Im38

Page 1

Ahmet asgari ücret ve mezarda emekliliğe karşı yürüdü Ozan Ahmet Tütüncü 9 Eylül’de “İnsanca yaşanacak asgari ücret” ve “Mezarda emekliliğe hayır” sloganlarıyla Malatya’dan yola çıktı. 14 gün süren yürüyüşünün ardından Ankara’ya vardı. 700 km boyunca çok sayıda işçiyle buluştu. Talepler bazen bir eylemde bazen yol çalışması yapan taşeron işçilerle birlikte yükseltildi. İşçiler Ahmet’in taleplerini sahiplenmekle yetinmedi.

''10-11-12

yaşasın

sosyalist

işçi demokrasisi Sayı: 38 Ekim 2013 1 TL

Çağrı Merkezi İşçileri Türkiye'nin Saldırgan Dış Politikasını ve Bölgeyi Tartıştı “Artık sadece Ortadoğu ya da yakın birkaç ülke değil tüm dünyayla bağlantı içinde gerçekleşiyor üretim.”

"6

İki kat kölece kadın istihdam paketi üzerine

Bu paket, tam bir neoliberal muhafazakar kapitalizm ucubesidir. Doğum yapan kadın işçilerin, zaten yasada tanımlı olan fakat yok sayılan haklarını, yeni haklarmış gibi lanse ediyor. O da yetmiyor, kadınların tarihsel mücadele kazanımı olan kendi istemedikçe çocuk yapmama hakkını ortadan kaldırıp çok çocuk yapmayı ve bakmayı biricik “kadın hakkı ve özgürlüğü”ymüş gibi " 14 lanse ediyor.

Türkiye’ye 11 yıldır burjuvazi adına hükümet eden muhafazakâr liberal hükümet “ustalık” hükümeti adını verdiği son döneminde iyice yıpranmaya başladı. Açtığın demokrasi paketinden somut olarak sadece kendi muhafazakâr oy tabanını sevindirecek türban uygulamasını çıkart, yok sayılan Alevilere her gün hakaret et, üstüne bir de pakette es geç, oyaladığın Kürt emekçilere dalga geçer gibi “paran varsa özel okulda Kürtçe öğren” de, cezaevine koyulmadık

adam bırakma, eylem yasaklarını devam ettir, TMK’yı sürdür, ondan sonra hoşgeldin demokrasi paketi diyerek alkış bekle! Yerseniz… Biz sizin burjuvalarınızı da, burjuva demokrasilerinizi de, neoliberal demokrasilerinizi de, muhafazakâr demokrasilerinizi de, paketçiklerinizi de, sınıf diktatörlüğünüzü de, geri, gerici, en yavan yalan dünyalarınızı da toptan yıkmayı hedefliyoruz.

Masalarınızdan da kan damlıyor Suriye, Mısır, Tunus, Yemen… Tümünde işçi sınıfı, kent ve kır yoksulları cephesinde biriken sefalet, kanla ödenen bedeller, toplumsal, bireysel özgürlüklerin zerresinin dahi tanınmaması temelinde biriken kitle eylemleri kapitalist yeniden yapılanma sürecinin taşlarını sarstı. Burjuva masalarındaki programların yaşama kesintisiz geçirilmesinin önündeki en büyük engeli oluşturdular. Ancak, burjuva kamplar, küresel-bölgesel bağlantılar, bastırıcı ya da kapsayıcı burjuva iktidar, tahakküm mekanizmaları kitle hareketlerinin sermaye siyasetinden bağımsızlaşmasını engelledi. Somut politikada birbirine karşıt gibi görünen ancak özsel olarak azami kar, sömürü, meta egemenliğini genişletme, sermaye iktidarını sağlamlaştırma noktasında birleşen klikler çeşitli manevralarla işçi ve yoksullardan oluşan hareketlerin rotasında sallantılara neden oldu. Sınıfsal bir öze dayalı biriken öfke, kendi bağımsız siyasi hattını, eylem ve organizasyonunu yaratamadı. " 8-9

Bir hayalet daha? Bir şeyler mayalanıyor. Semalarda Gezi’den sonra, bir de bir işçi, en azından güvencesiz, sosyal haksız, gözünü karartmaya başlayan bir işçi hayaleti de dolaşmaya başlıyor olabilir mi? "7


2

işçi meclisi

Turnikesiz Yaşam, Özgür Bir Dünya! AKP Hükümeti ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi, İstanbul’da 2004'te 45 kilometre olan metro hattını, 10 yılda 140 kilometreye çıkarmakla böbürleniyor. Bunu başlıca yerel seçim malzemesi olarak pazarlamaya çalışıyor. Hükümet ve Belediye’nin söylemediği, raylı sistemler kağnı hızıyla ilerlerken aynı sürede otoyollara kat kat daha büyük yatırımların yapılmış olmasıdır. İBB’nin 2006'da başlattığı “tünel otoyolları projesi”nin (İstanbul’un tüm tepelerini delerek içlerinden otoyol geçirme) toplam uzunluğu bile yapılan yeni metro tünellerinden daha fazladır. İstanbul’da yeni karayolları, otoyollar, tünel otoyollar, yer altı otoyolları, viyadükler, köprüler, kavşaklara yapılan yatırım raylı sistemlere yapılanın yaklaşık 10 katı, yeni yapılan karayolu uzunluğu yeni metro hattı uzunluğunun 20 katıdır! Sonuçta, raylı sistemlerin kullanımında artışa karşın, karayolu/otoyol kullanımı azalmamış, çok daha fazla artmıştır. İstanbul’de günde 13.5 milyon şehir içi yolculuğun halen yüzde 87.5'u karayoluyla yapılabiliyor. Raylı sistemlerin (metro, hafif metro, finiküler, tramvay) payı yüzde 10, deniz taşımacılığının payı ise yüzde 2.5 gibi utanç verici düzeylerde. Otomobilin payı ise yüzde 24'e çıkmış durumda. Hükümetin onca gözümüze soktuğu metro, raylı sistemler taşımacılığı, aynı sürede çığ gibi büyütülmüş otomobil trafiğinin yarısı bile etmiyor! Evet yanlış okumadınız. İstanbul’da raylı sistemler taşımacığılığı otomobil trafiğinin yarısı bile etmiyor. 1.2 milyon kişi raylı sistemleri kullanabilirken, 3 milyon kişi otomobil ile yolculuk yapıyor. Otoyollar ve otomobil trafiği raylı sistem taşımacılığından daha hızlı büyüyor. Ve hükümet, asıl bunu gizlemeye çalışıyor. Hükümet büyükşehirlerde kaplumbağa hızıyla raylı sistemler yapmakla değil, şehirleri silme karayolu, otoyol, otomobil, taksi, minibüs, özel “halk” otobüsü, trafik keşmekeşi, trafik cinayetleri, otopark, petrol bağımlılığı, doğa ve insan yıkımına boğmuş olmakla böbürlense yeridir. Karayolları ve otoyollara dayalı neoliberal ulaşım politikaları, doğayı, insanı, sosyal yaşamı tahrip etmekle kalmıyor. Kenti de tamamen

sınıf uçurumunu derinleştirerek yeniden şekillendiriyor. İşçilere de borç harç otomobil almayı dayatıyor ve otomobili olan olmayan arasında yeni bir katmanlaşma yaratıyor. Tüm işçi semtlerini tek tek sermayenin anayollarına bağlarken, işçi-emekçi semtleri arasına yol yapmayarak birbirinden kopartıyor. Neoliberal ulaşım politikaları işçiler için eziyet, kadınlar, Kürtler, engelliler için iki, üç kat işkencedir. Pahalılık, emekçi semtlerine sefer, durak, aydınlatma, üst geçit yetersizliği, iş-okul gidiş geliş saatlerinde sıkışıklık, birbirini çiğneme, stres, yoruculuk, hijyen ve havalandırma sorunu, belediye ve görevlilerinin keyfiliği ve koyun muamelesi yapması, vd korkunç düzeylerdedir. İşçilere uygun görülen tek ulaşım hatları, sömürülmeye ve arada bir meta tüketim merkezlerine giden yollardır, bunun dışında işçilerin biraraya gelip kendi sınıfsal-toplumsal istem ve ihtiyaçları için birlikte bir şeyler yapmaya götürecek hiçbir yol ve ulaşım sistemi kapitalizmde zaten yapılmaz, işçiler eyleme gidecek olduklarında tüm ulaşım sistemi durdurulur. Toplu taşımacılık ve raylı sistemler hiçbir zaman neoliberal kapitalizmin önceliği olmamıştır. Tam tersine toplu taşımacılık kasıtlı olarak

tekelleri raylı sistemleri ya engellemekte, ya da onu da kendi otoyol çıkarlarına bağlı biçimde organize edilmesini sağlamaktadır. Raylı sistemlerin temel olması kadar, yaya hakları ve bisiklet de önem kazanmaktadır. Ancak tabii, bu sistemin “yayalaştırma”dan ne anladığını Taksim’den iyi biliyoruz. Bisiklet ise yaygınlaşmaya başlamakla birlikte, hem petrol-otomotiv tekellerinin, hem de bisikletin genellikle protest bir gelişimi olması nedeniyle devlet ve belediyelerin buna uygun şehircilik/ yol düzenlemelerinden çok engelleri ve baskılarından bahsetmek gerekir. Günümüzde ise gayet kasıtlı biçimde aşırı geciktirmiş olarak ve aşırı ağırdan alarak raylı sistemler yapmak durumunda kalıyorlarsa, bu karayoluna dayalı insan ve doğa yıkımı politikasından vazgeçtiği anlamına gelmiyor. Trafiğin içinden çıkılmaz hale gelmesi, petrol fiyatlarının aşırı yükselişi sermaye birikimi ve piyasası açısından da büyüyen bir sorun olunca, sermaye yeniden raylı sistemleri bir nebze gözetmek zorunda kalıyor. Neoliberal kapitalizm toplu taşımacılığı ve raylı sistemleri yıkan ve engelleyen kendisi olduğu halde, şu tarihin ironisine bakınız: İster insan ister yük taşımacılığında olsun en fazlayı en kısa sürede en düşük maliyetle, en risksiz taşımanın raylı sistemlerden geçtiğini yeniden keşfetmek zorunda kalıyor! Hızlı trenler, şehir içi metro sistemleri ittire kaktıra, yapılmaya başlanıyor. Lakin kimse sanmasın ki, kapitalizm karayolu ve otomobile dayalı neoliberal ulaşım politikasının insan ve doğa yıkıcılığının farkına vardı da kendini “düzeltiyor”. Karayolları ve otomobil temel olmaya devam ediyor, raylı sistemler yalnızca buna bir eklenti niyetine yapılıyor: O da sermaye

Karayolları ve otoyollara dayalı neoliberal ulaşım politikaları, doğayı, insanı, sosyal yaşamı tahrip etmekle kalmıyor. Kenti de tamemen sınıf uçurumunu derinleştirerek yeniden şekillendiriyor.

tahrip edilmiş, İstanbul’da kamu taşımacılığı yüzde 10'a kadar düşmüştür. Neoliberal kapitalizm şehir içi ulaşımda, insanı, toplumsal yaşamı ve doğayı en fazla tahrip eden, en fazla kirleten, en yüksek maliyetli olan karayolunu temel alır. Banka, borsa, sigorta, gayrımenkul, petrol, otomotiv, müteahhit-inşaat, ulaşımnakliyat, dağıtım tekelleri kompleksinin azami karları bunu gerektirir. Tüm büyük şehir belediyelerinin üzerine de çöreklenen petrol, otomotiv, müteahhit, gayrımenkul, nakliyat

döngüsünü hızlandırarak, yük ve insan taşıma maliyetini azaltıp taşıma fiyatlarını artırarak, emekgücünü değersizleştirerek, raylı sistemleri de otomotiv, petrol ve inşaat tekellerinin karlarına halel getirmeden başlıbaşına bir azami kar alanı haline getirerek yapılıyor! Raylı sistemlere dayalı kitle taşımacılığı her durum koşulda işçiler için daha cazip ve tercih edilir olsa da, neoliberal kapitalizm bu ayrımı da geriye doğru tasfiye ediyor. Çünkü raylı sistemleri de, özel otoyol ve kar mantığıyla organize edip işletiyor!

İşçi Meclisi - Yerel Süreli Siyasi Dergi - Sayı: 38- Fiyat: 1 TL Pina Basım Yayım San. ve Tic. Ltd. Şti. adına sahibi Hüseyin Kezik Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ali Filizler Adres: İstiklal Caddesi Balo Sk. No: 32 Kat. 2 Daire No: 8 Beyoğlu/İstanbul Tel: 0 212 244 56 70 Hesap No: İş Bankası Koca Mustafapaşa Şubesi 1105 0792812 Baskı: Özdemir Matbaası Adres: Davutpaşa Cad. Güven Sanayii Sitesi C Blok No:242 Topkapı/İstanbul Tel: 0212 577 54 92


3

Yerseniz...

işçi meclisi

Dünyada küresel sistemin egemen yönetim biçimi neoliberal burjuva demokrasisidir. Bu tarihi kesitte öne geçmiş olan neoliberal demokrasi biçimi, diğer burjuva demokrasisi biçimlerine göre bile güdük bir toplumsal temsiliyete dayanır. Onun için esas olan sınıfın çözülmesi, sınıfın bölünmesi, işçi sınıfının kapitalist üretim ilişkileriyle olan çelişkisinin bastırılması, yumuşatılması ve keskinleşmeBaşbakan demokratikleşme paketini açıkladı. Peki “demokrasi” denen şey nedir? Siyasetçilerin “demokrasi” dediklerinde kastettikleri burjuva demokrasisidir. Birisi size demokrasi kelimesini sıfatsız olarak (burjuva demokrasisi demeden) kullanıyorsa, bilin ki bu işçi sınıfının sınıf olarak ezilmesi, yok sayılması, kendisini ifade edememesi, kendi kendisini yönetememesinin adıdır. Normal koşullar altında sistemde en ileri “demokrasi paketinin” dahi burjuvazinin, sermaye birikim ve dolaşımının çıkarlarıyla çelişmemesi, tercihen onu geliştirmesi esastır. (Bu yüzden işçilerin kendi kararlarını kendi çıkarları doğrultusunda aldıkları yerde, esnek bir sistem olan burjuva demokrasisi için alarm çanları çalar.) İşte bu nedenle demokrasi paketlerinde işçinin adı-sanı geçmez. Dünyada küresel sistemin egemen yönetim biçimi neoliberal burjuva demokrasisidir. Bu tarihi kesitte öne geçmiş olan neoliberal demokrasi biçimi, diğer burjuva demokrasisi biçimlerine göre bile güdük bir toplumsal temsiliyete dayanır. Onun için esas olan sınıfın çözülmesi, sınıfın bölünmesi, işçi sınıfının kapitalist üretim ilişkileriyle olan çelişkisinin bastırılması, yumuşatılması ve keskinleşmemesidir. Bu amaçla işçilerin sistem içinde temsili ancak farklı ulus, aidiyet, din, mezhep, cinsiyet vb temelinde, metalar dünyasının hayalleriyle sağlanırken, sınıf olarak temsiline kapılar kesinkes kapalıdır. Türkiye’de neoliberal demokrasinin yerleşikleştirilmesinde başat rol (Özal’ın geçiş dönemini saymazsak) esasen AKP hükümetine düşmüştür. Bu muhafazakâr hükümet, Türkiye burjuvazisinin genişleme, büyüme, bölgesel bir güç olma hayaline hükümet etmekle görevlendirilmiş, işçi sınıfına düşman bir hükümettir. Özelliği ve farklılığı burjuva demokrasisine ve onun dönemsel egemen biçimi neoliberal demokrasisine muhafazakâr bir yoldan geçişi örgütleme yeteneğidir. Muhafazakâr yoldan geçiş demek, Türkiye’deki toplumsal gericilik birikiminden kopmadan, onun kısıtlarını gözeterek burjuva demokrasisine geçmek demektir. Sermayeleşmiş dinin, onun içerisinde egemen Sünniliğin, kadın-erkek eşitsizliğinin, söz-gösteri-eylem-örgütlenmesendikalaşma yasaklarının, Türkçülüğün ve onun hâkim ulusal ayrıcalıklarının.., sözün kısası en gerici burjuva ideolojik kodların olabildiğince ve azami ölçüde korunarak, tedrici, damlaya damlaya, ıkına sıkıla, döve öldüre ilerlenmesidir. Burjuva demokrasisine neredeyse burjuva demokratik güçlerle bile savaşarak, itişe kakışa, zorla geçilmesidir. (Türkiye’de ve bölgede sosyalist demokrasi güçleri yok denecek ölçüde zayıftır; bu yüzden solun siyaset sahnesinde, neoliberal demokrasiyi içinden ilerletmek isteyen sol liberal güçler ile onun muhafazakâr biçimiyle çelişme üzerinden politika yapan reaksiyoner güçler öne çıkmaktadır.) Türkiye’ye 11 yıldır burjuvazi adına hükümet eden muhafazakâr liberal hükümet “ustalık” hükümeti adını verdiği son döneminde iyice yıpranmaya başladı. Dış politikada Osmanlı hort-

kulukluğuna soyunarak AB hedefinden uzaklaşıp Ortadoğu’ya Sünni-İslam dünyasının temsilciliği adına düzenlenen sefer, İsrail-Filistin politikasının iflası, Irak’ta şapa oturma, Mısır ve Tunus’da İslamcı liberal hükümetlerin başarısızlığı, Suriye’de kanlı pazarlık ve diplomasi masasının yeniden açılması vb derken başarısız oldu. İçeride Haziran direnişinin tokadını yedi; Kürtler, Aleviler, kadınlar, gençlerle hiçbir şey vermeden onların herşeyini alarak kolayca barış/biat sağlanamayacağı görüldü. Son bir yılda varolan toplumsal güç ve ilişkileri kolu bacağı kapatılmış bir deli gömleğine sığıştırma hayalinin zorla, polis kurşunuyla, gaz bombasıyla bastırılmanın kolay olmadığı ve olmayacağı görüldü. Son olarak da seçim düzlemine girilmesinin de etkisiyle ister istemez 30

her alan ve düzeyde meta egemenlik ilişkilerini hâkim kılmasıyla işçi sınıfı ve emekçileri insanlıktan çıkaran, düşkünleştiren, çürüten ve zavallılaştıran, kendi yaşam ve gelecekleri hakkında hiçbir tasarruf haklarını bırakmayan politikalarına karşı işçi sınıfı ve emekçilerin, gençlerin ve kadınların insan olma, insan kalma isyanıydı. Paket insanlığa, insanca yaşamaya olan bu açlığımızı doyurmuyor! Açtığın demokrasi paketinden somut olarak sadece kendi muhafazakâr oy tabanını sevindirecek türban uygulamasını çıkart, yok sayılan Alevilere her gün hakaret et, üstüne bir de pakette es geç, oyaladığın Kürt emekçilere dalga geçer gibi “paran varsa özel okulda Kürtçe öğren” de, cezaevine koyulmadık adam bırakma, eylem yasaklarını devam ettir, TMK’yı sürdür, ondan sonra hoşgeldin demokrasi paketi diyerek alkış bekle! Yerseniz…

Sizin işçi ve emekçilere vereceğiniz kırıntı bile yok! Alın paketinizi başınıza çalın. Geleceği kuracak olan biziz, bunu bilir, bunu söyleriz.

Yiyen var mı? Kimse yemiyor! Ee, ne yapalım o zaman?

Eylül’de “biz zaten verecektik bunları” denerek güdüğün de güdüğü bir demokrasi paketiyle iç ve dış kamuoyunun önüne çıkıldı. Artık yerseniz veya kim yerse… Türkiye burjuvazisi küresel krizi ötelemenin stratejisi olarak çareyi sermaye birikimi politikalarını kentleşme zemininde geliştirmekte bulmuştu. Burada da “Her yer Metro, her yerde Karayolu, Toki!”nin karşısına “Her yer Taksim, her yer Direniş!” çıktı. Türkiye ve Brezilya gibi küresel kriz sarmalının görece dışında kalan, ekonomik büyümesini devam ettiren ülkelerde de direniş ve isyanların başlaması, aynı zamanda neoliberal kapitalizmin dayandığı sınırı gösterdi. Brezilya’da isyan karşısında acil durumda cam kırılıp açılan burjuva demokrasi paketi fazla oyalanmadan ve ama hiçbir şeye merhem olamadan çıktı, Türkiye’de ise AKP’nin kongresinin yıldönümüne denk getirilerek süründürüldü, sündürüldü, havası iyice kaçarak, kofluğu iyice açığa çıktı ve ölü doğdu. Artık yerseniz… Haziran’da patlayan Gezi Direnişi neoliberalizmin

Bizim yolumuz net ve açık: Sizin burjuvalarınızı da, burjuva demokrasilerinizi de, neoliberal demokrasilerinizi de, muhafazakâr demokrasilerinizi de, paketçiklerinizi de, sınıf diktatörlüğünüzü de, geri, gerici, en yavan yalan dünyalarınızı da toptan yıkmayı hedefliyoruz. Bizim yolumuz önce kendi gücümüzün farkına varmamızdan, bu gücü burjuva siyasete değil, proletaryanın ve kent yoksullarının devrimci mücadelesine akıtmaktan, artık vitrinlere değil, gökyüzüne bakmaktan geçiyor. Gezi’nin ilerlemesinden, yeniden mayalanmasından, onun sınıfsal öfkesinin belirginleşmesinden geçiyor! Sizin işçi ve emekçilere vereceğiniz kırıntı bile yok! Alın paketinizi başınıza çalın. Geleceği kuracak olan biziz, bunu bilir, bunu söyleriz. İhtiyacımız olan sınıf dışındaki ezme-ezilme kategorilerine (ezilen ulus, ezilen cins, ezilen mezhep…) gözümüzü kapatmak değil, bu mücadeleleri sınıf kimliğinin oluşum sürecine dâhil edecek, her bir ezme-ezilme ilişkisinin bugün sınıfsal karşıtlık ekseninde şekillendiğini gösterecek bir mücadele perspektifi geliştirmektir. Çünkü tüm ezme-ezilme ilişkilerini de, sömürüyü de ortadan kaldıracak olan tek sınıf işçi sınıfı, tek sistem ise komünizmdir, bunu biliyoruz.


4

işçi meclisi

Feniş Alüminyum İşçileri Fabrikayı İşgal Etti Kocaeli’nin Gebze-Beylikbağı bölgesinde faaliyet gösteren ve bölgenin en eski alüminyum metal fabrikası olan Feniş Alüminyum A.Ş üretimini durdurdu. İş akitleri sona erip, işsiz kalan 420 işçinin çoğunluğunun katılımıyla fabrika işgal edildi. Feniş Alüminyum A.Ş işçileri 9 Eylül akşam saat dört vardiyasından itibaren fabrikadan ayrılmama, işgal eylemi başlattılar. 2000 yılından itibaren ücretlerini almakta sürekli sıkıntı yaşayan, en son 3-4 ay önce aynı sorun nedeniyle fiili eylemler gerçekleştirerek biraz nefes alabilmiş olan işçiler bu sefer de işsizlik girdabına atıldılar. En az 2-3 ücretleri içeride kalarak işsizlikle yüz yüze kalan işçiler, bir yandan ekonomik sıkıntılar nedeniyle çaresizlik duygusu içindeler. Ama diğer yandan alacakları için militan bir direniş heyecan ve kararlılığı içindeler. 24 saattir fabrikada olan (yaklaşık iki vardiyadan oluşan) en az 150 işçi, patronla devam eden görüşmelerin sonucunu bekliyorlar. Eğer alacakları konusunda kısa vadede alacaklarını tamamen alacak biçiminde bir ödeme programı sunulmazsa işçiler eylemlerini daha militan biçimlerde sürdürmekte kararlılar. Çelik İş sendikasının örgütlü olduğu Feniş’de işyeri temsilcilerinin yanında ayrıca bu işgal sürecinde 35 kişilik bir komite kurulmuş durumda. Bu komite kararları alıp gereğini yapmak için eylem takvimi oluşturmakta. Feniş işçileri, aylar boyunca etkisiz eylemlerle oyalanan benzer durumdaki BMC işçilerinin deneyiminden dersler çıkarmalı, sendika bürokrasisini, gerçekten bağımsız öz mücadele inisiyatifine ve kararlarına dayalı komitelerle aşamadan, bu mücadelenin etkili olamayacağını bilmelidir. Feniş işçilerinin mücadeleyi geliştirmek için Gebze ve Feniş çevresindeki diğer metal işçileriyle bağ kurması önemli olacaktır.

Feniş Gebze’nin en önemli büyük fabrikalar bölgelerinden birine adını vermiş, mücadele tarihi ve önemi olan bir fabrikadır. Bu mücadele bölgedeki

İşçiler Aloğlu'na seslendi Feniş işçileri 18 gündür sürdürdükleri direnişi Patrona verdikleri sürenin dolmasından sonra yeniden holding önüne taşıdılar. Daha önce taksimde eylem yapan işçiler bu kez Feniş’in sahibi olan Aloğlu Holding önünde seslerini duyurdular. Feniş işçileri saat 15.00’de Şişli’deki Aloğlu Holding önüne gelerek sloganlarla eyleme geçti. İşçiler tazminat hakları için geçtiğimiz hafta da holding önünde eylem yapmıştı. Oturma eylemi yapan işçiler sloganlarla taleplerini dile getirdiler. Eylem yapan işçiler “İşçiler burada Aloğlu nerede!”, “Tazminat hakkımız gaspedilemez!” “Her yer Feniş her yer direniş!”, “Direne direne kazanacağız!”, sloganlarını sık sık attılar. İşçiler holding önünde eylemlerine devam ederken holding yöneticileri görüşmek için saat 15.30'da bir grup işçiyi içeri çağırdı. İçeri giren temsilcilerin yaptığı görüşme 16.20

diğer sendikalara bağlı metal işçileri tarafından Çelik-İş hayaleti ya da salt ücret alacağı meselesi diye küçümsenmemelidir. Bölgede kriz gibi gerekçelerle kapanan ya da bölüm kapatan başka fabrikalar olduğu gibi, Feniş’ten başlayacak bir tasfiyenin yayılması tehlikesi de vardır. Bu yüzden metal işçileri bürokratlar üzerinden değil tabandan güçlerini birleştirmeli, Feniş işçilerinin direnişi Gebze’deki mücadele geleneğini canlandırmalıdır.

Feniş Alüminyum işçileri holding önünde Birkaç aylık alacakları verilmeden, hiçbir kıdem, ihbar ve diğer haklarını alamadan işten çıkarılan Feniş işçileri fabrika işgal eylemini sürdürüyor. Çarşamba akşamı saat 21.00 ile 21.30 arasında fabrikanın yanındaki E-5 karayolunun İstanbul istikametini trafiğe kapatan işçiler işgal sonrası ilk blokaj eylemini gerçekleştirmişlerdi. Eylem sonucu uzun araç kuyruğunu yaratarak seslerini duyurmaya çalışan ve kararlılık belirten işçiler işgal yanında eylemlerine devam ediyor. İşçilerin eylem alanı bu sefer Feniş Holding’in Mecdiyeköy’deki merkezinin önü oldu. İki otobüsle öğle yemeği sonrası harekete geçen 80 işçi saat 15.00 sularında Holding önüne vardı. İşçiler “Her yer Feniş her yer direniş”, “İşçiler burada Aloğlu nerede”, “Direne direne kazanacağız”, “Aloğlu şaşırma sabrımızı taşırma” sloganlarıyla oturma eylemi yaptılar.

sularında sona erdi. Görüşmeden çıkan temsilciler görüşmeyi işçilere aktardı. Holding avukatıyla görüşen işçiler tazminatların ve maaşların ödenmesine dair hiçbir şey söylenmediğini daha önce söylenen lafların aynen tekrar edildiğini ifade ettiler. Ayrıca kapıda yapılan eylem için avukatın “ayıp oluyor” dediğini ifade eden işçiler, “bu ayıba devam edeceğiz, direnişimizi sonuna kadar devam ettireceğiz” dediler. “Bundan sonra kimseyi bekleyecek halimiz yok” diyerek tepkilerini gösteren işçiler görüşme sonrasında sloganlara devam ettiler. Bu açıklamanın ardından bir süre daha işçiler sloganlarla bekleyişini sürdürdüler. Daha sonra işçiler Mecidiyeköy tarafına giden yolu trafiğe kapattı. Kadın işçiler kendini zincirledi. Yolu trafiğe kapatıp sloganlar atan işçilere çevik kuvvet polisleri kalkan ve coplarla müdahale etti. İşçiler buna direndi. Sivil polisler gözaltı yapmaya çalıştı fakat işçilerin kararlı duruşundan sonra bundan vazgeçmek zorunda kaldı. Bir süre sonra Şişli İlçe Emniyet Amiri gelerek barikatı geri çekti. Polisler bu sefer de temsilciyle görüşerek eylemi bitirmeye çalıştı. Fakat işçiler bir süre daha ana yolu trafiğe kapatarak eyleme devam etti. Daha sonra ise tekrar holding önüne yönelerek ara sokakta oturma eylemine devam ettiler. 17.30 civarında işçiler kendi iradeleriyle eylemi sonlandırdı. Eylem sonunda işçiler kararlı duruşlarını bir kez daha göstermiş oldular.


5

işçi meclisi

Feniş İşçileri Barikata Dayandı 14 gündür direnişte olan Feniş işçileri eylemlerine devam ediyor. Halen fabrika işgaline devam eden işçiler seslerini duyurmak için çeşitli eylemlerle mücadelelerini sürdürüyorlar. Çelik-İş sendikasında örgütlü olan Feniş işçileri 9 Eylül’de üretime ara verdiğini belirten patron 11 Eylül’de 420 işçiyi daha sonrada 20 Eylül’de de 100 işçiyi kapı önüne koydu. İşçileri kapı önüne koymakta yavuz olan patron işçilerin tazminatlarını ödeme konusunda ise sessiz. İşçilere “Müşteriden para gelirse vereceğiz alacaklarınızı” dışında bir açıklamada yapılmış değil. İşçilerin ev kirası, faturaları ve kredi borçlarını ise bu teminat ödemiyor. İçlerinde 26 yıldır Feniş’te olan işçiler ise öfkeliler ve haklarını alana kadar işgale ve çeşitli eylemlere devam edeceklerini belirtiyorlar. Daha önce E-5′i trafiğe kapatmak, Fabrikadan Gebze’ye AKP binasının önüne yürümek gibi eylemler yapan işçiler için bu sefer eylem adresi Taksim’di. Taksim’de Galatasaray Lisesi önüne pankart ve flamaları ile sloganlar eşliğinde gelen işçiler burada bir basın açıklaması yaptılar. İşçiler basın açıklamasını Taksim’de yapmak isteselerde sendika açıklamayı burada yaptı ve daha sonra Taksim’e yürüneceğini belirtti. Polis ise çevik kuvvet ve TOMA ile İstiklal Caddesinde barikat kurdu. Coşkulu sloganlar eşliğinde yapılan açıklamada şunlar ifade edildi; “Sermayedarların en ufak sıkıntısında sorunlarını çözen sistemin iş emekçilere gelince kör, sağır ve dilsizi oynamasını kabul etmiyoruz. İşverenlerin vergi ve sigorta borçlarına af getirenlerin, bankalardan futursuzca kredi kullanmalarının önünü açanların bizlere verecekleri hesabı var. İşveren rahat biçimde yaşıyor ve sistem koruyor. Yasalarla güvence altına alındığı söylenen işçi haklarımız gasp ediliyor. Bizler 520 işçi olarak işimizi kaybetmek istemiyoruz. Hükümetin, ilgili bakanların konuya sahip çıkmalarını bekliyor ve istiyoruz.” Basın açıklamasının ardından pankartlarının arkasına geçen işçiler Taksime

doğru yürüyüşe geçti. Polis barikatına gelmeden sivil polislerce önü kesilen işçiler “müdahale ederiz” tehdidiyle karşılaştı. Ama bu tehdit işe yaramadı ve işçiler “Her yer Feniş her yer direniş”, “Sık bakalım sık bakalım…” sloganları ile kararlılıklarını gösterdiler. Sivil polisler “5 dk süre” diyerek geri çekildi. İşçiler barikata doğru hareketlendi ama karşısında bu seferde sendika bürokrasisinin barikatı çıktı. “Eylemimizi yaptık. Polis arkadaşlarda haklı olarak uyardılar. Şimdi otobüslerimize dönüyoruz” anonsu geldi Şerafettin Koç’tan. İşçiler tarafından yuhlamalar ve sloganlarla karşılandı açıklama ve oturma eylemine geçildi. Daha sonra yine barikata hamle yapan işçiler sendika barikatı ile yeniden karşılaştı ve sendika işçileri geri çevirerek otobüslere doğru yürüyüşe geçirdi. Tepkili işçiler barikatın önünden geçerek ve sloganlar atarak polise tepkilerini gösterdiler.r. Sendikaya ve Şerafettin Koç’un açıklama ve uslübuna tepkili işçiler öfkeliydi.

Tuncel Kurtiz’in arkasından bir deneme

“Sen hala evrime mi inanıyorsun!” Bu reaksiyonu bir mühendisin göstermiş olması değil de şaşkınlığındaki samimiyeti sarstı beni. Evrime inanmak; sürüden ayrılan koyunun zebaniler tarafından kapılıp cehennem ateşinde ızgara olması olarak düşünülünce böyle oluyor herhalde. Dalgaya vurup sıradanlaştırarak alışıyor, sanki bu düşüncelerin varlığına müsamaha göstererek kendi düşüncelerime müsamaha istiyor gibi yaşayarak bir parçası mı oluyorum diye düşünüyordum ki Tuncel Kurtiz’in ölüm haberini duydum. Hala evrime inanıyor olacağımki iki alarm arasındaki uyku kıvamında görsel ve düşünsel bir karmaşaya tutuldum. Ve hiçbir anlamlı sırayı takip etmeyen bu anı yazayım da bu kaosun bir fotoğrafı kalsın elimde istedim. Şimdi dedim Tuncel Kurtiz için bir sürü güzelleme yapılacak. Ölümün ona yakışmadığı anlatılacak. Nazım’dan bir ölüm portresi geldi aklıma, sonra da Homerostan, Nazım, yeniçerilerin boynunu vurarak kanını göle akıtmasıyla, güneşin batışını Bedrettin yiğitlerinin ölümüne yorarken, Homeros savaş alanında düşen binleri olgun başak tanelerinin boynunu öne eğmesiyle anlatıyordu. Doğanın bir parçası olarak bir insan ölümünün doğadan betimlenmesinde elimizde koca çınar klişesi dışında bir şey var mı diye düşünürken, önce köyden kente, sonra bir ülkeden başka bir ülkeye göç ve tabiiki Otobüs filmi bu kaosun içinde bir ara durak olarak durdu. Bisiklet Hırsızları’yla beraber ikinci kez izlemeye cesaret edemediğim bir film. Şu

farkla ki Bisiklet Hırsızları‘nın final sahnesinde yaşadığın daralmayı, Otobüs filminde ilk sahneden itibaren yaşıyorsun. O daralmayı tekrar yaşamaya başladım. Astım krizinin duygusal eşliği. Canım eni sonu bir film işte diyerek bir nefes alayım istedim. Beyin kıvrımlarımdaki elmas nehrin debisi artmış olacak ki Fakir Baykurt’un göçmen işçilerle röportajı, Selda Bağcan’nın “Almanya acı vatan” fon müziğiyle aynı enstantene içinde yer bulup bu manevramı boşa düşürdü. Tamam dedim gerçek ama geçmişte kaldı. Evet bu tez daha güçlü olmaIı ki birbiri ardına pekiştirici argümanlar canlanıverdi. TRT’deki göçmen işçi belgeselleri, 3. kuşağın başarı öyküleri, seçilen milletvekilleri vs. Asimilasyon mu?, entegrasyon mu? uyum sağlamadıkları ve böyle bir umut da vaad etmedikleri için Romanlar’ın Fransa’dan, daha yanan evlerinin isi tüten, bıçaklı çetelerin kol gezdiği Bulagaristan’a geri gönderilmeleri mi?, sabah kapı açıldığında “Türk evin dön” çağrısının bulunması mı?, Amerikanın nitelikli göçmen işçilerle büyüdüğü fikri üzerinden Suriyelilerin iyi eğitimlilerinin, sanayide ve gemilerde öleceklerden ayrılıp katma değeri yüksek sermayeye dönüştürülmesi fikirleri mi? Bu bir senteze varmayan tez, anti tez bulamacından sonra tekrardan Tuncel Kurtiz’e dönüverdim.

Çocukluğumun en kötü kahramanıydı Kurtiz. Hikayesiyle büyüdüğüm Pir Sultan‘ı asan Hızır Paşa‘ydı O. Bugün ki polisin muadili denebilcek asesleri Alevileri soymaya, öldürmeye yolluyordu. Kötüyü iyi oynayarak iyinin altını çizmek tamam da Ebu Suud’u oynamak nerden çıktı onu bilemedim. Ezel’den, Süleyman’dan kahraman çıkar mı? Peki çok zorlasak çıkar mı? Bir at arabası sahnesi. Filmin adı Umut. Paran olmazsa yaz gününde üşürsün diyor Kurtiz, Yılmaz Güney’e. İstanbul parklarındaki Suriyeliler gibi… Şarap da içemezsin. Şarlo cadı kazanından İngiltereye sürdü kendini. Bir rolle değiştirebilirdi dünyasını, kabul etmedi. Keşke diyorum Kurtiz, THY işçileri grevdeyken, THY reklemına ses vermeseydin de Sabahattin Ali’yi yüreğinde taşıyan Nazım gibi taşıyabilseydin Yılmaz Güney’i yüreğinde.


6

işçi meclisi

Çağrı merkezi İşçileri Türkiye’nin Saldırgan Dış Politikasını ve Bölgeyi Tartıştı Bir grup çağrı merkezi işçisi, Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik saldırgan dış politikasını, Suriye’de yaşanan katliamları ve bu bağlamda bölgede yaşanan diğer gelişmeleri kendi cephesinden resmedebilmek, patronlar ve çıkarları odaklı ortaya çıkan gelişmelerin işçiler için anlamını ve kendi tutumlarını tartışabilmek için bir araya geldi. Söyleşide öne çıkan konuşmaları, görüşleri aktarıyoruz: -İlk olarak söylemem gereken şey son yıllarda hükümetin sürekli öne çıkardığı Suriye’ye müdahale söylemi ile hiç bir çıkar ortaklığımızın bulunmadığıdır. Şimdiye kadar gördüğüm kadarıyla Suriye’de çok sayıda insan öldü. Bunların orada yaşayan patronlar olmadığını tahmin etmek zor değil. Ben yeri geliyor 12 saat çalışıyorum. Beni 12 saat çalıştıranların, bu şekilde çalışmayı dayatanların savaş sloganıyla benim nasıl bir ortaklığım olabilir. Hem de sonucunda ölen yine bizler, yoksullar olacak. -Ben de katılıyorum. Suriye ile Mısır ile ilgili çığlıklar atanlar ülkedeki yaşam standartlarının ne durumda olduğunu görmüyor, görmek istemiyor. -12 saat çalıştıranlarla, hükümet politikalarının birlikte olduğunu söylememiz iyi oldu. Bu noktadan yola çıkarak savaş gündeminin neden öne çıkarıldığını da görebiliriz. Suriye’de ya da Ortadoğu’nun herhangi bir parçasında Türkiye’nin yapmak istedikleri patronlar sınıfının çıkarları tarafından belirleniyor. Sermayedarların daha fazla kar için daha da düşük ücretlerle işçi çalıştırmak istedikleri sektörümüzden iyi biliyoruz. Burada işçi ve emekçilerin kanını dökerek yapmak istedikleri şey de tam olarak bu. Daha düşük yaşam koşullarının olduğu, işsizliğin yaygın olduğu bölgede ücretleri de çok daha düşük tutabilecekler. Sermayedarların bu bölgeyi tamamen bu hisle arzuladıklarını düşünüyorum. -Bu olay çağrı merkezlerinde de çok yaşanıyor. Türkiye’de de çağrı merkezleri sanayileşmenin fazla olmadığı, işsizliğin çok olduğu yerlerde açılmaya başladı. Afyon, Gümüşhane, Urfa, Erzurum, hep bu illere yapıyorlar yeni yatırımları. Malatya’dan Ankara’ya yürüyen arkadaşımızın durumu da bununla benzeşiyor. 1000′in üzerinde işçi çalışıyormuş CMC Malatya’da. Hem günü geliyor 14 saat çalışıyor hem de asgari ücretin altında ücret alabiliyorlarmış. Buna rağmen insanların çalışmaya devam ettiğini söylüyor. Dünya genelinde de daha önce yaptığımız tartışmalarda çağrı merkezlerinin durumunun bu olduğunu söylemiştik. ABD, İngiltere, Almanyadaki büyük şirket çağrı merkezini Hindistan’a, Türkiye’ye açıyor. Suriye’de patronlar istediklerini yaptıklarında artık İstanbul’daki sermayedarda daha ucuz, daha az hakla işçi çalıştırmak için Halep’e çağrı merkezi açabilir. -Bir de şimdiki durumu var ülkenin. Esad’ı destekleyen ülkeler var. Ne Suriye’de ne de

Rusya’da, Çin’de işçiler daha iyi durumda değiller. Çin’deki işçi ölümlerini, kötü koşulları sürekli okuyoruz. Suriye’de işçilerin durumu da kötüydü, Rojava’da Kürtler eziliyordu vs. Aslında bir sömürü durumuyla başka bir sömürü durumunun savaşı olur, ABD’nin Türkiye’nin Esad’ın savaşı. -Güzel nokta. Ayrıca Rusya’da da çağrı merkezi işçilerinin durumu iyi değil. Türkiye gibi son yıllarda en çok çağrı merkezi işçisi sayısı artan ülkelerden biriydi. Bizim gibi sosyal haklar, örgütlenme hakları konularında da sorunları anlatılıyordu bir yazıda. Patronların kendi içlerindeki para savaşının hiç bir yönü iyi değil. Suriye konusunda bizim birlikte olduğumuz bir grup varsa o da oradaki işçiler, yoksullar, katledilenler. Türkiye eğer tekrarlayıp durduğu savaş söylemini uygulamaya koyarsa karşı çıkmak için her şeyi yapmak gerekiyor. -Arap Baharı dedikleri olaylar silsilesi sisteme karşı eylemlerle başlamadı mı? Bunların yoksul halkın hareketi olduğunu görüyorduk. Suriye’de de buna benzer eylemler vardı. Şimdi çok farklı bir noktadayız. Patronların cephelerini konuşuyoruz. Biz herhangi bir yerde duramıyoruz. İşçiler neden kendi kimlikleriyle bu çatışmalarda taraf değiller? -Sömürücü siyasetlerin içerisinde eriyip gitti Suriye’deki işçi, emekçi, yoksul çığlığı. Ya da sünni-alevi olarak onları da böldüler. Patronlar birlikteydi oysa. Örneğin alevi tarafı olarak söylenen Esad rejiminde sünni-alevi patronları birlikteydi. İşçilerin toplam bir birlikteliğe ihtiyacı var. Patronlar saldırıyor, siyaset yapıyor. Bizim de yapmamız gerekli. Onları teşhir edecek ve 12 saat çalıştıranların değil 12 saat çalışanların siyaseti. Burada biz kanı ya da sömürüyü değil bölgeden bunları kaldırmanın taraftarı olacağız, böyle bir gelecek kurmak isteyeceğiz. -Türkiye’de dahil bölgede işçiler adına bir öncülük sorunu var. Onları dışarıda bırakan bir siyaset üretme sorunu var. İşçi sendikaları var ama güçlü işçi partileri, sosyalist partiler yok. Kanı ve sömürüyü defetmek için patron partilerine değil kendi siyasetimize ve bunun aracına ihtiyaç var. -Evet bence de öncülük sorunu var. Tamam ABD’ye karşıyız. Rusya’ya da dedik. Fakat şu anda başka bir siyasal alternatifin kendini gösterememesi işçileri de bu taraflara ya da patron partilerine yüz çevirmek durumunda bırakıyor. Öncü kesimler var elbette fakat yaygın değiliz. İş yerlerinde yaşadığımız sorunlara dair çözüm için dahi bu konuyla ilişkili olmak, siyasal sloganlara da sahip olmak gerekli. -Artık sadece Ortadoğu ya da yakın bir kaç ülke değil tüm dünyayla bağlantı içinde gerçekleşiyor üretim. ABD’deki Burger King çağrı merkezi Hindistan’da, Luftansa İstanbul’da. Sorunlar ortak, patronlar ortak.

Ücretler değişiyor belki ama ülkelerin yaşam koşullarıyla birlikte düşündüğümüzde ağır sömürü koşullarında yaşadığımız gerçeği değişmiyor. Dünyanın bir yerindeki siyasal olay örneğin Suriye, sadece alıştığımız ABD’yi değil, Fransa’yı, Almanya’yı, Çin’i, Rusya’yı getiriyor. Siyaset üretme sorunu ya da işçi sınıfının örgütlenmesi sorunu da bizim aklımıza aynı şirket altında çalıştığımız farklı ülkelerdeki işçileri de getirmeli. Suriye’deki iç savaş, bir sürü mültecinin de gelmesine neden oldu. Geçen gün arkadaş gördüğü ikisinin ne kadar kötü koşullarda çalıştığını anlatıyordu. -Ayrıca konuştuğumuz müdahale gibi gündemlerde sadece Türkiye tarafından gerçekleştirilmeyecek. Çok uluslu kamplar var. Savaş karşıtı mücadele de aynı şekilde çok uluslu verildiğinde güçlü olur. Aynı anda ABD, Fransa, Türkiye’den eylemler geldiğini, işçilerin iş bırakıp bankaları vs. kilitlediğini düşünebiliyormusunuz? Ne süper bir şey olurdu. -Kahrolsun bağzı sınıflar o halde. Türkiye’de bu dış politikaya ama sadece bunla sınırlı değil içerde dışarda her yerde sömürüyle 0 sorun, işçiye 0 hak politikasına Gezi direnişi gibi kitlesel eylemler olabileceğini düşünüyormuyuz? -Olabilir. Sonuçta insanların yıllardır yaşadıkları bir birikim yarattı. Gezi’den sonra toplumun hareketlere daha duyarlı olduğunu söyleyebiliriz. Siyasal gündemlerle kurduğumuz ilişki, Ortadoğu’da yaşanan sorunlar ve işçileri gündemimizde tutmalıyız. Daha fazla sektörden işçinin gündemine sokmak gerekiyor. Bu tür toplantıların bileşimini genişletmek gerekiyor. -İşyerlerimizde sadece ücret, çalışma koşulları, örgütlenme başlıklarını değil siyaseti de gündemleştirmeliyiz. Evet konuşuyoruz elbette siyaseti de tüm yaşamı da. Ama sistemli hale getirirsek bu bileşime daha fazla arkadaşımızı katabiliriz. -Gezi sektördeki çalışma da dahil olmak üzere gelişmeler yarattı. Ama sadece insanların bu biçimde siyasallaşmasını beklemek yetmez. Dahası sorun bir kaç ayda gündemleşip, bir kaç ayda uçacak bir mesele değil. Her zaman başlıklar arasında bulunması gereken şeyleri konuşuyoruz. -Alternatif konusunda daha da çok şey öğrenmek ve tartışmak gerekiyor. İşçiler nasıl bir Suriye, Ortadoğu, Türkiye tasarlıyor. Karlı, kanlı Ortadoğu’yu görüyoruz. Aksi nasıl birşey olurdu. Canlı şeyler söylemek, kafamızda biraz tasarlayabilmek gerek. Bunun için başlığı gündemde tutmayı sürdürmek, başka yönlerden de konuyu tartışmak gerekiyor.


7

işçi meclisi

Bir Hayalet Daha?

Son haftalarda işçi kitlelerin nabız atışlarında bir farklılaşmanın da işareti olabilecek farklı tepki ve eylem biçimlerinin haberleri de ard arda gelmeye başladı. İstanbul Bağcılar’da, bin Kürt taşeron inşaat işçisi, Kürtçe konuştukları için uğradıkları saldırı ve aşağılamaya karşı E-5'i kesti. Urfa Siverek’te 9 aylık geçici iş için başvuran 2 bin işsiz, içeri alınmayınca izdiham yaşandı. Polis, işsizlere saldırdı. Tepkileri daha da artan ve direnen işsizleri, İlçe Kaymakamı kapıları açtırarak yatıştırabildi.

taşeron işçileri vuruyor. Mali oligarşik anti-kriz politikası olarak karların yukarıya, maliyetlerin aşağıya doğru geometrik olarak büyüyerek yansıdığı neoliberal çok katmanlı üretim organizasyonunda, tekeller taşeron şirketlerin suyunu azalttıkça, taşeron şirketler de bunun acısını taşeron, güvencesiz işçilerden çıkarıyorlar. Türkiye’nin en büyük taşeronluk şirketlerinden Orion’un iflası bir gösterge. 22 bin işçiyi işsiz ve toplam 250 milyon liralık ücret alacaklarını da gaspetmiş olarak ortadan kaybolmuş durumda. Erzincan’da eylem yapan inşaat işçiler ise, şirketin başka bir şirketten alacağına ipotek konulacağı sözü verilerek eylemlerine son vermeye ikna edilebildi. Coğrafi esneklik de, her işin en emek yoğun bölümlerini, hem taşerona hem de daha düşük ücret bölgelerine ya da o bölgelerden metropollere gelen taşeron işçilere kaydırılmasını kolaylaştırıyor. Son dönemlerde başta inşaat, tekstil, belediye, ve yine bu daha ucuz işçilik alanlarına kaydırılan çağrı merkezi gibi emek yoğun bölge ve alanlarda, yanısıra taşeron işçilerin metropollerde de önemli bölümünü oluşturan Kürt ve göçmen işçilerin direnişlerinde hissedilir bir artış olmasının nedeni bu.

Erzurum’da DSİ’nin yaptırdığı bir şantiyede çalışan ve aylardır ücretleri ödenmeyen taşeron inşaat işçileri, DSİ bölge müdürü ve müfettişleri rehin alarak eylem yaptı.

Bu eylemlerin bu kadar kısa bir sürede art arda gelmesine tamemen raslantı da denilebilir. Fakat işçi sınıfının coğrafi, etnografik genişlemesi, yeni güvencesiz işçi kitlelerinin durumu, yanısıra yavaşlama sinyalleri veren sermaye birikiminin artan saldırganlığı açısından düşünüldüğünde, bu eylemlerin arka planda işleyen bir farklılaşma eğilimine işaret ettiği de düşünülebilir. Bu eylemler, taşeron, güvencesiz, en ağır koşullarda en düşük ücretlerle çalışan işçiler tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu eylemler, yakın zamana kadar işçi eylemlerine pek konu olmamış geniş bir coğrafyadan artan bir sıklıkla işçi eylem ve sesi çıkmaya başlamasının bir ifadesi. Yıkıcılaşan çalışma koşulları ile birlikte ücretlerin ödenmemesi, geç veya eksik ödenmesi, asgari ücretin de altında ücret uygulamaları, özellikle metropollerin dışındaki ve yeni iş havzalarında yaygınlaşıyor. Sermaye birikimindeki -özellikle de son dönemlerin gözbebeği inşaat- yavaşlama sinyalleri de, önce -zaten bunu tamponlamak için yaygınlaştırılan güvencesiz,

En sonu, eylem biçimleri de bir farklılaşma eğilimini gösteriyor. En büyük burjuva, hükümet temsilcileri, yüksek bürokratların “Çalışma Meclisi”nde TİSK başkanının konuşmasını kesip “sen asgari ücretle çalışabilir misin” diye bağıran işçi, “işten atılmaktan korkmuyor musun” sorusuna, “kaybedecek bir şeyim yok” diye yanıt veriyor. Malatya’da bir çağrı merkezi işçisi, asgari ücret ve sosyal haklar sorununa dikkat çekmek için, hiçbir taşıt kullanmadan, cebinde doğru dürüst parası da olmadan Malatya’dan Ankara’ya 15 günlük bir yürüyüş eylemi yapmayı göze alıyor ve gelip Çalışma Bakanlığı’nın kapısına dayanıyor. İnşaat işçileri yol keserek Kürtlüğe saldırının hesabını soruyor, inşaat işçileri müdürleri rehin alarak ödenmeyen ücretin her kuruşunun hesabını soruyor. Bir şeyler mayalanıyor. Semalarda Gezi’den sonra, bir de bir işçi, en azından güvencesiz, sosyal haksız, gözünü karartmaya başlayan bir işçi hayaleti de dolaşmaya başlıyor olabilir mi? Rejim-hükümet büyük ölçüde tıkanmış durumda. Toplum; kadınlar, Kürtler, Aleviler, beyaz yakalar, gençler, öğrenciler, aydınlar artık bu rejimin deli gömleğine ne de lütuf buyurduğu “demokrasi paketleri”ne sığmaz hale geliyor. Bunu pek çok kişi görüyor, görmekle de kalmayıp tıkanan ve yaşamlarını tıkayıp bastıran rejime isyan ediyor.

Tekelci sermaye örgütleri, hükümet ve sendika bürokratlarının düzenlediği “Çalışma Meclisi”nde, bir taşeron sağlık işçisi protesto eylemi yaptı. Malatyalı bir çağrı merkezi işçisi, asgari ücreti ve mezarda emekliliği protesto etmek için Ankara’ya yürüyüş eylemi ve Çalışma Bakanlığı’nın önünde protesto açıklaması yaptı.

Her hangi biri, “yahu o insanlar zaten aç, işsiz bırakıldığı için 3 kuruşluk ve 3 günlük bir iş için birbirini eziyorlar, ne gerek var bir de gazlayıp coplamaya!?” diye hayıflanabilir. Ama devlet, artık bu toplumun, bu deli gömleği rejimine sığmadığının farkında ve her yerde bir Gezi, bir Serhıldan hayaleti görüyor! Ve haksız olmadığı gibi, Gezi’nin, Serhıldanın olmadığı yerde bile onu yaratmayı pek güzel başarıyor!

Urfa Siverek’te 9 aylık geçici işe alım ilanı üzerine çıkan izdiham, infial ve polis saldırısı ise sıradan bir olaymış gibi görünebilir, ancak farklı erişimleri var. Proje Kürdistan’da işsizliği ve asıl olarak dağa çıkmayı bir nebze tamponlamak için kullanılıyor. Fakat devletin Kürt kent yoksul ve işsizlerini PKK’den uzak tutup İl Özel İdarelerine bağımlı kılarak pasifize etmek için uyguladığı bu proje Kürt mücadele dinamiğini ortadan kaldırmadığı gibi, sınıf çelişkisiyle de birleştiren bir etken haline geliyor. En son Van’da 9 ayda bir birkaç bin depremzede işe alınırken alınmayanların infiali yaşanıyor, alınanlar ise her 9 ayın sonunda işlerini koruyabilmek için örgütlenip direniş yapıyorlar. Siverek’te işe alım ilanına başvurmak için toplanan 2 bin işsiz yoksula yapılanlar ise, bunun işsiz ve yoksulları dilencileştirme, ezme, devlete köleleştirme politikasından başka bir şey olmadığını gösteriyor. İş başvurusu çağrısına karşın kapıların açılmamasına tepki gösteren işsizlere polisin biber gazı ve copla saldırması, ise herzamanki devlet makinası kafasının ötesinde, son dönemlerde kitlelerin, hele ki işçi, işsiz ve kent yoksullarının -ve hele ki Kürt, Alevi, kadın, genç iseler- toplanmasından ve tepkisinden büyüyen korkusunu gösteriyor.

Peki 30 milyonluk işçi sınıfı, en az yarısı esnek güvencesiz asgari ücretli olarak çalışan, eğer Kürtse, kadınsa, gençse, öğrenciyse, işsizse daha düşük ücret ve daha despotik ve tacizci çalışma koşullarına talim eden, bırakalım sosyal hak ve güvenceyi artan bir bölümü ücretlerini bile alamayan, dahası daha büyük bölümleri de bu dayanılmaz sömürülme ve gaspedilme koşullarına itilmek istenen işçi sınıfı, kapitalizmin neoliberal üretim ilişkilerinin (üretim ve emek organizasyonunun) deli gömleğine sığar mı? Yukarıda sıraladığımız işçi eylem ve direnişleri belki çok mütavazı ve raslantısal görünebilir. Fakat Derbi’de çoğunluğu güvencesiz işçi, işsiz ve kent yoksulu olan 10 binlerce taraftarın infiali ile birlikte düşünüldüğünde başka bir şeyler mayalanabiliyor olabilir mi?


8

işçi meclisi

Masalarınızdan da Kan Damlıyor Suriye’de süregelen iç savaşın son dönem gündemi ABD-AB-Türkiye eksenli şekillenen emperyalist müdahale tehdidiydi. Bu gündem ABD ve Rusya arasında gerçekleşen uzlaşmayla geçici olarak geriye çekildi. Rusya’nın küresel emperyalist güç olarak belirginleştiği gerilim ve askeri güç gösterisi dönemi yerini Suriye iktidarının Rusya tarafından kimyasal silahları imha planınına ikna edilmesiyle küresel burjuva uzlaşısı dönemine bıraktı. Uzlaşıya göre, Suriye’nin elindeki kimyasal silahlara dair ayrıntıları bir hafta içinde açıklaması ve tüm kimyasal silah varlığını 2014 yılının ortasına kadar imha etmesi gerekiyor. Rusya tarafından hazırlanan tasarının ABD cephesinden kabulü, Rusya’nın bölge üzerindeki emperyalist çıkarlarını koruma adına daha da öne çıktığı bir küresel mali oligarşik denge durumunu anlatıyor. Suriye’de 2011'de başlayan çatışmaların arka planında burjuva yönetememe krizi, dünya burjuvazisi cephesinden bölgenin ekonomik, siyasal, sosyal açıdan önceki düzleminin yeni sermaye birikimi evresine geçiş ihtiyacı temelinde eskimesi, çok yönlü yeni Ortadoğu ve Kuzey Afrika dizaynı istemi yer alıyor. Küresel burjuva güç odakları ve Suriye iç savaşının cepheleri ilişkisi de bu bağlamda, küresel aktörlerin Suriye pastasındaki paylarını arttırma, bölgenin yeniden inşasındaki kar alanlarını tutma, siyasal hegemonyasını derinleştirme ihtiyaçlarıyla bağlantılı kuruluyor. Küresel mali oligarşik güç merkezlerinin ÖSO çatısı altında toplanan silahlı çeteleri bu programın parçası olarak desteklediklerinin, sürecin aynı zamanda küresel emperyalist üretim organizasyonunun yayılması, çok uluslu sermaye için yeni kar alanları anlamına gelen ucuz emek bölgelerinin ekonomik, siyasal bir küresel tekelci tahakkümle dünya kapitalizmine entegre edilmesi anlamı taşıdığının altını bir kez daha çizmek gerekiyor. Türkiye’nin saldırgan Suriye politikası da bu eksene tümüyle bağlı. Bununla birlikte, bölgede başat kapitalist aktör olma isteği, Suriye’deki yıkım ve potansiyel yeniden inşa sürecine iştahla bakan tekelci kapitalist dürtüleri, bölgede küresel mali oligarşinin bölge programına sıkı sıkıya bağlı siyasal tahakküm kurma anlayışı onu en cevval koltuklardan birine oturtmuştu. Suriye’de kimyasal silah kullanımı, dökülen kan tekelci burjuvaziyi rahatsız etmiyor, o bu kanlı masaya yeni kanlar akıtmanın, kazanacağı karların vahşi dürtüsüyle bakıyor, fırsat kolluyor. Tam da bu nedenle yediği balans ayarlarına karşın savaş kışkırtıcılığından bir an bile geri durmuyor. Son uzlaşı süreci, iç çatışma, savaş tehdidi, güç gösterisi dönemlerinde olduğu gibi küresel ve bölgesel güç odaklarının çıkarları üzerinden yükselmiştir. Rusya’nın başını çektiği Çin ve İran’ın da diğer parçalarını oluşturuduğu küresel tekelci burjuva kampı hem Suriye üzerinde mevcut çıkarlarını korumak, hem de bölgesel yeniden yapılanma sürecindeki konum kaybını engellemek, oluşacak yeni pastadaki paylarını arttırmak adına ABD, Fransa, İngiltere, Türkiye eksenli körüklenen silahlı müdahale yangınını soğurmuştur. Akdeniz’e karşılıklı konuşlandırılan savaş gemileri, füze tatbikatları, savaş açıklamaları, tehditleri ile geçen günlerin ardından uzlaşılan nokta Suriye gündeminin çok uluslu, farklı burjuva kampların çıkar çatışma ve uzlaşmalarına bağımlı karakterini yeniden gösterdi.

Rusya’nın güç gösterisi ve burjuva uzlaşma sürecindeki rolü, anti-ABD’cilik adı altında Rusya’dan medet umanları da görmeye başlamamıza vesile oldu. Daha önce her ikisi de sınıf karakteri olarak özdeş, Esad-ÖSO çatışmasında Esad’a duyulan sempatiyle görünür olan anti-kapitalist temelden yoksun kaba anti-emperyalist ulusalcı akımlar bu kez de, Rusya’nın rolünü olumlulayan cümleler kurmaya başladı. Suriye’den başlayarak, bölgede, dünyada tezahür eden burjuva kamplaşmanın cepheleri hem mevcut süreçteki rolleri hem de tarihsel anlamlarıyla işçi sınıfının uzlaşmaz düşmanlarıdır. Ayrıca, Obama’nın kongreye sunmayı tasarladığı saldırı önergesi öncesi yapılan kamuoyu yoklamalarında ciddi oranda red eğiliminin görülmesinin de ABD’yi bu uzlaşma planını onaylamaya yaklaştırdığı ifade ediliyor. Savaş önergesi daha önce İngiltere parlementosunda da reddedilmişti. İslamcı paramiliter çetelerin yer yer beslendiği güç odaklarının kontrolünden çıkması, Mısır’da bölgesel entegrasyon programının çökmesi, ABD bölge programının bir bütün olarak yaşadığı sıkışma ve kırılmaların da bu uzlaşma noktasının belirginleşmesinde rol oynadığını görmeliyiz. Rusya’nın güç gösterisi ve burjuva uzlaşma sürecindeki rolü, anti-ABD’cilik adı altında Rusya’dan medet umanları da görmeye başlamamıza vesile oldu. Daha önce her ikisi de sınıf karakteri olarak özdeş, Esad-ÖSO çatışmasında Esad’a duyulan sempatiyle görünür olan anti-kapitalist temelden yoksun kaba anti-emperyalist ulusalcı akımlar bu kez de, Rusya’nın rolünü olumlulayan cümleler kurmaya başladı. Suriye’den başlayarak, bölgede, dünyada tezahür eden burjuva kamplaşmanın cepheleri hem mevcut süreçteki rolleri hem de tarihsel anlamlarıyla işçi sınıfının uzlaşmaz düşmanlarıdır. Rusya, Suriye’nin mevcut ekonomik, siyasal denge durumu üzerinde bir dizi çıkara sahip emperyalist kapitalist aktör olarak denkleme giriyor. Rusya, 1990'ların ortasından itibaren Suriye pazar ve dış ticaretinde İran ve Çin ile birlikte pastanın büyük payının sahibidir. Suriye’nin silahlı gücünün %78'i Rusya kaynaklı. İki ülke arasındaki askeri alışveriş 2007-2011 arasında önceki dört yıla oranla %580 artış gösterdi. Yine iki ülke arasında son 5 yılda 4,7 milyar dolarlık silah satım anlaşması imzalandı.

Suriye’de gerçekleşen kapitalist üretimin teknik temelini yine saydığımız ülkeler ile olan ilişkiler oluşturuyor. Emperyalist kapitalist Rusya’nın dostu olduğu şey Suriye’de yaşayan işçi ve emekçiler değil mevcut Suriye durumunda elinde tuttuğu kar alanlarıdır. Yine korunmak istenen de Suriye’de edinilmiş olan tekelci kapitalist konumdur. Tartus limanının da Rusya için önemi büyük. Coğrafi olarak Suriye’nin tüm bölgeleriyle kolay ulaşım imkanına sahip olan bu üs noktası, Rusya’nın bölge varlığı için daha elverişli hale getirilmek adına 5 yıldır genişletme-düzenleme çalışmalarıyla iyileştiriliyor. Rusya aynı zamanda yaşanan son güç gösterisi dönemini Doğu Akdeniz donanmasının çapını büyütmekle geçirdi. Bölgesel kapitalist entegrasyon ve dönüşüm süreci, Rusya-Çin-İran kampının çıkarlarını bir bütün olarak tehdit ediyor. Bölgenin dünya emperyalist üretim organizasyonuna doğrudan entegrasyonu, yeni kar alanlarının yaratılması, üretimin teknik temelinin derinleştirilmesi ve buna uygun siyasal-toplumsal dizaynın gerçekleştirilmesi başarılabildiği oranda daha fazla tekelci kapitalist gücün bölgeye üşüşmesini doğuracak. Yeni sermaye birikimi alanı aynı zamanda yeni kapitalist itişmeler, güç ve hegemonya mücadeleleri anlamı da taşıyor. Rusya’nın rolü iki yön içeriyor. İlkini, gözle görünür bölgesel konumunu korumak adına mevcut denge durumunun kolayca ortadan kalkmasının önüne geçmek oluşturuyor. İkincisi ise Esad rejiminin çöktüğü bir gün durumuna küresel-bölgesel etkinliğini arttırarak girmek ve yeni bölgesel dizayn sözkonusu olduğunda da bölgedeki rolünü yitirmeme üzerine kurulu.


9

işçi meclisi

Burjuva sınıf içi ilişkiler merceğinden denge olarak görünen mevcut gün durumu işçi ve emekçiler içinse ölüm ve yıkımın ağırlaşarak sürmesi anlamı taşıyor ve taşıyacak. 2011'den bu yana 100 binden fazla işçi, emekçi, yoksul hayatını kaybetti. Milyonlarcası yaşadıkları bölgeyi boşaltmak zorunda kaldı. Sarin gazı dahil her türlü kirli yöntemin kullanıldığı, silahsız Kürt köylülerinin katledildiği tabloda işçi sınıfı cephesinden kapitalist savaşın boyutu yeterince hissedilmektedir. Dün daha fazla kan için denenen füzeler, yüklenen gemiler bugün yine kan ve kar için kurulan masalara, imzalanan protokollere dönüştü. Ancak, Suriye’de ne ateş ne yıkım ortadan kalktı. Söz konusu olan küresel mali oligarşi ve onun hegemonya savaşları olduğunda emperyalist kapitalist müdahale tehlikesi de ortadan kalkmayacaktır. Füzelerinden olduğu kadar masalarından da kan ve daha fazla sömürü akan emperyalist kapitalist güç odaklarının hiç bir cephesi zerre kadar ilerici değildir. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da derinleşen siyasal, sosyal kriz, Suriye örneğinde olduğu gibi çok sayıda kapitalist taktik değişimi ve çatışmayı doğurmayı sürdürecek. Tüm bunların işaret ettiği iki gerçek: kapitalist yeniden yapılanma süreci ve krizlerinin gitgide daha da genişleyen çapta bölgesel, küresel bir karaktere eriştiği ve kapitalist savaşı da, kan ve sömürü diplomasisini de bağımsız sınıf hattı ve bölgesel-evrensel devrim yaklaşımıyla parçalayabilecek tek sınıf olarak işçi sınıfının belirginleştiğidir. Tüm burjuva kamplara karşı bağımsız işçi sınıfı stratejisinin üretilmesi, burjuva yönetememe krizlerinin devrimci bir atılganlıkla parçalanması ve tek bir coğrafyanın yeniden organizasyon sorunlarının dahil onlarca bölgesel-küresel bağlam içermesi nedeniyle işçi sınıfının politik, pratik eyleminin sadece içerikte değil biçim olarak ta enternasyonel karakter kazanması zorunluluğu önümüzdedir. Üretimin ulusalsektörel sınırların ötesinde bütünleşen, yayılma-derinleşme hamlelerinin de hem dünya emperyalist iş bölümüne entegre olan hem de burjuva güç, hegemonya savaşlarının etkisini derinlemesine hisseden karakteri, bölgesel yeniden yapılanma krizinin siyasal, toplumsal yönünü de doğrusal olarak evrenselleştirmektedir. Ne Mısır’da Mursi, İhvan lokomotifliğinde planlanan düzenli geçiş sürecinin kırılması ne de Suriye’de ÖSO ve muadilleri ile hızlı çözüm planlarının yaşadığı sıkışma birbirinden bağımsız okunabilir. Türkiye’nin bölgedeki etkinliğini ileri sıçratma hamleleri ve duvara çarpma halleriyle, Türkiye iç politikası ve bölgesel karakter kazanmaya başlayan Kürdistan sorun ve mücadeleleri de bu toplam tabloya daha içerili hale gelmektedir.

Suriye, Mısır, Tunus, Yemen… Tümünde işçi sınıfı, kent ve kır yoksulları cephesinde biriken sefalet, kanla ödenen bedeller, toplumsal, bireysel özgürlüklerin zerresinin dahi tanınmaması temelinde biriken kitle eylemleri kapitalist yeniden yapılanma sürecinin taşlarını sarstı. Burjuva masalarındaki programların yaşama kesintisiz geçirilmesinin önündeki en büyük engeli oluşturdular. Ancak, burjuva kamplar, küresel-bölgesel bağlantılar, bastırıcı ya da kapsayıcı burjuva iktidar, tahakküm mekanizmaları kitle hareketlerinin sermaye siyasetinden bağımsızlaşmasını engelledi. Somut politikada birbirine karşıt gibi görünen ancak özsel olarak azami kar, sömürü, meta egemenliğini genişletme, sermaye iktidarını sağlamlaştırma noktasında birleşen klikler çeşitli manevralarla işçi ve yoksullardan oluşan hareketlerin rotasında sallantılara neden oldu. Sınıfsal bir öze dayalı biriken öfke, kendi bağımsız siyasi hattını, eylem ve organizasyonunu yaratamadı. Bugün işçi sınıfının öncüsünün yaratılması sorunu, iktisadi yapının dönüşümü ile içiçe ilerleyen burjuva iktidar, toplumsal, kültürel değişimleri, toplumsal kodların geri döndürülemez farklılaşması, sınıf siyasetinin sorunlarının bölgesel, evrensel düzeye erişmesi ile yenilenmiş ancak burjuva kapsayıcı, eritici mekanizmaların yetkinleşmesi, çok yönlüleşmesi ile daha da kuvvetlenmiş olarak kendini gösteriyor. Yaygınlık kazanan toplumsal öfkenin bağımsız sınıf programıyla yetkinleştirilmesi, merkezi yaşamsal örgütlenmenin varlığı, sınıf düşmanlarının süreklileşmiş, uzlaşmadan savaşa her türlü taktiksel esnekliği içeren varlığına baştan aşağı örgütlü, stratejik olandan beslenen bir taktiksel karşı koyuş üretilebilmesi, çok yönlü, fiili, öz insiyatife dayalı, ağsal taban örgütlenmeleri üzerindeki neo liberal ideolojik basıncın kırılabilmesi bu kritik eşiğin aşılmasına, yaşamın dayattığı ihtiyaçlar bazında devinmesine bağlıdır. Aksi durumda, emperyalist kapitalist ana bloğa karşı biriken sınıfsal nefretin Rusya hattına yedeklenme çabalarını, mezhepsel farkılıkların körüklenmesini, Suriye Komünist Partisi ya da bölgede sıkça görülen ulusalcı “anti-emperyalist” küçük burjuva akımlarının Esad güzellemelerini, Temerrüd gibi dinamik taban örgütlenmelerinin kitleyi darbenin altlığına dönüştürmesini, darbe hükümetinde bakanlık yapmak gibi lanetli rolleri üstlenen Mısır Bağımsız Sendikalar Federasyonu’nu izlemeye devam ederiz. Sadece Rusya, Esad rejimi, İhvan, Sisi gibi açık

Rusya’nın güç gösterisi ve burjuva uzlaşma sürecindeki rolü, anti-ABD’cilik adı altında Rusya’dan medet umanları da görmeye başlamamıza vesile oldu. Daha önce her ikisi de sınıf karakteri olarak özdeş, Esad-ÖSO çatışmasında Esad’a duyulan sempatiyle görünür olan anti-kapitalist temelden yoksun kaba anti-emperyalist ulusalcı akımlar bu kez de, Rusya’nın rolünü olumlulayan cümleler kurmaya başladı. Suriye’den başlayarak, bölgede, dünyada tezahür eden burjuva kamplaşmanın cepheleri hem mevcut süreçteki rolleri hem de tarihsel anlamlarıyla işçi sınıfının uzlaşmaz düşmanlarıdır. burjuva aktörlerle değil liberal El Baradey, Nasırcı milliyetçilik, burjuva demokrasisine eklemli orta sınıfçı ideolojiler, süreci ve kitle dinamizmini burjuvaziye yem etmeye hevesli liberal, anarşizan sol ile de sınırlarımızı çekmeliyiz. Bölgede ana sorun Marseilles’i Enternasyonal’a dönüştürmektir. Türkiye’nin saldırgan bölge politikasından başlayarak, burjuva çatışma ve müzakere süreçlerine karşı işçi sınıfının bağımsız cephesini örgütlenmeli, bölgesel-enternasyonal nitelik kazanmasının ilk sorunlarıyla, komünist hareketin güncel durumunun bu doğrultuya girmek konusunda mevcut iç ve dış sınırlarıyla yüzleşmeye başlamalıyız. İlk adımımız işyerlerimizden başlayarak çeşitli sektörlerden işçi bölüklerinin bu gündemle bir araya gelmesi, burjuva siyasetinin çok halkalı teşhiri ve işçilerin çıkış taleplerini biriktirmeye, üretmeye başlaması olmalıdır. Yaşamda var olanı sistemli hale getirmeliyiz. Azami sömürü endeksli kurulan iş yerlerimiz, yaşamımızdan çıkış alarak patronlar ve sistemleri tarafından bilinçli olarak uzak tutulduğumuz siyasete bulaşmalıyız. Yüzümüzü her hamlesi, her açıklaması dibine kadar kana, pisliğe batmış olanlara değil kendi geleceğimize, bölgesel kapitalist yeniden yapılanmaya karşı, patronsuz, sömürüsüz, kansız bölge programımıza çevirmeliyiz.


10

işçi meclisi

Ahmet Asgari Ücret ve Mezarda Emekliliğe Karşı Yürüdü

Ozan Ahmet Tütüncü, bir çağrı merkezi işçisi. 4 senedir asgari ücret ve

bazen daha da az ücretle çalışıyor. Bir yandan yaşam koşullarının giderek ağırlaşması diğer yandan hükümet cephesinden gelen “asgari ücret yeterli” açıklamaları canına tak etti. İşçilerin yaşam koşullarına, tüm düzenlemelerin patronların çıkarlarına yapılmasına “dur demek lazım” dedi ve 9 Eylül’de “İnsanca yaşanacak asgari ücret” ve “Mezarda emekliliğe hayır” sloganlarıyla Malatya’dan yola çıktı. 14 gün süren yürüyüşünün ardından Ankara’ya vardı. 700 km boyunca çok sayıda işçiyle buluştu. Talepler bazen bir eylemde bazen yol çalışması yapan taşeron işçilerle birlikte yükseltildi. İşçiler Ahmet’in taleplerini sahiplenmekle yetinmedi. İşçi sınıfının çalışma koşulları, taşeron çalıştırma, sigorta, örgütlenme, işçi sağlığı gibi başlıklardan gelen talepleri yürüyüşün gündemini de genişletti. Varılan her ilçe, soluklanma, çay içme duraklarına dönüşen kahveler, petrol istasyonları işçilerin güncel sorunlarının tartışıldığı yerlere dönüştü.

1. Gün Ahmet, 9 Eylül saat 13.00'de Malatya Kapalıçarşı’nın karşısında bir basın açıklaması yaparak yürüyüşe start verdi. “Mezarda emekliliğe hayır diyebilmek, Türkiye’nin üreticilerinin hakettiklerini alamadıklarını dile getirmek, mutfağında pişirecek aş bulamayan anaların çaresizliğini hissettirmek için bu yolculuğa çıkıyorum.” dedi. Açıklama sırasında yürüyüşçüye çok sayıda insan destek verdi. Güzergahta yaşadığını, destek vermek istediğini söyleyen insanlar telefon numaralarını paylaştı. İşçi Meclisi muhabirleri de başlangıcından itibaren yürüyüşe eşlik etti. Yolda soluklanmak, fotoğraflarıı göndermek için mola verilen yerlerden de yürüyüşe destekler geldi. Malatya çıkışında bir fırıncı ustası, “aslında bu sistem bozuk” diyerek yaşamını özetledi.

2. Gün İnsanca yaşanacak asgari ücret yürüyüşçüsü Ahmet Tütüncü 19.00 itibariyle Kozluca beldesine ulaştı. 40 km süren yürüyüşle birlikte 2. günün sonunda 70 kilometrenin üzerinde yol almış olduk. Bugün saat 7.30'da tekrar yürüyüşe başladık. İlk durağımız Develi köyüydü. Köyde yaşayanlar “işsizlik burada, açlık sefalet burada, bu konu hepimizin konusudur.” dediler. Çaylarını içtikten sonra köyden ayrıldık. Köy, belde farketmeksizin karşılaştığımız insanların çoğunluğu tarım işçisi, taşeron işçi ya da Malatya OSB işçileriydi. Saat 12.00'yi geçerken Gürkaynak’a vardık. Haberimiz bizden önce ulaşmıştı. Burada bir müddet dinlenme fırsatı bulduk. Asgari ücret ve sigortasız çalıştırmadan başladığımız sohbet, Suriye’ye yönelik savaşa ve Kürecik’te inşa edilen füze kalkanına geldi. İşçilerin yaşadığı koşullardan bakıldığında savaşın gereksizliğini, anlamsızlığını bölgede yaşayanlar dile getirdi. Füze kalkanına karşı eylemlerin bir parçası olan Hıdır abi ile uzunca sohbet ettik. Füze kalkanına karşı bölgede gerçekleşen eylemleri değerlendirdik. İşçi ve emekçilerin çıkarlarının savaşa karşı olduğunu ve kapitalist saldırganlığı ancak birlikte mücadele ederek durdurabileceği konusunda Ahmet ve Hıdır abinin vurguları oldu. Sinan Cemgil’e, devrimci hareketin tarihine kadar uzayan sohbetin ilgi çekiciliğine karşın yola devam etmek zorundaydık, vedalaştık.


11

işçi meclisi

3. Gün Bir önceki geceyi Kozluca beldesinde, Malatya’dan itibaren destekçilerimizden olan Muharrem abinin evinde geçirmiştik. Sabah 8.00'de yola koyulduk. Kozlucalılar, kahvaltı, çay, su ikramlarında bulunarak bizi uğurladılar. İlk uğrağımız Yukarı Ulupınar’dı. Köy kahvesi ve marketinde durakladık. MAŞTİ’de asgari ücretle çalışan bir işçiyle sorunlarımızı paylaştık. “İşimiz olmasa da sizinle gelsek” diyen insanlarla karşılaştık. Akşam üzeri Balaban’ı geride bıraktık. Konaklayacağımız Darende’ye varabilmek için tempomuzu arttırdık. Darende’nin girişinde bir grup Karayolu işçisi tarafından karşılandık.

Yürüyüşümüzü ve bu bölgeye ulaşacağımızı biliyorlardı. Bu karşılaşma asgari ücret, taşeronluk, sigorta, sendika hakkı gündemlerini içeren, mücadele yollarını tartıştığımız uzunca bir sohbete vesile oldu. Geceyi Darende’de geçireceğiz. Burada yemek ve konaklama ihtiyaçlarımız için daha varmadan ayarlamalar yapıldığını gördük. Malatya sınırlarında geçtiğimiz her kilometrede işçilerin mücadelemizi sahiplendiğini ve ellerinden gelen tüm desteği gösterdiklerini rahatlıkla söyleyebiliriz.

6. Gün

Ahmet dün Gürün ile Pınarbaşı arasında 70 kilometelik mesafeyi aştı. Yerleşim yerlerinin dağınık olduğu, kilometrelerce süren yokuşları içeren yolculuk bir yandan yorucu diğer yandansa Ankara’ya ulaşma motivasyonuyla hayli tempoluydu. Yürüyüşten bölgede yaşayan bir çok insan haberdar. Bir grup işçi, günün çeşitli saatlerinde arabayla üç kez yürüyüşe desteğe geldi. Her seferinde başka destekçiler ve yiyecek, içecek, malzeme getirdiler. Petrol istasyonlarında günde 12 saat, asgari ücretle çalışan işçilerin hemen hemen tümü

Ahmet bu gece Kırşehir şehir merkezine vardı ve geceyi burada geçirecek. Ahmet bir önceki geceyi yol üzerindeki bir markette geçirdi. Market çalışanı, “Bu düzen fakiri zenginin kölesi haline getirdi. Şimdi yoksulların köleden farkı yok.” diyerek yürüyüşe desteklerini sundu. Girilen işyerlerinde her sınıf kendi tavrını takınmayı da sürdürüyor. Kırşehir yolundaki bir petrol ofisinde işçilerce

Ahmet bir önceki geceyi Kırıkkale’de geçirdi. Ahmet, 13. gün akşamı Elmadağ ilçesi çıkışına kadar ilerlemesine karşın havanın kararması ve sivil polislerin yoğun tacizleri nedeniyle Kırıkkale’ye dönmek zorunda kalmıştı. Bugün sabah erken saatlerde yürüyüş bir önceki gün kaldığı yerden yeniden başladı. Ahmet Ortaköy’de “Kahrolsun ücretli kölelik düzeni”, “Turnikeler ayırır, meydanlar birleştirir”, “İşçiler ölüyor sermaye büyüyor”, “İnsanca yaşanacak ücret” yazılı dövizler-

Emeklilik yaşının da yolda karşılaşılan hemen herkesin ortak sorunları arasında olduğunu söylemek mümkün. Özellikle genç işçiler ve kır yoksulları bir yandan emekli olmanın imkansızlaştığını anlatırken diğer yandan domates, peynir, ekmeklerini paylaşıyorlar.

10. Gün

sıcak biçimde karşılanan, ikramlarda bulunulan Ahmet’e patronun tavrı pek hoş değildi. Çalışma ve yaşam koşullarına yükseltilen isyan haliyle onun cephesinden rahatsızlıkla karşılandı. Yolda karşılaşılan bir çok işçi asgari ücret kadar işsizlik sorunundan da bahsediyor. İşsizliğin temel nedeninin patronların işçileri çok çalıştırması, daha fazla para kazanma isteği olduğunda ortaklaşılıyor.

14. Gün: Ankara’ya Varış Saat 14.00'te Ankara girişinde Ortaköy’de OSTİM İşçi Sağlığı Meclisi, ÇMÇ-Der ve İşçi Meclisi okurları tarafından karşılanan Ahmet, saat 18.00'de de Yüksel Caddesi’nde bir basın açıklaması gerçekleştirdi.

de desteğini sürdürüyor. İşyerlerinin denetlenmediğini, çalışma koşullarının hukuğa da aykırı olduğunu dile getiriyorlar. Bu denetim yoksunluğunun aynı zamanda tehlikeli olan iş koşullarını daha da riskli hale getirdiğini ekliyorlar.

İnsanca yaşanacak asgari ücret yürüyüşçüleri Yüksel Caddesi’nde alkış ve sloganlarla karşılandı. “Kahrolsun ücretli kölelik düzeni”, “Yaşasın Malatya-Ankara yürüyüşümüz”, “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiç birimiz”, “Yaşasın sınıf dayanışması” sloganları atıldı.

çalışma ve yaşam koşullarından bahsedilen konuşmada, bir çağrı merkezi işçisi olan Ahmet’in yürüyüşünün sahiplenildiğine ve çağrı merkezi işçilerinin asgari ücretle, kölelik koşullarıyla çalıştığına, Ahmet’in öne çıkardığı sorunların tüm sektörü kapsadığına değinildi. Ardından sözü 700 km yürüyerek Ankara’ya ulaşan Ozan Ahmet Tütüncü aldı. Ahmet’in basın açıklamasından başlıklar şöyleydi: “İnsanca yaşanacak asgari ücret için, mezarda emekliliğe hayır diyebilmek için 14 gün önce Malatya’dan başladığım yürüyüşümü burada tamamlamış bulunmaktayım. Amacım bunların yanında ağır çalışma koşulları, yıpratıcı iş saatler, taşeron-güvencesiz çalıştırma, düşük ücret altında ezilen yaşamlarımızı dile getirmekti. Bu taleplerle yaklaşık 700 km’yi geride bıraktım…

Basın açıklamasında ilk sözü ÇMÇDer aldı. Çağrı merkezi işçilerinin

Bizi çalıştıranlar milyar dolarlar kazanır, lüks içinde yüzerken biz üre-

le karşılandı. Ortaköy’den tekrar başlayan yürüyüş Kayaş, Mamak, Saimekadın, Dikimevi, Kurtuluş ve Kolej’den geçerek Yüksel Caddesine kadar sürdü. Kolej’den itibaren “İnsanca yaşanacak ücret için MalatyaAnkara yürüyüşünde 14. gün” yazılı ozalit açıldı. Umut-Sen üyeleri de Dikimevi’nden itibaren yürüyüşe katıldı.

tenler sefalet koşullarına mahkum ediliyoruz. Yıllardır asgari ücretle çalışan bir işçi olarak artık susma vakti değil dedim ve yola koyuldum. …bu mevcut emeklilik düzenlemesi genç işçiler için emekliliği imkansızlaştırıyor. Emeklilik hakkının açıkça gaspına karşı da susma vakti değil haykırışıdır bu yürüyüş. …Buradan asgari ücretliye, emekliliği hayale çevrilenlere, taşeron, güvencesiz, sigortasız çalışan işçilere, uzun iş saatleri ve yıpratıcı çalışma koşulları altında bastırılan neredeyse tüm toplumumuza tekrar sesleniyoruz. Artık susma vakti değil. Ben bir ses yarattığıma ve bunun katlanarak büyüyeceğine inanıyorum…” Basın açıklamasına İşçi Meclisi okurlarının yanısıra ESM Ankara 1 No’lu Şube, BDSP ve EHP’de katılarak destek verdi.


12

işçi meclisi

Ahmet:

Yaşamaya Pek Zaman Yok İnsanca yaşanacak asgari ücret yürüyüşçüsü Ahmet ile Yukarı Ulupınar köyü yakınlarında yol üzerinde soluklandığı bir söğüt ağacının altında yürüyüşe dair bir röportaj gerçekleştirdik. İşçi Meclisi: Malatya’dan Ankara’ya hiç araç kullanmadan sadece yürüyerek gitmek, hemen hiç bir desteğe güvenmeden yola çıkmak hem cesaretli, hem de işçi sınıfının geniş kesiminin sorununu ifade eden talepleri öne çıkarman nedeniyle öncü bir iş. Bu eylemi tasarlama, hayata geçirme süreci nasıl gelişti?

Asgari ücret ve yorucu bir iş. Günün çok büyük bir parçasını iş yerinde geçiriyorum. Yaşamak için pek zaman yok. Ailemle sohbet etmek bile güç. Haftada 6 gün 11 saat çalıştıktan sonra dinlenmekten başka bir şeye vakit kalmıyor. Sektörde kalıcılık ta yok. Belli bir yaştan sonra o tempoya dayanmak zor. İlerde büyük ihtimalle çıkartılacağım. İşsizlik Ahmet: Yıllardır asgari ücretle çalışıyorum. Asgari ücretli işçilerin te gençler için önemli bir sorun. yaşamlarında karşılaştıkları zorlukları gördüm. Uzunca süre internet üzerinde, sosyal medyada insanlarla konuştum. Burada da Türkiye’nin Yürüyüş kararını aldıktan sonra iş yerinden, çevrenden nasıl tepher yerinden bir çok insanın tepkisini gördüm. Geleceğimi de bu kiler aldın? koşullar altında iyi görmüyorum. Yasalara göre asgari ücretle 65 İş arkadaşlarımın çoğunluğu destekledi. Zaten anlattıklarım hepimizin yaşamını anlatıyor. Emeklilik yaşından dolayı kaygı duyan bir çok insanın da desteğini aldım. Ailem ilk etapta yürümemi istemedi. Başıma bir şey gelebileceğinden çekindiler. Ancak, bir süre sonra bu işte kararlı ve inançlı olduğumu görünce destek olmaya başladılar. Babam 30 senedir asgari ücret dolayında ücretlerle çalışıyor. Yürüyüşün başından beri işçi sendika ve örgütlerinden ne kadar destek aldın, yeterli olduğunu düşünüyor musun? Sendikalar daha fazla desteklemeliydi bence. Bir kaç kez telefonla konuştuk, bunun dışında genel merkezlerinden çok destek gördüğümü söyleyemem. Yolda karşılaştığım bazı sendikalı işçilerden ise elbette çok iyi tepkiler ve destekler alıyorum. Sosyal medyadan belli bir destek de topladık. ÇMÇ-Der bana kendisi ulaştı ve başından beri yanımda olduğunu hissettiyor. Yürüyüşün şimdiye kadargeçen bölümünü kısaca değerlendirirmisin?

yaşına kadar çalışmam gerekiyor. Facebook’ta neler yapabiliriz diye konuşmak için bir sayfa kurdum. Bireysel olarak ta bu insanların seslerini, kendi sesimi nasıl duyurabilirim diye düşünmeye başladım. Beni yürüyüş fikrine götüren bu düşünceler oldu. Asgari ücretlinin insanca yaşayamadığını duyurmak için, ses getirmek için en ideal yolun böyle uzun bir yürüyüş olacağı fikrine vardım. Sosyal medyadaki insanlar da destek oldu. Yaklaşık 1,5-2 ay yürüyebilir miyim diye düşündüm. Ancak iş koşulları, kendim için hiç bir şey yapamadığım yaşamım, çok kötü geçse bile bundan kötü olamaz diye düşündürdü. Kaç yıldır işçisin? Hangi sektörlerde çalıştın? Liseden çalışmak zorunda olmam nedeniyle ayrıldım, daha sonra çalışırken açıktan bitirdim. 6-7 senedir çalışıyorum. Neredeyse her şeyi denedim. Tarımda çalıştım. Fidancılık, inşaat, internet cafe, lunapark, yerel bir kanalda stüdyo kameramanlığı… Düğün salonlarında garsonluk yaptığım da oldu. Bir dönem aşçılık sertifikası aldım, Alanya’da çalıştım. Hemen hepsi asgari ücretli ve oldukça kötü koşullardaydı. 1,5 senedir çağrı merkezinde çalışıyorum. Çağrı Merkezi’nde çalışma koşullarından bahsedermisin?

Umduğumdan iyi geçiyor. Yolda karşılaştığımız işçi ve yoksullardan büyük destek gördük. İşçilerin çok fazla sorunu var. Onlardan bahsediyorlar, sorunları biriktiriyoruz. İnsanların verdiği bir bardak su bile benim için oldukça kıymetli oluyor, moral, motivasyon artışı sağlıyor. Karşı çıkan, tepki gösteren insanlarla pek karşılaşmadık. Sadece belli bir konumda olduğu görünenlerin, patronların uzak baktığını, hoşnutsuz bakışlarla süzdüğünü hissedebiliyorsun, bu da normal. Güzergah üzerindeki işçiler ise yemek ve konaklama konusunda oldukça yardımcı oldu. Sizlerden gördüğüm destek, kilometreleri birlikte aşmamız hiç beklemediğim bir şeydi ve oldukça motive etti. Paris’ten, Almanya’dan telefonla arayanlar oldu. Bu da oldukça memnun edici ve duygulandırıcıydı. Yürüyüşün geleceğini nasıl görüyorsun? Destek olmak isteyenlerden beklentilerin neler? Yürüyüşün her geçen gün daha fazla duyulduğunu telefonumun sürekli çalmasında anlıyorum. İstanbul’da ÇMÇ-Der tarafından bir çok kez yürüyüşü duyurma, desteği yaygınlaştırma çalışmaları yapılıyor, bunun etkisini de hissediyorum. İleride gireceğim kentlerde işçilerin, işçi sendikalarının desteklerini daha fazla görmeyi umuyorum. Şimdiye kadar gördüğümüz destek beni ileri adımlar için kararlı hale getirdi. Bir çok şeyin iyi olacağından eminim.


13

işçi meclisi

Tarihi komplolar değil, kitleler yapar Gezi’yle başlayan büyük Haziran Direnişi karşısında AKP daha ilk andan itibaren bunu kendisine yapılmış bir komplo olarak açıklamaya çalıştı. Dış güçlerden tutalım faiz lobisine, oradan darbeci Ergenekonculara, 27 Nisan’ın güncellendiğine dair bir dizi komplo teorisi sıralandı. İçte ve dışta gelişen Türkiye’yi istemeyenlerin tezgahı dendi, hatta yağdanlıkta sınır tanımayanlar Başbakan’ın telekinezi yöntemiyle öldürülmeye çalışıldığını bile iddia ettiler. Orantısız zeka ürünü olan tüm bu komplo teorileri daha kaynağındayken mizaha konu edilip itibarsızlaştırıldı. Büyük kitlesel eylemlerin işte böyle bir devasa gücü vardır. Onu karalamak, oyuna gelmiş vatandaş moduna taşımak kolay değildir. Hele de bu yüzyılda… Medya ve iletişim ağlarının gelişkinlik düzeyi, sosyal medyanın etkin kullanımı direnişin üzerine düşürülmek istenen tüm gölgeleri dağıtabiliyor. Türkiye’de medya büyük oranda hükümetin, AKP’nin kontrolü ve denetimi altındadır. Mali oligarşik tekelci yapının demokrasi anlayışına uygun olarak neoliberal muhafazakar dincilik ve onun ideolojik-kültürel kodları medyaya egemen kılınmıştır. Öyle ki köşe yazarlarının seçimine kadar derinleştirilmiştir kontrol mekanizmaları. Gezi direnişinin yanında yer alan veya ona karşı tarafsız bir tutum takınmaya çalışan nerdeyse tüm yazarlar işlerinden olmuştur. Verilen rakamlar 80 kadar gazetecinin bu süreçte işine son verildiğini göstermektedir. Bu büyük bir operasyondur ve bir şeylerin hazırlandığına işarettir. Haziran Direnişi büyük kitlelerin yaşamlarından hiç de memnun olmadıklarını, geri bir neoliberal burjuva demokrasisinin (aynı anlama gelmek üzere diktatörlüğünün) ihtiyaç,talep ve özlemlerine yanıt oluşturmadığı gibi bunların sürekli baskılanmasının ciddi bir öfke birikimine yol açtığı görülmüştür. Haziran Direnişi’nde öfkesini sokakta militanca gösteren işçi ve emekçiler eylemlerine şimdilik bir es vermişlerdir. Bütün taraflar bunun farkındadır. Sonbahar bu yıl her zamankinden sıcak geçecek gibidir. Üniversitelerin açılması, futbol ve basketbol liglerinin başlamasıyla büyük öğrenci ve taraftar grupları bir araya geleceklerdir. Gezi’nin motor gücü olan bu kesimlerin yeniden sokağa çıkma, meydanları zorlama, buradan yeni bir toplumsal-sınıfsal bir hareket çıkamsı ihtimali hükümeti, mali oligarşik düzeni ciddi biçimde tehdit etmekte, korkutmaktadır. AKP hükümeti ve onun sözcülerini şimdiden bu korku sarmış ve kendilerince önlem almaya zorlamıştır. Büyük bir demagoji ve dezenformasyon eşliğinde sonbaharda iç ve dış güçlerin Mısır’da olduğu gibi bir darbe tezgahlamaya çalışacaklarını (bu yıl ki YAŞ’da teamüllerin dikkate alınmamasıda bu korku yüzünden olsa gerek) ülkenin meşru-demokratik hükümetini anti-demokratik yollarla devirmeye çalışacaklarını propaganda etmektedirler. Bülent Arınç kanal kanal dolaşıp bunları anlatma (iyi polis rolünü hızla terk etmiş görünüyor, bugünlerde sağa sola parmak sallayıp duruyor) alacakları önlemlerin haklılığını göstermeye çalışmaktadır. Çabaladıkça daha fazla komikleşen, iğretileşen bir hal

almaktadırlar. Emperyalist güç ve odaklarla mesafelerinin açılmış olması, içteki dayanaklarının teker teker desteklerini gevşetmeye başlaması ve en önemlisi emekçi kitlelerin korku sınırlarını aşıp destan gibi bir direniş sergilemeleri neoliberal dinci gericiliği ciddi bir gelecek kaygısı içersine sokuyor. Özellikle medyada aykırı bir ses istemiyorlar. Sosyal medyayı kaybetmiş olmaları onları klasik medyayı kontrole daha fazla itiyor. Son işten atmalar hep bunun için. Hükümet yetkilileri hodri meydan dercesine, sonbaharla birlikte üniversitelere polisin yerleşeceğini, stadlarda taraftarlara imzalatılacak sözleşmelerle hükümeti hedefe alacak sloganların atılmasını engelleyeceğini söylüyor, anlatıyor. Liselerde Milli Eğitim üzerinden baskısını arttırıyor. Yeni polis alımlarıyla her sokağı, parkı, meydanı kontrol altında tutmaya çalışıyor. Yeni TOMA’lar sipariş ediliyor. Biber gazı, plastik mermi stokları güçlendiriliyor. Gezi eylemcilerine müebbet hapis tehdidi dillendiriliyor…. Sonbahara bir savaşa hazırlanır gibi çalışıyor burjuva devlet makinası. Eylemcileri iç ve dış darbeci güçlerin oyununa gelmekle suçlayan, komplolara alet eden hükümet, Ergenekon mahkemesinin karar günü için eylem çağrısı yapan ulusalcı faşist grupların bu çağrısını olduğundan büyük bir şekilde karşılayarak, önlemlerini abartarak, sürekli gündemde tutarak 2007 yılında yakaladığı o darbecilere karşı ”demokrat” havasını oluşturmaya çalışıyor. Bunu kullanarak (tıpkı Mısır’da yaşanan darbeyi sürekli gündemde tutması gibi) kendini demokrat göstermek (yerseniz), böylece sonbaharla birlikte oluşacak eylemliliklere hem katılımı düşürmek, hem de itibarsız bırakmak istiyor. Tabii bunların tümü ve daha başkaları neoliberal dinci gericiliğin komplo hezeyanları ve korkularıdır. Şunu iyi biliyorlar; On yılı aşkın süredir hükmedip, ekonomik , siyasal, kültürel, mezhepsel olarak ezdikleri koca bir toplum ve biriken bir öfke var. onlar için hükümeti kaybetmek sıradan bir seçim yenilgisi, hükümet değişimi anlamına gelmeyecek. Bugün ki burnundan kıl aldırmaz, üstenci, kendilerini dokunulmaz sayan diktatör davranışlarının hesabının sorulacağını gayet iyi biliyorlar. Rüzgar eken fırtına biçermiş özdeyişinin vücut bulacağını iyi biliyorlar. Telaşları bu yüzden. Fakat nafile!…. Emekçi kitlelerin özgürlük talep ve ihtiyaçları özlemleri artık yeni bir noktadadır. Gezi’den sonra artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır sözü komplolar içinde geçerlidir. Sonbaharda kaldığı yerden devam edeceği izlenimini veren sınıfsal-toplumsal çatışma ve güç mücadeleleri komplo teorileriyle, arttırılan faşizan baskı yöntemleriyle durdurulamayacaktır. Gezi ruhu ve oluşturulan toplumsal-siyasal meşruiyetin üzerine gölge düşürmek mümkün olmayacaktır. İşçi sınıfı devrimcilerinin rolü hareketin içinde olmak ve onu sosyalist işçi demokrasisi yönünde motive etmek, özgürlüğün yolunu eylem içinde göstermekten geçmektedir. Ercan Akpınar Sincan F Tipi Cezaevi

Türkiye'de bir ilk: AVM'de grev

Ankara ve Bursa’da Leroy Merlin işçileri AVM grevleriyle Türkiye’de bir ilke imza atıyorlar. Grevlerinin 3. gününde İşçi Meclisi olarak gittiğimiz ziyarette AVM girişinde bildiri dağıtan işçiler insanları karşılıyordu. Kapitalizmin son dönemdeki önemli kalelerinden olan AVM’lerde böyle bir görüntü sıradışı olması nedeniyle bizleri iki kat fazla heyecanlandırdı. Yaklaşık 3 yıldır Leroy Merlin de çalışan işçiler, son dönemde artan insanlık dışı çalışma koşulları ve kendilerine uygulanan baskılar,ve başlangıçtan bu yana maaşlarına zam yapılmaması sebebiyle grev kararı aldılar. Grevdeki işçilerle yaptığımız sohbet sırasında şu ifadelere yer verildi: “Sivil hayatımıza bile müdahale etmeye başladılar. Normalde iş kıyafetiyle sigara içmemize karışıyorlardı ancak son zamanlarda işe başlamadan önce kapının önünde sivil kıyafetle de sigara içmemizi yasaklamaya kalkıştılar. Performans zammı adı altında bizleri ayrıştıran bir tutum sergileniyordu. Performans görüşmelerinde keyfi değerlendirmeler sonucu zam yapılacak kişiler patron tarafından kendine yakın gördüklerinden seçiliyordu. Hatta bir arkadaşımıza satışları çok iyi olmasına rağmen “Sen çok güçlüsün. Senden insaüstü bir performans bekliyoruz. Bu yüzden sana zam yapmıyoruz.” "Şuan içerde satış yapamayacak, kasada çalışamayacak işçiler bile bu departmanlarda 10-12 saat çalıştırılıyorlar. İş-Kur tarafından belirlenen ve greve çıkamayacak olan 10 kişilik liste içinde yer alan 3 sendikalı arkadaşımıza da içeride çok yoğun bir mobbing uygulanmakta. Grev kırıcılığı teşvik etmek için son iki günde greve çıkmayan işçilere patronlar tarafından özellikle MC Donalds ve Pizza Time’dan sürekli yemek getirtiliyor. AVM içinde tüm mağzalarda çalışan işçilerden de çok büyük bir destek alıyoruz. Ancak dibimizde olan İKEA mağazasındaki işçi arkadaşlar adeta bizlerden yalıtıldı. Bizimle karşılaşmamaları için sigara molasına dahi çıkmalarına izin verilmiyor. Leroy Merlin’in diğer ülkelerindeki işçi arkadaşlardan da destek mesajları alıyoruz. Bizlerin yanında olduklarını söylüyorlar. Bu direnişimizi daha da güçlendiriyor." Yaptığımız sohbet sonrasında hep beraber grev halayı için AVM’nin önüne çıktık. “Bu Daha Başlangıç Mücadeleye Devam!, Leroy Merlin İşçisi Direnişin Simgesi!, Sadaka Değil Toplu Sözleşme!, Yaşasın Sınıf Dayanışması!” sloganları atıldı. İşçilerden aldığımız başka bir bilgiye göre de; Leroy Merlin için bu dönem son derece karlı olan “indirim günlerine” denk geliyormuş. Normalde bu günlerde yaklaşık 200.000 TL’lik günlük cironun, şu an 50.000 TL ye gerilemiş olduğu söyleniyor. Firmanın bu zarara uğruyor olması, Leroy Merlin İşçilerinin grevinin kazanımla sonuçlanması açısından patronları zorlayan ve bizler için de umut vaat eden bir durumdur. Leroy Merlin işçileri ve Sosyal-İş Sendikası, tüm sendikaları, emek, meslek ve kitle örgütlerini, tüm ilerici güçleri, emekten yana olan herkesi, dayanışmaya çağırıyor.


14

işçi meclisi

İki Kat Kölece Kadın İstihdam Paketi Üzerine Patronlar, hemen ayaklandılar. “Biz kadın işçi istihdamını çok daha ucuz ve sorunsuz olduğu için yaygınlaştırmak istiyoruz. Kadınların doğum maliyeti sermayeye yıkılırsa, kadın çalıştırmanın astarı yüzünden pahalıya gelir.” diyerek işi, kadın istihdamını durdurup kadınları işten çıkarmakla tehdit etmeye kadar vardırdılar. Ankara Ticaret Odası gibi bazı sermaye örgütlerinin, hükümetin doğum yapan kadın işçilere sözde bazı haklar tanıyan hükümet tasarısını boykot için kadın istihdamını durdurduğu söyleniyor. Patronlar, tasarının tartışılmasına bile kadın istihdamını dondurma, yasalaşırsa da kadın işçileri yığınsal olarak işten çıkarma şantajıyla cevap veriyorlar.

kadarına bile tahammülü yok, 16 haftadan fazlası yok diye diretiyor. Doğum yapan kadın işçiye, 16 hafta ücretli izin, işe geri dönüş güvencesi, belli bir kadın işçi istihdamının üzerinde patrona ücretsiz kreş yapma zorunluluğu, zaten hepsi mevcut yasalarda var. Fakat neoliberal sermaye hepsini istediği gibi çiğniyor, fiilen kullanılamaz haklar olarak inkar ve imha ediyor. Hamile kalan kadın işçilerin işten atılmamak için 8-9 aylık hamileliğe kadar bunu saklayıp ölümü ve bebeği düşürmeyi göze alarak çalışmaya devam etmesi, doğum yapar yapmaz bebeği anneanneye, akrabalara bırakıp işe geri dönme zorunda bırakılması neoliberal kapitalist dehşetin en bilinen uygulamalarıdır. Yasal zorunluluğa karşın büyük kamu işyerlerinde bile kreş, mreş zaten yoktur, olanlar da özelleştirme ve bilimum uygulamayla yok edilmiştir! 2-

Hükümetin AB yönergeleri çerçevesindeki, kadınların hem çalışmasını hem de olabildiğince çok çocuk yapıp bakmasını teşvik mahiyetindeki tasarı ilk biçimiyle: Ücretli doğum izninin 16 haftadan 24 haftaya çıkarılmasını, Doğum iznini kullanan kadın işçinin işine geri dönmesinin güvence altına alınmasını, Kadın işçinin sonrasında da bir süre part time çalışıp sigortasının tam yatırılmasını, Belli bir işçi/kadın işçi sayısının üstünde çalışan patronların kadın işçiler için ücretsiz kreş yapmasını….öngörüyordu. (Paket, ayrıca bu maddelere tam zıt yönde, kadının çalışmadan eve kapatılıp çok çocuk yapmasını teşvik eden maddeler de içeriyor. 5 çocuk yapan kadının doğum sürelerini sigortaya borçlanarak yaşlılık aylılığına hak kazanması, gibi.) Patronlar, hemen ayaklandılar. “Biz kadın işçi istihdamını çok daha ucuz ve sorunsuz olduğu için yaygınlaştırmak istiyoruz. Kadınların doğum maliyeti sermayeye yıkılırsa, kadın çalıştırmanın astarı yüzünden pahalıya gelir.” diyerek işi, kadın istihdamını durdurup kadınları işten çıkarmakla tehdit etmeye kadar vardırdılar. Patronların en temel, en yaşamsal kadın işçi haklarına bile bu bakışı, bu inkar ve imha çabası, sermayenin iç yüzünü olanca vahşiliğiyle gözler önüne serer: Sermaye vahşice sömürdüğü işçinin en insani haklarını, en yaşamsal ihtiyaçlarını bile “maliyet” olarak görür. Yani o işçilerin vahşice sömürülmesine dayanılan azami karlarından yapılan bir kesinti, dolayısıyla kendi sınırsız sömürü ve kar hakkına yapılmış bir saldırı olarak görür. İşçi ücretlerinin en düşük düzeyde tutulması ve gelecekte daha da düşürülmesi için, erkek yerine daha fazla kadın ve çocuk işçi çalıştırmak ister, kadınların daha fazla çocuk yapması ve bakmasını ister; fakat alçakça “maliyet” olarak gördüğü her doğum ve çocuk bakımını da bir nebze olsun paylaşmaya da yanaşmaz! Kadınlar hem daha ucuz ve daha çok çalışmalı, hem daha çok çocuk yapmalı, hem de çocukların tüm yükünü omuzlamalıdır.

İkincisi, neoliberal kapitalizmin dayandığı tıkanma noktasını gözler önüne seriyor. KAGİDER (Kadın Girişimciler Derneği) başkanı, kadın işçilerin doğum izni Avrupa’da da 16-18 hafta (ki bu da yalan, 24 hafta ya da daha fazla olduğu bir çok ülke var), ama orada doğum sonrası çocuk yetiştirme de çok yaygın kamu hizmetleri var, diye topu devlete atıveriyor. Eh, parasız kamu hizmeti kapsamında, eğitim, sağlık, kadın anne ve bebek sağlığı ve bakımı, kreş, vb daha ne varsa hepsini azami kar ve sermaye birikimi için yakıp yıkan, bu aynı neoliberal sermayenin saldırganlığı değil miydi? Emekgücünün (üretken insanın) üretimi ve yeniden üretimini “kamu hizmeti” olmaktan çıkarıp işçinin ve hele ki emekçi kadının sırtına yıkan bu aynı vahşi neoliberal sermaye değil miydi? Emekgücünün (üretken insanın) üretimi ve yeniden üretimini de “maliyet” olarak görüp özelleştiren, işçiye “paran kadar eğitim, sağlık, çocuk”, kadına bunların hepsini de daha düşük maliyetli işçiler üretme ve yetiştirme işini de bireysel olarak sen yapacaksın, diyen bu aynı vahşi neoliberal sermaye değil miydi? Şimdi ne oldu da, bu aynı neoliberal sermaye ve devleti, kadın işçilerin doğum ve çocuk bakımı sorumluluğunu ve “maliyeti”nin bir gıdımcığını birbirine paslamaya çalışıyorlar?? Şu basit nedenle ki, emekgücünün üretimi ve yeniden üretiminin tamamen neoliberalize edilmesi (özelleştirilmesi ve işçi sınıfının, kadınların sırtına yıkılması) işçiler için yıkım, kadınlar, kadın işçiler için ise 2, 3 kat yıkım demektir. Sermaye zaten kan güttüğü emeğin yıkımını, kadının yıkımını zerre kadar umursamaz.

Fakat tam da kendini yeniden üretemez hale gelen emeğin bu yıkımı, kendini de vurmaya başladığında, çok daha hızlı ve acımasız biçimde imha etKadınların 2 ayda gebeliği tamamlayıp işini aksatmadan çocuğu (Çin’de tiği mevcut emekgücü yerine taze kan iştihasını da engellemeye başladıolduğu gibi işbaşındayken) doğuracağı, doğan bebeğin hiçbir “maliyete” ğında, yani 5-10 yılda çalışamaz, ya da sermayenin dayattığı tempoda çalıyol açmadan yürümeyi öğrenmeden çalıştırılmaya başlanacağı bir sistem şamaz hale gelen mevcut işçiler yerine taze kan ihtiyacı tehlikeye girmeye ve teknoloji geliştirilmiş olsaydı, sermaye bunu kullanmakta bir saniye bile başladığında: “İmdat, şu işçiler ve kadınlar eskisi kadar çok çocuk yapmıtereddüt etmezdi! yor. Kadınlar hem daha ucuz işçiliğe, hem de daha çok çocuk yapmaya zorlanmalı!” diye bağırır. E nasıl olacak bu iş? O zaman da sermaye ve devleti, Burjuvazi içinde kadınların çalışması, doğurması, bedeni ve çalışması üze- salt maliyet olarak gördükleri doğum ve çocuk bakım hak ve hizmetlerini rine, kadınları nasıl daha iyi ezer ve sömürürüz tartışması, neoliberal ka- yakıp yıkan kendileri değilmiş gibi, aralarında top çevirmeye başlıyorlar. pitalizmin işçi, kadın ve insanlık düşmanı yüzünü çırılçıplak hale getiriyor. Ve apaçık ki, onların ayaklar altına aldıkları, birbirine şutladıkları top da, kadın işçiler ve bebekleri oluyor! Sermayenin vahşice sömürdüğü kadın 1işçilerin doğum, bebek-çocuk bakım yüklerini sermayeye aksettirmeden “kamu”nun üstlenmesini istemesi, neoliberal zihniyetin tosladığı duvarı Birincisi, bu sözde “kadın/doğum yapan işçi hakları” paketi, yasalarda za- göstermesi açısından da ironiktir! En temel, en yaşamsal işçi hakları, kadın ten varolan haklara yeni hiçbir şey eklemiyor. Bir “16 haftalık ücretli doğum haklarının bile sermayenin sınırsız sömürü güdüsü ile bağdaşmayacağını, iznini 24 haftaya çıkarma” kısmi bir hak artışı anlamına gelebilirdi, onu da bunun ona ancak bir kamusal/toplumsal irade ile kabul ettirilebileceğiÇalışma Bakanı 18-20 haftaya çektiklerini açıkladı bile. Ama sermayenin o ni gösterir. Ama devlet de sermayenin devletidir, neoliberal sermayenin


15

işçi meclisi

devleti de bir gıdım parasız kamu hizmetini sermayeden çalınmış maliyet olarak gören neoliberal devlettir, o da sermayenin ayaklanması karşısında hemen yelkenleri suya indirip faturayı kadına kesiverir. Sermaye ve devletinin kadın işçilerin yasalarda varolan haklarını bile inkar ve imha edip, yeni tasarı konusunda top çevirip durmalarından apaçık görülür ki, kadın işçiler ancak örgütlü mücadele, direniş ve isyanla haklarını kullanabilir ve genişletebilirler. 3Üçüncüsü, burjuvazinin kendi içinde kadınların bedeni, emeği ve çalışması üzerinden nasıl daha katmerli sömürülebilir olduğuna dair bu mide bulandırıcı tartışma ve ihtilaf, kadınlar daha yığınsal olarak işgücü piyasasına girdiği halde, işçilik ve kadınlık, ne de kadın işçilik haklarında en ufak bir artış olmayacağını, tam tersine daha da beterinin dayatıldığını gösteriyor. Çünkü kapitalizmde kadının işçi olması (çalışma hakkı), işçi hakkı istememesi ve en düşük ücret ile koşulludur; işçinin kadın olabilmesi de, kadın hakkı istememesi, çocuklarını sermayeye yeni emekgücü olarak en büyük hızla yetiştirmesi ve erkek emekgücünün yeniden üretimini sermayeye en maliyetsiz biçimde yapmaya devam etmesidir. Eh kamusal hak ve hizmetler de tümden tasfiye edildiğine göre, geriye bunu yapacak tek kurum ve cinsiyet kalır: Aile ve kadın! Neoliberal muhafazakar kapitalizmin de, çözülen aileyi paslı prangalarla ayakta tutmaya çalışmasının, AKP’nin yeni anayasa taslağına “aile toplumun temelidir” diye yazma uyanıklığının nedeni de zaten budur. Çünkü tüm sosyal hak ve hizmetlerin tasfiye edildiği yerde, kapitalizmin aile kurumu payandasına, hem şiddetlenen emek-sermaye çelişkisini tamponlamak, hem de kadını aynı anda ucuz işçi ve daha da ucuz emekgücü üreticisi ve yeniden üreticisi olarak bilmemkaç kat köle kölelik durumunu korumak ve derinleştirmek için- evet aile kurumu payandasına ihtiyacı artar. Kapitalizmde aile, hem kapitalist üretim ilişkisinin bir bileşenidir (üretken insanın sermayeye en “maliyetsiz” ve düşük ücretli olacak biçimde üretimi ve yeniden üretimi) hem de kadın-erkek arasında toplumsal cinsiyetçi işbölümünün ve kadının erkeğe köleliğinin kurumlaşmış biçimidir. Bu yüzden hele ki her türlü sosyal hak ve hizmetin tasfiye edildiği koşullarda, kadını hem ucuz işçi hem de sermaye ve devletine en “maliyetsiz” biçimde taze işçi yetiştirme, dahası kadının özgürlük çığlığı ve isyanını da kaynağında bastırma için, neoliberal kapitalizm birikim stratejisinde aileye özel bir önem veriyor, ve hatta denilebilir ki, esnek güvencesiz azami sömürüsünü aile üzerine kuruyor. Bu yüzden, kadın işçilere sözde “doğum ve daha çok çocuk yapma hak” ve teşviklerine ilişkin bu paketin, tastamam aile ve kadının katmerli köleliğinin restorasyonu paketi olması raslantı değil. Aile bakanlığının da “test edilmiş ve onaylanmıştır” mührüyle! 4Dördüncüsü. Bu paket, aynı zamanda başta kadınlara olmak üzere, esnekgüvencesiz kölece çalışma, kölece yaşam, kölece yönetilme stratejisinin, amiyene ifadesiyle “ulusal istihdam stratejisi”nin dehşetli bir bileşenidir. Bu paket vesilesiyle burjuvazi ve devleti, anne babalar çocuklarına bakmaya ve yetiştirmeye daha fazla zaman ayırabilsinler gibi berbat bir demogojiyle, kamu dahil part time, esnek-güvencesiz, ordan oraya kaydırmalı çalışmayı yaygınlaştırmayı hesaplamaktadır. Part-time çalışmanın ne olduğunu da biliyoruz; özel sektörde normal işgünü artık 10-12 saat kabul edildiğinden, yarım zamanlı çalışma da sıklıkla 5-6 saati, bazan 7-8 saati bulur. İşe geliş gidiş sürelerinde bir değişme olmaz. Ücret ise yarıya, bazan onun da altına iner. Zaten çoğunlukla tam yapılmayan sigortalar daha da keyfileşir. Çağrı üzerine, kiralık işçi şirketi, taşeronluk, patronun keyfine göre ordan oraya kaydırmalı, geçici, istediği zaman işten çıkarmalı diğer esnek-güvencesiz çalışma biçimlerinin kapısı daha bir ağzına kadar açılır. Kadının kısmi zamanlı çalışmasına, şu gerekçeye bakın: “Daha çok çocuk yapabilsin ve bakabilsin!” Bu sermaye için biricik meşru gerekçedir – daha ucuz ve daha iyi ücretli köleler yetiştirme-, yoksa işçi bir yakını öldüğünde cenazesine gitmek için veya kendisi veya bir yakını ağır bir sağlık sorunu yaşadığında bile ücretli izin ve rapor alamaz! Kısmi zamanlı çalışma ise daha düşük ücret ve sigortaya daha çok ve delicisine daha yoğun çalıştırılma anlamına gelir. Ve eğer bu 8 saatten bir iki saat daha az çalışmaysa, bu da kalan süresini daha çok çocuk yapma ve bakma, sermayeye daha ucuz ve maliyetsiz, daha iyi sömürülecek yeni işçiler yetiştirme koşuluyladır! Yeni çocuk yapan ya da yapacak olan kadın işçilerin metazori olarak tercih etmek zorunda kalacakları, daha az ücrete daha yoğun ve çok çalışmalı kısmi zaman esnekliği ise, sermayenin de devletinin de üstlenmeye yanaşmadığı “doğum ve çocuk maliyeti”nin, bunun için bireyselleştirilmiş özgül emeğin yine olduğu gibi kadının sırtına yıkılacağının itirafıdır. Milli Eğitim Bakanlığı’nın okullara tavsiye ettiği sözlükteki kadının cinsel kimliğine ve onuruna saldıran ve aşağılayan “atasözleri” neyse, bu paket de, kadın emeğine ve cinsel kimliğine ve onuruna saldırmanın ve aşağılamanın fiilileşmiş biçimidir.

Bu paket, tam bir neoliberal muhafazakar kapitalizm ucubesidir. Doğum yapan kadın işçilerin, zaten yasada tanımlı olan fakat yok sayılan haklarını, yeni haklarmış gibi lanse ediyor. O da yetmiyor, kadınların tarihsel mücadele kazanımı olan kendi istemedikçe çocuk yapmama hakkını ortadan kaldırıp çok çocuk yapmayı ve bakmayı biricik “kadın hakkı ve özgürlüğü”ymüş gibi lanse ediyor. Kürtaj yasağı ve 4+4+4'ten sonra… Neoliberal muhafazakar burjuvazi ve hükümeti, kadına kürtaj yasağını dayattı. Bu yasak ve dayatma, kadınların, ağırlıklı olarak kamu çalışanı ve beyaz yakalı işçi kadınların aylar süren infiali ve bir dizi şehirde kitlesel eylem ve direnişleriyle karşılandı. Bu eylem ve direnişlerin çağrı ve bildirilerinin dağıtımında, organizasyonunda ve gerçekleştirilmesinde, daha önce hiçbir eyleme veya siyasete katılmamış, hatta evinden pek çıkmamış çok sayıda emekçi kadın da yer aldı. Bu eylemler, yüzde 52'sini kadın eylemcilerin oluşturduğu Gezi isyan ve direnişinin de dinamiklerinden ve habercilerinden biri oldu. Hükümet bu direniş karşısında kadınların tarihsel mücadele kazanımı olan kürtaj hakkını tümüyle ortadan kaldıramadı ama, kürtajı fiilen epey zorlaştıran ve kısıtlayan düzenlemeler yaptı.

Bugün ise burjuvazi ve hükümeti, el ele, aralarında paslaşarak, kadınlara, hele ki kadın işçilere, çok daha ağır ve dehşetli bir saldırı paketini çıkarmak istiyorlar. Bu paket, kürtaj yasağını metazori “gönüllü” hale getirmeyi de kapsıyor, ve 4+4+4 çocuk işçiler ve çocuk gelinler, lisede evlenme ve çocuk sahibi olmanın serbestleştirilmesi ve teşvik edilmesi, kadınlara dönük cinayet, şiddet ve tecavüzün adeta teşvik edilmesi ve ödüllendirilmesi, gibi çok sayıda saldırının da tümleyeni ve bir üst düzeye çıkaranı oluyor. Bu paket, tam bir neoliberal muhafazakar kapitalizm ucubesidir. Doğum yapan kadın işçilerin, zaten yasada tanımlı olan fakat yok sayılan haklarını, yeni haklarmış gibi lanse ediyor. O da yetmiyor, kadınların tarihsel mücadele kazanımı olan kendi istemedikçe çocuk yapmama hakkını ortadan kaldırıp çok çocuk yapmayı ve bakmayı biricik “kadın hakkı ve özgürlüğü”ymüş gibi lanse ediyor. (Tıpkı türbanın ilkokullara kadar serbestleştirilmesini “kadın özgürlüğü” gibi lanse edilmesi!) O da yetmiyor, sermayenin ayaklanması üzerine onları da kaldırıp, kadınlara hem daha ucuza daha yoğun ücretli çalışmayı, daha fazla esneklik ve güvencesizliği, daha fazla aileciliği, hem de tamamen kadının sırtına yıkılmış biçimde daha çok çocuk yapmayı ve bakmayı dayatıyor. Sermaye istediği kadar çocuk yapma potansiyeli olan kadın işçiler üzerinde baskı kursun, lokavtla tehdit etsin; sermaye devleti istediği kadar çocuk yapmayan ya da 3 çocuk yapmayan kadınları cezalandırmaya kalkışsın, annelik dışında sağlık ve emeklilik haklarından bile mahrum etsin, burjuva kadın örgütleri istediği kadar 16 haftalık ücretli doğum izni ve doğum yapan kadına iş güvencesi ve parasız kreşi bile işçi kadınlara lüks görsün, bu paketin kaçınılmaz sonucu doğum oranlarını yükseltmek değil, fakat işçi, emekçi, genç kadınların isyanını yükseltmek olacaktır. Bu paket, kadınlara dönük saldırı, baskı ve aşağılamanın cinsiyetçi olduğu kadar sınıfsal olduğunu da gözler önüne seriyor. KAGİDER gibi patron kadınların, Haklı Kadın Platformu gibi burjuva liberal sivil toplumcu kadın örgütlenmelerinin, savundukları kadın haklarının neoliberal burjuva demokrasisinin ötesine gitmediği ve bunun da kadınların daha katmerli, esnek, güvencesiz sömürülme hakkından başka bir şey olmadığını ortaya koyuyor. Bununla birlikte, hep ayrı kanallardan akmış olan kadınların sermayeye karşı işçi olarak mücadelesi ile erkek egemenliği, cinsiyetçi işbölümü, aile ve gericiliğe karşı mücadelesini bütünleştirme olanak ve dinamiğini taşıyor.


Ennahda da Düştü Tunus‘ta son aylarda yaşanan siyasi suikastlerle yeniden tetiklenen kitle eylemlerinin basıncı altında sıkışan, büroları yakılan ve kitle hareketi ile hükümet arasında müzakereleri sürdüren Tunus Genel İşçi Sendikaları(UGTT) tarafından koşulsuz görevi bırakmaya çağırılan liberal islamcı Ennahda hükümeti istifa etti. UGTT, hükümetin istifayı kabul ettiğini duyurdu. Ennahda yetkililerinden Lütfi Zityun‘da sendikanın planının parti tarafından koşulsuz kabul edildiğini açıkladı. Geçtiğimiz hafta içinde Ennahda‘nın istifasına yönelik altı kentte gösteriler düzenlenmişti. Eylemlerde hükümet, ekonomik ve sosyal açıdan önceki rejimin yarattığı koşulları iyileştirememek, iktidarı islamlaştırmak, radikal islamcı çetelerin suikastlerinin ve faaliyetlerinin önünü açmak, gerçekleştirilen siyasi suikastlerin üzerine gitmemekle suçlanıyordu. Ennahda‘nın hükümetten çekilmek zorunda kalması, Mısır’da İhvan üzerinden tesis edilmeye çalışılan din soslu geri burjuva demokrasisinin çöküşünün, bölgesel kapitalist dönüşüme birinci planda eşlik etmesi planlanan AKP‘nin rol modelini oluşturmaya soyunduğu muhafazakar burjuva hükümetlerinin bölgesel düzeyde yaşadığı kırılmanın bir uzantısı olarak belirginleşiyor. Küresel mali oligarşinin desteğiyle bölgesel kapitalist entegrasyonun taşlarını döşemeye soyunan Mursi‘de, değişen toplumsal dinamikler ve kitle eylemlerinin gücüyle iktidardan çekilmek zorunda kalmış, küresel mali oligarşi ve bölgesel tekelci burjuvazinin bölgesel planı esnemek, Müslüman Kardeşler arkasındaki desteğini çekmek zorunda kalmıştı. UGTT‘nin grev tehdidi ve kitle eylemlerinin soluğuyla birlikte Ennahda‘yı güçten düşüren iktidarının arkasında rüzgarın bölge genelinde yön değiştirmesi oldu. Bölgede daha fazla kar alanı yaratmak, küresel

sermaye birikimini bir üst evreye taşımak odaklı dizayn edilen bu taktik yönelim, Suriye‘de islamcı muhalefetin güç ve etkinlik kaybı, küresel diplomaside Rusya-Çin ve İran‘ın öne çıkışıyla yeni bir pazarlık ve rollerin yeniden üretimi sürecinin başlaması, AKP’nin iç ve dış politikada aldığı hasarlar eşliğinde Türkiye‘nin bölgenin ana gücü olma yöneliminin duvara çarpması, Mısır‘da kitle dinamizminin düzenli kapitalist organizasyon ve İhvan siyasetine alan bırakmaması sonucu tümüyle ortadan kalkıyor, Ennahda’nın düşmesi bu tabloya son halkalardan biri olarak yerleşiyor. Tunus’ta kitle eylemlerinin öne çıkarttığı iki güç Halk Cephesi ve UGTT oldu. Şimdi bu aktörlerin oldukça kuvvetli oturacağı bir müzakere masası ve teknokratlar hükümeti kurulacak. Halk Cephesi, bir dizi siyasal kurumun laik-ulusalcı-antiEnnahda çizgisindeki birlikteliğini simgeliyor. Dinci gericiliğe ve ABD’nin bölge hegemonyasına kısıtlı bir zeminden karşıtlık üretmesine karşın işçi, emekçi, yoksullar cephesinden daha fazlasını vaad etmiyor. UGTT bürokrasisi ise kitle eylemleri sürecinin siyaseten bağımsız görünmeye çalışan tarafıydı ve Ennahda’nın gidişini sağlamak kadar Tunus’ta burjuva siyasal rejimin krizden çıkmasını, bunun koşullarını üretmeyi de içeren bir rol üstlendi.

Brezilya’da Öğretmen Eylemleri Brezilya’nın Rio de Janeiro kentinde daha iyi bir ücret için 46 gündür grev yapan öğretmenlere polis dün sert bir şekilde saldırdı. Taleplerini iletmek için Belediye binası önüne gelen kitleye polis plastik mermi ve ses bombalarıyla saldırdı. Göstericilerde polise taş ve molotof kokteylleri ile karşılık verdi. Çıkan olaylarda 9’u polis 15 kişi yaralandı. Çok sayıda gösterici gözaltına alındı. Rio’da geçen aylarda da göstericilere polis sert bir şekilde müdahale etmişti. Buna karşı Rio de

Janeiro Belediye Başkanı Paes, “Diktatörlükle yönetilen bazı ülkelerde gerçekleşen gösterilerle Brezilya’daki gösterileri karıştırmayalım. Göstericileri kontrol altına almak istemiyoruz.

Bölgedeki diğer halkalara göre sendikal örgütlülük, grev, eylem deneyimi yüksek düzeyde olan, otokrasinin devrilmesi sürecinin başat rollerinden birini oynayan Tunus işçi sınıfının önüne azalmak bir yana dursun daha da derinleşen bir görev seriliyor. İşçi sınıfı kendi yaşamsal talepleri, tarihsel çıkarları doğrultusunda kitle enerjisinin yeni burjuva taktiklerince emilmesinin de önüne geçmelidir. Ennahda’nın düşmesi, islamcı liberal fay hattının tümüyle kırıldığını, rejim krizinin derinleştiğini ifade eder, daha fazlasını değil. Burjuva iktidarı, kapitalist yönetim, tahakküm mekanizmaları, rejim krizinin tolere edilmesi, düzenli biçimde kapitalist üst aşamaya geçiş sürecinin yeniden canlandırılması hamleleri yerli yerinde durmaktadır. UGTT tarafından Halk Cephesi gibi Ennahda’nın ve tüm burjuva güçlerin katılımıyla kurulacak yeni masa kapitalist rejim krizinin absorbe edilmesi, kitleler tarafından tahrip edilen burjuva sisteminin yamalarının onarılması, tüm küreselbölgesel güçlerin konumlarını sarsan fiili kitle eylemlerinin zemininin ortadan kaldırılması gibi roller de üstlenecek, sınıf uzlaşısını öğütleyecek karakterde kuruluyor. İşçilerin kapitalistlerce yağmalanan yaşamlarından doğan öfkesi bu masanın da sınırlarına sığmaz. Tunus işçi sınıfı üzerine kolayca tahakküm kurulamayacaktır. Bin Ali’nin devrilmesinden bu yana işçilerin gördüğü fiili eylemlerinden doğan somut kazanımlardır. Sınıfın öncülerinin burjuva kontrolün, tahakküm ilişkilerinin uzlaşma zemininden doğacak yeniden tesisinin üreticisi olmak değil rejim krizini derinleştirmek, sermayenin denklemden tümünün definin koşullarını hazırlamak görevi öne çıkacak ve sınıf cephesinden burjuva siyasetin her biçimine karşıtlığın, sosyalist sınıf politikasının üretilmesi rolünün başarılması Tunus’un ve tüm bağlamlarıyla bölgenin, dünyanın geleceğini belirleyecektir.

Siemens 15 Bin İşçiyi İşten Atmaya Hazırlanıyor

Brezilya’daki protestocuların gösteri yapma ve istediklerini söyleme hakkı vardır. Bunu koruyacağız, göstericilerin haklarını koruyacağız” diye konuşmuştu. Dün yaşananlar ise bu söylenenlerin tam aksi yönünde oldu. Burjuva demokrasisi işçi sınıfının taleplerini karşılamak bir yana taleplerini dile getirmelerine bile izin vermiyor. Paes ülkesini diktatörlükle yönetilen ülkerle karşılaştırıp kendilerinin demokratik yönlerden olaylara müdahale ettiklerini söylüyor. Söz konusu işçi sınıfı olunca burjuvazi pençelerini göstermekten geri durmuyor ve en vahşi yönüyle kitlelere saldırıyor. Dünyanın hangi ülkesinde olursa olsun hatta en gelişkin burjuva demokrasisine sahip olsa bile işçi sınıfı gösterilerine karşı her zaman karşı bir zeminde olacak ve elinden geldiğince de bu gösterileri bastırıp kendi eksenine yedeklemeye çalışaçaktır. Fakat işçi sınıfı Mısır da , Yunanistan da ,Brezilya da olduğu gibi alanlarda tepkisini göstermeye devam edecek.

Alman teknoloji ve mühendislik tekellerinden en büyüğü Siemens 15 bin çalışanınını İşten çıkaracağını açıkladı. Yaklaşık üçte birini Almanya’daki işçilerden diğerinin ise dünya genelindeki fabrikalardan çıkarılacağı söyleniyor işçilerin çıkarılması 2014 yılı içerisinde tamamlanacak.

Siemens sözcüsü adımın geçtiğimiz yıl sonunda açıklanan 6 milyar euroluk tasarruf planı çerçevesinde atıldığını açıkladı. Kapitalistler için tasarruf demek işçi sınıfını kapı önüne konması demektir. Siemens tekeli işçilerin tazminatlarını vereceğini söyleyerek işçilerle dalga geçmektedir.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.