Demokrasiniz sizin olsun! İşçi sınıfı açısından düşman sermaye sınıfıdır. Mevzubahis olan emekçilerin daha iyi bir gelecek ve dünya, insanca yaşam, insanca çalışma koşulları için eylem ve talepleri olunca bugün birbirine düşmüş olan tüm sermaye kesimleri aralarındaki çatışmayı unutup, elele işçi hareketine karşı, toplumsal muhalefeti ezmek için hareket ediyorlar. İşçi-emekçiler açısından bir “paralel devlet” sistemi söz konusu değildir. Sermaye sınıfının kendi arasındaki iktidar kavgasının içinden türeyen kavramlardır bunlar. Her sınıf olayları kendi kavramsal çerçevesinden değerlendirir; kendi sınıfsal çıkarlarını dile getirir. Sınıf bilinçli işçiler, sermaye sınıfının iç çelişkilerinden yararlanmasını bilecek ama biz “üçüncü tarafız” gibi, saçma, burjuva “üçüncü yolcu”, burjuva demokrasisini kutsayan, geliştiren şeyler söylemeyecektir. ''3
yaşasın
sosyalist
işçi demokrasisi Sayı: 42 Şubat 2014 1 TL
DÜZEN PARTİLERİNE DE LİBERAL REFORMİSTLERE DE OY YOK!
TÜSİAD nereye koşuyor? Uzunca bir dönemdir siyasette düşük bir profil izleyen TÜSİAD, Gezi’den bu yana AKP’ye vurmanın dozunu giderek yükseltiyor. Burjuva iktidar aygıtı olarak devletin ve asli baskı aygıtlarının bu burjuva güçler çatışmasında tahrip olması ve kitle hareketinin yükseliş olasılığı karşısında zaafa düşürülmesinden kay- " 11 gısını dile getiriyor.
Ankara’da panel İşçi Meclisi paneller dizisinin 3.sünü “Ulusal İstihdam Stratejisi ve Sınıf Mücadelesi” konusuyla Ankara’da gerçekleştirdi. Panelistler Ankara Üniversitesi SBF’den Dr. Utku Balaban ve Devrimci Proletarya temsilciydi. Sunumların arkasından Almanya Ver.di sendikasından bir sağlık işçisi ile skype bağlantısı yapıldı. " 14
Biz neoliberal burjuva düzen partileriyle ayrı kentlerdeniz! Her kent iki kenttir ve biz neoliberal burjuva düzen partileriyle ayrı kentlerdeniz! Yaşadığımız kent de bir değil, düşünü kurduğumuz kent de… Kendimizle birlikte dönüştüreceğimiz insanca yaşanabilir, tüm sömürü ve ezme-ezilme ilişkilerini yok edeceğimiz bir kentte, tahakküm ilişkilerinden kurtarılmış bir insan-doğa ilişkisi kurmak istiyoruz. Düşlerinde kentsel rantları kimin, nasıl paylaşacağını, sermaye birikimini azamileştirmek için hangi yeşil
alanın imara açılacağını, kentin hangi noktasına AVM/plaza kondurulacağını, kime hangi avantalar karşılığı ihale verileceğini görenlerle aynı kentin de, aynı dünyanın da, aynı sınıfın da insanı değiliz! Düşlerinde kentsel rantları kimin, nasıl paylaşacağını, sermaye birikimini azamileştirmek için hangi yeşil alanın imara açılacağını, kentin hangi noktasına AVM/plaza kondurulacağını, kime hangi avantalar karşılığı ihale verileceğini görenlerle aynı kentin de, aynı dünyanın da, aynı sınıfın da insanı değiliz!
Sınırsız internet, sınıfsız toplum için mücadeleye!
Hükümet derinleşen rejim kriziyle birlikte iyice köşeye sıkışırken bazı yasal değişiklikleri ertelemek zorunda kalabilir, öte yandan “meclisten ne geçirebilirsek geçirelim, az da olsa adım atalım”, diye hareket ettiğini de gözden kaçırmayalım. Bazı burjuva medya birimleri artık sansürden vazgeçildiği, geri adım atıldığı gibi haberler yaymaktadır. Bu bir kandırmacadır, buna karşı uyanık olmalıyız. Daha önce de sansürden vazgeçtiklerini söylüyorlardı, ama bugün çok daha büyük bir yasaklamayla ve daha güçlü saldırı araçlarıyla karşımıza çıktılar. Hatta sansür ve yasağın altyapısını, kurumsal araçlarını oluşturarak karşımıza çıkmaktalar. Beklemeyelim, sokağa çıkalım! " 13
Kapitalist çalışma sağlığa zarar! Peki, öyleyse neden artık çalışma yaşamına ilişkin paylaşım sitelerinde, bloglarda edilen anonim bireysel şikâyetlerin yerini bir örgütlenme başlangıcı olarak işyerlerinde işçi sağlığı ve güvenliği konusunda atılacak adımlar almasın? “Zor abi, bizde olmaz”ın aşılması için küçük ama "7 kararlı başlangıçlara ihtiyaç var.
2
işçi meclisi
Tutsaklardan Açıklama KAMUOYUNA; Daha önce Adalet Bakanlığı‘na hitaben yazdığımız dilekçede hücrelerin havalandırmasına kamera takılması uygulamasına karşı çıkmış, özel yaşam alanımız olan havalandırmalara kamera takılmasının anayasal güvence altında olan kişisel mahremiyetimizi, özel yaşam dokunulmazlığımızı hiçe sayacağını söylemiştik. Tüm itirazlarımıza rağmen kameralar takıldı. Dilekçemizde bu durumu kabul etmeyeceğimizi, gerektiğinde pratik olarak etkisiz hale getireceğimizi belirtmiştik ve bunun gereğini kameraların takılmasının ardından hemen yaptık. Takılan kameraları kırdık, söktük. Tekrar takılması durumunda aynı şekilde davranacağımız bilinmelidir. Kameraları etkisiz hale getirmemizin ardından bizlere Adalet Bakanlığı‘ndan bir yazı tebliğ edildi. Adalet Bakanı adına Tetkih HakimiÖmer Bozoğlu imzalı, 13.12.2013 tarihli bu yazıda kameraların “faydaları” hatırlatılmış. Yazıda “Ceza infaz kurumlarında bir takım sorunların önün geçebilmek, yani güvenlik kaygısıyla ortak yaşam alanları izlenmektedir.” deniliyor. Sonra da maddeler halinde kameraların sağladığı “faydalar” sıralanıyor. “Kameraların sağladığı faydalar”a konu olan sorunların temelindeki tecrit işkencesi ise tabii ki görmezden geliniyor. Zamana yayarak, kansız öldürme biçimi olarak tasarlanan tecritin devrimci tutsakların direnişi karşısında istenen sonuçları yaratmaması devleti, bakanlığı tecriti koyulaştırarak sonuç almaya itiyor. Kameraların etki alanının özel yaşam alanlarımıza doğru genişletilmesiyle tecrit duvarında yaşanan çatlakların kapanacağı düşünülüyor. Buna izin vermeyeceğiz. Sincan 1 Nolu F Tipindeki tutsaklar olarak Bakanlığa hitaben kaleme aldığımız cevabı yazımızı devrimci, demokrat, duyarlı kamuoyuyla da paylaşmak istiyoruz: Bakanlığınızın tecriti daha da ağırlaştırmak anlamına gelen kameraları meşrulaştırmaya, tacizi normalleştirerek kabul ettirmeye çalışması boşunadır. Siz her “tutuklu ve hükümlü”lerle “güvenlik” kavramlarını birlikte kullandığınızda bizler saldırıya uğruyoruz; haklarımız gaspediliyor; canımızı alıyorsunuz! “Ortak yaşam alanla-
rını izliyoruz.” yalanına sığınarak tekrar güvenlikten bahsetmenizin de o saldırılardan bir farkı olmadığını düşünüyor, çok iyi biliyoruz ve siz de şunu çok iyi bilmelisiniz ki, tecrite olduğu gibi kameralı taciz saldırısına da boyun eğmeyeceğiz. Ayrıca şunu da belirtelim: Havalandırmalar Bakanlığınızın “tüm tutuklu ve hükümlülerin ortak kullanım alanı” olarak tanımladığı ortak yaşam alanlarından da değildir. Sadece aynı hücrede kalan 3 kişiye ait özel alandır. Bu 3 kişi dışında bu bölümü başka bir kimse kullanamaz. Ortak yaşam alanı olabilmesi için hapishanedeki tüm tutuklu ve hükümlülerin kullanımına açık olması gerekir. Spor salonları, koridorlar, açık görüş yerleri gibi… Eğer havalandırmalar “ortak yaşam alanı” ilan edilirse aynı mantıkla hücrelerin içi, banyo da “ortak yaşam alanı” ilan edilebilir. Belli ki Bakanlığınızın da niyeti budur. Havalandırmalarda kalıcılaşan kameraların hücrelerin içine de taşınmasıdır. 3 kişilik hücre ve havalandırmasından, sadece havalandırmayı izleyerek “intihar olaylarını, baskı ve şiddeti, oynanabilecek her türlü yasak oyunu, personelin tutsaklara kötü muamelesi, vb.” engellemeye çalışacağınızı söylüyorsunuz. Yani size göre bunların hepsi havalandırmalarda olup biten şeylerdir. Bunların tamamı hücrenin içinde de olabilir. İntihar edenlerin çoğu banyoyu kullanıyor. Oraya da kamera koymanız gerekmez mi? İntiharlara büyük oranda neden olan tecrit sistemini ortadan kaldırmak yerine, tecriti kolaylaştırarak mı engelleyeceğinizi düşünüyorsunuz? F tipi hapishanelerde tutuklu-hükümlü mevcudunun artması, kapasitenin aşılması yasalar aynı kaldıkça mümkün değildir. Dolayısıyla hapishane mevcudunun aşılması diye bir gerekçe F tiplerinde geçerli değildir. “Kameraların sağladığı faydalar” diye sıraladığınız istisnai durumları genellemekten de vazgeçin. İntihar eğilimi olan ya da psikolojik rahatsızlığı olup da kendine ve başkalarına zarar verme eğilimi taşıyanların yeri hastanedir! Hapishanede tutulacaksa da özel olarak dizayn edilmiş bölümlerde, yakın kontrol altında tutulmaları gerekir. Tüm tutuklu ve hükümlüleri istisna parantezine alıp hasta, saldırgan
Hapishanelerde insanca yaşam koşulları içerisinde güvenlik oluşturmak istiyorsanız yapmanız gereken ilk şey tecrit sistemini kaldırarak, yaşamımız üzerinde kurmaya çalıştığınız baskı ve zorbalık biçimlerinden, “topluma kazandırmak”, “ıslah etmek” gibi kavramlarla bizleri “iyileştirilmesi” gereken kişiler olarak görme saldırgan yöneliminden vazgeçmeniz gerekir. Bunu yaptığınızda güvenlik problemi diye sıraladığınız şeylerin çoğunun kendiliğinden ortadan kalkacağını da göreceksiniz olarak değerlendirerek bu ahlaksız saldırıyı gizleyemezsiniz. Hapishanelerde insanca yaşam koşulları içerisinde güvenlik oluşturmak istiyorsanız yapmanız gereken ilk şey tecrit sistemini kaldırarak, yaşamımız üzerinde kurmaya çalıştığınız baskı ve zorbalık biçimlerinden, “topluma kazandırmak”, “ıslah etmek” gibi kavramlarla bizleri “iyileştirilmesi” gereken kişiler olarak görme saldırgan yöneliminden vazgeçmeniz gerekir. Bunu yaptığınızda güvenlik problemi diye sıraladığınız şeylerin çoğunun kendiliğinden ortadan kalkacağını da göreceksiniz. Sonuç olarak, bir kez daha altını kararlılıkla çizmek istiyoruz: Hücre havalandırmaları özel yaşam alanıdır. Buralara kamera takmanız ulusal, Uluslar arası yasalara, evrensel demokratik hak ve özgürlüklere aykırıdır. Bir işkence yöntemi olan
tecriti, psikolojik taciz saldırısıyla ağırlaştırmak anlamına gelmektedir. Devrimci tutsaklar olarak bunun karşısında boyun eğmeyeceğimizi, havalandırmalara kamera takmanızı kabul etmeyeceğimizi bir kez daha açıkça söylüyor ve evrensel, demokratik hak ve özgürlükleri çiğneme, halkın değerlerini ayaklar altına alma anlamına gelen röntgencilik ısrarından vazgeçmenizi istiyoruz. Tüm duyarlı, devrimci, demokrat kamuoyunun tecriti koyulaştırma anlamına gelen kameralı taciz saldırısına karşı mücadelemize destek vermeye, sesimize ses katmaya çağırıyor, devrimci selamlarımızı iletiyoruz. Sincan 1 Nolu F Tipinden KDÖ, DHKP-C, MLKP, TKP/ML, Direniş Hareketi davaları tutsakları
İşçi Meclisi - Yerel Süreli Siyasi Dergi - Sayı: 42- Fiyat: 1 TL Pina Basım Yayım San. ve Tic. Ltd. Şti. adına sahibi Hüseyin Kezik Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ali Filizler Adres: İstiklal Caddesi Balo Sk. No: 32 Kat. 2 Daire No: 8 Beyoğlu/İstanbul Tel: 0 212 244 56 70 Hesap No: İş Bankası Koca Mustafapaşa Şubesi 1105 0792812 Baskı: Özdemir Matbaası Adres: Davutpaşa Cad. Güven Sanayii Sitesi C Blok No:242 Topkapı/İstanbul Tel: 0212 577 54 92
3
Demokrasiniz Sizin Olsun!
işçi meclisi
İşçi sınıfı açısından düşman sermaye sınıfıdır. Mevzubahis olan emekçilerin daha iyi bir gelecek ve dünya, insanca yaşam, insanca çalışma koşulları için eylem ve talepleri olunca bugün birbirine düşmüş olan tüm sermaye kesimleri aralarındaki çatışmayı unutup, elele işçi hareketine karşı, toplumsal muhalefeti ezmek için hareket ediyorlar. Burjuva devlet makinasından, kapitalist sistemden yayılan iğrenç kokuyu almayan var mı? Teneffüs ettiği havanın nasıl zehirlendiğini, oksijen almakta güçlük yaşadığını duyumsamayan?.. Pandora’nın Kutusunun kapağının açıldığı o ilk andaki gibi, ne kadar uğursuz kavram, emekçilerin zihninde kötü ve olumsuz hallerle kodlanmış ne kadar şey varsa hepsi ortalığa saçılmış durumda. Hangi birisinden bahsedeceğini şaşırıyor kalem. Çürüme, yozlaşma, ahlaksızlık, hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet, ikiyüzlülük, utanmazlık, baskı ve zorbalık, sahtekârlık, adaletsizlik… Bugün bu kavramların kullanılmadığı bir konuşma, sohbet yapmak neredeyse imkânsız. Ortada bir ceset var hala yaşadığını iddia edip yönetmeye çalışan, ama bir türlü bunu da beceremeyen: Bir devletin cesedi! Kötürümleştiği kadar ahlaken, siyaseten, kültürel, politik, iktisadi tüm alanlarda çürüyen bir sistemi ayakta tutmaya çalışan bir devlet. Beceremediği oranda da itirazları bastırmak için halk düşmanı niteliği daha da öne çıkan bir devlet ve onun neoliberal halleri… Bugün Türkiye’de yaşananlar bir yönüyle sermaye kesimleri arasındaki güç ve iktidar paylaşımının yansımaları olduğu kadar, yapısaldır da. Kapitalist sisteme, onun doğasına içkindir. Kapitalizm bir krizler sistemidir ve bu krizler sadece ekonomideki aşırı üretim krizleriyle de sınırlı değildir. Üstyapısal tüm kurum ve alanlarda da aşırı üretim krizlerinin karekteristiğini yansıtan krizler yaşanmaktadır ve sürdürülemezlik arttıkça, yönetememe krizleri boyutlanarak rejim-devlet krizlerine dönüşebilmektedir. Altı çizilmesi gereken şey ise krizlerin hangi ad ve alanda çıktığından da çok, bu krizlerin yapısal olduğudur. Kapitalist sistem tarihsel sonunu siyaseten uzatmaya çalıştıkça, onun çelişkiler yumağı olan iç yapısı sürekli kriz üretmektedir. Emekçi kitlelerin daha iyi bir yaşam için dile getirdiği talep, özlem ve ihtiyaçları ile neoliberal kapitalist sistemin mali oligarşik yapısının uzlaşmazlığı, bu talepleri karşılayabilme kapasitesi ve niyetinden fersah fersah uzak olması en önemli kriz etkenidir. Bu yönetememezlik hali sermaye grup ve kesimleri arasındaki iktidar mücadelesini de şiddetlendirmekte, onları şimdilerde Türkiye’de olduğu gibi kıyasıya çatıştırmaktadır. Marx, krizler için “bir olanların ayrışması, ayrı olanların birleşmesi” tanımını yapmıştı. Son günlerde iktidarın iç ayrışması, düne kadar ayrı olanların (AKP ile ordunun tasfiye edilmiş kesimlerinin, CHP ile Gülencilerin vd.) yan yana gelmesi Marx’ı bir kez daha doğrulamış görünmektedir. Kriz bir olanları ayrıştırır, ayrı olanları birleştirirken ezilen ve sömürülen sınıfsal-toplumsal kesimlerin bugününü ve geleceğini karartan birçok şey de yaşanmaktadır. Bu zulüm ve yağma düzeninin emekçilere ödettiği faturaların da sınırı yoktur. Bugün demokrasi, hak, hukuk, yetim hakkı vb. diye kavgaya tutuşanların ödetilen bu bedellere de bir itirazları yoktur. Onlar sistemin ürettiği hatalardır, bunlar mukadderat olduğundan yapacak bir şey de yoktur!!! Roboski katliamını “soruşturan” (siz üzerini kapatmaya çalışmak olarak anlayın) askeri savcılığın ilgili askeri yetkililer için “kaçınılamayacak bir hataya düştükleri sonucuna ulaşılmıştır” diyerek dosyayı kapatmasında olduğu gibi. Bu sistem işçi ve emekçilerin çalışma ve yaşam koşulları üzerinde sürekli kaçınılamayacak hataya düşüyor! Yönetenler; burjuva politikacılar, askeri yetkililer, mahkemeler, yasaması, yürütmesi, yargısı, medyası… bilumum burjuva demokratik kurumlar zinciri sürekli kaçınılamayacak hatalara düşüyor-
lar!! Roboski’de koca bir ordu, tüm emir komuta zinciri, ta Genelkurmay Başkanına kadar süren bir silsile de kaçınılamayacak hataya düşmüş! Bu hatanın bedeli yoksul Kürt köylüsü için 34 can oldu! Bu hatayı yapanlar açısından peki? Hiçbir bedeli olmadı, bir özür dahi dilenmedi! Sermaye sınıfına yakışır bir utanmazlık ve kıyıcılık olarak tarihe geçti. Ahmed Arif’in 33 Kurşun dizelerinden bugüne yoksul Kürt köylüsüne reva görülen zulmün, katliamların, teknolojik boyutu dışında esasta değişmediği görüldü. “Kaçınılamayacak hatalar” sisteme içkindir. Ve sadece devlet dolayımıyla da yaşanmaz. Bu ülkede her ay ortalama 100 işçi zorunlu güvenlik önlemlerini gereksiz masraf sayan ve aşırı çalıştırma uygulayan burjuvazi nedeniyle iş kazalarında ölüyor! Yani her ay 3 Roboski yaşanıyor. Yargıya taşınan tüm bu iş cinayetleri de hep Roboski gibi “kaçınılamayacak hata” benzeri kararlarla sonuçlanmaktadır. Yargının terazisinde tartılanlar işçi ve emekçiler, Kürt halkı karşısında sermaye kesimleri olunca bugün “paralel devlet” yapısına karşı demokrasi mücadelesi veren (!) tüm kişi ve kurumların bağımsız yargıya güven telkin ettiklerini gördük. Çünkü emekçilerin iş cinayetlerinde, devlet katliamlarında ölmesi onlar açısından normal görünmekteydi. Demokrasimizin, sermaye demokrasisinin gereğiydi! Ne zamanki emekçilere saygı göstermesini istedikleri yargı, sermaye içi iktidar kavgasında kendilerine dokundu; işte o zaman birden koro halinde “demokrasi elden gidiyor”, “darbe”, “çete”, “paralel devlet” diye bağırışmaya başladılar. AKP iktidarının demokrasi diye kutsadığı şey, emekçiler için, Kürt halkı için pek matah bir şey değil. Demokrasi onlar için, polis copu, gaz bombası, TOMA, gözaltı-işkence, F Tipi hücreler, iş cinayetleri, katliamlardır. Demokrasiniz sizin olsun!… İşçi sınıfı açısından düşman sermaye sınıfıdır. Mevzubahis olan emekçilerin daha iyi bir gelecek ve dünya, insanca yaşam, insanca çalışma koşulları için eylem ve talepleri olunca bugün birbirine düşmüş olan tüm sermaye kesimleri aralarındaki çatışmayı unutup, elele işçi hareketine karşı, toplumsal muhalefeti ezmek için hareket ediyorlar. İşçi-emekçiler açısından bir “paralel devlet” sistemi söz konusu değildir. Sermaye sınıfının kendi arasındaki iktidar kavgasının içinden türeyen kavramlardır bunlar. Her sınıf olayları kendi kavramsal çerçevesinden değerlendirir; kendi sınıfsal çıkarlarını dile getirir. Sınıf bilinçli işçiler, sermaye sınıfının iç çelişkilerinden yararlanmasını bilecek ama biz “üçüncü tarafız” gibi, saçma, burjuva “üçüncü yolcu”, burjuva demokrasisini kutsayan, geliştiren şeyler söylemeyecektir.
Ortada sınıf olarak üçüncü taraf yoktur ki, biz üçüncü taraf olalım! Sınıf savaşı proletarya ile burjuvazi arasındadır. Uzlaşmaz karşıtlık iki taraflıdır. Üçüncü taraf yoktur! Üçüncü tarafı koyduğunuzda ufkumuzu burjuva demokrasisiyle sınırlamışsınız demektir. İşçi sınıfı devrimcileri komünizmin özgürlük dünyası ufkuyla hareket etmelidir. Sermayenin devleti, normali-paraleliyle, düzüyle-deriniyle işçi sınıfı karşısında tek vücut hareket ediyorlar. O halde işçi sınıfının da sermaye karşısında yek vücut olması kaçınılmaz gereksinimi, temel ihtiyacıdır! Rejim krizinden, siyasal krizin yanı sıra ilerleyen ekonomik krizden çıkmak sermaye için şu an herşeyden önemli. Farklı sermaye kesimleri devletteki pay ve konumlarını yeniden paylaşma savaşına kendilerini öyle bir kaptırmış haldeler ki, seçim kampanyalarına bile start veremediler. Kapitalist sistemde yerel seçimler, seçim yapılan il-ilçe-yerel kapsamında hangi sermaye kesimlerinin önceliğinin olacağının, sermayenin yerelden üretim ve dağıtımında kimin yönetsel önceliği elde edeceğinin belirlenmesidir. Yaldızları kazındığında, aslında sermayenin işçi ve emekçilere sunduğu “seçim” budur! Hükümet ekonomik krizin faturasını ödetmek, bekletilen enerji zamları ve vergiler paketini açmak için yerel seçimlerin geçmesini bekliyor. Sınıf bilinçli işçilerin karşısında ise burjuvazinin yaşattığı bu siyasal çürümüşlüğün, bu ekonomik saldırganlığın, bu toplumsal alçaklığın karşısında dik durmak, bu sınıf diktatörlüğünün gerçek yüzünü sergilemek, sınıf savaşında güçlenmek, kendi mücadele taleplerini inatla, ısrarla, militanca yükseltmek görevi duruyor.
4
işçi meclisi
Özel Güvenlik İşçisi Direnişte Çankaya Belediyesi’ne faaliyet gösteren Düzey Koruma Güvenlik Eğitim Hizmetleri LTD. ŞTİ. bünyesinde özel güvenlik işçisi olarak çalışırken hiç bir gerekçe gösterilmeden işten çıkarılan Güvenlik-Sen Ankara temsilcisi Ömür Tekin, yaptığı bir basın açıklaması ile direnişe başladı Çankaya Belediyesi önünde yapılan basın açıklamasında Ömür Tekin’in işten çıkarılmasında asıl hedefin sendikal faaliyet olduğu dile getirildi. Açıklamada, taşeron şirketin işten çıkarma sürecinde bir dizi hukuksuzluk örneği sergilediği ifade edilerek “Teşeron sisteminin işçi ve sendika düşmanı olduğu, işçilerin insana yakışır koşullarda ve güvenceli bir şekilde çalışmalarının örgütlü mücadeleden geçtiği belirtildi. Her fırsatta emek dostu ve toplumcu belediye olduklarını iddaa eden Çankaya Belediyesi ise bu duruma sessiz kaldı.” denildi. Güvenlik-Sen Temsilcisi Ömür Teki’nin işe iadesinin talep edildiği açıklamada, başlatılan direnişin Türkiye işçi sınıfı tarihinde bir ilk olduğu ve özel güvenlik işçilerine bir işaret fişeği yaktığı ifade edildi. Basın açıklaması sonrasında sitemize açıklamada bulunan Ömür Tekin işten çıkarılma sürecini ise şöyle anlattı. 6 Ocak günü güvenlik amiri tarafından telefonla aranarak işe gitmeden önce şirkete uğramam söylendi. Şirkete gittiğimde firmanın daralmaya gittiği söylenerek işten çıkarıldığım sözlü olarak iletildi. Daha sonra öğrendim ki sigorta çıkışım 31 aralık 2013 tarihinde zaten yapılmış. Yeni yapılacak ihalede tekrar işe alınacağım söylenerek oyalama taktiğine gittiler. Sendika olarak şirket yetkilileri ile görüşme talep ettik, ama her seferinde yetkililerin şehir dışında olduğu söylendi. Daralmaya gittiğini söyleyen şirket benim yerime çoktan bir güvenlikçi almıştı bile. Bu
süre içerisinde güvenlik amiri ile yaptığım bir görüşmede belediyenin talimatı ile işten çıkarıldığım söylendi. Sendika olarak belediye ile görüştük. Başkan Yardımcısı H. Savaş Yorgancı ve park ve bahçeler müdürü ile yaptığımız görüşmeden herhangi bir sonuç alamadık. Yaptığımız bu görüşmede işten çıkarılmamın asıl nedeninin sendikal faaliyet olduğunu belirterek sorunun çözülmediği takdirde belediye önünde direnişe geçeceğimizi ifade ettik.” Güvenlik-Sen’in çağrısı ile saat 17:30'da Yüksel Caddesinde bir araya gelen kitle buradan sloganlarla Çankaya Belediyesi önüne geldi. “Ömür Tekin yalnız değildir”, “Susma haykır, taşerona başkaldır”, “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiç birimiz”, “Korkma cesur ol Güvenlik-Sen var”, “Yaşasın sınıf dayanışması” sloganlarının atıldığı yürüyüş sırasında Ömür Tekin’in sendikal faaliyetinden dolayı işten atıldığı belirtilerek direnişe destek çağrısı yapıldı. Çankaya Belediyesi önüne gelindiğinde Güvenlik-Sen adına bir konuşma yapıldı. Yapılan konuşmada şu ifadelere verildi. “Sendikamız Ankara Temsilcisi Ömür Tekin 31 Aralık 2013 günü SSK çıkışı yapılmasına rağmen, 6 ocakta daralmaya gidildiği gerekçesi ile düzey güvenlik şirketi tarafından işten çıkarılmıştır. Ömür Tekin 6 gün boyunca sigortasız çalıştırılmıştır. Sendikamız GüvenlikSen, şirket yetkilileri ile görüşme talep etmiş ama muhatap alınmamıştır. Sendikamızın belediye yetkilileri ile yaptığı görüşmelerde bir sonuç vermemiş, her fırsatta toplumsal belediyecilik yaptığını iddia eden Çankaya Belediyesi bu duruma sessiz kalmıştır. Temsilcimiz Ömür Tekin’in işten çıkarılması sendikal faaliyetin engellenmesine dönük bir saldırıdır. Asıl gerekçe budur. Ömür Tekin işe geri alınana kadar direnişimiz devam
edecektir. Duyarlı kamuoyunu, işçi ve emekçileri bu direnişe destek vermeye çağırıyoruz.” Direnişçi taşeron güvenlik işçisi Ömür Tekin ise işten çıkarılma sürecini anlatarak başladığı konuşmasında direnişinin ve sendikanın itibarsızlaştırma saldırısı ile karşı karşıya kaldığını belirtti. Ömür Tekin, işten ilk çıkarıldığında daralma gerekçesinin öne sürüldüğünü, sonrasında ise performans düşüklüğü olarak açıklandığı, son günlerde ise direnişe geçme nedeninin belediyeyi karalamak olduğu yönünde belediye tarafından açıklamalar yapıldığını ifade etti. İşe geri alınana kadar direnişe devam edeceğini açıklayan Ömür Tekin konuşmasını “bu daha başlangıç mücadeleye devam” sözü ile bitirdi. Geçtiğimiz aylarda Hacettepe Üniversitesi Hastanesi’nde işten çıkarılan ve direnişe geçerek işlerine geri dönen Dev-Sağlık İş üyesi taşeron işçilerde katılarak söz aldı. İşçi Meclisi ve Devrimci Proletarya okurlarının da katıldığı eylem çekilen halaylarla sona erdi.
1-2-3-5 Helallik alıp da çıktığı sabahın öğleninde, bir son dakika haberinde 10 puntoya, Satılmış ARSLAN’la, Ahmet ŞEKER arasında kendisine yer bulan Hasan BOZACI, 1-2-3-5'ten yalnızca birisi. Ayrıca Hasan BOZACI 2013 yılında Ocak ayında ölen 81 işçiden, madende ölen 91 işçiden birisi. Yüzgeci görünce köpekbalığına tamamlayan bir balıkçı, ufkundaki buluttan yağmuru sezen çiftçi, henüz çatallaşmış bir sesin hudutsuz bir öfkeye kapı açacağını bilen yazar, ve bir daha günyüzünü göremeyeceğini hissettiğinden helalik isteyen maden işçisi Hasan. Bir tuhaflık var bu işte. Balıkçı kaçıyor köpek balığından, çiftçi derinleştiriyor su kanallarını, yazar öfkeye gem vurmakla meşgul, ama Recep, Hasan’ın mevlütünden sonra helallik isteyip, tekrardan iniyor yerin 650 metre aşağısına, iniyor bu akşam evde olup olamayacağını bilmeden. “Haziranda ölmek zor” der şair. Haziranda 104 kişi ölmüşüz. Bir de Ethem. Bir işçinin su alan bir minibüs içinde boğuluşunun ardından, hiç bir işçi böyle ölmemeli diye haykırırken öldürülen Ethem. Tekstil, deri iş kolunda 36 kişi ölmüşüz. Boyahanelerde ağır ağır ölenlerimiz yok bu sayıda. Sayılabilmesi için bir işçinin, işçi olduğu için ölen-
İşçi Meclisi ve Sınıfsız okurları olarak da direnişçi güvenlik görevlisi Ömür Tekin’e bir ziyaret gerçekleştirdik. Bu ziyaret yapılan sohbette işçi sınıfına yönelen taşeronlaştırma saldırısından, sarı sendikaların bu saldırlara karşı sessiz ve kaçamak tutumlarından ancak buna rağmen işçi ve emekçilerin haklarını almak için yürüttüğü mücadelelerden bahsettik. Tekin sohbet sırasında “Taşeronluk sisteminin en büyük mağdurlarından birinin güvenlik görevlileri olduğu ve sektörde bulunan 600.000 civarındaki işçinin örgütlenmesi sayesinde işçi sınıfı içinde büyük bir dinamiğin oluşacağına” vurgu yaptı. Tekin bu alanda faaliyet yapmanın öneminden bahsetti. Mevcut sendikal anlayışların taşeron işçileri örgütlemek konusunda mızmız ve yetersiz olduğunu dile getirdi. Tekin Çankaya Belediyesin’de beş aydır örgütlenme çalışması yürütüldüğünü birçok zorlukla karşılaşıldığını dile getirdi. Tekin güvenlik işçileri içerisinde bu örgütlenmenin taşeron işçiler içerisinde örgütlenmek ve güvencesiz, esnek çalışma mücadelesinde bir dinamik olacağını söyledi. Direnişinin hiç örgütlenemez denilen bir sektörde olmasının bile bir kazanım olduğunu söyleyerek sohbeti sonlandırdık.
lerin listesinde, tek seferde ölebilmesi lazım. Ama bir hastaneden -yapacak bir şey kalmadı evine götürün- denen Osman’ın, hiç bir yerde muhattap bulamayışına rağmen ismi şimdiden asıldı seçmen listelerine. Artık %70 imiz Büyükşehirlerde yaşıyormuşuz. 18 Haziran’da Muğla Milas Güllük Beldesi’nde Tepe-Akfen Su ve Kanalizasyon İşletmesi’nde çalışırken zehirlenerek can veren 7 belediye işçisi, diyorlar ki kapitalizm heryerde ve büyük sayılırda ölmek için büyükşehir işçisi olmaya gerek yok. Güllükte öğrenebilirsin 7 işçinin, mesela hangi takımı tuttuğunu kahveci Kemal ustadan. İronisi şurdaki şehirler büyürken insanlar küçülüyor. Bir kazı alanında tonlarca toprağın altında can verenin ismi hatırlanmayacak kadar küçülüyor. Bu yazı senin içindi Ahmet. Hangisini seçeceksin, A partisini seçip şantiyede bir çadırda kış günü alev alev yanmayı mı, B partisini seçip tonlarca toprak altında kalmayı mı? Yaşamayı deli gibi sevdiğinde halde ölümün yanında kulaç atan Ahmet kapitalizmi bırakıp sosyalizmi ne zaman seçeceksin. Zafer Yüksel Diğer yazıları için; http://zaferyuksel77.tumblr.com
5
işçi meclisi
Ankara’da “Bozuk düzende sağlam çark olmaz” Mitingi
Adıyla sanıyla binlerce işçinin olduğu yerde, siyasal sürece ilişkin emek-sermaye karşıtlığının şu veya bu düzeyde dile getirilmesi kaçınılmazdı. Mitingin en önemli işlevi de, ...işçi sınıfının mücadele sorun ve dinamiklerinin bordodan ilk atılan olduğu solda, emek-sermaye karşıtlığı ilkesini bir nebze hatırlayıp hatırlatmasıydı
KESK, DİSK, TTB, TMMOB‘un çağrısıyla bir çok ilden gelen işçiler, emekçiler Ankara’da Hipodromda toplanarak tren garından Sıhhıye Meydanı‘na yürüdü. Kürt hareketi her zaman ki gibi daha canlı ve daha diri olduğunu otobüsten iner inmez gösterdi. Barış ve çözüm sürecine yönelik, Roboski ve Rojava pankartları ve sloganları ön plandaydı. Karayolu taşeron işçilerinin taşeronlaşmaya karşı yalın ayak yürüyerek “Kız istedik vermediler kadrolu değilsin dediler” şeklinde sloganları dikkat çekiciydi. Kürsüde yapılan konuşmalarda yolsuzluk, işsizlik, emekçilerin yoksullaşması, artan iş cinayetleri kürsüden vurgulandı. Ancak işçi sınıfı talepleri, özlemleri ve sermaye karşıtı vurgular arka planda kaldı. Kortejlerde “Bu pisliği devrim temizler” şeklinde sloganlar atıldı. Söylemler AKP istifa şeklinde sınırlı bir şekilde kaldı. Devrimci Proletarya eyleme “Ya Yeni Bir Yaşam İçin Dövüşeceğiz Ya Da Çürüyeceğiz” pankartıyla katıldı. Eylemde sık sık “Kahrolsun ücretli kölelik düzeni”, “Her Yer Rüşvet Her Yer Yolsuzluk”, “İnsanca Yaşam Sosyalizimde”, “Bu Daha Başlangıç Mücedeleye Devam” sloganları atıldı. Ayrıca Sıhhıye köprüsüne “Esnek ve Güvencesiz Çalışmaya Hayır İnsanca Yaşam Sosyalizmde”, Devrimci Proletarya “Binlerce Yıllık Kölelikten Komünizmin Özgürlük Dünyasına” Sınıfsız “Günleri ve Mevsimleri Düşlerimize Göre Yeniden Yaratacağız” İşçi Kadın Meclisi imzalı pankartları asıldı. Miting 17 Aralık krizinden neredeyse 1 ay sonra yapılabildi. Zamanında yapılacak bir miting, hem katılımı artırır hem de emeğin öfkesini daha güçlü yansıtabilirdi. Mtingdeki genel hava ise, burjuvazi, devleti ve hükümetine karşı öfke ve sınıf olarak üzerlerine gitmekten ziyade, AKP Hükümetinin içine düştüğü durumun tadını çıkarmaktı. Adıyla sanıyla binlerce işçinin olduğu yerde, siyasal sürece ilişkin emek-sermaye karşıtlığının şu veya bu düzeyde dile getirilmesi kaçınılmazdı. Mitingin en önemli işlevi de, siyasal mücadele süreçlerinin öne çıktığı her seferde işçi sınıfının mücadele sorun ve dinamiklerinin bordodan ilk atılan olduğu solda, emek-sermaye karşıtlığı ilkesini bir nebze hatırlayıp hatırlatmasıydı. Sendika kortejlerinde, sendikal pankartlar, dövizler, sloganlarda, yer yer de kürsüden, bir kutupta hırsızlık, yolsuzluk, cinayetler, diğer kutupta işsizlik,
yoksullaşma, iş cinayetlerinde her yıl binlerle ölen işçiler, baskılar, özgürlük ve demokrasi yoksunluğu sıklıkla vurgulandı. Ancak tabii, mantıki sonucuna götürülmedi: Mitingteki en temel yoksunluk, burjuva rejim krizine karşı bir sınıfsal-toplumsal somut mücadele talepleri deklarasyonunun bile ortada olmamasıydı. Sendikalar ve meslek örgütleri, bu elverişli süreçte de, daha geniş işçi kesimleri açısından da süreklileşen eylemlerle birlikte etki ve çekim gücünü artıracak bir sınıf mücadelesi talepleri deklarasyonu açıklamaktan özenle geri durdular. Durumu bir kez daha AKP Hükümetinin teşhir ve eleştirisi, ve genel geçer demokrasi söylemleriyle geçiştirdiler. Mitingin gerçek tarihsel-siyasal anlamı, sendika ve meslek örgütü bürokratlarının ne söyleyip yaptıklarından ziyade, alanda bir çok unsuru ve dinamiği olmasına karşın neyin söylenmediğinin ve yapılmadığının yakıcı boşluğunu açığa çıkarmasıdır: 1- Alanda bir dizisi işçiler tarafından da parça parça dile getirilen bir güncel sınıfsal-toplumsal mücadele talepleri programı: 8 saatlik işgünü, insanca yaşanacak ücret, iş cinayetlerinin durdurulması ve işçi sağlığı ve güvenliği, taşeronluk sisteminin kaldırılması, işten atmaların ve esnek-güvencesiz işçi çalıştırmanın yasaklanması, parasız eğitim sağlık ulaşım, kentsel dönüşüm ve doğa yıkımının durdurulması, tüm işçilere bağımsız sınıfsal örgütlenme ve eylem özgürlüğü, bağımsız işçi organlarının ve forumlarının oluşturulması, kadınlara, Kürtlere, LGBTİlere fiili hak eşitliği ve özgürlük, Taksim Kızılay ve tüm Gezi alanlarının eylemlere açılması, Hükumetin istifası, Roboski katili Genelkurmayın görevden alınması, MİT’in kapatılması, TMK ve TCK’nın kaldırılması, tüm sermayedevlet yolsuzluk, cinayet ve örtülü operasyonların açıklanması ve hesap sorulması… 2- Kapitalist sistemin ve rejiminin daralan cenderesini zorlayacak ve açığa çıkaracak, daha geniş işçi kesimleri açısından da çekim oluşturabilecek güncel bir sınıfsal-toplumsal mücadele talepleri programı kuşkusuz sendika bürokrasileri tarafından ortaya konmayacaktır. Sosyalist işçi konseyleri devrimi ve yepyeni bir yaşam ihtiyacıyla da iki yönden birbirine bağlanarak (güncel mücadele di-
Devrim, iktidar fikirlerinin, uzun bir aradan sonra, daha bir yaygın ve istekle dile getirilmesi, belli bir kitle kesimi tarafından da daha bir sempatiyle karşılanması, önemlidir. Fakat yanıltıcı olmamalıdır. namikleri ve hareketi sistemin sınırlarını aşan programatik-stratejik bir ufukla birleşrerek, yukarıdan inisiyatifi aşağıdan inisiyatif ile birleştirerek), sınıfsal-toplumsal mücadele dinamiklerinin, eylem ve hareketlerin, organların içinden örgütlenebilmesi gerekir. Ne var ki, “hükümet istifa”yı sistem karşıtlığına doğru derinleştirecek sınıfsal-toplumsal güncel mücadele taleplerini bir yana bırakan halkçıdemokratik “yüksek” siyaset, “köklü çözüm” çağrılarında aynı parçalılığı, bulanıklığı ve daha büyük bir boşluğu yaşamaktadır. Miting alanında olduğu gibi, “halk iktidarı”, “halk demokrasisi”, “katılımcı, demokratik, çoğulcu yönetim”, “kurucu meclis”, “geçici devrim hükümeti” gibi çağrılar havalarda uçuşmaktadır. Devrim, iktidar fikirlerinin, uzun bir aradan sonra, daha bir yaygın ve istekle dile getirilmesi, belli bir kitle kesimi tarafından da daha bir sempatiyle karşılanması, önemlidir. Fakat yanıltıcı olmamalıdır. Bu söylemlerin bir çoğu liberalizm, reformizm kadar soyutlukla da maluldur, geniş kitlelerin bundan anladığı halen kopmaktan uzak olduğu kapitalist mali oligarşik sistem içerisinde kendi dileklerine kulak veren bir parlamenter hükümet değişikliği hayali ile sınırlıdır. Ve dahası progandif olarak dile getirilenlerinin küçük bir kısmının bile karşılığı, asıl sınıfsal-toplumsal mücadele dinamikleri, alanları içerisinden bağımsız savaşım organlarının oluşturulmasına,
bu yönde enerjik ve ısrarlı bir siyasallaşmış ve toplumsallaşmış sınıf çalışması pratiğine yansımamaktadır. Tıpkı genel “demokrasi” dilek ve çağrılarının olduğu gibi, özü genel bir hükümet reformundan ileri gitmeyen genel bir “devrim”, genel bir “iktidar” dilek ve çağrıların yetersizliğini işçi sınıfı ve kitlelere göstermek temel önemdedir. Sosyalist devrimci işçi konseylerinin güncelliği, ancak kapitalizm ve mali oligarşik sınıf diktatörlüğünü yıkarak gerçekleştirilebilecek yeni ve daha yüksek bir yaşam ihtiyacının ve tam da bu mücadeleler içinden oluşum ve arayış sürecindeki sınıfsal-toplumsal güçlerinin somut ve net tanımı önem kazanmaktadır. 3- Mitingin gösterdiği temel bir şey de, bu süreçte tarihsel bir rol oynamaya aday bir sınıfsal-toplumsal hareketin geliştirilmesi için, burjuvazinin mali oligarşik iktidarı kadar parlamenterist-sendikalist kitle kontrol aygıtlarını da sarsacak, irili ufaklı, çok biçimli kitle eylemlerinin sürekliliğinin sağlanabilmesidir. Yığınsal sokak eylemleri için bürokratik düzen içi kitle kontrol kurumlarına mecbur olmadan, kitlelerin sokak inisiyatifinin sürekliliğini sağlayacak bağımsız bir siyasal ağırlık merkezinin oluşturulması, ve kuşkusuz kitlelerin çalışma ve yaşam alanlarında öz savaşım karar ve inisiyatifini geliştirecek organların dişle tırnakla yaratılmasına ihtiyacımız var.
6
işçi meclisi
“Unutmayacağız Affetmeyeceğiz” Hrant Dink katledilişinin 7.yılında vurulduğu yerde on binler tarafından anıldı. Anma için saat 13.00'de Taksim Meydanı‘nın Divan oteli tarafında toplanılmaya başlandı. Eylemde Ermenice, Kürtçe ve Türkçe dillerinde yazılmış binlerce döviz taşındı. Sloganlar eşliğinde saat 13.30'da başlayan yürüyüş boyunca “Katil devlet hesap verecek”, “Hepimiz Hrantız hepimiz Ermeniyiz”, “Hrant için adalet için” sloganları atıldı. Yürüyüş en önde “Unutmayacağız affetmeyeceğiz” yazılı ortak pankartın ardından gerçekleşti. Agos Gazetesi’nin önünde yapılan anma programı saygı duruşu ile başladı. Ortak basın açıklamasını Gülten Kaya okudu. Kaya konuşmasında Roboski’den Gezi’ye, Paris katliamına devlet katliamlarının devam ettiğine vurgu yaptı. Hrant Dink‘in katledildiği yer
mumlar ve karanfiller ile kaplandı. Kürsüden Ermenice ağıtlar ve türküler çalındı. Eylem 15.30 gibi sonlandırılırken eylemciler toplu halde Taksim’e yürüdü. “Her yer Taksim her yer direniş”, “Gezi bizim İstanbul bizim”, “Katil Polis parkımızdan defol” sloganları atılırken yol boyunca konuşlandırılmış polislerin yanından geçerken “Katil var”, “Polis simit sat onurlu yaşa” sloganları atıldı. Galatasaray Lisesi önünde toplanan eylemcilere burada slogan atarak beklemeye başladı daha sonra eylemcilere polis gaz ile saldırdı.
Turizm işçileri örgütleniyor DİSK’ bağlı DEV-TURİZM İŞ sendikası Bu gün saat:15.00'da İstanbul’da bir tanışma toplantısı gerçekleştirdi. TMMOB Makine Mühendisleri Odasında gerçekleştirilen toplantıya turizm sektörünün değişik kollarından işçiler katıldı. Toplantının açılışında söz alan sendika bölge temsilcisi Ali Karabudak “DEV-TURİZM İŞ İstanbul’da örgütlenmeye başlıyor. Zor bir süreç olacak ve burada ki genç arkadaşlarla bunu başaracağız dedi.” Karabudak ” İstanbul’da daha önce ki deneyimlerden dersler çıkararak yeni bir toplumsal sendikacılık anlayışı ile
sendikayı yeniden var edeceğiz” sözleriyle konuşmasını bitirdi. Turizm sektöründen bar çalışanı, otel çalışanı, rehber ve lokanta alanından işçiler söz alarak taleplerini dile getirdiler. Ayrıca Turizm MYO’dan işçi-öğrencilerde bu oluşumun içinde olacaklarını belirtiler. İşçilerden gelen öneriler doğrultusunda bir Örgütlenme komitesi kuruldu. Komite tamamen işçilerden oluşan bir komite oldu. Ayrıca Enerji-Sen eski genel başkanı Kamil Kartal’da söz alarak. “Turizm iş kolunun önemli bir iş kolu
olduğunu sektörde iki milyon civarında işçinin çalıştığını ve bir bacasız fabrika olduğunu dile getirdi. Genç işçi ve işçi-öğrencilerin yoğun olduğu, parçalı ve esnek çalışmanın olduğu bir sektör olduğunu işimizin zor olduğunu söyledi.” “Ancak gençlerin gezi sonrasında daha dinamik ve toplumsal, sınıfsal olaylara daha duyarlı olmasınında önemli bir kazanım olduğunu” “Eski sendikacılık anlayışının artık yürünemez olduğunu” da dile getirdi.
Toplantı komitenin 20 Ocak’ta toplanması kararı ile sonlandırıldı. İşçilerin heyecanlı ve istekli oldukları göze çarpıyordu.
Sansür eylemine devletin Taksim sansürü Sansür yasası görüşülmeye başladığı ilk günden bu yana örgütlenen Sayfalar Ortak Platformu’nun 18 ocak’ta gerçekleştirdiği eyleme polis saldırdı, sokaklara sansür uyguladı. Saat 18.00’da üç ayrı noktada toplanmaya başlayan “İnternetime Dokunma” diyen kitle pankartını açıp yürüyüşe başladığı sırada polisin saldırısıyla karşılaştı. Meydanda toplananlara saldırırken aynı aynı anda Galatasaray lisesi ve Tünel girişinde toplanan kitleye saldırı düzenlendi. Polisin gazlı-TOMAlı saldırısından sonra ara sokaklara çekilen eylemciler, ara sokakları sloganlarla inletti. Kitlenin geri çekilip her koldan tekrar İstiklal Caddesini zorlayıp, caddeye çıkabildi. İstiklal Caddesinde bir araya gelen kitle “her yer Taksim her yer direniş, direne direne kazanacağız, hükümet istifa, bu pisliği ancak devrim temizler” sloganlarıyla İstiklal Caddesini süsledi. Polis barikatının önüne gelen kitle, sloganlar atma-
ya devam ederken yeniden polisin gazlı-TOMAlı saldırısı neticesinde ara sokaklara çekilerek, barikat kurup direnmeye devam etti. Polisin ara ara saldırısı ve saldırı sonrası kitlenin yeniden buluşup sloganlarla karşılık vermesiyle ara sokaklarda eylem sürmekte. Gece geç saatlere kadar İstiklal Caddesi Balo sokakta direnen kitleye polis yoğun şekilde plastik mermi ve gaz kullandı.
Resmi olmamakla birlikte 15'e yakın gözaltı oldu, gözaltılarla ilgili ÇHD’nde kurulan kriz masasında avukatlar gözaltına alınanlarla ilgilendi.
7
işçi meclisi
Kapitalist Çalışma Sağlığa Zarar!
Kapitalist çalışmanın yarattığı acı, hasar ve yaralanmaları birbirimizle paylaşabileceğimiz bugün, işçi sağlığı mücadelesini yükselterek bir nebze olsun acılarımızı sağaltabileceğimiz ve ortadan kaldırabileceğimiz bir gelecek için bir ucundan başlayıp “bu daha başlangıç” diyerek, “mücadeleye devam” etmeliyiz. Öyle bir sistemde yaşıyoruz ki, işçiler olarak göz göre göre, bile-isteye, çoğumuz küfrede küfrede sağlığımızı geçim maddeleriyle değiştirecek şekilde çalışmak zorundayız. Bu değiş-tokuş, bu alış-veriş dünyasında yaşam enerjimizi patronların hizmetine sunuyor, karşılığında aldığımız hasarlara, yaşadığımız acılara rağmen hayatta kalmaya uğraşıyoruz. Bu ölünceye kadar böyle sürüp gidiyor. Ölüm kimi zaman henüz çalışırken vuruyor ve adı iş cinayeti, iş kazası oluyor. Çalışma yara ve acılarının birikimli etkisi aslında bundan daha çok tespit edilmemiş meslek hastalıklarıyla, işten kaynaklı olduğu tespiti yapılmamış kalp krizleriyle, kanserlerle, çoğu zaman da emekli olunduğunda karşımıza çıkıyor. Türkiye’de kapitalist çalışma işçilerin örgütsüzlüğüyle dünyanın en gaddar, fütursuz, katil çalışma rejimlerinden birini kurmuş durumda. Bir işçi denizi içerisinde yaşıyoruz, TÜİK’in son raporlarına göre çalışan sayısı 30 milyonu buldu. İstihdamın önemli bölümü de hizmet sektöründe; coğrafyamızda son on yılda neredeyse her yer plaza, her yer çağrı merkezi, her yer AVM’ye kesmiş durumda. İşçi sınıfının eğitim düzeyi giderek yükseliyor, üniversite mezunu işçilerin ve işsizlerin sayısı çığ gibi artıyor, işçi sınıfı giderek daha yoğun biçimde artık sadece çekiç değil klavye de kullanan, artık sadece mavi tulum değil, kravat ve topuklu ayakkabı da giyen bir sınıf haline geliyor. Ve bu devleşen, sürekli büyüyen ve yeni üyeler kazanan sınıf, örgütsüzlüğü içerisinde kapitalist çalışmaya karşı kendisini korumaya, fiziksel ve ruhsal bütünlüğünü, emeğini savunmaya uğraşıyor. Kasım ayında ‘Çalışmak Sağlığa Zararlıdır’ kitabı Türkçeye de çevrilmiş olan halk sağlıkçısı Annie Thébaud-Mony’nin katılımıyla İs-
tanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisinin düzenlediği etkinliğe ağırlığını “beyaz yakalı” diye tabir edilen işçi kesimlerinin oluşturduğu 200 kişilik bir bilinçli kitle katılımı gerçekleşti. Plaza Eylem Platformu, BİÇDA, ÇMÇ vd. oluşumlar, kimi sendikal çevreler bu işçi kesimlerinin örgütlenmesi üzerine çalışmalarını yürütüyorlar. Son yıllarda tekil ya da grupsal birçok eylem ve etkinlik gerçekleşmeye başladı, ancak tüm bunların doruk noktasını oluşturan gelişme bilindiği üzere Gezi Direnişi oldu. Banka-plaza çalışanları iş saatlerinde filli eylemler koyarak işyerlerinde “Her yer Taksim her yer direniş!” sloganları attılar, yürüyüşler düzenlediler, AVM işgalleri gerçekleştirdiler. “Gündüz Clark Kent, Gece Süper(wo)man” misali iş çıkışlarında onbinlerce işçi kravatlarını ve topuklu ayakkabılarını çıkartarak Taksim metro çıkışlarında izdiham yaratacak şekilde direniş alanlarına aktılar, bir yudum özgürlüğün hazzını yaşadılar. Gezi Direnişi bu kesimler üzerinde de bir hareketlendirici etki yarattı, bir bilinç dönüşümünün izlerini bıraktı. Önümüzdeki dönemde, özellikle siyasal-ekonomik kriz koşullarının derinleşmesiyle bu eğilimin güçleneceğini öngörmek hayal değil. Sınıfın en örgütsüz, atomize edilerek bireye doğru parçalanmış, kendisini işçi olarak tanımlamayan kesimlerinde bile önümüzdeki dönemde kendi emeğini koruma bilinci giderek artacak. Dünyada yaşanan mücadele deneyimleri de buna işaret ediyor. Peki, öyleyse neden artık çalışma yaşamına ilişkin paylaşım sitelerinde, bloglarda edilen anonim bireysel şikâyetlerin yerini bir örgütlenme başlangıcı olarak işyerlerinde işçi sağlığı ve güvenliği konusunda atılacak adımlar almasın? Çalışılan bankalar, plazalar, AVM’ler en ufak bir yangında yüzlerce ölüme sebebiyet verecek şekilde inşa edilmiş ta-
Türkiye’de kapitalist çalışma işçilerin örgütsüzlüğüyle dünyanın en gaddar, fütursuz, katil çalışma rejimlerinden birini kurmuş durumda. İşçi sınıfının eğitim düzeyi giderek yükseliyor, üniversite mezunu işçilerin ve işsizlerin sayısı çığ gibi artıyor, işçi sınıfı giderek daha yoğun biçimde artık sadece çekiç değil klavye de kullanan, artık sadece mavi tulum değil, kravat ve topuklu ayakkabı da giyen bir sınıf haline geliyor. butlardır aslında, acil çıkış önlemleri yoktur, rutin bir iş denetiminde dahi bu yerlerin kapatılması gerekir, biz farkında değiliz. Zaten (“plaza sendromu” adı verilen bir duygudurum bozukluğuna da sebep olan) insanlığa aykırı mekânlarda çalıştırılıyoruz ve bir de üstüne üstlük buralarda aşırı çalıştırılıyoruz (ortalama çalışma süreleri zorunlu fazla mesailerle yasal sınırın çok çok ötesindedir), yetmiyor şirket telefonları ve maillerle 7–24, ev-yol-uyku dâhil sürekli çalışmaya maruz bırakılıyoruz, üstüne üstlük üretilen artı değerin yüksekliğine karşın asgari ücret dolaylarında net ücretlerle sömürülüyoruz… Daha sayalım mı?
Sayalım, bunları dökelim, bunları görünür kılalım, bunlara karşı mücadele etmek için örgütlenelim. “Zor abi, bizde olmaz”ın aşılması için küçük ama kararlı başlangıçlara ihtiyaç var. Kapitalist çalışmanın yarattığı acı, hasar ve yaralanmaları birbirimizle paylaşabileceğimiz bugün, işçi sağlığı mücadelesini yükselterek bir nebze olsun acılarımızı sağaltabileceğimiz ve ortadan kaldırabileceğimiz bir gelecek için bir ucundan başlayıp “bu daha başlangıç” diyerek, “mücadeleye devam” etmeliyiz.
Ostim/İvedik katliamının 3. yılında anma etkinliği yapıldı OSTİM ve İvedik Organize Sanayi Bölgeleri’nde 20 işçinin yaşamını yitirdiği patlamaların 3. yıl dönümünde patlamaların meydana geldiği atölyelerin önünde anma etkinliği gerçekleştirildi. İlk anma 2. patlamanın olduğu İvedik Organize Sanayi Bölgesi’nde yapıldı. Metal sac ile çevrili enkazın önünde toplanan aileler enkazın önüne kırmızı karanfiller bıraktılar. Aileler burada bir açıklama yaptı. “OSTİM ve İvedik’i unutmadık unutturmayacağız” pankart ve dövizler taşıyan OSTİM’li aileler adına açıklamayı Azize Atmaca okudu. “Bugün buradayız, her duruşma öncesi ankara adliyesi önündeyiz, her ayın ilk pazar
günü Galatasaray Meydanı’nda vicdan ve adalet nöbetindeyiz“ diyen Atmaca, aileler olarak kaybettikleri yakınlarını unutmadıklarını ve unutmayacaklarını yetkililere ve kamuoyuna duyurmaya çalıştıklarını söyledi. Azize Atmaca açıklamasında Türkiye’nin işçi cinayetlerinde Avrupa birincisi olduğunu ifade ederek “Ekmek mücadelesinin işçilerin yaşamına mal olmasını istemiyoruz. İşçi güvenliğinin sağlandığı, daha insani çalışma koşullarının yaratılmasını, denetim görevi olanların görevlerini gereği yapmalarını istiyoruz“ dedi.
3. yılına giren dava sürecinde 19 duruşmadır adil bir yargılamanın gerçekleşmesi için çabaladıklarını belirten Atmaca, “patlamaların meydana gelmesinde, gaz şirketinden patlamaların olduğu atölye patronlarına ve bu işyerlerinin denetiminden sorumlu bütün kurum ve kişilerin birinci derecede sorumludur. Eksiksiz bütün sorumluların yargılanması için buradayız“ dedi. Açıklamanın ardından kortej oluşturularak ikinci patlamanın olduğu MEGA CENTER önüne yüründü. Yürüyüş boyunca patlamalarda yaşamını kaybeden işçilerin isimleri okundu.
8
işçi meclisi
Düzen Partilerine de Liberal Reformistlere de Oy Yok!
Her kent iki kenttir ve biz neoliberal burjuva düzen partileriyle ayrı kentlerdeniz! Yaşadığımız kent de bir değil, düşünü kurduğumuz kent de… Kendimizle birlikte dönüştüreceğimiz insanca yaşanabilir, tüm sömürü ve ezme-ezilme ilişkilerini yok edeceğimiz bir kentte, tahakküm ilişkilerinden kurtarılmış bir insan-doğa ilişkisi kurmak istiyoruz... Neoliberal sermaye birikim rejimine geçişle birlikte devletin yanı sıra yerel yönetimlerde de köklü bir dönüşüm yaşandı. Kent, sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi ve emeğin yeniden üretiminin alanıdır. Dün yerel yönetimleri şekillendiren (merkezi devlet-yerel yönetim ilişkisi yönüyle baktığımızda yerelin sermaye birikim sürecine dahli) daha çok emeğin yeniden üretimi ve bu temelde sundukları hizmetlerdi. Neoliberal sermaye birikim sürecine geçilmesiyle kentte sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi öne çıkarken emeğin yeniden üretimi ikincilleşmiş, öte yandan işçi ve emekçilerin en temel yaşamsal ihtiyaçları dahil her alan ve düzeyde bir metalaştırma saldırısıyla birlikte dönüşmüş olarak varlığını sürdürmektedir. Kent üretim, dolaşım ve bölüşüm ilişkilerin toplandığı mekândır. Değerin üretildiği ve realize edildiği mekândır. Bugün kendisi de değer üretiminin konusu ve nesnesi durumundadır. Sorunun böyle konuluşu tüm kentsel süreçlerin sınıf mücadelesinin bir vehçesi olarak ele alınmasına olanak sağlar. Kapitalist kentleşmeyi sermaye birikim politikaları ve buna koşut olarak gelişen sınıf mücadelesi bağlamında değerlendiriyoruz. Neoliberalizm işçi sınıfını, üretim ve emek organizasyonlarını esnekleştirmenin yanı sıra mekân politikalarıyla da çözmeyi, parçalamayı ve atomize etmeyi hedeflemektedir. Kente ve kentsel süreçlere yapılan herhangi bir müdahale geri döndürülmez bir biçimde onda bir dönüşüme yol açar. Bu, salt mekânla sınırlı bir dönüşüm değil, kentle yaşam alanı olarak aidiyet ilişkisi kuran işçi ve emekçileri de dönüştürecek tersinmez bir harekettir. Kapitalizm üretimi, emeği, bilgiyi, kültürü toplumsallaştırırken işçi sınıfı ve emekçilerin toplum-sınıf-birey ilişkilerini dönüştürür, yeni toplum-sınıf-birey durumunun koşulladığı yeni ihtiyaçları da açığa çıkarır. İşte bu temelde hareketin gelişim yönü şudur: İşçi sınıfının insanca yaşam özlemi ve bunun engeli olarak kapitalist sistem gerçeğinin daha da çıplaklaşması… Marx’ın izinden gideceğiz. Komünistler ne üretim alanlarında ne de emeğin yeniden üretimi ve aynı zamanda sermayenin genişletilmiş yeniden üretim alanı olan kentlerde yürütülen mücadelelere salt reform odaklı yaklaşır. Kenti baştan ayağa dönüştüren, doğayı tahrip eden politikaların temel belirleyeni sermaye birikimi olunca, metalaştırılmadık, ranta konu edilmedik bir karış toprak kalmayınca, daha fazla kar için göz dikilmedik bir tek yeşil alan, ağaç bırakılmayınca sermaye kentleşir, kent sermayeleşirken tüm kentsel konu ve gündemler de sınıfsallaşır, sınıf oluşumunun, sınıf mücadelesinin konusu haline gelir. Dün kentte ve yerel yönetimlerde sınıfsal çelişki ve mücadeleler sadece emeğin yeniden üretim süreciyle bağlantılı olarak yaşanmaktaydı. Bugün, bu yön de olmakla birlikte, öne çıkan, sermayenin genişletilmiş yeniden üretimiyle, emekgücünün görülmemiş genişlikte metalaşması ve çıplak metaya indirgenmesiyle, sınıfsal çelişkinin gündelik hayatın her anına, kentin her noktasına nüfuz etmiş durumda olmasıdır. Kentin metalaştırılması ve sermaye birikiminin konusu haline getirilmesiyle yaşanan
AKP’nin muhafazakârlığına, gericiliğine karşı mücadeleye daralan bir seçim stratejisi diğer burjuva düzen partilerinin -başta CHP- aklanmasına, kitlelerde bilinç bulanıklığına yol açacaktır... kent-doğa-insan yıkımı günümüzde sınıf mücadelesinin öne çıkan gündemidir. Neoliberal kapitalist kent eşittir doğa ve ekolojik krizdir. AVM’lere biat edilip, her şeyin alınıp satıldığı, metalaştırıldığı, tüm ilişkilerin de meta fetişizmi dolayımıyla çürütüldüğü bir yıkım süreci olduğu için bu aynı zamanda bir insanlık krizidir. Çare sandık diyenlere karşı: “Çare Drogba!” Neoliberal kentleşme sürecini kavrayıp, geliştirdiği politikalarla neoliberal sosyal içermeyi, rıza üretimini tam da arzın merkezinde oluşturan AKP olmuştur. Bu temelde daha düne kadar kentsel dinamikleri kavrayıp gelişen kentsel mücadeleleri absorbe eden politik araçları devreye sokabilmiş, yoksulluk yönetişimi programlarıyla geniş bir işçi ve emekçi kesimi kendisine bağlamıştır. Ancak deniz bitti. Zira rejim krizi giderek derinleşiyor. Küresel krizin gelişmekte olan ülkelere doğru kayıyor olmasının da etkisiyle Türkiye ekonomisi kırılganlaştı. Üstüne üstlük neoliberal devletin yönetememe krizinin tetiklediği ekonomik krizin ucu göründü. Bu her şeye iğneden ipliğe zam, artan işsizlik, yüksek enflasyon ve kemer sıkma politikaları demektir. AKP’nin yükselen ekonominin nimetlerini, küresel-bölgesel güç mitini, bölge lideri vizyonunu tepe tepe kullandığı, “çılgın proje”lerle işçi sınıfı ve emekçilerin gözlerini kamaştırabildiği dönemin sonuna geldik. TÜSİAD Başkanı’nın, Türkiye’nin içeride dışarıda bir başarı hikâyesinin kalmadığını söylemesi tam da bunu ifade etmektedir. Seçim sürecine girerken bu tablonun küresel mali oligarşi nezdinde, borsalarda ve sandıkta bir karşılığı olacaktır. Biz neoliberal kapitalizmin abdestlisine de abdestsizine de vuracağız. Birindeki nobranlığa vururken “neoliberalizmi en iyi ben savunuyorum” diyerek küresel mali oligarşiden destur bekleyen CHP’yi tek geçmek olmaz! AKP’nin muhafazakârlığına, gericiliğine karşı mücadeleye daralan bir seçim stratejisi diğer burjuva düzen partilerinin -başta CHP- aklanmasına,
kitlelerde bilinç bulanıklığına yol açacaktır. Küresel-ulusal-yerel olanın iç içe geçtiği ve birbirini dönüştürerek etkide bulunduğu neoliberal sermaye birikimi rejimine, neoliberal kentsel politikalara, kapitalist şirketlere dönüşen belediyelere karşı mücadele ve bu mücadelenin merkezine oturacağı bir yerel seçim çalışması salt AKP’nin geriletilmesi “büyük siyaseti”ne hapsedilemez. Neoliberalizmi, onun demokrasisini açık-örtük savunan herkesi hedefe koyacağız. Haziran Direnişi sonrası ABD ve AB’nin AKP’ye karşı alternatif oluşturma çabası hız kazandı. 1 Aralık’ta CHP’nin ABD ziyareti bu anlamda, gelinen noktada yürütülen PR çalışmalarının ilki denilebilir. Ayrıca bu ziyaret sırasında, CHP, sadece ABD tarafından değil “The Cemaat” tarafından da kamuya açık toplantıda huzura kabul edilmiş oldu. Neoliberal burjuva devlet krizinin ve Erdoğan AKP’sinin ABD’deki okumasını New York Times’tan alabiliriz. “Yaşanan siyasi felaketin faturası sadece Türkiye’ye çıkmıyor, onun bu durumu ABD dahil NATO müttefikleri için de tehlike oluşturuyor”. İşte küresel mali oligarşinin yeni bir siyasi alternatif arayışına girmesinin ve siyasal mühendislik çalışmalarına hız vermesinin altında yatan gerçek bu. CHP dış politika konusundaki tercihleriyle ABD ve AB’nin bugünkü itidalli bölgesel politikasıyla örtüşen adımlar atıyor. Küresel mali oligarşi, başta ABD olmak üzere, ılımlı İslam kartıyla GOP’u şekillendirmeyi hedeflediği konjonktürün -bölgesel rejim krizinin de derinleşmesiyle birlikte- farklılaşmasından dolayı Türkiye’de bu sürece yanıt vermeyen enstrümanları dönüşüme zorluyor (AKP’ye ayar çekmeleri bu bağlamda değerlendirebiliriz). Diğer yandan, bu dönüşüme ayak direme söz konusu olduğunda hızlıca farklı seçenekleri devreye sokmak için burjuva siyaseti ve aktörlerini yeniden dizayn etmeye de çalışıyor. Türkiye, küresel kriz koşullarında yakaladığı yüksek büyüme oranlarıyla ekonomisini bü-
9
işçi meclisi
yüttü, küresel-bölgesel çapta ekonomik-siyasiaskeri etkinliğini artırdı, Arap isyanlarıyla rejim krizinin derinleştiği bölge durumunu kendisine tramplen yapmaya çalıştı. Tekelci kapitalist devlet açısından sermaye birikiminin (küresel-bölgesel çapta) geldiği düzey, elbette onun küresel mali oligarşiye bağlı, ancak görece özerk bir konumlanışına olanak veriyordu. Ancak, özellikle Suriye krizine müdahil oluş süreciyle birlikte, iç-dış politikasını belirleyen, sağlamış olduğu bu konum ve güç artırımını olduğundan daha abartılı değerlendirmesi sonucu -özerk davranmasının sınırlarını çizerken- kendisine bölgeyi şekillendiren ülke misyonunu biçmesi oldu. Ancak, bu nesnel durumla örtüşmeyen heves ve hayallerin yön verdiği dış politikada da yolun sonuna gelinmiştir. Seçim konjonktürüne içeride en büyük çiziği, yaşamımızdan ve yaşam alanlarımızdan elini çek, diyen kitlelerin Haziran isyanıyla yemişken, bunun devamı 17 Aralık’ta cemaat eliyle başlatılan yolsuzluk operasyonlarıyla (küresel mali oligarşinin AKP’ye had bildirmesiyle) geldi. AKP şatafatlı aday tanıtım törenlerini yapamadı ve seçim stratejisini kendi sahasında oluşturduğu savunma hattı -paralel devlet darbesi, faiz-vaiz lobisi vb.- üzerine kurdu. Onu bu noktaya getiren ulusal ve uluslar arası çapta kendisine çekilmiş olan “operasyon”dur. TÜSİAD’ın eleştiri dozunu artırması, yolsuzluk operasyonu dalgasının devam etmesi, bakanların istifasıyla iyice köşeye sıkışan AKP’nin dış politikada da süngüsünün düştüğünün açık ilanı Japonya ziyareti sırasında Erdoğan’ın yaptığı şu açıklama oldu: “Türkiye’nin bölgesel ve küresel güç olmak gibi bir hedefi yok. Türkiye sadece üzerine düşen görevi yapmak suretiyle bir yere oturtuluyor. Diğeri hırs diye tanımlanır ki, bu her zaman tehlikelidir. Böyle bir hırsımız yok.” Türkiye’nin bölgede rol modelliğinin bir gerçekliği -küresel mali oligarşinin ılımlı İslam kartıyla yönetilebilir bir bölge dizaynına geçiş yapmayı mevcut durumun basıncıyla ajandasından çıkarmış olması, AKP Türkiye’sinin içte ve dışta yaşadığı yıpranma sonucu- kalmadı. Türkiye bölgesel güç yükseltimi hevesini var olan dinamikleri ve potansiyellerinin çok ötesine taşımak istemiştir. Ancak var olan durumla istedikleri arasındaki açı farkının büyüklüğü bumerang etkisi yaparak onu vurdu. Yeni Osmanlıcılık hayal ve hevesleri bir yere kadar hoş görülebilirdi emperyalist kapitalist güçler tarafından. Ve o sınır da çoktan aşıldı. Öte yandan yine Türkiye’nin rol model olmasındaki en önemli etken neoliberal burjuva demokrasisinin kapsayıcılığıydı. Neoliberal sosyal içermeciliğiydi. Ancak burada da bir sınıra gelindi. Haziran Direnişi’yle bu sınıra dayanmayı gördük ve tersten, rıza üretim sürecinin oldukça geriye doğru çekildiği, baskı ve zor aygıtı olarak devletin yeniden, daha ileriden reorganize edildiği bir süreç yaşandı. İsyan ve direniş dalgasının da etkisiyle rejim krizi derinleşti. Şimdi küresel sermaye çevreleri, CHP’yi alternatif olarak yeniden yapılandırmaya hız verirken, asıl onun alternatif oluşturup oluşturamayacağının sınamasını da 30 Mart yerel seçimlerinde yapacaktır. Keza AKP ile daha bir süre gidilip gidilmeyeceği de netleşecek. Gidilecekse de ayar çekilmiş olarak (yalnız başlangıç durumu ayarlarına dönüşü, Erdoğan’ın otoriterliği nedeniyle değil, neoliberal sermaye birikim sürecinin siyasi-ekonomik kriz sarmalında şekillenen ihtiyaçları nedeniyle olanaksızdır), AB çıpasına bağlanmış ve iç siyasette de denge ve kontrol mekanizmalarıyla kıskaca alınarak, neoliberal kapsayıcılık yönünde zorlanarak gidilecektir. Özcesi hükumetin ipi, eğer Gezi isyanı gibi (hükümeti sarstı, ancak hükümeti yıkacak bir siyasallaşmayı ve hareketi ise sağlayamadı) bir kitle isyan ve direnişi ile çekilmezse, sandıkta değil küresel mali oligarşi tarafından çekilir.
Kapitalist sistemi yıkma eylemimizi mayalayacak olan kolektif işçi bilincidir. Dün, işçi sınıfı kapitalizmin mezar kazıcıları olarak özellikle fabrikalarda (üretim birimlerinde) yükselttiği mücadelelerle, sınıf birliğini sağlayarak kapitalistlerin karşısına çıkarken mücadele içerisinde kazandığı mevzi ve deneyimlerle öz gücünün farkına varıyor Burjuvazi, hem mekanı metalaştırarak, kenti bir bütün olarak sermaye birikiminin konusu haline getirerek hem de işçi sınıfı ve emekçilerin en temel yaşamsal ihtiyaçları da dahil tüm hizmetleri metalaştırarak kenti ve içindekileri biçimlendiriyor, her şeyi sınıfsal karşıtlık ekseninde topluyor. Buna karşı uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarını yoksayıp BDP’nin neoliberal reformist barış programının arkasına dizilenlerin ve küresel mali oligarşinin, TÜSİAD ve TUSKON’un da ajandasında yer alan AKP’yi geriletme hedefini (bu bağlamda merkez sağa doğru çekilen CHP’yi destekleme pahasına) seçim stratejisi olarak belirleyenlerin işçi sınıfı ve emekçilere sunacağı şey en fazla “halkçı belediyecilik”, “katılımcı”/”çoğulcu”/”yerel demokrasi”dir, sosyal liberalizmin radikal demokrasi programıdır. Ve bunun adı da Gezi ruhunu kuşanmak, devrimcilik, daha da ötesi Marksist Leninistlik olabilmektedir! Kürt hareketinin seçim perspektifini şekillendiren neoliberal reformist barış sürecinin temel taleplerinden biri olan Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı vizyonuna uygun olarak geliştirdiği özerkliktir. Çözüm masası Kürt işçi ve emekçilerin ulusal demokratik talep ve özlemlerini geriye doğru bastırırken Kürt hareketi barış sürecinin akamete uğramaması için AKP karşısında hayırhah bir tutum sergiliyor. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın kabulünü küresel mali oligarşi ve tekelci burjuvazi, esas olarak yerel yönetimlerin demokratikleşmesi için değil neoliberal sermaye birikiminin önündeki engellerin yerinden yönetim ve yerelleşmeyle -özcesi yerel yönetişimle- temizlenmesi ve bu bağlamda sermayeye sınırsız özgürlük alanı açılması için ve yine bu bağlamda Kürt sorununun neoliberal reformist çözümü için istemektedir. Özerklik, yerinden yönetim, yerel demokrasi bunun şık bir paketle Kürt işçi sınıfı ve emekçilerine sunulmasından başka bir şey değildir BDP ve HDP çizgisinin seçim sloganlarını oluştururken merkeze koydukları “şeffaflık”, “katılımcılık”, “hesap sorulabilirlik”, “özerklik”, “yerinden yönetim” mali oligarşik yönetişim kavramlarıdır. Sınıflar arası güç dengelerinin yanı sıra mali oligarşinin işçi sınıfı ve emekçileri
sisteme içerme enstrümanları olarak kullanıma sürülebilmektedirler. “Halkçı belediyecilik” adına öne sürülenler, tüm yerel demokrasi cilasına rağmen işçi sınıfı ve emekçilerin nesneleştirilmesinden başka bir şey değildir. Zira bu seçim stratejisi ve yerel yönetim anlayışı kitleleri sosyal içermeci politikalarla sisteme entegre etmekten öteye gitmemektedir. Kapitalizmin sınırlarını göstermeyi hedeflemeyen, doğrudan tekelci kapitalist devleti hedefe koymayan bir yaklaşım, sistem dışılığı örgütlemek bir yana kapitalist sistemin nüfuz etme kapasitesini geliştirir. Programında neoliberal kentleşme olanlara, yolsuzluk, rant ve rüşvet batağına saplananlara oy yok! Örtük olmak ne kelime, aday seçimiyle bile doğrudan neoliberal kentin yönetişimci belediyesi olmayı önüne hedef olarak koyanlara da oy yok! İstanbul’da Sarıgül’ün aday tanıtımında CHP’nin Gezi ve Gezi’deki ölü ve yaralılarımız üzerinde tepinerek açıklamış olduğu kent vizyonu AKP’ninkinden hallicedir. Daha az yolsuzluk, daha az rant (ki bunlar sadece şimdilik vaattir), az biraz yerinden yönetim sosuna bandırılmış neoliberal kapitalist kent projelerinize bizden oy yok! Biz neoliberal burjuva düzen partileriyle ayrı kentlerdeniz! Her kent iki kenttir ve biz neoliberal burjuva düzen partileriyle ayrı kentlerdeniz! Yaşadığımız kent de bir değil, düşünü kurduğumuz kent de… Kendimizle birlikte dönüştüreceğimiz insanca yaşanabilir, tüm sömürü ve ezme-ezilme ilişkilerini yok edeceğimiz bir kentte, tahakküm ilişkilerinden kurtarılmış bir insan-doğa ilişkisi kurmak istiyoruz. Düşlerinde kentsel rantları kimin, nasıl paylaşacağını, sermaye birikimini azamileştirmek için hangi yeşil alanın imara açılacağını, kentin hangi noktasına AVM/plaza kondurulacağını, kime hangi avantalar karşılığı ihale verileceğini görenlerle aynı kentin de, aynı dünyanın da, aynı sınıfın da insanı değiliz! Onların kentinde AVM’lerle, plazalarla, villalarla, doğayı tahrip eden çılgın projelerle hakim renk gri. Bizimkinde ise yaşamın yeşili, geleceğin kızılı!.. Katılımcı demokrasi, yerel demokrasi, radikal
10
işçi meclisi
demokrasi vaadiyle seçim arenasına çıkanların hedefinde burjuva devlet de, burjuva demokrasisi de yoktur. Ne de olsa demokrasi dediğiniz sınıfsızdır ve muz gibi bir şeydir! İşçi sınıfı ve emekçilerin, Kürtlerin, kadınların, gençlerin temsili demokrasinin sınırlarına sığmayan özlem ve taleplerini, mücadele dinamiklerini -Gezi’yle birlikte sistem dışı arayışların da artacağı şu kesitte- soğurarak, neoliberal demokrasinin temellerini sağlamlaştırmak için soldan payanda olmaya aday program ve adaylar da bizden uzak olsun. Artıdeğer sömürüsüyle, emek-sermaye çelişkisiyle derdi olmayan, kentsel mücadelelere sınıf karşıtlığı ekseninden bakmayan sadece kentsel rantları dizginlemeyi önüne koyan, düzeltilmiş kapitalizm/düzeltilmiş burjuva demokrasisi idealini yerinden yönetim, yerel demokrasi, halkçı belediyecilik ambalajıyla sunan HDP’yle de, onun burjuva devletle -nasıl olabileceksebarışık bir biçimde geliştireceği ufku en fazla sosyal belediyeciliğe uzanan, ancak küresel mali oligarşiyle, neoliberal sermaye birikimi rejimiyle çatışmaksızın nasıl gerçekleştirileceği muamma olan ve ama bunlara da dokunmayan yerel seçim programına oyumuz yok bizim! Haziran Direnişi’nde yükselen “Çare Drogba” sloganına, sokak siyasetine karşı, çare sandık diyenlerle de -liberal reformist solla- ayrı dünyaların, ayrı ütopyaların insanlarıyız. Gezi’nin burjuva demokrasisinin sınırlarına hapsedilemeyecek ruhunu, gelişen fiili sokak demokrasisi dinamiğini, işçi sınıfı ve emekçilerin aşağıdan demokrasi ihtiyacı ve arayışlarını sandığa gömmek isteyenlerle işimiz yok bizim! 30 Martta sandıktan “milli irade”, “yerel demokrasi” çıkarmak isteyenlere karşı yanıtımız: Düzen partilerine de liberal reformistlere de OY yok! Neoliberalizm yaşamın her anını ve alanını yeniden sermaye birikim sürecinin bir parçası haline getirmek için işgal ederken bu işgal ve tahakküm ilişkisine karşı işçi sınıfı ve emekçiler arasında itiraz sesleri de yükseliyor. Biz yüzümüzü buraya çevireceğiz. “Eşit olmayanlara eşit muameleden daha eşitsiz bir şey yoktur.” Kentin kadınlaştırılması işte tam da bunun için gerekli. Biçimsel hak eşitliği
değil fiili tam hak eşitliği için kentin kadınlaştırılması! Kentsel üretim süreçlerine ve hizmetlerine erişimde sıkıntı yaşayan tüm kesimlere karşı bu sözü esas alacağız. Erkeğin kadın, Türkün Kürt ve ulusal azınlıklar, gencin yaşlı, Sünninin Alevi ve diğer ezilen dinsel topluluklar üzerindeki ezme ve tahakküm ilişkisine karşı mücadele edeceğimiz gibi, burjuvazinin ezmeezilme ilişkisi ve ona karşı mücadele içerisinde şekillenen kimlikler üzerinden işçi sınıfını dağıtıp parçalamayı, sınıf olarak davranmasının önüne geçmeyi, birlik olmasını engellemeyi ve en nihayetinde sınıfsal oluşumunu engellemeyi hedefleyerek artıdeğer sömürüsünü azamileştirme stratejisine karşı da mücadele edeceğiz. Gezi ile şunu gördük, soyut ve genel hedeflerin, ütopyaya iman tazeleyen söylemlerin kitleler üzerinde bir etkisi yok. İşçi sınıfı ve emekçilerin ihtiyaç ve özlemlerini, yakıcılaşan taleplerini merkeze almayan, sorun ve ihtiyaçların aslı muhattapları içinde kökleşen bir çalışma yürütmeyen ve onları özneleştirmeyen hiç bir hareketin, politikanın geleceği yok. Sosyalizmle/komünizmle bağ, yaşamın içerisinden, onu dönüştürme eylemi üzerinden kurulabilir. Yeni bir yaşam, toplumsal ilişkiler arayışı, özlemi bir ihtiyaç olarak henüz flu da olsa ortaya çıkıyor. Gezi isyanına katılanların ağırlıklı bir kesimi, her şeyin meta üretim ve egemenlik ilişkileri temelinde belirlendiği bir yaşamı yaşar, onun kodlarıyla düşünürken aynı zamanda her şeyin alınıp satılmasına karşı bir isyanın öznesi olabildi. Bu çelişkili varoluş kapitalizmin geldiği düzeyde işçi sınıfı ve emekçilerin gelişen ihtiyaç ve özlemlerinin yanı sıra hem onların geliştirici hem de onun en büyük engeli olan, neoliberal kapitalizme işaret eder. Bu aynı zamanda kapitalistleşen kent gerçeğine karşı yaşamlarımızı ve yaşam alanlarımızı özgürleştirmek için sokağa çıkmamızı sağlayacak olan temel itkilerden biridir. Kapitalist sistemi yıkacağız! Kapitalist sistemi yıkma eylemimizi mayalayacak olan kolektif işçi bilincidir. Dün, işçi sınıfı kapitalizmin mezar kazıcıları olarak özellikle fabrikalarda (üretim birimlerinde) yükselttiği
mücadelelerle, sınıf birliğini sağlayarak kapitalistlerin karşısına çıkarken mücadele içerisinde kazandığı mevzi ve deneyimlerle öz gücünün farkına varıyor, bu, ona yeniden yoğrulma süreci içerisinde savaşım yeteneğini kazandırıyordu. 20. yüzyılda işçi sınıfının gerçekleştirdiği devrimler ve devrimci kalkışmaların hikâyesinin özü budur. Bugün de, üretim alanı olarak fabrikalar ve işyerleri emek-sermaye çelişkisinin en keskin yaşandığı yerlerdir. Üretim ve emek organizasyonlarında yaşanan dönüşümle birlikte işçi sınıfının sınıflaşma ve sınıf oluşum sürecinde temel önceliktedir. Ancak bununla birlikte sermayenin genişletilmiş yeniden üretiminin mekânı olarak aynı zamanda kendisi doğrudan sermeyeleşen ve sermaye birikiminin konusu haline gelen kent, içinde barındırdığı tüm süreç ve ilişkilerde ezme-ezilme, sömürme-sömürülme çelişkilerinin mekânı ve üreticisi olarak dönüşmüştür. Bugün, işçi sınıfının toplaştığı üretim birimlerinin ve yaşam alanlarının mekânı olarak kent ve kentsel mücadeleler, üretim alanlarından yükselecek mücadelelerle birlikte kapitalizmin mezar kazıcılarını bir araya getirecek, yoğuracak ve devrime hazırlayacaktır. Yaşamımızdan da yaşam alanlarımızdan da çekin elinizi derken birlikte ne kadar çok olduğumuzu göreceğiz. Birlikte haykırdığımızda sesimizin ne kadar gür çıktığını göreceğiz. Fabrikalarıkent meydanlarını-okulları işgal ettiğimizde, sokaklara taştığımızda ne kadar büyük bir güç olduğumuzu göreceğiz! Kentleri, yaşamlarımızı ve yaşam alanlarımızı yeniden inşa ederek dönüştüreceğiz. Tıpkı sınıf olarak kendimizi inşa edip dönüştüreceğimiz, sosyalist devrim mücadelesine hazırlayacağımız gibi. İstanbul’u da diğer kentleri de haramilerden alacağız. Kentimizi istiyoruz. Ve onu biçimsel demokrasiyle değil aşağıdan demokrasiyle, fiili sokak demokrasisiyle alacağız. Kenti üreten biziz. Yeniden üreten de, yöneten de biz olacağız. Kenti dönüştürürken kendimizi dönüştüreceğiz. Yeni bir yaşam için! Hiç kimsenin ezilmediği, sömürülmediği, birey olarak sınırsızca geliştiği komünizm için!..
Slogan ve taleplerimiz - Tüm işçilere bağımsız sınıfsal örgütlenme, düşünce, toplantı, eylem özgürlüğü! - Kadınlara, Kürtlere, tüm ulusal azınlıklara, LGBTİ’lere fiili hak eşitliği ve özgürlük! - Alevi emekçilere dönük saldırı, baskı ve asimilasyon politikaları son bulsun! - Sınıfsal-cinsel-ulusal köleliğe son! - Taksim, Kızılay ve tüm kent meydanları eylemlere açılsın! - 6-8 saatlik iş günü, insanca yaşanacak ücret istiyoruz! - Roboski’de, Reyhanlı’da, Gezi’de katledilenlerin hesabını soracağız! - Esnek, güvencesiz çalışmaya da taşeronluk sisteminin de son! - Hükümet istifa! - Herkese insanca koşullarda çalışma hakkı! - Roboski katili Genelkurmay görevden alınsın! - İşten atmalar yasaklansın! İşçi çıkartan kapitalistler cezalandırılsın! - MİTkapatılsın, TMK-TCK-ÖYM’ler kaldırılsın! - Ulusal İstihdam Stratejisi İptal edilsin! - Devrimci tutsaklara özgürlük! - İş cinayetleri durdurulsun, katil kapitalistler cezalandırılsın! - Tüm yolsuzluk, cinayet ve örtülü operasyonlar açığa çıkartılsın, hesap - İşçi sağlığı ve güvenliği istiyoruz! sorulsun! - Davutpaşa Katliamının sorumlusu patronlar ve belediye başkanları - Devlet sırrı, özel ticari/şirket sırrı kaldırılsın! cezalandırılsın! - İşçi sınıfı ve emekçiler için gizlilik, sermaye ve devleti için şeffaflık! - İşçi ve emekçilere parasız eğitim-sağlık-ulaşım-iletişim istiyoruz! - İnternette sansüre ve telif yasaklarına karşı sınırsız iletişim özgürlü- Düşük kira ve sosyal konut istiyoruz! ğü ve bilgi edinme hakkı! - Zam ve dolaylı vergi soygununa son! - İnternete erişim sınırsız ve parasız olsun! - Enerji ve gıda fiyatları indirilsin, zam soygununa son verilsin! - İnternet sitelerini yasaklayan TİB kapatılsın! - Kentsel dönüşüm değil, insanca yaşanabilir konut istiyoruz! - Kentsel rantlarla, yolsuzluk ve rüşvetle çalınan bizim yaşamımız; kat- - Zamanda ve mekanda özgürlük! - Banka-borsa-holding diktatörlüğüne karşı savaş! ledilen doğa; yok edilen kentimiz! - Plazaların, villaların, AVM’lerin saltanatını yıkacağız! - Yaşam alanlarımızı ve doğayı yok eden neoliberal kentleşmeye son! - Burjuva diktatörlüğünü yıkacağız! - Yaşamımıza da, yaşam alanlarımıza da dokundurtmayacağız! - Sermaye için değil işçiler için demokrasi! - Sermayenin ve partilerinin bizi ve kentimizi yönetmesini istemiyo- Kahrolsun ücretli kölelik düzeni! ruz! Kendi kararlarımızı kendimiz vermek istiyoruz! “Nasıl bir kent istediğimiz sorusu, nasıl insanlar olmak istediğimiz, nasıl ilişkiler aradığımız, doğayla nasıl bir ilişkiye değer verdiğimiz, nasıl bir hayat tarzı arzuladığımız, ne tür estetik değerlere sahip olduğumuz sorularından ayrı tutulamaz” (Asi Şehirler, David Harvey) Salt seçimlerle sınırlı kalmayacak ama seçimlerde işçi sınıfının siyasete olan ilgisini de gözeterek yoğunlaştırılmış bir biçimde gündemleştireceğimiz talep ve sloganlarımız şunlar olacaktır:
11
işçi meclisi
TÜSİAD nereye koşuyor? Ya da: “Ananas, annadın sen onu!” Burjuva devlet krizinin torba yasa tasarısı raundunda AKP bir çizik daha yedi. Torba yasa tasarısı yargı ve internet düzenlemeleri gibi kritik güç alanlarını kapsadığından burjuva güçler çatışmasında taktik olduğu kadar stratejik bir önem taşıyor. AKP, HSYK ve İnternette istediği düzenlemelerden bazılarını fiilen yaptı. Gül’ün veto edebileceği daha temel maddeleri de kısmen revize ederek geçirmeyi denedi. AKP’nin bu tutumu, irtifa kaybeden konumunu savunma ve yeniden tahkim etme çabalarının ötesinde, kendi tabanına devlet iktidarı ve inisiyatifinin halen kendisinde olduğunu umutsuzca göstermeye çalışan bir güç eşiği sınamasıydı. AKP‘nin güç gösterisi girişimi, ardarda gelen ABD ve TÜSİAD‘dan sert tehdit açıklamaları, AB‘nin “uyarısı”, Gül‘ün veto sinyali, CHP‘nin Meclis’teki arbedeli muhalefeti ile bir kez daha durduruldu. Yine Çiçek‘in girişimiyle, daha önce yeni anayasa komisyonunda üzerinde uzlaşmış göründükleri HSYK maddesi çerçevesinde yeniden uzlaşma arayışı gündemleştirilerek, torba yasa girişimi bir kez daha ötelendi. Burjuvazinin ağır basmaya başlayan kesimlerinin AKP’ye verdiği “halen hükümetsin ama artık iktidar değilsin” mesajı bir kez daha sınanıp doğrulanmış oldu. TÜSİAD‘ın AKP‘ye yüklenme dozunu giderek artırarak, AKP içinden ve dışından bir denge ve kriz yönetim mekanizması yaratma ve sürece yeniden AB yönergeleri, Gül ve CHP‘yi dahil etme çabaları doğrultusunda da bir adım daha atılmış oldu. Bu vesileyle, burjuvazi içi güç, iktidar ve yeniden dizayn çatışmalarının daha arka planda görünen bir dizi temel aktörü de daha bir alenileşti. Birincisi, kuşkusuz ABD mali oligarşisidir. ABD’nin Türkiye ve bölge politikalarının önde gelen mimarlarından Abromowitz ve Edelman‘ın 23 Ocak tarihli yazısı, Türkiye‘ye ilişkin bir tür “alarm bildirgesi” niteliğinde. Ekim ayındaki Türkiye raporları, ABD’nin Erdoğan‘ı dış ve iç politikada revizyona ikna etmesi gerektiğini belirtiyordu. 23 Ocak tarihli Türkiye yazıları ise, bu politikanın sonuç vermediğini söylüyor: “Yakın bir müttefik ve NATO üyesi açısından böylesi (Erdoğanlı-bn) bir geleceğin ortaklığımız, ABD’nin kuşatılmış güvenilirliği ve bölgedeki demokrasi beklentileri üzerinde çok derin sonuçları olacaktır.” ABD’nin kısa dönemli çıkarları için Erdoğan’ı revize ederek devamın uzun dönemli çıkarlarını tehlikeye attığını, zaten Erdoğan’ın politik düşüşünün engellenemeyeceğini belirtiyor. İyisi mi Erdoğan’ın düşüşünü ve sonrasını dizayn etmeyi hızlandırmak için daha aktif müdahil olmaya çalışalım, demeye getiriyor. Ya da Cengiz Çandar’ın tercümesiyle: Artık Erdoğansız senaryolara daha fazla çalışalım, demiş oluyor. TÜSİAD’ın Ekim ayındaki YİK toplantısındaki “Türkiye’nin anlatacak bir başarı hikayesi kalmadı” tarzı diplomatik ifadelerden 23 Ocak toplantısındaki sertleşen çıkışa geçişi de aşağı yukarı aynı paraleldedir. İkincisi, AB‘dir. Erdoğan’ın AB’ye gidişinin hemen ardından bu kez Hollande’ın Türkiye’ye gelecek olması, AB mali oligarşisinin de yeniden Türkiye siyasetinde konumunu artırmaya ve
daha etkin bir rol oynamaya çalıştığını gösteriyor. Tarihin ironisi şu ki, daha 1-2 yıl önce Türkiye burjuvazisi ve AKP, AB krizinden konum artışı için rol çalmaya çalışırken, şimdi AB yeniden Türkiye kapitalizmi ve siyaseti üzerindeki hegemonik dizayn rolüne etkin bir dönüş yapıyor. AB mali oligarşisi, hem AKP’nin rejim konsolidasyonu ataklarını bloke edip AKP’yi tör-
püleyecek hem de AB sürecinde birkaç yeni fasıl açarak yeniden AB eksenine bağlayacak tarzda bataktakine el uzatırmış gibi yaparak, havuçsopa politikası izliyor. Daha 3 yıl önce o dönemki TÜSİAD başkanı, “Dünyada yeni dengeler Batı aleyhine gelişmektedir. Siyasal güç geleneksel olarak Batı bloku (ABD ve AB-bn) içinde yer alan ülkeler aleyhine yeniden paylaşılmak zorundadır. Türkiye de Brezilya, Hindistan, Çin ile birlikte BM başta olmak üzere tüm uluslar arası kurumlarda daha güçlü biçimde yer almayı arzulamaktadır” diyordu! Bugünkü TÜSİAD başkanı ise, “İMF, Dünya Bankası ve batı bloğu yeniden yapılanırken Türkiye bunun dışında kalıyor” diye bağırıyor ve Türkiye kapitalizminin bulunduğu ligden de küme düşme tehlikesini dile getirerek, “çare AB” diyor! TÜSİAD, liberal kalemşörler ve medya, “AKP’nin yargı temerküzünü Türkiye’de hiçbir güç engelleyemedi, ama AB bizi kurtardı” diye AB’nin yeniden Türkiye siyasetine girmesini alkışlıyor ve dört elle ona sarılıyorlar. Üçüncüsü TÜSİAD‘dır. Uzunca bir dönemdir siyasette düşük bir profil izleyen TÜSİAD, Gezi’den bu yana AKP’ye vurmanın dozunu giderek yükseltiyor. TÜSİAD’ın 23 Ocak genel kurulunda özetle şunlar söylendi: “Hukukun üstünlüğüne riayet edilmeyen, yargı mekanizması AB normlarında çalışmayan, düzenleyici kurumlarının bağımsızlığına gölge düşen, vergi cezaları veya başka türlü cezalarla şirketlerinin üzerinde baskı kurulan, ihale yasası onlarca kez değiştirilen böyle bir ülkeye yabancı sermayenin gelmesi mümkün değildir.” “Meseleye sistemi, kurumları alt üst ederek çözüm bulmaya çalışmak doğru değildir. Devletin güvenlikle ilgili kurumlarında yaşananlardan sonra bu kurumların daha önce nasıl işlediğini, bundan böyle nasıl işleyeceğini sorgulamadan edemiyoruz.” “Toplumun önüne yeni bir mutabakatın ilkelerini, yeni bir ‘biz’ tahayyülünün ipuçlarını koymak mümkün. Siyaseti, hukuku ve eğitimi yapılandırarak zihniyet değişimine kapı açmalı ve bu kapıyı sürekli tuta-
cak yeni bir anayasa hazırlamalıyız.” Erdoğan’ın “vatana ihanet” yanıtı nedeniyle öne çıkan bu alıntılardan ilki oldu. Oysa bu restleşmenin tüm gösterdiği, sermayenin küresel temelden birikimi ve neoliberalizm koşullarında, “ülke, ulus, vatan” kavramlarının geçirdiği metamorfozdur: Vatan eşittir küresel sermayenin gelmesi! O zaman da TÜSİADAKP restleşmesinin tüm ruhu şuna indirgenmiş oluyor: Kim -zorlaşan koşullarda- ülkeye daha fazla küresel sermayenin gelmesini nasıl sağlar? Yani, kim daha neoliberal! Erdoğan “120 milyar dolarlık sermayeyi siz mi getirdiniz bu ülkeye? TÜSİAD’ın üyelerinin bir çoğunun, küresel sermayeli ortaklarına bak, nasıl geldiler? Bizim yaptıklarımızı görerek geldiler… Türkiye’ye yabancı sermaye gelmez diye adeta kendi ülkelerine, kendi hükümetlerini tehdit ediyorlar. O zaman cevabını alacaksın.” derken, TÜSİAD başkanı Muharrem Yılmaz da, “Türkiye’yi özel sektör küresel yatırım markası haline getirdi, şimdi küresel yeniden yapılanma dışında kalma ve küme düşme riskini göze alamayız” diyor. TÜSİAD‘ın diğer söyledikleri ise daha kritik: Burjuva iktidar aygıtı olarak devletin ve asli baskı aygıtlarının bu burjuva güçler çatışmasında tahrip olması ve kitle hareketinin yükseliş olasılığı karşısında zaafa düşürülmesinden kaygısını dile getiriyor. Ve ordu, polis, yargı, siyaset, hukuk, eğitim, Kürt süreci ve anayasa dahil devleti ve toplumu bütünsel bir yeniden dizayn sürecine sokma hedefini daha yüksek sesle dile getiriyor. Kürt sorununda neoliberal reformist “çözüm sürecinde şeffaf adımlar atılması”, yürüyüş ve gösteri gibi neoliberal bireysel “temel hak ve özgürlüklerin olabildiğince genişletilmesi”, seçim barajının düşürülmesi, AB üyelik sürecinde 3-4 yeni başlık açılması gibi neoliberal demokrasi öpücüklerini de, Kürtlere, Gezi’ye, kadınlara tüm toplumsal muhalefet dinamiklerine göndermeyi de ihmal etmiyor. TÜSİAD genel kurulunda 1997′de pek ünlü -TÜSİAD’ın sonra sahip çıkmadığı“demokrasi raporu”nun hazırlatıcısı İshak Alaton’un da peydah olup “TÜSİAD bu rapora sahip çıkmadığı için 17 yıl boyunca küsmüştüm, şimdi barışmaya geldim” diye, TÜSİAD’ı geren bir konuşma yapması da raslantı olmasa gerek. Rahmi Koç ise, genel kurulun sonunda gazetecilerin sorusuna “Endişeli değilim. İlk çeyrek (yerel seçimler-bn) geçsin bakalım” diye soğukkanlı bir yanıt veriyor. Bu, rejim krizinde bir ilk büyük mihenk taşı olacak yerel seçimlerde, eğer AKP ciddi bir oy kaybına uğrayıp CHP de belirgin bir yükseliş trendine girerse, kitlelerin hoşnutsuzluğunu da yedeklemeyi gözeten, tüm şu “yeni bir toplum sözleşmesi, yeni bir demokratik anayasa, yeni bir Türkiye tahayyülü, çoğulcu ve katılımcı demokrasi, temiz siyaset, hukuk devleti, güçler ayrımı, zihniyet dönüşümü” (kavramların tamamı TÜSİAD genel kurulundan) gibi kavramların havada uçuştuğu; AB-TÜSİAD-liberal aydınlar eksenli bir yeniden neoliberal ideolojik hegemonya kurma ve -muhtemelen Erdoğan’ı da silkelemeye çalışacakyeniden dizayn hamlelerinin istim kazanacağını öngörmek zor değil. Fakat biz bu TÜSİAD demokrasisi filmini de önceden görmemiş miydik?
12
işçi meclisi
Çözüm Yolu Burdan Geçmez
Bölge işçi sınıfı ve emekçilerinin, Kürt halkının kurtuluş yolu buradan geçmez. Birkaç neoliberal demokratik hak kırıntısıyla geçiştirilebilecek bir sorun değildir, olmamalıdır. Kürt ulusal hareketinin , Kürt sorununu devrimci çözüm perspektifinden uzaklaştırarak, tedrici bir şekilde burjuva neoliberal reformlarla birey hakları temelinde çözme arayışına girmesi kendi mecrasında ilerliyor. Özellikle İmralı’da Abdullah Öcalan’ın çizdiği stratejik hatta ilerleyen bu neoliberal çözüm süreci, sürecin ruhunun her alanda egemenliğini oluşturmasıyla yürüyor. Kürt emekçi sınıflarının çözümü devrimci bir perspektifi zorluyordu; harekete Kürt burjuvazisinin program ve talepleri egemen olduktan sonra burjuva reformizmine doğru yelken açıldı. Kıyıdan hızla uzaklaşması için yaratılan yapay rüzgarla yelkenleri şişirilen yeni siyasal hat,… kendi rotasında ilerlemektedir. Kullanılan kavramlardan seçilen tarihsel referanslara, üsluptan beklenti ve taleplere kadar herşey egemen sınıfların ideolojik siyasal tercihlerine uygun olarak ifade edilmeye çalışılmaktadır. Bunun adı literatürde burjuva pragmatizmidir. Bu dönem muhatap neoliberal, dinci-gerici AKP hükümetidir. Çözüm süreci AKP hükümetiyle sürdürülmektedir. Dolayısıyla onlara hoş görünecek bir dil, üslup, kavramlar ve referanslar bütünü seçilmelidir. AKP’nin, Türkiye tekelci sermayesinin bölgesel güç olma, yayılma hedefinin uygulayıcısı olmasından kaynaklı vurgu buraya yapılmakta, Ortadoğu’da güç olmanın, ekonomik kaynaklara (petrole) ulaşmanın yolunun Türk-Kürt ittifakından geçtiği söylenmektedir. Bölgenin emekçi halklarının ve kaynaklarının birlikte daha rahat “sömürülebileceği” İfade edilmektedir.(Bkz Veysi Sönmez’in yazıları) Bunun ideolojik karşılığı da “İslam kardeşliği” olarak tanımlanmaktadır. (Bkz Öcalan’ın 2013 Newroz mesajı) Bu politik yönelimin son örneği İmralı’da BDP-HDP vekilleriyle yapılan görüşmede dile getirilmiş. Son görüşmeye katılan BDP’li vekil İdris Baluken Gündem Gazetesi’ne konuşmuş. Öcalan’ın şunları söylediğini aktarıyor: “Bu sürecin (“çözüm süreci”-nba) ruhuna dair bazı şeyleri bilince çıkarmak gerektiğini ifade etti. Sayın Öcalan, tarihi Türk ve Kürt ittifakının aslında, tarihten gelen Anadolu ve Mezopotamya, Türkiye ve Kürdistan coğrafyasındaki tarihin özünde saklı olduğunu ifade ediyor. Anadolu tarihinin tamamının aslında Türk ve Kürt ittifakının üzerinde şekillendiğini ve bunun tarihsel örneklerinin
çokça çıkarılabileceğini söyledi. Kendisi Malazgirt örneğini verdi. Bilindiğinin aksine aslında Malazgirt zaferinin bir Türk zaferi değil Kürt zaferi olduğunu, ittifak zaferi olduğunu söyledi. Bu ittifak ruhunu güncele açmanın pek çok sorunun çözümü olma noktasında önemli olduğunu dile getirdi.” (14 Ocak 2014, Gündem) Kısa bir tarih bilgisiyle girelim konuya: Anadolu tarihinin tamamının Türk ve Kürt ittifakının üzerinde şekillendiğini iddia edebilmek, tarihten bugünkü reformist hattına uygun referans arayanlar için bile fazlaca iddialı. Kürtler bir yana ama Türklerin Anadolu’daki tarihini en çok bin yıl geriye götürebilirsiniz. Ortaöğretim ders kitaplarında bile Türklerin Anadolu’ya girişi için 1071 Malazgirt savaşı gösterilir. Eğer tarihin buradan başladığını söylüyorsanız mesele yok!!! O zaman, tarihin materyalist yorumunu dikkate almadan Anadolu tarihinin Türk ve Kürt ittifakı üzerinden şekillendiğini söyleyebilirsiniz! Söyleyebilirsiniz, fakat yine de küçük bir sorun göze çarpıyor: Türk ve Kürt ittifakları derken burada emekçi halkların bir ittifakından bahsetmiyoruz. Bu ittifak dönemin feodal egemenleri arasında yapılmıştır. Ezilen sınıfların bu ittifaklardaki tek rolü, dönemin koşulları içerisinde ya vergiler altında ezilmek ya da o yağma savaşlarına sürülüp, egemen feodallerin çıkarları için can vermektir (Bu ittifakların gerçek mağduru olan Ermeni ve Alevileri bir tarafa bıraksak bile). Türk ve Kürtlerin kendi içlerinde ezen ve ezilen olarak sınıflara bölündüğü, egemen-ezen sınıfların kendi aralarındaki ittifakların ezilen, sömürülen Türk ve Kürt kitleler için bir ittifak anlamına gelmediğini söylemeye gerek var mı? Biz tekrar Öcalan’a dönelim. İdris Baluken, Öcalan’ın bu ittifak ruhunu güncele açmanın pek çok sorunun çözümü olma noktasında önemli olduğunu söylediğini aktarıyor. Öcalan’ın kastettiği ittifak, dediğimiz gibi Türk ve Kürt egemen sınıfların ittifakıydı. Bunun ruhunu kavradığımızda yapmamız gereken şey güncelin, Kürt-Türk egemen sınıflarının ittifakı için çalışmaktadır. Yani Türk ve Kürt burjuvazisinin çıkar birliğinin sağlanmaya çalışılmasıdır. Öcalan’ın İmralı’da yürüttüğü neoliberal çözüm süreci işte bu stratejik yönelim üzerinde yürütülmektedir. Kürt emekçi halkının toplumsal talep ve özlemlerine Kürt burjuvazisinin birey hakları temelindeki neolib-
eral “çözümü” güncelleştirilir ve bu yönelimin doğal sonucu olarak pragmatizm reformizmin sağ kolu olarak devreye girer. Bu pragmatizm Türkiye’nin o anki konjonktüründe devlette etkin olan güç kimse onun hoşuna gidecek söylemleri bulup çıkartır. Bugün muhatap Akp olduğu için, ‘İslam Kardeşliği’ üzerinden, onun neoosmanlıcı ideolojisine uygun referanslar seçilir; Selçuklu, Osmanlı dönemindeki egemen kesimlerin Kürt beyleri ile ittifakları öne çıkartılır. Yok muhatap Kemalistler ise, aslında Atatürk’ün ne kadar Türk-Kürt ittifakı yanlısı olduğu anlatılır. Kemalistlerin ruhunu okşamak için 1921 Anayasası’na gönderme yapılır. Yok, muhatap cemaat olarak görülürse ‘değerli hocaefendiye selamlar’ iletilir!… Ulusal hareket bugün, devlet ve AKP ile barış-uzlaşma politikasındaki temel güvenceyi Akp’nin iktidarda kalmasında görüyor. Son dönem gelişen tüm toplumsal-siyasal olaylarda Akp’yi güç duruma düşürecek pratiklerden sakındı. Gezi Direnişi’ne uzak durması, cemaat-Akp çatışması ile birlikte rejim krizinin devlet krizine evrilmesinde süreci Akp’nin tarafında değerlendirmesi, yaşananları ‘darbe’ diye tanımlaması hep bu yüzden. 2013 Newroz’unda verilen ‘islam kardeşliği’‘silahlar sussun düşünceler konuşsun’ (başbakanın grup konuşmasını dinlediğimiz hissini verecek
şekilde) mesajlarından bugüne, süreç derinleşerek ilerliyor. Ve bu ruhu canlandıracak nitelikte çıkışlara ilerliyor. “Paralel devlet” tartışmalarında Öcalan üzerinden yürüyen kimi PKK önderlerince‘Ermeni paralel devletinden’ bile bahsedilmesi hep bu yüzden!* (*Yüzyıl başında Anadolu’da 2 milyon civarında bir nüfusa sahip olan Ermenilerin soykırım ve ardından gelişen sosyal şoven politikalar nedeniyle bugün bu coğrafyada ancak birkaç on bini kalabilmiştir). Öcalan’ın kastettiği ruh bu olsa gerek. Peşinde koşulan şey türk ve kürt burjuvazisinin ittifakı olunca emekçilere, ezilenlere düşen sadece figüranlıktır. En fazla yapılan pazarlıklarda devleti sıkıştırmak için tıpkı gerilla gücü gibi bir unsuraraç olarak hesaba katılır. Bölge işçi sınıfı ve emekçilerinin, Kürt halkının kurtuluş yolu buradan geçmez. Birkaç neoliberal demokratik hak kırıntısıyla geçiştirilebilecek bir sorun değildir, olmamalıdır. Kürt halkının her türlü demokratik taleplerini destekleriz ama ufkunun bunlarla sınırlanmasını doğru görmeyiz: Tüm sömürü ve ezme ilişki ve araçlarının tasfiye edileceği, eşit ve özgür birlikteliklerin kurulacağı sosyalist bir dünya için mücadele ederiz, etmeliyiz Sincan 1 No.lu F Tipi Cezaevi Ercan Akpınar
13
işçi meclisi
Sınırsız internet, sınıfsız toplum için mücadeleye! Daha önce defalarca torba yasa vb. düzenlemelerle uygulamaya sokulmaya çalışılan internet sansür ve denetimleme girişimi tekrar, bir başka torba yasayla meclis komisyonunda. Tüm filtreleme girişimleri hep “güvenli internet”, ”uyuşturucu ve pornografiye” sansür adı altında yapılmak isteniliyor. Son sansür girişimi de “Erişim Sağlayıcıları Birliği” (ESB) tarafından oluşturuluyor. Adında “erişim sağlamak” geçen bu kurum, yurtdışından açılan web sitelerinin Türkiye’den erişimini denetleyip engellemekle görevli. Neoliberal kapitalizmin küresel krizi ve bu bağlamda yeniden yapılandırılması sürecinde baştan aşağıya yeniden dizayn edilen toplumsal ilişki ve örgütlenme biçimleri, bir kutupta sermaye birikimi diğer kutupta sefalet birikimini azamileştiriyor. Uzlaşmaz sınıf çelişkileri derinleşirken yeni proleterleşen kesimlerin ağırlıkta olduğu kitle eylemlerini, çeşitli isyan biçimlerini dünya çapında yaygınlaştırıyor. Tüm bunlar aynı zamanda geleneksel olarak tek merkezden yönetilen medya egemenliğini sarsıyor, isyan ve bazı büyük eylemlerin biribirinden etkilenmesini ve internet üzerinden örgütlenebilmesi durumunu ortaya çıkarıyor. Bu direniş ve isyan dalgasının bir benzeri de Türkiye’de yaşandı. Haziran Direnişi, tekelci kapitalist devletin ve hükümetinin tüm yalan ve iki yüzlü maskesini düşürmüş, madara etmişti. Ama Gezi Direniş’inde ortaya çıkan ve Gezi Parkı’nın etrafını direnişçilerin taş, sopa, barikat ve etten oluşan duvarının yanısıra sanal bir duvarla ören kalkanlarından devlet dersini aldı. Ve bu direnişin ardından internete ve onun sosyal medyasına operasyon hazırlığına girişti. Hükümet interneti daha sıkı kontrol altına almak için (biz bunu sansür ve yasak diye okuyalım) çalışma başlattıklarını söylemişti ve şimdi gördük ki bu çalışmalarının sonuçlarını bize deklare etmek istiyor: Hem de toplumun internet güvenliğini sağlama kılıfı altında. Ve biz biliyoruz ki bu engellemeler yeni değil, daha öncesinde mali oligarşik güçlerin düzenlediği zirvelerde konuşuldu, kararlaştırıldı ve şimdi de uygulamaya sokulmaktadır. Bu tasarıyla mahkemelerin web sitesini kapatma yetkisi doğrudan TİB’e veriliyor. Bu sanal trafik polisi konumundaki kurumun görevi bir çete gibi çalışmak, istediği siteyi 4 saate varan süreler içinde hızlıca kapatmak… Aynı zamanda ulusal sansür ve filitreleme anlayışı uluslararasılamış bir şirket olan facebook/twitter gibi sosyal medya şirketlerinden zaman zaman alamadıkları kullanıcıların kişisel bilgilerine, web geçmişlerine rahatlıkla ulaşabilecek. Bu artık doğrudan TİB üzerinden yapılacak, tekelci kapitalist devlet doğrudan filtreleme ve izleme yöntemi ile büyük maliyet sarfiyatına girmeyi göze alarak, bu sitelere giren kişilerin ne yaptıklarını 2 yıllık sürelerle sunucularında tutma yetkisini TİB’e veriyor. Verilen sunucularda loglamanın araçları ise yaratılmış durumda. Bir başka yeni yasaklama yöntemiyse şu: Çok hit olan ve tekelleşmiş şirketlerin sitelerini kapatmanız mümkün değil, bunlardan anbean kullanıcı giriş bilgileri almanız da zor veya uzun bir hukuki süreç gerektirebiliyor. O zaman keyword biçiminde kelime tarayıcı arama modülü ile bu siteler kullanıcılar sayesinde izlenecek, TİB üzerinden bir takip sistemi oluşturulacak ve uygun olmayan kelimelerin geçtiği sitelerin bazı bölümlerine müdahale edebilecek, silinecek veya o bölüme erişim Türkiye üzerinden engellenecek. Görülüyor ki devlet dersine iyi çalışıp gelmiş, son tasarıda daha önce mahkeme kararı ile yasaklanan sitelere DNS yoluyla girilebilirken,
Haziran Direnişi, tekelci kapitalist devletin ve hükümetinin tüm yalan ve iki yüzlü maskesini düşürmüş, madara etmişti. Ama Gezi Direniş’inde ortaya çıkan ve Gezi Parkı’nın etrafını direnişçilerin taş, sopa, barikat ve etten oluşan duvarının yanısıra sanal bir duvarla ören kalkanlarından devlet dersini aldı. şimdi tümden bunların da önüne geçen bir araç geliştirmiş, IP’den VPN alınsa dahi yurtdışından doğrudan IP odaklı site yasaklama… Bu elbette internet ortamında nafile bir çabadır. Öte yandan şu da bir gerçek ki, büyük kitleler bu yasağı aşabilecek bilgi ve uğraşıya sahip olamayacaktır, aynı zamanda, yine bu yasa kitlelerde otosansüre neden olacaktır. Ve ilk etapta bu yasayla hedeflenen de bütünüyle url erişimi engellemek değil, büyük kitleler açısından erişimi engellemektir. İşte bu yasaklar ve sansürler internetin doğasına aykırıdır, internetin varlığıyla çelişir. Bireyin internette içerik girmesini engellemeye çalışmak internetin bugünkü gelişme düzeyinin engelini oluşturmaya yöneliktir. Bu gelişmelerin gerisinde kalan ulusal çapta filitreleme bu nedenle devletin gerici formüllerinden biridir. Uluslararasılaşmış bir ağ ulusal internet denetimiyle engellenemez. İnternetin engellenmesi sağlanamaz, hiçbir sansür ve filtreleme bu sansürü yıkacak bizler karşısında güçlü olamaz. Çabalarınız boşuna, anlıyoruz korkularınızı! Türkiye’de yapılmak istenilen şey birçok ülkede çeşitli şekillerde hayata sokulmaya çalışılan OpenNET benzeri filtreleme projeleridir. Bu projeler kapitalizmin küresel krizleriyle birlikte yaygınlaşan isyan ve direnişleri bastırabilmenin ön yasal çalışmalarıdır. Türkiye tekelci burjuvazisi ve hükümeti, Haziran Direnişi ile acı bir ders almıştır. Ve daha önce mali oligarşinin bölgesel ve küresel düzlemde almış olduğu karar ve önerileri bir an evvel hayata geçirmek zorunda olduklarını biliyor. Haziran Direnişi’nin sıcak günlerinde Erdoğan’ın dediği gibi bu “baş belası” şeyden (kontrol altına alarak) kurtulmaları gerek! Yalnız unutulmamalı ve küçümsenmemeli ki devlet bize karşı disiplinli şekilde çalışıyor; ancak bu öyle kolay değil. Zira bir yandan internet ekonomisi ile sansür arasındaki çelişki, diğer yandan internetin direniş ve örgütlenme dinamiği olarak “baş belası” olması. Ancak bugün tekelci kapitalist devletin içinde bulunduğu rejim krizi ve bunun sokak ayağıyla daha da derinleşme tehlikesi, onun içinde bulunduğu açmaz, elinde sansür, kontrol ve denetim adına ne varsa hemen devreye sokmasını koşulluyor. Hükümetin son olarak düzenlediği tasarı bu anlamda oldukça
ağır bir saldırıdır. Sınıf düşmanımız uzun soluklu bir çalışmanın ürünü olarak, daha öncesinde alt zeminin yaratmış olarak bu saldırıyı yapıyor. Toplumun nabzını tutuyor ve bu tasarıyı geçirmek için inatçı. Beklemeyelim, tekrar gelecekler! Bundan sonra internet sanal timlerle ilgili yeni çalışmalar yapılacak, tüm internetin kontrolden geçirecek bir internet kontrol birimi ileriki dönemlerde gündemleştirilecektir. Bu kafayla TİB yetmez, yarın sanal orduya da ihtiyaç duyacaklardır, ki çalışmalarına da başlamış görünüyorlar. Ya peki biz neye ihtiyaç duyacağız? Sanal savaşların odağında tüm bu kampanyaları derinleştirecek, interneti özgürleştirmek için neler yapacağız? Organize olacağız, tüm bunlar hareketimize yansıyacak, hareketimizi özgürleştireceğiz! Bu bizim bugün varolan toplumsallaşmamızın sınırlarını parçalayacak! Meclis komisyonunda kavgalarla tartışılan torba yasa teklifine karşı 18 Ocak’ta eylem yapacağız. Hükümet derinleşen rejim kriziyle birlikte iyice köşeye sıkışırken bazı yasal değişiklikleri ertelemek zorunda kalabilir, öte yandan “meclisten ne geçirebilirsek geçirelim, az da olsa adım atalım”, diye hareket ettiğini de gözden kaçırmayalım. Bazı burjuva medya birimleri artık sansürden vazgeçildiği, geri adım atıldığı gibi haberler yaymaktadır. Bu bir kandırmacadır, buna karşı uyanık olmalıyız. Daha önce de sansürden vazgeçtiklerini söylüyorlardı, ama bugün çok daha büyük bir yasaklamayla ve daha güçlü saldırı araçlarıyla karşımıza çıktılar. Hatta sansür ve yasağın altyapısını, kurumsal araçlarını oluşturarak karşımıza çıkmaktalar. Beklemeyelim, sokağa çıkalım! Eyleme, örgütlenmeye ve onların TİB’ini ESB’sini ve hepsini parçalamaya! Ücretsiz internet ve sınırsız paylaşma hakkı! Siber savaşları, sokak savaşları; Savaşacağız, Savaşacağız interneti özgürleştireceğiz! Sokaklarda ve İnternette: Aşağıdan, bağımsız, fiili kitle demokrasisi ve inisiyatifi! İnterneti özel mülkiyet ve telif hakkı
14
işçi meclisi
‘Der Imker – Arıcı’ Rojavalı yönetmen Mano Khalil’in İsvicre’de ve Türkiye Kürdistan’inda çektigi filmi ‘Der Imker – Arıcı’ adlı belgeseli İsvicre’de vizyona girdi. Bir Kürt babanın İsviçre’deki öyküsünü anlatan film hakkında Mano Khalil ile görüştük. Bu filmi çekmek fikri nerden geldi? Ben Suriye kürtlerindenim. İsvicre’de arıcılık üzerine bir film çekmek istiyordum. Araştırmalarım üzerine kebap haricinde bir Kürdün arıcılıkla uğraşması ilgimi çekti. Ve böylece film serüvenimiz başladı. Fakat film daha çok bir babanın dramını ele almış. Evet İbrahim Gezer ile tanıştıktan sonra yasam öyküsünü dinledim. Hayat hikayesi de mesleği kadar ilgi çekiciydi. İbrahim’in yaşamını anlatmak benim için daha önemliydi. Bir Kürdün tüm acılarına rağmen Avrupa’da hayata tutunma micadelesini anlatmak bir Kürt olarak üzerime düşen görev olarak hissettim. Film konusu değişince İbrahim Gezer’in tepkisi ne oldu? Bu fikri kendisiyle paylaştığımda filmde yer almak istemedi. İlk elde ilişkimiz koptu. Ama kendisini ikna etmek için uğraştım sonunda kabul etti. Sizce film beklediğiniz ilgiyi gördü mü? Evet hatta beklediğimin üzerinde bir ilgi gördü.
Film Almanca, Fransızca alt yazılı olarak vizyona girdi. Alman kantonlarından sonra şimdi de Fransız kantonlarında vizyonda. Salonların dolu olması da sevindirici. Türkiye’de film çekimlerinde engellerle karşılaştınız mı? Farklı yöntemler kullanmak zorunda kaldık. Arıcılık üzerine filmi çektik. Bir şeyi yapmak istediğinizde araçlarını da buluyorsunuz diyelim. Şu an başka bir projeniz var mı? Avrupalı bir anneden doğan bir gencin, Kürdistan da babasını araması konulu Kırlangıç adlı bir film çekiyoruz. Teşekkürler. ‘Der Imker – Arıcı’, bir Kürt babanın acılı yasam öyküsü karşısında umutlarını yitirmeden hayata tutunmasını anlatıyor. Gerillaya katılan kızının sonradan ölüm haberi gelmesi üzerine karısı intihar ediyor. Daha sonra oğlu gerillaya katılıyor. Yapılan baskılara boyun eğmeyerek yedi yıl arılarıyla dağda kaçak yaşıyor.
ve tüm şehit evlatlarıma adıyorum. Belgeselin politik öğeleri mümkün olduğunca ön plana alındı. Ülkede yaşadıklarım, Kürt olmam, iki evladımı özgürlük saflarında yitirmem, sürgün olmam ve şu anda da mücadeleye hizmet etmem bütün bunlar filme politik bir içerik kazandıyor. Alp Dağları’ndan Engizekler’e, Nurhaklar’a bakmaya devam edeceğim ve bir gün mutlaka ülkemin dağlarında evlatlarımla birlikte olacağım.” diyor
Daha sonra İsviçre’ye gelen İbrahim tüm engellemelere rağmen İsviçre’de de arıcılık yapmaya başlıyor. İsviçre’de oğlunun ölüm haberini alan baba Alp dağlarında arılarında teselli buluyor. İbrahim Gezer: “Ben filmi şehit olan iki evladım
Yaşamın orta yeri (Umut) Yanan bir mide, yumrulanan bir boğaz, safi hüsran. Bu tongaya nasıl düşmüştü ki? Yıllar boyu her türlü umutla arasına bir kara delik kurmuş, mutluluğun yolunu bunda bulmuştu. Felsefesi çok basitti. Umut etmezsen, hayalkırıklığına da uğramazsın. 3 gün direndi. Hadi gözün aydın, size de kadro geliyormuş diyen müdür beyin sözlerini bile ilk gelen rüzgarla kendinden uzak bir diyara itti. Ne olduysa evde oldu. Eşi ve toramanlıklarını köyden gelen un ve bulgurdan alan iki evladını şu kan soğuğu geçene kadar, hasta olmasınlar diye, bu sabah köye yollamıştı. Ah Hatice diye sevimli bir kızgınlık monoloğuna girdi buzdolabının kapısını kapatırken.”Be kadın, hem yolluk hazırlarsın, çocuklar acıkır diye, hem de gider ayak yarısını bana bırakırsın. Hayatımda yaptığım tek doğru şey senle evlenmek mi oldu bilmiyorum ki be kadın.” Tüm kanı, ısıtmaya erinip de midesine gönderdiği bulgur köftelerini parçalamakla uğraşırken, Zeki de yorganın altına girip, en son ne zaman tek başına bir evde kaldığını hatırlamaya koyuldu. Hatırlayamadı.
Haticesini kıskandığından hiç yalnız bırakmazdı ya evlenmeden önce de mi hiç yalnız kalmamıştı. Hep birileri vardı etrafında ve ne dediğini nasıl davrandığını gören birilerinin etrafında olmamasını yadırgadı önce. Eli telefona gitti, yolda aramıştı daha, gelince sık
başka bir viraneye. Nasıl olacaktı ki. Bu saatten sonra başka bir iş yapabilir miydi? Ya kadroya geçirirlerse. Sahiden geçirirler miydi? Gözünde canlandırdı; cengaverlerin büyüğü, babasından bellemiş, küçüğün yanağını sıkıyor, Hatice ağlayan küçüğü kucağına alıp büyüğü
Sanki oyalanırsa vaz geçecekmiş gibi hemen son aranan numarayı tuşlayıverdi. Karşıdaki ses sadece Zeki dedi. Zekinin anlatacak çok şeyi vardı ama Hatice’den gelen ses o kadar soluktu ki, şaşaladı ve Hatice’nin devam etmesini bekledi. “Zeki izledin mi haberleri, bakan kadro yok demiş, neyse sen zaten olmayacağını söyleyip duruyordun…”. ”Hatice çay suyu koymuştum mutfaktan bir ses geldi, ben seni gene ararım, çocuklara iyi bak aman üşütmesinler.” Telefonda Hatice’den kaçmıştı ya, şimdi kendinden nasıl kaçacaktı. Bir yandan da seviniyordu 3o’unda olan bu adamın ağladığını kimse görmediği için. Yemin etti bir daha hiç umut etmeyecekti. “600 bin taşerona kadro haberleri doğru değil” Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, 4 gün sonra, medyada yer alan haberleri yalanlama gereği duydu.(BASINDAN /14.01.2014)
boğaz ettim diye kafama vurur da vurur diye düşünüp elini geri çekti. Özlemişmiydi yoksa. İnsan gibi bir para girse cebine ısıtamadığı için yollarmıydı ailesini bir viraneden
azarlıyordu. Eli tekrardan telefona gitti. Gözündeki bir damla yaşı silmek için de ikinci kez uzaklaştırdı telefondan. Müdür Bey de gözün aydın dememiş miydi. Olurdu ya.
Yukarıdaki hikayenin sahibi Zeki, bir çırpıda söylediğimiz 600 bin taşeron işçisinden yalnızca birisi.
15
işçi meclisi
İşçi Sınıfı Enternasyonalistir Farklı dinden, dilden ve ulustan yüzlerce işçinin çalıştığı bir fabrika düşünün ve bu ne bir roman kurgusu olsun ne de film senaryosu. Yaşamın içinde gün be gün yaşanmakta olan gerçek bir yaşam öyküsü. Bu fabrikada Fransız, Alman, İsviçreli, Kürt, Kosovalı, Hırvat, Sırp, Türk, Yeni Zelandalı, Makedonyalı, Jamaikalı ve Ganalı işçiler olarak birlikte çalışıyoruz. Her gün aynı tezgâhta üretip, aynı sofrada yan yana yemeğe kaşık sallıyoruz. Ayrı coğrafyalardan gelmişiz. Birlikte de büyümedik, beraber oyunlar oynamadık, dağlarımız ovalarımız da birbirine benzemiyor olabilir, birbirimizi de yeterince tanımıyoruz. Ama bizi yan yana getiren, ortak kimliğimizi oluşturan şey işçi olmamız. Aynı sınıfın bir parçası olmamız bizi birbirimize yakınlaştırıyor. Bütün dünyada bize “göçmen işçi” diyorlar. Diğer bir adımız da “yabancı”. Her günün sabahında hep beraber işe başlar, akşam mesai bitiminde yorgun argın fabrikadan ayrılırız. Kimin hangi ulustan, hangi dilden veya hangi renkten olduğunun fabrikada hiç bir önemi kalmıyor. İşin gerçeği “yabancı” olmamızın patron için de hiç bir kıymeti yok. Onun bizden istediği, ona hizmette kusur etmememiz. Bize verdiği işi zamanında bitirmek, çok çalışıp az ücrete rıza getirmek. Patronun servetini büyütmek için gün boyu çalışmak ha çalışmak. Türkçesi, çalışın çalışın! Her birimizin kendine has bir hikayesi var. Doğduğumuz toprakları terk etmemizin nedenleri farklık gösterse de yaşam öykümüz aynı. Kimimiz savaşlardan kaçıp gelmiş, kimimiz “bir dilim ekmek” denen yaşamın ardından gitmiş, kimimiz de sınıf mücadelesinin ateşinde yaralar almış politik sürgünleriz. Hikayelerimiz farklı, dillerimiz farklı, rengimiz farklı olsa da bulunduğumuz coğrafyalar da değişse birlikte gülüyor, birlikte öfkeleniyor, sohbet ediyor ve üretmeye devam ediyoruz. Evle iş arasında koştururken karşımda duran resmi anlamaya çalışıyorum. Farklı farklı coğrafyalardan gelen, tek bir fabrikanın çatısı altında omuz omuza çalışan, aynı sıkıntıları, zorlukları yaşayan bizleri, irademizden bağımsız olarak ortaklaştıran şey işçi olmak, göçmen olmak, geride bıraktıklarının özlemiyle kavrulmak, yaşamak için sekiz-on saat çalışmak zorunda olmak. İyi de bu çarkı döndüren nedir? Bizi buralara süren kim? Bizi ayıran kim? Birleştiren ne? İşçi olmaya mecbur muyuz? Patronumuz olmak zorunda mı? Toprakları bölerek, burası senin ülken, şurası benim demek kimin haddine? Devletler olmak zorunda mı? Ulusların kime ne faydası var? Fabrikalar neden
zenginlere ait? En verimli topraklar neden hep zenginlerin oluyor? Sorular yağmur gibi kafamın içine yağıyor. Sonra savaşları düşünüyorum, savaşta kadınları, çocukları, çocuklarını yitiren ana-babaları. Koca bir insanlık tarihi, film şeridi gibi geçiyor gözlerimin önünden. Komünal topluluklar, köle sahipleri ve köleler, köle ayaklanmaları, imparatorluklar aklıma geliyor –Roma, Osmanlı vdleri.- köylü ayaklanmaları. Din savaşları ve sair. Nereden başlıyor nerede bitecek bu karmaşa, keşmekeş. İnsan onurunu hiçe sayan, çalışmıyorsan aç kal! Hastaysan ve paran yoksa öl diyen! Su içmek için bile para ödeyeceksin
diyen zulüm düzeni nereye kadar? Kim kurdu bu düzeni söyle! Kimdir devamını sağlayan? Biliyorum, her şeye parayı elinde tutan kapitalistlerin çıkarları yön veriyor. Sermaye sahiplerinin kurdukları örgütler tarafından dünya yönetiliyor. Savaşlara, işgallere, sömürüye, işsizliğe her şeye ama her şeye onlar karar veriyor. Hitler Yahudileri gaz odalarında zehirledi, fırınlarda yaktı! Sonra bütün Avrupa’yı işgal etti. Yetmedi! Sovyetler Birliği’ni de istedi ama alamadı. Yirmi milyon Sovyet işçi emekçisi bu savaşta yaşamını yitirdi. Yetmedi! Tarihsel bir trajedi yaşamak zorunda kalan Yahudiler de elli yıldır Filistinlileri her gün öldürüyor. Dünyanın her tarafında savaşlar sürüyor ve biz ölmeye devam ediyoruz. Neden? Kimin için bütün bu kan deryası? Benim-bizim yani işçi ve emekçilerin, yoksulların bu savaşlardan hiçbir çıkarı yok. internationaleKafamın içinde çarpışan fikirler arasında birden yanı başımda bulunan Sırp, Hırvat, Kosovalı ve Makedonyalı arkadaşlara yöneliyor gözlerim ve Yugoslavya geliyor aklıma. Onlarca yıl birlikte yaşayan Yugoslavlar birbirine giriyorlar, başlıyor senin-benim kavgası. Topraklara sahip olmak için savaşa tutuşuyorlar. Tek bir ülke iken yedi ayrı ülkeye bölünüyorlar. Savaşı başlatanlar banka, holding, fabrika ve toprak sahipleri; ölense yine biz emekçiler, yoksullar, ezilenler. Bu savaşı biz istemedik, toprakların
paylaşımından bizim payımıza bir metre kare toprak düşmedi. Ama ailelerimizi, komşularımızı, genç kızlarımızı, oğullarımızı yitirdik. Kalbimizi yediye böldüler. Yugoslavya’daki savaştan kaçan işçi arkadaşlarıma acı acı bakıyorum. Onların savaşla bir ilgisi yok. Taraf olmadılar kirli savaşa. Ama savaştan onların da payına sürgün düşmüş. Farklı ulusal kimlikleri olsa da kavgasız gürültüsüz birlikte çalışıyorlar. Birbirlerine karşı ne bir kin ne de öfke belirtisi yok. Aynı kapıdan birlikte girip çıkıyorlar, aynı makine tezgahının başında çalışıyorlar. Aynı masada yemeklerini yiyor, şakalaşıp gülüşüyorlar. Çünkü
onları aynı mekanda bir araya getiren ve birleştiren sınıfsal kimlikleridir. Devletlerin onlara verdiği ya da yapıştırdığı uyduruk ulusal kimlikler pek bir işe yaramıyor. Onları birbiriyle savaştıramıyor. Çünkü yaşayarak gördüler devlet adamlarının ve patronların onları birbirine kırdırdığını. Oysa insanın savaşlara ihtiyacı yok, patronlara, devlete, yöneticilere, fabrikatörlere, bankerlere ihtiyacı yok. Onlar da deneyimleriyle seziyorlar geleceği. Türkiye de yaşanan savaştan ve Türk devleti tarafından yılarca kitlelere giydirilen ırkçı gerici propaganda Türkiye coğrafyasında etkili olsa da Avrupa coğrafyasında aynı etkiyi göstermekten oldukça uzak kalıyor. Kimi kemikleşmiş ırkçılardan kaynaklanan alt düzey saldırgan yaklaşımlar yer yer kendini gösteriyor olsa da etkisiz sürtüşmelerden öteye gidemiyor. Savaşın yarattığı yıkımdan kurtulmak için yaşadıkları yerleri terk eden Kürt işçi ve emekçiler de Türk işçilerle aynı fabrikada yan yana çalışıyorlar. Birbirlerine karşı bir hasmane tutumları olmuyor. Aynı sofrada, aynı makine tezgahında, aynı mahalle ve apartmanlarda bir arada yaşıyorlar. Daha da önemlisi diğer göçmenlerle olan ilişkilere nazaran birbirlerini kollama ve koruma refleksleri de azımsanmayacak düzeyde güçlü. Büyük çoğunluk ayrım yapılmasını olumlamıyor, Kürtlerin uğradığı haksızlığın hep devleti yönetenlerin suçu olduğuna vurgu yapıyorlar. Yani
işçi ve emekçiler kapitalistlerin zehirli propagandasından uzak kalınca gerçekleri daha rahat kavrayabiliyorlar. Üstelik göçmen olmaktan kaynaklı uğradıkları ayrımcılık, haksızlığa uğramanın ve bulundukları ülkelerin dilini yeterince bilememenin yaşamlarında yarattığı zorlukları birebir yaşamaları meselelere daha gerçekçi bakmayı da bir ölçüde zorunlu kılıyor. Aynı sınıfsal konuma ait olmak bilinç düzeyinden kavranılmasa da yaşam alanı ve ilişkilerinden öğreniliyor. Örneğin aynı bölge ve mahallelerde oturuyor olmak, fabrikalar ve atölyelerde birlikte çalışıyor olmak, ekonomik ve sosyal yaşam düzeylerinin aynılığı insanlara gün be gün öğretiyor. Kendiliğindenci bir düzeyden gerçekleşen kavrayış da olsa öğreticiliği tartışmasız oluyor. Diğer yandan yüzlerce yıl süren insanlık dışı ırkçı ve yok edici saldırılara maruz kalan siyahlar var iş ve yaşam alanlarımızda. Batılı kapitalistlerin yüzlerce yıl kanını emdiği, alıp sattığı, köleleştirdiği siyahlar. Yüzlerce yıl dişe diş verilen mücadeleler sonucu geçmişe oranla günümüzde ırk ayrımcılığı geriletilmiştir ve siyahlar bu anlamıyla kısmi bir özgürleşme yaşıyorlar. Ancak sınıfsal konumları gereği siyahlar da beyazlarla birlikte kapitalist sömürü çarkları arasında öğütülmeye devam ediliyorlar. Yani asıl çelişki artık siyah veya beyazlar, şu ulustan işçilerle bu ulustan işçiler arasında değil kapitalistlerle işçi sınıfı arasındadır. Beyaz patronla siyah patron kardeştirler onların kendi aralarındaki çelişki daha çok kimin pastanın büyük dilimini elde edeceği çelişkisinden ibarettir. Her ikisinin kardeşliği işçi sınıfını birlikte sömürme kardeşliği olarak devam ediyor. Buna karşın siyahı-beyazıyla işçi sınıfı da kendi birliğini, enternasyonal birliğini kurmaya muktedir olacaktır. Farklı coğrafya ve ulustan işçilerin zorunlu göçlerden kaynaklı bir fabrikada bir araya gelmeleri ve burada birlikte çalışıp üretirken kendi aralarında ne bir ayrımcılık, ne bir sürtüşme ne de kavgaları söz konusu dahi olmuyor. Tam tersine birlikte çalışan ve üretenlerin birlikte kuracakları sınıfsız, sınırsız ve sömürüsüz ortak bir dünyanın günümüzdeki görünümü olabiliyor. Üretim alanı işçi sınıfına dayatılan bütün kurgulanmış yapaylıkları ortadan kaldırıyor ve sınıfın özüne dönüşünü sağlıyor. Bu fabrika mütevazı, enternasyonal bir işçi birliğini andırıyor. Bir gün mutlaka kurulacak olan sınıfın enternasyonal birliği örneğimizde mevcuttur. Dünyanın neresinde yaşıyor olursak olalım yapmamız gereken esas şey ulusal çitleri kırıp enternasyonal bir dünyanın mücadelesini geliştirmeliyiz.
Davos: Mali Sermaye Krize Çözüm Arıyor 22 Ocak tarihinde toplanan Dünya Ekonomik Forumu –WEF- 2014 de gündemi; ekonomi, küresel bölgesel güvenlik, çevre sorunları, iklim değişikliği, su ve gıdaya erişimin yanı sıra, ulaştırma, enerji ve sağlık olarak belirlemiş. 4 gün sürecek toplantı 25 Ocak tarihinde sona erecek. Davos’ta başlayan toplantıya dünya genelinde 2,200 üst düzey devlet yöneticisi, dünyanın en büyük tekel, banka, borsa sahipleri ve toplantıda alınan kararları haberleştirmek ve toplumu mali sermayenin çıkarları doğrultusunda yönlendirmek için canla başla çalışan uluslararası basın yayın tekeli çalışanı 500 gazete ve televizyoncu katılım sağlamış durumda. Mali sermayenin en tepesindeki yöneticilerin korunması için 8 milyon İsviçre Frangı harcama yapılmış ve ayrıca 24 km’lik bir alanda baştan aşağı silahla donatılmış beş bin asker, polis ve özel tim tarafından güvenlik çemberi oluşturulmuş durumda. Uluslararası sermayenin kısa ve uzun dönem çıkarlarının ele alındığı, yeni olanakların kullanım ve yönetişiminin planlandığı, zirvedeki kararların bağlayıcılığı tartışmalı olsa da buradan çıkan kararlar mali sermayenin gelecekteki hedeflerini göstermesi bakımından önem kazanıyor. Aynı zamanda büyük sermaye gruplarının dayatmalar yoluyla küçükleri içererek yuttuğu birlik oluşumlarının ön anlaşmaları yapılmaktadır. Davos zirvesi demek emperyalist sermaye ve güç odakları arasındaki paylaşım mücadelesinde kimin borusunun öteceği, büyük pastadan hangi sermaye grubunun güçlenerek çıkacağı üzerinde yürütülen pazarlıklardır. Ve devamında da alınan kararlar doğrultusunda emperyalist kapitalizmin
ortak düşmanı olan işçi sınıfı ve ezilen halkların yeni sömürü politikalarına karşı ortaya çıkabilecek kalkışmalarını bastırmak, ekonomik ve siyasal zor kullanılarak yönetilmesi kalıyor. Son dönemde yaşanan direnişlere bakıldığında işçi-
emekçilerin daha sert yöntemlere yöneldiğini görmek zor değil. Yaşanan grev, işgal, blokaj gibi çatışmalı bir sürece girildiğinin önemli örnekleri giderek yaygınlaşıyor. Mali sermayenin giderek büyüyecek bir çatışma sürecini karşılamak zorunda kalacağı artık bir sır olmaktan çıktı. Öyle ellerini kollarını sallayarak tepemizde böğüremeyecekler. Tüm zenginlikleri yaratan sınıfın, sefaleti yaşadığı bir dünya daha fazla yaşayamaz. Sosyalizmin yarattığı basıncın etkisiyle Avrupa burjuvazisi içte zorunlu olarak “vermek” ve uygulamak zorunda kaldığı kısmi ekonomik-sosyal olanakların da sosyalizmin geriye dönüşü, doğu blok’u ülkelerin dağılması ile geçici de olsa ortadan kalkan devrim tehdidinden sonra var güç-
leriyle işçi sınıfının en temel kazanımlarına yöneldi. Güvencesiz çalıştırma, taşeronluk sistemi, kısa süreli çalıştırma, modern köle pazarları olan –Özel İstihdam Büroları’nın- peş peşe devreye sokulması ve mezarda emekliliğin yaşama geçirilmesiyle birlikte işçi-emekçilerin kazanılmış hakları sağlık sigortası ve işsizlik yardımı gibi elde kalan son kırıntıları da burjuvazinin saldırısı ile karşı karşıya. Dünya proletaryası sınıfa karşı sınıf ekseninde birleşik bir mücadele ile sermayenin saldırılarını göğüsleme olanak ve tarihsel tecrübesine sahiptir. Her yeni kıvılcımın daha büyük bir alev topuna dönerek sıçramalı bir gelişme göstereceği, bir bölgede veya ülkede başlayacak bir direnişin sadece o bölge ve ülkeyle sınırlı kalmayacağının da belirtileri Tunus, Mısır ve Türkiye-Gezi direnişlerinde kendisini göstermiş bulunuyor. Davos’un belki de en önemli “gizli gündem” maddesi işçi sınıfı ve emekçilerin giderek yoğunlaşan kitlesel kalkışmaları ve direnişleri olsa gerek. Günleraylar süren direnişler kapitalistlere bir kez daha cehennemi yaşamalarına vesile oldu. Dolayısıyla emperyalist sermaye temsilcileri bu ve benzeri işçi sınıfı ve emekçi halk hareketlerinin emsal teşkil etmemesi için yeni stratejiler üzerinde duracaklardır. Emperyalist kapitalist sermayenin alacağı hiçbir önlem işçi sınıfı ve ezilen halkların geleceğe olan özlemlerini, umutlarını yok edemez. İşçi sınıfının sosyalizm yürüyüşü durdurulamaz! O gün geldiğinde, sel gibi akan kalabalıklar gecekondulardan, fabrikalardan, okullardan, yoksul kentlerden çıkıp saraylardakilerin saltanatını yıkacaklar.
Devrimci Proletarya/ İsviçre
“Özgür” Almanya’da sıkıyönetim: Hamburg olayları Aralık ayında çeşitli polis karakollarına ve diğer polis kurumlarına “radikal solcu” olduğu iddia edilen gruplar ya da kişiler tarafından saldırılar düzenlendi. Bu saldırıların ardından 3 Ocak 2014’te Hamburg polisi toplam nüfusu 90.000 olan üç semti “tehlike alanı” ilan etti. Hemen hemen her gün yüzlerce insan bu uygulamayı protesto etmek için yürüyüşlere katıldı. Sol, yesil ve liberal medyanın büyük kısmı da uygulamaları eleştirdi. Halkın tepkisine başeğmek zorunda kalan polis, 13 Ocak’ta tehlike alanlarını kaldırdı ve Kültür Merkezi’nin dağıtılması kararı şimdilik geri çekildi.
anarşist diye tanımlayanlarla sınırlı kalmadı. Alman solunun en büyük sorunu, kendi dar çevresinin dışına çıkamaması. Halkın içine giremiyor, işçilerle bağları zayıf. İşçilerin gündemi ve sol cevrelerin gündemi çoğu zaman örtüşmüyor. Hatta bazı otonom cevrelerde bu anlayış işçi sınıfını dolaylı ya da dolaysız yoldan
Antikomünist, antimarksist propaganda insanları yarı-anarşist, yarıliberal fikirlere doğru itiyor. Iste burada komünistler aktif faaliyet göstermeli. Halktan kopuk değil, halkın arasında, denizde bir balık gibi yaşamalılar.
Almanya gibi “demokratik” bir devletin esasen sıkıyönetimden pek farkı olmayan böyle bir uygulamaya başvurması, en gelişmiş burjuva demokrasisinin bile özünde bir sınıf devleti – burjuvazinin devleti – olduğunu gösteriyor. Hakim sınıfın çıkarları tehlike altına girince, bütün kağıt üzerinde verilen “haklar” ya da “anayasal garantiler” kutsallığını yitirir, “toplumsal huzuru” korumak için bütün yöntemler burjuvazi için meşrulaşır. Ernst Thälmann’in önderliğinde gerçekleştirilen şanli 1923 Isyan’ına sahne olan Hamburg, 90 sene sonra yine burjuva devletin uygulamalarına karşı muazzam bir direniş sergiledi. Eskiden beri yoğun işçi nüfusundan dolayı komünist ve sosyalist akımların güclü olduğu Hamburg, bugünlerde de militan sol çevrelerin kalelerinden biri. Son haftalarda yaşanan olaylar kendini antifaşist, otonom ya da
nun değiller. Halkın önemli bir bölümü direnişin meşruluğuna inanmış durumda. Zaten öyle olmasaydı, bu kadar başarılı olmazdı. Almanya’da devrime giden yol, devrimcilerin işçi sınıfıyla kaynasmasindan geçiyor. Bunu da otonom-anarşist gruplar yapamazlar. Kapitalizmin yerine ne gelecek, konusunda kafalar cok karışık.
Iscilerin sorunlarını, onları ilgilendiren konuları, arzularını, özlemlerini iyi gözetlemeliler. Onlarla beraber kapitalizmin çözümlemesini geliştirmeliler. Ve en önemlisi, işçilerin arzularını ve özlemlerini sosyalizmin bilinciyle kaynastırmalılar.
aşağılayan tavırlara kadar bile gidebiliyor. Hamburg’da yaşanan direniş Gezi Direnişi kadar kapsamlı olmasa da, yine de Gezi Direnişi’ninn dersleri Almanya için de geçerli. İşçiler ve emekçiler, gelişmiş kapitalist ülkelerde de burjuvaziye karşı başkaldırmaya hazır. Durumlarından mem-
Isciler için sosyalizmin kapitalizme somut bir alternatif haline gelmesi lazım. Iste bu basarılırsa, hiçbir kuvvet ne Almanya’da, ne Türkiye’de, ne de başka bir ülkede işçi sınıfının tarihi görevinin yerine getirmesini – burjuvaziyi devirip sosyalizmi kurmayı – engelleyebilir. Almanya’dan bir okurumuz