hs117

Page 1

SAYFA

2

SAYFA

Bizden duymufl olun... Halk›n Sesi’nden yeni bir bölüm. Medyada anlat›lmayanlar... ‹lk say›da fiehir Üniversitesi’nin s›rr›

7

Rektör saltanat› böyle y›k›l›r KTÜ Ö¤renci Kolektifleri rektörlere geri ad›m att›rmak için AKP olmaya gerek yok

SAYFA

14

Bu da iflçilerin milli tak›m› Sosyal devletle beraber çöken iflçilerin milli tak›m› Zonguldakspor’un öyküsü

SAYFA

15

Kusturica ikiyüzlülü¤ü Kusturica’y› Bursa’da el üstünde tutup flimdi istemeyenler ne kadar samimi?

15 Ekim 2010 • 1 TL

Y›l 5 • Say› 117

Bu taş yerini bulacak

AKP yarg›da, üniversitelerde, medyada, sermaye örgütlerinde, bütün iktidar alanlar›nda var gücüyle borusunu öttürmeye çal›fl›yor

CHP’li Yaşar Gökçek’e özenince

CHP’den liberallere AKP’nin belirledi¤i gündemlerle, onun kulvar›nda siyaset yapanlar halk› kazanmay› umarken gerici neoliberal rejime teslim oluyor

AKP’nin demokrasi ve özgürlük yalanlar›yla artan bask›s›, halk›n hak mücadelelerini zorlu bir muhalefet olarak karfl›s›nda buluyor

Yenimahalle’deki y›k›ma karfl› bar›nma hakk› mücadelesi verenler, sermaye için s›n›f siyaseti yapanlar›n foyas›n› ortaya ç›kartt› S. 6

AKP’nin Alevi s›n›r› AKP, Alevilerin ‘zorunlu din dersinin kald›r›lmas›’ talebiyle yapt›¤› eylemler karfl›s›nda tak›nd›¤› tutumla ileri demokrasi söylemlerini bir kenara b›rak›p gerici-faflist özünü ortaya koydu S. 3

Bir kadın sorunu olarak türban Siyasetin çat›flmal› gündemi türban yasa¤› özgürlük sorunu mudur? Bunun cevab›n› arayan Kibele’den mektup var S. 10

Söyleşi: İzmir’i nasıl bilirsiniz?

11 Ekim 2010 Yenimahalle’de yaflanan y›k›mdan

Karfl› ç›k›lacak iki fley, de¤ifltirilecek çok fley var YOL YAZISI S. 3

Dosya: Üniversite piyasacı gerici kuşatma altında

’De¤iflen ‹zmir’i Anlamak’ kitab›n›n yazarlar› Y›ld›r›m ve Haspolat, Bat› Anadolu milliyetçili¤inin s›n›fsal analizini yap›yor S. 11

Türban yasa¤›, eylemler, polis iflgali... yeni e¤itim ö¤retim y›l› aç›l›fl› ülkedeki politik gerilim ve çat›flmalar›n göbe¤ine yine üniversitelerin oturdu¤u tart›flmalarla bafllad›

Kenar Notlar› / Sayfa 2

Ferda Koç / Sayfa 4

Öyle bir kaza bizde olsa...

Birirnci s›n›f yurttafl...

Antakya’dan Şam’a uzanan dayanışma eli Antakya Halkevi’nin düzenledi¤i Suriye gezisinde Filistin Mülteci Kamp› ziyaret edildi. Ziyaret Antakya ve fiam’da verilen dayan›flma konserleriyle flenlendi S. 2

Tufan Sertlek / Sayfa 8

Anadilde e¤itim

Evrensel bilginin mekan› üniversiteler bir kez daha iktidar savafl›na sahne oluyor. Bir yandan da Üniversitelere neoliberal dönüflümle beraber gericilik yerlefliyor S. 12

Sol, omuz omuza AKP hem Kürt hareketine hem Sol’a dönük sald›r›lar›n› h›zland›rd›. AKP terörüne karfl› yan›t sokakta, omuz omuza yap›lan eylemlerle veriliyor S. 4

Süheyla E. Tezel / Sayfa 10

Hayat› kurtarsa kurtarsa...

İş cinayetine hükümetten yasal davet ‹fl cinayetlerine ‘kader’ diyen AKP’nin bu cinayetleri önlemek ad›na ç›kard›¤› yasa frene basmak flöyle dursun otobanda ters fleritte vites büyütmeye benziyor S. 9

Ekvador’da ne oldu? Ekvador’da devlet baflkan› Correa’ya yönelik polis darbesi dost ülkelerin dayan›flmas›, halk›n tepkisi ve ordunun operasyonuyla bofla ç›kar›ld›. Latin Amerika’daki tan›d›k darbe senaryosu Ekvador’da tutmad› S. 5


2

GÜNCEL 15 Ekim 2010 / 28 Ekim 2010

Halk›n Sesi

ANTAKYA’DAN fiAM’A UZANAN DAYANIfiMA EL‹

Kenar Notlar› ‘Böyle bir kaza bizde olsayd›, madencilerimizi üç günde ç›kar›rd›k’ ili’de 5 Ağustosta gerçekleşen maden kazasının ardından, 700 metrede göçük Ş altında kalan 33 maden işçisi yaklaşık iki ay sonra yukarı çıkarılmaya başlandı. Şili’de sırf kurtarma çalışmaları sürerken, bizde sekiz medenci daha toprağa verildi. Peki "Bizde niye böyle değil!" diyenlere, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakan Ömer Dinçer bakın nasıl yanıt verdi (SkyTürk, “Haber Mahali” programı): Dinçer, "Böyle bir kaza bizde olsaydı, madencilerimizi üç günde çıkarırdık. Zonguldak'da grizu patlaması ile kazaya uğradık. Şili'de ise göçük oldu. Şayet Zonguldak'da grizu patlaması yerine, göçük olsaydı, işçilerimizden hayatını kaybeden olmayacaktı ve sadece 3 günde çıkaracaktık… Biz çok daha iyiyiz. Şimdi siz, madenin bir köşesinde göçük olmuşken öbür tarafta güvenli bir yerde bekleyen insanları görüp ‘Bizde niye böyle değil!’ derseniz, bize haksızlık edersiniz… Çünkü bizim madenlerimizde de işçilerimizin güvenle ve aylarca kalabilecekleri mekanlar var. Zaten ona benzer yerlerde dinleniyorlar, yemeklerini yiyorlar. Ama bizde insanlar hayatını kaybettiler. İkisi ayrı durumlar…” İsterseniz bizim durumu bir anımsayalım: 17 Mayıs'ta Zonguldak Karadon’da taşeron firma Yapı Tek ocağında göçük altında kalan iki işçinin cesedine hâlâ ulaşılamadı. Göçük altında kalan toplam otuz işçiden 28’inin cesetleri çıkarlırken, bırakın sağ kurtarmayı iki işçisinin, Engin Düzcük ve Dursun Kartal’ın cenazelerine bile ulaşılamadı. Başbakan Erdoğan “İki bakanımı oraya gönderiyorum. Otuz madenci çıkana kadar oradalar” demişti. O iki bakandan biri Ömer Dinçer’di; diğeriyse Enerji Bakanı Taner Yıldız. Başbakan Erdoğan, "Bu mesleğin kaderinde var" dedi. Çalışma Bakanı Ömer Dinçer “Güzel öldüler. O konuda ben acı çekmediklerini ve fizik olarak da güzel öldüklerini buradan rahatlıkla söyleyebilirim. Bütün işçilerimizi ailelerine teslim ettik. Hepsi defnedildi, hepsi huzur içindeler. Ulaşılamayan 2 kişinin göçük altında olduklarını tahmin ediyoruz. Onlara da ulaşabilmek için çaba harcıyoruz” dedi. Aradan beş ay geçti. Engin Düzcük’ün babası Şükrü Düzcük, “Beş ay geçti, ne olacak bilmiyoruz. Şili’de 700 metreye adamlar indi, bizim Türkiye bu kadar aciz mi?” diye isyan ediyor. Dursun Kartal’ın abisi Adnan Kartal ise, “Basiretsiz ve iş bilmeyen yöneticilerle karşı karşıyayız. İşte Şili örneği. Adamlar iki kuyu açtılar, boru döşediler, içine asansör koyup insanları kurtaracaklar. Bizim utanmamız gerekiyor” diye sitem ediyor. Ne var ki, sorun sadece basiretsizlik ve iş bilmezlik olsaydı, o bile belki telafi edilebilirdi. Sorun daha büyük. Sorun, AKP iktidarı ve onun İslamcı (gerici) liberal siyasetçileri, bürokratları ve akademisyenleri. Çalışma Bakanı Ömer Dinçer onlardan sadece biri. Yeni gerici liberal bürokrasi seçkinlerini anlamak bakımından iyi bir örnek model. Ömer Dinçer işletmeci. Bilim hırsızlığı (intihal) yaparak profesör oldu. 11 Nisan 2003’de Başbakan Başmüşaviri, 21 Ekim 2003’te de Başbakanlık Müsteşarı oldu. 2005'te YÖK Genel Kurulu, Ömer Dinçer hakkında “İşletme Yönetimine Giriş isimli kitabında aşırma yaptığı” gerekçesiyle, “üniversite öğretim mesleğinden çıkarma cezası” verdi. 2008'de Ankara 1. İdare Mahkemesi intihal gerçekleşmiştir hükmü ile, Ömer Dinçer’in, YÖK tarafından ‘intihal’ yaptığına ilişkin verdiği karara yaptığı itirazı reddetti. Bu kararın ardından Dinçer, üniversitelerde öğretim üyesi olarak görev yapamayacak. Öğretim üyeliği yapamayacak; ama AKP iktidarı onu milletvekili ve bakan yaptı. Ömer Dinçer’in gericiliği zaten işçi ölümleri ve laiklik hakkındaki söylediklerinden bilinen bir şeydi: “Türkiye'de (...) laiklik ilkesinin yerini İslam ile bütünleşmeye terk etmesinin gerekli olduğu kanaatini taşıyorum. Böylece Türkiye Cumhuriyeti'nin başlangıçta ortaya koyduğu bütün temel ilkelerin (...) daha Müslüman yapıya devretmesi sorumluluğu ve artık bunun zamanının geldiği düşüncesini taşıyorum.” (Bilgi ve Hikmet, 1995) AKP iktidarına, uzun süre başbakanlık müsteşarı olarak Erdoğan’ın akıl hocalığını ve yüksek bürokrasideki İslamcı kadrolaşma işini yürüterek hizmet etti. Şimdi ise daha zorlu bir görevin başına geitirildi. Dinçer, Türkiye işçi sınıfının düşük maliyet stratejilerine, ucuz ve güvencesiz işçiliğe kurban edilmesi işini yürütüyor. Ama kurbanın direnişçiye, mağdurun devrimci özneye dönüşmeye başladığı bu tarihsel kavşakta, bu iş artık o kadar da kolay değil.

fiam Yermuk’taki Filistin mülteci kamp›nda düzenlenen konserde El Avde müzik grubu marfl söylüyor. Arkada Filistin, Filistin Halk Kurtulufl Cephesi ve Halkevleri pankartlar›...

Beyt-üş Şaab fi Muhayyem Beyt-üş Şaab fi Muhayyem; Türkçesiyle Halkevleri mülteci kampında… Antakya Halkevi’nin düzenlediği Suriye gezisinde Filistin mülteci kampları ziyaret edildi Halkevleri’nin FHKC ile birlikte düzenlediği Ortadoğu Halklarıyla Kardeşlik ve Dayanışma Buluşması kapsamında Halep, Şam ve Antakya’da geziler, ziyaretler ve konserler düzenlendi. Şam’da Yermuk mülteci kampında, Antakya’da da Açıkhava Tiyatrosu’nda Kardeş Türküler sahne alırken Filistin’den de El Avde müzik grubu, kardeşlik ezgilerini seslendirdi. Türkiye solu açısından pek çok açıdan bir ilk olan bu buluşma, Ortadoğu’daki devrimci toplumsal hareketler arasındaki kopukluğun

giderilmesi yönünde mütevazı ama umut veren bir iletişim kapısının da açılmasına vesile oldu. FHKC politbüro üyesi Abu Ahmed Fuat’la ortak bir açıklama yapan Antakya Halkevi Başkanı Eylem Mansuroğlu bu buluşmanın amacını şu sözlerle özetledi: “Emperyalizmin Ortadoğu’ya karşı bütünsel bölgesel saldırı planları yaptığı bir dönemde, bölgenin ilerici güçleri arasında da bağların kuvvetlendirilmesi bir zorunluluktur. Bu buluşma bu yolda attığımız mütevazı bir ilk adımdır ve önümüzdeki yıllarda diğer ülkeleri de kapsayacak bir şekilde geliştirilip gelenekselleştirilecektir.” ‹fiTE HALEP... Kardeş Türküler üyelerinin de aralarında bulunduğu 45 kişilik Halkevleri kafilesinin Suriye’deki ilk durağı şık taş yapılarıyla ünlü, ülkenin ikinci büyük kenti Halep’ti. İkinci gün Halep’ten hareket edilerek önce su değirmenleriyle ünlü Hama kentine, sonra tarihi Humus kentine uğrandıktan sonra başkent Şam’a geçildi. Kent merkezinde düzenlenen gezinin ardından da Yermuk mülteci kampına geçildi. Şam konseri, Yermuk Filistin mülteci kampında yer alan bir kültür merkezinde sahnelendi. Yermuk kampı, Filistin mülteci kampları içinde en iyi durumda

olanı. Yine de, Yermuk’u en iyi tanımlayacak kelime, yoksulluk. Program Filistinli çocukların sahnelediği oyunla başladı. Ardından adını Filistinlilerin yurtlarına geri dönüş hakkından alan El Avde ve son olarak da Kardeş Türküler sahne aldı. Bu Kardeş Türküler’in ilk Ortadoğu ilk konseri. ‘F‹L‹ST‹N’E B‹N SELAM’ Halkevleri yöneticisi Kutay Meriç, Türkiye’den gelen dostlarını karşılamak için salonu dolduran Filistinlilere bir konuşma yaptı. Türkiyeli devrimcilerin Filistin davasına geçmişten bu yana özel bir yakınlık duyduğunu belirten Meriç, Filistin mücadelesini ve FHKC’yi selamladı. Suriye’deki üçüncü günde, dünyada Aramilerin yaşadığı son yerleşim Malula ve bir başka Filistin mülteci kampının yer aldığı Siddi Zeyneb ziyaret edildi. Yermuk’a göre oldukça yoksul olan ve sakinlerinin “gerçek mülteci kampı” diye adlandırdığı Siddi Zeyneb kampında FHKC bürosu ziyaret edildi. Ziyaretçileri ağırlamak için yarışan kamp sakinleri ile birlikte büroda küçük bir toplantı düzenlendi. Yaser Arafat, FHKC liderleri Corç Habaş ve Abu Ali Mustafa posterleriyle, Filistin bayraklarıyla bezeli büroda

Siddi Zeyneb’deki mülteci kamp›n›n çocuklar› ziyaretçileri büyük ilgiyle karfl›lad›. Onlar, hiç görmedikleri yurtlar›na dönmek için mücadele ediyor FHKC’li Dr. Ömer bir sunum yaptı. Bu dayanışma ziyaretinden dolayı teşekkürlerini sunan Dr. Ömer, “Araplar ‘elinden zorla alınanı ancak zorla geri alabilirsin’ der” diyerek, mücadeleden asla vazgeçmeyeceklerini belirtti. TÜRKÜLER KARDEfiL‹⁄E Suriye’den sonra sırada Antakya konseri vardı. Konserden önce bir konuşma yapan Halkevi Başkanı Eylem Mansuroğlu, Suriye ziyaretinin, bu buluşmaları daha geliştirerek sürdürme yolunda kendilerini cesaretlendirdiğini belirtti. Mansuroğlu’nun ardından söz alan Abu Ahmet Fuat, Halkevleri’ne

teşekkür etti ve Mansuroğlu’na Ghassan Kanafani’nin bir tablosunu hediye etti. El Avde ve Kardeş Türküler’in Arapça, Türkçe, Kürtçe, Ermenice, Rumca ezgilerine halaylarla eşlik eden Antakyalılar coşkulu bir gece geçirdi. Buluşmanın sonunda El Avde ve Kardeş Türküler üyeleri ile FHKC ve Halkevleri yöneticileri seyircileri birlikte selamladı. Gece “Filistin Halkı Yalnız Değildir” sloganlarıyla noktalandı. “Bu daha acemiliğimizdi. Buluşmalar büyüyüp gelenekselleşecek” diyen Halkevciler, ziyaretin gelecek etkinliklerin ön hazırlığı olduğunu belirtiyor.

Tekel yıkıntısından yükselen ‘Şehir’ T

ürkiye 6 Ekim günü bir anda bir üniversite açılışında konuşan Cenk ismindeki üniversitelinin konuşmasına kilitlendi. Abdullah Gül, Recep Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmat Davutoğlu’nun da katıldığı Şehir Üniversitesi açılışında konuşan üniversite öğrencisi Cenk Arslan, vimeo ve youtube’ye uygulanan sansürü espri yollu protesto etti ve rahat tavırlarıyla protokolün beğenisini kazandı. Arslan’ın “Protokolün bu kadar ağır olduğunu bilseydim Bursa’daki evimden kravatımı ve ceketimi alıp gelirdim” şeklindeki konuşması karşısında başbakan “Bir an için kravatı ve ceketi çıkaracaktım” şeklinde karşılık verdi. Arslan’ın konuşmasına kilitlenen basının amacı ise açılışı yapılan üniversiteyi ‘sıradan’ bir açılış haberiyle duyurmak yerine daha ilgi çekici bir biçimde sunmaktı. Çünkü ‘espirili’ ve ‘medyatik’ açılışın yapıldığı üniversite İslamcı entellektüellerin en önemli kurumlarından birisi olan

Bilim Sanat Vakfı’na aitti. Üstelik Vakfın eski başkanları arasında Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu yer alıyor. Şehir Üniversitesi’nin kuruluş çalışmaları 2007’de başladı ve 31 Mayıs 2008’de üniversite kamusal kimlik (kamu yararı statüsü) kazandıktan iki gün sonra Tophane’de irtibat bürosu açtı. Aynı yılın kasım ayında ise Tekel’in İstanbul Kartal’daki arazisi ihalesiz bir şekilde Başbakan, Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım ve devlet bakanları Cevdet Yılmaz ile Ali Babacan’dan oluşan

Özelleştirme Yüksek Kurulu tarafından Maliye’ye tahsis edildi. Aynı arsa 9 Şubat 2009’da da Maliye tarafından Şehir Üniversitesi’ne 1 milyon 600 bin liraya 49 yıllığına verildi. Tekel’in özelleştirilmesi ve işçisinin güvencesizleştirilmesi temeli üstüne bina edilen Şehir Üniversitesi, 2010’un Ekim ayında resmen açıldı. Şehir Üniversitesi’nin 3 yıllık bir öyküsü olsa da fikri olarak 24 yıl öncesine dayanan bir geçmişi var. Üniversiteyi kuran Bilim Sanat Vakfı’nın kurucularından Murat Ülker, vakfın kurulduğu 1986 yılından beri bir üniversite kurma niyetlerinin olduğunu söylüyor. Nitekim, üniversitenin mütevelli heyeti üyeleri, üniversitedeki Ülker ve MÜSİAD sermayesini temsil ediyorlar. Mütevelli heyeti başkanı ANAP’lı eski Adalet Bakanı Mahmut Oltan Sungurlu. Halen ANAP Merkez Karar üyesi olan Sungurlu, Ülker’i bünyesinde barındıran Yıldız Holding’in istişare kurulu başkanı. Mütevelli heyetinde başkan vekilliğini ise

Bilim Sanat Vakfı Yönetim Kurulu üyelerinden Abdülhalik Damar yapıyor. Yıldız Holding’in danışmanlığını ve Arap sermayesi Albaraka Türk’ün proje uzmanlığını yapan Damar, birçok şirkette de ortak yönetici sıfatıyla bulunuyor. Mütevelli heyetinde dikkat çeken bir diğer isim de eski MÜSİAD başkanı ve Albayrak Grubu’nun genel koordinatörü Ömer Bolat. Rektörü Prof. Dr. Gökhan Çetinsaya olan üniversitenin akademik kadrosu da oldukça ‘parlak’ isimlerden oluşuyor. ‘Yetmez ama evet’çi akademisyenlerden İslamcıların ABD’de tahsil görmüş ‘parlak çocukları’na, AKP’nin fikri omurgasını oluşturan akademisyenlerine… hepsi bu üniversitede. Kürt liberal kimliği ile tanınan Mesut Yeğen, ‘Yetmez ama evetçi’ Ferhat Kentel, Fethullah Gülen hareketinin ABD’de tanıtımını yapan makaleleriyle tanınan siyaset bilimi uzmanı Hasan Kösebalaban üniversitede çalışacak isimlerden sadece birkaçı.


3

GÜNDEM 15 Ekim 2010 / 28 Ekim 2010

Halk›n Sesi

AKP’nin maskesini düşürdüler AKP, Alevilerin zorunlu din dersinin kaldırılması talebi karşısında, ileri demokrasi söylemlerini bir kenara bırakıp gerici-faşist özünü ortaya koydu

S

on yıllarda kendini sokakta ifade etmeye başlayan Alevi muhalefetinin talepleri AKP iktidarının maskesini düşürüyor. AKP, zorunlu din dersinin kaldırılması talebi karşısında, ileri demokrasi söylemlerini bir kenara bırakıp gerici-faşist özünü ortaya koyuyor. ANKARA’DA OTURMA EYLEMİ Yeni eğitim-öğretim yılının başlamasıyla Aleviler, “Zorunlu din derslerinin kaldırılması” talebini öne çıkarmıştı. Zorunlu din derslerine karşı sokağa çıkan Alevi örgütleri, Ankara’ya giderek 24 saatlik bir oturma eylemi gerçekleştirdi. “Zorunlu din derslerinin kaldırılması ve eşit yurttaşlık” talebiyle 9 Ekim’de Ankara’da buluşan Alevi örgütleri, Kolej Kavşağı’ndan Ziya Gökalp Caddesi’ne yürüdü. Eylemde bir konuşma yapan Pir Sultan Abdal Kültür Derneği (PSAKD) Genel Başkanı Fevzi Gümüş, Alevilere insan hakları sözleşmelerine aykırı bir şekilde zorunlu din dersi eğitimi verildiğini söyledi. Gümüş, AKP’nin gerici zihniyetinin bu uygulamayı devam ettirdiğini de ifade ederek, “Amaç Alevi gençleri asimile etmektir. Türban konusunda her şeyi yapan AKP konu Alevilere geldiğinde ikiyüzlülük yapıyor. Eğer taleplerimizi görmek istemiyorlarsa gözlerine sokacağız” dedi. Daha sonra Sakarya Meydanı’na geçen Aleviler, semah gösterileri eşliğinde 24 saat süren oturma eylemine başladı. Eylem

sırasında Gülen cemaatine ait Maltepe Dershaneleri’nden eylemcilerin üzerine boyalı su atılması üzerine ufak çaplı bir gerginlik yaşandı. Eyleme çok sayıda demokratik kitle örgütü, siyasi parti ve sendika temsilcisi de katılarak destek oldu. ALEVİLER TALEPLERİNDE ISRARCILAR Aleviler, 12 Eylül darbesiyle ilk ve orta öğretimde zorunlu hale getirilen din derslerine karşı çıkıyor. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi olarak verilen dersin tek bir mezhebin dini ritüel ve araçlarını çocuklara empoze ettiğine dikkat çeken Alevi örgütleri, bu uygulamadan vazgeçilmesini istiyor. Bu taleple iki Alevi yurttaş iç hukuk yollarının tükendiğini ifade ederek konuyu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) taşımış, mahkeme “zorunlu din derslerini” İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı bulmuştu. İdari mahkemelere açılan bir davada Alevilerin “zorunlu din dersinden muaf tutulmasına” karar verilmiş ve bu karar Danıştay’da onaylanmış olmasına rağmen, hükümet yargı kararını görmezden gelmişti. Ancak Alevilerin tek girişimi mahkemelere başvurmak olmadı. İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük illerde çok sayıda basın açıklaması düzenlenerek bu talep defalarca sokakta da dile getirildi. 2008 ve 2009’da 8-9 Kasım tarihlerinde yüz binlerce kişinin katıldığı “Eşit yurttaşlık” mitinglerinde de “zorunlu din dersleri kaldırılması” öncelikli talepler arasında sıralanmıştı.

Aleviler şimdi de taleplerinin dikkate alınmaması halinde “boykot”a gidebileceklerini dillendiriyor. PSAKD Başkanı Gümüş, henüz bir takvim oluşturmadıklarını belirterek bir hafta süreyle ilk ve ortaöğretimde okuyan Alevi çocukların zorunlu din derslerine girmeyeceklerini ifade etti. DERDİNİZ NE! Referandumun ardından “ileri demokrasi”ye geçildiğini öne süren AKP hükümeti, Alevilerin talepleri söz konusu olunca ise gerici reflekslerini ortaya koydu. AKP’nin “Alevi açılımında” koordinatörlük yapan Bakan Faruk Çelik, zorunlu din derslerinin süreceğini söyledi. Çelik, “Ne derdiniz var din dersiyle, niye kalksın din? Din ile bu milletin bir problemi yok ki” diyerek konuyu çarpıtmayı tercih etti. Çelik ayrıca tüm diyalog kapılarını kapatarak, “Açık ve net söylüyorum, bu yaklaşım bizim iktidar olarak doğru bulmadığımız bir yaklaşımdır” dedi. AKP’nin bakanının, 12 Eylül’le hesaplaşma olduğu öne sürülen referandumun üzerinden bir ay bile geçmeden, 12 Eylül armağanı bir uygulamaya bu kadar hırsla sahip çıkması, iktidarın demokrasi masallarına kanmayanları şaşırtmadı. Bir mezhebe özgü din yorumunun öğrencilere 9-10 yaşlarından başlayarak zorla empoze edildiği bu dersle, yalnızca Alevilerin değil, bilimsel ve demokratik bir eğitim için mücadele eden herkesin derdi

var. AKP, 30 yıldır dile getirilen bu gerçeği de çarpıtarak, Alevilerin tepkilerine gerici çözümler öneriyor. Alevi Bektaşi Federasyonu Başkanı Ali Balkız, AKP’nin bu yaklaşımını şu sözlerle eleştirdi: “AKP biz ne istediysek tersini yaptı. Diyanet İşleri Başkanlığı lağvedilsin derken, daha da güçlendirilmiş bir Diyanet yaratıldı. Din dersleri seçmeli hale

getirilsin isterken, ikinci bir din dersi getiriyorlar.” Hükümet, “Alevi Açılımı” adı altında çok sayıda çalıştay düzenledi ancak çalıştaylarda Alevilerin taleplerini dikkate almaktan çok şov yapmayı tercih etti. Bu süreçte bir ayrışma yaşayan Alevi örgütlerinin bir bölümü, çalıştayları bir kenara bırakarak taleplerini sokakta dile getirme yolunu seçti.

Erbil’i bırak Başbakana bak Mehmet Ali Erbil, sunuculu¤unu yapt›¤› yar›flma program›nda “mum söndü mü yap›yoruz burada” diyerek yüz y›llard›r Alevilere karfl› kullan›lan karalama ifadesi üzerinden espri yapmaya çal›fl›nca, Alevi yurttafllar›n büyük tepkisini çekti. Türkiye’nin dört bir yan›nda Do¤an Holding binalar› önünde eylemler düzenleyen Aleviler, hakaret ve iftiraya karfl› kanal yönetimini yapt›r›m uygulamaya ça¤›rd›. Konuyla ilgili aç›klama yapan Alevi Bektafli Federasyonu da Erbil’i “reyting ad›na ahlaks›zl›¤›, hokkabazl›¤› meslek edinen kin ve nefret yay›c›” diyerek k›nad›. Star TV yönetimi, tepkiler üzerine Erbil’in sundu¤u Çark›felek program›n› yay›ndan kald›rd›. Daha önce Star TV ekranlar›nda Turnike adl› program› sunan Güner Ümit de, “K›z›lbafl” sözcü¤ünü küfür yerine kullanm›fl ve ald›¤› tepkiler üzerine Ümit’in televizyon hayat› sona ermiflti. Halktan gelen tepkilerin medyay› bu gibi durumlarda an›nda hatas›n› kabullenip gere¤ini yerine getirmek gibi bir reflekse itti¤i aç›k. Ancak görüldü¤ü üzere Güner Ümit’in bafl›na gelenler yeterli olmam›fl. Mehmet Ali Erbil’in program›n›n yay›ndan kald›r›lmas› da böyle bir olay›n bir daha yaflanmayaca¤› konusunda garanti vermiyor. ‹ktidarlar yüzy›llar önce oldu¤u gibi bugün de Alevi düflmanl›¤›n› siyasi malzeme olarak kullanmay› sürdürdükçe, bu televizyon “kazalar›” da ola¤an dil sürçmeleri olarak gündeme gelmeyi sürdürecek. Alevi örgütlerinin Erbil’e yönelik protestolar›nda bu gerçek de dile getirildi: “Baflbakan miting meydanlar›ndan Alevilere hakaret ederken, Alevi karfl›t› kampanya yürütürken, Erbil’in bunlar› yapmas› da kaç›n›lmazd›r.”

Karşı çıkılacak iki şey, değiştirilecek çok şey var Referandumun sonuçlanması ve TBMM’nin açılmasıyla birlikte AKP, büyük bir azim ve yeni bir heyecanla işe koyuldu. İlk iş olarak değiştirilen anayasa maddelerinin “gerektirdiği” düzenleme ve uygulamalar hayata geçiriliyor. TBMM’nin faaliyeti bu yüzden çok yoğun. Genel Kurul’da, baro başkanlarının avukatlar arasından belirlediği 3 aday arasından Anayasa Mahkemesi'ne bir üye seçimi bu hafta içinde yapılacak. Genel Kurul’da, bir hafta önce Sayıştay Genel Kurulu’nca belirlenen üç aday arasından Hicabi Dursun, Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçilmişti. Ancak Hicabi’nin 45 yaşını geçmemiş olduğunun anlaşılmasıyla, CHP ortalığı “bulandırıp” Danıştay’a başvurdu ve yeni bir kaos başladı bile. Baro başkanlarının belirlediği adaylar arasından seçim yapılmasıyla birlikte anayasa değişikliği gereği TBMM'nin Anayasa Mahkemesi için yapacağı üye seçimi de tamamlanacak. Ve yeni Anayasa Mahkemesi’nin yeni uygulamaları önümüzdeki dönemlerde bolca gündem olacak. Ayrıca bu hafta Sayıştay Kanunu Teklifi görüşülecek. Teklife göre, Sayıştay tarafından yerindelik denetimi yapılamayacak, idarenin takdir yetkisini sınırlayacak ve ortadan kaldıracak karar alınamayacak. AKP hükümetinin “eli” artık daha da rahat. Meclisin bu haftaki en önemli icraatı ise sınır ötesi operasyon konusunda hükümete verilen yetkinin bir yıl daha uzatılmasına ilişkin tezkerenin, 428 kabul 18 ret oyu ile kabul edilmesi oldu. Bunun anlamı açık elbette; hükümetin PKK karşısında sopayı hiçbir zaman hiçbir koşulda bırakmaya niyeti yok. Bu konudaki bir diğer önemli gelişme ise Erdoğan’ın Suriye’ye günü birlik yaptığı ziyaret. Ziyaretin nedeni İsrail ile arabuluculuk değil PKK idi. Ve Esat’ın “PKK’lilere af kapısı her zaman açık tutulmalı” açıklamasından anlaşıldığı üzere Suriye bu süreçte PKK’ye karşı birtakım projeler hayata geçirecek. Bunlar arasında Suriyeli PKK’lilerin örgütten koparılması (affedilmesi), Suriye içindeki faaliyetlerinin sınırlandırılması vs. var. PKK etrafındaki kuşatmayı sıkılaştıma

çabaları; İçişleri Bakanı’nın Barzani’yle, MİT müsteşarının CIA’yle ve başbakanın Suriye’yle yaptığı anlaşmalar ile devam ediyor. Bu arada ABD’nin PKK konusunda “samimi” adımlar atıp atmaması Türkiye’ye yerleştirilmesi düşünülen “füze kalkanı” projesiyle doğrudan ilgili. Kuzey Avrupa tercihinden vazgeçen ABD, bu proje için en uygun yerin (İran ve Rusya hedef) Türkiye olduğuna karar vermiş durumda. Yani AKP’nin önünde sakal, bıyık ve tükürükten oluşan yeni bir denklem daha var. AKP’nin İsrail ile dikleşmek için büyükelçiyi geri çekmesinin sonucu ABD’nin 6 aydır Ankara büyükelçisini atayamamasına (İsrail lobisi yüzünden) neden olmuş durumda. Yani AKP’nin benzer bir denklemi daha mevcut. PKK’nin eylemsizliği bir ay daha uzatmasının nedeni, 18 Ekim’de yapılacak KCK duruşması. Buradan çıkacak kısmi tahliyeler eylemsizliği daha da uzatacak. Hatırlanacağı üzere iki yıl süren teknik takibin ardından 14 Nisan 2009 tarihinde ilk KCK operasyonu yapılmıştı ve 52 isim gözaltına alınıp tutuklanmıştı. Bunu diğer operasyonlar izledi ve sonuçta hakkında 36.5 yıla kadar hapis cezası istenen Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir ile birlikte 12 belediye başkanının olduğu 103’ü tutuklu 151 kişi yargılanmakta. Tekrar etmekte yarar var; AKP hükümetinin izleyeceği taktik, seçimlere kadar “Kürtleri” oyalamak olacaktır. Bu süreçte PKK ve BDP zayıflatılmaya çalışılacaktır. Bu zayıflatma sadece sayısal olarak değil askeri ve siyasal olarak da amaç edinilmiş durumda. Kürt hareketinin siyasal olarak zayıflatılması saldırısına “ulusal birlik projesi” taktiğiyle yanıt vermeye çalışmak Kürt hareketinin “farklı” mecralara ilerlemesine neden olur! Ve o mecralarda etkin olacak güç Kürt yoksulları değil, Kürt burjuvazisi ve Kürt feodalleridir. *** Anayasa değişiklikleri ile beraber yargı alanında yaşanan kapışma artık yeni bir düzeye sıçradı. HSYK’nın 4’ü asil 7 üyesi istifa etti.

Her ne kadar AKP bu gelişmeye sevinse de bu istifalara bakıp teslim bayrağı çekildi zannedilmesin. Bu üyeler Yargıtay ve Danıştay’daki eski görevlerine döndüler. Eski başkan vekili Özbek de büyük ihtimalle Yargıtay başkanlığna oynayacak. Asıl “gedikli” Ali Suat Ertosun, HSYK’daki yerinde duruyor ve 2012’nin ortasına kadar da üyeliği sürecek. Kapışmanın yaşanacağı yeni düzey, hakim ve savcıların katılacağı seçimler olacak. Yeni HSYK bir tabii başkan ve 21 üye ile kurulmakta. Kurulun 10 üyesi, adli ve idari hakim ve savcıları tarafından, YSK’nın “yönetim ve denetiminde” 17 Ekim’de seçilecek. İdari yargı geçici seçmen listelerinde 1277 hakim ve savcı yer alıyor. Adli yargı listelerinde, 12 binin üstünde hakim ve savcı mevcut. Sonuçta diğer üyelerin de belirlenmesiyle yeni HSYK 25 Ekim’de oluşturulmuş olacak. Ve AKP çok ses çıkarmadan “işlerini yürütürken” diğer taraf “çığırmaya” devam edecek. Referandumdan çıkan sonuç gelecekteki iki yüzyılı belirler mi bilinmez ama Fethullah’ın tespitini belirtmek gerek. Fethullah diyor ki "Bana deseler ki, son iki yüzyılda milletimizin geleceği adına yaptığı iyi bir şey söyleyin; ben bu referandumdaki ‘evet’i söylerim. Demokratikleşme adına bu referandum yirmi seçime bedeldir..." Fethullah’ın demokratikleşme aşkı göz kamaştırıcı, o kadar ki emperyalistlere karşı verilen Kurtuluş Savaşı bile milletin geleceği adına yaptığı daha önemsiz bir “iş”. Ardından da büyük zafer kazanan komutan alçak gönüllüğüyle buyuruyor hoca: “Herkes üslubunu bir kere daha gözden geçirmeli. Bağırıp çağırmaktan, yırtınıp dövünmekten ve gırtlak ağalığı yapmaktan daha ziyade insanların hissiyatını da hesaba katarak hitap etmeye gayret göstermeli. Daha yumuşak ve sevgi alaşımlı bir üslup ve konuşma tarzı oluşturmalı.” Bu da Erdoğan’a nasihat olsa gerek… *** Bu dönemin en çarpıcı gündemi ise kuşkusuz “türban”. Yeni CHP Başkanı’nın “iktidar olmak için

tabanı genişletmek gerek” keşfiyle birlikte ortaya attığı “türban sorununu biz çözeriz” iddiası AKP’ye beklemediği bir fırsat sundu. Oysa Kılıçdaroğlu’nun hesabı bu vaadi seçimlere kadar sürdürmek ve oya dönüştürmekti. Ama burjuva siyasi acemiliğin “güzel” örneklerinden biri daha yaşandı ve AKP bu fırsatı kendi lehine çevirdi. Durumdan vazife çıkaran AKP tetikçisi YÖK Başkanı Özcan, türbanlıların dersten çıkarılmasını yasaklayıverdi. Özcan’ın YÖK başkanlığına atanmasıyla birlikte zaten uygulanmayan türban yasağı artık fiili olarak tamamen ortadan kalkacak. CHP, bu fiili kalkışa çoktan razı olmuş durumda ama buna razı olmayan şimdi AKP. Ve Erdoğan ısrarla bu durumu güvence altına alacak yasal değişiklik istiyor ve CHP’yi samimiyetle, demokrasi testiyle sıkıştırıyorlar. Ne diyor Hüseyin Çelik “Bunun için yeni bir anayasa değişikliğine gerek yok. Birçok değerli hoca (kastettiği Ergun Özbudun) diyor ki bir yasal düzenleme de yapılabilir, bu yasal düzenlemeyi CHP Anayasa Mahkemesi'ne götürmezse yeter. Yeter ki CHP buna yanaşsın.” Yani yasal düzenleme yetmez, bir de bu durumu CHP’nin Anayasa Mahkemesi’ne götürmemesi gerek. Neden? Çünkü Anayasa Mahkemesi’nde aynı konunun tekrar görüşülebilmesi için 10 yıl geçmesi gerekli. Yani türbanı daha önce yasaklayan Anayasa Mahkemesi bir başvuru olduğunda bunu yasa gereği görüşmeyecek bile, zorunlu olarak reddecek. Ama başvuru olmazsa Anayasa’ya aykırı bile olsa durum işleyecek. Özal’ın dediği gibi anayasayı bir kere delsek ne olur, bunlar da Özal’ın çocukları ya. Kendi kurdukları hukuk sistemlerine, hukuk kurallarına dahi uymak zorunda değiller. Ayrıca hatırlatmak gerek, sadece Anayasa Mahkemesi’nin değil türban konusunda Danıştay’ın ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin de kararları mevcut. Türban konusunda yaşanan saçmalıklar bunlarla sınırlı değil. Üniversiter alanda türbana teslim olan burjuva siyaset şimdi en önemli tehlikenin üniversite sonrası ve üniversite öncesi alanlarda

yaşanacağı paniğine kapılmış durumda. Türbanıyla üniversiteden mezun olan doktor, hakim kamuda görev yapmak isteyince ne olacak? Türbanıyla lisede okumak isteyen kadınlara ne denecek? Bu durum kadının kılık-kıyafet özgürlüğü ya da kadının özgürleşmesi sürecinin ileri aşamaları olarak mı değerlendirilecek? Bunlar elbette ki yanıt bulunması gereken sorular ancak bunlardan çok daha önce ve çok daha önemli başla bir sorun mevcut; üniversiteye ne olacak? Üniversite, sadece bilgiyi edinme ve kullanabilmeyi öğrenme mekanı olarak değerlendirdiğinde durum gayet uyumlu gözükür. Şu anki egemen kapitalist zihniyet açısından hiçbir sorun yok zaten. Çünkü bilimsel üretim; tüm insani değerlerden arındırılmış, toplumsal yarardan ayrıştırılmış sadece sermaye için gerekli teknolojinin geliştirilmesine indirgenmiştir. Bilimsel üretim, büyük ölçüde şirketlerin minik ölçüde de üniversiteler içinde oluşturulan ufak akademik grupların AR-GE faaliyeti olarak tüm topluma yutturulmaya çalışılmaktadır. Üniversite eğitimi alanların da soran, sorgulayan, özgür düşünmeyi içselleştirmiş bireyler haline getirilmesi gerekmemektedir. Var olanı öğrenen ve uygulayan olmaları yeterlidir. Tam da bu nedenle neoliberal ideoloji ile gerici ideoloji tam bir ittifak ve uyum içindedir. Ve birbirine muhtaçtır. Türban, Erdoğan’ın yaptığı gibi kılık-kıyafet özgürlüğü alanında değerlendirilemez. Türban, kadının özgürleşme mücadelesinin bir parçası da değildir. Müslüman kadının özgürleşmesi “üç adım arkadan yürümeye/yürütülmeye” karşı çıkmaktan, imam nikahı uydurmacasıyla 3’üncü 4’üncü olmayı reddetmekten geçiyor; İslamın sözde kurallarını topluma yaymak için kılık kullanımından ya da kadın olmanın istismarından değil. Türbanın üniversitede varlığı gerici ideolojinin üniversiter yaşanda kazandığı bir mevzidir. Şimdi ardından bu mevziinin tahkim edilmesi gelecektir. Gericilik yaygılaştırılmaya, örgütlenme olanakları arttırılmaya çalışılacaktır. Amaçlanan değişim sadece sosyal

yaşam değildir. Üniversite öğrencisinin algılama, düşünme ve karar verme sistematiği bir bütün olarak değişime uğratılacaktır. Üniversitede hiçbir zaman bulunmaması gereken metafizik anlayış hakim kılınmaya çalışılıyor. Kılıçdaroğlu’ndan liberallere uzanan yelpazenin anlamadığı ya da izin verdiği süreç budur. *** Bu dönemin bir başka gelişmesi Alevilerin zorunlu din eğitimine karşı verdiği mücadelenin öne çıkması oldu. Sadece bu konu bile AKP’nin ikiyüzlülüğünü ve bağnazlığını yeniden görmek için yeterli oldu. Ancak Alevilerin İslamcı liberal AKP iktidarına karşı çıkışı elbette ki demokratik bir hak talebidir ve ilericidir. Bununla birlikte, Alevilerin giderek netleşen ve sokağa yansıyan talepleri, genel olarak dinsel gericiliğe karşı eğitimin demokratikleştirilmesi çerçevesinde değil de sırf dinsel bir mezhebin kendini örgütleme girişimleri ve talepleri çerçevesinde kalırsa gericidir. *** Eğitim şart. Ama nasıl bir eğitim? Piyasanın koşularına uygun tüm şartlarını kapitalist ihtiyacın belirlediği bir eğitimin ne olduğunu biliyoruz. Tüm aşamaları parayla satın alınabilen bir hizmet haline dönüştürülmüş, öğrenciyi/insanı özne olarak değil dükkandan mal satın almaya gelmiş müşteri olarak gören, eğitim alanının tüm bileşenlerinden veliyi, öğretmeni ve öğrenciyi daha çok sömürmenin yollarını arayan bir zihniyet. Gerici zihniyet de bundan farklı değil. Üstelik bu durumu bütünleyen özelliklere sahip. Mutlak “doğru”larla kuşatılmış, bu “doğru”ları sorgulamayı yasaklamış bir bütünleyen. Bununla birlikte tüm fen bilimlerini bu “doğru”nun kanıtlanmasının hizmetine veren, sosyal bilimleri ise bu “doğru”nun yayılmasının aracı olarak gören bir zihniyet bu. Neye karşı çıktığımızı biliyoruz, kapitalizme ve gericiliğe; değiştirilecek çok şeyin olduğunun da farkındayız. Ne piyasanın gücü ne de gericiliğin sinsiliği halktan yana, sosyalizmden yana bir eğitim hakkı mücadelesini engelleyemeyecek.


4

GÜNDEM 15 Ekim 2010 / 28 Ekim 2010

Halk›n Sesi

Birinci s›n›f yurttafl, birinci s›n›f emekçi AKP'nin “İkinci Kürt Açılımı”nın girizgahındayız. Birinci Kürt Açılımı'nın ömrü kısa sürmüş ve büyük bir “çiğlikle”, “taş atan çocuklar yasası”nı askıya alarak sonlandırılmıştı. 11-18 yaşındaki çocukları onlarca yıl hapse tıkma hukuksuzluğu, bu ters rüzgarla bir yıl daha sürdürülmüştü. “Girizgah”daki dalavereciliğe bakılırsa bu ikincisinin encamının birincisinden hayırlı olacağını söylemek güç. Bir yandan Öcalan'la “müzakere” yürütüyor gibi görünürken, diğer yandan Almanya'dan Suriye'ye, İran'a ve Irak Kürdistanı'na uzanan (artık kabak tadı veren) “kuşatma” gösterileri yapan ve PKK'den de ateşkesi seçimlere kadar uzatmasını isteyen bir hükümetle karşı karşıyayız. Belli ki bu “İkinci Kürt Açılımı”nın içeriğini, referandumda bordaladığı MHP seçmenini kaçırmadan Kürt seçmenini rehin alma siyasetinin “ince dengesi” belirleyecek. Erdoğan ne kadar Ferda “milli görüş gömleğini çıkardığını” Koç söylese de Erbakan'ın pişkin ve yılışık “yobaz açıkgözlüğü”nü ferdakoc@ sadakatle sürdürüyor. hotmail.com “Bed-asla necabet mi verir hiç üniforma / zerduz palan ursan eşşek yine eşşektir”. Ancak içeriği her nasıl doldurulursa doldurulsun, sonu nereye varacak olursa olsun, ortada tüm toplumun “umut bağladığı” bir süreç var. Türkiye toplumu kendisini, “silahların sustuğu ve ulusal-kültürel kimliklerin dışlama, aşağılama ve gerilim olmaksızın birlikte yaşadığı günlere” ulaştıracak somut politikalar istediğini açıkça olmasa da zımnen ifade ediyor. Mevcut siyasi öznelerin, özellikle de AKP hükümetinin toplumun bu beklentisini karşılayıp karşılamayacağı bu noktada fazlaca önemli değil; önemli olan, toplumun artık sorunu “PKK'nin imhası” olarak görmekten büyük ölçüde uzaklaşmış olması. Artık Türkiye toplumunda sorunu şu iki başlık altında tartışmak “vatan hainliği” olarak görülmüyor: Kürt sorununun “şiddete dönüşmesi”ne engel olacak politik ve toplumsal düzenlemeler neler olmalıdır ve PKK mevcut siyasi sisteme nasıl entegre edilebilir. Belli başlı “büyük” gazetelerin mühim köşelerini işgal eden “ağır toplar” kimi zaman özeleştiri de yaparak bakış açılarını bu çerçevede revize etmeye başladılar. Elbette bu önemli bir gelişme. Ancak “Türkiye'nin şimdiki ekonomik ve siyasi düzeni 'Kürt sorununu' 'hazmedilebilir' bir sorun haline getirecek bir 'reforma' elverişli midir?” sorusu halen ortada duruyor. Bu soruyu Kürtlerin bulunduğu noktadan sorarsak; “Türkiye'nin şimdiki ekonomik ve siyasi düzeninin Kürtlere sunabileceği koşullar, 30 yıla yakın bir süredir 'ulusal kurtuluş' mücadelesi veren Kürtler için 'tatminkar' bir 'yeniden başlangıç' zemini oluşturabilir mi?” Kağıt üzerinde, dünyanın ve bölgenin bugünkü konjontürü bu soruya “olumlu” bir yanıt vermeye uygunmuş gibi görünüyor. Öyle ya neo-liberal yeni sömürgecilik, “yerelleşme”yi, “özerkleşme”yi, toplumu “kimlik adacıkları” temeli üzerinde yeniden yapılandırmayı amacına ilerlemenin unsurları olarak görüyor. Gündemdeki “Kamu Reformu”nun içerdiği ademi merkeziyetçi yapılanmanın PKK'nin taleplerini karşılamak için yeterli olduğunu söyleyenler dahi var... Ancak bu yaklaşım, neo-liberal yeni sömürgeciliğin öngördüğü “yerelleşme”, “özerkleşme”, “kimlik adacıklarına dayalı siyasi yapılanma”nın birincil amacının mali sermaye sömürüsünün önündeki engelleri kaldırma, emek piyasasındaki rekabet koşullarını derinleştirme olduğunu gözlerden gizliyor. Neo-liberal kapitalizm de, neo-liberal yeni sömürgecilik de nufus içinde “ikinci sınıflaştırılmış” emekçi alt kümeleri olmadan yapamıyorlar. Yerelleştirme, özerkleştirme, ihtiyaç duydukları yığınsal “ikinci sınıflaştırma”nın vazgeçilmez temeli olan “piyasalaştırma”nın manivelaları oluyor. Dolayısıyla “yerelleştirme” ve “kültürel kimliğin tanınması”, bölgesel geri bıraktırılmışlığın giderilmesine ve şovenizmin yenilmesine hizmet etmiyor. Tam tersine bu ulusal baskı unsurlarının yeniden üretilmesinin 21.yüzyıla özgü temellerini oluşturuyor. ABD'nin empoze ettiği “Barış Süreçlerinin” Sri Lanka ve Kolombiya'da isyancı örgütlerin imhasını, tasfiyesini amaçladığı biliniyor. Aynı merkezden modifiye edilen “Türkiye Barış Süreci”nin de benzer bir biçimde işletileceği de kesin gibi görünüyor. Bunu daha önce söylemiştik. Dikkat edilmesi gereken bir başka konu ise ABD ve AB ülkelerinin ezilen uluslara ve etnik gruplara ilgisinin sözkonusu uluslar ve etnisiteler için pek “hayırlı” sonuçlar yaratmadığıdır. Kenardaki, köşedeki örneklerin peşinde koşmaya gerek yok; ABD'ye bakmak yeterli. Uzun bir süre kendi emek piyasasını siyahlara yönelik ırkçılıkla disipline eden ABD sermayesi, siyahların başkaldırısı karşısında ihtiyaç duyduğu “ikinci sınıf emekçi” stokunu Hispanik veya Latino olarak adlandırılan Orta ve Güney Amerika göçmenlerini devreye sokarak oluşturdu. Türkiye'nin neoliberal sömürge kapitalizminin Kürtlere kısmen de olsa (ABD'deki siyahlara tanındığı kadar da olsa) eşit haklar sağlayabilmesi için ikinci sınıf emekçi haline getirilebilecek bir başka toplumsal grubu devreye sokması gerekecek. Ufukta böyle bir grup da görünmüyor. Kürt sorununu 20.yy'da olduğu gibi “siyasi demokrasi” ve “ulusal pazara sahip çıkma” kavramlarıyla tartışabilmek, çözümlemek artık mümkün değil. “Kürt sorunu” dediğimiz “ulusal sorun” bir “ezilen halk” sorunu ve ulusal sorunun “ezilen halk sorunu”na dönüşümü, ulusal sorunun proleterleşmesinden başka bir şey değil. Zaten bu nedenle Kürt sorunu bir “ikinci sınıf yurttaşlık sorunu” olarak görünüyor ve “ikinci sınıf (yani güvencesiz) işçilik sorunu”, “Kürt İşçiliği” olgusunda vücut buluyor. “Anadilde Eğitim” talebi, geçtiğimiz yüzyılda “yurttaşlık haklarını etkin bir biçimde kullanma”nın temel unsuruydu; bugün bu talep aynı zamanda “ikinci sınıf işçiliğe mahkumiyetten kurtulma”nın zorunlu temelini tanımlıyor. Neoliberalizm “birinci sınıf yurttaşlık” mücadelesi ile “birinci sınıf işçilik” mücadelesini birbirine bağlıyor.

AKP’ye karşı omuz omuza Sınır ötesi tezkere AKP’nin, Kürtlere yönelik savaşta ısrarlı olduğunu kanıtlıyor. Buna karşın sola ve Kürt siyasetçilere yönelik AKP operasyonlarına karşı omuz omuza mücadele sürüyor

S

AKP operasyonlar›na karfl› ‹stanbul’da yap›lan protestodan

ola ve Kürt hareketine yönelik operasyonlara karşı bütün ilerici muhalefet güçleri omuz omuza veriyor. 9 Ekim Cumartesi günü İstanbul’da Galatasaray Meydanı’nda ve Ankara’da AKP İl Binası önünde bir araya gelenler AKP’nin operasyonlarını protesto etti. İstanbul’daki eylemin çağrıcılığını DİSK İstanbul Temsilciliği, KESK Şubeler Platformu, 78'liler Derneği, Halkevleri, Devrimci Hareket, DİP Girişimi, SGPH, BDP, EHP, EMEP, ESP, Sosyalist Parti, TKP, SDP, TÖP ve SBH yaptı. Eylemde ilk olarak Devrimci Karargâh soruşturması kapsamında polisler tarafından yapılan baskınla gözaltına alınan ve daha sonra serbest bırakılan SDP Parti Meclisi üyesi Sultan Seçik söz aldı. Haklarında kanıtlanmış hiçbir suçlama olmamasına rağmen ‘bombacı’ olarak ilan edildiklerini belirten Seçik 'Bundan sonra her hafta gerçekleri göstermek için burada olacağız. Birlikte mücadele edeceğiz ve bu saldırıları hep beraber püskürteceğiz' dedi. Seçik'ten sonra söz alan SDP İstanbul İl Başkanı Yasemin Deliduman sola yönelik operasyonlarla ilgili bir basın açıklaması okudu. Hapishaneye gönderilenlerden hiçbirinin neyle suçlandığını bilmediğini ve bunun hukuksuzluk olduğunu dile

getiren Deliduman, '21 Eylül komplosu sadece iki kuruma yapılmamıştır, tüm demokrasi güçlerine yapılmıştır’ dedi. Basın açıklamasının ardından her cumartesi, toplumsal muhalefet unsurlarının sola dönük saldırılara karşı oluşturduğu Sıra Kimde İnisiyatifi tarafından Galatasaray Meydanı'nda eylem yapılacağı duyuruldu. Duyurunun ardından söz alan Halkevleri Genel Başkanı İlknur Birol saldırılarla birlikte sermayenin ve onun iktidardaki temsilcisi AKP'nin en çok kimden korktuğunu gözler önüne serdiğini belirtti. 'İleri demokrasinin ne demek olduğunu görmeye başladık' diyen Birol, bütün hak, özgürlük, eşitlik isteyen herkesin 'Terörist' ilan edildiğini ifade etti. Mahir Çayan'ın, Deniz Gezmiş'in posterlerini asanların tutuklandığını dile getiren Birol demokrasi güçlerinin birlikte mücadele edip, dayanışmayı güçlendirerek hukuksuzlukları, adaletsizlikleri yenebileceğini vurguladı. Sola dönük saldırılar Ankara’da da toplumsal muhalefet bileşenlerinin eylemiyle protesto edildi. Yüksel Caddesi’nden AKP İl binası önüne yapılan yürüyüşün ardından Pir Sultan Abdal Kültür Merkezi tarafından Sakarya Meydanı’nda yapılan oturma eylemi ziyaret edildi.

AKP’den çözüm yok yalan var K

ürt sorunu eksenli dış temasları hızlandıran AKP, sınır ötesi harekat tezkeresinin süresini 1 yıl daha uzattı. AKP, barış beklentilerinin dile getirildiği eylemsizlik sürecinde Kürtlerin siyasi temsilcileriyle müzakere etmektense, yasal ve yasadışı bütün alanlarda baskıları artırarak kanlı “çözüm”de ısrarcı olduğunu gösteriyor. PKK’nin ay sonuna kadar uzattığı tek taraflı ateşkesin geleceğini de, Kürt siyasetçilerin yargılandığı KCK duruşmasının sonuçları belirleyecek. Sınır ötesi operasyon tezkeresi, 12 Ekim’de TBMM’de yapılan gizli toplantı sonucu 1 yıl daha uzatıldı. Oylamaya katılan 451 milletvekilinden 428’i kabul oyu kullanırken 18 vekil red oyu kullandı, 1 vekil çekimser kaldı. Tezkere görüşmesinden birkaç saat önce partisinin grup toplantısında konuşan BDP Eşbaşkanı Gültan Kışanak, süreci Kenan Evren’in 12 Eylül darbesine hazırlanışına benzeterek “Tayyip Erdoğan’ın kanlı bir yoldan cumhurbaşkanlığına yürümesi” olarak değerlendirdi. Süleyman Demirel 12 Eylül darbesiyle ilgili meşhur yorumunda, “TSK isteseydi 11 Eylül’de kanı durdururdu ancak Evren Çankaya’ya çıkmak istiyordu” demişti. Kışanak da, Erdoğan’ı barış şansını iktidar hesaplarıyla gözden çıkarmakla eleştirdi.

AKP DIfiARDA NE ARIYOR Tezkerenin konuşulduğu günlerde Başbakan, İçişleri Bakanı, Dışişleri Bakanı

ve MİT müsteşarlarına yollar göründü. Hükümet yetkilileri 2 hafta içinde 10’a yakın “sürpriz” ziyarette bulundu. Bu ziyaretlerin ağırlıklı gündemi hükümet tarafından PKK ile mücadelede ortaklık görüşmeleri olarak ifade edildi; hatta 8 Ekim’de ülkeye gelen Çin başbakanıyla bile teröre karşı ortak çalışma grubu oluşturulduğu da basında yer etti. 24 Eylül günü İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın Almanya İçişleri Bakanı Thomas de Maiziere ile yaptığı görüşmeyle başlayan süreç, Atalay’ın Kuzey Irak’a gidip Mesud Barzani ile görüşmesiyle hızlandı. Atalay’ın görüşmelerinin ardından 9 Ekim’de Almanya’ya giden Erdoğan, Almanya Başbakanı Angela Merkel ile görüştü. AKP, yurtdışı temaslarına 11 Ekim günü başbakanın Suriye ziyaretiyle sürdürdü. Başbakan bu gezileri yaparken MİT Müsteşarı Hakan Fidan da Kuzey Irak ve ABD’ye ziyaretler gerçekleştirdi. Hükümetin yurtdışı temasları sürerken 13 Ekim günü Washington'daki Dış Basın Merkezi'nde bir basın toplantısı düzenleyen ABD Savunma Bakanlığı yetkilisi Jim Townsend, görüşmelerin içeriğine daşr önemli bir ip ucu verdi: “Balistik füze tehditlerinin nereden gelebileceğine baktığımızda, bize göre Türkiye çok fazla ön cephelerde yer alıyor. Dolayısıyla coğrafi açıdan, Türkiye, füze savunma sisteminin bazı bölümlerine ev sahipliği yapmada iyi bir yer olabilir.” Görüşmelerin içeriği tam olarak açıklanmasa da, AKP’nin PKK’ye

karşı destek arama turunun büyük pazarlıklara konu olduğu anlaşılıyor.

‹ÇER‹DEN UYARI Hükümetin dış temaslarına, medyada “PKK her an bitebilir”, “Çekiliyorlar”, “Sonuna gelindi” gibi abartılı, sansasyonel yorumlar eşlik etmeye başladı. Medya PKK’yi bitiremeden, yıllardır Kürt sorununda neoliberal çözüm cephesinin sözcülüğünü yapan Mehmet Ali Birand tarafından uyarıldı. Birand, ‘Hayal görüyoruz’ diyerek, medyada yer alan yorumların çoğunun temelsiz olduğunu belirtti ve çözümün “tek

CHP’nin ikilemi AKP’ye yazdı C

HP referandum öncesinde ‘türban sorununu biz çözeceğiz’ diyerek atağa kalktı. Kemal Kılıçdaroğlu’nun bugüne dek nasıl çözeceksiniz sorusuına verdiği “onu bize bırakın” yanıtı yetersiz kalınca, Kılıçdaroğlu’nun imdadına CHP Grup Başkan Vekili Kemal Anadol yetişti. Anadol, partinin türban konusunu seçim barajları, dokunulmazlık ve diğer hak ve özgürlük konuları ile çözülebileceğini söylerek durumu kurtarma açıklaması yaptı.

ABANT KAMPINDA UZLAfiMA YOK 8-9 Ekim’de Abant’ta seçim öncesi parti programıyla ilgili kamp yapan CHP’nin parti içinde diyalog ve bir hazırlık olmadan yapılan türban konusundaki açıklamaları sıkıntı yarattı. CHP’nin, seçim öncesi tavrıyla ve gericilikle mücadele iddiasındaki eski CHP arasındaki yalpalayışı kampın uzlaşmasız sonuçlanmasına neden oldu. Kılıçdaroğlu, CHP İzmir Milletvekili Canan Arıtman’ın Abant kampında yaptığı konuşmada bir çok partilinin desteği ile türban konusunda eleştirildi. CHP’li milletvekilleri, türban konusunda alınan tavırın AKP’nin elini güçlendirdiğini ve bu konuyu CHP’nin gündeme getirmesinin doğru olmadığı konusunda Kılıçdaroğlu’na yüklendi. Üniversitede türbanın

varlığını parti tabanına anlatmakta güçlük çektiklerini belirten bir kısım milletcvekili yasağın savunulması konusunda ısrarcı davrandı. Toplantıdaki en sert tutum türban konusunda alındı.

CHP’YE TÜRBAN KONUSUNDA PROPAGANDA fiANSI KALMADI Türban konusunda yıllardır sürdürmeye çalıştığı tutumu referandum öncesi ve seçim

öncesinde sürdürmekte güçlük çeken CHP’nin atağı, silahını elinden alan AKP’nin YÖK hamlesi ile boşa çıkarıldı. Gericilik sorununu salt türbana indirgeyen, türbanı gerçek gericilikle mücadele yöntemi içinde tartışmayan CHP’ye cevap üniversitelerde gericiliğin ivme kazanması oldu. CHP’nin seçim propagandalarının birinin önü de AKP’nin elindeki ‘biz çözdük’ kozuyla tıkanmış oldu.

yolu Kürt halkını memnun edecek önlemlerdir” dedi. AKP ise değil Kürt halkının, “neoliberal çözüm” cephesinin beklentilerini bile karşılayacak bir plan ortaya koymuş değil. AKP’nin, referandum öncesinde yeniden diline doladığı çözüm söylemlerinden de Kürt hareketini oyalama taktiğinden başka bir şey çıkmadı. AKP’nin, barış ve diyaloga yönelik beklentileri giderek zayıflatan bu tutumu, 18 Ekim’deki KCK davasında da olumlu bir sonuç çıkmaması halinde ülkeyi yeniden çatışmalarla yüz yüze getirebilir.

Liberallerden AKP’ye layık proje Sosyalistler referandum sürecindeki saflaflmada, bir k›sm› kendisine hala ‘sol’ diyen liberallerin sol yelpaze içinde say›lamaca¤›n›n kesinleflti¤ini ilan etmiflti. Emek eksenli siyaseti ‘eski kafal›l›k’, gericili¤e karfl› durmay› ‘tutuculuk’, AKP’ye muhalefet etmeyi ‘darbecilik’, anti-emperyalizmi ‘milliyetçilik’ diye niteleyerek ezilenlere ezenlerin propagandas›n› yapanlara, “art›k sol ad›na konuflman›za izin vermeyece¤iz” denilmiflti. Bu ifflaata karfl› ilk ciddi yank› da, do¤ru adresten, “sosyalizmi yeniden tan›mlamak” iddias›yla 30 y›l› aflk›n süredir sol içinde liberalizm propagandas› yapan Birikim dergisinden geldi. Baflyazar Ömer Laçiner, foyas› meydana ç›k›p kovulunca “as›l ben istifa ediyorum” diyen film karakterlerini akla getiren bir yaz› yazd›. Derginin Ekim say›s›nda yay›nlanan yaz›da, sosyalist solun 30 y›ld›r süren bir gerileyifl içinde her fleyiyle tükenerek etkisiz bir konuma geldi¤ini ileri süren Laçiner, sosyalistlerle köprüleri att›klar›n› ilan etti: “…bu yolun sonuna geldi¤imizi kabul etmek

zorunday›z. Bu, yaln›zca bir zorunluluk de¤il ayr›ca ahlaki bir yükümlülük, görevdir art›k. Önümüzdeki say› bu görev bafllayacakt›r.” Bunun masum bir ayr›l›k yaz›s› olmad›¤›, “sol” s›fatl› yeni bir liberal projenin “müjdesi” oldu¤u anlafl›l›yor. Liberal cenahtan gelen öteki sesler, bu yolda epey kalabal›k bir kadronun seferber oldu¤unu gösteriyor. Cemaatin flirin yüzü Eyüp Can’a devredilen Radikal gazetesinde de¤iflim Ekim ay›nda “Devrim” slogan›yla bafllad›. Solcu olmad›¤›n› söyleyen Can, yeni çizgilerini “özgürlükçü sol” olarak tan›ml›yor. Referandumdan önce ve sonra ç›kan iki yaz›s›nda yeni bir sol do¤du¤unu müjdeleyen sa¤c› Taraf yazar› Etyen Mahçupyan da bu yeni solun “‘AKP’nin anayasas›’ denen pakete destek verenler” oldu¤unu belirtti. Ayn› süreçte, Zaman’da ‘Yetmez Ama Evetçi’ “solcular›n” sola hakaret eden, AKP’yi öven demeçleri yay›nland›. Ne mi oluyor? Üç afla¤›da befl yukar›, AKP kendi eliyle bir sol olufluma gitseydi ne olacakt›ysa o oluyor.


5

DÜNYA 15 Ekim 2010 / 28 Ekim 2010

Halk›n Sesi

Halk darbeyi püskürttü 7 E

kvador’da 30 Eylül’de yaşanan darbe girişimi tüm dünyanın gözlerini asi kıtaya çevirdi. Özlük haklarından kesinti yapılan polislerin eylemleri birden sokak çatışmalarına döndü. Kendileriyle konuşmak için yanlarına giden sosyalist devlet başkanı Rafael Correa’ya silah çeken polisler, Correa’nın “Cesaretiniz varsa vurun” demesiyle birlikte başkana gaz bombası yağdırmaya başladı. Yoğun gazdan etkilenen Correa başkent Quito’daki polis hastanesine gitti. Polislerin fiili olarak rehin aldığı Correa 12 saat boyunca hastaneden çıkamadı. Correa “Bolivarcı Latin Amerika ülkelerinin liderlerine yönelik bir darbe girişimiyle esir alındığını” duyurdu. Bunun üzerine Güney Amerika Birliği toplandı ve Correa’ya destek mesajları açıklandı. Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez, Ekvador halkını başkanlarına sahip çıkmaya çağırdı ve Ekvador ordusundan da başkanı kurtarmasını istedi. Correa’ya bağlı olduğunu açıklayan Ekvador ordusu da bölgeye birlikler gönderdi ve silahlı çatışmalar sonucunda Correa kurtarıldı. Çıkan çatışmalarda 2 polis öldü. Olayların ardından 40 polis tutuklandı. SENARYO ÇOK TANIDIK Solcu Latin Amerika iktidarları üzerinde oynanan oyun bu sefer tutmadı. Correa, Haziran 2009’da Honduras’ta benzeri bir süreçle yapılan darbeden sonra “sıra bende” demişti. Correa böylece haklı çıkmış oldu. Correa’yı haklı çıkaran nedenler iki günlük “maaş” kavgasına indirgenemez.

L

atin Amerika’daki tanıdık darbe senaryosu Ekvador’da tutmadı. Halk emperyalizmin işbirlikçilerini alt etti

1996’dan, Correa’nın devlet başkanı olduğu 2006 yılına kadar Ekvador’da tam 8 devlet başkanı değişti. Bunlardan neoliberal politikalar uygulayan üçü, haklarını gasp ettiği halk tarafından devrildi. Böylesi bir ortamda “Yurttaş Devrimi” projesiyle ortaya çıkan Correa büyük destekle başkanlığa geldi. Başkan olur olmaz yeni anayasayı yazacak olan “Kurucu Meclis” çalışmalarına başlayan Correa, halkın desteğiyle bunu başardı. BAĞIMSIZLIĞA İLK ADIMLAR Ekim 2008’de halkın %78’inin

onay verdiği bir anayasa hazırlandı. Bu anayasayla mali politika, petrol politikası ve ordu üzerindeki kamu denetimi arttı. Ülkede yabancı üs kurulması yasaklandı. Sigorta hakları arttırıldı ve cinsiyet ayrımcılığı yasaklandı. Yerli halkın hakları ilk kez tanındı. Başkan seçildiğinde 10 milyar dolar tutarındaki dış borçları ödemeyeceğini ilan eden Correa, emperyalist ülkelere karşı Bolivarcı ülkelerin dayanışma örgütü olan ALBA’ya katıldı ve ABD karşıtı bir siyaset izleyeceğini açıkladı. Petrol gelirlerinin büyük bir kısmı-

‘Sarko sen hapı yuttun’ F

ransa’da Sarkozy hükümetinin emeğe saldırılarına karşı grevler devam ediyor. Emeklilik yaşını 60’tan 62’ye, çıkaran yasaya karşı 12 Ekim’de rekor sayıda emekçi ve öğrenci sokaklara döküldü. Sendikaların eyleme destek çağrılarıyla 3.5 milyon kişi “Sarkozy ateşle oynama” dedi. 12 Ekim’deki grevle yıl başından bu yana yedinci kez greve gidilmiş oldu. Sarkozy ve Fransız hükümetinin yasayı geri çekmeyeceklerini açıklamalarına karşı sendikalar “Biz de geri adım atmıyoruz” demişlerdi. Emekçilerin haklarını gasp eden yasa tasarısı tüm uyarılara rağmen 15 Eylül’de parlamentoda onaylanmıştı. Bunun üzerine 2 Ekim’de greve giden

emekçilerin uyarıları yine dikkate alınmadı ve yasa tasarısı 11 Ekim’de senatoda onaylandı. 12 Ekim’deki grev gününde Fransa’nın 244 ayrı noktasında eylemler yapıldı. Diğer eylemlerdekine oranla çok yüksek sayıda öğrencinin destek verdiği eylemlerin sadece Paris ayağında 500 binden

fazla kişi yürüdü. Özellikle liseli öğrencilerin eylemlere olan desteği çok fazla oldu. Toulouse’ta emekçilerle kolkola yürüyen öğrenciler, “Sarko sen hapı yuttun, öğrenciler sokakta” pankartını taşıdılar. EİFFEL KULESİ KAPANDI En az 24 saat süre-

cek grev gününde ülke genelindeki 400 lisede eğitim yapılmadı. Ulaşım, petrol, turizm grevden en fazla etkilenen işkolları oldu. Öğretmenler de greve yoğun destek verdi. Havayolu ulaşımı yarıyarıya durdu. Tren seferleri de grev nedeniyle durma noktasına geldi; pek çok sefer yapılamadı. Ünlü Eiffel Kulesi de çalışanların greve gitmesi nedeniyle kapandı. Sarkozy hükümetinin saldırılarının karşılıksız kalmayacağını bir kez daha gösteren emekçiler, 16 Ekim’de bir kez daha greve gidecek ve yasanın çekilmesini isteyecek. Bazı sendikalar da 18 Ekim’den itibaren süresiz greve gideceklerini açıkladı.

nın devlete vergi olarak devredilmesini kararlaştıran Correa, çoğu ABD’li şirketlere ait olan petrol sahalarını kamulaştırdı. Daha sonra, hemen hepsi Kanadalı şirketlere ait olan madenler üzerindeki imtiyazların %88’ini iptal etti. Tüm bu hamleleri Correa’nın emperyalist devletler ve yerli işbirlikçileri tarafından “kötü başkan” olarak görülmesine fazlasıyla yetti. Ulusal Askeri Savunma Planı (Patrio Uno) çerçevesinde ordu içindeki tüm kuvvetler tek bir komutana bağlandı. Böylece ABD’nin maşası Kolombiya’dan

gelebilecek bir saldırı durumunda direkt Correa’ya bağlı bir merkez yaratıldı. Bu merkez Correa’nın kurtarılmasında da çok işe yaradı. Kolombiya’dan “gelebilecek” olan saldırı ise 1 Mart 2008’de gerçekleşti. FARC-EP gerillalarının Ekvador’da olduğunu öne süren Kolombiya, ABD askerleriyle beraber Ekvador’a girdi. Bu olaydan sonra Correa, bizzat bir ABD’li general tarafından “paha biçilemez” olarak değerlendirilen Manta üssünü kapatacaklarını açıkladı. Kolombiya saldırısı sırasında bir Ekvadorlunun hayatını kaybettiğini saklayan kuvvet komutanlarını ABD’yle işbirliği yapmakla suçlayan Correa, bu komutanları ordudan tasfiye ederek ordu içindeki hakimiyetini arttırdı. Ordu içerisinde faaliyet alanı iyice daralan CIA, polis teşkilatı içinde faaliyet yürütmeye başladı. Polis içinde CIA bağlantılı bir grup tespit edildi ve CIA Ekvador Şefi ülkeden kovuldu. Ancak polis içindeki ABD yanlısı grup eritilemedi ve 30 Eylül’deki olaylarda bu polisler sahneye çıktı. Kendisine sadık kalan ordu tarafından kurtarılan Correa’ya halk bu sefer sahip çıktı. Ancak bu desteğin devamlı hale geleceği kesin değil. Özellikle maden alanlarının işlenmesi ve su havzalarının kamulaştırılması projeleri yerli halkla Correa arasında büyük bir gerilim odağı. “Ekvador’u 21. yüzyıl sosyalizmine taşıyacağız” diyen Correa’nın çözmesi gereken en büyük problem bu. Bu problemler çözülmediği takdirde başkan devirmede oldukça tecrübeli olan Ekvador halkı Correa’nın başını ağrıtabilir.

iklim 5 kıta

33 madenci yeryüzünde

Ş

ili’de Capiapo eyaleti yakınlarındaki madende 5 Ağustos’ta meydana gelen patlama sonucunda göçük altında kalan işçiler yeryüzüne çıkarıldı. 69 gün kurtarılmayı bekleyen madencilerin yeryüzüne çıkarılmasıyla Şili’de büyük sevinç yaşanıyor. “St. Lorenzo” adı verilen operasyonla yeryüzüne çıkarılan madenciler sevinçlerini ilk olarak aileleriyle paylaştı. Fenix adı verilen iki adet kurtarma kafesiyle yaklaşık 15-20 dakikada yukarı çekilen ilk madenci Florencio Avalos oldu. Avalos’tan sonra kurtarılan Mario Sepuldeva Espina 700 metre derinlikten getirdiği taşları kendisini kurtaranlara dağıttı. Çok büyük bir sevinç yaşayan Espina “Viva Chile” diye bağırarak sevincini gösterdi. Yukarıda kendisini bekleyen arkadaşlarına slogan attıran Espina, daha sonra ailesiyle birlikte bir canlı yayına katıldı. Canlı yayında “Bize yıldız muamelesi yapmayın. Biz işçiyiz ve çalışmaya devam edeceğiz” diyen Espina, çalışma koşullarının düzeltilmesini istedi. İşçilerle ilk iletişim sağlandığında kurtarılmalarının en erken Aralık ayında mümkün olacağı açıklanmıştı.

Kudüs’te yan çiziyorlar 11 Ekim’de Beflar Esad’la ‘PKK etraf›ndaki çemberin daralt›lmas›’ ve ‘Irak’ta istikrar›n sa¤lanmas›’ konular›n› görüflmek üzere Suriye’ye giden Tayyip Erdo¤an, ‹srail’e esti gürledi. fiam’da ‹srail’in Mavi Marmara bask›n› için özür dilemesi gerekti¤ini söyleyen Erdo¤an, AKP hükümetinin ‹srail’e karfl› tav›r ald›¤›n› savundu. “‹srail ferman dinlemez tav›rlar›n› sürdürürse yaln›z kal›r” diyen Tayyip Erdo¤an, ‹srail’le tüm silah anlaflmalar› devam ederken iptal edilen askeri tatbikatlar›n arkas›na saklanmay› da ihmal etmedi. Baz› alanlarda ‹srail’le iliflkileri dondurduklar›n› söyleyen Erdo¤an, “Ticari olarak özel sektörün yapm›fl oldu¤u ticari anlaflmalar var. Onlar› sürdürüyoruz” diyerek ikiyüzlü politikalar›n› da itiraf etmifl oldu. Erdo¤an’›n ‘PKK etraf›ndaki çemberin daralt›lmas›’ ve

‘Irak’ta istikrar›n sa¤lanmas›’ konular›n› görüflmek üzere gitti¤i Suriye’den ‹srail’e laf duyurmas› ise tesadüf de¤il. Kudüs’teki OECD Dünya Turizm Konferans› toplant›s›na AKP’nin kat›lacak olmas› Erdo¤an’› bu aç›klamalar› yapmaya zorlad›. Filistin’den gelen tüm uyar›lara ra¤men ‹srail’in OECD’ye kat›lmas›na “evet” diyen Erdo¤an, 20-22 Ekim aras›nda yap›lacak olan toplant› için net bir fley söyleyemiyor. ‹spanya, ‹ngiltere ve ‹sveç toplant›ya kat›laman›n Kudüs’ü ‹srail’in baflkenti olarak kabul etmek olaca¤›n› belirterek toplant›ya kat›lmayacaklar›n› aç›klad›lar. AKP hükümetinden toplant›ya kat›l›p kat›lmayacaklar›na dair net bir aç›klama gelmedi. ‹srail’e karfl› “denge” siyaseti izleyen AKP’nin ikiyüzlü siyaseti bu olayla bir kez daha ortaya ç›km›fl oldu.

Saadat’a özgürlük!

F

ilistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC), 16 Mart 2009’dan beri İsrail’deki çeşitli hapishanelerde tecrit altında tutulan Ahmed Saadat’ın serbest bırakılması için 5-15 Ekim tarihleri arasında “Uluslararası eylem günleri” örgütlenmesi çağrısında bulundu. Bunun üzerine İstanbul’da Filistin İçin İsrail’e Karşı Boykot Girişimi tarafından 9 Ekim’de bir eylem yapıldı. Galatasaray Meydanı’nda yapılan eylemde “Tecrit sessiz ölümdür. Tecrit beyaz işkencedir. Tecrit insanlık suçudur” denilerek İsrail hapishanelerindeki tecritin son bulması istendi. Eylemde FHKC Genel Sekreteri Ahmed Saadat’ın derhal serbest bırakılması istendi. Saadat’ın tecrite karşı uluslararası destek çağrısının da okunduğu eylem “… Filistin halkının mücadelesine biz de bu topraklarda direnerek güç katmaya devam edeceğimizi vurguluyoruz. Yaşasın Filistinli tutsakların onurlu mücadelesi! Ahmed Saadat’a özgürlük!” denilerek sona erdirildi.

Venezüella ve Brezilya seçimleri üzerine eçtiğimiz hafta Venezüella ve Brezilya’da iki önemli seçim vardı. Venezüella’da parlamentonun yeni aritmetiğini belirleyen seçimlerde Venezüella Birleşik Sosyalist Partisi (PSUV) ile Venezüella Komünist Partisi’nin (PCV) kurduğu Bolivarcı İttifak 165 sandalyenin 98’ini kazandı. Brezilya’da ise Mevcut devlet başkanı Lula da Silva’nın halefi İşçi Partisi adayı Dilma Roussef yüzde 47 oranında oy aldı. Hiçbir adayın yüzde 50 sınırını geçememesi nedeniyle ikinci tura kalan seçimlerde Roussef’in yeni devlet başkanı olmasına Soner kesin gözüyle Torlak bakılıyor. Venezüella ve sonertorlak Brezilya’nın seçimleri, @gmail.com Latin Amerika’da yaşanan radikal dönüşüm süreci açısından oldukça önemli. Venezüella, bölgede kıtasal entegrasyonun ve sola dönüşün başını uzak ara çeken en etkili ülkeyken, Brezilya ise devasa

G

ekonomisi ve bölge siyaseti üzerindeki etkisiyle kıta ülkelerinin ABD’nin nüfuz alanında çıkabilmelerinde kilit önemde. **** Ekvador’da yine geçtiğimiz hafta gerçekleşen darbe girişiminin, Şili’de sağın diktatörlük döneminden sonra yeniden iktidar olmasının ve Honduras’ta gayrimeşru darbe rejiminin iyiden iyiye yerleşmesinin de gösterdiği üzere, Latin Amerika ne sınıfsal/toplumsal çelişkilerden azade ne de ABD’nin kıta siyaseti üzerindeki gücü tam olarak kırılmış durumda. **** Devletler düzeyinde baktığımızda durum böyle. Ancak meselenin bir başka boyutu daha var. İşçi Partisi adayı Dilma Rousseff’in seçilmesi halinde, yeni İşçi Partisi hükümeti ülkede biriken çelişkilerinin çözülmesi sorunuyla karşı karşıya kalacak. Engellenemeyen suç, aşırı yoksulluk, yerli halklar ve topraksız köylüler aleyhine ve ulus-ötesi şirketler lehine geliştirilen politikaların İşçi Partisi’nin ona oy veren kitlelerle arasında yarattığı gerginlikler, Rousseff’in seçilmesiyle birlikte artık birer çatışma başlığına dönüşecek. **** Venezüella’da ise Chavez hükümetinin

yeni bir seçim zaferi kazandığı doğru olmakla birlikte, on yıldan bu yana muhalefetin ilk defa meclisin üçte birinden fazlasını elde ettiğini ve böylece Chavez hükümetinin yeni yasaları geçirmesinin artık eskisinden daha zor olacağını da not etmek gerekiyor. Ancak muhalefetin başarısını sadece ABD’nin akçeli ve alengirli işlerine bağlamak da doğru görünmüyor. Bolivarcı Devrim’in pek çok alanda hayata geçirdiği halkçı politikalar kesinlikle önemliyken, halkın gündelik hayatında önemli sıkıntılara yol açan yolsuzluk, enflasyon ve suç meselelerinin halen çözüme ulaşmamış başlıklar olmayı sürdürmesi de söz konusu. Venezüella’da muhalefetin elde ettiği başarının muhalif medyanın antipropagandasına dayandığı bir yanıyla doğruyken, muhalefetin seçim kampanyalarında eskisi gibi “komünizm geliyor” çığlıkları atmak yerine ülkede günlük hayatı etkileyen sorunlara dönük eleştirilerle kurması, muhalefetin elde ettiği başarının bir diğer yanı. **** Nihayet Venezüella ve Brezilya’da sol referanslı hükümetlerin iktidarda kalmaları, ABD’nin hegemonik söylemine meydan okuyan bir Latin Amerika’nın varlığını

sürdürebilmesi açısından hayati önemdeyken, bu hükümetlerin ortaya çıkan ve giderek yakıcı hale gelen çelişkileri iyi okuyabilmesi ve daha radikal halkçı bir çizgiye oturmaları temel önemde görünüyor. Aksi takdirde son on yıl boyunca kıta genelinde yakalanan değişim havasının yerini kısa sürede ABD destekli muhafazakar hükümetlerden oluşan bir sağ popülizm dalgası alabilir. Böyle bir durum ise ABD’nin bölgeye müdahale kanallarını ardına kadar açacak bir konjonktür ortaya çıkabilir ve elde edilen bütün hak ve kazanımlar büyük devlet terörü dalgalarıyla tasfiye edilebilir. **** Bu kötümser tahminleri boşa çıkaracak yegâne güç ise sol referanslı hükümetleri tabandan doğru radikal değişimlere zorlayacak örgütlü toplumsal hareketlerdir. Latin Amerika’da ve özellikle de Venezüella ve Brezilya’da uzun yıllardan bu yana deneyim ve güç biriktirmiş bu türden hareketlerin olduğunu biliyoruz. Öyleyse iş, Venezüella ve Brezilya hükümetlerinin bu hareketlerin taleplerini acilen gündemlerine almasına ve ABD destekli muhalefetin bu çatlaklara sızmasına izin vermemesine kalıyor.

Alex’in katiline müebbet

Y

unanistan’da 6 Aralık 2008’de yapılan bir eylemde polis kurşunuyla katledilen 15 yaşındaki Alexandros Grigoropulos’un katiline müebbet hapis cezası verildi. 11 Ekim’de yapılan duruşmada Alex’e ateş eden polis memuru Epaminondas Korkoneas “ateş ederek kasten adam öldürmek” suçundan ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı. Alex’in katledildiği sırada Korkenas’ın yanında olan bir diğer polis memuru Vassilis Saraliotis de suç ortaklığı yapmaktan suçlu bulunarak tutuklandı. Alex’in öldürülmesiye Yunanistan’da haftalarca süren sokak çatışmaları başlamış ve polislerin yargılanması istenmişti. Eylemler sonucunda içişleri bakanı istifa etmek zorunda kalmıştı.


6

İNSANCA YAŞAM 15 Ekim 2010 / 28 Ekim 2010

Halk›n Sesi

CHP’li Yaşar, Gökçek’e özendi Yenimahalle’deki yıkım rantçılıkta CHP’nin de AKP’den geri kalmak istemediğini gösterdi. Barınma hakkı için mücadele edenler sermaye için siyaset yapanların foyasını ortaya çıkardı OSMAN NUR‹ ORHAN

2

007 yılında AKP’li belediye başkanı Ahmet Duyar döneminde başlatılan Mehmet Akif Ersoy Mahallesi kentsel dönüşüm projesi yerel seçimleri CHP’li Fethi Yaşar’ın kazanmasıyla el değiştirdi ama zihniyet değişmedi. Yerel seçimler süresince kentsel dönüşüm projesinin AKP’nin rant projesi olduğunu söyleyen Fethi Yaşar, belediye başkanı seçildikten sonra bu söylediklerinin hepsini unuttu. DERSLER‹NE ÇALIfiIP GELM‹fiLER Ağustos ayından bu yana 6 kez saldırıya uğrayan Mehmet Akif Ersoy Mahallesi halkına en son saldırı 11 Ekim günü gerçekleşti. 17 kişinin gözaltına alındığı olaylarda belediye 40 adet boş evi yıktı. Yıkımları telefondan birebir yöneten Fethi Yaşar, yüzlerce polisle tam bir planlı saldırı örneği sergiledi. Polis ve yıkım ekipleri

çalışılmış bir stratejiyle mahalleye girdi. Sabah saatlerinde Mehmet Akif Ersoy Mahallesi Barınma Hakkı Bürosu önüne gelen polis ve yıkım ekipleri ilk önce Barınma Hakkı Bürosu’nun megafonlarını çalışamaz hale getirdi. Ardından yıkılacak evlerin etrafını saran polise mahalleli sert tepki gösterdi. Ellerine aldıkları sopalarla, evlerini yıkanlara direnen mahalleliye karşı polis biber gazı kullandı ve 17 kişiyi göz altına aldı. Direnişin en ön safında yer alanlar kadınlardı. İş makinelerini durdurmak isteyen kadınları engellemeye polis kalkanı yetmedi. DAMDAK‹ ZABITA Evlerini korumak için çatıya çıkan 60 yaşındaki bir karıkoca yıkım ekiplerine uzun süre direndi. Komşusunun evinin yıkıldığını gören kadın, çatıdan inerek yıkım aracını taşlamaya başladı ancak polis ekipleri kadını gözaltına aldı. Çatıda kalan kişiyi ise Yenimahalle Belediyesi yıkım

ekipleri filmleri aratmayacak bir şekilde arkasından yaklaşarak zorla çatıdan indirdi. Babasını korumak için yıkım ekiplerinin üzerine atlayan bir genci ise belediye görevlileri çatıdan aşağı attı. 19 yaşındaki genç, yaralı bir şekilde gözaltına alındı. Ev sahiplerinin gözaltına alınmasının ardından evin içine giren belediye ekipleri eşyaları boşaltarak evi yerle bir etti. Açılan mahkemeler sonucu yürütmeyi durdurma kararı alan mahallelilere belediye ekipleri hukuksuz bir şekilde saldırdı. Evlerinde olmayan insanların evlerinin kapıları levyeyle kırılarak boşaltıldı. Bu durumu görüntüleyen Halkın Sesi gazetesi muhabirine saldıran belediye çalışanları, muhabirimizin fotoğraf makinesini ve hafıza kartını gasp ettiler. Mehmet Akif Ersoy Mahallesi Barınma Hakkı Bürosu’nu da yıkmak isteyen yıkım ekipleri, mahallelinin direnişi üzerine bunu başaramadı. Bütün bunların yanında

Mehmet Akif Ersoy Mahallesi’nde bir de doğa katliamı yaşanıyor. 30 bin ağacın bulunduğu mahallede yıkım ekipleri ağaçları da yıkarak her yeri dümdüz ediyor. “Daha yeşil bir Yenimahalle” sloganıyla Çayyolu’na 500 fidan diken Yenimahalle Belediye Başkanı Fethi Yaşar, Mehmet Akif Ersoy Mahallesi’nde ise yeşile düşman kesiliyor. Seçim öncesinde kentsel dönüşüm kararlarını mahallelilerle birlikte alma sözü veren ve mahallelilerin barınma hakkı taleplerinin altına imzasını atan CHP’li belediye başkanının seçildikten sonra vaatlerini unutarak rant uğruna gerçekleştirdiği vahşi saldırıya karşı mahalle halkı barınma hakları için mücadele etmeye devam edeceklerini söylüyor. Mahalleliler, Fethi Yaşar’ın yapacağı tüm saldırılara karşı Ankara’daki diğer kentsel dönüşüm mağdurlarıyla birlikte ortak barikat öreceklerini dile getiyor.

11 Ekim günü gerçekleflen sald›r›da mahalle sakinleri evlerini korumak için her yolu denedi. Foto¤raftaki aile uzun süre evlerinin çat›s›ndan inmemek için direndi. Fakat bir süre sonra zab›ta ekipleri çat›ya polisiye filmleri hat›rlatan bir operasyon düzenledi. Yafll› adam gözalt›na al›n›rken o¤lu çat›dan afla¤› at›ld›.

Sarıyerliler vaat değil hastane istiyor Sarıyer’de aralarında Halkevi, İstanbul Tabip Odası ve muhtarlıkların bulunduğu Sağlığıma Engel Olma Platformu, ilçeye hastane açılması için 20 bin imza topladı hastanenin fizik tedavi ünitesi yok. Sürekli Baltalimanı’na gitmek zorunda kalıyorum. Ne İstinye’de ne de Sarıyer’de sonuç alabildim. Ayrıca 1995’ten bu yana MS hastası olarak Okmeydanı’nda tedavi olmak zorunda kalıyorum. Özellikle ataklar gelince yürüyemiyorum. Cerrahpaşa, Okmeydanı çok uzak olduğu için taksiyle gitmek zorundayım. Zengin olmadığım için ayrıca yol parasına katlanmak zorunda kalıyorum. MS hastası olarak altı ayda bir kez ilaçların yenilenmesi için 5 gün Cerrahpaşa’ya gidip gelmek zorunda kalıyorum. Neden Sarıyer’de tedavi olamıyorum?”

S

arıyer’de yaklaşık dört ay önce, Sarıyer Sağlığıma Engel Olma Platformu tarafından, ilçeye tam donanımlı bir devlet hastanesi yapılması talebiyle başlatılan imza kampanyası, 10 Ekim Pazar günü yapılan bir eylemle son buldu. Sarıyer Evlendirme Dairesi önünde bir araya gelen Platform bileşenleri, Sarıyer Motor İskelesi önüne kadar yürüyerek bir basın açıklaması yaptı. Platform adına yapılan basın açıklamasını okuyan Sarıyer Halkevi üyesi Sevil Çelebi şunları söyledi: “İmza kampanyasında Sarıyerliler olarak Sarıyer’e acilen tam donanımlı bir devlet hastanesi yapılması talebiyle bugüne kadar 20 bin imza topladık. Bu süreçte Sarıyer mahalle muhtarlarımızın, köy muhtarlarımızın ve Sarıyerlilerin aktif desteğini ve çabasını gördük. Mahalle pazarlarında imza toplarken tanıştığımız çok sayıda Sarıyerli imza föylerimizden isteyip komşularından imza toplayarak bizlere ulaştırdılar, kampanyamıza aktif olarak katıldılar.” SEÇ‹M VAAD‹ OLMASIN İstanbul’un en büyük ilçelerinden birisi olan Sarıyer’de tam donanımlı bir devlet hastanesinin bulunmaması, ilçenin en önemli sorunlarından biri. İlçede var olan iki hastaneden biri olan Sarıyer İsmail Akgün Devlet Hastanesi

orta ölçekli bir sağlık ocağı niteliğini taşırken, İstinye Devlet Hastanesi’nde de yoğun bakım ünitesi bulunmuyor. Bütün ağır ve acil sağlık sorunları için Okmeydanı, Şişli Etfal ve Cerrahpaşa gibi uzak mesafelerdeki tam donanımlı hastanelere sevk edilen Sarıyerliler sevk sorunu yüzünden can kayıpları ve sakatlıklarla karşı karşıya kalıyorlar. İlçede Acıbadem gibi özel sağlık kuruluşlarının sayısı da gün geçtikçe artıyor. Geçtiğimiz yerel seçim döneminde

AKP tarafından oy toplamak için kullanılan hastane yapılacağı vaadi ise her zamanki gibi seçim sonrasında unutuldu. Sarıyerliler aynı süreçte hastane yollarında sağlıklarını ve hayatlarını kaybetmeye devam ettiler. Yaz başında Sarıyer Halkevleri ve İstanbul Tabip Odası öncülüğünde kurulan ve çok sayıda dernek ve köy-mahalle muhtarının desteğini alan Sarıyer Sağlığıma Engel Olma Platformu, yaz ayları boyunca semt pazarlarında ve

Bizimköy’e halay sorgusu K

ocaeli’nde bulunan Bizimköy Engelliler Üretim Merkezi’nde işten çıkartılan engelli işçilerin işe iade davası başladı. Üç yıldır özlük haklarında herhangi bir iyileştirmeye gidilmemesine ve kölelik koşullarında çalıştırılmalarına karşı iş bırakan emekçiler geçtiğimiz Temmuz ayında Kocaeli Sanayi Odası Başkanı tarafından işten çıkartılmıştı. İşten atılmaları üzerine dava açan engellilerin davası 8 Ekim Cuma günü Kocaeli 2. İş Mahkemesi’nde görüldü. Duruşmada tanık olarak dinlenen Bizimköy Engelli Üretim Merkezi Müdürü Hüsnü Bayraktar hiçbir engelliye hakaret etmediğini ve işçilere destek olduğunu iddia etti.

HALAY PARANOYASI Diğer bir tanık, Evrensel gazetesi Kocaeli muhabiri Meltem Akyol’du. Akyol sözlerini bitirdikten sonra işveren avukatı Ahmet Şahin Akyol’a soru sormak istediğini belirtti. Şahin’in “İşçilerle birlikte halay çektiniz mi?” şeklindeki sorusu üzerine salonda bulunanlar buz kesildi. Hakimin soruya cevap vermesini istemesi üzerine halay çekmediğini belirten Akyol, duruşma çıkışında “Halaya katıldım deseydim muhtemelen mahkeme heyetine benim ideolojik tavır içinde işçilere destek verdiğimi iddia edecekti” dedi. Duruşma 4 Kasım tarihine ertelendi.

metro giriş-çıkışlarında kurduğu masalarla 20 bin imza topladı. Çok sayıda Sarıyerli de masalardan aldıkları föylerle komşularından imza toplayarak kampanyaya aktif destek verdi. HAYAT‹ B‹R ‹HT‹YAÇ Eylemden sonra Halkın Sesi’ne konuşan Sarıyer Halkevi üyesi Sevil Çelebi hastanenin Sarıyerliler için hayati bir öneme sahip olduğunu belirtti. Çelebi şöyle konuştu: “Sarıyer’deki

SIRA YETK‹L‹LERDE Eylemden sonra konuştuğumuz bir başka Sarıyerli, Dilber Ağır’ın anlattıkları durumun ciddiyetini ortaya koyuyor. Bir tanıdıklarının beyin kanaması geçirdiğini söyleyen Ağır, hastanın Okmeydanı’na sevk edildiğini ve bu sırada yolda hayatını kaybettiğini, Okmeydanı’nda ise hastanın yakınlarına “beş dakika önce getirseydiniz kurtarabilirdik” denildiği anlatıyor. Sarıyerlilerin anlattıkları hastane taebinin ne denli hayati olduğunu ortaya koyuyor. Bu taleple toplanan imzalar 11 Ekim günü platform temsilcilerinden oluşan bir heyetle kaymakamlığa teslim edildi.

Arızlı halkı hep sanık Geçti¤imiz Mart ay›nda Kocaeli Valili¤i taraf›ndan haklar›nda icra takibi bafllat›lan Ar›zl›l› depremzedeler, ilk duruflmalar›ndan önce mahkeme önünde eylemdeydi Duruflman›n yap›ld›¤› 30 Eylül Perflembe günü Kocaeli Adliyesi önünde bir araya gelen Ar›zl› halk›, depremzedelerden kira toplanamayaca¤› yönünde verilmifl kararlar› hat›rlatarak icran›n hukuka ayk›r› oldu¤u yönünde bas›n aç›klamas› yapmak istedi. Polisin eylemi engelleme çabalar›na ra¤men adliye merdivenlerinde depremzedeler ad›na bas›n aç›klamas›n› okuyan Recep U¤ur, ilk sözleflmenin bitimiyle 2006 y›l›nda zorla ve bask›yla kira sözleflmesi imzalat›lm›fl oldu¤unu

belirterek “Mahkeme karar›na ra¤men kira istendi ve bu 300 milyarl›k bak›m ile gerekçelendirildi” dedi. 300 milyarl›k masraf›n sadece bir y›lda elde edildi¤ini aç›klayan U¤ur, “Geri kalan 3 y›lda al›nan kiralar›n araflt›r›lmas› ve hukuksuzlu¤un giderilmesini” istedi. Duruflmada Ar›zl› sakinlerinin avukat› Mehmet Ümit Erdem al›nan paralar›n aidat olarak de¤il kira olarak al›nd›¤›n›, bunun da Sakarya 2. Ceza Mahkemesi’nin karar›yla ispatland›¤›n› söylendi. Mahkeme, Ar›zl›l›lar›n 2002 ve 2010 y›llar› aras›nda Vak›fbank arac›l›¤›yla yat›rd›¤› paralar›n dökümünün istenmesine ve davan›n 8 Aral›k’a ertelenmesine karar verdi.

Köprüye mumlu protesto

İ

stanbul Boğazı’na yapılacak 3. köprüye karşı eylemler sürüyor. 3 Ekim’de İstanbul’un 22 sahili ile birlikte İzmir, Ankara ve Datça’da bir araya gelen çevreciler 3. Köprü’nün bir yıkım olacağını belirterek herkesi İstanbul’a sahip çıkmaya çağırdı. Eyleme 3. Köprü Yerine Yaşam Platformu, TTB ve TMMOB ile çok sayıda demokratik kitle örgütü destek verdi. Karaköy, Bakırköy, Kadıköy, Beşiktaş, Ortaköy, Sarıyer, Üsküdar Salacak, Fındıklı gibi sahillerde karada ve denizde ‘3. köprüye hayır’ pankartları açıldı. Eylemlerde köprü projesiyle 2 milyon ağacın yok olacağı belirtildi. Köprünün İstanbul’un hiçbir sorununa katkı sunmayacağı hatırlatılarak İstanbul’a sahip çıkmak için köprüye karşı mücadele çağrısı yapıldı.

‘Para için çocuklarını öldürürler’

M

alatya'da, üstü açık bırakılan su kanalına düşerek yaşamını yitiren 5 yaşındaki Sedef Kömürgöz davasında, belediye avukatının "tazminat ödenirse aileler çocuklarını öldürür" şeklindeki savunması tartışma yarattı. Malatya’da 2 yıl önce dereye düşen kızlarını kaybeden Kömürgöz ailesi, daha önce 11 çocuğun düştüğü, 8 çocuğun bu nedenle yaşamını yitirdiği derenin kapatılmaması nedeniyle ihmali olduğu gerekçesiyle Malatya Belediyesi aleyhine dava açtı. Belediyenin avukatı İnanç Kara Özütoprak, 10 Ekim’de görülen duruşmada yaptığı savunmada "Bu tazminata karar verilirse, ufak çıkarlar için kendi akrabası çok sayıda kişiyi çoluk-çocuk demeden katletme zihniyetine sahip birçok vatandaşımız, sırf tazminat için kendi çocuklarını ölüme itebilir" dedi. Kömürgöz ailesi tek isteklerinin derenin daha fazla can kaybına sebep olmasını engellemek olduğunu söyledi.


7

İNSANCA YAŞAM 15 Ekim 2010 / 28 Ekim 2010

Halk›n Sesi

Rektör saltanatı böyle yıkılır “

6 yıldır bu usulsüzlüğe karşı zaten mücadele ediyoruz. Dönem başından bu yana 5 binden fazla bildiri dağıttık iki basın açıklaması bir de yürüyüş gerçekleştirdik yani bu olayın iki tarafı varsa biri KTÜ Rektörlüğü diğeri de yıllardır paraları gasp edilen üniversite öğrencileri özelinde KTÜ Öğrenci Kolektifidir.” Bu sözler KTÜ Öğrenci Kolektifi’nden Koray Karadağ’a ait. Paralı eğitime karşı mücadelede kendilerini Rektörlük karşısında bir taraf olarak ortaya koyan Öğrenci Kolektifleri piyasalaştırmaya ve dolayısıyla onu hayata geçiren üniversite yönetimine karşı iddialı konuşmakta haklı. Bugüne kadar rektörlükle ne zaman karşı karşıya gelmişlerse bu mücadeleden galip çıkan taraf onlar olmuş. Altı yıldır kayıtlar sırasında toplanan zorunlu bağışlara karşı mücadele ediyorlar, üniversite yönetimi şu an bağış uygulamasında usülsüzlük suçlamasıyla yargılanıyor. 2009’da rektör 8 Mart Dünya Kadınlar Günü etkinlikleri için salonu onlara açmadı. Direne direne geçen bir ayın sonunda salon Yeni Türkü’nün verdiği konserle onların oldu. İsrail Büyükelçisi’ni protesto ettikleri için okul yönetimi tarafından disiplin cezalarına çarptırıldılar ama bu eylem yüzünden yargılandıkları Trabzon 2. Asliye Ceza Mahkemesi’ndeki davada beraat ettiler. BU SEFER SANIK HOCALAR KTÜ Öğrenci Kolektifi en son 9 Ekim günü bir dava nedeniyle Trabzon Adliyesi önündeydi. Üstelik bu sefer yargılanan onlar değil aralarında KTÜ Rektörü İbrahim Özden’in de bulunduğu üniversite yöneticileriydi. Kayıt dönemlerinde

KTÜ Öğrenci Kolektifleri baskı ve saldırılara rağmen yürüttüğü mücadeleyle rektörlere geri adım attıranın yalnızca iktidar gücü olmadığını gösteriyor

toplanan zorunlu bağışların adresi olan KTÜ Vakfı yöneticileri, 3 yıl boyunca öğrencilerden zorla topladıkları paralarla vakfa 5.7 trilyon ciro yaptırmış fakat müfettiş incelemesi sonucu aralarında Rektör Özden ve Rektör Yardıncısı Necati Tüysüz’ün bulunduğu yöneticiler ‘vakfın gelirlerini amacına ugun kullanmadıkları ve vakfı ağır ihmalle bilerek zarara uğrattıkları’ gerekçesiyle yargılanmaya başlamıştı. Kayıt parası uygulamalarına karşı mücadele eden Kolektifler de kendilerini davanın bir tarafı olarak gördükleri için duruşma sırasında

adliye önünde açıklama yaparak sürecin takipçisi olduklarını söyledi. KTÜ Öğrenci Kolektifi’nden Koray Karadağ KTÜ’de verdikleri piyasalaştırma karşıtı mücadeleyi ve maruz kaldıkları anti-demokratik uygulamaları Halkın Sesi’ne anlattı. KTÜ’de kayıt paralarına karşı başlattıkları mücadelenin geçmişini sorduğumuz Karadağ şunları söyledi: “Kayıt parası uygulaması 6 yıl önce hizmet bedeli etkinlik ücreti gibi değişik isimler altında başlamıştı. İlk yıl bir dilekçe kampanyası yapıp uygulamanın hukuksuz olduğunu söyleyerek iadesini talep

ettik. 1000’den fazla dilekçe topladık fakat bölüm başkanları ve dekanlar dilekçe veren öğrencileri odalarına çağırıp tehdit etti. Böylesi bir baskı sonucu üniversitelilerin bir kısmı dilekçelerini geri çekti.” Karadağ yaptıkları eylemlerin hemen bastırılmaya çalışıldığını belirtiyor: “O yıl kayıt paralarına karşı gerçekleştirdiğimiz tiyatroyu yüze yakın öğrenci izledi. Onların birçoğuna soruşturma açıldı, içlerinde Kolektif’le ilişkisi olanlara uzaklaştırma cezaları verildi, ilk mücadele böyle başladı” diyerek sözlerini sürdüren Karadağ, bu ders

yılı başında velilerden habersizce toplanmaya çalışılan kayıt paralarına da itiraz etiklerini ifade ediyor. ÇANTADAN MAKBUZ Karadağ, ders yılı başında olanları şu sözlerle anlatıyor: “Üniversite kayıtları 17 Eylül tarihlerinde yapıldı. KTÜ'yü yeni kazanan öğrencilere gönderilen dosyada ‘üniversitemize yapacağınız 100 TL'lik bağış için teşekkür ederiz’ yazılı bir de not eklenmişti. Kayıtların yapıldığı gün öğrenci işlerine gittiğimizde velilerin içeriye alınmadığını gördük. Kimliklerimizi gösterip içeri girdiğimizde ilk gördüğümüz yönlendirme afişinde ''ilk işlem vezne ve çanta'' yazıyordu. Öğrenci işlerine kurulan veznelere yönlendirilen üniversitelilere 100 TL bağış yapmadıkları takdirde kayıtlarının yapılamayacağı söyleniyor ve bağış karşılığında verilen makbuz ise okulun yaptırdığı çantalar verilirken geri alınıyordu. Yani zorunlu bağışı yapıyorsun ama elde makbuz yerine çanta kalıyor. Bunu görünce veznelerin ve yönlendirme afişinin fotoğrafını çekmeye çalıştık fakat özel güvenliklerin müdahalesine uğradık. Dışarı çıkarılırken velilere üniversitenin kayıt parası uygulaması nedeniyle şu an bir soruşturma geçirdiğini ve paraları ödememeleri gerektiğini anlattık. Bize saldırılınca ertesi gün de konuyla ilgili bir basın açıklaması yaptık. Üniversite yönetiminin kayıt parası toplama uygulamasındaki bazı ‘usulsüzlük’ler nedeniyle yargılandığını buna rağmen kayıt parası uygulamasına devam ettiklerini anlattık.” Karadağ’ın anlattıkları KTÜ’yü ticarethaneye çevirmek isteyenlerin işinin zor olduğunu gösteriyor.

MEB’den usulca usulsüzlük S

ınava dayalı eğitim sistemi neresinden tutulsa dökülüyor. KPSS ve üniversiteye giriş sınavlarındaki kopya iddialarından sonra güvenilirliği zedelenen sınav sisteminin ardından şimdi de liselere girişte yapılan usulsüzlük, yerleştirmelere şaibe karıştırdı. Milli Eğitim Bakanlığı, kayıt süresi dolan Anadolu Liseleri için sadece web sitesinde yer alan bir ek yerleştirme duyurusu yaptı. Sınırlı duyurunun ardından gerçekleen ek yerleştirme-

lerde kimi okulların taban puanlarında 200 puana varan düşüşler yaşandı. Bu yıl “Ortaöğretim Kurumlar›na Geçiş Tercih ve Yerleştirme” işlemlerinin ilki Ağustos ayı başında gerçekleşti. 14 Eylül’de yapılan ek kontenjan yerleştirmelerinin ardından bir üçüncü yerleştirme daha yapıldı. Bu üçüncü ek kontenjan yerleştirmesinde “torpil” yorumlar›na yol açacak bir uygulama yap›ld›. KPSS ve ÖSS skandallar›n› ak›llara getiren uygu-

Le Suroit Raporu ›fl›€›nda Marmara depremi

Konuk Yazar MEHMET BAYRAKÇI POL‹TEKN‹K

lama şöyle; Milli Eğitim Bakanl›ğ› sadece internet sitesinden “21-22 Eylül’de öğrencilerin ek yerleştirme başvurusu yapabileceklerini, ancak sadece tek okul tercih edebileceklerini duyurdu. Ek yerleştirmeler için yap›lan değerlendirmelerde ise lise taban puanlar›nda 200’e varan puan düşüşler yaşand›. ÖZEL KALEM SİTEYİ İYİ TAKİP ETMİŞ Ek yerleştirme sonuçlar›n›n aç›klanmas›yla Milli Eğitim

Marmara Denizi’nde yaşanan 4.4 büyüklüğünde depremin ardından büyük Marmara depremi bir kez daha gündeme geldi. Marmara Denizi’nde geçen yıl, fay hattıyla ilgili ilk çalışmayı yapan Fransız Le Suroit gemisinin kesin rapor sonuçları, Fransa’nın uluslararası bilimsel dergisi Elsevier’de yayımlandı. Rapor sonucu, İstanbul’da olası bir deprem korkusunun hiç de yersiz olmadığını ortaya koydu. Le Suroit araştırmasının sonucuna göre, Marmara Denizi’nin dibinde onlarca kilometre uzanan fay hattının tek parça, tek hat halinde, kıvrımlı iki fay olduğu kesinleşti. Prof. Xavier Le Pichon başkanlığında yürütülen, Prof. Dr. Celal Sengör, Doç. Dr. Emin Demirbag ve Prof. Dr. Naci Görür’ün de katıldığı araştırma, 12 bilim insanı tarafından gerçekleştirildi. Bu çalışmaya göre, Marmara içinde tek hat halinde iki fay hattı tespit edildi. İlki Körfez’den çıkıp Çınarcık’ın kuzeyinden Büyükçekmece – Yesilköy açıklarına kadar geliyor. İkincisi ise, Büyükçekmece’den başlıyor ve Mürefte’ye kadar devam ediyor. Araştırmada, bu fayın “yıkıcı” ve “aktif” olduğu belirtiliyor. Marmara fayının özellikle de İmralı fayı en canlı bölümlerden biri olduğu tespit edilirken, Marmara’nın batısında Çınarcık’a kadar uzanan fay uzunluğunun tam 110 kilometre, ikinci fayın ise 85 kilometre uzunluğunda olduğu ve her iki fayında aktif

Bakanl›ğ› Özel Kalem Müdürü P›nar Cengiz’in oğlu Furkan Ozan Cengiz’in 422 puanla 472 puanl›k bir Anadolu Lisesi’ne kay›t yapt›rd›ğ› ortaya ç›kt›. Konuyla ilgili Milli Eğitim Bakan›’n›n yan›tlamas› istemiyle meclise soru önergesi veren CHP K›rklareli milletvekili Turgut Dibek bakanlığa “Gizli ek yerleştirme MEB Özel Kalem Müdürü’nün oğlu için özel olarak m› yap›lm›şt›r” sorusunu yöneltti.

olduğu belirtildi. Marmara’da oluşacak depremin, ya tek ya da iki kırılma seklinde gerçekleşebileceğini belirten uzmanlara göre, tek kırılma durumunda depremin büyüklüğü Richter Ölçeği’ne göre 8’e yakın, fayın iki parçada kırılması durumunda ise en az 7 veya 7’den biraz büyük bir deprem olacak. …Prof. Dr. Görür, konuyla ilgili yaptığı bir konuşmada, Marmara Denizi’ni ”deprem denizi” diye tanımladı. Marmara Denizi merkezli yüksek şiddette deprem riskinin göz ardı edilmemesi gerektiğini söyleyen Prof. Dr. Görür, Marmara Denizi’ndeki en tehlikeli fayın, en son olarak 1766 yılında kırıldığını ifade etti. Prof. Dr. Görür, konuşmasında şunları kaydetti: ”Bu tür tehlikeli fayların 250 yıllık periyotlar halinde kırılma riski bulunuyor. Bu yüzden, bilim insanları, içinde bulunduğumuz yıllarda 7 ve daha yüksek şiddette deprem olasılığından söz ediyorlar. Bu da doğru bir mantık. 15 milyon yıldır deprem oluyor ve milyonlarca yıl daha olacak. Marmara Denizi’ni tehlikeli bulduğumuz için 5 gemiyle 2 yıldır araştırma yapıyoruz. Marmara’nın güneyindeki fay kırılırsa 7 ve üzerindeki büyüklükte deprem olacaktır.” Prof. Dr. Naci Görür, akıl ve bilimin kullanılması halinde, depremlerde insan ölümleri olmayacağını ya da çok az olacağını söyledi. ...Prof. Dr. Görür: “Yetkililer,

depremden sonra bölgeye gidip (yaranızı saracağız, yemek ve ev vereceğiz) diyorlar. Bilgi toplumu olması gereken ülkeye yakışmıyor. Akıl ve bilimi kullanırsak, depremde insanlar ölmez. ...1939 Erzincan depreminde 39 bin kişi öldü. Fay hatlarının olduğu yerde sağlam yapılanma neden başlatılmadı ya da insanlar niye o bölgelerden uzaklaştırılamadı?” Japonya’nın Kobe şehrinde yaşanan depremi ve sonuçları hakkında da değerlendirmelerde bulunan Görür, şunları kaydetti: ”Kobe depreminden sonra10 yılda depreme dayanıklı yeni bir Kobe yaptılar. Bir yerlerden başlamak lazım. İnsanlar ölüyor, yarayı sararız diyorlar. İnsanları öldürmeyin. Biz, bugüne kadar bunca çalışma yaptık ama, hiçbir hükümet yetkilisi gelip ‘Siz ne yapıyorsunuz’ diye sormadı.” Prof. Dr. Naci Görür, yaşanan sarsıntılar sonrası, medyaya depremle ilgili açıklamalarda bulunan bilim insanlarını da eleştirdi. ”Bu bilim insanlarının yüzde 95’i ellerinde veri olmadan depremi anlatıyorlar. Hastayı görmeden, ilaç yazan doktor gibiler. Siz hasta olsanız, üfürükçüye mi gidersiniz, doktora mı?” dedi. Raporda açıkça görüleceği üzere, Türkiye’nin ve dünyanın konuyla ilgili önde gelen tüm bilim insanlarının yaptıkları ayrıntılı araştırmalar İstanbul başta olmak üzere Marmara’nın büyük bir çoğunluğunun risk altında olduğunu açıkça ortaya koymak-

tadır. Kuzey Anadolu fayı ülkemizin büyük bir kısmının risk altında olmasına neden oluyor. Ve bütün bu gerçekler ortada dururken yöneticiler, hükümetler sadece boş vaatler ve depremlerde ölenlerin yakınlarına baş sağlığı dilemekle yetiniyor. Her afetten, her depremden sonra medyada boy gösteren bakanlar, başbakanlar bu acıları dindireceklerini, mağdurlara yeni konutlar verileceğini söylüyorlar. Sonra da bu sözleri unutuyorlar. Depremin vereceği zararları önlemenin tek yolu, büyük bir plan çerçevesinde sağlam binalar, köprüler ve yollar inşa etmektir. Gerekli zemin etütleri yapılarak buna uygun yapılacak her bina, köprü ve benzer kullanım alanı depremden minimum zararı görecek ve can kaybı önlenecektir. Ancak kar hırsı ve rant, ne kamunun ne de inşaat firmalarının bu tür bir çalışmaya yanaşmasını engelliyor. Belediyeler yıllardır bu konuda yapılan bilimsel çalışmaları görmezden gelerek göz boyamadan öteye gitmeyen çalışmalarla yetiniyor. AKP yıllardır İstanbul’da 2-3 köprü ve hastane “güçlendirmesinden” öteye gitmedi. Çünkü insan hayatından daha belirleyici bir şey var onlar için; KAR HIRSI! Oysa bu alanda yapılacak sağlıklı bir şehirleşme planı ve zemin etütlerine uygun binalarla dünyanın birçok gelişmiş ülkesinde olduğu gibi bizim ülkemizde de insanlar geceleri korkusuzca uyuyabilirler.

Eğitim için buluşuyorlar E

ğitim sistemi öğrencilerin canına mal olacak kadar ağır bir yıkımla karşı karşıya. Piyasalaştırma kıskacı altındaki bu alanda eğitim hakkı için mücadele eden kurumlardan birisi de Halkevleri. İstanbul’da Halkevciler ekim ayı içinde bir eylem yaparak eğitim hakkı mücadelesinin bileşeni olan velileri, öğretmenleri ve öğrencileri bir araya getirmeyi hedefliyor. Bu konuyla ilgili görüştüğümüz İstanbul Halkevi Başkanı Nuri Günay, Halkın Sesi’nin sorularını yanıtladı. Şu anda sizi harekete geçiren eğitimin güncel sorunları nelerdir? Eğitim sitemi zaten yıllardır ağır bir saldırı altında. Bu saldırı AKP ile başlamadı. Eğitim kar alanı olarak görülmeye başladığından beri iktidara gelen bütün hükümetler eğitimin paralılaştırılması için adımlar attılar. Diğer yandan da eğitimin içeriği cinsiyetçi, şovenist bir yapıya büründü. AKP, eğitim emekçilerini güvencesizleştirdi. Devlet okullarına yeterli kaynak ayrılmazken özel okullar, dersaneler teşvik edildi. ‘Okullarda kayıt parası toplamak yasak’ diye açıklama yapıldı, ama okul yönetimleri altan alta para toplamaya teşvik edildi. Yıl içerisinde çeşitli gerekçelerle daha fazla para toplandı. AKP iktidarının eğitim politikası atanamayan öğretmeni, dersane borcunu ödeyemediği için hapse düşen annesine üzülen genci intihara sürükledi. Aidat parası veremediği için okulda temizlik yapan veli haberlerine ne yazık ki artık alıştık. Böyle geçen sekiz yılın ardından eğitim ne yazık ki bu günkü duruma geldi. Özet olarak AKP’nin eğitim politikası şu anda eğitime yeni başlamış çocuktan, üniversite öğrencisine kadar bir kuşağın geleceğinin yani geleceğimizin üstüne yıkılıyor. Bu tespitten yola çıkarak önümüzdeki dönem neler yapmayı planlıyorsunuz? Öncelikle önümüzdeki günlerde öğretmen, öğrenci ve velilerin bir araya geldikleri eylemler yapacağız. Aynı zamanda Halkevleri’nin bulunduğu birçok yerde okullarda yaşanan her türlü soruna doğrudan müdahil oluyoruz. Hazırladığımız bildiri, broşürlerle velilere ulaşıyoruz. Eğitim hakkı konusunda verdiğimiz mücadeleyi anlatan, tüm öğretmenlerimizi ‘halkın öğretmeni’ olmaya çağıran bir mektup dağıtacağız. Öğretmen, öğrenci ve velilerin bir araya geldikleri meclisler kurmayı hedefliyoruz. Eğitim emekçilerinin mücadelesine destek vereceğiz. Bu konuda atılacak başarılı adımların örnek olacağını düşünüyoruz.

Yaşamı savunanlar forumda buluşuyor S uyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu üç günlük bir programla havasına, suyuna, toprağına ormanlarına sahip çıkmak için mücadele edenleri buluşturmaya hazırlanıyor. Platform İstanbul’da 15-16 Ekim tarihlerinde hak mücadelesi verenlerin katılacağı iki günlük bir forum, 17 Ekim’de ise bir şenlik düzenliyor. Boğaziçi Üniversitesi’nin Bebek’te bulunan yerleşkesinde, Saatli Bina’da yapılacak iki günlük forumun ilk gününde kentte suya erişim hakkını savunanlar, termik-nükleer santrallere, maden şirketlerine ve taş ocaklarına karşı mücadele edenler deneyimlerini konuşacak. İkinci gün ise GDO’lara, HES’lere ve suyun şişelenmesine karşı mücadele edenler buluşacak. Her iki gün de program saat 09.30’da başlayacak. 17 Ekim saat 14.00’da Kadıköy İskelesi’nde ‘Direnişler Buluşuyor’ şenliği düzenlenecek. Ayrıntılı bilgi için www.sthp.org


8

EMEK 15 Ekim 2010 / 28 Ekim 2010

Halk›n Sesi

Anadilde e¤itim Kürt meselesinde taraflar arasında “barış” sözünün sıkça edildiği bir dönemi yaşıyoruz. Devlet de Kürt hareketi de elindeki kozları kendi siyasetlerini güçlendirmek için kullanmaya çalışıyor. Hükümet bir taraftan bugüne kadarki resmi söylemin dışında bir tutum almaya ve bunu güçlendirmeye çalışırken diğer taraftan en azından seçimlere kadar milliyetçi bir söylemi de elden bırakmamaya çalışıyor. Hükümet açısından bu gerilimin en çok hissedildiği konu “anadilde eğitim” olsa gerek… Başbakan’ın “kendiniz ne yaparsanız yapın ama hükümetten bir şey beklemeyin” anlamına gelecek açıklaması belki 15 sene öncesi için olumlu bir söylemdi ama artık bugün için bir anlam ifade etmiyor. Anadilde eğitim konusu bir kez daha açıkça göstermiştir ki Kürt sorununun çözümünde anahtar Türkiye’nin muhafazakar tabanındadır. Hükümetler, partiler toplumun büyük çoğunluğunun milliyetçimuhafazakar tepkisinden çekiniyor. Buna bir de demokrat(!) toplulukların “ulasalcı-milliyetçi” tepkisi eklenince durum iyice içinden Tufan çıkılmaz hale geliyor. Referandum sonuçları Sertlek Türkiye toprağındaki milliyetçi Dev Sağlık-İş damarda bazı değişimler Genel Sekreteri olduğu görüntüsü yarattı. Bu tablonun gerçekliğini öğrenmek önem taşıyor kuşkusuz. Öyle ya da böyle Kürt sorununun temel konularından biri olan anadilde eğitim konusunda Kürt vatandaşların haklarını açıkça savunmak ve bunu Türklere anlatabilmek şart… Zira gerçekten de Türklerin içine sinmemiş bir “Kürt barışı” hiçbir zaman kalıcı bir toplumsal huzuru sağlamayacaktır. En fazla, Amerika’nın zorlamasıyla konjonktürel çözümler üretilmiş olacaktır. Oysa esas mesele Kürtlerin Türklerle beraber eşit haklara sahip olduğu bir coğrafya yaratabilmekte… Bu süreç Türklerin, Kürtlerle ilgili iki yüzlü değerlendirmelerinden kurtulmalarıyla eş zamanlı ilerleyecektir. “Cumhuriyeti birlikte kurduk, niye birbirimize düşman oluyoruz” ya da “etle tırnak gibiyiz ayrılamayız” gibi lafların içi doldurulmalıdır. Birlikte kurduysak niye birimiz efendi diğerimiz ikinci sınıf, etle tırnak gibiysek niye birimiz anadilde eğitim hakkına sahip diğerimiz değil, niye Sakarya’da Yunan’a karşı savaşmış bir Türk olarak ben, kendi çocuğuma kendi anadilinde masallar okuyabiliyorum, devletin okulunda eğitim aldırabiliyorum da Maraş’ta Fransız’a karşı savaşmış Kürt kardeşim bu haklardan yoksundur? Türkler her şeyden önce bunun hesabını vermek zorundadır. 90 seneye yakın bir süre bunu görmezden gelip de Kürtlerin talepleri yükselince “kendiniz ne yaparsanız yapın, devletten bir şey beklemeyin” diyerek işin içinde sıyrılamazsanız. Zira bu bal gibi bölücülük anlamına gelir. Devlet bütün vatandaşlarına eşit mesafede durmak zorundadır. Bu anlamıyla sorun sadece Kürtlerle de sınırlı değildir. Bu coğrafyanın diğer etnik bileşenleri de bu haklarını sonuna kadar kullanmalıdırlar. Kuşkusuz bu siyasal bir sorundur ve muhatabı devlettir, hükümettir. Ancak bundan daha açık bir gerçek var ki o da bu meselenin esas muhatabı Türklerdir. Kürtlerin anadilde eğitim hakkını savunanların yüzünü Türklere çevirerek onlara bu gerçeği anlatmaları kalıcı bir barışın tesisi için şarttır. Bunca kan döküldükten sonra artık kimse “etle tırnak gibiyiz” “bin yıllık kardeşliğimiz var” gibi lafların arkasına sığınmamalıdır, madem öyle bunun gereği yapılmalıdır. Bu gerçeğin Türklere anlatılmasının sorumluluğu sadece Kürtlere ve onların sözcülerine bırakılmamalı bütün demokratik örgütler, sendikalar, partiler bu talebin arkasında durmayı bilmelidirler. Zira bu ülkede bir kısım vatandaşların anadilde eğitim hakkını kullanması engellendiği sürece bilinmelidir ki başka hiç kimse hiçbir hakkını kullanamayacaktır.

İncirlik’te grev hazırlığı var T

ürk Harb-İş Sendikası, Adana İncirlik Üssü, Ankara ve İzmir’deki yabancı askeri işyerlerinde çalışan 1.200 üyesi için sürdürdüğü toplu iş sözleşmesi görüşmelerinin resmi arabulucu aşamasında anlaşma sağlanamaması üzerine 4 Ekim günü grev kararı aldı. Toplu iş sözleşmesi sürecinde işveren, yetersiz ücret zammı, ikramiye ödemelerinde kısıtlamalar getirirken toplu iş sözleşmesinden yararlanan sendika üyesi ara yönetim kademelerindeki çalışanların sendikasızlaşmasına yol açacak tekliflerde ısrar etmişti. Harb-İş ile işveren arasında “Çalışanların iş sözleşmelerinde belirtilmiş mesleklerde çalışmaları, görev tanımlarının açık ve soruna yol açmayacak nitelikte yapılması, işe giriş ücretlerinin yeniden düzenlenmesi” konularında da anlaşma sağlanamamıştı.

Halk›n Sesi Sahibi ve Sorumlu Yaz› ‹flleri Müdürü Ali Ergin Demirhan Telefon / Faks 0212 245 90 37 Adres Tomtom Mahallesi Örtmealt› Sokak No: 6/3 BEYO⁄LU/‹STANBUL Bas›ld›¤› Yer Taflbask› Matbaac›l›k Yay. ve Amb. San. Tic. Ltd. fiti. Bask› Tesisleri Kocaeli /‹ZM‹T (0262 335 45 29) 15 günlük Yayg›n, Süreli, Türkçe yay›nd›r.

Süpürge işinin başında A

dana’da Çukurova Üniversitesi Balcalı Hastanesi’nde taşeronlaştırma ve güvencesizliğe karşı mücadele ederek kadroya geçirilmeye yönelik ciddi bir kazanım elde eden taşeron sağlık işçileri rektörlüğün yapmak istediği ihaleyi engelledi. Rektörlüğün, 7 Ekim günü yeni bir ihale yapma kararı alması üzerine işçiler, ihale gününden 3 gün önce başlayan ve ihale gününe kadar süren birer saatlik uyarı eylemleriyle iş bırakmaya başladılar. İhale günü geldiğinde ise saat 8’den itibaren iş bırakarak eyleme çıktılar. 2006’da Balcalı Hastanesi’ndeki poliklinik merdivenlerinde “Taşeronu Balcalı Hastanesi’nden bu merdivenlerden başlayarak süpüreceğiz" diyerek süpürgeleriyle eyleme giden işçiler ihalenin yapılacağı gün de sabahın erken saatlerinden itibaren adı artık ‘Eylem merdiveni’ olan poliklinik merdivenlerine akın ettiler. Tabip Odası, Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) temsilcileri ve hasta yakınlarının yanı sıra daha önce eylemlere katılma konusunda çekinceleri olan çamaşırhane, teknik ekip ve yemekhane personeliyle birlikte sayısı 500’ü bulan topluluk poliklinik merdivenlerinde eyleme başladı. Saat 10.00 olduğunda ihalenin yapılacağı salona geçen işçiler burada “Bu ihale burada yapılmayacak”, “İşçiler burada yönetim nerede” , “Bakanlık kararı uygulansın”, “Güvenceli iş güvenceli gelecek istiyoruz”, “Biz çocuklarımıza onurlu bir gelecek bırakacağız, ya siz” sloganlarıyla beklemeye başladı. ‘MUHATABIMIZ POLİS DEĞİL’ Dev Sağlık-İş, SES ve Tabip Odası temsilcilerinin konuşmalarının ardından ihale salonunun boş olduğu bilgisini alan işçiler doğrudan bir muhataptan

A

dana Balcalı’da güvenceyi görmezden gelen yönetim, yangından mal kaçırırcasına ihale yaptı. İşçiler ellerinde süpürgeyle taşeronu bekliyor

Taşeron gidene kadar

H

Balcal›’daki tafleron sa¤l›k emekçileri tafleronu bu hastanenin merdivenlerinden süpürecekler haber alabilmek için rektörlük binasına doğru yürüyüşe geçti. Yürüyüş başlar başlamaz işçilerin önüne geçen polis, ihalenin iptal edildiğini söyleyerek işçilerin yürüyüşünü engellemeye çalıştı. “Muhatabımız polis değil rektörlüktür” diyen işçiler yürüyüşe devam ederek rektörlük önüne geldiler. İşçiler, polisin etten duvar ördüğü rektörlük binası önünde cevap alana kadar oturma eylemi yapma kararı aldılar. Eylem başladıktan yaklaşık 15 dakika sonra ise rektör yardımcısı binanın önüne çıktı. Görüşme yapmak için sendika ve tabip odası başkanları içeri çağrıldı ve işçilerden köşe bucak kaçan başhekim de

rektör yardımcısının emriyle işçilerin temsilcileriyle görüşmek zorunda kaldı. İşçiler tekrar başhekimlik önüne yürüdü ve temsilciler başhekimlik odasına girdi. Yaklaşık 45 dakika süren toplantıda ihalenin iptal edildiği bilgisi alınırken başhekimlik, işçilerin kadroya geçirilmesiyle ilgili düzenlemeleri yapmamakta direnmeye devam etti. Hastane yönetimi 12 Ekim Salı günü yoğun polis koruması altında yeni bir ihale gerçekleştirdi. Yangından mal kaçırırcasına yapılan ihaleyle işçilerin kadro hakkını görmezden gelen yönetim, resmi olmayan bilgilere göre iki taşeron şirketle anlaştı.

Dev Sağlık-İş’in Adana Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Balcalı Hastanesi’nde taşeron ve güvencesiz çalıştırmaya karşı yıllardır verdiği mücadele sonunda 1100 işçi, Çalışma Bakanlığı’nın 13 Ocak 2010’da aldığı kararla hastane çalışanı olarak tescillenmişti. Ancak Çukurova Üniversitesi Rektörlüğü 14 Haziran’da işçi alımı adı altında yeni bir ihale yapmak istemiş işçilerin kararlı duruşu ile ihale iptal edilmişti. Çalışma Bakanlığı’nın hukuken kesinleşen kararına rağmen ihaleyi gerçekleştiren hastane yönetimine karşı mücadele, işçiler kadroya geçirilene kadar devam edecek.

acettepe Üniversitesi Hastanesi’ndeki işçilerin, ücretlerin düzensiz ödenmesi üzerine eylül ayında başlattıkları direniş, ücretlerin ödenmesi ve her ayın 7’sinde düzenli ödeneceği sözü ile kazanımla sonuçlanmıştı. Ancak 7 Ekim’de ücretlerin ödenmemesi üzerine işçiler 11 Ekim’de üniversite yemekhanesi önünde bir eylem yaptı. İşçiler yaptıkları eylemden sonra ücretlerinin ödendiğini öğrendi. Hakkari Yüksekova Devlet Hastanesi’nde Dev Sağlıkİş’te örgütlenen işçiler pek çok sorunu çözüme kavuşturmak yolunda ilerliyor. Ücretlerin iki-üç ay düzensiz ödenmesine yönelik sorunlar hastane müdürü ve sendika işyeri temsilcisinin yeraldığı komisyonla çözüme kavuştu ve işçiler son ücretlerini düzenli almaya başladılar. Yemekhane personelinin azlığı 3 işçinin işe başlamasıyla çözüme kavuşurken personelin günde 13-14 saat çalışmasına karşı yapılan görüşmeler neticesinde çalışma saatleri 6.5 saate indirildi. Öte yandan Tunceli Devlet Hastanesi’nde örgütlenen işçiler hastane yönetimi ile yaptıkları görüşmelerde yıllık izin, fazla mesai, resmi tatil, bayram mesaileri, çalışma saatleri ve yol ücretleri sorunlarının çözüme kavuşturulması için mücadele edeceklerini ilettiler.

Saldırının hedefi sendika Dev Sa¤l›k-‹fl’in Kocaeli’ndeki Derince Araflt›rma ve Uygulama Hastanesi temsilcili¤ini yürüten Nurten Toplu, hastane yönetimi taraf›ndan iflten ç›kar›ld›. Konuyla ilgili aç›klama yapan Dev Sa¤l›k-‹fl Bölge Temsilcisi Talat Tunç, referandum öncesi sendikal özgürlük vaatleri verildi¤ini hat›rlatarak, emekçilerin hak ve özgürlükleri aç›s›ndan referandumla de¤iflen bir fley olmad›¤›n› söyledi.

Tunç, “Derince E¤itim ve Araflt›rma Hastanesi’nde tafleron sa¤l›k iflçileri sendika üyesi oldu¤u için bask› ve tehdit alt›nda ifle gidip geliyor” dedi. Tunç, iflçilerin hastanede 4 Ekim 2010 tarihinde yap›lan ihale öncesinde ihale flartnamesinin haz›rlanma sürecine kat›lma talebinin reddedildi¤ini hat›rlatt›. Bu geliflme üzerine 29 Eylül 2010 tarihinde hastane önünde bir bas›n aç›klamas› yaparak ‘tafleron sa¤l›k

AKP demokrasisi öğretmene bol AKP’nin ileri demokrasisi Tekel işçilerine destek veren eğitim emekçilerinin ve güvenceli iş isteyen öğretmen adaylarının hapsini istiyor

A

nkara Cumhuriyet Başsavcılığı 15 Ağustos’ta, yapılacak öğretmen atamalarını protesto ederek, Abdi İpekçi Parkı’nda oturma eylemi gerçekleştiren Ataması Yapılmayan Öğretmenler Platformu (AYÖP) üyesi çeşitli illerden gelen 51 kişi hakkında 3 yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açıldı. İddianamede, sanıkların ‘atamaya veya seçime tabi bütün memuriyet ve hizmetlerde istihdam edilmekten yoksun bırakılmaları’ istendi. Cumhuriyet Savcısı Abdulvahap Yaren tarafından hazırlanan ve Ankara Asliye Ceza Mahkemesi'ne gönderilen 7 sayfalık iddianamede, ihtar ve zor kullanmaya rağmen dağılmayan ve eylemlerinde ısrar eden AYÖP üyelerinin, 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na muhalefet etmek suçundan 1 yıl 6 ile 3 yıl arasında değişen

hapis cezalarıyla cezalandırılmaları istendi. Savcı iddianamesinde ayrıca, TCK’nın 53’üncü maddesi uyarınca sanıkların seçme ve seçilme hakkının yanı sıra, ‘Devlet, il, belediye, köy veya bunların denetim ve gözetimi altında bulunan kurum ve kuruluşlarca verilen, atamaya veya seçime tabi bütün memuriyet ve hizmetlerde istihdam edilmekten yoksun bırakılmasını’ talep etti. AYÖP üyesi 51 kişi, 16 Şubat 2011'de Ankara Asliye Ceza Mahkemesi'nde hakim karşısına çıkacak. Benzer bir dava da İzmir’in Tire ilçesindeki Eğitim-Sen üyelerine açıldı. Tekel işçilerine destek eylemi sonrası verilen cezaları protesto ettikleri için ‘toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanununa muhalefet’ gerekçesiyle eğitim emekçilerinin 3 ile 5 yıl hapsi istendi. Hapsi istenen 35 öğretmenin davası 24 Kasım’da İzmir Adliyesi’nde görülecek.

iflçilerinin al›n›p sat›ld›¤› ihalenin flartlar›n›n belirlenmesinde iflçilerin de söz sahibi olmas› gerekti¤ini söylediklerini, kamu ihalelerindeki yolsuzlu¤un önlenmesinin en önemli kriterlerinden birinin çal›flanlar›n örgütlü olarak ihale sürecine taraf edilmesi olaca¤›n› kaydetti. Bu eylemin ard›ndan hastane yönetiminin sendika temsilcisini iflten ç›kard›¤›n› belirten Talat Tunç, Nurten Toplu’nun iflten at›lma sebebinin aç›kça belirtilmesi gerekti¤ini söyledi.

Sendikalar uyuyor A

Beyin tümörü tedavisinin 30 günü geçmesi üzerine iflten ç›kar›lan sözleflmeli ö¤retmen Elif Aybaç için E¤itim-Sen 6 Ekim’de, Elif ö¤retmenin çal›flt›¤› yer olan Sultangazi’de bir eylem yapt› ve güvenceli ifl talebini yineledi. Gazetemize konuşan İzmir Eğitim-Sen 1 No’lu Şube Başkanı Ali Rıza Özer, ilerici kurum ve demokratik kitle örgütlerini öğretmenlere sahip çıkmaya çağırdı. Özer, Tire’deki dava hakkında farklı bir yöne de işaret etti.

Son dönemde Tire’deki Eğitim-Sen üyelerinin çalışmalarını sıklaştırmasıyla birlikte soruşturma sayısında da artış olduğunu kaydetti ve tüm bu işlemlerin demokratik muhalefeti bastırma amacı taşıdığını söyledi.

nayasa değişikliği sonrasında çalışma hayatında yapılacak olan değişiklikler 7 Ekim günü gerçekleştirilen Üçlü Danışma Kurulu toplantısında konuşuldu. İşçi ve işveren temsilcilerinin katıldığı toplantıda konuşan Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer, iki sendikaya üyelik, birden çok sözleşme yapılması, genel grev ve dayanışma grevi konularında genel çerçevenin ne olacağını belirleyeceklerini söyledi. Dinçer, kurul sonrasında gazetecilerin sorularını yanıtlarken ‘genel çerçeve’ konusunda önemli ipuçları verdi. Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın iş gücü piyasasının esnekleşmesi düşüncelerini, “Biz de çalışma hayatı için aynı şekilde düşünüyoruz” diyerek destekleyen Dinçer, iş kollarında sendikal örgütlenmenin sınırlandırılacağına işaret etti. Esnek ve güvencesiz çalıştırmanın bir şekli olan part-time çalıştırmaya uygun bir model olan bir işçinin birden çok sendikaya üye olabilmesi ve birden çok toplu sözleşme yapabilmesi durumu, referandum öncesinde sendikalar tarafından iş barışını bozacağı, hükümet ve patron güdümlü sendikaların teşvik edileceği ve yetki tespitini içinden çıkılmaz bir durumu sürükleyeceği konusunda eleştirilmişti ancak Üçlü Danışma Kurulu sonrasında hiçbir sendikadan uyarı yazısı gelmedi.


9

EMEK 15 Ekim 2010 / 28 Ekim 2010

Halk›n Sesi

İş cinayetine yasal davet İş kazası ya da işçi sağlığını ihlal etme durumlarında işverene getirilecek cezalar devede kulak kalıyor. Taslağa göre iş mahkemelerinin kararlarına itiraz hakkı kalkıyor.

Z

onguldak’ta, Balıkesir’de ve Bursa’da onar onar ölen madenciler, Tuzla’da tersanelerde yaşanan ölümler, kamyon kasalarında yollara savrulan mevsimlik tarım emekçileri, inşaattan düşerek yaşamını yitiren yüzlerce inşaat işçisi ve daha niceleri… İŞÇİ GÜVENLİĞİ PİYASALAŞIYOR Taşeron sistemi ve güvencesizleştirmenin en görünür ve en yakıcı tarafını oluşturan iş kazaları konusunda AKP önemli bir hamle planlıyor. 17 Mayıs’ta yaşamını yitiren 30 madencinin ölümüne “kader” diyen hükümet, iş sağlığı ve güvenliği için bir yasa çıkartıyor. Hükümetin yasa önerisi şu an taslak durumunda. “İş Sağlığı ve Güvenliği Hizmetleri Yönetmeliği Taslağı”, iş kazalarının önünü kesmek bir yana taşeron sistemini yaygınlaştırarak kazaların önünü açarken iş yeri hekimliği ve iş güvenliği uzmanlığını ise piyasalaştırıyor. AKP’li uzmanlar tarafından hazırlanan metinde en büyük çabayı tercümanlar göstermiş; çünkü metinler Avrupa’daki işyeri sağlığı ve güvenliği yönetmelikleriyle neredeyse aynı. Taslakta Ortak Sağlık Güvenliği Birimleri (OSGB) adı altında yeni birimler oluşturuluyor. Taslak, işçiye ‘güvenliğini tehlikede gördüğü durumlarda çalışmama hakkı’ getiriyormuş gibi yapıyor; çünkü işçinin ‘Burada çalışmak güvenli değil’ deyip çalışmama hakkına karşılık son söz işverene ait. İşverene, iş kazası ve meslek hastalıkları gibi durumları bildirme yükümlülüğü getiren taslak, işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanını da işyerinde gördüğü sağlıksız durumları Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na bildirme yükümlülüğü

ş cinayetlerine ‘kader’ diyen AKP’nin bu cinayetleri önlemek adına çıkardığı yasa frene basmak şöyle dursun otobanda ters şeritte vites büyütmeye benziyor

getiriyor ama iş güvenliği uzmanı ve işyeri hekimini işverene bağlı çalıştırıyor. Madenlerde patrona bağlı çalışan teknik nezaretçiler ya da maden mühendisleri gaz kaçaklarını bildirseler bile çoğu patron zarara uğramamak için bile bile işçileri çalıştırmaya devam eder. Türkiye madenleri bu şekilde hayatını kaybeden binlerce madenciye mezar olmuştur. Taslak, işyeri hekimi ve iş güvenliği

uzmanlarına yeterlik belgesi ve sertifika verilmesini ise üniversitelerin yanı sıra kamu kurumları ve özel şirketlere tanıyor; Türk Tabipleri Birliği ve TMMOB gibi bağımsız meslek örgütlerine tanımıyor. Aynı zamanda bakanlığa uzmanlık için sınav yapabilmesinin de önünü açıyor. Taslakta, kendi imkanları olan işyerlerinin kendi işyeri hekimini ve iş güvenliği uzmanını kendisinin yetiştirmesini salık verirken imkanı ola-

mayana da bu hizmetleri dışarıdan satın alabilmesini sağlıyor. Bu durum işyeri hekimliği ve iş güvenliği uzmanlığı hizmetlerini piyasalaştırırken bu hizmetlerin taşeron şirketler tarafından verilmesinin de yolunu açıyor. Aynı taslak, işyerinin risk durumu kontrolü, ölçüm, ilk yardım, ciddi ve yakın tehlike, yangın ve işyerinin tahliyesi durumlarını kapsıyor fakat ev içi çalışmayı kapsamıyor.

TAŞERON YASALLAŞIYOR Taslağın en can alıcı maddesi, 28’inci madde. Bu madde, 4857 Sayılı İş Kanunu’nun 2’nci maddesinin 6’ncı fıkrasının ilk cümlesini değiştiriyor. Bu bölüm üst işveren alt işveren ilişkisini düzenleyen bölüm ve bu bölümdeki “…veya asıl işin bir bölümünde İŞLETMENİN ve işin gereği İLE teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren işlerde iş alan” ibaresinden “işletme” kelimesi atılıyor; “ile” kelimesi ise “VEYA” olarak değiştiriliyor. Mevcut yasada bir işin ya da asıl işin bir bölümünün taşeron şirkete verilmesinde “işin gereği” ve “teknolojik yeterlilik” şartı birlikte aranırken artık iki şarttan birinin olması bir işin taşerona verilmesi için yeterli sebep oluyor. Bu şartlardan “işin gereği” ifadesi ise muğlaklığını koruduğu için artık her hizmetin ve işin taşeron şirketlere verilmesinin önü açılıyor. TİSK bunu bile yeterli bulmuyor, iş yasasında taşeronlaştırmanın önüne geçebilecek maddelerin varlığına işaret ederek asıl işin de alt işverenlere verilmesinin yasada açıkça yazılmasını talep ediyor. Taslak iş yeri hekimi ve iş güvenliği uzmanlarının işvereni denetleme işlevini zayıflatıp, taşeronlaştırmayı yaygınlaştırıyor. Taşeronun yaygınlaşması ise sendikalaşmayı zora sokuyor ve böylece işçilerden sağlıkları ve güvenlikleri için gereken her şeyden yoksun bir şekilde tamamen piyasanın kar hırsına emanet çalışması isteniyor.

Türkiye Çin’e nasıl ucuz işgücü sağlayacak? Türkiye’de nükleer, termik ve önerisine göre Türkiye’de bir Çin altıncı ekonomisi olan Çin bu in Başbakanı Ven Çiabao 8 hidroelektrik santral organize sanayi bölgesi kurulacak gücünü ucuz işgücü maliyetine Ç Ekim’de Türkiye’yi ziyaret yatırımlarında önünün açılacağının ve aynı şekilde Çin’de de bir borçlu. Türkiye’nin Çin mallarına etti. İki ülke arasındaki ticaretin gelişmesi için çeşitli ortak çalışma grupları oluşturularak 2013 yılına kadar kültürel işbirliği, ulaşım altyapısı ve teknik danışmanlık konularında ortaklık sağlanacağı bildirildi. Türkiye’de 5.000 kilometrelik demiryolu yapımı konularında anlaşmalar imzalanırken Çin’e,

garantisi verildi. Çin ile yapılan görüşmelere TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, Koç, Sabancı gibi Türkiye sermayesinin önde gelenleri de katıldı. Görüşmelerde Çin başbakanının iki ülkede ortak organize sanayi bölgeleri kurulması çağrısı Türkiye tarafından olumlu karşılandı. Çiabao’nun

Türkiye organize sanayi bölgesi kurulacak ve bu iki bölge arasındaki ticarette de Yuan ve Lira geçerli olacak. Türkiye ile Çin arasındaki ticaret hacmi 17 milyar dolar. Türkiye bu rakamın 2020 yılında 100 milyar dolar olmasını hedefliyor. Dünya’nın en büyük

‘Dişlinin çarkı değil, o dişliyi yöneten olmak istiyoruz’

ABD disiplini

UPS’deki kazanım, buradaki 5 bin işçinin sendikalı olması ve sektördeki binlerce örgütsüz işçinin örgütlenmesinin önünün açılması demek İstanbul İkitelli, 212 AVM’nin arka tarafı… Uzun bir arayıştan sonra UPS Aktarma Merkezi’ne ulaşıyoruz. Bir tarafta tırların girişçıkış yaptığı, dünya kargo devi UPS’nin tesisleri; diğer tarafta derme çatma bir çadır önünde direnen yüze yakın diğer dünya devi, işçiler… UPS işçilerinin direnişi 5 Mayıs’ta başladı. Sendikalı oldukları için İzmir, İstanbul Hadımköy, Kurtköy ve Mahmutbey’de 160 işçi işten çıkarıldı. İşverene göre işten çıkarma sebebi “performans eksikliği” ve her ne hikmetse Mahmutbey ve Hadımköy’de 99, Kurtköy’de 28 ve İzmir’de de 33 işçiyle bir anda toplam 160 işçi performanstan düşmüştü. UPS’nin işten çıkarma saldırısının öncesi de var. Direniş çadırına bizi buyur eden işçilerden TÜMTİS İstanbul Şube Başkanı Çayan Dursun anlatıyor. Dursun, uluslararası bir kampanya olarak diğer ülkelerin taşıma işçileri sendikalarıyla birlikte UPS’nin sendika girmeyen işyerlerinde örgütlenme kararı aldıklarını ve Türkiye ayağını kendilerinin ördüklerini söyledi. Mart ayında sendika girmiş, işveren de baskı ve tehditlerine başlamış. Nisanın ortasında ise ilk işten çıkarma yaşanmış. İşverenlerin ‘zayıf halka’ olarak adlandırdığı sendikalı taşeron işçilerden 24’ü işten çıkarılmış ancak hemen sonrasında oluşan uluslararası baskı

sebebiyle tekrar işe alınmışlar. Mayıs başında ise UPS, taşeronkadrolu ayrımı gözetmeksizin sendikalı işçileri atmaya başlamış. Dursun ile sohbetimiz sürerken çaylar geliyor. Çay, bir seferde 50 bardak alan tepsilerle sunuluyor. Dursun, taşeron-kadrolu ayrımı gözetmeksizin örgütlendiklerini belirtiyor. UPS direnişindeki 160 işçinin 100’ü taşeron işçi. Dursun, direnişin ilk zamanlarında polisin saldırılarına da maruz kaldıklarını söylüyor ve ağustos ayında uluslararası tepkinin de artmasıyla UPS işvereninin geri adım atıp işçilerle diyalog noktasına geldiğini söylüyor. Bu noktada Dursun, asla vazgeçmeyecekleri taleplerinin ‘İşçilerin tamamının özlük haklarıyla beraber sendikalı olarak işbaşı yapması’ olduğunu ifade ediyor. Çaylarımızı içerken, işçilerden Erol Selencan, direniş sürecinde yaşadıklarını anlatıyor. Direniş, daha önce hiçbir sendikal deneyimi olmayan Selencan için adeta bir okul olmuş. Direnişin başlamasıyla birlikte bir komite kuran işçiler her gün belirli bir program dahilinde hareket ediyor. Çayın yapılmasından çadırın düzenlenmesine, basına verilecek demeçlerden çevrenin temizliğine kadar her iş, işçilerin seçtiği komite tarafından yürütülüyor. İşçilerle aktarma merkezi arasında sürekli polis bekliyor ve direniş alanında kısa bir süre bek-

Ziyaretler, iflçilere yaln›z olmad›klar›n› hissettiriyor ve morallerini yükseltiyor. Patrona, iflçilerin sadece iflyeri önündeki çad›rda bekleyen iflçilerden ibaret olmad›¤›n› gösteriyor. Bu durum, içerideki iflçilerin havas›n› da de¤ifltiriyor, olumlu bir hava yarat›yor. Kitlesel ziyaretler bu yüzden çok etkili. ledikten sonra polisin işlevi ortaya çıkıyor. Birden bire yolda ‘koridor’ oluşturuyor ve birkaç dakika sonra bir işçi servisi, direnişçilerin “Yuh” sesleri arasında koridordan geçip uzaklaşıyor. “Bu servis nedir?” diye sorduğumuzda Selencan anlatıyor. Polis korumasındaki bu servis, işten çıkarılan işçilerin yerine UPS tarafından yasa dışı bir şekilde işe alınan işçileri taşıyor. Selencan, ilk zamanlar bu işçilerle konuşup kendilerini ikna ettiklerini ve geri çevirdiklerini söylüyor fakat sonra UPS’nin her seferinde değişik işçileri getirdiğini söylüyor. Bu durum karşısında servisleri durdurup işçilere konuşma yapmaya başlayan direnişçi işçiler tekrar işçileri geri çevirmeye başlayınca UPS işvereni servisleri polis koru-

koyduğu kota devam etmesine karşın ucuz Çin malları Türkiye’deki 30’a yakın sektörü ele geçirmiş durumda. Türkiye’de Çin organize sanayi bölgesi kurulması durumunda Türkiyeli sermayedarların Çin’e Çin’den daha ucuz işgücünü nasıl sunacağı merak konusu.

masına almış. Selencan, yerlerine getirilen işçilere “Sizin tek kazanımınız iş bulmanız, burada çalıştığınız sürece sendikal çalışma sekteye uğrayacak ve çok rahat işten çıkarılabileceksiniz” şeklinde durumu anlattıklarında işçilerin ikna olduğunu söylüyor. Selencan, bu süreçte kendilerinin de onlar gibi işçi olmasının büyük etkisi olduğunu da belirtiyor. Selencan direnişe dair düşüncelerini şu sözlerle özetliyor: “Bu direniş boyunca özellikle uluslararası ziyaretlerde de patron baskısının dünyanın her yerinde olduğunu gördük. Biz artık dişlinin içindeki bir çark değil o dişliyi kullananlar olmak istiyoruz”.

UPS, dünyan›n her yerinde flubeleri olan bir kargo flirketi. Bayiilik sistemine benzer bir sistemle açt›¤› flubeler, devasa boyutlara ulaflan kar›n çok küçük bir miktar›n› alabiliyorlar. Tafl›ma ve lojistikte t›pk› g›da sektöründe oldu¤u gibi bir tedarik zinciri mevcut. Yani birçok farkl› isimlerdeki firma UPS’nin kasas›na para tafl›yor ve do¤acak s›k›nt›lardan en az UPS kadar sorumlu olabiliyorlar. UPS, Türkiye’de Unspled isimli bir tafleron firma arac›l›¤›yla faaliyet gösteriyor. UPS’nin Türkiye ve birkaç körfez ülkesi hariç tüm ülkelerdeki çal›flanlar› sendikal›. ABD disiplini ile çal›flan UPS iflçileri çal›flma koflullar›n› ‘kötü’ olarak tan›ml›yor. UPS iflçilerinin tatili yok, yemek aras› ya da çay molas› yok. Yemek yemek, Türkiye’deki UPS aktarma merkezinde iflçileri birbirine düflürmek için müdürler taraf›ndan kullan›l›yor; bir iflçinin yemek yemesi di¤erinin yemekten dönmesine ba¤l›. Her iflçinin bafl›nda neredeyse bir müdür bulunuyor ve ifli h›zl› yapmas› için iflçiyi azarl›yor. ‹fle ne olursa olsun ara verilmiyor ama t›rlardan mallar›n indirilmesi ya da t›rlara mallar›n bindirilmesi ifllemi bafllad›¤›nda iflçiler o an ilgilendi¤i ifli b›rakmalar› gerekiyor. ‹flçilerden Olgun Ball›kaya sendikan›n gelmesiyle, yemek aralar›n›n ve çay molalar›n›n verilmeye baflland›¤›n› ayr›ca milli tatiller için izin verilmeye baflland›¤›n› söylüyor.

Anakonda işçisi direniyor

K

ırklareli Lüleburgaz’da bulunan İtalyan sermayeli Anakonda Isıtıcı ve Pişirici Cihazlar San. ve Tic. A.Ş. işyerinde çalışan 6 işçi, sendikalı oldukları için işten çıkarıldı. İşten çıkarmalar, Birleşik Metal-İş’in yetki için başvurduğu 24 Eylül’den sonra geldi. İlk olarak 24 Eylül’de iki işçi ardından da 27 Eylül günü 4 işçi olmak üzere toplam altı işçi işten çıkarıldı. İşten çıkarılan işçiler işlerine geri dönmek için 27 Eylül günü fabrika önünde direnişe geçti. İşçilerin direnişi sürüyor.

Tekel işçisi oturma eyleminde

1

Ekim’de iş-kaybı tazminatı süresinin dolmasının ardından 25 Tekel işçisi, İstanbul’daki Tek Gıda-İş Genel Merkezi önünde 3 Ekim günü süresiz oturma eylemi başlattı. İşçiler, eylemlerinin sebebini işkaybı tazminatı süresinin dolmasının yanı sıra Tek Gıda-İş’in 1 Nisan’dan bu yana verdiği sözleri tutmaması olarak belirtiyor. İşçilerle sendikaları arasında çevik kuvvet bekliyor. İşçilerin direniş çadırına her gün destek ziyaretleri yapılıyor.

Mopisan işçisi işbaşı yapıyor

İ

zmir ve Konya’daki Mahle Mopisan fabrikasında Birleşik Metalİş’e üye oldukları için işten çıkarılan işçiler açtıkları işe iade davalarını kazandıktan sonra işbaşı yapmaya başladı. Mopisan’ın İzmir ve Konya’daki fabrikalarında 10 işçi işten çıkarılmıştı. Mahle İş Konseyi Yönetimi ile Birleşik Metal-İş Sendikası arasında yaptıkları toplantı sonucunda işten atılan işçilerin ekim ve kasım aylarında kademeli olarak işbaşı yapmaları kararlaştırıldı.


10

KİBELE 15 Ekim 2010 /28 Ekim 2010

Halk›n Sesi

Hayat› kurtarsa kurtarsa erken bilinç kurtar›r on günlerde ilgililerimizin 'Erken teşhis hayat kurtarır' sloganlarıyla sağlığımıza gösterdikleri yakın ilgi dikkatinizi çekti mi bilmem. Ormana değil biraz ayrıntılara dönüp tek tek ağaçlara baktığımızda gerçeklerle örtüşmeyen bir durum var ortada. ‘Türkiye'de’ erken tanı hayat kurtarır mı? Bence bunu sorgulamak daha mantıklı. Çünkü erken tanı yetmez, erken ve uygun tedavi de gerekir şüphesiz. Bizim ülkemizde çoğunlukla ikisi birden olmayıp, nadiren de biri olup, diğeri olmayabiliyor... Mesela aklıma erken evre meme kanseri tedavisinde kullanılan Trastuzumab adlı onkolojik ilaç geliyor. Avrupa ve Amerika’da erken evre meme kanseri tedavisinde 1 yıllık kullanımı standart olan bu ilacın kullanımı bizde kaosa dönüştü. Sağlık Bakanlığı ilacın kullanımını 9 haftayla sınırladı. Bir hasta dava açtı ve bu sınırlama Danıştay kararıyla kaldırıldı. Sonra Sağlık Bakanlığı bir kez daha, bu defa SGK'nın SUT’ daki genelgesiyle Süheyla 52 haftalık kullanımı 9 haftaya E.Tezel çekmeye çalıştı. TBMM’de bu konuyla ilgili soru önergesi veSa¤l›k Hakk› Meclisi rildi. Haziran 2010 da bakanlıktan soru önergesine verilen yanıtta 9 haftalık uygulamayla 52 haftalık uygulama arasında anlamlı bir farkın olmadığı, hatta yan etkileri nedeniyle kullanılmaması gerektiği v.s, v.s belirtiliyor ve bilimsel kuruldan da imzalı rapor sunuluyor. İlginçtir ki bilim kurulunda imzası bulunan hocalarımızdan biri Eylül 2010 da düzenlenen Tıbbi Onkoloji kongresinde ''Adjuvan Herceptin (Trastuzumab ) 52 hafta gerekli ' başlıklı sunum yapıyor. İnsan merak ediyor hocamız mı kendini yanlış ifade etmiştir yoksa bakanlığımız mı öyle anlamıştır, yoksa biz mi bir şey anlamıyoruz? Ama gerçeği yaşayanlar biliyor, yani kanser hastaları. Neticede 2. kez Danıştay kararı ile kullanımda sınırlama durduruluyor. Sadece meme kanseri için değil, çoğu kanser ilacının kullanımına yönelik kısıtlayıcı genelgeler var. Örneğin 28 kanser ilacının kullanımı için 3 uzman hekim imzası, 23 ilaç için mutlak onkolog imzası ve belirli kriterleri barındırır patoloji raporu şartı, 13 ilaç içinse ayrı ayrı özel koşullar içeren şartnameler dizisi olduğunu biliyor musunuz ? Bu ülkede kaç patolog var, kaç patoloji laboratuvarı istenen tekniği sağlayacak donanımda, kaç onkolog var? Hastalar bu istenen şartlara nasıl ve hangi koşullarla ulaşıyorlar? Daha ilaç kısmına ulaşmadan, özel hastanelerde koruyucu meme cerrahisinin 8 bin lira gibi ücretlerle yapıldığını kaç kişi bilir, Sağlık Bakanlığı bilir mi mesela? Yoğun bakım ve acil tedavilerinin devlet tarafından karşılandığı ama yine de özel hastanelerde fark adı altında ücret talep edildiğini bilen var mı? Ne çok soru var ne çok soru, cevaplar derdi çekenlerde ve pekte parlak değil doğrusu. Peki neden kanser ilaçlarının kullanımı bu kadar meşakkatli? Çünkü pahalı ve belirli bir sayıda insanı ilgilendiriyor. Ya bu ülkede sağlık harcamaları 20022009 yılları arasında 4 kat artmış -bunu SGK müdürü söylüyor- sağlığımızda bir düzelme, 4 kat rahatlama söz konusu mu? Aksine her köşe başına açılan ve birer marketing kıvamına gelen özel hastaneler dolup dolup taşıyor. İnsanlarımız oradan oraya, buradan buraya sürekli dolanıyorlar. Defalarca tekrarlanan tetkiklerin haddi hesabı yok, yazdırılan antibiyotiklerin, ağrı kesicilerin meblağlarını dilime dolamıyorum bile. İnsanlarımız çok hasta, çok dolaşıyorlar, devletimiz onlar için çok ödemeler yapıyor özel hastanelere, ama iyileşen? İyileşen yok. Ocak 2010 da Bursa da özel bir hastanede bir gün içinde tam 542 MR ve 98 BT tetkiki yapılmış. Toplam 640 rapor, bir radyolog bakmadan sadece imzalasa – ki rivayet öyle ama biz bilim dışı söylentilere rağbet etmeyiz- kaç saat sürer, siz hesaplayın. Olay bir Türkiye mucizesi yani . Hastanemiz SGK dan bu tetkikler için parasını alıyor mu, alıyor. Daha geçen yıl domuz gribi aşısına ve onun yan sanayi ürünlerine harcanan paralara da hadi boş verelim. Bu kadar savrukluk içinde kanser hastalarının ilacında da mı tasarruf? Hakkı hukuku geçtim, utanır insan! Erken teşhis değil, erken tedavi hayat kurtarır. Hatta hastalığın oluşmasını engelleyici koşulları sağlamak hayat kurtarır. Tasarruf sağlıktan olmaz, evet sistemsizlik, sağlığı ticarileştirme, maliyetleri 4 kat, kat be kat artırır. Bunun halka ne faydası var. Ayıptır ya bırakın göz boyamayı, 'Erken teşhis hayat kurtarır' mış, trajikomik ! Hayatımızı kurtaracak tek şey bilinç, farkındalık, haklarımızı almadaki kararlılığımızdır. Gerisi lafügüzaf.

S

Çocuğun istismarı, babaların namusu G

kızının tedavi ve eğitim masraflarını isteyeceğini söyleyerek başladığı konuşmayı ‘namusumuzun hesabını kim verecek’ diyerek bitirdi.

K‹M‹N‹N DERD‹ NAMUS Konuyla ilgili DHA’ya konuşan çocuk, nişanlı olduğunu ve evlenmek üzere olduğunu söyledi. Baba M.C ise Başbakan Tayyip Erdoğan ve Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Aliye Kavaf’tan

TECAVÜZ KÜLTÜRÜ ÇOCUK TECAVÜZCÜ YARATIYOR Sivas’ta yaşanan tecavüz olayı da aynı tecavüzcü toplum algısının çocuklar üzerinde ne kadar etkili olduğunu gösterdi. 7 yaşındaki G.T, yaşları 11 ve 14 arasındaki 3 çocuğun tecavüzüne uğradı. Sivas’ın Yıldızeli ilçesine bağlı Yakacıkçavuşlu Köyü’nde yaşayan G.T. üç çocuk tarafından traktör garajına götürülerek tecavüze uğradı. Olanları anlatmaması ve “sandalyeden düştüm” demesi için uyarılan çocuk eve geldikten sonra kendisine yapılanları annesine anlattı. Annesi kızını banyo yaptırdı ve elbiselerindeki kanı temizledikten sonra olayı jandarmaya bildirdi. Baba Nurettin T. İse “Bunu kim yaptıysa açığa çıksın ve cezasını çeksin, aksi takdirde gerekeni ben yapacağım” diye konuştu.

eçtiğimiz hafta basına iki çocuk tecavüzü haberi yansıdı. Aydın’ın Çine ilçesinde yaşayan 16 yaşındaki S.C, üç kişi tarafından kaçırılarak, bir ilköğretim okulunun konferans salonunda, sonra da ormanlık bir alanda 5 saat boyunca tecavüze uğradı. Annesi ve babası arasındaki kavgayı jandarmaya bildirmek için evden çıkan S.C, aynı mahallede yaşayan üç kişi tarafından ağzı bantlanarak dövüldü ve defalarca tecavüze uğradı. Gece evine gelebilen çocuk, kimseyle konuşmak istemediğini söyleyerek odasına kapandı. Konuyu daha sonra kuzenine anlatınca olay yargıya taşındı ve tecavüzcü üç kişi tutuklandı.

‘Kadın emeği’ tartışılıyor Ben de değiştirmek istiyorum ama sizi

K

adın emeği Ankara Üniversitesi’nde bir sempozyumda konuşulacak. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Sosyal Politika Araştırma ve Uygulama Merkezi ile Uluslararası Çalışma Örgütü Türkiye Temsilciliği’nin düzenlediği ‘Geçmişten günümüze Türkiye'de kadın emeği’ sempozyumu 25 Ekim’de Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Prof. Dr. Aziz Köklü Salonu'nda gerçekleşecek. Açılış konuşmalarının ardından sempozyum, ‘Küreselleşmenin payandası: göçmen kadın emeği’ başlıklı konferans ile devam edecek. Üç oturumda gerçekleşecek olan sempozyumun ilk oturumunda ‘Tarihsel perspektiften Türkiye’de kadın emeği’ konuşulacak. Oturumda ‘ILO'nun kadın emeğine yaklaşımı, ilgili ILO sözleşmeleri ve Türkiye’nin durumu’, ‘Türkiye’de kadın emeğinin tarihsel kökenleri: 1920-1965’, ‘Göç ettirilen kölelerden kaçak göçmen işçiler-Türkiye'de ev emeğinin dönüşümü’ başlıkları yer alacak. ‘İşgücü piyasasının içinde ve dışında kadınlar’ başlıklı ikinci oturumda ‘Kalkınmada farklı yörüngeler- Kadın istihdamında farklı örüntüler ışığında Türkiye’de kadın istihdamı’, ‘Neden Türkiye işgücü piyasasında kadınlar bu kadar az? Çok boyutlu bir yaklaşım’, ‘1980 sonrası dönemde kadın emeğine ilişkin politikalar’,

Türban: İ kad›n özgürlü€ü nerede bafllar nerede biter

Masalda bile bu kadarı olmaz Bir İstanbul Masalı dizisinin tekrar bölümlerinde gerçekleşen sansür, ekranların giderek muhafazakarlaştığını gösterdi. 2006 yılnda ATV ekranlarında yayınlanan dizi bugünlerde aynı kanalda tekrar bölümleriyle sunuluyor. Dizinin yeniden yayınlanan bölümlerinde ana karakterin yakın arkadaşı olan Zekeriya’nın eşcinsel olduğunu açıkladığı sahneler kanal tarafından sansürlendi. ATV’nin homofobik sansür uygulaması KAOS GL tarafından ortaya çıkarıldı. Dizideki bu karakterin varlığı Halkın Sesi’nin geçen sayısında Ayşe Düzkan tarafından yapılan söyleşide hatırlatılmış, Düzkan medyanın giderek muhafazakarlaştığını söyleyerek bugün böyle karakterleri ekranda göremeyiz tespitinde bulunmuştu.

3 YAfiINDAN ‹T‹BAREN C‹NSEL E⁄‹T‹M Her yıl binlerce çocuk cinsel istismara uğruyor. Ancak çocuklar, bazen kendilerine yapılan davranışı teşhis edemediğinden bazen de kendisinin suçlanacağını düşünerek korktuğundan durumu açığa çıkarmıyor. Bunların açığa çıkması için uzmanlar cinsel eğitimin çocuklara 3 yaşından itibaren verilmeye başlanması gerektiğini söylüyor. Uzmanlara göre eğitimin ilk aşamasında çocukların ‘vücuduna dokunmak isteyen birisi ile karşılaşırsan yardım iste’ diyerek uyarılması gerekiyor. Türkiye’de cinsel saldırıya uğrayan kişinin ifadesi yeterli görülmüyor. Durumunun rapor edilmesi için mağdurun olaydan sonra yıkanmaması, dişlerini fırçalamaması, ağzını çalkalamaması, tuvaletini ertelemesi, saçını taramaması, giysilerini değiştirmemesi önemli.

Kibele’den mektup

‘Kadın emeğinin 'değersizleştirilmesi' bağlamında çocuk bakımı’ başlıkları konuşulacak. Son oturum ‘İşgücü piyasasında kadınlar: Farklı sektörler, farklı meslekler’ başlığı ile gerçekleşecek. Oturumda, ‘Gıda, tekstil ve hizmet sektörlerinde kayıtdışı çalışan kadın işçiler’, ‘Kadın öğretmenler üzerine: etnografik bir çalışmadan kimi gözlemler’ ve ‘Üniversite üst yönetiminde kadınların konumu: 1990’lardan 2000’lere ne

stanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden türbanlı bir öğrencinin derse şapkayla girmesi ve dersine girdiği öğretim üyesi tarafından dışarı çıkarılması üzerine gelişen olaylar, son günlerin en önemli gerilim konularından birisine dönüştü. Öğrenci eğitim hakkı engellendiği gerekçesi ile Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı’na başvurunca YÖK mart ayında İstanbul Üniversitesi’ne bir uyarı yazısı gönderdi. Gönderilen uyarı yazısına göre, öğretim üyeleri türbanlı öğrenciyi dersten çıkaramayacak. Çıkardığı takdirde öğretim görevlisi hakkında soruşturma açılabilecek. ‘Gerekirse’ öğretmen öğrenci hakkında tutanak tutabilecek. Bu yazıyla birlikte türbanlı öğrencilerin yönetmeliğe rağmen derslerden çıkartılması İstanbul Üniversitesi’nde fiili olarak engellendi. Peki Türkiye’de türban yasağının işlerliği ne durumda? Radikal gazetesinin araştırmasına göre 30 üniversitede türban tamamen yasak. 8 üniversitede ise tamamen serbest. 31 üniversitede ise kampüste serbest, sınıfta ise öğretim görevlisinin inisiyatifine göre serbest veya yasak oluyor. Yine aynı gazetenin araştırmasına göre bu yıl ilk kez türbanlı öğrenci kabul eden üniversite sayısında artış var. Yani türban yasağı birçok yerde fiili olarak uygulanmıyor. Ancak üniversitede bu yasağın uygulanıyor olmasından çok, yasak karşısında alınan tavır önemli. Çünkü uzun yıllar türban yasağı Türkiye siyasetinin iki ana eğilimi olan İslamcı-laik saflaşmasının ana hattını oluşturdu.

Türban, kitleleri sürükleyen, birleştiren ve ayıran ama her zaman etkili ve gündem yaratmada başarılı bir konu oldu. Bu konuda yaratılan saflaşmayla tüm bu bahsettiğimiz süreç boyunca iki ana kutup da erkek egemenliği ve otoriterliğinin farklı yönlerini temsil etti. Bir kutup kadın özgürlüğünü türbana indirgeyen, kadını erkeğin mülkü haline getiren, erkek egemen muhafazakar gerici kanattan oluşurken, diğer bir kutup yasakçı, dogmatik, erkek egemen ulusalcı kanattan oluşuyor. Bu iki kanadın ortak noktası da türban tartışmasında kadının ikincil konumunu yeniden üretmek. Peki özgürlüğü ya da tutsaklığı mevzu bahis olan kadın nerede? Her iki tarafında da erkek egemenliğinin oluştuğu bu çelişkiden ortaya çıkacak olan sentez, kadın mücadelesi açısından ileri bir niteliğe sahip olamaz. Böyle düşününce, türbanın ve onunla ilgili süregelen egemen tartışmanın kadın özgürlüklerini temsil edebilecek konumda olmasına imkân doğmuyor. Öte yandan tarafların ortaya attığı soru ve sorunlar kadın mücadelesinin önüne kaçınılmaz olarak çıkıyor. Bu sorunlar karşısında tutarlı bir tavır almak, kadın mücadelesini ileri taşımak açısından gerekli bir durum… Bu sorunlardan birisi muhafazakâr tarafın türban serbestisini kadının özgürlüğü olarak sunması tezi. Türban serbest kalınca kadınlar özgürlüklerine kavuşur mu? Elbetteki özgürlük, tek bir soruna indirgenemeyecek kadar geniş bir kavram.

Arçelik isimli beyaz eşya markasının son reklamını izledikçe aklımdan aynı şeyler geçiyor: “Ben de değişiklik isterim ama kadınlara böyle sığ bakan beyaz eşya üreticilerinin ve onların sığ sularda engin kulaçlar atan reklam ajanslarının değişmesini isterim.” Bu markanın ekranlarda dönen son reklamı genç bir kadının konuşmasıyla açılıyor. Oyuncumuz “Ben de değişiklik isterim, bazen saçlarımı kestiririm, bazen gardrobumu yenilerim, evdeki eşyaları da değiştirmek isterim ama..” amadan sonrası Arçeliği ilgilendiriyor. Marka değişimsever kadınları düşünerek hazırladığı yeni kampanyasını anlatıyor. Benim ilgimi ise ‘ama’dan önceki bölüm çekiyor. Ne de olsa ben de ‘değişiklik’ isterim diyerek kulak kabarttığım bu bölümde hemcinsimize değişiklik diye söylettirilenlerin saç modeli, kıyafet ve ev eşyası

Özgürleşme mücadelesine bir yerden başlanacaksa bizzat başbakanın dile getirdiği kadınla erkeğin eşit olmadığı fikriyle mücadeleden başlanılabilir. Çünkü bu fikir, bir yanıyla kadının cinsiyetçi bir ayrımcılığa maruz kalması, diğer yanıyla da toplumsal hayata katılımda sınırlanmasına uzanan sonuçlan doğurur. Hele de devletin tek bir mezhebe dayalı dini politikalarını topluma empoze etmekle görevli Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesinin İçişleri Bakanlığı’ndan fazla olduğu, din derslerinin ilköğretimden itibaren zorunlu olarak okutulduğu bir ülke Türkiye. Toplumsallaşma ve kişilik kazanma süreçlerinin yoğun bir dini enformasyonla şekillendiği Türkiye’de, din konusunda özgür iradenin nerede başlayıp nerede bittiğini kestirmek mümkün görünmüyor. Zorunlu din dersleri kaldırılmadığı müddetçe, Müslüman, Sünni, cinsiyeti erkek, baskıcı, otoriter, kendine demokrat, milliyetçi devlet yapısının değişmediği şartlarda türbanı tek başına bir ‘özgürlük’ olarak ele almak doğru bir yaklaşım değil. Türban özgürlük müdür değil midir tartışması kadar yaygın bir diğer tartışma da ulusalcı kesimin dile getirdiği “türbanlı öğrenci asıl mezun olduktan sonra tehlike” fikriyle başlayan kamusal alanda ‘serbest olsun mu olmasın mı’ tartışmasıdır. Yıllarca feminist hareketin özel alan politiktir vurgusu ile sürdürdüğü mücadele işin özetini önümüze koyuyor. Kamusal alanda serbest olsun / olmasın tartışması bu fikrin süzgecinden geçince

değiştirmek olduğunu görünce şöyle düşünüyorum: Toplumsal cinsiyet algısı olmasa bu reklamcılar ‘büyük büyük’ sözleri küçük küçük çıkarların, dünyaların hizmetine nasıl sokardı acaba? Yani sözün özü kadınların değiştirme ufku kendi bedenleri ile başlayıp, evlerinin içiyle mi biter? Şimdi büyük söz olacak ama Arçelik reklamını yazan metin yazarından neyim eksik deyip yazıvereyim: Ben de değişiklik isterim. Mesela kadınların tüm dünyasının evleri ve güzellikleri olduğunu düşünmeyen, düşündürtmeyen yazarlar, erkek egemen toplumun riyakarlığını bulduğu her fırsatta yüzüme vurmayan ekranlar, sınıfsal, cinsel sömürünün olmadığı bir dünya... Ama zaten değişiklik dediğin nedir ki al bir Arçelik süpürge süpür gitsin hepsini. *Aysel Dereli hazırladı.

anlamsızlaşıyor. Çünkü türbanın temsil ettiği İslam’ın kadın karşısındaki ‘sorunlu’ tavrı özel alanda da sürüyor. Türban, ister ‘İslamın simgesi’, ister ‘gericiliğin göstergesi’ olarak görülsün sonuç olarak temsil ettiği fikri kadınlar için evde ve sokakta ayrı ayrı üretmiyor. Sokaktaki gericiliğe karşı çıkıp evlerdekini görmezden gelmek anlamsız olacağı gibi kadına dönük sorunlar konusunda da ‘özel alan’ olarak görülen şiddet, taciz tecavüz, eviçi emek sömürüsüne duyarsız kalarak salt türbanı bir sorun olarak tartışmak da en az muhafazakarların özgürlüğü türbana daraltması kadar hatalı bir algı. Evet, toplumsal gericilik yaygınlaşıyor. Gericilik bizzat iktidar partisi eliyle yukardan aşağı, cemaatler aracılığıyla aşağıdan yukarı örgütleniyor. Eğitimden sağlık hizmetine kadar her alan gerici formasyonla şekilleniyor. Yurttaşlık bilinci, yerini cemaatlerin sadaka kültürüne bırakıyor. Böylesi bir durumda gericiliğin göstergesi olan türbana karşı tavır almak hastalığı tedavi etmek yerine semptomlarını yok etmeye benziyor. Gericiliğe karşı mücadele tek başına türbanı yasaklamakla mümkün değil. Türbanı görünmez kılmanın bu toplumun gerçeği olan gericiliğin yaygınlaşması sorununu çözemeyeceği aşikar. Öte yandan türban yasağının kalkmasının dinci gericiliğin önemli bir mevzi kazanmasını sağlayacağı ve bu kazanımın uzun vadede, toplamda kadınların kazanılmış haklarına dönük gerici-erkekegemen saldırıyı güçlendireceği de ortada.


11

YÜZ YÜZE 15 Ekim 2010 / 28 Ekim 2010

Halk›n Sesi

İzmir’i nasıl bilirsiniz? BATI

İzmir’i nasıl anlamalı? Gavur İzmir olarak mı, yoksa laik Cumhuriyet elitlerinin son kalesi olarak mı? Statükocu İzmir mi demeli, yoksa tuzlu su muhafazakarlığının ana vatanı mı? Deniz Yıldırım’ın dediği gibi, sosyal dönüşümler böyle anlaşılamaz, sınıf eksenli bir bakış gerektirir. Deniz Yıldırım ve Evren Haspolat’ın yayına hazırladığı “Değişen İzmir’i Anlamak” İzmir’in yaşadığı

ANADOLU

sosyal siyasal dönüşüme sınıfsal dinamiklerini analiz ederek ışık tutan, mutlaka okunması gereken bir kitap. Yıldırım ve Haspolat’la yaptığımız söyleşide, Batı Anadolu milliyetçiliğinin hangi dinamiklerden beslendiğini, solun bu milliyetçiliği nasıl ele alması gerektiğini konuştuk. Yazarlar, anaakım medya analizlerinin sığlığında kaybolan çarpıcı bulgulara işaret ediyor.

M‹LL‹YETÇ‹L‹⁄‹N‹N

SINIFSAL

ANAL‹Z‹

Sınıf tepkileri etnikleşince... N ‹ zmir’in ve İzmir’le iktisadi düzeyde bütünleşmiş yerleşimlerin neoliberalizmin, finansallaşmanın kaybedenleri olduğunu ifade ettik bu kitapta

ostaljik sembollerin, maskların, Atatürk resimlerinin, bayrakların giderek ön plana çıkışı, bugünden duyulan rahatsızlığın göstergesi

mış, Kürt’müş, destek vermeyelim” diyen kaç kişi oldu? O gün sınıf taleplerinin etnik taleplerin önüne geçmesi sayesinde çatışma yerine kardeşlik formülü öne çıkabildi. Aslında 4 Şubat grevi, İzmir’de çıkış programını gösterdi. Tekel direnişinin izinden giderek gösterdi hem de. Anlatmaya çalıştığımız şey de bu aslında. Kaybeden alt orta sınıflarla işçi sınıfını ve mülksüzleşen köylülüğü doğru talepler ekseninde ilerici bir siyasal hat içinde birleştiren bir perspektifin eksikliği, tepkilerin şoven-ırkçı temelde ifade edilmesine ve resmi ideolojinin hemen tüm partilerinin üzerinde birleştiği boğazlaşma formülüne egemenler adına teslim olmaya kapı açıyor.

D

eğişen İzmir’i Anlamak’ta ortaya koyduğunuz kimi önemli tezler var. Bunları elbette tek tek burada açma şansımız yok, ama kısaca özetler misiniz? Evren: İzmir’i bir liman kenti olarak hem içinde işlediği dünya sistemi hem de onun bütünleşmiş bölge bütünlüğü içinde bir değerlendirmeye tabi tuttuk diyebiliriz. Özellikle kentsel sermaye bloğunun Türkiye’nin 1980 sonrasındaki birikim rejimiyle birlikte iktidar bloğu içindeki eski temsil olanaklarını ve belirleyici gücünü yitirdiğini belirttik ve bunun izlerini hem Türkiye siyasetiyle hem de bölgenin geri kalanıyla ayrışan siyasal tercihlere ilişkin bir analizle sürdük. İzmir’in ve İzmir’le iktisadi düzeyde bütünleşmiş yerleşimlerin neoliberalizmin, finansallaşmanın kaybedenleri olduğunu ifade ettik. Özellikle kent merkezinde sosyoekonomik açıdan gerileyen orta sınıf katmanlarını da kendi diline eklemleyen yeni ulusalcı dilin giderek CHP’de kümelendiği bu dönemde, tarımda mülksüzleşmenin yoğun olarak yaşandığı ve göçün kentsel etnik gerilimi yoğunlaştırdığı iç yerleşimlerde tepkileri MHP’nin kırsalın diline tercüme ettiğini saptadık. Referandumda da gördük ki İzmir ve Ege illeri Hayır oyu verdi. Bu da bölgedeki dönüşümleri anlama gerekliliğini arttırdı. Siz nasıl bir değerlendirme yapıyorsunuz? Deniz: Şunu açıkça belirtmekte yarar var: İzmir de diğer kentler gibi. Yani kendi içinde Sultanbeyli de var, Nişantaşı da. O nedenle dönüşüm eksenlerini kentlerin içinde taşıdığı fay hatlarını görmezden gelerek ele alırsanız orada en baştan bilimsel sakatlık oluşur. Mesela “tuzlu su muhafazakarlığı” tanımlaması tam da bu sakatlığı taşıyor. Kendinden menkul bir demokratikleşme tahayyülü geliştirip egemen dil içinden konuşarak karşıtını “statüko”yla, “muhafazakarlık”la, “elitler”le ilişkilendirmesi. Böyle açıklanmaz sosyal dönüşümler. İzmir’deki tepkiselliğin bir benzeri de bu dilde saklı. Zaten biraz da birbirini üretiyor. Mesela şurası önemli: “Diyelim ki “sahiller” (en çok da burada İzmir’in kastedildiği görülüyor) “muhafazakar”, hem de “tuzlu su muhafazakarları”. Bu durumda, Söke gibi, Nazilli gibi, Akhisar gibi bugüne kadar tarihsel olarak Serbest Cumhuriyet Fırkası, Demokrat Parti ve Adalet Partisi hegemonyasının en etkin olduğu yerlerde, genelde son 30 yılda, ama en çok da 2001 programıyla toprağından olan, tütünden, pamuktan kopan, kent merkezlerine göç edip işçileşen insanlar da mı “tuzlu su muhafazakarı”? Çünkü bu merkezlerde hayır oranları yüzde 65-70 arasında değişiyor.

Referandumda MHP oylarının İç ve Doğu Anadolu’da, evet tavrı ekseninde AKP’ye yönelirken, Batı’da hayır tavrı içinde muhafaza edildiğini gördük. Bu fark nasıl açıklanabilir? Evren: İzmir’de neoliberal mülksüzleşme programının sanayi üretimini, ticareti bitiren yanıyla Batı Anadolu kentlerinin tarımsal çözülmelerine yol açan yanı birbirinden ayrı düşünülemez. Bu tepkiler kıyıda kendisini giderek CHP üzerinden ifade ediyorsa da, siyasal tepkiler CHP’nin karşılayabileceği

taleplerin ötesine geçiyor. CHP, bir bakıma bu tepkiler karşısında bir tampon işlevi görüyor. İlginç olansa, iç kesimlerde, yani bugüne kadar geleneksel olarak Demokrat Parti, Adalet Partisi gibi merkez sağ projelerin doğumuna ve büyümesine imkan sağlamış Batı Anadolu kentlerinde MHP’nin yepyeni bir siyasal taban kazanmış olması. Yeni olan olgu bu. Hem MHP, 80 öncesi hemen hiç varlık gösteremediği bir bölgede büyük bir oy patlaması yaşıyor hem de bölgenin özellikle sosyoekonomik olarak kaybedenleri, yoksul Kürt göçünün, Kürt ucuz emeğinin yöneldiği yerleşimlerde tepkilerini giderek gerici temelde MHP üzerinden ifade ediyor. Deniz: Bölgede yapacağınız bir turda, CHP ile MHP’nin siyasal sembolleri arasındaki mesafenin büyük oranda kapandığını görebilirsiniz. Bu da hayır cephesinin Batı Anadolu’da bloklaşmasının önünü açmış görünüyor. Orta Anadolu’da ve Erzurum gibi kentlerde ise MHP’nin tabanı, AKP’nin önderliğindeki hegemonya bloğunun çekimine girmiş görünüyor. Bu bölgelerde Gülen cemaatinin aktif çalışmış olması, Alevi ve Kürt düşmanlığının Erdoğan’ın ağzından soy sop tartışmaları aracılığıyla propagandaya dahil edilmesi de düşünüldüğünde dinsel muhafazakarlığın MHP tabanında ayrışmayı tetiklediği görülüyor. Bu referandum bu bakımdan MHP’nin ne kadar çatışmalı, çelişkili bir tabanı bir

Tepkilerin ilerici ya da gerici içerik kazanmasını belirleyen şey, hangi sınıf kesimleriyle hangi program temelinde ittifak yapıldığıdır arada tutmaya çalıştığını ve bu noktada da elinin son derece zayıf olduğunu açıklıkla gösterdi. Onun için referandumun her anlamda kaybedeni MHP diyebiliriz. MHP’nin önünde iki seçenek var. Ya daha laik bir milliyetçilik / ulusalcılık üzerinden CHP’yle Batı Anadolu’da ve Akdeniz’de yarışan bir parti olacak ya da liberalmuhafazakar hegemonyanın zorlamaları doğrultusunda yeni hegemonyanın arzuladığı makbul bir milliyetçilik anlayışını daha dinsel temelde kabul ederek kadro, ideoloji ve söylem düzeyinde yeniden yapılanacak. Geleneksel olarak kendini “solcu” diye niteleyen sosyal demokrat kesimlerde Kürt göçü karşısında ortaya konan şoven eğilimler, iflah olmaz gerici bir ayrışmaya mı işaret ediyor?

Bu kitleler ilerici siyasi potansiyellerini mutlak olarak tüketmiş midir? Deniz: Sonuçta pusulasız yolda milliyetçilik, en kolay açıklama biçimi. “Kürtler geldi, her şey bozuldu” hissiyatı bu bakımdan hem bu kesimlerin sınıf talepleri ekseninde kaybeden Kürt emekçileriyle kardeşlik temelinde birliğini sağlayacak bir dilden uzaklaşmasına neden oluyor hem de Kürt sorunu sözkonusu olduğunda siyasetler üstü bir ortak linç kültürünün gelişmesine neden olabiliyor. İzmir özelinde nostaljik sembollerin, maskların, Atatürk resimlerinin, bayrakların giderek ön plana çıkışı, şimdiden duyulan rahatsızlığın göstergesi. Mülksüzleşen, şimdiden duyduğu rahatsızlığı geçmişin nostaljik sembollerine daha fazla sarılarak ifade etme gereği duyan kesimlerin tepkilerinin ilerici ya da gerici içerik kazanmasını belirleyen şey, hangi sınıf kesimleriyle hangi program temelinde ittifak yaptıklarıdır. Mesela linç girişimleri, Kürt göçmenlere karşı etnikleşen tepkiler, tüm bunlar tepkilerin gerici bir içerik kazanabildiği anı gösteriyor. Ama diğer yandan TEKEL işçilerine destek amaçlı gerçekleştirilen bir günlük greve tüm ülkede en büyük desteğin, katılımın İzmir’de olduğu da unutuluyor. Bütün kent bunu yaşadı, hissetti. Vapur işgallerinde, otobüslerin çalışmamasında. Kaç kişi o gün Tekel işçilerinin etnik kökenine baktı? “İzmir’deki Tekel işçileri Muşluymuş, Diyarbakırlıy-

Yeni dönem, bu siyasal tablo içinde ne gibi sonuçlara gebe? Deniz ve Evren: Bir bakıma yeni dönemde İslami meseleler tüm partilerin siyasal anlamda ortak yükü haline gelecek ve bu nedenle de piyasacı-Amerikancı-muhafazakar hegemonya karşısında meydan okuyacak kuvvetler daha da sınırlı manevra alanına sahip olacak. Tüm güçler, bu hegemonya ile uyumlu hale getiriliyor. Fakat bu, sosyalist hareketler açısından da tarihsel bir döneme işaret ediyor. Bir çözüm perspektifi içinde Türkiye’nin burjuva demokratik kazanımlarının savunulması, kaybedenlerin tepkilerini bir karşı hegemonya projesi geliştirerek ortak bir çözümde birleştirme iradesinin ortaya çıkarılması, Tekel direnişi örneğinde de görüldüğü üzere sınıfın bir arada yaşamaya dönük kendi “mahalle modeli”ni yeniden ortaya koyması, küçük ama anlamlı çözüm modelleriyle emekçilerin karşısına çıkabilecek projelerin geliştirilmesi adına tarihsel bir dönemden geçtiğimizi düşünüyorum. Türkiye oraya gidiyor, referandum bunun işaretlerini verdi. Sosyalist parti ve hareketlerinse önlerine konan bu tarihsel göreve dönük stratejileri ve hazırlıkları ne durumda, en tartışılacak yanlardan birisi bu şu aşamada. Çünkü tehdidin büyüklüğüyle onu göğüsleyebilecek araçların imkanları arasındaki mesafe dikkat çekmeyecek gibi değil. Bunun hem öznel hem de nesnel nedenleri var kuşkusuz. Ama bir yerden başlamak gerekiyor; referandumda ortaya konulan birliktelik iradesinin, bir “ortak çözüm” programı çerçevesinde ilerlemesi olasılığı, gözardı edilmemesi gereken tarihsel bir fırsat.

Değişen İzmir’i anlatan kitabın yol hikayesi vren: Kitabın yol hikâyesi temel bir tespitle başladı. İzmir’in ve onunla iktisadi düzeyde bütünleşmiş Batı Anadolu yerleşimlerinin bir dönüşüm sürecinde olduğuydu bu tespit. Ancak kente ilişkin tartışmalar, ülkedeki genel siyasal kutuplaşmaya feda edildiğinden anlamaya dönük bir çerçeve geliştirilmesi giderek zorlaşmaktaydı. Bizi aslında uzun süredir aklımızı kurcalayan bu sorulara daha derinden, ekonomi politik bir yöntem dahilinde yanıtlar aramaya iten de bu kutuplaşma oldu. Çünkü kent son yıllarda giderek ya topyekün modernliğin/laikliğin ya da ırkçılığın, faşizmin başkenti olarak resmedilir olmuştu. Biz gerçeklikle bağını koparmış olan bu ikili kutuplaşmanın dışına çıkarak, İzmir’i kendi tarihsel gerçekliği içinde kavramak ve bu çarpık

E

tahlillere bilimsel düzeyde müdahale etmek istedik. Deniz: Bir sorunu çözmenin yolu, önce onu doğru tahlil etmekten geçiyor. Kitaba başlarken, aklımızda hep aynı soruyu taşıdık: Derinlerde yatan dönüşüm nedir bu bölgede? O nedenle ekonomi politik bir dönüşüm çerçevesi çizdik. Yaklaşık bir yıllık emeğin ardından 20 bilim insanının katkılarıyla bu kolektif eseri, Değişen İzmir’i Anlamak adlı yapıtı ortaya çıkardık. Kitap, İzmir’in de diğer tüm kentler gibi, farklı sınıfsal, etnik, mekânsal ve siyasal fay hatlarını içinden geçiren bir kent olduğunun altını çizdi. O nedenle de yalnızca İzmir’i değil son dönemlerin Türkiye’sini analiz etmek isteyenler açısından da önemli bir kaynak eser ortaya çıktı diyebiliriz.

İzmir iflah olmaz mı? Evren: Toplumsal dönüşümler karşısında açığa çıkan siyasal tepkiler oldukça farklı biçimler altında kendisini ifade edebiliyor. Burada söz konusu olan tepkisellik, sınıf tepkilerinin etnikleşmesi ile yan yana ilerliyor. Burada sorunuzla bağlantılı biçimde birlikte düşünülmesi gereken olgu, ekonomik süreçlerden dışlanan, mülksüzleşen orta sınıf katmanlarının, tütünden, pamuktan koparılan, kendi toprağında işçileşmiş Batı Anadolu köylüsünün Kürt göçü üzerinden kötü gidişe milliyetçi bir açıklama tarzı geliştirmesi. Bölgede CHP-AKP kutuplaşmasını aşan bir tepkisellik sorunu ve temsiliyet açığı var. Ama, “şimdi”den, örneğin sürdürülen piyasacı, üretimi dışlayan, tarımı çökerten birikim modelinden, AKP’den, dolayısıyla hayatın gidişinden memnun olmayanların her tepkisini “gerici” karakterde görmek, ancak neoliberal sol ile muhafazakar perspektifin sahiplenebileceği bir bakış açısı.

Milliyetçilik evrilirken... Evren: Referandum sürecinde AKP’nin neoliberal-muhafazakar projesi kapsamında kurduğu ittifaklara bakalım. Bir yanında Saadet Partisi, diğer yanında BBP, öte tarafta Şener’in Türkiye Partisi. Tabanda İslami dozu öne çıkan bir İslam-Türk Sentezi resmi. Deniz: Türkiye’de siyaset, yeni bir rejim, yeni bir resmi ideoloji ve yeni bir hegemonya doğrultusunda yeniden yapılandırılıyor. MHP de bu yapılanmanın dışında kalmayacak, öyle görünüyor. Bu süreçte MHP’nin laik milliyetçilik temelinden uzaklaştırılacağını öngörebiliriz. Bunun yukarıdan aşağıya zor yoluyla bir tasfiye operasyonu olmayacağının garantisini ise kimse veremez. Evren: Önümüzdeki süreçte liberalmuhafazakar hegemonya doğrultusunda partiler yeniden yapılandırılırken CHP’yi muhafazakarlıkla uyumlu daha piyasacı-liberal bir parti, MHP’yi de dinsel muhafazakarlığı daha görünür bir parti olarak görebiliriz. Bu bakımdan bütün partilerin post-Kemalist bir dönemin partileri haline getirilmeye başlandığını ve milliyetçiliğin de bu temelde yeniden yapılandırılacağını, restore edileceğini, uyumlulaştırılacağını söylemek mümkün.


12

DOSYA 15 Ekim 2010 / 28 Ekim 2010

Halk›n Sesi

Üniversiteler gerici piyasacı kuşatma altında Üniversiteye başlayanlara aileleri hep‘olaylara’ karışmamalarını tembihledi. Olaylıydı çünkü iktidar üniversitelerden elini hiç çekmedi. İktidarın tahakkümüne karşı direniş de hiç bitmedi

AKP, 1980’de başlayan bir dönüşüm sürecini sürdürüyor. YÖK aracılığıyla yapılan düzenlemeler gericileşmeyle kol kola ilerliyor ve ünivesiteleri sermayeyle bütünleştirmeyi hedefliyor

Ü

niversiteler her dönem yaşanan ‘olaylar’la anıldı. Olaylıydı, karışıktı, çünkü değişime güç veren bir şeye sahipti: ‘Bilgi.’ Bu güç üniversiteleri toplumun hareketli kurumlarından biri yaptı. Bazen egemenlere karşı direnişin ve yenilenmenin odağı, bazen de aksine egemenler cephesinin en güçlü lojistik merkezi oldular. Bu durum Türkiye için de geçerli oldu. 2010-2011 eğitim öğretim yılı açılışı ülkedeki politik gerilim ve çatışmaların göbeğine yine üniversitelerin oturduğu tartışmalarla başladı. İKTİDARIN GÜCÜYLE MEVZİ KAZANDILAR Tam da türbanın AKPCHP arasında tartışma konusu olduğu bir dönemde YÖK gerilim ve siyasi manevralara konu olan tüban yasağı konusunda bir adım attı. 4 Ekim günü İstanbul Üniversitesi'ne gönderdiği ve öğrencilerin şapkayla derse girmesi sorunu konusunda görüş bildirdiği yaz›sı ile disiplin yönetmeliğine uymayan öğrencilerin dersten ç›kar›lmas›n› yasaklad›. Böylece YÖK eliyle üniversiteler bir kez daha gericileştirme operasyonuna maruz kaldı. Bu yazıyla yıllardır İslamcı hareketi dinamize eden, sokağa çıkaran türban yasağı iktidarın gücüyle sona erdirildi. DEMOKRASİYE GEÇTİK YÖK’ÜN HABERİ YOK YÖK’ün tartışma yaratan kararları bununla sınırlı kalmadı. Referandum sonrası

demokrat maskesi takan AKP’nin otoriterleşip otoriterleşmeyeceğine dair tartışmaların yapıldığı bir dönemde, 6 Ekim’de, Milliyet gazetesi YÖK’ün 81 ilin valisine gönderdiği genelge ile üniversitelere zimmetli polis uygulaması başlatma ve sivil polisleri kampus içine yerleştirme talebini gündeme taşıdı. YÖK, üniversiteler, Emniyet Müdürlüğü ve Yurt Kur’un kat›l›m›yla gerçekleşen ‘Özgür ve Güvenli Üniversite Koordinasyon’ toplant›lar›nda al›nan ve valiliklere ilettiği kararlarda, kampüslerde sivil polislere yer gösterilmesini

talep etti. Üniversiteleri ‘demokratik ve özgür’ bir ortama kavuşturmak iddiasıyla alınan kararlar arasında kampüste polis uygulamasının yanı sıra öğrencilerin masa açmasını, demokratik haklarını kullanmasını engelleyecek kararlar da bulunuyor. 7 Ekim’de Yıldız Teknik Üniversitesi açılışında Abdullah Gül’ü protesto eden iki üniversiteli, polisin ağır saldırısına uğradı. Gazeteler uygulamanın ‘diktatörce’ olduğunu yazdı. Muhalif öğrencilere dönük saldırı haberleri üniversitelerin açıldığı ilk hafta bu haberle

sınırlı kalmadı. İstanbul, Hacettepe ve Ankara Üniversiteleri ders yılını öğrencilere okuldan uzaklaştırma cezaları yağdırarak açtı. İstanbul Üniversitesi okulun ilk günü 8 öğrenciye bir haftadan bir yıla kadar değişen cezalar verdi. Hacettepe Üniversitesi’nde 100, Ankara Üniversitesi’nde ise 7 öğrenciye uzaklaştırma cezası verildi. DÜN BAŞLADI BUGÜN SÜRÜYOR Üniversiteler bir kez daha sıkı bir denetim kıskacına alınıyor. Peki YÖK’ün ve iktidarın bu çabası ne anlama

geliyor? Bu soruya verilecek cevaplar için son gelişmeler sadece vesile olabilir. Çünkü üniversiteleri denetim altına alma ve dönüştürme çabası ‘yeni’ değil. Türkiye’de üniversiteler 1980’den beri neoliberal-gerici bir dönüşümü adım adım yaşıyor. Darbenin ardından 1981’de kurulan, o tarihte cuntanın bugün ise AKP’nin akademi üzerindeki kontrolünü sağlayan YÖK, bu dönüşüm sürecinin temel aracı oldu. Eğitimin paralılaştırılmasının ilk ve en önemli adımlarından biri olan harçlar, 1984 yılında alınmaya başlandı. Aynı yıl ilk vakıf üniversitesi, (özel üniversite) Bilkent kuruldu. Bu üniversitenin YÖK’ün ilk başkanı İhsan Doğramacı tarafından kurulması YÖK’ün eğitimi piyasalaştırma niyetinin bir göstergesi olarak anılmalı. 1995’te harçlara %300-350 oranında zam yapıldı. Bu tarihten itibaren piyasalaştırmanın ilk adımı olan hizmet alanını çökertme planı da başarıyla işlemeye başladı. Üniversite bütçelerinde kamusal kaynakların oranı %80’lerden %57’ye geriledi. Öğrenci harçlarına her yıl ortalama %40 oranında zam yapıldı. Bu süre boyunca tüm üniversite içi hizmetler hızla paralılaştırıldı. Paralı yaz okulu ve ikinci öğretim yaygınlaştırıldı. Vakıf üniversitelerinin sayısı arttı. Bugün Türkiye’nin dünyada 10. büyük ekonomi olması için yapılan planda, üniversitenin neoliberal dönüşümün hızla tamamlanarak ‘emek piyasasına ve sermaye taleplerine’ duyarlı hale getirilmesi öngörülüyor.

Alo kızınız solcu oldu

Okulda polise türban konusuyla demokrat A KP, imajı sergileyedursun, artık alışamadık ondan bağımsız düşünemeyeceğimiz

B

askının olduğu her yerde direniş de oldu. Üniversitelerin polis işgali altında kaldığı her dönemde öğrenci mücadelesi ‘özgür üniversite’ için direnişi seçti. 1980’de askeri cuntanın postalıyla ezilmeye çalışılan üniversiteler bir süre sonra devasa karakolara dönüştürüldü. Polis işgaline karşı akılda kalan ilk direniş İstanbul Üniversitesi Beyazıt Kampüsü’nde 1990’ın başında yapılan ‘Kapılar Açılsın, Polis Dışarı’ kampampanyası oldu. Bu kampanya sırasında okulların her tarafına polisin o dönemki üniformalarına atfen ‘Yeşiller dışarı’ yazıları ve denetim mekanizmalarının akıldışılığını anlatan yazılar yazıldı. Kampanyanın en güçlü silahı üniversitelilerin mizah yeteneği oldu. Karikatürler ve eğlenceli sloganlar polisin meşruluğunu yitirten kampanyayı başarılı kıldı. Bu kampanya farklı isimlerle hem diğer üniversitelere hem de uzun bir zamana yayıldı. Onu ‘Alışamadık’ kampanyası izledi. Bu dönemde üniversiteden yükselen muhalefet ve polisle yaşanan birkaç kitlesel çatışma sonrası emniyet, kolluk güçlerini bir kaç yıllığına kampüslerden çekti. 1990’lı yıllarda Beyazıt’ta yapılan ‘Alışamadık’ kampanyası ‘ihtiyaç’ üzerine 2006 yılında yeniden yapıldı. Kampüs yine işgal altındaydı. Üniversiteliler akıldışı güvenlik ve ceza terörüne karşı direnişteydi.

YÖK, polisi üniversitede kurumsallaştırmanın yollarını arıyor. Mesele şu ki; polis bugüne dek Türkiye’deki öğrenci hareketinin karşısına hep üniversitelerde demokratik hak ve özgürlük talebini bastırmak üzere çıkarıldı. Bugün, polisin yokluğunda, üniversitelerde polis amirlerinden emir alarak hareket eden özel güvenlik birimi (ÖBG), devletin baskı mekanizmasını temsil ediyor. Hatta yokluğunu aratmayacak eylemlerde bulunuyor. Yalancı şahitlikler yaparak okul yönetiminin öğrencilere soruşturma açmasını talep ediyor. Özel güvenlikçilerin sayısı Ankara Üniversitesi’nde 225, İstanbul Üniversitesi’nde ise her yıl katlanarak artıyor. Giriş kapılarında, ilgili yönetmeliğe aykırı olarak öğrencilerin üstünü arıyor. Haklarını

arayan öğrenciye soruşturma açılması için tutanak tutuyor. Arama sırasında, mizah dergilerini, ismine, yazarına göre tehlikeli bulduğu kitabı üniversiteye almayabiliyor. Mizah dergisi karikatürlerinden oluşan sergilere polis-ÖGB el birliği ile müdahale ediliyor. Rektörlük ÖGB’yi ‘yetersiz’ gördüğü durumlarda sivil polisi ve çevik kuvveti üniversiteye çağırabiliyor. HALAY ÇEKENİN VAY HALİNE Dönemsel olarak üniversitelerde yüzlerce öğrencinin YÖK’ün disiplin yönetmeliği sayesinde nedensiz ve hukuksuz bir şekilde soruşturmalara maruz bırakıldığı, okuldan uzaklaştırıldığı, atıldığı bir ortamda polisi üniversite içinde meşrulaştırma ve üniversitenin bileşeni haline getirme çabası tesadüf değil. 1980’lerde ülkenin politik ve sosyal ortamının bir dönüşümü gösterdiği bir süreçte polis

ve jandarma üniversitelerde karakollar kurmuş, disiplin yönetmeliği ile öğrenciler akıl almaz kurallara tabi tutulmuştu. İş, ütülü kumaş pantolon kuralına kadar gelmişti. ‘90’larda, üniversite gençlik hareketinin yeniden yükseldiği dönemde, polis üniversiteleri işgal etmişti. O dönem soruşturma terörüne maruz kalmak için halay çekmek, jandarmaya yan bakmak, solculara selam vermek yeterliydi. Bugün polis üniversite öğrencilerinin ailelerini arıyor, “Henüz olaylara karışmadı ama solcu arkadaşları var” diyor. Afiş asmaktan, tiyatro gösterisi yapmaktan yönetimin izine tabi tuttuğu kültür-sanat etkinliklerini izinsiz yapmaktan soruşturmalar açılıyor. Her gün sayıları artan kamera sistemleri ile öğrenciler üzerinde bir denetim unsuru daha oluşturuluyor. 1990’lardaki kantin kapatmalar, bugün, fakülteler arası geçiş yasakları, turnike sistemleri, öğrenci kartının gösterilmesi uygulaması, giriş kapılarındaki ÖGB’ler ile karşımıza çıkıyor. İŞSİZLİKLE TERBİYE Öğretim üyelerine gelince… Bugünkü dönüşümü, darbe sonrasındaki 1402 sayılı sıkıyönetim kanunundaki değişiklikle ‘komünist avı’ değil, öğretim üyelerinin ‘ıslıkla türkü çalmaları’ gibi nedenlerle açılan soruşturmalar gösteriyor. En son, türbanlı öğrenciyi dersten çıkarması durumunda haklarında soruşturma açılacağı tehdidiyle karşı karşıya bırakıldılar. Üniversite personeli yalnızca soruşturmalarla baskı görmüyor. Devlet, üniversitede öğretim üyelerini ve onların çalışmalarını denetim altında tutabilmek için onları sözleşmeli ya da geçici yöntemlerle çalıştırarak her an işlerini kaybetme korkusuyla ‘terbiye’ ediyor.

Ünive rsit ed e nele r olu yo r? YÖK türban yasağını fiilen sona erdirecek bir yazı yayımladı. Ün iversiteler öğrencilere verilen uzaklaş tırma cezalarıyla açıldı. Cumhurb aşkanı Gül üniversitelere titreyip kend ine gelmesi için çağrı yaptı. O, bu çağrı yı yaparken üniversitede onu protesto eden öğrenciler yaka paça gözaltına alındı. Üniversiteler her dönem iktidar çatışmalarının yaşandığı tarihsel mekanla r olarak bir kez daha sahneye çıktı.

Herkesin hayalinde bir üniversite var “Eski bir profesör ve dekan olarak söyleyebilirim ki Türkiye'nin eğitim sistemi katı bir eğitim sistemi. Günümüzün değişen şartlarını düşünürsek, bu şartlara süratle adapte olabilen ve esnek, yeniliğe açık bir eğitim sistemi olması çok önemli. Sayın Başbakan da bu konuda çok şey yapılması gerektiğini söyledi zaten...” Paul Wolfowitz (Dünya Bankası Başkanı, 2007) Dünyadaki neoliberal dönüşümün mimarlarından DB’nin o dönemki başkanı boşa konuşmamıştı. Tüm kamusal hizmetleri piyasaya açmayı hedefleyen neoliberalizmin hedefindeki alanlardan (pazarlardan) birisi de eğitim. Fakat eğitimin özellikle de üniversite öğrenimini kapsayan bölümü olan yükseköğretim açısından neoliberal dönüşüm sadece üniversitelerin özel sektöre devredilmesi anlamına gelmiyor. Çünkü üniversitelerin ‘bilgiyi üretme’ işlevi ona neoliberalizm açısından daha özgün bir ‘misyon’ yüklüyor. Bu ’misyon’ hem hükümetler hem de patronlar tarafından üniversite-sanayi işbirliği olarak ifade ediliyor. Yani üniversite sadece bir pazar değil bir müttefik. DÜŞMAN KARDEŞLER AYNI DÜŞÜNÜYOR Bugün gelinen noktada farklı sermaye grupları tarafından paylaşılan ortak bir üniversite tasarımı var. MÜSİAD’ın Şubat 2010 tarihli ve ‘üniversite-sanayi işbirliği’ dosyasını ele aldığı Çerçeve dergisinde, TÜSİAD’ın 2008 yılında yayımladığı ‘Türkiye’de Yükseköğretim, Eğilimler, Sorunlar, Fırsatlar Raporu’nda ve YÖK’ün Yükseköğrenim Stratejisi Raporu’nda, (2006) yükseköğrenimin sermayenin ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak bir yapıya sahip olduğu belirtiliyor. Verilen eğitimin niteliği, uygulanan öğretim programı (müfredat), öğretim elemanlarının konumu ve çalışma koşulları, üniversitelerin yönetsel yapıları değiştirilmesi gereken sorun alanları olarak tarif ediliyor. YÖK’ün art arda hamleleri, üzerinde ortaklaşılan ve ilk adımları yıllar önce atılan dönüşüm planının hayata geçirilmesini hızlandırmak olarak yorumlanabilir. Üniversitelerde harçlar, teknokentler, kurulan Ar-Ge’ler, öğretim elemanlarının sözleşmeli çalıştırılması gibi uygulamalarla

hayata geçirilen bu planın temel hatları şöyle: Amfilerden çıkıp şirket kapısında kuyruk olsunlar Üniversitelerdeki öğretim görevlilerinin çalışma koşulları tamamen değişmeli. Bilim insanlarının üniversite dışında da çalışmasına izin verilmeli. Farklı şirketlerle proje bazlı çalışıp ya doğrudan görev alarak ya da danışmanlık hizmeti vererek bilgilerini sektöre aktarmaları sağlanmalı. Ücretlerini de çalıştıkları projelere göre alsınlar. Devlet üniversiteye vereceği desteği KOBİ aracılığıyla versin Üretimde en önemli unsurlardan biri olan teknolojinin gelişmesi ve yenilenmesi için devlet desteği olmalı. Fakat KOBİ’lerin olanakları sınırlı. Onlarla üniversiteleri buluşturacak projeler yapılmalı, buna uygun kaynaklar sunulmalıdır. Bu kaynağı da elbette devlet sunmalıdır. Rektörü patron atasın Üniversiteler madem sanayicilere, KOBİ’lere hizmet verecek yönetimini de onlar belirlemeli. Üniversiteleri iş insanlarından, kentlerin önemli bürokratlarından ve sermaye örgütlerinin temsilcilerinden oluşacak bir mütevelli heyeti yönetmeli. rektörlük ve üniversite yönetimlerini bu heyet belirlemeli. Her malın ederi farklı Tek tip üniversite anlayışı sona ermeli. Her üniversitenin olanakları ve nitelikleri farklı olduğu için her biri kendi kapasitesine uygun bir biçimde yapılandırılıp işlevlendirilmeli. Kimi büyük üniversiteler merkezi üniversitelere dönüştürülsün. Buralarda araştırma geliştirme faaliyetleri yürütülsün. Kimi üniversiteler teknik eğitime ağırlık versin, meslek liselerinin akademik işlevini yerine getirilsin. Her üniversite her alanda hizmet vermesin. İhtisas üniversiteleri oluşturulsun. Devlet eğitimde illa olacaksa harçları ödesin Devlet tüm kamusal hizmetlerden çekiliyor, eğitim alanından da çekilmeli. Üniversiteyi doğrudan finanse edeceğine öğrenci harçlarını ödemek gibi dolaylı finansmana yönelerek varlığını sürdürmeli. İçi de dışı da paralı olsun Üniversite eğitimi tamamen paralı hale getirilsin. Üniversite içinde verilen yemek, barınma, sağlık gibi hizmetler özelleştirilsin.


13

TARİH 15 Ekim 2010 / 28 Ekim 2010

Halk›n Sesi

‘Senin üniversitede ne işin var?’ Polis öğrenciyi vermeyince

Üniversitelerde sivil polis için yer tahsisinin öne çıktığı, pek çok denetim yöntemini içeren YÖK’ün yeni kararları, yeni bir anlayışın ürünü değil olsa olsa devamı

Y

ÖK'ün kurucusu ve ilk başkanı İhsan Doğramacı'ya Cumhuriyet gazetesinde mektup yazarak istifa etmesini isteyen ancak sonunda kendisi istifa eden Gündüz Vassaf, ODTÜ’ye arkadaşlarını ziyarete gittiğinde girişteki silahlı jandarma "Ne işin var?" diyerek yolunu kesince "Senin üniversitede ne işin var?" diye sorar. Kimlik kontrolünden sonra içeri girebilir. Hayatın her alanında denetimini her geçen gün arttırmak isteyen iktidarın, üniversite kapılarını üniversite dışı unsurlara açmak istemesi yeni değil. 12 Eylül darbesinin ardından üniversiteleri kontrol altında tutmak için kurulan YÖK'le birlikte, ülkemiz üniversitelerinde 1402 Sayılı Yasa ile üniversitenin asli unsurlarından öğretim görevlileri kapı dışarı edildi. Yeni gelecekler için de güvenlik soruşturmaları yapıldı. Öğrenciler baskı altına alınırken kapılara kurulan polis karakolları, emekli subayların yürüttüğü idare amirlikleri ile üniversiteler kolluk kuvvetlerine açıldı. Polisin-jandarmanın üniversitelerden çıkarılması talebi ve mücadelesi de öğrenci muhalefetinin temel unsurlarından biri haline geldi. Özellikle 1989 yılı, bu mücadelede önemli bir adım yarattı. 1989 Haziran’ında Yıldız Teknik Üniversitesi’nde konuşlanan polisin öğrencilere ateş açması ile zaten var olan tepkiler, öğrenci derneği Yıldız-Der’in düzenlediği bir yürüyüşle açığa çıkar. Yaklaşık 4000 kişinin katıldığı yürüyüşte polis, Barbaros Bulvarı’nda yolu keser. Direnen öğrencilerle polis arasında çıkan çatışma Beşiktaş’ın arka

1

279 yılında, Paris'te polis, dört üniversite öğrencisini “içki içmek”, “kız öğrencilerle gezmek” gibi “ahlâka aykırı hareket”ten tutuklar. Paris Üniversitesi, buna hemen tepki verir ve öğrencilerinin serbest bırakılmalarını ister ancak polis geri adım atmaz. Mesele krala yansır ancak o da polisten farklı bir tavır göstermeyince üniversite hoca ve öğrencilerinin büyük bölümü kentten ayrılmaya karar verir. İçlerinden bazıları Toulouse Üniversitesi'ni kurar. Öğrencilerini polisten alamayınca Paris’ten ayrılan hoca ve öğrencilerin bazıları ise Cambridge Üniversitesi’ni kurar. Rakibi Oxford Üniversitesi de Paris Üniversitesi'ndeki başka bir grevin sonucu oradan gelen hoca ve öğrenciler tarafından 1167'de kurulmuş bir üniversitedir.

sokaklarında birkaç saat boyunca sürer. Polisin üniversitelerde varlığının daha yüksek sesle sorgulanmaya başladığı bu dönemde öğrenciler İstanbul Üniversitesi’nde bir de kampanya yürütür. Öğrenciler, o günlerde televizyonda yayınlanan Visitors-Ziyaretçiler dizisinden ilham alarak kampanyalarına yön verirler. Dizide ziyaretçiler, dünyayı istila eden insan görünümlü yeşil sürüngenlerdir, o dönem yeşil giyinen polislere uyarlanması çok zor olmaz. "Dikkat yeşil yaratıklar aramızda görmediniz mi?", "Üniversiteler işgal altında herkes sığınaklara" afişleri, sürüngen maketleriyle yürütülen kampanya oldukça ilgi çeker ve geniş bir katılım sağlar. Yan tarafta kapak resmi görünen kitap da, o dönem yürütülen kampanyalara, yapılan çalışmalara ait bir derleme. Neco da, dönemin çevik kuvvet şefi Necmettin Yıldırm. Forum, imza dilekçeleri, yürüyüşlerle devam eden protestolar, İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nün "deneme amacıyla” üniversiteden çekildiğini açıklamasıyla tamamlanır. Sonraki günlerde düzenlenen forumda yapılan tespitler ise bugünü anlamlandırmak açısından oldukça önemli: “Öğle saatlerinde İstanbul üniversitelerinden gelen yaklaşık 2000 öğrencinin katıldığı bir forum gerçekleştirildi. Forum boyunca yapılan konuşmalarda öğrenci gençliğin uzun zamandır yürüttüğü kampanyalar ve çalışmalarıyla polisin üniversitelerden kısmen çekilmesi sonucunda polisin daha güçlü bir şekilde üniversiteye gelmesinin hesaplarının yapıldığı zeminin yaratılmaya çalışıldığı belirtildi.”

ÖZERK LONCA UNİVERSITAS Paris Üniversitesi’nin ilk üniversitelerden biri olmasının yanında bir başka özelliği ise yapısal olarak üniversitelerin özerkleşme girişimlerini bünyesinde barındırmasıdır. Üniversitede, öğrenci ve öğretim üyelerinin birlikte örgütlendikleri bir yapı söz konusuydu. Zaten üniversite terimi de, o tarihlerdeki kullanış biçimiyle "universitas", lonca anlamına geliyordu. Bu terim, herhangi bir meslek kolunda kurulan ve o meslek sahibi insanların meydana getirdiği örgütün kendi yönetimini kendisinin şekillendirdiği, kendi kuralları ve işleyiş tarzını kendisinin belirlediği loncalar için kullanılmaktaydı. Universitas, hukuki olarak da tüzel kişilik sahibi loncaydı.

Devlet 44 yılda yaptı, gençlik 8 haftada... 1

ODTÜ’lü ö¤renciler 1966 y›l›ndaki Varto depreminden sonra bölgeye giderek ev ve okul yapm›fllard›. Soldaki foto¤rafta o ö¤rencilerden biri, Sinan Cemgil, inflaatta çal›fl›rken görülüyor

9 Ağustos 1966 günü Erzurum’un Hınıs, Tekman, Çat; Bingöl’ün Karlıova; Muş’un Varto ilçesinde bir deprem meydana geldi. Bu, Cumhuriyet tarihi boyunca Varto’da yaşanan üçüncü büyük depremdi. 1946 ve 1950’de meydana gelen depremlerin yaraları sarılmadan yaşanan bu depremde resmi rakamlara göre 2394 kişi yaşamını yitirirken, 1489 kişi de yaralandı, 10 bine yakın ev yıkıldı. Depremin en büyük etkisi Muş’un Varto İlçesi’nde görüldü. Varto ilçe merkezi ve 92 köy tümüyle yok olurken, 16 bin kişi evsiz kalmıştı. Ancak yetkililer, ilk elden ihtiyaçların ulaştırılmasında yetersiz kaldı. Depremin üstünden 10 gün geçtiği halde hâlâ ekmek alamamış, sıcak yemek yiyememiş binlerce insan vardı. Depremden bir ay sonra bile ulaşan yiyecek-giyecekler sınırlıydı, köylülerin eline çadır bile geçmemişti. Bölgeye gönderilen yardımlar zamanında yerine ulaşmadı, ulaştırılanlar ise ihtiyaç sahiplerine verilmedi, el altından satıldı. Yıllarca barakalarda, çadırlarda hatta açık havada yaşayan depremzedeler için eski yerleşim yerinde konut inşasına yıllar

sonra başlandı ancak ihalelerdeki yolsuzluk hikâyelerinin sonu gelmedi. Devletin depremde evleri hasar görenler için yaptırdığı bu evler ancak geçtiğimiz günlerde yani depremden tam 44 yıl sonra teslim edilebildi! Düzenlenen törende “konutların belli bedel mukabilinde teslim edileceği, borçlanma bedelinin 2 yıl sonra başlamak üzere 18 yıl boyunca taksitler halinde olacağı” depremzedelere hatırlatıldı. Devletin 44 yıla yayılan bu becerisine karşın, depremin hemen sonrasında ODTÜ’lü öğretim görevlileri ve öğrencilerinden oluşan bir grup, Muş’un Bulanık İlçesi’ne bağlı Korkut Köyü’ne 10 ev yapmıştı bile. Sekiz hafta içinde köyde bir de okul yaptılar ve okul, 28 Ağustos 1967’de rektör tarafından hizmete açıldı. İstanbul Boğazı’na yapılan köprüye karşı, 1969 yılında "İstanbul Boğazı’na değil, Zap'a köprü" sloganıyla Hakkari’de köprü yapan, güvenlik gerekçesiyle bombalanan köprüyü onararak yeniden açılışını yapan gençlik, ülkesine sahip çıkmaktan vazgeçmeyecek görünüyor.

Sporcu-milliyet-aidiyet Gretel Bergmann

933’te Almanya’da iktidara gelen Hitler’in, hayat› tüm yönleriyle kontrol alt›na alma iddias› elbette spor için de geçerliydi. Bu dönemin Alman spor imaj› da, Aryan ›rk› üstünlü¤ü ve fiziksel yetene¤i iddias›n›n üzerine infla edilmeye çal›fl›l›yordu. Nisan 1933'te, tüm Alman spor kurumlar›nda “sadece Aryanlar” politikas› kurumsallaflt›r›ld›, Yahudiler, Çingeneler Alman spor tesislerinden ve derneklerinden ç›kar›ld›. Alman Boks Birli¤i, 1933'te Erich Seelig'i kovdu, tenis oyuncusu Daniel Prenn Almanya Davis Kupas› tak›m›ndan ç›kar›ld›. Ancak, 1936 Yaz Olimpiyatlar›’na Almanya’n›n ev sahipli¤i yapacak olmas› iflleri de¤ifltirdi. Naziler, olimpiyat oyunlar› için özenli haz›rl›klar yapt›. Büyük spor kompleksi infla edildi, posterler ve dergi da¤›t›mlar›yla olimpiyatlar tan›t›ld›. Almanya,

1

olimpiyatlara ev sahipli¤i yaparken, ›rkç› politikalar›n› gizlemeye çal›flt›, birçok Yahudi karfl›t› iflaret geçici olarak kald›r›ld› ve gazeteler sert söylemlerini yumuflatt›. Spor imaj› da Nazi Almanyas› ile eski Yunan aras›nda bir ba¤ kurarak, “üstün Alman medeniyeti, Klasik ‹lkça¤ kültürünün gerçek mirasç›s›d›r” fleklinde sembolize ediliyordu. Planlanan propaganda çabalar›, film yap›mc›s› Leni Reifenstal taraf›ndan yönetilen belgesel Olimpiad’›n 1938 y›l›nda uluslararas› piyasaya ç›kmas›yla birlikte olimpiyatlardan sonra da devam etti. Önemli bir propagandaya sahne olan olimpiyatlar öncesinde dünyaya liberal bir görüntü çizmek isteyen Almanya, yüksek atlamac› Gretel Bergmann’› ülkeye geri ça¤›rd›. 1914’te Laupheim’da Yahudi bir ailenin k›z› olarak dünyaya gelen

Bergmann, Almanya’n›n sertleflen politik ikliminde ailesi taraf›ndan ‹ngiltere’ye gönderilmifl, yirmi yafl›ndayken bu ülkede yüksek atlamada Britanya flampiyonu olmufltu. Ailesini Almanya’da b›rakm›fl olan Bergmann, bu ça¤r› üzerine ülkesine geri döndü, çal›flmalara bafllad› ve oyunlar›n bafllamas›na bir ay kala ülke rekorunu egale etti. Ancak olimpiyatlara kat›lmay› bekleyen Bergmann, ald›¤› bir mektupla oyunlardan ç›kar›ld›. Gerekçe, performans›n›n yetersiz bulunmas›yd›. Almanya’dan ayr›lan Bergmann, 1937’de ABD’ye yerleflti ve orada da yüksek atlama flampiyonu oldu; 1939’da da kariyerini noktalad›. Bugün 96 yafl›nda olan Bergmann, do¤du¤u Laupheim’a sadece 1999’da, ad›n› tafl›yacak stadyumun aç›l›fl› için geri döndü. Aç›l›flta Almanca bile konuflmad›.


14

SPOR 15 Ekim 2010 / 28 Ekim 2010

Halk›n Sesi

İşçi takımı Zonguldakspor ERHAN ALTIPARMAK

K

ömürspor olarak 1942 yılında kurulan Zonguldakspor, şu anki ismini 1966 yılında aldı. Zonguldakspor, 66 yıldır mücadele ettiği ve başarılara imza attığı profesyonel liglere 2007 yılında veda etti. Madencilikle özdeşleşen Zonguldakspor’un profesyonel liglere veda etmesinin en büyük nedeni ise kulübün işçiden alınıp patrona verilmesi. Kömür işletmelerinin bütün tam zamanlı çalışanlarının (yaklaşık 30 bin işçi) zorunlu üye yapıldığı kulüp, ilk zamanlar 'işçi millî takımı’ gibi görülüyordu. İşçi milli takımı sözü ilk defa emekli sendikacı Namık Aşçı tarafından söylenmişti. Kömürspor, 1966'da Zonguldakspor'a dönüştürülmüş, kömür işletmelerinde imzalanan toplu iş sözleşmesine konan özel bir hükümle yasal spor kesintisinin Zonguldakspor'a aktarılması sağlanmıştı. Bu kaynağın yanı sıra, futbolcuların ve teknik yönetimin maaşlarının, ayrıca tesis, işletme, ulaşım vs. giderlerin işletme tarafından karşılanması, 1960'ların ve ‘70'lerin koşullarında kulübe onu ayrıcalıklı kılan bir güç sağlamıştı. Trabzonspor ile birlikte Türkiye ligine çıktıktan sonra Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş gibi rakiplerini birçok sezon geride bırakıp şampiyonluk kovalayan Zonguldakspor, tarihinde ilk defa 2007 yılında amatör kümeye düştü. 14 yıl boyunca 1. Lig'de mücadele eden ve 45 bin üyesiyle dünyada en çok üyeye sahip olan, bir zamanlar Türkiye'nin en büyük kulüpleri arasında yer alan Zonguldakspor o dönemlerde işçi ve madenci kimliğinin bayrağıydı. Armasındaki çekiç-tokmak, madencilerin ve onların sendikalarının enternasyonal simgesiydi. Peki işçiler Zonguldakspor'la gerçekten ne kadar özdeşleşiyor-

A

Tak›m›n bafl›nda, madenci k›yafeti ve baretiyle bir taraftar (Ayvaz) ç›k›yor sahaya... Tribünde, kocaman pankart: "Vard›r senin renginde flehit madenci kan›/ Baflar›l› ol ki sürsün y›llarca madencinin flerefi flân›"...

rtık, 'sosyal devlet' devrinin bir hatırası olarak, futbolseverin vefasına emanettir Zonguldakspor

du? Kendi de futbolculuk kariyerinden gelen, 2002-2007 dönemi Zonguldak CHP milletvekili Harun Akın, 1. Lig'e çıkıldığında, babasının ve arkadaşlarının, ücretlerden kulüp için yapılan kesintilerin artırılmasını istediğini hatırlıyor. Atatürkçü Düşünce Derneği Şube Başkanı Şükran Karahasan ise o zamanlar babasının, "Zonguldakspor beddualıdır, hem işçilerden para kesiyor hem bir bilet parası vermiyor" dediğini aktarıyor! Evet, birçok işçi Zonguldakspor'u coşkuyla sahipleniyordu ama birçokları da "Hem bizim takım, hem zengin, niye para verelim" diyordu. Yıllarca kulübün malî sekreterliğini de yürüten Namık Aşçı, Zonguldakspor'un daha çok 'işletmenin' ya da 'şirketin' takımı olarak

görülmüş olduğu fikrinde. 12 EYLÜL, KULÜBÜ PATRONLARA VERDİ Halit Narin'in, "Şimdiye kadar işçiler güldü, şimdi biz güleceğiz" sözleriyle karşıladığı 12 Eylül 1980 darbesi, Zonguldakspor'un çöküşünü de başlattı. Rejimin toplusözleşmeleri dondurması, aidatların artırılamaması ve işletmenin maddi desteğinin tıkanmasıyla işadamı başkanların dönemi açıldı. Ardından, yolsuzluklar baş gösterdi. 1987/88 yılında 1. Ligden düştükten sonra, 3. Lig'e kadar yuvarlandı Zonguldakspor. Tabii sonra da bölgesel lige… SENDİKANIN DESTEĞİ BİTTİ 1992'de, büyük madenci direnişini yöneten Genel Maden-İş

Sendikası Başkanı Şemsi Denizer'in kulüp yönetimini üstlenmesiyle Zonguldakspor’da bir canlanma yaşandı. Tekrar 2. Lig'e döndüler, hatta 1. Lig'e dönüş şansını, bir maçta sarı kart cezalısı oyuncu oynattıkları için kaybettiler. Ancak madenlerin özelleştirilmesi süreci, Zonguldak ekonomisine büyük darbe vurdu ve sendikanın da nefesi kesildi. 1990'ların sonunda 'işi bırakan' sendika, birkaç yıl sonra Çetin Altun'un yönetim döneminde yeniden devreye girse de, geçici bir toparlanmanın ardından yine düşüşün önüne geçemedi. Madenlerin tasfiyesi sonrası azalan işçi nüfusu Zonguldakspor’un işçinin takımı ya da işletmenin takımı sıfatını yitirmesine neden oldu. 'İşletmenin takımı' sıfatı artık çöküntü bölgesine dönüşen havza-

da biriken hayal kırıklığını, toplumsal depresyonu ve tepkiyi temsil eden bir platforma dönüşebilirdi belki. Sözgelimi, tersaneciliğin bitişiyle çöken Livorno'da olduğu gibi. 1990'ların ortalarından itibaren, böyle bir tepkinin 'münferit' belirtileri görülmedi değil. Bu tepkiler taraftarların çıkardığı olaylarda kendini gösterdi ve taraftar derneği ceza alıp üç yıl kapalı kaldı; Zonguldakspor’un defalarca sahası kapatıldı. BÜYÜK YÜRÜYÜŞE... Kentiyle, madencisiyle, halkıyla özdeşleşen Zonguldakspor, yöneticileri ve futbolcularıyla tam kadro büyük madenci yürüyüşüne katıldı. Futbolun siyasallaşması yönünde tepkiler doğarken, Zonguldak halkı Zonguldakspor'u bağrına bastı.

Direniş tribünlerde sürüyor T

ekel eylemi, 1 Mayıs eylemleri gibi toplumsal olaylara duyarlılıklarıyla tanınan taraftar grupları, 2 Ekim günü UPS işçilerini ziyaret etti ve direniş çadırı önünde açıklamalar yaparak işçilerin yanında olduklarını söylediler. Açıklamaların ardından taraftar gruplarının oluşturduğu bir takım ile UPS işçilerinin oluşturduğu takım futbol maçı yaptı. 2-2 berabere biten maç sonrasında UPS işçileri taraftar gruplarını uğurladı. UPS direnişinde bir araya gelen taraftarlar, tribünlerdeki muhalefetin yaşadığı sıkıntıları ve taleplerini Halkın Sesi’ne anlattı. İlk olarak, “Burjuva medyaya herhangi bir demeç vermeyeceğiz” diyen Beşiktaş taraftar grubu Halkın Takımı ile görüştük. Diğer taraftarlarla bir arada oldukları için duydukları mutluluğu da dile getiren

Yukarıdan öyle gözüküyor AKP’li Nevşehir İl Genel Meclisi üyeleri, dünyanın 12 farklı ülkesinde yaptığı ve uzaydan görülebilen heykeller nedeniyle ‘Kainata Taşlarla Fısıldayan Adam’ olarak da tanınan Avustralyalı heykeltıraş Andrew Rogers’ın Kapadokya’da oluşturduğu ‘Zaman ve Mekan’ adlı heykel parkını soruşturuyor: “İşin parasındayız, yoksa heykellere falan karşı çıktığımız yok. Bu kadar parayla neden heykel yapmış sizce de garip değil mi? İşin ilginci neden o kadar yer dururken gelip bizim beldeye yapıyor?”

‘Olay çıkaranlar olaysız dağıldı’ “Neden mizah?” sorusuna Vakit’ten cevap gibi bir haber. Habervaktim internet sitesi “CHP yanlısı' BDP'liler olay çıkardı!” başlıklı bir haber yayınladı. Spotunda “Derin yargıçların 'CHP yanlısı' ve 'din karşıtı' olarak tanımladıkları BDP'li vekillerin aralarında bulunduğu grup olay çıkardı...” yazan haber mizah harikası niteliğinde. Aynı haberin sonunda olay çıkaran kişilerin, “olaysız dağıldığının” yazılması ise mizahın tuzu biberi oldu.

Yılmaz Bozkurt, bu tür bir birlikteliğin tribünlerde de yaşanması için her taraftar grubunun endüstriyel futbola karşı mücadele etmesi gerektiğini belirtti. Bozkurt, cemaat örgütlenmesinin tribünlere sızma çabasına işaret etti. Cemaat örgütlenmesinin taraftarlara ucuz bilet sağlayarak istediklerini yaptırdıklarını belirtti ve buna karşı sergiledikleri mücadeleyi şu sözlerle özetledi: “Bize sunulan biletlere itibar etmiyor, kendi biletimizi kendimiz alıyoruz. Maç sonrasında Beşiktaş Çarşısında bir arada duruyoruz. 85’inci dakikada “Gündoğdu Marşı”nı hep beraber söylüyoruz. Maç boyunca kendi duruşumuzu sergileyip Beşiktaş’a sahip çıkıyoruz.” FenerbahChe adına konuşan Fatih Altay, taraftarların parasız maç izleme hakkından söz etti. “Futbolun egemen-

Obsesif protesto Taraf yazarı Orhan Miroğlu: “Sabiha Gökçen’in Dersim’i bombalaması sebebiyle Sabiha Gökçen ismindeki havaalanına gitmeyeceğim, gidenle de görüşmeyeceğim. Kalkan ve inen uçaklara da binmeyeceğim.” (Obsesif: ileri derecede takıntılı)

Laçiner’in makrokozmozu Her say›s› merakla beklenen ve ç›kt›¤› zaman milyonlar›n kafas›n› meflgul eden Birikim’in, Genel Yay›n Yönetmeni Ömer Laçiner, yeni bir bafllang›ca ad›m att›. Sosyalist solu ‘sosyalist s›fatl› mikrokozmozumuz’ olarak niteleyen Laçiner, sosyalist solla iliflkiyi kestiklerini ve bir görev olarak bunun önümüzdeki Birikim say›s›ndan itibaren bafllayaca¤›n› duyurdu. Yaflad›¤› makrokozmosda sa¤› sol, solu sa¤ olarak tan›mlayan Laçiner’e yeni kozmozunda selamet, esenlik ve afiyet dilemekten baflka diyecek bir laf›m›z yok.

leri var ve bu egemenler işçileri emekçileri tribünde görmek istemiyor, taraftarları müşteri olarak görüyor” diyen Altay, yükselen bilet fiyatları sebebiyle emekçilerin tribüne giremeyecek hale geldiğine işaret etti. “Sadece statta değil, emekçiler televizyonda da parasız maç izleyemiyor” diyen Altay, tuttuğu takımın maçlarını parasız izlemenin tüm taraftarların hakkı olduğunu söyledi. Galatasaray taraftar grubu Tekyumruk, amaçlarının futbolun sadece bir oyun olmadığını göstermek olduğunu söyledi. Eyleme Trabzonspor formasıyla katılan Mavi Gök müzik grubunundan Faik Pala ise UPS işçilerinin çağrısını duyar duymaz Ankara’dan geldiğini belirtirken direnişe destek vermek için gelen Sakaryaspor taraftarları da birey olarak UPS işçilerinin yaşadığı haksızlığa duyarsız kalmadıklarını gösterdiler.

Ampullü yumruk DSİP lideri Doğan Tarkan Zaman’a konuştu. Tarkan’ın silah kullanıp kullanmadığından partilerinin amblemine kadar sorulan sorularıyla polislerin maniplasyon için yaptıkları sorgulamaları aratmayan röportaj, DSİP’in ilerleyen günlerdeki yol haritasına dair önemli ipuçları veriyor. Neyseki Tarkan, düşmana koz vermiyor, sorguda çözülmüyor. Hiç silah kullandınız mı sorusuna “Kullansaydım size söylerdim” cevabıyla zor lokma olduğunu hissettiren Tarkan, tercümesi “O nasıl amblem la öyle, 2010’un liberalizmine yakışıyor mu o yumruk abicim” olan soruya ise yumruğu biraz yumuşatmayı düşündüklerini söylüyor. Tarkanın ifadeleri ve davranışlarına bakarak eşgalini çizebildiğimiz DSİP’in yeni amblemi yandaki gibi olsa gerek.

Daha fazla Livorno L

ivorno taraftarları yine direnişin safında yer aldı. Livorno ve Empoli arasındaki maçta iki takımın taraftarları da Afganistan’da öldürülen İtalyan askerler için saygı duruşunda bulunmadı. Afganistan’ da öldürülen İtalyan askerleri için 8 Ekim günü İtalya’daki tüm spor müsabakalarında 1 dakikalık saygı duruşunda bulunulması kararı alınmıştı. İtalya Futbol Federasyonu taraftarların tavrını cezalandırarak Livorno’ya 15 bin, Empoli’ ye ise 5 bin Avro para cezası kesti. Livorno taraftarları, benzer bir eylemi daha önce de gerçekleştirmişti. Kasım 2003'te Irak'ın Nasıriye kentinde konuşlandırılan İtalyan askerlerine düzenlenen saldırıda 17'si asker 19 İtalyan ölmüştü. Bu olay, 2. Dünya savaşından beri İtalya'nın yaşadığı en büyük askeri kayıp olarak tarihe geçmişti. Olaydan bir hafta sonraki Livorno maçında tribünlerden "on, yüz, bin Nasıriye" tezahüratları yükselmişti.

Aurelio Türk olur, ya Mesut? A

vrupa Şampiyonası elemeleri A Grubu’nda 8 Ekim Cuma günü yapılan Almanya-Türkiye maçını Almanya 3-0 kazandı. Maçtan önce ve sonra maçtan çok konuşulan konu ise Türk asıllı Alman futbolcu Mesut Özil’di. Türkiye’nin milli takım davetini “Almanya’da doğdum ve büyüdüm, ben buranın bir parçasıyım” diyerek reddeden Mesut, top ayağına her geldiğinde Berlin’deki Türk taraftarlar tarafından ıslıklanarak protesto edildi. Maçtan önce sorulan ‘Mesut bize gol atarsa ne olur?’ sorusu da yanıtlandı. Mesut golden sonra sevinmeyerek bir gerginliği önledi ve sadece arkadaşlarının tebriklerini kabul etti. İşin ilginci Mesut, Almanya’da veya Türkiye’de, Real Madrid’te oynayan ilk Türk olması sebebiyle bir gurur kaynağı haline getiriliyor ve Real Madrid ‘Mesut’lu Real’ olarak anılıyordu. Türkiye’deki Almanya maçı da benzer görüntülere gebe görünüyor. Ne diyelim; Aurelio Türk olur, Mesut Alman olamaz!

Azerbaycan’ın amatör ruhu T

ürkiye, Avrupa Şampiyonası Grup eleme maçlarında Azerbaycan’a 1-0 kaybetti. Bu skor Azerbaycan futbol tarihinde kuşkusuz önemli bir olay oldu. Azerbaycan mağlubiyeti sonrasında hep beraber Türkiye Milli takımındaki futbolcuların değerinin 138 milyon Avro olduğunu da öğrenmiş olduk. Azerbaycan’ın Türkiye’yi mağlup etmesi, maç boyunca gösterdikleri amatör heyecanın hocaları Berti Vogts’un tecrübesiyle buluşmasıyla mümkün oldu. Azerbaycan’ın amatör heyecanının kanıtı ise golün sahibi Sadigov’du. Kayserispor’da bir süre oynadıktan sonra yurduna dönen Sadigov, lisansı çıkmadığı için bir süre basketbol oynamış, ardından da Eskişehirspor’a bedava gelmiş. Skorda Türkiyeli futbolcuların da önemli katkıları oldu. 90 dakika boyunca, kapabileceği toplara hamle yapmaya bile tenezzül etmeyen milli takım adeta yürüdü.

Özgürlükçü sol tarifi Radikal gazetesi devrim gibi bir değişim yaşıyor. Şeytanın aklına gelmeyecek türlü reklam numaralarıyla 17 Ekim gibi tarihi bir günde yeni Radikal huzurlarımıza çıkacak. Gazetenin sahibi, liberal sol kodda tanımladığı Radikal’i özgürlükçü sol koda taşıyacağ iddiasında. Gazetenin AKP’ye yakınlığıyla bilinen yeni genel yayın yönetmeni Eyüp Can, göreve geldiğinde 30’a yakın gazetecinin de işine son verdi. Can’ın solculuğu merak konusuydu. Merakımız Can’ın Ruşen Çakır’ın “Sen solcu değilsin ki nasıl olacak bu özgürlükçü solculuk?” sorusuna verdiği “Ben gazeteciyim” şeklindeki cevabıyla giderildi. Can’ın cevabı “Sağcı mısın solcu mu?” sorusuna verilen “Futbolcuyum” cevabını hatırlatmıyor değil. Önce AKP yanlısı olunur. Ardından kavramların içi tamamen boşaltılıncaya kadar karıştırılır. Daha önce karıştırdığımız kavramlardan bir tutam özgürlükçülük (ki mutlaka piyasacılıkla iyice karışıp kısık ateşte ölmesi lazım yoksa bazı bünyelerde beklenmedik sonuçlara yol açabilir) daha önceden bakkaldan aldığımız solla karıştırılır. 17 Ekim’e kadar pişirip çeşitli reklamlarla tatlandırıp servis edebilir.


KÜLTÜR SANAT

15

15 Ekim 2010 / 28 Ekim 2010

Halk›n Sesi

Rüfldi'den çocuk kitab› Ünlü yazar Salman Rüşdi, oğluna doğum günü hediyesi olarak, ergenlik çağındaki çocuklar için kitap yazdı. Yazar, Luka ve Hayatın Ateşi adlı yeni kitabında bilgisayar oyunlarındaki unsurlardan esinlendiğini söyledi.

TÜYAP Kitap Fuar› bafll›yor

Kay›p Vivaldi bulundu

TÜYAP 29. İstanbul Kitap Fuarı 30 Ekim'de başlıyor. 550 yayınevi ve kitle örgütünün katılımıyla, yaklaşık 300 etkinlik ve yüzlerce imza gününün gerçekleştirileceği fuarın konukları arasında ''Zagor'' adlı çizgi roman klasiğinin çizeri Gallieno Ferri olacak.

Antonio Vivaldi’nin kayıp olduğuna inanılan 4 ulusal konçertosundan biri üniversiteli bir araştırmacı tarafından Edinburgh’daki İskoç ulusal arşivlerinde saklanan eski kağıtlar arasında bulundu. Vivaldi’nin diğer üç konçertosu hala kayıp.

11 bin y›ll›k heykel çal›nd› Dünyanın en eski tapınağının bulunduğu Urfa Göbeklitepe’de yeni ortaya çıkarılan 11 bin yıllık bir heykelin başı daha kazı alanındayken çalındı. Göbeklitepe tapınağındaki heykellerin en önemli yanı yapıldıkları dönemde maden bilinmediği için çakıltaşları ile yontularak yapılmaları.

‘Düşman’ın ikiyüzlülüğü MEHMET ZUBARO⁄LU

settiğini söylemesi ve sonrasında vaftiz olarak Ortadoks olması Türkİslam sentezini benimsemiş kimi kalemler ve politikacılar tarafından kabul edilemez bir diğer durumdu.

B

u sene 47’incisi düzenlenen Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde yaşananlar gösterilen filmlerin önüne geçti. Öncelikle Berlin Film Festivali’nden en iyi film ödülü ‘Altın Ayı’ ile dönmüş olan Semih Kaplanoğlu’nun başlama vuruşu ile başladı her şey. Kaplanoğlu, Kusturica’yı Yugoslavya dağıldıktan sonra Sıpların tarafında yer almak ve katliamı yapanları savunmak ile eleştirip etkinliğe ekip olarak katılmayacaklarını açıkladı. Kültür Bakanı Ertuğrul Günay ise beklediği pası voleye çevirmenin mutluluğu ile ‘bu aymazlığa ortak olmayacağını’ ve festivali boykot edeceğini açıkladı. Tabii akabinde yandaş medya bu ‘skandal’ı değerlendirerek Kusturica’yı neredeyse savaş suçlusu ilan etti. BURSA’DA EL ÜSTÜNDE TUTULMUfiTU Kusturica bu tepkilere hiddetlenerek bir basın açıklaması ile festivalin jüri üyeliğinden çekildiğini ve ülkeden hemen ayrılacağını belirtti. Kendisine atfedilen suçları kabul etmeyen Kusturika, kendisine bu suçları atfedenlerin ne kadar temiz olduklarını sordu ve “Bakan artık benim düşmanımdır” diyerek gitti. Ama yandaş medya için gidişi yetmedi. İşi abartıp böylesi utanç duyulacak bir festivalin yapılmasına mani olamadıkları için üzüntülerini belirten kimi yazarlar bir daha bu festivaline değil gitmek, adından bile söz etmeyeceklerini açıkladılar. Oysa çok değil 4 ay önce aynı

B

undan dört ay önce Türkiye’ye gelip el üstünde tutulan Kusturica boykot gerekçesi oldu. Peki onu boykot edenler masum mu?

yönetmen üyesi olduğu Emir Kusturica & The No Smoking Orchestra ile AKP’li Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından davet edilerek el üstünde tutulmuş, Bursa İpekyolu Film Festivali’nin konuğu olmuştu. Ne garip ki aynı yönetmen şimdi CHP’li Antalya Beyediyesi tarafından davet edilince işin rengi değişti. Birden Balkanlar’daki çatışmalar hatırlandı. Kusturica istenmeyen adam ilan edil-

di. Bu süreçte ‘hassas’ tavrı ile izlediğimiz Semih Kaplanoğlu’nun Altın Ayı’lı filmi Bal ise iki hafta önce İsrail’de Hayfa Film Festivali’ne yarışmaya katılmış ama ne yazık ki ödülü Reha Erdem’in Kozmos’una kaptırmıştı. Oysa yıllardır İsrail’e Filistin işgali sebebiyle uluslararası kültürel boykot uygulanmaktaydı. Nedense aynı hassasiyet İsrail’e karşı gösterilmiyordu… Yugoslavya dağıldıktan ve iç savaş

başladıktan kısa bir süre sonra gazeteler 250 bin Boşnak’ın Sırplar tarafından öldürüldüğünü, yaşanılanın bir katliam olduğunu yazmış Kusturica ise bu iddiaları “Abartılıyor” diyerek yanıtlamıştı. Gerçekleşen tecavüz vakalarını münferit olaylar addedip Sırp lider Miloseviç ile yakın arkadaş olmuştu. Tabii bunlara ek olarak medyanın sık sık dile getirdiği Boşnak asıllı olduğunu inkar edip kendini Sırp his-

ÇA⁄ININ EN BÜYÜKLER‹NDEN Siyaset arenasındaki tartışmalar bu yönde olmakla birlikte Kusturica bu söylemlerinin aksine filmlerinde dağılan Yugoslavya’ya olan özlemini dile getirir. Ulusu oluşturan etnik farklılıkları zenginlik olarak tanımlar. Hatta karakterleri arasında Adnan, Saffet, Azra isimleri duyulur, arada diyaloglarda dile dahil olmuş Türkçe kelimeler ile keyiflenilir. Bir domuza arabayı yedirdiği örnekle filmlerinde kullandığı kimi metaforlar ve göndermeler ile anti-emperyalist bir çizgiye atıfta bulunur. Filmlerinde çoğunlukla ‘akıldışı’ karakterler vardı. ‘Düzen’in kabullenmediği sarhoşlar, madrabazlar, kumarbazlar, kaçaklar, deliler, onun baş karakterleridir. Dünyanın evsiz halkı Romanlar filmlerinde öykülerine en çok yer verilenlerdir. Hemen her filminin ödül almış olması bir yana Cannes’da Coppola’dan sonra iki defa Altın Palmiye ödülü alan ilk yönetmendir. Film müzikleri filmleri kadar hatırlanır. Oyuncularının bir çoğu oyuncu bile değildir. Çağın en büyük görüntü yaratıcılarından biri hatta kuşağının en iyisi olarak gösterilir… Özetle, Kusturica iyi bir yönetmendir, filmleri eğlencelidir ama ayıplanacak laflar etmiştir. Ülkemizde de çok örneği olduğu gibi her sanatçı aklı başında laflar etmez.

‘O ödülleri neden aldınız?’ E

mir Kusturica’nın katıldığı Uluslararası Altın Portakal Film Festivali’ne yönelik tepkilere bakanlar, kültür sanat alanında gerçek bir duyarlılık olduğu yanılgısına kapılabilir. Ne var ki, uluslararası alanda Ken Loach’tan John Berger’a, Santana’dan Meg Ryan’a, hatta Eyal Sivan gibi İsrailli yönetmenlere kadar pek çok ünlü ve etkili ismin destek verdiği İsrail’e karşı akademik ve kültürel boykot kampanyası söz konusu olunca Kusturica nedeniyle Altın Portakalı boykot eden Semih Kaplanoğlu’nda aynı duyarlılık görülmüyor. Bu yıl 26.sı düzenlenen Hayfa Film Festivali’ne Türkiye’den iki isim katıldı. ‘Kozmos’ filmiyle yönetmen Reha Erdem, ‘Bal’, filmiyle Semih Kaplanoğlu. Festivalin ödülü olan ‘Altın Çıpa’ Reha Erdem’e verildi. Filistin İçin İsrail’e Karşı Boykot Girişimi, Türkiyeli sinemacıların ve Kültür Bakanlığı’nın İsrail devletine ve propaganda cihazına duyduğu derin muhabbet karşısında sessiz kalmayarak yönetmenlere seslenen birer mektup yayımladı. Boykot girişimi İsrail’in Filistin’e dönük saldırılarını hatırlattığı mektup’ta Edward Said’in “Entelektüel etrafta dolaşmak, ayakta durup otoriteye cevap verebileceği bir mekâna sahip olmak zorundadır, bugünün dünyasında otoriteye sorgusuz sualsiz boyun eğmek, aktif ve ahlaklı bir entelektüel hayatın karşısındaki en büyük tehditlerden biridir” sözlerine yer verdi.

Devlet Tiyatroları sezonu açtı Y

azın sona ermesiyle tiyatro sezonu başladı. Bu sene Devlet Tiyatroları'nda 2010-2011 sezonunda 20'si yerli, 18'i çeviri olmak üzere 38 yeni eser seyirciyle buluşacak.

Vazgeçmediler Kumla kapat›lan antik kent Allianoi için meslek odalar›, çevre örgütleri ve demokratik kitle örgütleri tek ses oldu, "Allianoi karanl›¤a gömülmesin" dedi. ‹zmir’in Bergama ilçesinde bulunan ve dünyan›n ilk suyla tedavi merkezi olan antik kent Allianoi için insan zinciri oluflturuldu. Ülkenin farkl› yerlerinden gelen yaklafl›k bin kadar insan Allianoi’nin karfl›s›ndaki yola bedenleri ile ‘Allianoi’ yazd›. Allianoi Giriflim Grubu, Türk Tabipler Birli¤i, TMMOB ‹zmir ‹KK, EGEÇEP, Supolitik, Suyun Ticarilefltirmesine Hay›r Platformu, Ege Su Platformu, Halkevleri, E¤itim-Sen, Çiftçi Sen, Turist Rehberleri Odas›, Do¤al ve Kültürel Çevre ‹çin Yaflam

Giriflimi’nin düzenledi¤i eylemde Allianoi için çok geç olmad›¤› vurguland›. Bas›n aç›klamas›nda; "Mart 2001’de Allianoi’nin birinci derecede arkeolojik sit karar› ile koruma alt›na al›nmas›na karar veren kurulun Ekim 2007’de çamur alt›nda b›rak›lmas›na hükmetti¤ine” dikkat çekilerek katliam› hep birlikte durdurma ça¤r›s› yap›ld›. Bas›n aç›klamas›n›n ard›ndan Allianoi’den ç›kar›lan Su Perisi heykelinin sergilendi¤i Bergama Müzesi gezildi. Allianoi’den getirilen eserlerin oldu¤u bölümün tadilat yüzünden kapal› olmas› müzeye giriflte k›sa süreli bir gerginlik yaflanmas›na sebep oldu.

‹STANBUL DEVLET T‹YATROSU Prömiyeri 17. İstanbul Tiyatro Festivali’nde yapılan 'Ölüleri Gömün' bu sezonun yeni oyunları arasında. ABD’li yazar Irwin Shaw’un ilk kez 1936 yılında sahnelenen ve Şakir Gürzumar’ın yönettiği bu savaş karşıtı oyun 12-31 Ekim tarihleri arasında Şişli Cevahir 1 Sahnesi’nde. İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun bu sezon bir başka yeni oyunu Shakespeare’in en ünlü komedilerinden 'Beğendiğiniz Gibi'. Hakan Çimenser’in yönettiği oyun 26-31 Ekim tarihleri arasında Şişli Cevahir 2 Sahnesi’nde. Batı’da tutunmaya çalışan Doğuluların hikayesinin anlatıldığı 'Baştan Çıkarma' adlı oyunu Mehmet Birkiye yönetiyor. Oyun, 21-31 Ekim tarihleri arasında Üsküdar Stüdyo Sahne’de. Bu sezonun bir diğer savaş karşıtı oyunuysa 'Bedensiz Kadın'. Hırvat yazar Mate Matisic’in Bosna savaşının ardından kaleme aldığı oyunu Kazım Akşarn yönetiyor. ‘Bedensiz Kadın' 15-24 Ekim tarihleri arasında Beyoğlu Küçük Sahne’de, 29-31 Ekim tarihleri arasında ise Beykoz Ahmet Mithat Efendi Kültür Merkezi’nde. İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda ekim ayında prömiyeri yapılacak son oyun Tuncer Cücenoğlu’nun kaleminden 'Kadın Sığınağı'. Oyunda farklı nedenlerden bir sığınma evine toplanmış kadınların yaşamlarının bir günü anlatılıyor. ‘Kadın Sığınağı' 22-

31 Ekim tarihleri arasında Küçükçekmece Cennet Kültür Merkezi’nde. ANKARA DEVLET T‹YATROSU Ankara Devlet Tiyatrosu, iki yeni yerli oyuna dünya prömiyeri yaparken, 12'si yerli, 8'i çeviri toplam 20 oyunu sanatseverlerle buluşturacak. Öne çıkan oyunlardan bazıları şöyle: Büyük Tiyatro’da sahnelenecek 'Kerbela' hilafetin saltanatlaşıp Doğu’nun klasik devlet yapılanmasına ve şeriatın bu saltanatdevlet anlayışının resmi doktrini haline gelmesine dikkat çekiyor.

Çayyolu Cüneyt Gökçer Sahnesi’nde sahnelenecek 'Fosforlu Cevriye', eski kantocu yeni randevucu bilge Sümbül Dudu’nun evinde geçen olayları müzikal formatında anlatıyor. Akün Sahnesi’nde sahnelenecek ‘İmparatorluk Kuranlar' ise var olan sistemi koruma çabasıyla, korkularıyla yüzleşemeyen bir burjuva ailesinin yaşamlarının anlamsızlaşan boşluğu, burjuva toplumunun içi boşalan değer yargıları, bireyin yalnızlığı ve kent insanının paranoyası üzerine grotesk bir Boris Vian oyunu. Y. Kadri Karaosmanoğlu’nun ünlü romanı Yaban da Berkun Oya’nın uyarlamasıyla İrfan Şahinbaş Atölye

Sahnesi’nde sahnelenecek. Öte yandan, geçen sene kapalı gişe oynayan ve sevilen oyunlar da bu sene tekrar izleyiciyle buluşacak. PERDE ANADOLU’DA AÇILIYOR Trabzon Devlet Tiyatrosu perdelerini ‘3. Richard’ ve ‘İstibdat Kumpanyası’ oyunlarıyla açıyor. İzmir’de ‘Ölüm Öpücüğü’, ‘Çok Bilen Çok Yanılır’, ‘Yoksun’ ve ‘Bavul’la perdelerini açacak olan Devlet Tiyatrosu çocuklar için de ‘Sakarca’ oyununu sergileyecek. Adanalı izleyiciler ise tiyatro sahnesinde ‘Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz’ oyununu izleyecek.


SOKAĞIN SESİ

ÜRETEN BİZİZ YÖNETEN DE BİZ OLACAĞIZ

15 Ekim 2010 / 28 Ekim 2010

16 Halk›n Sesi

HAKKAR‹ HALKI KOLEKT‹FLERLE GURUR DUYUYOR

Ve köprü aç›ld› 1969’da üniversitelilerin ‘Boğaz’a değil, Zap’a köprü’ diyerek yaptığı Devrimci Gençlik Köprüsü’ne gençlik sahip çıktı

1

969'da devrimci üniversiteliler tarafından yapılan, 1999'da devlet tarafından yıkılan “Devrimci Gençlik Köprüsü” yeniden yapılarak 1 Ekim'de açıldı. Köprünün yeniden yapım süreci bir yıla yakın bir zaman aldı. İlk olarak 30 Ekim günü Bostancı'da görkemli bir konser yapıldı. Cezmi Ersöz'ün başını çektiği aydınlar, sanatçılar ve Öğrenci Kolektifleri tarafından organize edilen gecede binlerce Türk ve Kürt genci saatlerce birlikte eğlendi. Konserin ardından hava koşullarının inşaata elvereceği bir tarih beklendi. Ve nihayet ağustos ayında inşaat başladı. En sonunda 1 Ekim'de köprü çok etkileyici bir törenle açıldı. KÖPRÜNÜN AMACI NEYDİ? 1969'da Kürt halkının yaşam koşullarını gören, dertlerini, sofralarını paylaşan üniversiteliler tarafından yapılan bu köprü bir semboldü. Hakkari halkı için barışı, kardeşliği ve devrimci gençliği sembolize ediyordu. Yıkılması Hakkari halkında büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştı. Bundan önce yerel anlamda başarısız yenileme girişimleri olmuştu. İşte barışın ve devrimci gençliğin sembolü olan bu köprü yeniden yapılmalı diyerek düştü yola

Kolektifler. Çünkü bugün kirli savaş devam ederken gençlik barış istiyor. AKP'nin halkları birbirine düşman etmeye çalışan, kapı komşularını bile kutuplaştıran politikalarına karşı üniversiteliler inatla barış diyor. BARIŞIN ÖNCÜSÜ GENÇLER Köprünün açıldığı anda çekilen fotoğraf, aslında birçok şeyi özetliyor. Ülkemizin bütün illerini temsil eden tişörtlerini giyen gençler el ele tutuşarak kardeşliğin ülkesinin fotoğrafını köprünün üzerinde çektirdiler. O fotoğrafla bir kez daha gösterilmiş oldu ki Kürt sorununun çözümü AKP eliyle olmayacak, barış ancak halkların mücadelesi ile gelecek. Gençlik orada bunun öncüsü olacağını gösterdi. Öğrenci Kolektifleri bu yola çıkarken, Kürt halkının acılarını yerinde görmeye, onlarla aynı sofrayı paylaşma düşüncesiyle hareket etti. Ve bunu da büyük ölçüde başardı. Orada bulunan yüzlerce üniversiteli birçok gerçeğe canlı canlı tanık oldu. Köprünün açıldığı akşam bütün üniversiteliler Hakkari halkının evlerinde kaldı. 2 Ekim, konserin yapılacağı gündü. Sabahtan bir grup öğrenci yakınını kaybedenlerin evlerine taziye ziyaretinde bulundu. Gençler aileler için

1999’da devlet tarafından yıkılan köprü, gençliğin ellerinde Zap’a tekrar kuruldu; gençlik barışa köprü oldu

barış umudu oldu. Tüm aileler kendi evlatlarının, son ölüm olmasını, artık barışın gelmesini istediklerini söylediler. Ve konser vakti geldi. Belediyeden stadyuma yürüyüşe geçen yüzlerce üniversiteliye Kürt gençleri de katıldı. Ve konser alanında üniversiteliler alkışlarla karşılandı. Rojda, İlkay Akkaya, Suavi, Mazlum Çimen, Burhan Berken ve Grup Hivron’un katıldığı konserde binlerce genç hep birlikte halaylar çekti. Konserde sürpriz sanatçı olarak Kazım Koyuncu’nun kardeşi Niyazi Koyuncu'nun sahne almasıyla halaylar horonlara karıştı. Öğrenci Kolektifleri’nin konuşması ve alandaki “Yumurta atan gençler taş atan çocukların yanında” pankartı büyük alkış aldı. BİNLERCE KİŞİ UĞURLADI Konserin ardından binlerce kişi belediye binasının önüne üniversitelilerle vedalaşmaya geldi. Hakkari halkı gençleri bırakmak istemiyordu, hatta kimi gençleri omuzlarında, havaya fırlatarak yolcu ettiler. “Hakkari sizinle gurur duyuyor” sloganlarıyla hareket eden otobüsleri kentin çıkışına kadar büyük bir konvoy yolcu etti. Üniversiteliler, barış elçisi olmanın gururunu ve sorumluluğunu taşıyarak ayrıldı Hakkari’den.

1969 y›l›nda ‹stanbul'da Bo¤az'a ilk köprünün yap›lmas›n›n gündeme geldi¤i günlerde dönemin üniversitelileri bu projeye fliddetle karfl› ç›km›fllard›. Üniversiteliler, Bo¤az'a köprü yapman›n ulafl›m sorununu çözmeyece¤ini aksine do¤aya zarar verece¤ini, petrol ba¤›ml›l›¤›n› art›raca¤›n›, Do¤u ve Bat› aras›ndaki gelir uçurumunu art›raca¤›n› ve ikinci- üçüncü köprülerin yap›lmas›n›n önünün açaca¤›n› söylüyorlard›. Buna karfl›l›k da ülkenin baflka bir gerçe¤ine dikkat çektiler. Hakkari halk› Zap suyu nedeniyle ulafl›mda zorluk çekiyor, insanlar bo¤ularak ölüyordu. ‹flte ülkede böyle bir tablo varken üniversiteliler mühendislik fakültelerinden, mimarl›k fakültelerinden kalk›p Zap Suyu üzerine köprü yapmaya karar verdiler. Ve “Bo¤az'a de¤il Zap'a köprü” slogan›yla yola ç›kt›lar. Hakkari'de devrimci üniversiteliler ve Kürt halk› elbirli¤i ile köprüyü infla ettiler. Hakkari halk› köprüye “Devrimci Gençlik Köprüsü” ad›n› verdi. Deniz Gezmifller idam edilince onlar› unutamayan halk, köprüye “Deniz Gezmifl” köprüsü ad›n› vermiflti.1999 y›l›nda ise devrimci üniversitelilerin ve Kürt halk›n›n elbirli¤i ile yapt›¤› bu köprü devlet taraf›ndan y›k›ld›.

Hakkari halkı öğrencileri bağrına bastı 3

0 saatlik Hakkari yolculuğu sırasında gençler halkın kendilerini nasıl karşılayacağını, onlarla nasıl iletişim kuracaklarını düşünüyorlardı. Merakla geçen yolculuk, Hakkari Belediyesi'ne doğru şehir merkezinde yol alırken yerini şaşkınlığa bıraktı. 7'den 70'e kadınlar, erkekler, çocuklar zafer işaretleriyle selamlıyordu gençleri. Üniversiteliler için “Barış elçileri geldi” diyorlardı. Belediye'nin üniversiteliler için hazırladığı

yemekten sonra Hakkari halkı arasında büyük bir rekabet başladı. "Sen çok aldın, bana iki kişi ver", "Gençler, beşinizi ben alıyorum, misafirim olacaksınız. Hadi kalkın gidelim" gibi sözlerle gece kalınacak evlere yerleşildi. Çay eşliğinde saatlerce süren sohbetler edildi. O gece evlerde birçok aile şunu söyledi: “Bizi, Hakkari’yi çok yanlış tanıyorsunuz. Döndüğünüzde gittiğiniz yerlere bizi anlatın, gördüğünüz gerçeği anlatın.” Çay

ikramının sonu gelmezken, Hakkari'nin tarihi, Kürt sorunu, Geçitli'de yaşanan olay konuşuldu. Hakkari halkı acılarını paylaştı ve içlerinde sönen barış umudunun gençlerin gelmesiyle yeniden yeşerdiğini gözleri dolarak söylediler. Ne gençler gitmek istiyordu ne de Hakkari halkı onları bırakmak istiyordu. Hakkarililer gençleri “Bizi orada anlatın, barış istediğimizi, haklarımızı istediğimizi anlatın” diyerek omuzlarda uğurladılar.

Konserde Ö¤renci Kolektifleri’nden bir ö¤rencinin yapt›¤› konuflma Hakkari halk› taraf›ndan s›k s›k sloganlarla kesildi. Ö¤rencinin konuflmas› boyunca tafl att›¤› için hapse at›lan çocuklar› temsil eden fiirvan da sehnedeydi ÖĞRENCİ KOLEKTİFLERİNİN HAKKARİ HAKKINA SESLENDİĞİ KONUŞMADAN... Ege'den, Marmara'dan, İç Anadolu'dan, Akdeniz'den, Karadeniz'den yaklaşık 30 ilden üniversiteliler çoğumuzun daha önce görmediği Hakkari'ye barışa köprü olmaya geldik. Diyarbakır Cezaevi'nde ser verip sır vermeyen İbrahim Kaypakkaya'nın, Kızıldere'de “Biz buraya dönmeye değil ölmeye geldik” diyen Mahir Çayan'ın, darağacında “ Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği” diye son sözünü söyleyen Deniz Gezmiş'in selamını siz Mazlum Doğan'ın, Kemal Pir'in yoldaşlarına getirdik. (...) Bugün AKP hükümeti sahte açılım yalanlarıyla inkarı ve imhayı perdelemeye çalışıyor. Ama biz biliyoruz ki Tayyip Erdoğan var gücüyle Kürtlere yönelik saldırılarını sürdürmekte. İşte KCK operasyonları, işte tutuklanan Kürt siyasetçileri, işte sadece direnme hakkını kullanıp taş atan ve ardından hücrelere konulan Kürt çocukları. İşte AKP'nin barışı bu. AKP sadece Kürtlere saldırmıyor. Bu sınırlar içinde yaşayan tüm yoksullara, haklarını arayan işçilere, devrimci üniversite öğrencilerine her kesime saldırıyor. Öğrenci Kolektifleri olarak Türkiye'nin 40'a yakın üniversitesinde eşit, parasız, anadilde eğitim için mücadele ediyoruz. Bizler Kürt halkını inkar eden, eğitimi paralı hale getirerek yoksulların okumasına engel olmaya çalışan, işçileri, yoksulları köleleştiren AKP'li siyasetçileri ve onların yandaşlarını üniversitelerimize sokmuyoruz. Her geldiklerinde onları çürük yumurta yağmuruna tutup, üniversitelerimizden kovuyoruz.VE ONURLU HAKKARİ HALKI Bizi bağrınıza bastınız, bizi hayatımız boyunca unutamayacağımız bir sevgiyle karşıladınız. Sizinle geçirdiğimiz birkaç saat bile Hakkari halkının ne kadar mert ne kadar samimi ne kadar güçlü olduğunu gösterdi bize. Biz burada acıları çok büyük bir halk gördük. Kaldığımız her evde gözlerimizi yaşartan, yüreklerimizi parçalayan hikayeler dinledik. Ama biz burada sadece acılı hikayeler dinlemedik. Canını dişine takan, onuru ve kimliği için çoluk çocuk, yediden yetmişe faşizme karşı direnen, barışa inanmış yürekler, canlar, yoldaşlar gördük. Bundan önce olduğu gibi bundan sonra da ama dünden daha güçlü barış için mücadele etmeyi sürdüreceğiz. Burda gördüğümüz, sizlerden dinlediğimiz herşeyi kendi evlerimizde, kendi okullarımızda, kendi kentlerimizde anlatmaktan bir saniye bile vazgeçmeyeceğiz. Başta üniversitede okusun diye Batıya yolladığınız Kürt gençleri olmak üzere, batıda yaşayan Kürtlere yönelecek her saldırıya önce biz siper olacağız. Sevgili Hakkari halkı, sevgili Kürt halkı, sizleri barışa olan inancımızla devrimci üniversite öğrencileri olarak son bir kez daha selamlıyoruz. Barış şüphesiz ki en çok size yakışır. Hoşçakalın. Acınız acımız, onurunuz onurumuz, mücadeleniz mücadelemizdir. Unutmayın bu topraklarda ne Deniz Gezmiş’ler ne de canını Kürt halkına feda eden Kemal Pir’ler biter.

1969’da yapılan köprünün yapımına katılan Dev Maden-Sen Genel Başkanı Çetin Uygur da köprünün tekrar açılmasıyla ilgili bir mesaj göndererek öğrencilerin ve halkın çoşkusuna ortak oldu: “Bugün 69’da olduğu gibi, tıpkı o günlerde köprü yapılıyormuş gibi heyecanlıyım. Çünkü ben hayatımın en güzel günlerini Hakkari halkıyla el ele bu köprünün yapıldığı günlerde yaşadım. Hakkari’de 41 yıl önce biz üniversitelilerin kurduğu bu köprü bugünün devrimci gençliği tarafından yeniden inşa edildi. Bu köprü bugün en çok ihtiyaç duyulan şeyi barışı bu topraklara gençliğin getireceğinin umudunu veriyor bizlere. Çok mutlu ve gururluyum. Bu yüzden Öğrenci Kolektifleri’ne teşekkür ediyor ve onları tebrik ediyorum.”


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.