek Gıda-İş yönetim kurulu ve Tekel işçileri ise 4/C ile ilgili Anayasa Mahkemesi’nin vereceği kararı bekliyor. 4/C’ye ilişkin karar bu statüde çalıştırılan 100 binin üzerinde çalışanı da ilglendiriyor. Tekel işçileri, mevcut yasalara göre olası bir 4/C iptali kararında, kararın kendilerini kapsamaması sebebiyle mağdur olmamak adına 4/C’ye geçmek zorunda kaldı. 4/C’nin iptal olması durumunda, Tekel işçileri değişik kamu kurumlarına özlük haklarıyla birlikte atanacaklar; iptal olmaması durumunda ise şimdi çalıştıkları kurumlarda çalışmaya devam edecekler. Halkın Sesi, Tek Gıda-İş Genel Sekreteri Mecit Amaç ve Türkiye’nin dört bir yanındaki Tekel işçileriyle görüştü. Amaç, AKP’li yöneticilerin Tekel işçisinin ismine bile tahammülü olmadığını belirtti ve referandum sonrasında oluşan ortam için “endişe verici” dedi. Amaç, buna rağmen 4/C’nin iptal edileceğine inandıklarını belirtti. Batman’daki Tekel işçileri, AKP’nin emeğe yönelik

nas›l s›n›f ö¤retmeni yapay›m. ‹flletme mezunu senden daha iyi s›n›f ö¤retmenli¤i yapabilir.” ‘ÖĞRETMENİN BİLMESİ GEREKMİYOR’

Gürp›nar, bilgi edinme hakk›n› kullan›p bafl vuru dilekçelerini görmek isteyen ö¤retmen adaylar›na da flu yan›t› verdi: “Siz böyle hareket ederseniz nas›l ö¤retmenlik yapacaks›n›z?” Yap›lan araflt›rman›n ard›ndan baflvuru dilekçeleri bulunamad›. Dilekçelere ulafl›lamamas› atamalar›n usülsüz flekilde yap›ld›¤› kanaati uyand›rd›.

TMMOB’de olağan hal devam ediyor TMMOB Genel Kurulu’nda bol bol kurultay yapma kararı alındı ancak önceden karar alınarak gerçekleştirilen kurultayların sonuçları kabul edilmedi

T

ürk Mimar ve Mühendis Odaları

T Birliği (TMMOB) Olağanüstü

saldırılarının önü kesilmezse tüm emekçilerin olumsuz etkileneceğini belirtiyor. İşçiler, 4/C iptal olmazsa tüm emek bileşenlerinin birlikte mücadele etmesi gerektiğini söylüyor. Tokatlı Tekel işçisi Ahmet, 4/C’lilerin büyük kısmının işlerine devam edemediğni söylüyor ve rakamlarla durumu ortaya koyuyor: “Şu ana kadar 69.800 4/C’liden 58 bini işlerine devam etmiyor.” Tüm işçiler, özlük haklarını tehlikeye atacak bir kararın çıkması durumunda Ankara

yollarının gözükeceğini düşünüyorlar. Direniş sürecinde emekliliği gelen işçiler de her hangi bir mücadele durumunda arkadaşlarının yanında olacaklarını belirtiyor. Tekel işçileri farklı yerlerde olsalar da aynı şekilde düşünüp hareket ederken polis de hazırlığını yapıyor. Tek Gıda-İş Genel Başkanı Mustafa Türkel’in anayasa mahkemesinden randevu istediği 20 Eylül’den itibaren Ankara’daki Türk-İş binası önünde polisler beklemeye başladı.

Genel Kurulu 24-25 Eylül tarihleri arasında Ankara Kocatepe Kültür Merkezi’nde gerçekleştirildi. Olağanüstü genel kurula 1.762 delegenin 724’ü katıldı. Olağanüstü genel kurul kararı, 41. Genel Kurul’da karar önergelerinin görüşülememesi sebebiyle alınmıştı. Altı Oda başkanının ‘uygun’ gördüğü ve revize ederek ‘uygun’ hale getirdiği ve olağanüstü genel kurula sunduğu kurultay kararları dışında kurultayda karar haline dönüşmüş hiçbir önerge kabul edilmedi. Karar önergeleri ağırlıklı olarak geçen dönem gerçekleştirilen Ücretli İşsiz Mühendis Mimar Şehir Plancıları (MMŞP) Kurultayı ve Kadın MMŞP Kurultayı’nda alınan kararlardan oluşmuştu. İki kurultayda da alınan kararların ana eksenini güvencesizliğe ve cinsiyetçiliğe karşı mücadele çizgisi oluşturmuştu. Güvencesiz çalışan MMŞP’lerin ve kurultaylarında aldıkları kararlar oy çokluğuyla reddedildi. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın iş sağlığı ve güvenliği olarak kullandığı kavramın TMMOB metinlerinde ‘işçi sağlığı ve iş

güvenliği’ olarak değiştirilmesi konusunda yapılan öneri, delegelere söz hakkı verilmeden yapılan oylama sonucunda gündemden çıkarıldı. Gündemden çıkarma önerisi eski Makine Mühendisleri Odası (MMO) Yönetim Kurulu Başkanı Emin Koramaz’dan, “Zaten geçen sene bu öneri kabul edilip karar haline gelmişti” gerekçesiyle geldi. MMO, geçen sene alınan kararın ardından “İş Sağlığı ve Güvenliği Kongresi” düzenlemişti. Olağanüstü genel kurulda TMMOB’nin su hakkı mücadelesi içinde yer alması önemli bir adım oldu. ‘Barajlara ilişkin ÇED mevzuatına uygunluğu değerlendirecek mekanizmalarda gözlemci bulundurmak için çalışmalar yapma’ önerisi oy birliği ile kabul edilirken, HES’lere karşı bölge halkıyla birlikte çalışma grupları oluşturulması da oybirliği ile kabul edildi. Oybirliği ile kabul edilen bir diğer karar da engelli mühendislerin sorunlarının ve çözüm yollarının tartışılacağı bir kurultay örgütleme kararı oldu. Nükleer santral yapımına karşı mücadeleye “devam” denirken, bu başlıkla bir kurultay düzenlenmesi kararı alındı.


9

EMEK 1 Ekim 2010 / 14 Ekim 2010

Halk›n Sesi

Et gelecek tarım bitecek arım ve Köyişleri Bakanlığı 18 Eylül günü bir açıklama yayımlayarak yıl sonuna kadar et ithalatına izin verdi. Hükümet, 4 Mayıs 2010’da ‘bir sefercik hayvan ithalatı yapıp et fiyatlarını ucuzlatacağız’ diyerek son 4 ayda Et ve Balık Kurumu aracılığı ile 7 ihale yaptı. Bugüne kadar 38 bin baş kasaplık canlı sığır ülkeye girdi, daha fazlası da girmeye devam edecek. Hükümet, hayvan ve et ithali icraatlarına “et fiyatlarını ucuzlatma” gerekçesiyle nisan ayında Et ve Balık Kurumu’na hayvan ithalatı yetkisi vererek başladı. Hükümet, üreticilerden yükselen tepkileri ‘Bir sefere mahsus’ hayvan ithalatı yapılacağını ve et ithalatının söz konusu olmadığını duyurarak hafifletti. Hayvan ithalatının gerçekleştiği mayıs ve haziran ayları boyunca, küçük üreticiler ilerleyen günlerde et fiyatlarının ucuzlayacağı düşüncesiyle elindeki hayvanları satmaya başladı. Et fiyatları ucuzlamadı, aksine giderek pahalılaştı. İthalat serüveni başlarında Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehdi Eker ‘Birileri spekülasyon yapıyor’ diyerek et fiyatlarının spekülesyon sebebiyle pahalı olduğunu söylemişti. Temmuzun 17’sinde, bir kez daha et fiyatlarını ucuzlatma gerekçesiyle bu sefer tüm özel kişi ve kurumlara hayvan ithalatı yetkisi verildi. Bakanlık, Kurban Bayramı’nın yaklaşması gerekçesiyle 14 Eylül’de hayvan ithalatı iznini genişlettiğini açıkladı.

milyona gerilediğini belirten Aysu, Türkiye’nin 1980’de et konusunda kendine yeter bir ülke iken 2010’da kendi et ihtiyacını karşılayamaz hale geldiğini söyledi. Aysu et ithalatına giden sürecin 1980 sonrasında bir Turgut Özal operasyonuyla başladığını ifade etti. 1980 öncesinde “Hayvancılık Bakanlığı kurma” tartışmalarının olduğunu söyleyen Abdullah Aysu, Özal’ın 1983’te Veteriner Sağlık Müdürlükleri’ni kaldırarak icraatlarına başladığını belirtti. Böylece, et sağlığının kamudan alınıp özel sektöre emanet edildiğini belirten Aysu, zaman içinde Et Balık Kurumu (EBK) Yem Sanayi ve Süt Endüstrisi Kurumu’nun (SEK) özelleştirilmesiyle hayvancılık sektörünün batağa girdiğini belirtti. Aysu, Özal’ın SEK, EBK gibi kurumları özelleştirme dışında çiftçi örgütlerine devretme seçeneğinin olduğunu ancak o dönemin yasalarında da geçen bu seçeneği kullanmadığını sözlerine ekledi.

T

TOPBAŞ’TAN HALK ET Hükümet 6 aydır eti ucuzlatamazken İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş ‘Halk-et’ uygulamasını tartışmaya açarak İstanbulluları ucuz ve sağlıklı ete kavuşturmaya çalıştıklarını iddia etti. Konuyla ilgili projenin tamamlandığını belirten Topbaş, semt kasaplarını sisteme dahil

B

İTHALAT TARIMI BİTİRİYOR Tarım, tanımı gereği hayvansal ve bitkisel üretimi kapsıyor. Hayvancılığın bitmesi, bitkisel üretimi doğrudan etkileyen organik gübre ihtiyacını da artırıyor. Organik gübre yerine kimyasal gübre kullanılması toprağın verimliliğini azaltıp ilaç ihtiyacı ortaya çıkarıyor. Tüm bu ihtiyaçlar ise dünyada sayıları 10’u geçmeyen Cargill gibi büyük tekeller tarafından üretiliyor.

ir kereden bir şey olmaz denerek başlanan hayvan ithalatı sayısı ‘bayram’ gibi gerekçelerle 7’yi buldu. Et fiyatları ucuzlamayınca hükümet hazır ete yöneldi

etmenin yollarını aradıklarını belirtti. ET İTHALATI ÇÖZÜM DEĞİL Çiftçi-Sen Genel Başkanı Abdullah Aysu, et ithalatı üzerine Halkın Sesi’ne değerlendirmelerde bulundu. “Yemciler fiyat arttırdı. SEK süt alım fiyatlarını azalttı, böylece et fiyatları arttı” diyen Aysu, et ithalatının hayvancılığı tamamen bitireceğini söyledi. Tarım Bakanlığı’nın et fiyatlarını indirmek için ortaya attığı et ithalatı seçeneğini “günübirlik bir çözüm”

olarak değerlendiren Aysu, sorunun yapısal olduğuna dikkat çekti. Hükümetin haziran ayında “Hayvan ve bitki sağlığı” başlıklı AB kriterine “Et alım garantisi” karşılığında imza attığını belirten Aysu, Avrupa’da et ve süt bakımından üretim fazlası olduğunu söyledi. Avrupa’da tonlarca etin depolarda beklemesini, ‘et buzulları’ olarak tarif eden Aysu, aynı şekilde Avrupa’da süt fiyatlarının düşmemesi için tonlarca sütün nehirlere döküldüğünün de altını çizdi.

“İthal et, kısa bir süre sonra ithalatçı şirketlerin Türkiye’deki et ve hayvancılık piyasasını belirlemesini sağlayacak” diyen Aysu, Türkiye’deki büyük şirketlerin ithalatçılarla rekabet edecek güçlerinin olmadığını da söyledi. Aysu, 1980’de 44 milyon nüfusu olan Türkiye’de küçük ve büyükbaş hayvan sayısının 80 milyon civarında olduğunu belirtti. 2010’da Türkiye nüfusunun 73 milyona ulaştığını; ancak küçük ve büyük baş hayvan sayısının 37

t ithalatı kararının alınmasıyla

olmayacağı tartışmaları da başladı. Burger King’deki etlerin bakterili olduğunun ortaya çıkmasıyla başlayan süreç, ithalatın yanı sıra halk sağlığının ne düzeyde önemsendiğini gözler önüne serdi. 20 Eylül’de ‘Bakterili et’ haberleri medyada yer almaya başladı. Burger King’deki etlerin bakterili çıkmasıyla başlayan süreçte, 12 ton etin Bursa’daki bir kangal köpek çiftliğinde köpeklere yedirildiği ortaya çıktı. Olayda, bir apartman altında bulunan Zeybek Katı Atık Merkezi’nden, Koç Grubu’na ait Maret’e, uluslararası fast food firması Burger King’den Gebze merkezli gıda tedarikçisi Fastad şirketine kadar birçok şirketin adı geçti.

Gıda tedarikçisi Fastad şirketinin iddialarına göre, şirketin Erzurum kökenli TT (Trust and Trade) şirketinden aldığı etler bakterili çıktı. TT şirketi de bakterili etleri geri istedi; ancak Koç-Maret gibi birçok şirketten et alan ve Burger King’e et sağlayan Fastad, etleri Zeybek Katı Atık Merkezi’ne gönderdiğini söyledi. Bunun üzerine TT, Zeybek Katı Atık Merkezi’nin verili adresine ulaştı. TT, karşısında apartman altında bir büro buldu ve bakterili etlerin Bursa’daki kangal köpek çiftliğine yollandığını ve köpeklere yedirildiğini öğrendi. Bu süreçte Koç-Maret’in etlerinde de bakteri ortaya çıktı. Maret patronu Ömer Bozer “Biz etleri sağlıklı bir şekilde Fastad’a ulaştırdık, gerisi bizi ilgilendirmez” dedi. Koç’un iddialarına göre kendi sağlıklı etleri bak-

Marmaray: İşçi, sendika ve zafer Marmaray iflçileri 6 ay süren ifle iade davalar›n› kazand›. ‹flverenin itiraz etti¤i dava bir süre daha devam edecek. Asr›n projesi olarak sunulan, ‹stanbul Bo¤az›’n›n alt›ndan tüp geçitle tren yolunu Avrupa’dan Asya’ya ba¤layan Marmaray projesinde 3 y›l boyunca zam almadan çal›flan arkeolojik kaz› iflçileri, 15 Ocak günü patronun 1 liral›k zam teklifi karfl›s›nda isyan edip ifl b›rakm›fllard›. 16 Ocak günü ifl b›rakan 80 iflçi iflten at›ld›¤›n› ö¤rendi ve flantiye önünde ifle geri dönmek için direnifle geçti. ‹flçilerin mesai saatleri boyunca yapt›klar› direnifl flantiye içinde de etkili olmufl, yemeklerin düzgün ç›kmas›n› ve sigorta primlerinin günlük yat›r›lmas›n› sa¤lam›flt›. Ulaflt›rma Bakanl›¤›, TBMM, ‹stanbul Valili¤i, Gama ve Nurol fiirketleri ile bu flirketlerin tafleronu Polat ‹nflaat dahil projenin tüm muhataplar›na gidip haklar›n› arayan iflçiler, 4 fiubat günü flantiyeyi iflgal etmiflti. Sonras›nda Nurol ve Gama inflaat›n patronu iflçilerle görüflmüfltü. BDP Milletvekili Sabahat Tuncel’in de kat›ld›¤› görüflmelerde

patron, iflçileri 33 lira yevmiye ve sosyal haklar›yla ifle almay› kabul etse de direniflte geçen süreç boyunca oluflan zarar› tazminat olarak karfl›lamaya yanaflmam›flt›. Patronun ‘sendika olmas›n’ flart›na karfl›, Tekstil-Sen’de örgütlenen Marmaray iflçileri direnifllerine devam etmifl ve ifle iade davas› açm›fllard›. ‹flçiler, nisan ay›nda da flantiye önündeki direnifllerini sonland›r›p hukuki mücadeleinin etkin takipçisi oldular.

lektrik dağıtım şirket-

E lerinin (EDAŞ)

özelleştirmelerinde sona yaklaşılıyor. Türkiye elektrik tüketiminin yüzde 20’sini oluşturan Toroslar, Akdeniz ve İstanbul Anadolu Yakası’ndaki özelleştirmelerle birlikte, Türkiye’deki tüm elektrik dağıtım şirketleri özelleştirilmiş olacak. Öte yandan BOTAŞ’ın elektrik üreten santrallara verdiği doğalgaza zam yapmasıyla elektrik zammı hazırlığı da başladı. Elektrik zammıyla dağıtım şirketlerine kar sağlanması bekleniyor.

YAPISAL DEĞİŞİKLİK ŞART “Hükümet yapısal değişiklikler ortaya koymadığı sürece ithalatlar, et fiyatlarının ithalatçı şirketler tarafından belirlenmesine kadar gidecektir” diyen Aysu, çözümün EBK, SEK gibi kurumların güçlendirilip, hayvancılığın devlet tarafından teşvik edilmesinde olduğunu söyledi.

Sermaye usulü bakterili helal et E birlikte etlerin sağlıklı olup

Artık tüm ülke özel elektrikte

terili etlerle aynı depoda bekletildiği için bakterilendi. Bakterili etler 15 Haziran’da kangal köpek çiftliğinde köpeklere yedirilmişti. ZİNCİRİN TAMAMI SORUMLU Olayda, başta Fastad gıda tedarik şirketi olmak üzere tedarik zincirinde bulunan Maret’ten, Burger King’e ve TT’ye kadar tüm gıda tedarik zincirinin suçu var. Burger King gibi perakendeciler müşteriyle karşılaşsa da gıda tedarik zincirinde yer alan tüm elemanlar ürün kalitesinden sorumludur. İHBARCI BAKAN Bakteri skandalının ardından tüm ülkenin bitkisel ve hayvansal gıda üretimi sürecinin baş sorumlusu Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehdi Eker olaya müdahale etmek yerine

“Konu ile ilgili suç duyurusunda bulundum” dedi. HELAL PERDESİ Et ithalatının ardından Türkiye, başta Avrupa ülkeleri olmak üzere birçok ülkede ‘uygun fiyatta et’ aramaya başladı. Uygun fiyata et bulunmadan önce Tarım ve Köyişleri Bakanlığı, kesimlerin İslami usullere göre veteriner kontrolünde yapılacağını ve kimsenin endişelenmemesi gerektiğini söyledi. “Kimse ilk etapta kendi sağlıklı etlerini ucuza satmaz” diyen Abdullah Aysu, ithal edilecek etlerin ciddi bir sağlık taramasından geçirilmesi gerektiğini söyledi. Aysu, ‘Haram mı, helal mi’ tartışmalarının ‘sağlıklı et’ konusunun üzerini örttüğünü belirterek etlerin normalden ucuza alınmasının kaygı verici olduğunu ifade etti.

‘İşsizlik azalıyor’ yalanı İSK’in yaptığı son

Daraştırmaya göre işsiz-

likteki artış, hükümetin çizdiği pembe tablonun tam tersi bir durum olduğunu ortaya koydu. DİSK’in araştırmasına göre işsizlik oranı yüzde 20’ye yükseldi. TÜİK’in yüzde 10,5 olarak açıkladığı isşsizlik rakamının eleştirildiği araştırmada, işe başlamaya hazır olup iş aramayanlar dahil edildiğinde geniş tanımlı işsizlik oranı yüzde 16,4 olurken, eksik ve yetersiz istihdam edilenlerle birlikte işsizlik oranının yüzde 20’ye yükseldiği vurgulandı.

UPS işçilerinin direnişi sürüyor

Marmaray iflçileri kendi iflkollar› d›fl›ndaki Tekstil-Sen’in gayretleri sonucu örgütlü bir mücadele verdiler. Marmaray direnifli, daha önce herhangi bir örgütlü mücadele deneyimi olmayan iflçilerin mücadeleci bir sendikayla bulufltu¤unda zafere ulaflabilece¤ini gösterdi. ‹flçiler direniflleri sürecinde Tekel ‹flçileri’nin Ankara’daki eylemine bir çad›r kurarak destek vermiflti.

Sendikal› olduklar› için iflten ç›kar›lan UPS iflçilerinin 3 May›s’ta ‹stanbul bafllatt›¤› direnifl büyüyerek sürüyor. ‹stanbul Mahmutbey’deki ambarlar›n önünde 41 iflçi ile bafllayan direnifl, ülke çap›nda yaratt›¤› kamuoyu deste¤inin yan› s›ra uluslararas› alanda da destek görüyor. Uluslararas› tafl›mac›l›k tekeli UPS’de iflten ç›kar›lan Türkiye Motorlu Tafl›t ‹flçileri Sendikas› (TÜMT‹S) üyesi iflçiler için dünyan›n dört bir yan›nda dayan›flma eylemleri düzenlendi. TÜMT‹S üyesi iflçiler, 15 Eylül Çarflamba günü UPS Genel Merkezi önünde aileleriyle birlikte eylemdeydi. TÜMT‹S’in ba¤l› oldu¤u Uluslararas› Tafl›mac›l›k ‹flçileri Federasyonu (ITF), Meksika’daki kongresinde ald›¤› kararla, 15 Eylül’ü UPS iflçilerine destek amaçl› küresel eylem günü olarak ilan etmiflti. Zeytinburnu’daki bas›n aç›kla-

mas›na iflçiler ve ailelerinin yan› s›ra çeflitli sendikalardan iflçiler de kat›ld›. TÜMT‹S Genel Baflkan› Kenan Öztürk eylemde yapt›¤› konuflmada UPS’de iflten ç›kar›lan 160 iflçi ifle bafllayana ve iflçilerin sendikal haklar› sa¤lanana kadar mücadelenin sürece¤ini belirtti. Öztürk, tüm duyarl› kesimleri ve di¤er sendikalar› bu mücadeleye destek vermeye ça¤›rd›. Türk-‹fl Örgütlenme Sekreteri Cemail Bak›nd› da iflverene sorunu çözmeleri için ça¤r› yaparak, UPS’de toplu ifl sözleflmesinin imzalanaca¤›na inanc›n›n tam oldu¤unu ifade etti. Bas›n aç›klamas›nda, 1 Eylül’de UPS Genel Merkezi önüne 40 ton kum y›¤arak yarat›c› bir eyleme imza atan Hollanda Sendikalar Federasyonu’ndan Aleksandra Chojecka da kat›ld›. Chojecka, UPS iflçilerinin yan›nda olmaktan gurur duydu¤unu belirterek, tüm dünyan›n UPS iflçilerini destekledi¤ini dile getirdi.

AB-G.Kore ‘Gönül köprüsü’ vrupa Birliği (AB) ile

AGüney Kore arasında 6

Ekim’de serbest ticaret anlaşması imzalanacak. Söz konusu anlaşmayla birlikte Güney Kore ve AB ülkeleri gümrük vergisi ödemeden mallarını ihraç edebilecekler. En güçlü sektörleri tekstil ve otomotiv olan Güney Kore ile AB arasındaki anlaşmanın, Türkiye ile AB arasında 1990’larda yapılan gümrük anlaşmalarından sonra artan, başta tekstil alanı olmak üzere, neredeyse tüm sektörlerdeki ticarete darbe vuracağı konuşuluyor.


10

KİBELE 1 Ekim 2010 / 14 Ekim 2010

Halk›n Sesi

‘‹tiraz›m var’ diyen kad›nlar için... tirazım var bu zalim kadere… İtirazım var bu sonsuz kedere… Feleğin cilvesine… Hayatın sillesine… Dertlerin cümlesine… İtirazım var… Ben hep yenilmeye mahkum muyum?.. Ben hep ezilmeye mecbur muyum?.. İtirazım var bu yalan dolana Benim şu dertlere ne borcum var ki… Tuttu yakamı bırakmıyor… Benim mutlulukla ne zorum var ki… Bana cehennemi aratmıyor (Müslüm Gürses) “Bir gün bir kitap okudum tüm hayatım değişti” diye başlar Yeni Hayat (Orhan Pamuk) kitabı… Evet kitaplar hayatımızı değiştirebilir. Feminizmle sağlıklı tanışmanın klasiklerinden olan “Kendine Ait Bir Oda”dan sonra bence Kimliksiz Kadınlar da tartışmasız bir yere sahip. Bu yazıda sizleri bu kitapla tanıştırma niyetindeyim. Yazar Beverly Engel, kadın sorunları, cinsellik ve ilişkiler konusunda 25 yıllık deneyime sahip uluslararası bir terapist. Kimliksiz Kadınlar neden okunmalı: Birincisi kendi sağlığınız için, Esmeray ikincisi kızınızın daha sağlıklı Yo¤un ilişkiler yaşaması ve bitse de sürse de ilişkilerini daha sağlıklı Sendika.Org Yazar› algılaması için, üçüncüsü anneniz için, dördüncüsü tanıdığınız ve bir gün yardımınızı talep edebilecek olası tüm kadınlar için… Kitap üç ana bölümden oluşuyor. Birinci bölümde kendini yitiren kadın olup olmadığınızı, kendini yitirmenin örtük ve açık emarelerini, kendini yitirmenin biyolojik, kültürel psikolojik kökenlerini ve kendini yitiren kadın yelpazesini anlatıyor. Birinci bölümde, kadınların neden daha verme eğiliminde, vazgeçen olma durumunda oldukları, toplumun bunu nasıl alkışladığı ve birçok sosyal sürecin içinde kadının ilişkide kimliksizleşmesinin nasıl işlendiği anlatılıyor. Sosyal öğretilerin pek çoğunun kadını memnun eden, veren, kendi ihtiyaçlarından vazgeçen olması üzerine inşa edildiği bunun tam aksine erkeğin ise istediğini alan, yaptıran, ne olursa olsun peşini bırakmayan, şartları zorlayan karakter inşası üzerine yoğunlaştığı yazarın terapi örnekleri ile açıklanıyor. Kitapta öncelikle, kadınlar hangi süreçlerle kendilerini yitiriyora cevap aranıyor. Tipik yitiren kadının karakteristik özelliklerinin altı çiziliyor. Kitabın bir başka önemi ise yazar Engel’in terapi için gelen, ilişkide kendini yitirip çare arayan kadınların ortak sorunlarını özetlemesidir. Sonuç olarak yazar; adı, mesleği, yaşı, deneyimi, gücü ne olursa olsun her kadının ilişkide kendini yitirme tehlikesi ile karşı karşıya olduğu gerçeğini vurgulamaktadır. Bu bölümde özellikle ihanete uğramasına rağmen her erkeğin hemen hemen aynı olduğu varsayımı ile susmayı mutluluk ve çözüm sanıp sonunda kendinden geriye kalan küçücük parçalara sığınan kadınların (Stephanie, Amber) hikayeleri oldukça çarpıcı ve ders alınası. Tam burada önemli bir hatırlatma: bu kitap sizi yalnızlaştırıp karşınızdakini suçlamak değil aksine ilişkinizi daha sağlıklı daha olgun yaşamanız için yardımcı olmak üzere kaleme alınmış bir eserdir. Eğer ilişkiniz sizi sağlıksız kılıyor ve kimliksizleştirici bir hal almış ve dönüştürülmesi imkansız kemiklerden oluşuyorsa yalnızlığın daha sağlıklı olduğunu söyleyebilecek kadar da cesur ve yoldaşlık edici bir kitap özelliğini taşıyor. Kitabın birinci bölümün üçüncü kısmında ise kadınların kendini yitirmesinin kültürel, biyolojik ve psikolojik izleri sürülüyor. Açılış cümlesini alıntılamanın fikir verici ve dikkate değer olduğunu düşünüyorum: “Kadınlara benlikleri pahasına diğer insanları kucaklamaları öğretilir; erkeklere ise, çoğunlukla, diğerleri pahasına benliklerini korumaları. Tüm bunları dengeye oturtmak çok zor….!” (H. Lerner) Burada çarpıcı hususlardan birisi hemen her kadının kendini tamamlayacak bir eş/partner ararken nasıl olup da o erkeği bulur bulmaz onun her işini üstlenip onun hayatını tamamlama görevini kendiliğinden üstlendiği paradoksudur. Bu akıl almaz deneyim kadının önce hayat yükünü arttırmakta sonra kendine karşı özensizleştirip bir süre sonra aynı erkek tarafından bakımsızlıkla suçlanmakta ya da ihanete uğramasının yapı taşlarını oluşturmaktadır.Yazar terapide tanıştığı bu kadınların hayatlarının en temel yanlışlarının ilişki yüzünden değişmeye başlamayı vefa ve kadınlık vazifesi saymaları olarak belirtmektedir. Sonuç olarak bu kitabın kadının sağlıksız ilişkiler içinde kendini yitip kaybolma durumundan, kendi başına varolmayı becerme durumuna geçişi sağlaması için okunmasını tavsiye ediyorum. Kitapta anlatılanların sadece okuyana faydası olmayacağı bunun yanında yetiştirdiği kız çocuğu vasıtasıyla tüm topluma sağlıklı ilişkiler biçiminde döneceği kanaatindeyim. Sizlerin de o iyi-hal kapısını hızla aralaması temennisi ile…. Kimliksiz Kadınlar: Orijinal Adı: Loving Him Without Loosing You, Phoenix Yayınevi, 2002-Mart, Ankara

İ

Çözümden önce soruna ikna TMMOB’daki tartışmalar kadın mücadelesinin emek hareketini tümleyen niteliğinin henüz anlaşılamadığını gösteriyor

PINAR HOCAO⁄ULLARI ürk Mühendis Mimar Odaları Birliği (TMMOB) 41. Olağanüstü Genel Kurulu’nu 24-25 Eylül tarihlerinde Ankara’da gerçekleştirdi. Genel kurulda yaşanan tartışmalar, kadın mücadelesinin emek hareketini tümleyen niteliğinin TMMOB tarafından henüz kavranamadığını gösterdi. Yeni dönem yönetiminin belirlendiği ve geçen mayıs sonunda gerçekleşen olağan genel kurulda, örgütün politikası ve çalışmalarına ilişkin karar önergelerinin görüşülememesi üzerine, bu tartışmalar olağanüstü genel kurula havale edilmişti. Ücretli ve İşsiz Mühendis, Mimar ve Şehir Plancıları (MMŞP) Kurultayı ile Kadın MMŞP Kurultayı’nda alınan kararlara ilişkin tartışmalar

T

olağanüstü genel kurula damgasını vurdu. Erkek egemen bir çalışma ortamında eşitsizliğe maruz kalan kadın mühendis, mimar ve şehir plancıları yaşadıkları özgün sorunları kendi örgütlerinin gündemine taşımak isteyince burada da erkek egemenliğinin direnci ile karşılaştı. Olağanüstü genel kurulda esas olarak TMMOB’deki kadın temsiliyetinin önünü açmayı hedefleyen kararlar ile kadın mühendis, mimar ve şehir plancılarının çalışma ortamlarında yaşadıkları sorunlara karşı taleplerin üretilebileceği mekanizmalara dönük kararlardan oluşan önergelerin tamamı TMMOB içerisinde ayrımcılığa ve bölünmeye yol açacak kararlar olarak görüldü. ‘Kadınlar Örgütlü, TMMOB Daha Güçlü’ sloganıyla yürütülen TMMOB Kadın Kurultayı ve bu kurultayda

üretilen kararlar ‘TMMOB’de kadınların örgütlenmesinin önünde hiçbir engel yok, bizler zaten bunun önünü açan çalışmalar yapıyoruz, bu çalışmaları destekliyoruz’ şeklinde tekrarlanan aleyhte konuşmalarla birlikte usul ve erkan öğreten bir tarz dışına çıkamadan bir bir reddedildi. Böylece erkek egemen toplumsal yaşamda ikincil pozisyonda kalan kadınları örgütlenme ve özyönetim konusunda ileriye taşıyacak örgüt modelleri reddedildi. Kadın çalışmalarının kendi özgünlüğü göz önünde bulundurularak önerilen TMMOB Kadın Çalışma Grubu önergesi, TMMOB usullerine, tüzük ve yönetmeliklerine aykırı olduğu gerekçesiyle reddedildi. Tartışmaların en fazla yaşanacağı varsayılan kadınlara TMMOB

yönetim kademelerinde yer alan ve delegasyonu da böylece belirleyen egemen anlayışın kendi varlığını yine TMMOB’deki ‘dengeler’ vasıtasıyla koruyabildiğini göz önünde bulundurduğumuz zaman, bu dengeleri bozacak herhangi bir çalışmaya gösterilen direnç ‘anlaşılır’ oluyor. TMMOB’deki kadın çalışması, kadın hareketlerinin tamamında görülen eşitlikçi, katılımcı ve demokratik örgütlenişiyle paralel bir çizgide seyrederken, git gide daha anti demokratik uygulamaların tırmandığı, yönetim kurulundaki kişilerin çalışma programlarını belirler hale geldiği TMMOB için tam bir tezatlık oluşturuyor. Bu tezatlık da TMMOB’de kadınları ‘sahiplenen, koruyan, kollayan, öğretici’ bir erkek egemen dil ile meşrulaştırılmış oluyor.

Beklenen karar, umulmayan ceza .Ç. davası olarak bili-

N nen davada mahkeme kararını açıkladı. 2003 yılında 12 yaşındaki N.Ç.’ye defalarca tecavüz eden 33 kişinin yargılandığı davada tecavüzcülerden 28’i 8 aydan 9 yıla kadar, N.Ç.’yi pazarlayan 2 kadın ise 9 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Mardin 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davada 1 sanığın dosyası akli dengesinin yerinde olup olmadığı tespit edilmesi için ayrılırken, 4 sanık için beraat kararı verildi.

7 YIL SONRA 8 AYLIK CEZA 12 yaşında, aralarında dönemin Kızıltepe Kaymakamlığı Yazı İşleri Müdürü ve Mardin İl Jandarma Komutanlığı’nda görevli yüzbaşı ve birçok kamu görevlisinin olduğu 33 kişi tarafından tecavüze uğrayan N.Ç, Çocuk Esirgeme Kurumu’na alınmış, 2008 yılında 18 yaşını doldurduğu gerekçesi ile buradan çıkarılmıştı. N.Ç. şimdi 19 yaşında ve tecavüzcüleri aradan geçen zaman kadar dahi ceza almadan tutuklu kalacaklar. N.Ç.’yi pazarlayan Emine Akyol ve Türkan Temel’e verilen

9 yıllık cezalar ise altışar yıllık cezalarının mağdurun 18 yaşından küçük olması nedeniyle yüzde elli artırılmış hali. CEZALAR CAYDIRICI DE⁄‹L Yedi buçuk yılın ardından kararın açıklandığı duruşmadan sonra açıklama yapan İnsan Hakları Derneği Genel Başkan Yardımcısı ve N.Ç.’nin vekili Reyhan Yalçındağ çıkan kararın kendilerini memnun

etmediğinin ve bu cezaların tecavüz suçu için hiçbir caydırıcılığı olmadığının altını çizdi. Bu sebeple davayı temyize götüreceklerini belirten Yalçındağ, kararın verilmesi aşamasında ciddi indirimler uygulandığını ve 4 beraat kararı verildiğini vurguladı. TECAVÜZ ‹NSANLIK SUÇUDUR Yalçındağ açıklamasında şu sölere yer verdi: “Sizler de

yakından takip ediyorsunuz. Gerçekten bu dosyanın toplumsal dava olduğunu, sonuçlarının önemli olduğunu buradan çıkacak kararların adil olup olmayışına göre son derece önemli olduğunu her fırsatta belirttik. Biraz önce karar verildi. Karardan çok da memnun olduğumu söyleyemem. Çünkü alıkoymak suçundan zaman aşımına uğratıldı dosya. Oysa ki biz diyoruz ki bir çocuk 15 yaşının altındaysa onun rızası söz konusu olamaz, böyle bir yönelim için. Irza geçmek anlamında da birçok sanık bakımından ciddi indirimlere gidildi. Bu da bizim mütalaaya karşı verdiğimiz beyanların dışında bir karardı. Tecavüzün bir insanlık suçu olduğunu bir kez daha vurgulamak ve hatırlatmak istiyorum. Bu nedenle de mağdurun bütün insanlık ailesi olduğu için bizlerin gerçekten adalet duygusu biraz daha onaracak daha adil bir karar çıkmasını bekliyorduk. Maalesef olmadı. Biz temyiz edeceğimize dair bir dilekçe sunduk. Ayrıntılı temyiz dilekçesini bir hafta içerisinde basına duyuracağız.”

Polis tacizine meslektaştan destek zmir’de Ege Üniversitesi öğrencisi

İ M.D, mart ayında bir alışveriş Cinsel taciz suçu- merkezinin müşteri servisinde yanına

nun soruşturulması şikayete bağlı olduğu için tacizcilerin yargılanmasının önü tıkanıyor

kurullarında %35 kota uygulaması ile ilgili karar önergesi, lehte konuşmaların bile dinlenmediği uğultulu bir atmosferde reddedildi. Erkek egemen iradenin kadınlarla ilgili önergelerin tamamında belirleyici olması sebebiyle kadın delegelerin büyük bir kısmı salonu terk ederken, geride kalan kadın kurultayı önergeleri neredeyse kadın delegeler olmadan görüşülmüş oldu. Olağanüstü genel kurulda açığa çıkan bu tablo TMMOB’de iki temel eksen (ücretli ve işsiz mühendis, mimar, şehir plancılarının güvenli bir gelecek mücadelesi ile kadın meslektaşların ayrıca cinsiyetlerinden dolayı maruz kaldıkları ayrımcılığı ortadan kaldıracak bir çalışma programı) etrafında şekillenen yenilenme talebine karşı bir direnç göstergesiydi. TMMOB’de

oturan emekli polis N.B.’nin elle tacizine uğradı. Genç kadının bağırarak yanındakilerden yardım istemesi üzerine tacizci Bornova Polis Merkezi’ne götürüldü. Burada şikâyetçi olduğunu bildiren kadına, görevli polis S.A, “Dervişin fikri ne ise zikri de odur. Şüpheli sizin yanınıza otururken sizin bu tür bir düşünceniz var mıydı? O saatte orada ne işiniz vardı” diye sordu.

Şikâyetini geri alması için kadına baskı uygulayan polis, “Senin de siciline bu olay işler, adam özür diliyor, şikâyetinden vazgeç, şikayet mikayet yok” diyerek kadını susturmaya çalıştı. Bunun üzerine kadın, ayrıca polis hakkında şikayette bulundu. Polis S.A. hakkında İzmir 15. Asliye Ceza Mahkemesi’nde ‘görevi kötüye kullanmak’ suçundan 3 yıla kadar hapis cezası istemiyle açılan davanın ilk duruşması yapıldı. Polis tutuksuz yargılanmaya devam ediyor.

SUÇ, fi‹KAYET EDERSEN SUÇ Türkiye’de cinsel taciz suçunun soruşturulması ve kovuşturulmasının mağdurun şikâyetine bağlı olması nedeniyle, birçok taciz mağduru kadın, şikâyetinden vazgeçirilmeye çalışılarak veya korkutularak tacizcilerin yargılanmasının önü tıkanıyor. Türk Ceza Kanunu 73/2’e göre cinsel taciz suçunun şikâyete tabi olmadığı durumlar, yalnızca suçun nitelikli unsurlarının gerçekleştiği durumlar olarak belirtiliyor.

Ormanlar tutar kaçamazlar Rize’nin Çaml›hemflin ilçesinde yap›lmak istenen HES (hidroelektrik santral) Çevresel Etki De¤erlendirme toplant›s› kad›nlar›n direnifline tak›ld›. Hemflinliler üzerine HES kurulmak istenen derelerine ellerindeki odunlarla ve dere içindeki horonlar›yla karfl› durdular. Çaml›hemflin’de Mars Enerji firmas› taraf›ndan kurulmak istenen regülatör ve hidroelektrik santralinin yap›m aflamalar›n›n zorunlu bir dura¤› olan bilgilendirme toplant›s›nda halk, en önde de kad›nlar, y›llard›r yaflad›klar› topraklara sahip ç›kt›lar ve toplant›n›n yap›lmas›na engel oldular. ÇED halk bilgilendirme toplant›s› halk›n tepkisi ve Hemflin Belediyesi’nin toplant› salonunun kullan›lmas›na izin vermemesi nedeniyle yap›lamad›. Firma temsilcileri ve Çevre Orman Müdürlü¤ü temsilcileri bir kahvehanede tutanak düzenleyip Hemflin’den ayr›lmak zorunda kald›lar. Suyun ve derelerin yaflam kayna¤› oldu¤u ve hayat damarlar›n›n kesilmesine izin vermeyeceklerini söyleyen kad›nlar, Hemflin Deresi’nin HES’lerle bo¤ulmak istenmesine izin vermeyeceklerini söylediler. HES’lerin derelerin do¤al ak›fl›na müdahale ederek, suyun zenginleflmesine engel oldu¤unu, HES’lerin derelerin kurumas›na neden oldu¤unu bilen kad›nlar, susuzlu¤un ac›s›n› en çok çeken kesim olarak da direniflin en ön saf›nda yer ald›. Hemflin’de de HES firmas›n›n karfl›s›na odunlar›yla ç›kan kad›nlar, “Buralar bizim y›llard›r yaflad›¤›m›z; dede, baba topraklar›m›z. Bu dere bize hayat veriyor. Hayat damar›m›z›n kesilmesine müsaade etmeyece¤iz. Hemflin’in çöl olmas›na izin vermeyece¤iz. Biz burada bekliyoruz. Buradan ç›kamazlar. Yok etmek istedikleri ormanlar, onlar›n kaçmas›na engel olur” dediler. Ard›ndan “Dereler özgürdür, özgür akacak”, “HES’lere hay›r” sloganlar›yla dere içinde tulumlarla horon teptiler.


11

YÜZ YÜZE 1 Ekim 2010 / 14 Ekim 2010

Halk›n Sesi

Seyirlik bir vaka olarak tecavüz

Fatmagül’ün suçu ne? dizisinin ekrana gelmesi beraberinde dizinin ana konusu olan tecavüzü de gündeme getirdi. Televizyon ekranları, gazeteler “Fatmagül’e nasıl tecavüz ettiler?”, “Hülya mı Beren mi tecavüzde daha iyiydi?”, “Reyting rekorları kıran tecavüz sahnesini izlemek için tıklayın” mahşetleriyle doldu taştı. Kadına yönelik en ağır cinsel şiddet / saldırı biçimi olan tecavüz,

EKRANLARDA

KADINA

YÖNEL‹K

medyanın şehvetli çığırtkanlığıyla milyonlara pazarlandı. Halkın Sesi bu vaka üzerine feminist gazeteci Ayşe Düzkan’la görüştü. Tecavüz ve medyadaki cinsiyetçilikle başlayan sohbetimiz, kadına yönelik şidet sorunundan ekranlardaki muhafazakarlaşmaya, farklı konulara uzandı. Düzkan muhafazakar kesimlerin tecavüz konusundaki itirazlarının ‘sorunlu’ gerekçelerine dikkat çekti.

fi‹DDET‹N

GÖSTERD‹⁄‹

İzletilen senin hikayendir E T ecavüz aslında hep seyirlik bir şey. Cinsellikle bağlantılı her şey gibi ilgi çekiyor. Ekranlardaki sorun biraz da bunun nasıl aktarıldığıyla ilgili

atmagül’ün suçu ne? adlı TV dizisinin gösterime girmesinin ardından, bilimum web sitesi, televizyon ve gazetede tecavüz sahnesini pazarlayan, onu okura, izleyiciye sunan çağrılar yer aldı. Söz konusu sahne “Nasıl tecavüze uğradı?”, “İzlenme rekorları kıran o sahne” gibi başlıklarla sunuldu. Peki, tecavüz ne zaman seyirlik bir şey haline geldi? Medyanın bu konudaki tutumu hakkında ne düşünüyorsunuz? Tecavüz aslında hep seyirlik bir şey. Çünkü cinsellikle bağlantılı bir şiddet edimi ve cinsellikle bağlantılı her şey gibi ilgi çekiyor. Jodie Foster'ın ünlü bir filmi vardır bu konuda. Onlarca erkek bir barda bir kadına tecavüz edilmesini izler, bir kısmı da katılır. Müdahale de etmezler. Zaten tecavüzcü dediğin genellikle bildiğin erkeklerden biri. Bir araştırma vardı ABD'de yapılmış. Erkeklere doğrudan 'tecavüz eder misiniz?' deniyor. Hepsi hayır diyor. Ama daha sonra adını koymadan sorduklarında mesela 'Evinize kahve içmeye gelmiş bir kadının sizinle ilişki kurmaya hazır oludğuna inanır mısınız? İtiraz ettiğinde bunun nazlanmak olduğunu düşünür müsünüz?' diye. Ezici bir çoğunluğu ‘evet’ diyor. Çünkü bunun tecavüz olduğunun farkında değiller. Yani uzun lafın kısası, tecavüz, pek çok insanın gözünde herhangi bir cinsel ilişkiden farklı değil. Yani, bakması ilginç ve tahrik edici.

depsiz günahkar kadın da olacak. O da lazım. Ama yerini bilecek. Yaptığını savunmayacak. Örnek olmayacak. Şimdiki muhafazakar paradigma bu

F

Evet ama bu durumu ekranda görmek, izlemek ya da izletmek, bunun normalleştirilmesine, olağanlaştırılmasına, yaygınlaştırılmasına hizmet etmiyor mu? Yani sizin az önce söz ettiğiniz ‘farkında olmama durumu’ pekişmiyor mu? Burada tecavüzün nasıl aktarıldığı çok önemli. Çünkü aslında yaşayan için bu bir cinsel ilişki değil, bir şiddet saldırısı. Fatmagül örneğinde olduğu gibi, tecavüzcülerin gözünden, çırpınan seksi bir kadın mı görüyoruz yoksa kadının gözünden vahşi, zalim erkekler mi? Aynı olayı farklı farklı yansıtmak mümkün. Bir de berbat bir espri vardır, “Tecavüz kaçınılmazsa zevk almaya bak” diye. Bunun anlamı tecavüzle cinsel ilişkinin birbirine benzer iki edim olması. Burada mesele şu. Bir kadın tecavüze neden itiraz eder? Tecavüz bir teklif değil, bir saldırıdır. Bir kere burası muğlak. İkinci çok önemli nokta şu. Muhafazakar bakış, bir kadının namusunu korumak için tecavüze itiraz ettiğini düşünüyor. Aynı sebeple, arzuladığı bir cinsel ilişkiye de itiraz edebilir. Yani mesele bedenin kullanım hakkıyla ilgili onlara göre. Oysa tecavüz bir teklif değil, bir saldırı. Aradaki fark çok önemli. Dolayısıyla şöyle oluyor; bir kadın aslında arzuladığı bir şeye, namusu bozulmasın diye itiraz ediyor. Bu bakışla çekersen tecavüz sahnesini, o zaman arzuladığı halde itiraz eden bir kadın gösterirsin. İstiyor ama namusunu korumak da istiyor. Öte yandan muhafazakar bakış bir kadının arzuları olabileceğini, arzuları, duyguları olan bir varlık olduğunu hesaba katmıyor. Bu hatırlatma tecavüz sahnesi nedeniyle galeyana gelen muhafazakaların, yayınlarının itirazlarının gerekçesini açıklıyor.

Onların itirazında bir başka şey de var. Hani RTÜK’ün de kriterleri arasındaki “Türk aile yapısını aşındırmak” meselesi. Bu Türk aile yapısı dediğimiz şey, hem kavramın kendisi hem de toplumsal olarak varlık biçimi, aslında kadınlar açısından başka bir sorun alanı değil mi? Tabii ki sorunlu. Tecavüz nasıl ki kadının bedensel bütünlüğüne yönelik bir saldırı, o da aslında kadının ruh bütünlüğüne bir saldırı. Onu çocuklarının ve erkeğinin hizmetkarı olarak tanımlayan bir anlayış. Kaldı ki aile içi tecavüz çok yaygın Türkiye'de. Bu iki farklı dehşete işaret ediyor. Birincisi çocukların tacizine ve onlara tecavüz edilmesine. İkincisi ise şu: Bir kadın bir erkekle evlendiğinde vermeyi taahhüt ettiği bazı hizmetler var. Bunların arasında cinsellik de yer alıyor. Yani koca ne zaman istese kadın cinsel ilişkiye girmeli. Eğer kadın itiraz ederse erkek tecavüz edebiliyor. Yine aynı anlayış, kocan bu, onunla cinsel ilişkiye girersen namusuna halel gelmez, e daha ne?

‘Egemenlik ilişkilerinin ortadan kalkması gerek. Sevdiği kadın özgür olan adam, patronuna da daha rahat başkaldırır.’ O zaman tecavüzü sadece televizyon ekranında izlediğimizde irite oluyoruz. Oysa gündelik yaşamda oldukça yaygın bir sorun. Burada bir ikiyüzlülük yok mu? Diziyi yayınlayan açısından da itiraz eden açısından da ikiyüzlü bir ahlak anlayışı... Var tabii. Bütün tecavüzler illa ki üstünü başını parçalayarak olmuyor tabii. Ama şu da var. Cinsel ahlak ikiyüzlülük üzerine kurulu genellikle. Şunu unutmamak gerek. İnsanın cinsel arzularını

bilinçdışı yönlendiriyor. Bu, fikirlerini değiştirmekle, ne bileyim kitap okumakla değişecek bir alan değil. Cinsellikle ilgili görüntüler, imgeler bu alanda çok etkili. Tecavüzün nasıl gösterildiği, özellikle erkek bilincini çok etkileyebiliyor. Erkekler bunu tahrik edici bulabiliyor. Tecavüz etmeyi yani. 'Ahlak' anlayışımızın sorunlu olduğuna değinmiştiniz. Biraz daha açar mısınız? Ahlakta iki sorun var. Birincisi ikiyüzlü, ikincisi egemenlik ilişkilerini yansıtıyor. İki farklı egemenlik ilişkisini yansıtıyor ahlak. Biri, daha az önemli olanı, kapitalizm. Para her şeyi, çok şeyi aklar. Bunu halletmek kolay, en azından aramızda. Ama biz dediğimiz şey kadınlar ve erkeklerden oluşuyor. Erkek egemenliğini aramızda nasıl halledeceğiz? Etrafımızdaki erkekler de, hem bilinçleri hem bilinçdışıları diğer erkeklerle aynı kaynaklardan beslenmiş insanlar. Biz de öyleyiz kadınlar olarak. Ama ezilen olduğumuz için bu belirleyici değil. O bilinç 'temizliği' kolay değil.

İşin içinden cinsiyetçi, erkek egemen medya diyerek çıkmak da vardı ama sorunun patriarkal kapitalizmle ilişkisine geliyoruz bu noktada. Öyleyse medya sadece bunu yansıtan bir unsur, yani salt medya eleştirisi de çok anlamlı değil… Ama medya eleştirisi çok önemli. Çünkü medya milyonları etkiliyor. Bir sürü kadın o sahneye bakıp “Allahım ne şanslıyım, benim başıma gelmedi” diyor. Medya eleştirisi önemli ama yetersiz tabii ki. Aslında bana sorarsanız şiddetle mücadele yetersiz ve son yıllarda çok sıkışıldı bu alana. Kadına yönelik şiddetteki artış bir gösterge. Tarihte şiddet çatışma anlarında yükselir. Başını kaldıranın başı ezilir. Ve kadınlar özgürleşirken şiddet artar. Aynı zamanda görünürlüğü de artar. Bunun iki etkisi olur. Hem farkındalık ve müdahale artar hem de gözdağı. Ekonomik krizlerde hep artıyor şiddet. Buna tecavüz de dahil. Güçsüzleşen emekçi erkek, hırsını egemenliğini kullanarak çıkartır. Kim onun egemen oldukları? Kürtler? Kadınlar? Türlü benzerlik kuruluyor. Biraz hoş giyinmiş kadınlar burjuvaziyle özdeşleştiriliyor. Halbuki tekstilde çalışan bir genç kadın da pekala güzel giyinebiliyor. Ve o kadınlar tacize, tecavüze layık görülebiliyor. Bir duvar üstüne oturmuş işsiz, öfkeli gençler düşün. Önlerinden geçen ve annesine benzemeyen her kadına sebepsiz bir öfke duyabiliyor. Bir başka sahne. Adam işsiz, kadın evlere temizliğe gidiyor, evin işini de kadın yapıyor ve şiddet görüyor. İnsanlar yoksullaştıkça, maddi sıkıntı çektikçe hoyratlaşır. Buna stres deniyor şimdilerde. Ve şiddet artar. Kimse de kolay kolay kendinden güçlü olana yöneltmiyor şiddeti. Nerede o delikanlılık, herkes zayıf gördüğüne yükleniyor. Bunları sadece şiddetle mücadele ederek de halledemeyiz, sadece krizle mücadele ederek de. O egemenlik ilişkilerinin ortadan kalkması gerek. Sevdiği kadın özgür olan adam, patronuna da daha rahat başkaldırır. Kadına yönelik şiddetin ezilen cins sorunuyla sınıf sorununun iç içe geçtiği bir alan. Demek ki bu kadar parçalamamak lazım... Parçalamak da gerek. İşin özünde bir şiddet edimi ve onun neden oluştuğu var. Krizler sadece arttırıyor bunu, vesile sağlıyor.

Yeni muhafazakarlığın iki tür kadını uhafazakarlar bedenden “et” diye söz

M ediyor genellikle. “Et görmek istemiyoruz”

Ayşe Düzkan

falan... İslami muhafazakarları kastediyorum. Bu öylesine bir söz gibi görünüyor ama değil. Et yemekte tükettiğimiz bir şey. Bizim çıplak bir bedende gördüğümüz şey ten. Duyuları olan ve duyguları olan birine ait. Bu fark boşuna değil. Osmanlı döneminde şeriatla yönetilmiş. Ve içki de hep içilmiş, fuhuş da varmış. Ama açıktan yapılmazmış. İslam'da malum, bir günahın konuşulması işlenmesi kadar kötü. Yani 'edepsiz' günahkar kadın da olacak. O da lazım. Ama yerini bilecek. Yaptığını savunmayacak. Örnek olmayacak. Şimdiki paradigma bu. Bugünün muhafazakarları da kadınlar bu biçimde bölünsün istiyor. Her grup farklı bir alanda erkeklere hizmet etsin. Evde, ailede mazbut kadınlar, sokakta ise iffetsizler. Bu iki grup da birbirinden nefret etsin, evdekiler fahişe

olmadığına şükretsin. Şunun da altını çizmek gerek, bugünün muhafazakarlığı çok fazla ABD’nin yeni muhafazakarlığına benziyor, oradan besleniyor. Kürtaj karşıtlığından bekaret yüceltmelerine kadar büyük bir uyum var arada. Bu anlayışa göre namusunu korumak kadının kendi vazifesi, tecavüze uğrayan kadın hemen sorgulanır. Acaba ne yaptı da başına bu geldi? Ve bu arada ekran da acayip muhafazakarlaştı. On küsur sene önce İkinci Bahar'da yaşlı insanlar aşık oluyor, evlenmeden çocuk doğuruluyordu. Beş altı sene önce Bir İstanbul Masalı’nda makul bir eşcinsel figürü vardı. Şimdi ise Kurtlar Vadisi var ve kızlar habire nişanlılarından tokat yiyor ekranda. 1990'ların başında Orhan Atasoy'un gemiler şarkısının klibinde bir travesti vardı. Şimdi öyle bir klip çekilmez. Geçenlerde bir travestinin olduğu bir klip yasaklandı.

Suçu önce Bihter olmak “Fatmagül’ün suçu önceki hayatında Bihter olması” esprisini duymuşsunuzdur... İşin içine Bihter girince yine başka bir şey olmuyor mu ama? Zengin feme fatal kadın imajından intikam mı alınıyor? O zaman evet dediysen bunu hak ediyorsun. Birine evet dediysen herkesle yapabilirsin. Yani zaten namussuzsun, öteki çocukların suçu ne?

Kadınlar depresyonda Bu toplum nasıl kadınlar görmek istiyor karşısında. TV deki kadın temsillerine bakınca ya Bihter gibi şehvetli ve böylesi kötlükleri hak eden güzeller, ya saf-çocuk ve ellenmemeyi hak eden kadınlar, ya erkekleşmiş otorite-güç sahibi hanım ağalar. Ortası yok mu bu imajların? Bu kadar mı mutsuz izleyenler hayatlarındaki kadınlardan, ya da kadınlar bu kadar mı mutsuz kendilerinden? Ortası değil de, bunun dışında olan ancak karikatürleştirilerek gösteriliyor. Feminist, entel, solcu kadın temsilini düşün. Çirkin, sorunlu, bir karikatür. Ve evet kadınlar da mutsuz. Nevroz, depresyon neden bir kadın hastalığı? Erkek egemenliğinin en önemli sonuçlarından biri kadın mutsuzluğudur ve ne yazık ki adı bile anılmaz. Sonuçta bu toplumsal egemenlik biçiminin bir psiko-sosyal sonucu oluyor... Tabii ki ve bunlar daha çok emekçilerin ‘ev kadını’ eşleri arasında yaygın. Bir pazarda gündüz laf aç, çoğu kadın ya hap kullanıyordur ya 'kafa derisi acıyordur' (bir depresyon belirtisi) ya da zaman zaman içi sıkılıyordur. O zaman da hayallerindeki imaj ya da mutlu kadın kendi hayatları dışındakiler oluyordur. Kendi sorunları gibi sorunları olmayan kadınlar belki de. Bu da TV’deki kadın temsillerini açıklıyor. İmaj kutusu en revaçta imajları yansıtıyor... Tabii. güzel, selülitsiz, parası olan, yakışıklı kocası olan kadınlar. Haklısın bu diziler çocukluğumuzun masalları gibi. Gerçek olmayan, hayalini kurduğumuz şeyler.


12

DOSYA 1 Ekim 2010 / 14 Ekim 2010

Halk›n Sesi

Eşitlik mücadelesinde tümleyen bir talep: Anadil Anadilde eğitim talebi, Kürt Eğitim ve Dil Hareketi’nin (TZP Kurdî) çağrıcısı olduğu okul boykotu ve BDP’nin anayasa değişikliği tartışmalarında sunduğu bir koşul olarak yeniden gündeme geldi

Anadilde eğitim talebi kültürel haklar mücadelesiyle sınıf mücadelesinin kesiştiği noktalardan birisi ve rejimin karakteri anadil talebini demokrasi mücadelesinin bir parçası haline getiriyor

İnsanın gerçek yurdu dilidir Albert Camus Anadili kullanma hakkı temel bir hak. Yüzyılın ilk yraısında ulusal kurtuluş hareketlerinin de etkisiyle uluslar arası alanda bu talebi gücence altına alan bir dizi yasal düzenleme yapıldı. İnsanların kendi anadilini kullanması başta Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları sözleşmesi, Kültürel ve İkiz Sözleşmelerinden Ekonomik, Toplumsal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi olmak üzere uluslararası düzenlemelerle güvence altına alınmıştır. Çünkü dil bireyin çevresi ile iletişim kurduğu temel bir araçtır. Ondan öte düşünmesini sağlayan bir araçtır. İnsanlar dilleri sayesinde düşünür, toplumsallaşır. Uluslar dilleri ile beraber yaşar; maddi, kültürel tüm değerlerini kuşaktan kuşağa dilleriyle aktarırlar. AZ DEĞİL AZINLIK DEĞİL Temel bir bireysel hak olan anadil kullanımı Türkiye’de sadece ‘azınlık’ satüsündeki yurttaşlara verilmiştir ki bu yurttaşların Türkiye nüfusu içindeki oranı %0.4’tür. Oysa Eğitim Sen tarafından yayımlanan Anadil Araştırması 2010 Türkiye Taraması Raporu, Türkiye nüfusunun %17’sinin Türkçenin yanı sıra Kürtçe, Zazaca, Arapça başta olmak üzere farklı dillere sahip olduğunu gösteriyor. Üstelik ‘tek dil, tek bayrak’ cümlesinde karşılığını bulan asimilasyon politikaları her bir nesilin kendi anadilini kullanma yetisini kendinden önceki nesille kıyaslandığında %3.5 oranında azalttığını gösteriyor. Bu oran her geçen yıl farklı kültürel kimliklere sahip bireylerin kendi dillerini unutması, diliyle beraber onun geçmişten bugüne aktardığı kültürel değer ve mirasların da silinmeye başlaması anlamına gelmektedir. FAŞİZMİN TARİH TEZİ VE KART KURT EDEBİYATI “Araştırmalarımızda Kürt diye bildiğimiz insanların aslında yapısal olarak 'Türkmen asıllı' olduğunu, Kürt Alevi olarak bili-

Mücad ele bir bütündür Hizmetlerin anadilde verilm esi talebi haklar mücadelesini tüm leyen bir niteliğe sahip. Çünkü kamu sal hizmetlerden herkesin eş it yararlanması talebi ve mücadeles i sadece sınıfsal pozisyonu, yoksull uğu nedeniyle hizmet alamaya nları kapsayan bir talep değil. Bu hizmeti etnik kökeni, dili ve inançları ne deniyle alamayanları da içeriyor

kendi dilini öğreneceğin kurslara gitme gibi ‘kabul edilebilir’ taleplere olumlu yaklaşıyor. Fakat iş ‘eşitlik’ istemeye gelince bu tavır değişiyor. Yani Kürtçe öğrenim serbest ama eğitim yasak oluveriyor. Oysa alınan hizmetlerinin Kürtçe verilmesi yurttaşların dilinden ötürü ayrımcılığa maruz kalmaması anlamına geliyor. Bu haliyle ‘eşitlik’ talebi egemenler açısından kabul edilemez oluyor. Çünkü neoliberal sömürgecilik kendini biraz da yarattığı toplumsal eşitsizlikler ve çelişkiler sayesinde sürdürebiliyor. Irk, cinsiyet ve mezhep ayrımcılığı emek piyasasının daha rekabetçi hale getirirken bu işten karlı çıkanlar patronlar oluyor.

nen vatandaşların ise 'Ermeni kökenli' olduğunu gördük.” Yusuf Hallaçoğlu – Türk Tarih Kurumu başkanı 2007 yılında Türk Tarihi ve Kültüründe Avşarlar” konulu sempozyumu konuşmasından Anadil sorunu farklı kültürlere yaşam olanağı sunulması açısından bir demokrasi sorunu olarak tanımlanabilir. Fakat Türkiye koşullarında bu demokrasi sorunu Kürt sorunun etkisiyle derinleşmiştir. Çünkü Kürt sorunu sömürge tipi faşizmin varlığını süreklileştirmesinin temel unsurlardan birisi olmuştur. Rejimin bu niteliği Kürt halkının asimilasyona karşı mücadelesini doğurmuştur. “Kürt yoktur, dağ Türkleri vardır”, “Kürt diye bir ulus, onlara ait bir tarih yoktur”, üzerine kurulu resmi tezler dil konusundaki tartışmalara da yansımış faşist tarih ve dilbilim anlayışı işi “Kürtçe diye bir dil yoktur. Bu dil Türkçe’nin dağda bozulmuş lehçesidir”, “Kürtçe Farsça, Arapça ve Türkçe’den oluşan derleme ve zorlama bir dildir” tezlerini türetmeye vardırmıştır. İnkarın olduğu heryerde ona karşı direniş de kendini göstermiş Kürtler ulusal kimliklerinin tanınması mücadelesine girişmiştir.

Devletin sosyal bilimler alanındaki tezlere yansıyan inkarcı politikası ve Kürtlere dönük asimilasyon politikası uzun yılllar Türkiye egemenlerinin şeriata, sola ve Kürt halkına taviz vermemek üstüne kurulu kırmızı çizgi siyasetinin temel ayağını oluşturdu. Kültürel ve etnik kimliğin taşıyısıcı olan dilin kullanımının engellenmesi o kültürün ve dilin herşeyden öte o dilin ait olduğu halkın yok edilmeye çalışılması anlamına geldi. 12 Eylül hapishanelerinde anadili yasaklanan mahpuslardan Kamber Ateş’in annesinin oğluyla yaptığı görüş boyunca bidiği tek Türkçe kelime olan “Kamber Ateş nasılsın” sorusunu yineleyip durması sadece darbe rejiminin değil onlarca yıllık inkar politikasıın da göstergesidir. Türkçe bilmediği için mahkemelerde kendini savunma hakkı kullanamayan Kürt kadınlar, TBMM tutanaklarına ‘anlaşılmayan bir dil’ diye geçilen Leyla Zana’nın Kürtçe konuşmasından sonra siyasi baskı ve yasaklar Kürtlere dönük asimilasyonun hafızalara kazınan birkaç anısı değil sadece. HERKESE EŞİT HİZMET İSTEMENİN ANLAMI Bugün bu geleneksel kırmızı çizgi siyaseti değişti. AKP’nin

kurucu aktörlüğüne soyunduğu bu neoliberal dönüşüm süreci beraberinde yeni stratejiler, yeni baskı yöntemleri ve asimilasyon politikaları da getirdi. Kırmızı çizgilerden birisi olan şeriat AKP’nin yeni muhafazakarlık çizgisinin ülke sathında egemen olmasıyla ortadan kalktı. Kürt sorununda ise uluslararası dengelerin ve emperyalizmin bölge politikalarının da tetiklediği bir dizi dönüşüm yaşandı. Kürt sorununda AKP’nin ortaya attığı ‘açılım’ projesi geleneksel egemen siyasetin dönüşümü anlamına geliyor. Kürtlerin neoliberal sömürgeci sisteme entegrasyonunu öngören bu süreç egemenlerin Kürt sorununda soğuk savaş döneminde izlediği asimilasyon politikalarını neoliberalizmin ihtiyaçlarıyla ikame etti. Neoliberal asimilasyon politikalarını hayata geçirmeye başladı bile. Neoliberal asimilasyon neoliberal kimlik politikaları gereği Kürtlerin etnik kimliğinin ve kültürel haklarının tamamen yadsımıyor. Kürtçe yayın yapan TRT ŞEŞ’in açılması, Mardin Artuklu Üniversitesi’nde Kürt Dili ve Edebiyatı bölümü açılması ya da özel kürtçe eğitim kurslarına izin verilmesi bu çizginin anadil konusundaki ufkunu gösteriyor. Kendi dilinde yayın takip etme,

Her şeyden önce ağrının ve acının dilidir anadil. Bir dili, kamusal alanda yasaklayabilirler. O dili yeryüzünden silmek için olmadık baskı yöntemlerine de başvurabilirler. Ancak insanın fiziki bir acı karşısında çıkaracağı ses çoğunlukla anadilinde olacaktır yine de. Dünyanın en güçlü diktatörlerinin bile bunu engelleme güçleri olmamıştır hiçbir zaman. Dolayısıyla anadilde sağlık hizmeti talebi bir fantezi değil, sağlık hakkı, tedavi hakkı, hasta hakkı ve yaşam hakkının ayrılmaz bir parçasıdır. Bedriye Yorgun sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası Genel Başkanı Anadilde Sağlık Semozyumu konuşmasından Oysa hizmetlerin anadilde verilmesi talebi haklar mücadelesini tümleyen bir niteliğe sahip. Çünkü kamusal hizmetlerden herkesin eşit yararlanması talebi ve mücadelesi sadece sınıfsal pozisyonu, yoksulluğu nedeniyle hizmet alamayanları kapsayan bir talep değil. Bu hizmeti etnik kökeni, dili ve inançları nedeniyle alamayanları da içeriyor. Sağlık, eğitim, ulaşım ve temel belediyecilik hizmetlerine dil bilmeyen yurttaşların ulaşamadığı düşünüldü-ğünde bu hizmetlere ihtiyacı olan, anadili Türkçe olmayan yurttaşların ulaşmasını da istemek eşitlik mücadelesini güçlendirmektir.

Önce söz vardı ürtçe’nin bin yıllık bir

K geçmişi var. Hint-Avrupa

dil ailesinin İrani diller grubundan olan dilin Avesta ve Medce gibi dillerle ilişkisi var. Arapça ve Farsça ve Türkçe’den alınan kelimelerden oluşan bir dil olduğuna dair iddialar olsa da Ural-Altay dil ailesine giren Türkçe’den ve Hami-Sami dil ailesine mensup Arapça’dan köken itibariyle ayrılmaktadır. DÖRT YANADA VAR Ortadoğu’da Türkçe, Arapça ve Farsça’dan sonra en çok konuşulan dildir. Çünkü başta Suriye, Türkiye, Irak ve İran olmak üzere farklı ülkelere dağılmış 30 milyondan fazla insan tarafından konuşulmaktadır. Kurmanci, Zazaki, Lor olmak üzere üç farklı lehçesi vardır. Irak’ta Kürtçe özerklik statüsünün bir gereği olarak Kürt kentlerinde kullanıldı. 1960’larda Süleymaniye’de bir Kürt Akademisi açıldı, Kürtçe radyo yayınları yapıldı. İran’da Şah rejiminden beri Kürtçe dergi yayın var. 1979’da gerçekleşen İslam devrimi sonrası kamusal alanda Farsça resmi dil ilan edildi fakat Kürtçeyle beraber diğer dillerin kitle iletişim araçlarında kullanılması ve okullarda edebiyatının

öğretilmesi serbest oldu. SESLE HAYAT VERENLER Kürtçe farklı bölgelerde dağınık biçimlerde yaşayan, ortak ve merkezi bir siyasi otoriteye bağlı kalmaksızın varlığını sürdüren bir halkın ortak dili olarak baskı asimilasyon politikalarına rağmen bin yıldır varlığını sürdürdü. Kürtçenin ortak bir alfabesi yok. Bilinen ilk Kürtçe eserler bundan bin yıl önceye dayanır ve Arap alfabesi ve yazım kuralları kullanılarak yazılmıştır. Kürtçe kendine özgü alfabesi olmadığı için yazılı eserler yerine sözlü aktarım yoluyla nesilden nesile geçmiş bir dildir. Bu aktarımda ve Kürt dilinin yaşamasında Dengbejlerin payı büyüktür. Kürtçe'de 'Sese hayat veren' anlamına gelen 'Dengbêj', Kürt kültürüne ait destanları, aşk hikayelerini, isyanları, tarihi olayları herhangi bir enstrüman kullanmadan, sesleri ile canlandıran Kürt ozanlarına verilen isimdir. Denbêjlerin seslerini kullanarak yarattıkları yapıtlara "kilam" denir. Dengbêjler, yüzyıllar boyunca köy köy gezerek anlattıkları hikayelerle, sözlü Kürt Edebiyatının yaşattı.

Dünya her dilden konuşuyor 'Anadili, insanın teni gibidir. Diğer diller ise elbiseleri gibi.' - Celadet Elî Bedirxan

7 y.y. da yaşamış olan Kürt yazar, düşünür ve şair Ahmede Xani’nin Mem u Zin adlı eseriyle bu edebiyatın dönüm noktası olmuştur .

Xanî, Memê Alan ismini taşıyan kadim bir Kürt destanını eserine uyarlamış, çeşitli değişikliklerle bir başyapıt oluşturmuştur.

Dilin bir baskı aracı olarak kullanılması ve dilin iletişim aracı olarak kullanılması arasındaki farkı gören ülkeler, kamu hizmetlerinin sağlanabilmesi, sağlık hakkını, eğitim hakkını kullanabilmek için halkın ana dillerini anayasasına koyuyor. Bunun dünyadaki emsalleri ve gelinen noktalar bir fikir veriyor. Bolivya Anayasası 25 Ocak 2009’da Bolivya halklarının yüzde 61’inin onayı ile yürürlüğe girdi. Anayasadaki hükme göre; ‘İspanyolca ve özgün köylü yerli ulus ve halkların bütün dilleri, aymara, araona, baure, bésiro, canichana, cavineño, cayubaba, chácobo, chimán, ese ejja, guaraní, guarasu’we, guarayu, itonama, leco, machajuyaikallawaya, machineri, maropa, mojeño-trinitario, mojeño-ignaciano, moré, mosetén, movima, pacawara, puquina, quechua, sirionó, tacana, tapiete, toromona, uru-chipaya, weenhayek, yaminawa, yuki, yuracaré ve zamuco, resmi dillerdir.’ Anayasanın 5. maddesinde ise ‘Çokuluslu hükümet ve bölgesel hükümetler en azından resmî dillerden ikisini kullanmakla yükümlüdür. Bunlardan biri İspanyolca olmalıdır; diğeri söz

konusu teritoryadaki nüfusun adetleri, görenekleri, koşulları, zorunlulukları ve tercihleri göz önünde bulundurularak kararlaştırılacaktır’ hükümlerine yer verilerek yerli halklarının anadillerini kullanmasının niçin önemli ve gerekli olduğunun altı çiziliyor. Prof. Dr. İclal Ergenç’in dilin sosyo-kültürel deneyimleri yansıttığını ve ondan beslendiğini anlatan yazısı bunu destekler nitelikte; “Nöropskilojik açıdan dil, uzun bir sosyal gelişme sürecinden yaratılan kodlar sistemidir. Bu sistem sesbilimsel, sözcükbilimsel, biçimbilimsel, anlambilimsel ve sözdizimsel düzlemlerden oluşmaktadır. Dil, bütün bu düzlemlerin aktif kullanımı ve beynin tümünün katılımıyla ortaya konur.” ANADİLDE EĞİTİM İÇİN ÜLKE ÜLKE SEBEP Anadilde eğitim konusu açıldığında en çok emsal gösterilen ülke İspanya. Bölgesel devlet modelinin olduğu İspanya’da Kastilya dili devletin resmi dili olarak belirlenmiştir. Ancak özerk topluluklar nezdinde resmi diller de kabul ediliyor. Çünkü ülkede diğer dillerin kullanımı, kültürel mirasa sahip çıkmak olarak değerlendiriliyor. Ülkeye göçlerin yoğun yaşandığı İsveç’te, İsveç dili zorunlu olduğu halde isteğe bağlı olarak 60 farklı anadilde eğitim görmek mümkün. Yasalara göre belediyeler ülkeye göç eden ailelerin çocuk-

larına anadilde eğitim sağlamak ve İsveç dilini öğretmekle yükümlü. Bölgede en yaygın eğitimin görüldüğü diller arasında Türkçe ve Kürtçe de bulunuyor. Ülkede çeşitli anadillerde eğitim hakkının sağlanmasının esas dayanağı kültürlerin korunması. Anadilde eğitim hakkının elde edilmesinin sancılı bir sürece dayandığı Fransa’da Korsika dili ‘Yere tükürmek ve Korsika dilinde konuşmak yasaktır’ yazan levhalarının bulunduğu ilkokullardan, 1994’te kabul edilen ‘iki dilli eğitim’e büyük aşama kaydedildi. Gönüllü öğretmenlerle işe başlayan halk, kısa zamanda dilin gelişimi için ve günlük hayatta yaşattığı kolaylıklar açısından kayda değer adımlar attı. İsviçre’de yerel yönetim, eğitim ve sağlık konuları kanton hükümetlerinin sorumluluğunda. Almanca, İtalyanca, Romanca ve Fransızcanın kullanım oranlarının sırasıyla yüzde altmış beş, on iki, on iki ve sekiz olduğu ülkede, kanton hükümetler konuşulan dilleri esas alarak, bölgelere kamu hizmeti götürüyor. Hollanda, Kanada, Galler, Güney Afrika, Özbekistan’ı da içine katacağımız birçok ülkede öğrenciler anadillerinde eğitim alabiliyor. Bununla ilişkili olarak, diğer temel haklarını kullanmaları kolaylaşıyor.


13

TARİH 1 Ekim 2010 / 14 Ekim 2010

Halk›n Sesi

Basın tarihi: Baskı, sansür, cinayet arihimizde basına yönelik ilk cezai düzenlemeler Tanzimat Dönemi düzenlemeleri ile gerçekleştirildi. Buna göre, “devlet, tebaası ve hükümet mensupları aleyhinde gazete, kitap ve zararlı evrak basmaya ve yayımlamaya cüret edenlerin bastırdıkları şeyler ellerinden alınacak; suçun derecesine göre, matbaası geçici olarak veya tamamen kapatılacak ve para cezası verilecekti.”

T

B

aşbakan Erdoğan’ın gazete patronlarından köşe yazarlarını denetim altına almasını istemesi, Yiğit Bulut’un tüm medyayı denetleyecek bir kurul önerisi çok konuşuldu, tartışıldı. Ancak basına baskı geleneği yaşadığımız topraklara hiç yabancı değil SANSÜRÜN YANINDA EKONOMİK BASKI İktidarın, basını denetim altında tutmasının önemli araçların biri de elbette ekonomiydi. 1874’te, her gazeteye iki paralık pul yapıştırma mecburiyeti getirildi. Bu pul rüsumu (vergisi) Osmanlı basını için önemli bir maliyet olmuştu. Vergi, zaten büyük baskı altında olan gazetelerin maliyetini büyük oranda artırıyordu. Verginin kaldırılması için gazeteciler, çeşitli girişimlerde bulunurlar. Bir heyet oluşturan basın temsilcileri, devletin borçlarını tahsil etmek için kurulan ve gelirler üzerinde yetkili olan Düyun-u Umumiye binasına gittiklerinde Fransız binbaşı Leon Berger’in onları kovduğu anlatılır. Bu hakaret üzerine basın, Binbaşı Berger’e yüklenmeye başlar, ancak Binbaşı Berger de, gazeteleri Saray’a şikayet eder. 21 Ağustos’ta gazetelerde hükümetin bir tebliği yayımlanır ve Düyun-u Umumiye İdare Meclisi başkanına haksız, yersiz saldırılarda bulunulduğunu, gerçekten uzak şeyler yapıldığı ileri sürülerek gazetelerin binbaşı aleyhindeki yazılarını kesmeleri istenir. Basına yönelik baskının bir diğer olumsuz tarafı ise bizzat basının kendisinden kaynaklanan, bazı gazetelerin, devletten sağladıkları çıkarlara bağlı olarak padişahın istekleri doğrultusunda yayın yapmaları oldu. Benzer şekilde, dış basında padişah aleyhine yazı yazılmasının önüne geçebilmek için de bu gazetelerden bazılarına maddi çıkar sağlanması yoluna gidildi.

İLK GAZETE KAPATMA Bu düzenlemenin ardından ilk gazete kapatma eylemi de gerçekleşti. Ekim 1860’ta yayın hayatına başlayan ve ilk sayısındaki giriş yazısında, halkın görevleri olduğu kadar hakları da olduğunu ve ülke yararına konularda görüş bildirmenin bunlar arasında bulunduğunu yazan ilk özel gazete Tercümanı Ahval, eğitim konusundaki olumsuzlukları ele alan, eğitim yöntemini eleştiren bir yazı dolayısıyla Mayıs 1861 'de iki hafta süreyle kapatıldı. BASINA DÜZENLEME Basını denetim altında tutuma isteği yıllar boyunca getirilen çeşitli uygulamalarla düzenlenmeye çalışıldı. Gazete ve dergi çıkarmak, ruhsat alma koşuluna bağlandı. Devletin iç güvenliğini ve asayişini bozan bir suçun işlenmesini kışkırtan, padişah ve hanedanı hakkında uygunsuz sözler kullanan, vekiller, dost ve müttefik devletlerin hükümdarları, yabancı devletlerin temsilcileri aleyhinde yazılar yazan gazetelerin geçici veya tamamen kapatılacağı belirtildi. Bütün bu sınırlamalar gazetelerin "ilave" adıyla yapacakları yayınlar için de geçerliydi. Bu düzenlemelerden, ülke dışında bastırılmış olup, Osmanlı Devleti aleyhinde yazılar içeren gazete ve benzeri yayınlar da nasibini aldı elbette; ülkeye sokulmaları yasaklandı. Albert Renouard, 1881’de yayınlanan “Türklerin Arasında” isimli seyahatnamesinin basınla ilgili bölümünde özellikle Bulgar ve Yunan basını üzerinde sansür uygulandığını, Atina ve Sofya’da basılan birçok gazetenin Osmanlı topraklarında dağıtılmasının yasaklandığını anlatır. 1881’de Fransa’nın Tunus’a asker çıkarması ve arkasından yapılan anlaşmalarla himayesini kurması ile Fransız basını da aynı uygulamaya maruz kalır. 1876’da bir kararnameyle, basına öndenetim zorunluluğu getirilerek gazetelerin baskıdan önce “muayenesine” karar verilir. Gazeteciler kararnameye karşı büyük tepki gösterir. Basiret gazetesi, "Bugün makinemiz kırılmış olduğundan, gazetemiz böyle yayımlanmıştır", diye büyük bir uyarı koyarak sayfalarını boş bırakır. Sabah gazetesi ise Cumhuriyet döneminde de kullanılacak olan

Üzerinde “gazeteye mahsus pul” ibaresinin yazılı olduğu bu pulların bedeli matbaa sahibi tarafından toplu olarak ödenir, pullar gazetenin basılacağı kağıda baskıdan önce yapıştırılır, gazete baskıya öyle verilirdi. Vergi, zaten büyük baskı altında olan gazetelerin maliyetini büyük oranda artırıyordu. bir uygulamayı başlatır: Sansürlenen yerleri boş bırakarak gazeteyi yayımlar. Okuyucu da, genellikle belli konulardaki yazıların yerlerine alışmış olduğundan, öndenetimin neleri makasladığını anlar. 1878'de, gazete ve dergileri denetlemek ve sansürden geçirmek üzere Dahiliye Nezareti'ne bağlı Matbuat-ı Dahiliye Müdürlüğü içinde bir kurul oluşturuldu. Bu kurulun neyi denetleyeceği ise gizli bir yönet-

melikle belirlendi. Böylelikle 1876'da süreli yayınlar için getirilen ve kısa bir süre yürürlükte kalan ön denetim uygulaması, bir kez daha getirilmiş oldu. 1901'den sonra da yeni gazete ve dergi çıkarılmasına izin verilmedi. II. Meşrutiyet'in ilânının yol açtığı rahatlama basın alanına da yansıdı, fakat bu dönem kısa sürdü. İttihat ve Terakki'nin iktidarını pekiştirmesinin ardından basın üzerindeki baskı arttı. Devletin I. Dünya Savaşı'na girme-

siyle birlikte İttihat ve Terakki tarafında olan gazetelerin dışındakiler kapatıldı ve sıkı bir sansür uygulaması gerçekleştirildi. Savaşın sona ermesi ile kısmi bir rahatlama oldu, fakat bu da kısa sürdü ve sansür uygulaması 1923'e kadar devam etti. Bu tarihte yayımlanan TBMM İcra Vekilleri Heyeti Kararnamesi ile sıkıyönetim ve buna bağlı olarak getirilen sansür kaldırıldı.

Et yemek kime kısmet? Et sıkıntısının ve dolayısıyla da fiyatların sürekli arttığı bugünlerde önce ithal hayvan, sonrasında da ithal et gündeme geldi. İktidarın ithal etmek dışında başka herhangi bir politikasının olmadığı çok açık. Peki bir iaşe politikası bulunan Osmanlı’da et tüketimi nasıl planlanıyordu? smanlı İmparatorluğu’nun

O en büyük et tüketim

merkezi İstanbul’du. Başkent olarak siyasi ve iktisadi bir merkez olması, çok sayıda insanı barındırması nedeniyle, ihtiyaçların temini son derece önemliydi. Bu yüzden özellikle et konusunda bir planlama mevcuttu. İmparatorlukta ağılcı, mandıracı, koyun erleri gibi gruplarla Yörükler ve Tatarlar gibi bazı göçebeler hayvancılıkla uğraşır, kendi gereksinimleri dışında İstanbul’unkileri de sağlarlardı. Her kazanın İstanbul’a göndermekle yükümlü olduğu koyun ve kuzu sayısı, bölge kadılarından sağlanan bilgilere göre İstanbul’da belirlenir ve bu amaçla “asıl celep defteri” denen defter düzenlenirdi. Defterin bir sureti bir mübaşir çavuşla ilgili bölge kadısına ulaştırılır ve bölge kadıları, hayvanları eksiksizce sağlayıp gönderirlerdi. Kadı, İstanbul’a ait koyunların ve kuzuların bölgede kesilmesini önlerdi. Fiyat konusunda anlaşmazlıklar çıkarsa narh çerçevesinde kadı bunları çözümlemeye çalışırdı. Gerekli sayıda hayvan sağlandığında, kadı irsaliye defteri ya da celep defterini hazırlayıp bir mübaşir çavuşla İstanbul’a yollardı. Bölge kadısının yolladığı defter, İstanbul koyun eminine teslim olunur, gelen sürüler defterlerle karşılaştırılır, kent kasaplarına teslim edilirdi. Celeplerin İstan-

bul’a yolladıkları sürülerin yol boyunca satımı, kesimi ve yolculuğun geciktirilmesi yasaktı. İstanbul’un koyun gereksinimini özellikle, Doğu Anadolu sağlardı. Koyunların İzmir’e ve Bursa’ya gönderilmemeleri için kadılar zaman zaman uyarılmaktaydı. Ayrıca, tüccardan yasadışı vergi alınmaması, tüccara zarar verilmemesi de duyurulmak-

ne ödenmesini de bunlar sağlarlardı. İstanbul’a getirilen koyunlaın dağıtımı ile koyun emini ilgilenirdi. Koyun emini İstanbul’a gelen sürülerin ücretini öderdi. İstanbul’a koyun getiren sürücülerin ücretleri kasap akçesi ya da kasap sermayesi denen fondan ödenirdi. Halktan kasap bedeli adıyla para toplanırdı.

yapmayı kimse istemezdi. Kasap olmamak için on bin altını gözden çıkaranlara rastlanıyordu. Onun için taşrada varlıklı oldukları anlaşılan kişiler bulunur ve bunlardan İstanbulda kasap veya koyun getirmek üzere celebkeş yazılırdı. Salhanede kesilen hayvanlar, kadıların koyduğu fiyata(narh) göre satılırlardı. İstanbul kadısı

Osmanlı’nın iaşe politikasında İstanbul’u, İstanbul’da da elbette sarayı doyurmak öncelikliydi. taydı. Anadolu ve Rumeli’den gelen koyunların korunması ve gerekli olandan fazlasının ziyan olmamasıyla ilgili olarak İstanbul kadısı, sekbanbaşı ve gümrük emini görevliydiler. Gelen koyunların kasaplara dağıtılması ve gereken ücretlerin sahipleri-

İstanbul’daki kasaplar çoğu kez ucuz fiyatla orduya ve saraya et sattıklarından zarar-ı kasabiye denilen ve imparatorluğun her tarafından toplanan vergiyle zararların karşılanmasına çalışılırdı. Ancak, bu vergi de zararı tam karşılamaktan uzak olduğu için İstanbul’da kasaplık

ve sekbanbaşı da fiyatlara uyulup uyulmadığını kontrol ederlerdi. Ancak bolluk zamanlarında belirlenen narhdan ucuza et satıldığı olurdu. Osmanlı’nın iaşe politikası temel olarak imparatorluk sınırları içerisinde yapılan her türlü üretimin, üretim böl-

gelerindeki ihtiyaçlar giderildikten sonra arta kalan kısmının, öncelikli olarak İstanbul'a gönderilmesiydi. Ancak İstanbul’u merkeze alan bu politika diğer bölgeleri sıkıntıda bırakıyordu. İstanbul’un et talebi ile diğer kentlerin et talebi arasında rekabet yaşanmaktaydı, yönetim etin satış fiyatını İstanbul’da yüksek tutarak sürülerin İstanbul’a gelmesini sağlamaya çalışıyordu. Ancak bu diğer kentler için etten mahrumiyet anlamındaydı. İstanbul'un et ihtiyacı o kadar önemliydi ki bu yüzden 1580'lerde Balkanlar'da koyun kesimi yasaklanmıştı. Bölge halkı mecburen keçi eti yiyecekti. Öte yandan halktan gerçek fiyatla değil de, kadıların biçtikleri narh ile ve zorla alınarak İstanbul’a gönderilen maddeler, düzenli dağıtılamamakta, madrabazların(toptancı) eline düşmekteydi. Bunlar elde ettikleri yiyecekleri depolarına doldurup, geceleri gemiye yükleyip, Bursa, İzmit yörelerine kaçırıyorlardı. Dolayısıyla fiyatlar da sürekli artmaktaydı. Fatih zamanında (1451-81) bir koyun 15-20 akçe iken, 1609’da 217 akçe, 1520’de bir kilo et 1,5-2 akçe iken 1609’da 42 akçe olmuştu. 1609’da bir işçinin gündeliği ise 18-20 akçeydi yani iki gün çalışarak bir kilo et alabiliyordu. Dolayısıyla eşitsizlik sadece bölgeler arasında değil toplumun çeşitli kesimleri arasında da mevcuttu.

İLK CİNAYET Basına baskı tarihinin bir diğer unsuru da elbette gazeteci cinayetleriydi. İlki, 5 Nisan 1909’da gerçekleşti. İttihatçıların uygulamalarını eleştiren Serbesti gazetesi başyazarı Hasan Fehmi, üç arkadaşıyla birlikte Galata Köprüsü'nden geçerken kurşunlanır. Hasan Fehmi'nin öldürülmesi, özellikle üniversite gençliği arasında büyük tepkiye neden olur. Ertesi gün, gençler, Babıali'nin önünde toplanır 'Katili İsteriz!' diye bağırır. Aralarında seçtikleri bir kurul, Sadrazamla görüşür. Sadrazam, "Katili bulur, astırırım" der. Gençler daha sonra Meclis Başkanı Ahmet Rıza Bey'le de görüşürler. Ancak bunlardan bir sonuç çıkmaz.

Mahallenin namusu 768 y›l›n›n Nisan ay›nda Üsküdar Valide Mahallesi'nden dokuz kifli, mahalle imam› ‹brahim Efendi ile birlikte, mahallelerini temsilen Üsküdar Kad› Mahkemesi'ne gelirler. Mahkemeye gelifl nedenleri, mahallelerinde oturan Rabia isimli bir kad›n› flikâyet etmektir. Verdikleri ifadede: "‹smi geçen Rabia, kendi halinde olmay›p, kendisine namahrem kiflilerle görüflür. Bundan baflka, Habibe ve Alime isimli iki fahifleyi de evinde bar›nd›r›r, bazen evini bofl b›rak›p baflka mahallelere e¤lenmeye gider. Hatta bir gün evinde yang›n bile ç›km›fld›r. Bu nedenlerden dolay› kendisine güvenimiz yoktur." diyerek Rabia'n›n durumunu mahkemeye ihbar ederler ve Rabia'n›n mahallelerinden "ihraç olunmas› için ferman yaz›lmas›n›" isterler. Mahalleden ihraç kararlar›, Osmanl› toplum hayat›nda önemlidir. Öyle ki, Osmanl› ceza hukukuyla ilgili olarak kad› sicillerine yans›yan en bariz hükümlerdendir. Meselenin mahkemeye gelifl süreci ve flekli de¤iflse de mahalleden ihraç kararlar›nda as›l etken “ortak bir kimli¤e sahip” mahalle ahalisi

1

olmaktad›r. Bu bak›mdan mahalle ahalisi, ideal tipin d›fl›nda gördükleri ve ahlâk, güvenlik vb. gerekçelerle bünyesinde bar›nd›rmay› sak›ncal› bulduklar› kiflileri d›fllamada belirleyicidir. Osmanl›’da bireyler yaflad›klar› mahalleye göre tan›mlanm›fl, ayr›ca mahalle merkez taraf›ndan malî bir birim olarak vas›fland›r›lm›fl ve orada yaflayan kifliler toplu olarak belli bir mebla¤dan sorumlu tutulmufltur. Bu da kiflilerin birbirlerini karfl›l›kl› olarak denetlemesini pekifltiren bir unsur olmufltur. Bir di¤eri ise, güvenli¤i sa¤lamak ad›na ikamet edenlerin birbirlerine karfl›l›kl› olarak kefil tutulmalar› olmufltur. Bunlar›n bir sonucu olarak da sosyal kontrol mekanizmas› geliflmifltir. Bu çerçevede, “mahallenin namusu”, “mahalle kabaday›s›” gibi deyimlerin geleneksel Osmanl›’n›n mahalle kültüründen geldi¤i düflünülebilir. Ayr›ca mahallelerden sorumlu mahalle imam› ya da mahalle vakf› sorumlusunun yan›s›ra duruma ve yerine göre, mahallelerin baz› "ileri gelen kifliler" taraf›ndan da temsil edilmesi kimi farkl›l›klarla bugüne dek ulaflm›fl görünüyor.


14

BİLİM-SPOR 1 Ekim 2010 / 14 Ekim 2010

Halk›n Sesi

Eskiden Kocaelispor vardı... ERHAN ALTIPARMAK çinde bulunduğu ekonomik sıkıntılardan kurtulmaya çalışan Kocaelispor yönetimi, kulübün armasına sponsor bulamadığı için bir süredir klübü satmaya çalışıyordu. Üstelik, AKP’li Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu, “Ben Kocaelispor’a günahımı vermem. Kocaelispor benim için bitmiştir” demişti. Sonra birden bire Fuat Donay isimli bir işadamı çıktı. İzmirli işadamı kulübü satın almak istediğini birkaç kez söyledi. Kulübe geldi, pazarlıklar yaptı, basın mensuplarına içi para dolu çanta gösterdi. Başkan Muammer Çelik Fuat Donay’ı hem evinde ağırladı, hem de özel aracını Fuat Donay’a kullanması için tahsis etti. Fuat Donay kulüpte evrakları incelerken Muammer Çelik’e İzmir Kuşadası’ndan esrarengiz bir telefon geldi. Telefondaki ses ‘Fuat Donay dolandırıcıdır’ diyordu. Muammer Çelik bunun üzerine kulüpte Fuat Donay’ı tekme tokat dövdü. Fuat Donay’a tahsis edilen araç Manisa’dan çıktı. Fuat Donay’ın adını ve soyadını da değiştirdiği öğrenildi. Ayrıca Fuat Donay’ın Rus mafyalarıyla ilişkide olduğu tespit edildi. Fuat Donay’ın basına sergilediği paralardan sonra kurtulmasına an gözüyle bakılan Kocaelispor’da, dolandırıcılığın ortaya çıkmasıyla bir umutsuzluk başladı. Kocaelispor bulunduğu 2. Ligde aldığı 2 puanla son sıralarda bulunuyor ve alınan sonuçlardan sonra Kocaelispor’un en büyük taraftar grubu Hodri Meydan, kulübün acil kongre yapmasını istedi ve yönetim en yakın zamanda kongrenin yapılacağını duyurdu.

İ

BAŞARI VE DİBE VURUŞ 2 kere Türkiye Federasyon kupasını müzesine götürmeyi başaran klüp 2003 yılında 2. lige düştü. Kocaelispor 2007 yılında

B

ir zamanlar başarıdan başarıya koşan Kocaelispor iflasın eşiğine geldi. Taraftarlarının da desteği kesmeye başladığı klüp dolandırıcıların hedefi oldu

Spor-Sen DİSK’e katıldı

Para dolu çantayla Kocaelispor’u almak için geldi¤ini söyleyen Fuat Donay ve arkadafl›, ‘Abi doland›r›ld›k’ fleklinde gelen telefonun ard›ndan bu hale geldi. tekrar 1. lige yükselmeyi başardı. O dönem yapılan kongrede otobüs firması işletmecisi Serhan Gürkan klüp başkanlığına getirildi. Bu dönemden sonra şaibelerin ardı arkası kesilmedi. Hem transfer politikasındaki yanlışlıklar, hem de Serhan Gürkan'ın klübü (mahkeme sonucu daha kesinleşmedi) zarara uğratması kulübün düşüşüne neden oldu. Kocaelispor’un ligde de kötü sonuçlar alması, sponsorların kulüp üzerinden elini çekmesine neden oldu. Serhan Gürkan’ın otobüs firması her geçen gün büyürken, kulüp ise günden güne eriyordu. Taraftar, yönetimden kongre istedi. Serhan Gürkan ise bu baskılara önce kulak tıkadı, ardından kongreyi kabul etmek zorunda kaldı. Yapılan kongre ile Gürkan tekrar kulüp başına geçti; ancak kulübün kötü gidişi bir türlü engellenemedi. Sportif başarı gösteremeyen

kulüp 2007’de yine ligden düştü. Kulübün en kötü döneminde Muammer Çelik kulübün başına geçti. Çelik 2 yıldır kulüp başında. Maddi olarak güçlü olmayan Çelik önce Serhan Gürkan dönemindeki yolsuzlukları ortaya çıkararak savcılığa başvurdu. Ancak kulübü ekonomik krizden çıkaramadı. Çelik 5 ay önce açlık grevine başladı. Kulübü zarara uğratanları teşhir etmek için açlık grevine başlayan Çelik’in eylemi 1 hafta sürdü. Kulüpte yaşanan maddi düzensizlikler cumhuriyet savcılarını da harekete geçirdi. Savcılar soruşturma başlatarak hem eski başkan Serhan Gürkan hem de Muammer Çelik hakkında suç duyurusunda bulundu. Her iki başkan da kulübü zarara uğratmakla suçlandı. 2007 yılıyla birlikte Kocaelispor, şehir içi otopark işini Büyükşehir

Belediyesinden ihale ile aldı. Sonra işletme işini Musanpark isimli bir firmaya verdi. Firma, karının yüzde 10'unu Kocaelispor'a düzenli olarak ödedi. Gücünü Kocaelispor'a borçlu olan firma son olarak 2010 Ağustosu’nda Kocaelispor’a 30 bin liralık kombine bilet alarak destek verdi. Firma, ayrıca 2011 tarihine 160 bin liralık çek kesti. Bu destekler ise yüzlerce çalışanı bulunan kulüp açısından hiçbir şey ifade etmiyor. Hala başkanlık görevini sürdüren Muammer Çelik Musanpark’ı düzensiz ve gerçeği yansıtmayan ödemeler konusunda uyardı. Musanpark ise zaten zor durumda olan Çelik’i neredeyse hiç dinlemedi. Kocaelispor’un kuruluşunda ‘60’lı yıllarda Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı olan Orhan Şeref Apak’ın başlattığı ve küçük Anadolu kulüplerinin liglere

katılmasını sağlayan uygulamanın büyük payı var. Anadolu futbolunun gelişimi için alınan ve en az üç takımı birleştirerek kent takımı kuranları Türkiye İkinci Ligi’ne kabul eden uygulama Kocaeli’nin de önünü açmıştı. 1966 yılında Baçspor, İzmit Gençlik ve Doğanspor takımlarının birleşmesiyle Kocaelispor kuruldu. 1957 yılında Baçspor’a, Belediye Başkanı Osman Gencal tarafından sembolik bir fiyatla 1 liraya verilen tayyare meydanındaki 28 bin dönümlük arazi satılarak 283 bin lira kazanıldı ve kuruluş işlemleri ile tesisleşme sorunu da bu parayla çözüldü. Üç klübün yaptığı kongreler sonunda klübün rengi yeşil-siyah olarak kabul edildi. İlk yönetim kurulu seçildi ve Kocaelispor 1966 / 67 sezonunda Türkiye İkinci Ligi’nde oynamaya başladı.

Kocaelispor’un başarılarla dolu geçmişi ocaelispor’da ilk en büyük

K başarıyı genç takım yakaladı.

1976 - 77 sezonunda Türkiye ikincisi olan Kocaelispor Genç Takımı 1995 – 96 sezonunda Türkiye şampiyonlar şampiyonu oldu. Kocaelispor A takımı ise 1979 1980 ve 1991 - 1992 sezonlarında Türkiye İkinci Ligi şampiyonu olarak birinci lige çıktı. Yeşil siyahlı takım Türkiye Birinci Ligi’ndeki en büyük başarısını 1992 – 93 sezonunda kazandı. İlk yarıyı lider olarak tamamladığı sezonu dördüncülükle bitirdi. Ardından bir

sonraki sezonda başarı devam etti ve Kocaeli ligi beşincilikle tamamladı. Kocaelispor Türkiye Kupası’nda da büyük başarılara imza attı. 1996 – 97 ve 2001 – 02 sezonlarında Türkiye Kupası’nı müzesine götürdü. Kocaelispor 1993 – 94 yılında UEFA Kupası, 1994 – 95, 1998 -99 ve 1999 - 2000 sezonlarında Intertoto, 1997 – 98 sezonunda da daha sonra UEFA Kupası’na dahil edilecek olan Avrupa Kupa Galipleri Kupası’nda Türkiye’yi temsil etti. Yeşil siyahlı ekip ligde üst üste başarılı sezonlar geçirdiği dönem-

lerde, lig zirvesine hakimiyet kuran dört büyüklere kök söktürdü; onların tahtının tehlikede olduğunu hatırlattı. Kocaelispor ligde gösterdiği başarılarının yanısıra birçok futbolcuyu keşfetti. Kocaelispor’un en parlak dönemi, Sefa Sirmen’in hem Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Başkanı hem de Kocaelispor’un başında olduğu dönemdi. Sefa Sirmen belediyenin de desteğini klübe vererek klübe yatırım yaptı. Sirmen 1989-2002 yılları arasında aralıksız Kocaelispor’un başındaydı.

2010 başında kurulan Spor Emekçileri Sendikası (Spor-Sen) ilk olağan genel kurulunu yaptı. 25-26 Eylül tarihlerinde gerçekleştirilen genel kurulda Kemal Salahioğulları genel başkan seçilirken, yönetim kurulu İbrahim Akseloğlu, Mehmet İçin ve Cahit Albayrak’tan oluştu. Genel Kurulda sendikanın DİSK’e katılması kararı oybirliği ile alındı. “Türkiye emek hareketinde yaşanan tüm sorunlara rağmen, artık spor alanı spor patronlarının ve spor baronlarının insafına terk edilmeyecektir” diyen Spor-Sen, mücadelelerinin kalıcılaşması ve spor emekçilerinin örgütlenmesi için tüm emek güçlerine de görevler düştüğünü açıkladı ve tüm emek güçlerini Spor-Sen’in çalışmalarını desteklemeye çağırdı.

Türkiye’de ödül uçurumu Türkiye Erkekler Basketbol Milli Takımı Dünya Basketbol Şampiyonası’nda tarihinin en büyük ikinci başarısına imza attı. Dünya ikincisi olan milli takımdaki tüm oyuncular ve teknik ekibe 28,5 milyon liralık ödül verildi. Ödül kişi başına 1 milyon liraya yakın bir paraya tekabül ederken, turnuvanın şampiyonu ABD’li oyuncular ise devletten 25’er bin dolar aldı. Ankara Barosu avukatlarından Sedat Vural, eşitlik ilkesine aykırılık gerekçesiyle ödülle ilgili dava açtı. Basketbolculara verilen ödülün miktarı Avrupa Atletizm Şampiyonası’nda altın madalya alan Nevin Yanıt ile halterci Nurcan Taylan’ın tepkisine neden oldu. Dünya, olimpiyat ve Avrupa şampiyonlukları kazanan Taylan 16 yıllık spor hayatında aldığı ödüllerin toplamının, basketbolculara bir seferde verilen ödülün yarısı etmediğini belirtirken Yanıt, kazandığı ödülü 1,5 aydır alamadığını söyledi.

BİLİM Bilimsel düflüncenin do€uflu -17: Darwin 1809-1882 y›llar› aras›nda ‹ngiltere’de yaflam›fl olan Darwin belki de kendisinden 200 y›l sonra halen ad›ndan en çok bahsedilen bilim adam› olma özelli¤ini tafl›yor. Darwin üzerinde uzun y›llar çal›flarak tamamlad›¤› “Evrim Teorisi” ile bilim karfl›t› düflüncelerin tam flah damar›na vurmufltu. Darwin insan›n da dahil oldu¤u canl› türlerinin ortak bir atadan türedi¤ini ileri sürmüfl ve bunu do¤rulayan pek çok bilimsel kan›t da toplam›flt›. Darwin’in evrim teorisi bugünkü biyoloji biliminin temelini oluflturmaktad›r. Evrim teorisi 1930’lu y›llarda dünya bilim çevreleri taraf›ndan kabul edilmifl ve ders kitaplar›na kadar girmiflti. Darwin, bilimsel çal›flmalar›n› yürüttü¤ü ilk y›llar›nda kilisenin bask›s›ndan çekinerek vard›¤› sonuçlar› sadece yak›n arkadafllar›na aktarm›flt›. Ancak daha sonra benzer fikirlerin daha aç›k konuflulmaya bafllamas›yla birlikte ilk önemli eseri olan “Türlerin Kökeni” isimli eserini yay›nlad›. T›p fakültesinde ö¤renciyken tan›flt›¤› Lamarck’›n görüfllerinden etkilenerek türlerin kökeniyle ilgilenmeye bafllad›. Hekimlik e¤itimini b›rakarak biyolojiyle ilgilenmeyi tercih etti. Babas› o¤lunu bu durumdan kurtarmak için dini e¤itim veren bir okula yazd›rd› ancak Darwin’in biyoloji aflk› her fleyin üzerinde geldi¤inden çal›flmalar›n› b›rakmad›. 1831 y›l›nda kendisine teklif edilen 2 senelik bir Güney Amerika

yolculu¤unu babas›n›n itiraz›na ra¤men kabul etti ve hayat›n›n en önemli serüveni böylece bafllam›fl oldu. 2 y›l sürmesi beklenen yolculuk 5 y›l sürdü ve Darwin, bu sürede çok say›da örnek canl› toplayarak düflüncelerinin daha da netleflmesini sa¤lad›. Biyoloji çal›flmalar› ayn› zamanda jeoloji üzerine yapt›¤› gözlemlerle de destekleniyordu. Yer kabu¤unun da t›pk› canl› organizmalar gibi yüzy›llar süren evrim sonucunda flekil de¤ifltirdi¤ini anl›yordu. Darwin “do¤al seçim” teorisiyle canl›lar›n kontrolsüz büyümesi sonras›nda do¤aya ayak uydurabilenlerin yaflamaya devam etti¤ini ve hayatta kalanlar›n en güçlü yanlar›n› genetik olarak yavrular›na aktararak güçlü nesiller oluflmas›n› sa¤lad›klar› görüflünü gelifltirdi. Darwin böylece, canl›lar›n ve özellikle insan›n bafl›ndan beri bilinen haliyle olmad›¤›n› bulmufltu. Bir baflka deyiflle kilisenin tanr› inanc›na güçlü bir darbe vurmufltu. Kuflkusuz buna karfl› ç›kan kiflilerde Darwin’e karfl› fliddetli bir kampanya bafllatt›. Darwin’in görüflleri yaflad›¤› dönemlerde çok fliddetli elefltirilere maruz kald›. Ancak bilimsel çal›flmalar›n ilerlemesiyle Darwin’in düflüncelerini destekleyen pek çok bulguya rastland› ve Darwin’in görüflleri daha da yetkinlefltirildi. Bu süreç bugün bile halen yeni yeni bulufllarla devam etmektedir.

DENEME - YANILMA - Ö⁄RENME Elektrostatik kuvvet kürdanı yerinden oynatabilir mi? O gün yeni spor ayakkabılarınızı giymişsiniz. İple çektiğiniz halı saha maçında. Güzel oynamışsınız. Takımınız kazanmış; karşı taraf da üzülmemiş. Bir arkadaşınız dostça elini uzatmış. O da ne? Elektrik mi çarptı? Bu da nereden çıktı demeyin. Spor ayakkabılarınız halıya sürttükçe halı ile ayakkabı arasında elektron aktarımı oluyor. Atomların dünyasına dönelim. Bir atomun artı yüklü protonları ve eksi yüklü elektronları var. Elektronlar bir atomdan diğerine atlıyor ve elektrik de bu akıştan doğuyor. Normalde bir atomun proton ve elektron sayısı birbirine eşittir. Kimyada bu tür atomlara ‘yüksüz atom’ denir. Dönelim spor ayakkabılara… Ayakkabı halıya sürttükçe halıdaki elektronlar ayakkabıya atladı. Bu durumda ayakkabınız eksi yükle yüklendi. Peki, arkadaşınızın elini tuttuğunuzda ne oldu? Vücudunuzdan elektrik yükü boşaldı ve siz de, elini tuttuğunuz kişi de hafif bir şok hissetti. Bir kapıyı tutsaydınız da aynı şey olurdu. Peki bu elektrik, bir kürdanı hareket ettirebilecek kuvveti doğurur mu? Bu deney çok basit ama yaparken

özen göstermeniz gerekiyor. Deneyimizde elektriklenmenin etkisini kürdan üzerinde gözleyeceğiz. Düz ve pürüzsüz bir zemin üzerine madeni parayı dik olarak koyun. Sonra paranın üzerine kürdanı, tam ortası paraya değecek şekilde bırakacaksınız. Kürdanı ortadan bırakıyoruz. Kürdanın ağırlık merkezi ortada olduğu için ancak bu şekilde kürdan para üzerinde dengede duracak. Bu iş de zor! Çok deneme yapmanız gerekebilir. İşi kolaylaştırmak için yassı biçimli kürdanlar kullanabilirsiniz. Bardağınızı çok dikkatli bir biçimde para ve kürdanın üzerine tıpkı bir kafes gibi kapatın. Balonu şişirin ve saçınıza sürterek elektriklendirin. Saçınız temiz olsun. Elektriklenmiş balonu bardağa yaklaştırın. Neler oldu? Kürdan kıpırdanıp yere mi düştü? Elbette düşecek. Balon saçınıza sürtülünce eksi yükle yüklendi. Sonra kürdana yaklaştırdığımızda, kürdanın artı yüklerini harekete geçirdi. Tıpkı mıknatıstaki gibi zıt kutuplar birbirini çekti. Manyetik kuvvete benzer, çekici ve itici elektrostatik bir kuvvet var. Elektrostatik kuvvet, bir maddenin atomlarını (ya da moleküllerini) bir arada tutar.

Gerekli malzemeler: Bir adet kürdan, bir adet madeni para, bir adet balon ve Temiz, saydam büyük bir bardak


KÜLTÜR SANAT

15

1 Ekim 2010 / 14 Ekim 2010

Halk›n Sesi

Beklan Algan’› yitirdik Sinema ve tiyatronun sevilen oyuncu ve yönetmeni Beklan Algan, 27 Eylül 2010 Pazartesi günü hayata veda etti. 31 Mart 1933 tarihinde Erzurum’da doğan Beklan Algan’ın rol aldığı filmler arasında Karanlıkta Uyananlar, Sevmek Seni, Kızkulesi Aşıkları gibi filmler var.

Alt›n Koza Bal’a

Antik kente barikat

17. Adana Altın Koza Film Festivali sona erdi. Semih Kaplanoğlu'nun filmi 'Bal', festivalde En İyi Film ödülünü alarak 250 bin liralık paranın ve Altın Koza’nın sahibi olurken 'Kavşak' ve 'Beş Şehir' ise dörder ödül alarak Adana'nın bu yılki gözde filmleri oldu.

Allinaoi’yi sular altında kalmadan görmek, kaymakamlığın aldığı kararla imkansız hale geldi. Yontanlı Baraj projesiyle su altında kalacak olan antik kentin 2 km ötesindeki yollar, kaymakamlık kararıyla araç trafiğine kapatıldı. Yaya geçmek isteyenlere ise jandarma izin vermiyor.

Termik santrale hay›r! 26 Eylül’de Sinop’ta düzenlenen “Hep Bir Ağızdan Termik Santrale Hayır” konserine yaklaşık 15 bin kişi katıldı. Burhan Şeşen’in çağrısıyla bir araya gelen sanatçılar, Karadeniz’in termik santral ve HES’lerle yok edilmeye çalışıldığını vurguladı.

Vadi’den başkente yayılan umut OSMAN NURİ ORHAN ikmen Vadisi halkı tarafından bu yıl ikincisi düzenlenen “Festivadi” 20-26 Eylül tarihleri arasında gerçekleştirildi. Dikmen Vadisi, beş yıldır sürdürdükleri onurlu direnişin yanı sıra bir kez daha kültürün, sanatın, paylaşımın ve dayanışmanın da adresi olduğunu gösterdi. Festivalde tiyatrolar, söyleşiler, konserler, şiir dinletileri, danslar ve ilüzyon gösterileri sergilendi. Mustafa Özarslan ve Ezginin Günlüğü’nün de katıldığı festival, yüzlerce kişinin katılımıyla 26 Eylül günü gerçekleştirilen meşaleli yürüyüşle sona erdi.

D

İSYAN BİR GÜLE BENZER VADİDE Yılların mücadelesidir Dikmen Vadisi’nde verilen. Dile kolay beş yıldır süren bir direniş. Egemen sınıfa karşı yoksul ve onurlu bir halkın öyküsü bu. Direnişin ilk günlerinde doğanlar şimdi sokaklarda koşturuyor. Vadinin yaşanılacak bir yer olmaktan çıkması için elinden geleni yapan Melih Gökçek’e rağmen Vadi, hayatı yeniden üretenlerin adresi oluyor. İşte tam da orada “Festivadi” başlıyor; ürettiklerini sergilemek, bildiklerini anlatmak, bilmediklerini öğrenmek için. İlk gün Dikmen Vadisi’nde barınma hakkı mücadelesinin simgeleşmiş ismi Tarık Çalışkan’ın konuşmasıyla başlayan festival Dikmen Vadisi Çocuk Korosu ve Mustafa Özarslan’ın şarkılarıyla sürüyor. Öğrenci Kolektifleri’nin “Okumuş İnsan Halkın Yanındadır” diyerek çalıştırıcılığını üstlendiği Dikmen Vadisi Çocuk Korosu'nun şarkıları, insanların geleceğe umutla bakmasına aracı oluyor. Çocuk korosunun ardından sahneye Mustafa Özarsalan çıkıyor ve halaylarla, zılgıtlarla ve türkülerle başlıyor Festivadi. Sanki vadide ekilen isyan çiçek açmış gibi. KADINLAR HEP EN ÖNDE Direnişte olduğu gibi Festivadi’de de kadınlar en önde. Çünkü bu direnişi üreten en büyük öznelerden biri onlar. Hiç birimiz unutmamışızdır o soğuk kış günü binlerce polise karşı ocaktaki yemeği bırakıp, çocuğunu kucağına alıp direnişe gelen kadınları. İlk günden son güne kadar Festivadi’ye destek için

D

irenişin ilk günlerinde doğanlar şimdi sokaklarda koşturuyor. Vadi’yi yaşanılacak bir yer olmaktan çıkarmak için elinden geleni yapan İ. Melih Gökçek’e rağmen Vadi, hayatı yeniden üretenlerin adresi oluyor

stand açan kadınlar yaptıkları pastaları, börekleri, patikleri ve o güzelim yazma oyalarını sergilediler ve bunların geliriyle Festivadi’ye destek verdiler. İkinci gün vadide açık hava sinema etkinlikleri gerçekleştirildi. Üçüncü gün ise etkinlikler hava muhalefetinden dolayı gerçekleştirilemedi. Festivadi'nin dördüncü günü kadınlara aitti. Erkekler evde çocuklara baktı, diğer işlere koşturdu. Kadınlar ise barınma

ganları atarak Ezginin Günlüğü’nden imza almayı başardılar. Yıkım tehdidinin karanlığından sanatın aydınlığına Festivadi'de yedinci güne gelindiğinde barınma hakkı bürosunun önünden uzun bir yokuş çıkılarak trafo denilen bölgeye geçildi. Burada tiyatro ve pandomim gösterileri sergilendi. Oyunların hemen hemen hepsinde sistemin çürümüşlüğü anlatıldı. Bir oyunda sürekli üretenlerin ürünlerini yiyen bir canavara mahalleli hemen Gökçek adını verdi. Bazı yerlerde sanatın üslubu ağır gelse de mahalledeki teyzeler “Anlamasak da bu çocuklar bizim için burada, helal olsun” demesini bildi.

hakkını, sağlık hakkını ve kreş hakkını tartıştı. Kendi hikayesini anlatan tiyatro gösterisiyle kah gülümsedi kah hüzünlendi. Şarkılarla, türkülerle ve en güzeli benlikleriyle kadınlar yine en öndeydi. ÖRGÜTLÜ ÇOCUKLAR ASLA YENİLMEZ Beşinci gün ise çocuklara ayrılmıştı. Çocuk diyerek geçmeyin; Vadi’dekiler, hepsi birer ateş parçası. Atölye Kam’ın çocuklara yönelik

ritim atölyesinde hepsi usta birer perküsyoncu gibi çıktılar sahneye. Çocuk tiyatroları, ilüzyon ve animasyon gösterilerini izlerken gülüşleriyle Vadi'yi aydınlatan çocuklar, mücadeleci karakterlerinden festivalde de taviz vermedi. Vadi’de verdikleri konserin ardından Barınma Hakkı Bürosu'nda soluklanmak için oturan Ezginin Günlüğü elemanlarının yanına alınmayan çocuklar, büronun önünde “imza hakkımız söke söke alırız” slo-

KARANLIĞI DA AYDINLATIYORUZ Trafodan aşağıya çocuklarla koşarak inmek ve yürüyüşü beklerken onlarla oyun oynamak, anlatılmaz bir mutluluğun mimarı oldu. İndiğimiz yerden barınma hakkı bürosuna doğru gerçekleştirilecek yürüyüşün saati beklenirken insanlar da yavaş yavaş toplanmaya başladı. “Yürüyüş başlıyor” denilince kocaman bir ateş yandı. Meşalelerin hepsi bir anda tutuşturuldu. İnsanlar birer birer almaya başladı meşaleleri ve sloganlar yükseldi “Barınma hakkımız söke söke alırız!” Meşalelerin ışığıyla, sloganlar eşliğinde gelindi Barınma Hakkı Bürosu önüne. Büronun önündeyse mahallelileri ufak bir sürpriz bekliyordu. Kafalarına tenekelerden kask yapmış Sahne Dışı Tiyatro Topluluğu oyuncuları, İ.Melih Gökçek'in adamlarının kılığında vadililerin evini yıkmaya geliyor ancak mahallelinin direnişi üzerine her zaman yaptıkları gibi kaçarak vadiden uzaklaşıyorlar. Oyunun ardından Tarık Çalışkan mücadelenin büyüyeceği mesajını verdi ve Festivadi tekrar başladığı gibi halaylarla, zılgıtlarla, türkülerle son buldu.

Müzelerde kuyruğa son! üze ve Ören yerleri giflelerinin iflletimi, girifl kontrol yerlerinin modernizasyonu ve yönetimi ifli için, 13-16 Eylül 2010 tarihleri aras›nda gerçeklefltirilirken ihaleyi TÜRSAB MTM ortakl›¤› kazand›. ‹halenin ard›ndan gündeme al›nan 48 müzenin modernizasyonu projesi medyada “Müzelerde kuyruk problemine çözüm!” bafll›¤›yla yer buldu. Asparagas haberler yay›nlayan mizah sitesi Zaytung’un haberlerini hat›rlatan bu bafll›k, ‘emekli maafl› kuyru¤unu çok gördük ama

M

müze kuyru¤u ne ola ki?’ dedirtecek cinsten. Kamu mal› üzerinden özel bir flirketin kâr etmesi anlam›na gelen uygulama kamuoyunda tepki toplam›flt›. Anlafl›lan bu uygulamay› nas›l yapar›z da aklar›z diye kafa yoran Kültür Bakanl›¤›, medyaya servis etti¤i haberde ‘müze kuyru¤unu azaltaca¤›z’ demekten baflka bir yarat›c›l›k gösterememifl. Haberlerde yer alan ‘Türkiye'deki 48 müze 6 y›l içinde modernize edilecek. Kültür ve Turizm Bakanl›¤› yeni bir hizmet anlay›fl›na gidiyor.

Öncelikle müze girifllerindeki uzun kuyruk dönemi sona erdirilecek. Ka¤›t biletlerin yerini barkodlar ve cep telefonlar›na gelen flifreler alacak’ fleklindeki ifadelerden bakanl›¤a göre müzelerin tek derdinin önündeki kuyruk oldu¤unu anl›yoruz. Yoksa ödeneksizlikten müzelerin kötü koflullardaki depolar›nda çürüyen tarihi eserler, rant için baraj sular› alt›nda kalan antik kentler falan bakanl›k için dert de¤il… Tepkileri görmezden gelemeyen Kültür Bakan› Günay,

aç›klamas›n›n bir bölümünde ise savunmaya geçerek flu sözleri sarfediyor: “Bir yanl›fl anlafl›lma olmas›n. Bu bir klasik özellefltirme çal›flmas› de¤ildir. Yine müzeler bizim, müzelerdeki karar haklar› bizim, yine bas›n mensuplar›n›n ya da belirli yafl gruplar›n›n ücretsiz girip girmemesi konusundaki nihai kararlar bizim.” Oysa ki bu sözler kamu mal› olan müzeler ve ören yerleri üzerinden özel bir flirketin kâr edece¤i gerçe¤ini gizleyemiyor. Piyasalaflt›rma dalgas› her geçen gün yeni bir kamusal alan› gasp ediyor.


SOKAĞIN SESİ

16

ÜRETEN BİZİZ YÖNETEN DE BİZ OLACAĞIZ

1 Ekim 2010 / 14 Ekim 2010

Halk›n Sesi

OKUL, DÖRT TARAFI DUVARLA KAPLI YER DE⁄‹LD‹R

Okul her yerdir Kamusal hizmetlere ulaşması giderek zorlaşan halkın eğitim ihtiyacına cevap veren Halkevleri, parasız kurslar veriyor alkevlerinin sürekli düzenlediği kurs faaliyetleri bu sene ekim ayında başlayacak. Kurs faaliyetlerini yıllardır devam ettiren İstanbul, Ankara gibi illerdeki Halkevleri şubelerinin yanı sıra, hemen hemen diğer tüm Halkevi şubelerinde de düzenlenen kurslara yoğun ilgi var.

H

AVCILAR’DA MÜZİK GRUBU, SEFAKÖY’DE TİYATRO İlk kurs faaliyetini geçen sene yapan Avcılar Halkevi bu yıl da ekim ayının son haftasında kurslara başlayacak. Geçen sene müzik ve ritim kursu verilen Halkevi’nde bu yıl gitar, bağlama, ney kursları verilecek. Ayrıca halkoyunu, resim, kadın korosu ve doğaçlama tiyatro atölyeleri de olacak. Tüm kurs ve atölyeler alanlarında uzman eğitimci ve sanatçılar tarafından verilecek. Mahşer-i Cümbüş grubunun önerisiyle başlatılan doğaçlama tiyatro atölyesinde Mahşeri Cümbüş ekibi ders verecek. Avcılar’da Halkevi kursiyerlerinin oluşturduğu bir müzik

Alternatif bir eğitimi barındıran kurslar, yoksul emekçi çocuklarına rekabetten ve bireysellikten uzak bir eğitim veriyor

grubu bu sene de etkinliklerine devam edecek. Avcılar Halkevi kültür sanat ekibi, geçen seneki kursların başarısını bu sene gördüklerini söylüyor. Ekip, yetişkinlere yönelik olan kurs ve atölye faaliyetleri kapsamında kültür ve sanat söyleşileri yapmayı ve sanat etkinlikleri düzenlemeyi düşündüklerini belirtiyor. Sefaköy Halkevi’nde 5 yıldır gerçekleştirilen tiyatro atölyesi bu yıl da yapılacak. Kolektif bir çalışmayla her sene bir oyun çıkaran Sefaköy Halkevi Tiyatrosu bu oyunları Sefaköy’deki kültür merkezlerinde izleyicilerle buluşturuyor. Tiyatro ekibinin dönem içinde çıkardığı skeçler de halkevinde sahne alıyor. Sefaköy Halkevi’nin geçen yıl başlattığı koro çalışması bu yıl da devam ediyor. Sefaköy Halkevi bu faaliyetlerin yanı sıra bu sene çocuklar için yaratıcı drama, halkoyunları ve her yaş için matematik ile İngilizce kursları verecek. OKMEYDANI HALKEVİ EĞİTİM MERKEZİ GİBİ Okmeydanı Halkevi’nde

kurslar ekimin ikinci haftasında başlayacak. Okmeydanı Halkevi’nde çocuklara yönelik Türkçe, matematik, fen bilgisi ve İngilizce kurslarının yanı sıra çocuk tiyatrosu ve heykel atölyesi olacak. Yetişkinler için müzik, gitar, halkoyunu, doğaçlama tiyatro atölyeleri, sokak dansları ve dil kursları olacak. Geçen sene İngilizce kursu veren Halkevciler bu yıl Almanca ve Kürtçe kursu da vermeyi düşünüyorlar. Okmeydanı’nda geçen sene çocuklarını kreşe veren kadınlar için açılan el emeği atölyesi, bu yıl kadınlara yönelik kapsamlı bir kurs faaliyetinin önünü açtı. Kadınlardan gelen talep üzerine bu sene el emeği, okumayazma kursları ile kadın ve iyaset atölyesi de olacak. Okmeydanı Halkevi’nde bu sene engellilere yönelik kurs faaliyetleri de olacak. Engellilere yönelik matematik, Türkçe ve İngilizce kursları verilecek. Görme engelliler için bu kurslar Briel alfabesiyle hazırlanmış metinlerle verilecek ve bu kurslar Engelli Hakları Atölyesi tarafından

Halkevleri, Hababam Sınıfı’ndaki Mahmut Hoca’nın “Okul dört tarafı duvarlarla kaplı yer değildir; okul her yerdir” sözünü hayata geçiriyor

yürütülecek. ÜMRANİYE, SARIYER, KADIKÖY Ümraniye Halkevi’nde geçen sene başlayan kurs faaliyetleri bu sene daha da yaygınlaşarak devam ediyor. Kurslar ekimin ikinci haftasında başayacak. Ümraniye’de bu yıl üniversiteye hazırlık kursu, ilkokul 4,5,6,7,8’inci sınıflar için İngilizce, matematik ve Türkçe kursu, yetişkinlere yönelik İngilizce, bağlama ve gitar kursu olacak. Halkevciler bu sene kadınlara yönelik okuma-yazma kursu ve yaratıcı drama atölyesi yapmayı da düşünüyorlar. Sarıyerli Halkevciler, Kocataş Mahalle Derneği’nde geçen sene verdikleri İngilizce ve matematik kurslarını daha da yaygınlaştırmayı ve bu kursların yanına halk oyunu, koro, satranç gibi kurslar da eklemeyi düşünüyorlar. Bu sene yeni kurulan Kadıköy Halkevi de kurs ve atölye çalışmalarına başladı. Kadıköy Halkevi ekim ayında lise öğrencileri için matematik, fizik ve yabancı dil derslerinden oluşan okula yardımcı kurslar verecek.

Bu kurslar talebe göre ilkokul öğrencilerine de verilecek. 15 yaş üstü için halkoyunu kursu verecek olan Kadıköy Halkevi, fotoğraf, resim, grafik tasarımı, sinema, yaratıcı drama, koro, müzik, el becerileri, tiyatro ve liselilerin katılacağı medya atölyesi yapmayı düşünyor. TRABZON, BURSA… Yedi yıl boyunca Halk Eğitim Merkezi’yle birlikte kurs faaliyeti yürüten Trabzon Halkevi, bu yıl da kurs faaliyetlerine devam edecek. Geçen sene gitar, bağlama, keman, halkoyunları ve İngilizce kursları veren Halkevciler bu sene de aynı kursları sürdürecekler. Trabzon’da ayrıca matematik ve fen bilgisi kursları da yapılacak. Trabzon’da kurslar 15 kişilik sınıflarda veriliyor. Bursa Yıldırım Halkevi de bu sene ekim ayında kurs faaliyetlerine başlayacak. Yıldırım Halkevi, geçen yıl verdiği fen bilgisi, matematik ve Türkçe kurslarını bu sene de sürdürecek. Türkiye’nin diğer bölgelerindeki Halkevi şubeleri de kurs hazırlıklarını sürdürüyor.

Güvencesizlerin eğitim dayanışması G üvenceli ifl talebiyle gerçeklefltirdikleri eylemlerde bir araya gelebilen tafleron sa¤l›k iflçileri ile ö¤retmenlerin hayatlar› e¤itim hakk› mücadelesinde birlefliyor. Sistemin y›k›ma u¤ratt›¤›, güvencesizlefltirdi¤i iki kesim, dayan›flma içinde Halkevleri ve Devrimci Sa¤l›k ‹flçileri Sendikas›’n›n (Dev Sa¤l›k‹fl) ortaklafla gerçeklefltirdi¤i, tafleron sa¤l›k emekçilerinin çocuklar›na verilecek olan paras›z kurslarda bulufltu. Ekim’de bafllayacak kurslar, ilkokul 4-5-6-7-8’inci s›n›f ö¤rencilerine yönelik olacak ve Kartal Halkevi’nde gerçeklefltirilecek. Haziran 2011’e kadar sürecek

kurslar hafta sonlar› düzenlenecek ve kurslarda matematik, fen bilgisi, Türkçe ve ‹ngilizce dersleri verilecek. Dersleri, ücretli ö¤retmenler, üniversite ö¤rencileri ve emekli ö¤retmenler verecek ve kurslar›n tamam› kursiyerlerden para almadan yap›lacak. Tafleron sa¤l›k iflçileri, kurs duyurular›n› hastanelerinde yaparken mahallelerde de duyurular› Halkevciler yap›yor. Hastanede kurs duyurusu yapan iflçiler, kursu duyan arkadafllar›n›n gözlerinin parlad›¤›n› ve onlar›n da baflka arkadafllar›na kurslar› anlatt›¤›n› söylüyor. Kartal Halkevi’nde gerçeklefltirilecek kurslar okul sonras›n›

sokaklarda geçirmek zorunda kalan çocuklara e¤itim olana¤› sa¤l›yor. Kurslar, çocuklar›n okullarda gördükleri paral›, ezberci, rekabetçi e¤itimin yerine çocuklar›n da özne olabilece¤i ve yarat›c›l›klar›n› kullanabilecekleri, birlikte hareket etmeyi ö¤renebilecekleri bir e¤itim sistemi sunuyor. Halkevciler, iflçi çocuklar›na yönelik kurs faaliyetlerinin d›fl›nda kursa gelen çocuklar›n velileriyle pedagoji ve çocuk geliflimi toplant›lar› yapmay› ve kursa gelen çocuklar› tiyatro, sinema gibi sanatsal ve sosyal etkinliklere götürmeyi ve kursa gelenlere halkoyunu, koro gibi kurslar da vermeyi düflünüyorlar.

Ankara Dikmen Halkevi’nde 12 yıldır devam eden okumayazma kursu bu yıl da devam edecek. Bu sene devam edecek olan bir diğer faaliyet de gitar kursu. Her sene gerçekleştirilen ilköğretim destek kurslarının bu yıl Halkevleri Emekli Öğretmenler Komisyonu tarafından verilmesi hedefleniyor. Çocuk tiyatrosu atölyesi de bu yıl Aziz Nesin’in Pırlantadan Bal adlı oyununa çalışıyor ve oyunu 2010-2011 öğretim yılında sahnelemeyi düşünüyor. Dikmen Halkevi bu yıl çocuk korosu ile saz ve bağlama kursu açmayı düşünüyor.

Halk Okulu sekiz yaşında eoliberal y›k›m›n içinden filizlenen Halk Okulu, halk›n e¤itim ihtiyac›na cevap vermeye devam ediyor. E¤itimin piyasalaflmas›yla birlikte e¤itim hakk›ndan faydalanamamaya bafllayan yoksul halk›n e¤itim ihtiyac›na ve e¤itim hakk› mücadelesine cevap veren Halk Okulu 2003 y›l›nda ‹stanbul Bahçelievler’de kuruldu. Veli-ö¤renciö¤retmenin özne olarak bir araya geldi¤i Halk Okulu’nda ‹lkokul 4’üncü s›n›ftan lise 4’üncü s›n›fa kadar olan ö¤rencilere ders veriliyor. Halk Okulu’nda matematik, fen bilgisi, Türkçe gibi okullarda verilen derslerin yan› s›ra ba¤lama, gitar, tiyatro, yarat›c› drama, koro gibi e¤itimlere tüm ö¤rencilerin kat›l›m› sa¤lan›yor. Halk Okulu’nda çocuklar yeteneklerini keflfederken, öz güven duygusu kazan›yorlar. Derslerde ö¤rencilerin derse ve tart›flmalara kat›l›m›, kendilerini ifade etmesi ve kifliliklerinin geliflmesi yönünde önemli çabalar sarf ediliyor. Ö¤rencilerin ders durumlar› ve yaflad›klar› s›k›nt›lar düzenli bir flekilde yap›lan veli toplant›lar›nda velilerle paylafl›l›yor ve s›k›nt›lar›n afl›lmas›nda veli ve ö¤retmenler ortak çaba harc›yor. Halk Okulu, e¤itim hakk› mücadelesinde veli, ö¤renci ve ö¤retmenlerin yan›nda yer al›yor. Halk Okulu’nda ö¤rencilerle etkinlikler, flenlikler, film gösterimleri gibi etkinlikler de yap›l›yor. Halk Okulu’na baflvuru say›s› 400’ü bulurken bu say› her sene art›yor. Bu sene de Halk Okulu ekim ay›nda aç›lacak ve alternatif bir e¤itimi daha fazla ö¤renciye ulaflt›rmaya devam edecek.

N


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.