Uzun sıcak yazdan uzun sıcak sonbahara…
Neoliberal siyasetin genel seçimlere kadar gidişatını şekillendirecek 3 halkadaki düzenlemeler teker teker belirginleşiyor. Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasıyla, aslen yine onun belirlediği şekilde AKP’nin yeni genel başkanı, yeni başbakan Davutoğlu oldu. Yeni genel başkan adaylarının da olduğu CHP kurultayındaysa iç durum ve eleştiriler sonuca bağlanacak. Kürt müzakere sürecinde de hükümet “yol haritası”nı resmen açıklayacak. ''8-9-10
yaşasın
sosyalist
işçi demokrasisi Sayı: 49 Eylül 2014 1 TL
BİZİ UZUN SÜRE YOK SAYAMAYACAKSINIZ!
“Remzi Kitabevi’ni boykot et!”
Biliyoruz ki; sendikal mücadeleyle birlikte yürüttüğümüz hak alma çabamızın önü kesilmek istenmiştir. Yüreği hak ve emekten yana olanlara çağrımızdır. Lütfen kitap ihtiyacınızı karşılamak için Remzi Kitabevini tercih etmeyiniz. Kamuoyunun göstereceği tepki şu anda orada aynı şartlarda çalışan arkadaşlarımıza da umut ve moral olacaktır. "6
Taşeron sağlık işçisi hayatını kaybetti
Türkiye’de devrimci parti yok! Bir tarafta HDP şemsiyesinde toplanan sol liberal yapılar “yeni yaşam” şemsiyelerinin altına koya koya evrimci bir burjuva demokrasisini yerleştiriyorlar, öte tarafta ulusalcı-burjuva demokrat kırması partiler süslü “sosyalizm” şemsiyelerinin altına koya koya devrimsiz bir devletçiliği, Latin Amerika tipi antiemperyalizmi yerleştiriyorlar. Burjuva partiler işçilerin halinden bahsetmiyor belki tamam ama, yoksa artık biz de mi mutlu olma isteğimizi, inancımızı kaybettik? Bizde mi 301-301 ölmeye, her gün üç-beş arkadaşımızı iş cinayetlerinde kaybetmeye alıştık? Hiç mi
sınıfsal bir iddiaya, bir sınıf kinine sahip değiliz? Yumuşamasak da, yorulduk mu, hiç yorulabilir miyiz? Biz komünist işçileri ne yumuşatabilir, ne yorabilirsiniz; mutsuzluğa, öğrenilmiş çaresizliğe, güçsüzlük psikolojisine mahkûm edemezsiniz. Çünkü muhtaç olduğumuz kudret, damarlarımızdan sizin için sermaye olup dökülmesine izin vermemeyi düşe kalka, hatasıyla sevabıyla, belki yanlışlar yaparak ama mutlak öğreneceğimiz proleter kandan gelmektedir. İster buna göre davranın ister davranmayın, ama şunu çok iyi bilin: Bizi çok uzun süre yok sayamayacaksınız!
İşçi Kadın Meclisi Nedir? Ancak biz işçi kadınların ellerinde yükselerek kura- cağımız yeni yaşam; cinsiyetlerin ortadan kalktığı ve insan ilişkilerine paranın metaların, devletin, ai- lenin, iş bölümünün, sınırların ve yasaların hükmet- mediği, tutkulu yaşam enerjimizin ve zamanımızın bize ait ve özgür olduğu yeni bir yaşamdır. Kararlarımızın bize yabancı, bizim dışımızda ve üs- tümüzde bir güç tarafından değil; bilinçli öz irade ve eylemimizle kendimiz tarafından alınıp uygulandığı, bunu engelleyen tüm bağlardan kurtulmuş olarak öz güçlerimizi özgürce harekete geçirerek kendimizi gerçekleştirebileceğimiz, yetenek, gereksinme ve ilişkilerimizi tüm yönlerden zenginleştirebileceğimiz bir dünya "2 istiyoruz!
Biliyorum arkadan iki gün ağlayıp üçüncü gün unutacaksınız. Hayatınıza hiçbir şey olmamış gibi devam edeceksiniz. Benden önce her sene iş kazasından ölen 1500 kişi gibi, Soma’da ölen 301 işçi gibi… Şimdi diyorum ki iş ekmek buldum diye sevinirken gerekli güvenlik önlemlerinin alınmaması, gerekli eğitimin verilmemesi ve alt yapı eksikliklerin ötürü canımdan oldum. " 6
Özgürsün sen köle! Bugünkü işçi sınıfının sosyalizm ufkuyla beyazmavi yakasıyla derinleşmiş sömürü ve eziyet sistemi olan neoliberal kapitalizmi yıkması çok uzak değildir. Gerçek bir özgürlüğe tüm kölelik ve bağımlılık ilişkilerini yıkarak ulaşabiliriz. Mavi-beyaz yaka ayrımlarımdan çıkarı olan sadece patronlardır.
" 12
2
işçi meclisi
İşçi Kadın Meclisi Nedir?
Biz işçi kadınların ellerinde yükselerek kuracağımız yeni yaşam; cinsiyetlerin ortadan kalktığı ve insan ilişkilerine paranın metaların, devletin, ailenin, iş bölümünün, sınırların ve yasaların hükmetmediği, tutkulu yaşam enerjimizin ve zamanımızın bize ait ve özgür olduğu yeni bir yaşamdır...
Biz işçi kadınların zorunlu köleliği, yaşamın her ala- nında karar mekanizmalarından dışlanmışlığı, bundan kaynaklı farkında olmadan iliklerimize işleyen özgüvensizliği ve sınıf mücadelesi içinde de bunun yarattığı yoksunluğu ve geride kalmışlığımızı yakıcı olarak hissettiğimiz noktada bir araya geldik. Öncelikli olarak kadın sorununu kendimizce tanımlayarak, yaşamlarımızda kadın olmanın hissettirdiklerini dile getirdiğimizde, yetersizlik hissi, ikincillik, özgüvensizlik, yaşamın ağır yükünü tek başına omuzlamak durumları her birimizin yaşadığı ortak sorunların başında geliyordu. Bu farkındalıkla iletişim kurduğumuz, dokunmaya çalıştığımız her işçi kadının kadın olma hallerinden dolayı yaşadığı bir travmatik hikayesi vardı. Biz işçi kadınlar yaşadığımız tüm sorunları ancak ve ancak ortak mücadele ile aşabileceğimizi bilerek, önce bizi sonra da sınıfımızı özgürleştire-
bileceğimizi öğreniyoruz, ve bu yolda adım adım özgürlüğe doğru yürüyoruz. Sınıflı toplum tarihine baktığımızda, önce ev içine hapsolan bizler, sanayinin gelişmesiyle hem ev içi hizmetin yüklenicisi hem de ucuz iş gücü olarak görüldük. Toplumsal cinsiyetçi iş bölümüyle erkek ve kadın cinsine biçilen roller sadece biz kadınları değil, aynı zamanda erkekleri de köleliştirmeye devam ediyor. Sermayenin iki yüzlü saldırgan stratejileri, işçi kadınları hem ucuz hem de yeni iş gücünü yaratacak bir mekanizmaya çevirme niyetinde. Kendi bedenimize ait kararlar bile bizim dışımızda erkek egemen sistem tarafından belirlenmeye çalışılıyor. Üretim sürecindeki değişmeyle paralel olarak esnek, güvencesiz çalışma biçimlerinin hedefinde ise yine biz işçi kadınlar varız. “Kadını ev hapsinden çıkardık.” diyerek kadın istihdamındaki artışla övünenler kadın cinayetlerin deki artışı bununla ilişkilendirmeyecekler elbet-
teki. Ama biz kadınlar evden çıkarak görece özgürleşme sürecine girdikçe, eskisi gibi yönetilmek istemedi- ğimizi haykırdıkça, tahakküm ilişkilerine başkaldırmaya başladıkça; bunun bedelini her gün onlarca- mız sokaklarda katledilerek ödüyoruz. Ancak biz işçi kadınların ellerinde yükselerek kuracağımız yeni yaşam; cinsiyetlerin ortadan kalktığı ve insan ilişkilerine paranın metaların, devletin, ailenin, iş bölümünün, sınırların ve yasaların hükmetmediği, tutkulu yaşam enerjimizin ve zamanımızın bize ait ve özgür olduğu yeni bir yaşamdır. Kararlarımızın bize yabancı, bizim dışımızda ve üstümüzde bir güç tarafından değil; bilinçli öz irade ve eylemimizle kendimiz tarafından alınıp uygulandığı, bunu engelleyen tüm bağlardan kurtulmuş olarak öz güçlerimizi özgürce harekete geçirerek kendimizi gerçekleştirebileceğimiz, yetenek, gereksinme ve ilişkilerimizi tüm yönlerden zenginleştirebileceğimiz bir dünya istiyoruz! Özgür, bilinçli, her yönden gelişmiş ve özneleşmiş, iliş- kileriyle toplumsallaşıp evrenselleşen yaratıcı bireylerden oluşan bir kolektif yaşam!
Esenyalı Halk Festivali Gerçekleştirildi
Bu sene ikincisi düzenlenen Esenyalı Halk Festivali 30-31 Ağustos tarihlerinde gerçekleştirildi. Gezi İsyanı sonrasında Esenyalı’da kurulan Halk Meclisi tarafından organize edilen festivalde paneller ve konserler gerçekleştirildi. Esenyalı Kadın Dayanışma derneğinin de festivalin organizasyonuna büyük katkısı oldu. Mahallede yer alan derneklerin yanı sıra mahallede çalışma yürüten siyasetlerde konser alanında stantlarını açtılar.
Festivalin bu yılki sloganı “Ayrıştırmaya, ötekileştirmeye, kadına şiddete, yozlaştırmaya, taşeronlaştırmaya karşı birleşiyoruz!” olarak belirlenmişti. Festival kapsamında Cumartesi Günü “Gençlik Örgütlenmesi ve Yozlaşma Sorunu” ve “Ortadoğu ve Kürt Sorunu” panelleri yapıldı. Pazar günü “İnanç ve İfade Özgürlüğü”, “Taşeronlaştırma Ve Örgütlenme Mücadelesi” ve “Kadına Yönelik Şiddet, Emek Sömürüsü ve Kadın Örgütlenme Sorunu” panelleri yapıldı. Panellere katılımın oldukça iyi olduğu gözlendi. Panellere İhsan Eliaçık, Mustafa Yalçıner, Faik Bulut, Halit Elçi gibi isimler katıldı. Ayrıca HDP miletvekili Sebahat Tuncel festivalin ikinci günü işçi ve emekçilere seslendi. İlk gün konser alanı olan Ahmet Yesevi Mahallesi top sahasında sanatçılar Hasan Ali, Ayla Yılmaz, Grup Fabrika, Murat Deniz, Koma Hebun, Grup Abdal yer aldı. İkinci gün ise İsyan Ateşi, Koma Seçkinler, Bedriye Alkan, Aydoğan Topal,
Nilüfer Sarıtaş, Murat Deniz ve Ferhat Tunç sahne aldılar. Esenyalı Halk Festivali kapsamında İşçi Kadın Meclisi, İşçi Meclisi ve Sınıfsız Dergisi konser alanında stand açtılar. İKM alanda bir dilek ve talep ağacı yaparak mahallede yaşayan kadınların talep ve dileklerini ağaca asmasını sağladılar. kadınların taleplerinden bazıları su şekilde; iş yerimizde kreş istiyoruz, ev işçisi kadınlar birleşsin sendikalaşalım, emeğimize sahip çıkalım, ev işi sadece kadın işi olmasın, özgür
olmak istiyorum ve aile baskısına son şeklindeydi. Standımıza gelen 8 yaşındaki Baran isimli bir çocuk da bende yazmak istiyorum diyerek “Benim dileğim yoldaşların yaşaması” yazıp talebini astı. Festival standımızda çok sayıda kadın ve genç ile sohbet etme fırsatı da bulduk. Ayrıca İKM bültenini yaygın bir şekilde işçi ve emekçi kadınlara ulaştırdık. Haziran Direnişi ve İşçiÖğrenciler örgütleniyor bülteni ve kitaplarını da işçiler ve emekçiler ile buluşturduk. Uzun bir aradan sonra bizim içinde bir festivalde stand açmak ve işçi emekçiler ile bir araya gelmek anlamlı ve önemliydi. özellikle ufakta olsa İstanbul İKM’nin adım atması çok sevindirici oldu. Pazar günü festivalin son günü ilk güne göre daha yoğun ve coşkuluydu. Konserler sırasında çekilen halaylar ve atılan sloganlar ile festival son buldu.
İşçi Meclisi - Yerel Süreli Siyasi Dergi - Sayı: 49- Fiyat: 1 TL Pina Basım Yayım San. ve Tic. Ltd. Şti. adına sahibi Hüseyin Kezik Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ali Filizler Adres: İstiklal Caddesi Balo Sk. No: 32 Kat. 2 Daire No: 8 Beyoğlu/İstanbul Tel: 0 212 244 56 70 Hesap No: İş Bankası Koca Mustafapaşa Şubesi 1105 0792812 Baskı: Özdemir Matbaası Adres: Davutpaşa Cad. Güven Sanayii Sitesi C Blok No:242 Topkapı/İstanbul Tel: 0212 577 54 92
İşçilerin çıkarttığı ders
3
işçi meclisi
AKP’nin, hükümetin, devletin yıkılması için yürütülecek mücadele sermaye hükümdarlığından kopmadan, sermaye üretimine rıza gösterilerek sağlanamaz. Bunu vaaz eden tüm partiler burjuva rejime hizmet eder. Oysa işçilerin patronlara ihtiyacı yoktur, ...açlık-işsizlik-sefalet yoluyla ya da silah-hapis-öldürme yoluyla emreden bu asalakları beslemek zorunda değiliz. Belediye seçimlerinin ardından cumhurbaşkanlığı seçimiyle burjuvazinin seçim dizisinin ikinci ayağı sona erdi. Erdoğan cumhurbaşkanı seçildi, Davutoğlu başbakan olarak atandı, 2015’teki genel seçimlere dek Erdoğan AKP’si hükümette aynı şekilde yönetmeye devam edeceğini ilan etti. Bu son iki seçim süreciyle birlikte, içeride haklı Gezi eylemleri patlaması ve ardından devlet-içi işbirliğinin bozulmasıyla gelen Gülenci kadroların yürüttüğü yolsuzluk operasyonu AKP tarafından belli hasarlar haricinde arkada bırakılarak atlatılmış oldu. Peki, niye kimse mutlu değil? AKP açısından şimdi hedef öncelikle 2015 genel seçimlerinde anayasayı değiştirecek bir çoğunluk elde etmek ve 2023’e dek Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığının süreceği, dayandığı sermaye kesimlerinin çıkarlarını güvence altına alacak bir rejim tesis etmek. Türkiye’nin geri tipte bir neoliberal muhafazakâr burjuva demokrasisiyle yönetildiğini biliyoruz. Sermaye demokrasisinin İslam’ın toplumsallaşmasını da içeren bu geri tipinin yerleştirilmesine AKP liderlik etti. Bunu devlette faşist rejim altında güç olmaya alışmış bazı kesimlerin konumunu aşağı çekerek 10 yılı aşkın bir süre içerisinde, zamana yayarak, hükümet olmanın avantajlarını kullanarak başardı. 2001-2011 yılları arasında terör suçu atılarak dünyada toplam 35,000 kişi tutuklandı; bunların 12,897’si Türkiye’deydi. Bu iktidarın arkasında esas olarak Türkiye burjuvazisinin derin bir krizin yarattığı yıkımın ardından yeni kesimleri içerisine katarak büyümesi ve yabancı yatırımcıların coğrafyaya 2003 ile 2012 yılları arasında akıttığı yaklaşık 400 milyar dolarlık sermayenin gücü vardı. Sermaye küresel temelden birikiyor, küresel temelde dağılıyordu. Bu sermaye dağılımının, verilen ihalelerin, sağlanan ayrıcalıkların, yükselen inşaatların simge ismi Erdoğan’dı. Erdoğan artık başkanlığa çok yakın. Peki, niye kimse mutlu değil? ABD-AB sermayesi ve hükümetleri Erdoğan’ın riskli bir oyun oynadığının farkında. Türkiye’de büyük değişimler çok kısa süreler içerisinde ve büyük bir hızla oluyor. Sermayenin acil (dolayısıyla gecikmiş) isterleri sonucu gerçekleşen bu değişiklikler çokça üstünkörü, yüzeysel ve lambur lumbur bir tarzda hayata geçiyor. Bu hız, güç ve iktidar yoğunlaşması kurumsal tekelci sermaye çevrelerini ürkütüyor ve Erdoğan’ın son derece fırsatçı biçimde, kısa yoldan ilerleyen çıkışları çokça doğuracağı karşı etkilerin hesaplanmaması nedeniyle güvenilmez bulunuyor. Gezi’nin olmayacağına, olduğunda da onu kolaylıkla bastırabileceklerine duydukları aşırı güvenin kof çıkması bunun bir örneği. Bildiğimiz gibi Gezi “bizde olmaz” denen yerde tüm kitleselliğiyle patladı, zorla bastırılamadı, aksine kitleselliğiyle yaygınlaştı, beklenenden de çok sonra sönümlendi. Aynı kof güvene piyasalar tarafından Ortadoğu’da verilen kredi de çoktan tükendi; Davutoğlu tam bir hayal kırıklığı oldu, Türk dış politikası bir kez daha “yalnızlığı” tattı. Gerek Gezi, gerek Ortadoğu’da Sünni eksende yürütülen politikaların başarısızlığı AKP’yi daha da kemikleştirdi, zamanında piyasalara pazarladığı “reformcu hareket” kimliği iyice terkedildi, partide ve yönetimde güç merkezileşmesi daha da arttı, üstüne ekonomide tatlı büyüme rakamlarının düşüşü eklendi. Şu an geri dönemeyecek kadar ilerlemiş olmanın
sıkışmasını yaşıyorlar. Kazma Türk burjuva siyaset sahnesinin ona halen daha bir siyasi alternatif yaratamamış olmasının da avantajını… Burjuvazinin küresel aklı çok sayıda ülkede, çok sayıda rejim gördü ve görüyor. Hepsinde bir ders saklı, bizdeki dersler şunlar: Türkiye’nin tarihseltoplumsal geleneği nedeniyle burjuvaların demokrasisinin bu muhafazakâr İslamcı tonunun iyice öne çıkması ülkenin yarısında alerji yaratıyor. “Yaşam tarzı” üst başlığında toplanan bu alerji türü kendisini bir semptom olarak “tıpış tıpış” CHP’ye oy vermekte gösteriyor. Neoliberal demokrasi kirli savaşın sonlanmasını, çatışmasızlığın devamını ve en sonu emekçi Kürt mücadele dinamiklerinin tümden tasfiyesini en azından bir dönem için barışla güvence altına almayı amaçlıyor. Yine Türkiye’nin tarihsel-toplumsal eski faşist geleneği nedeniyle burjuva demokrasisinin bu neoliberal çözüm yönünün az da olsa öne çıkması, ülkenin en az dörtte birinde bir alerji yaratıyor. Bu alerji de sıfır çalışma, sıfır muhalefet, hatta neredeyse sıfır sokak hareketiyle MHP’nin her dönem bir burjuva sayısal-siyasal güç olarak ayakta kalmasını sağlıyor. İşte dinamik bir yapıya sahip olmayan, tepkici denebilecek, geriden gelen bu iki partinin atıllık koşullarında HDP son seçimde %10’a ulaşarak bir rol oynamaya aday oluyor. CHP’nin aday göstermemesi HDP’yi daha da ümitlendirdi. Onu Suriye ve Irak’taki son gelişmelerle uygun bir uluslararası toplu durum yakalayan PKK haricinde, Türkiye solunun liberal (kendileri buna “radikal” diyorlar) demokrasiye doğru çözülmüş örgütleri destekliyor. Tüm bu anlattıklarımızda işçi sınıfı nerede? Bir adet işçi lafı, bir grev sözü, bir sınıfsal gelecek ışığı geçiyor mu? Burjuva partiler işçilerin halinden bahsetmiyor belki tamam ama, yoksa artık biz de mi mutlu olma isteğimizi, inancımızı kaybettik? Bizde mi 301-301 ölmeye, her gün üç-beş arkadaşımızı iş cinayetlerinde kaybetmeye alıştık? Hiç mi sınıfsal bir iddiaya, bir sınıf kinine sahip değiliz? Yumuşamasak da, yorulduk mu, hiç yorulabilir miyiz? Türkiye’deki sol hareket bilindiği üzere sınıf penceresinden bakan, sınıf odaklı bir mücadele geleneğine sahip değil. Gelişkin bir işçi sınıfı mücadeleler tarihine sahip olmamış veya geçmişinden geleceğe uzanabilecek dinamikleri hatırlamaktan dahi uzak, daha önemlisi geleceğe dair umut olabilecek bir programa, varlığa, siyasal-sınıfsal güce bugünden sahip olmayan, bunu oluşturma yolunda canını dişine takmayan bir hareket devrimci olabilir mi? Türkiye’de devrimci parti yok! Bir tarafta HDP şemsiyesinde toplanan sol liberal yapılar “yeni yaşam” şemsiyelerinin altına koya koya evrimci bir burjuva demokrasisini yerleştiriyorlar, öte tarafta ulusalcı-burjuva demokrat kırması partiler süslü “sosyalizm” şemsiyelerinin altına koya koya devrimsiz bir devletçiliği, Latin Amerika tipi antiemperyalizmi yerleştiriyorlar. Burjuvazinin küresel aklı çok sayıda ülkede, çok sayıda rejim gördü ve görüyor, demiştik. Oysa proletaryanın küresel aklı da aynı sayıda ülkede, aynı sayıda rejimi gördü, bu rejimlerin cefasını çekti, halen çekiyor. Hepsinde bir ders saklı, bizdeki bazı dersler şunlar:
1) AKP işçi sınıfına düşmandır, düşmanını tanı. O sermaye kesimlerinin sözcüsü ve onun operasyonlarının yürütücüsüdür. Din onun elinde işçi sınıfı ve emekçilere doğrultulmuş bir silahtır, artık acılarımızdan kaçıp sığındığımız insani bir sığınak değil, bir sermaye birikim, bir kitle yönlendirme ve güdüleme aracıdır. 2) Devlet içindeki çeşitli güç ve hâkimiyet kavgalarında (ordu-neoliberal İslamcılar, Gülen’in şirketi-Erdoğangilin şirketleri vs.) taraf olmak, birinin uğradığı haksızlığa kendinden menkul bir demokrasi aşkıyla karşı çıkmak işçilere düşmez. Devlet sermayenin işçilere karşı silah tekeline sahip kurumudur; devlet bizim değildir, bize karşı yöneltilmiş bir silahtır. Ona hâkim olmak isteyen tüm güçlerle birlikte tepeden tırnağa yıkılmalı, yeni bir işçi devleti işçilerce kurulmalıdır. 3) AKP’nin, hükümetin, devletin yıkılması için yürütülecek mücadele sermaye hükümdarlığından kopmadan, sermaye üretimine rıza gösterilerek sağlanamaz. Bunu vaaz eden tüm partiler burjuva rejime hizmet eder. Oysa işçilerin patronlara ihtiyacı yoktur, üretenler kendilerini kendi demokrasilerini kurarak yönetebilir, bilimin ve teknolojinin, üretim araçlarının ve üretici güçlerin ulaştığı bugünkü aşamada bize ne yapacağımızı açlık-işsizlik-sefalet yoluyla ya da silah-hapis-öldürme yoluyla emreden bu asalakları beslemek zorunda değiliz. 4) Sermaye ilişkisini ortadan kaldırmayı hedeflemeyen, her şeyi mal ve meta olarak gören, bizi oy veren uysal koyunlar muamelesiyle mevcut burjuva siyasal partilere mahkûm eden bu sistemi yıkma hedefinde birleşmeliyiz. Bu bugün komünist bir devrim mücadelesi yolunda güç toplamaktan, inatla örgütlenmekten, mücadele deneyimi kazanmaktan geçmektir. Son söz: Biz komünist işçileri ne yumuşatabilir, ne yorabilirsiniz; mutsuzluğa, öğrenilmiş çaresizliğe, güçsüzlük psikolojisine mahkûm edemezsiniz. Çünkü muhtaç olduğumuz kudret, damarlarımızdan sizin için sermaye olup dökülmesine izin vermemeyi düşe kalka, hatasıyla sevabıyla, belki yanlışlar yaparak ama mutlak öğreneceğimiz proleter kandan gelmektedir. İster buna göre davranın ister davranmayın, ama şunu çok iyi bilin: Bizi çok uzun süre yok sayamayacaksınız!
4
işçi meclisi
Limak ve iş cinayetleri protesto edildi Ekoloji Meclisi, İstanbul Kent Savunması, İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi, Kuzey Ormanları Savunması’nın birlikte yaptığı “Botan, 3. Köprü İş Cinayeti, Kuzey Ormanları, Garipçe… Seri Katliama Dur Demek İçin Eyleme!” çağrısı ile Galatasaray Lisesi önünde bir eylem gerçekleştirildi.
Botan çayında baraj kapaklarının açılması sonucu 6 kişinin boğularak can vermesi ve 3.köprü inşaatında ise bir işçinin iş cinayetine kurban gitmesi üzerine Galatasaray Lisesi önünde bir saat oturma eylemi gerçekleştirildi. Eylemde “Alkumru: Cinayet mahalli. Limak: Seri katil”, “Katil sermaye-Katil devlet“ yazılı pankartlar açıldı. Eylemde ortak basın açıklamasını Ekoloji Meclisi’nden Fatoş Osmanağaoğlu okudu. Osmanağaoğlu, “Bugün Siirt’te yaşanan faci-
adan Limak kadar devlet de sorumludur. AKP iktidarı ülkenin her yerinde nehirleri, dereleri, havzalarını ve oradaki yaşamı yok etmek pahasına sermayeye devretmektedir.” dedi. Facianın yaşandığı gün Limak tarafından yapılan açıklamayı hatırlatan Osmanağaoğlu, “Alkumru Barajı’nın açıldığı Eylül 2011'den bu yana 20 kişi ölmüştür. Ve buna rağmen Limak hiçbir önlem almamıştır; dolayısıyla bu kasıtlı bir cinayettir” dedi.
Eylem, “Seri katiller İstanbul’un Kuzey Ormanları’ndan Botan Çayı’na, Artvin’den Lüleburgaz’a, Munzur’dan Denizli’ye uzanan bir coğrafyada ormana, doğaya, insana, emeğe karşı suç üstüne suç işlemeye devam ediyor. Hayatın düşmanlarına, seri katillere karşı doğaya, insana, emeğe, yaşama sahip çıkıyoruz! Doğayı, ormanı, emeği, insanı savunan herkesi, seri cinayetleri durdurmak için el ele vermeye, eyleme çağırıyoruz!” çağrısı ile sonlandırıldı.
TEOG: Mağduriyetler Karnavalı
Liselere girişte, Temel Eğitimden Orta Öğretime Geçiş (TEOG) olarak adlandırılan yeni bir sistem Milli Eğitim Bakanlığı tarafından uygulanmaya başlandı ve her zaman alıştığımız fiyaskolarıyla gündeme geldi. Tercih sürecinin devam ettiği şu sıralarda gayrimüslim bir Ermeni öğrencinin İmam Hatip Lisesi’ne yerleştirilmesi gibi trajikomik olaylarda yaşandı.
LGS, OKS, SBS derken merkezi ve tek bir sınavdan vazgeçen bakanlık, velisinden, öğrencisine, eğitim işçisine kadar herkes yeni sisteme adapte olmaya çalışmaktadır. TEOG sistemini kısaca anlatmaya çalışırsak puan hesaplama yönteminden başlamak gerekir: Öğrencinin 8. sınıfın her iki döneminde de gireceği toplam 6 dersin (Fen ve Teknoloji, Matematik, Türkçe, T.C. İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük, Yabancı Dil, Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi) sınavından oluşan puanın (ağırlıklandırılmış ortak sınav puanı) %70 ile öğrencinin
6, 7 ve 8. sınıfta aldığı notların (yılsonu başarı puanı) %30’unun alınarak puanı hesaplanıyor. SBS’de (Seviye Belirleme Sınavı) tek seansa sıkıştırılan sınavlar farklı olarak tüm bir yıla yayılmıştır. Diğer yandan yılsonu başarı puanı 4+4+4 sisteminin son 3 yılını kapsamakta olup eski sistemde 5. sınıf olan ikinci 4’ün ilk yılını kapsamamaktadır. Bakanlık 5.sınıfların kapsanmamasını pedagojik açıdan uygun görmediğini belirtiyor. Çocukların kafasına vura vura dayattıkları 4+4+4 sistemi ikame çözümlerle ite kaka sürdürülmeye çalışılıyor.
yapılmaması büyük bir skandaldır. “(Bkz. Eğitim Sen MYK`sının `TEOG Sonuçları, Okul Kayıtlarında Yeni Bir Kaosun Habercisidir!` açıklaması)
Bilanço dedik. Evet, bu bir bilançodur. Sadece seçilemeyen, istediği yere yerleşemeyen öğrencinin, velinin değil; hedeflediği yere girebilen, prestij atfedilen okulları kazanan öğrenciler için de bir bilançodur. Neoliberal muhafazakâr AKP’nin ve onun bakanlığının eskiyi mumla aratır hale getirdiği toplum için bir bilançodur.
İlki uygulanan TEOG bilançosu ise; “1 milyon 57 bin 799`u okul kodlarına göre yaptıkları A Grubu tercihlerine, 78 bin 447`si ise okul türlerine göre yaptıkları B Grubu tercihlerine yerleşmiştir. 155 bin 305 öğrenci hiç tercih yapmamasına rağmen, 134 bin 788 öğrenci ikamet adreslerine göre evlerine en yakın okula yerleştirilmiştir. Bu sonuçlara göre 20 bin öğrencinin hiçbir okula kaydının
Açık hedefi otomatik tercihlerle MEB tarafından atanan 134 bin öğrencide görmek mümkündür. 134 bin öğrencinin 40 bini İmam Hatiplere, 94 bini Meslek Liselerine yerleştirilmiştir. Kendi siyasal hedefleri üzerinden İmam Hatiplere, sermayeye ucuz işgücü olarak devasa bir işçi öğrenci ordusu için de Meslek Liselerine zorunlu bir yerleştirme yapılmaktadır. Ölçme-değerlendir-
me sisteminde kendine üst sıralarda yer bulamayan işçi ve emekçi ailelerinden gelen yüz binlerce çocuğun yaşamları ellerinden alınmaktadır. Toplumun ihtiyaçlarına göre değil sermayenin ihtiyaçlarına göre sipariş edilen TEOG, toplumun geleceğini dizayn etmektedir. Sistem 4+4+4 ile, TEOG ile, bir yandan YÖK’e disiplin yönetmelikleri sipariş ederken diğer yandan ÖSYM’nin bile yetkilerinin MEB’e devri ile yaşamlarımızı, geleceğimizi sermayeye ipotek ederek öğrencileri, velileri, eğitim emekçilerini tutsaklaştırmaya çalışmaktadır. Öğrenci, veli, eğitim işçilerinin birlikte mücadelesiyle AKP ve sermayenin başımıza geçirdiği TEOG gibi 4+4+4 gibi çuvalları toplumsal eğitimle, sosyalist eğitim programı hedefiyle özgür, bilimsel, işçi ve emekçiler için eğitim şiarıyla yırtıp atabiliriz.
Sınıfsız
Suriyeli göçmen işçiler ile dayanışma eylemi Son günlerde Suriyeli göçmenlere yönelik saldırılara karşı anlamlı bir eylem Esenyurt-Beylikdüzü-Avcılar havzasında çalışan işçilerden geldi. Suriyelilere yönelik gerçekleşen saldırıları protesto etmek için Avcılar Marmara Caddesi girişinde bir araya gelen işçiler “Yaşasın işçilerin birliği halkların kardeşliği”, “Suriyeli kardeşler yalnız değildir” sloganları attı. İşçiler caddede bulunanlara da seslenerek saldırılara karşı tutum alma çağrısı yaptı. Yürüyüşte iş güvenliği önlemlerinin alınmasını istedikleri için işten atılan Enerji-Sen üyesi BEDAŞ işçileri ve sendikal hakları için direnişlerini sürdüren Liman-İş üyesi Kumport Liman işçileri de yer aldı. Basın açıklamasından önce BEDAŞ işçileri adı-
na konuşan Bayram Alanbay, “İş güvenliği istiyoruz, ölmek istemiyoruz dedik, patron ölmek istemiyorsanız çalışmayın diyerek 26 işçiyi kapının önüne koydu” dedi. DİSK Gıda-İş Esenyurt Bölge Temsilcisi İbrahim Kızılyer’in okuduğu basın açıklamasındaysa şu ifadeler yer aldı: “Suriyelilere öfke duyuyoruz ucuza çalıştıkları için, ücretleri düşürdükleri için, düzenimizin onlar tarafından bozulduğunu düşünüyor ve onlara nefretle bakıyoruz. Her fırsatta dışlıyor ve linç etmeye kalkıyoruz. Zulümden kaçıp ülkemize sığınanlara biz saldırıyoruz. Yoksulun yoksulla, işçinin işçiyle derdi yoktur. Dili dini
ırkı ne olursa olsun biz işçiler ve yoksul emekçiler birbirimize göbekten bağlıyız. Bu nedenle birbirimizle değil asıl düşmanımız patronların sistemiyle mücadele etmeliyiz. Suriyelilere değil onları gerekçe gösterip ücretleri düşüren patronlara ve iktidarına
tepki göstermeliyiz. Biz Avcılar, Beylikdüzü, Esenyurt işçileri olarak buradan Antep’e, Mersin’e, Bursa’ya, İkitelli’ye sesleniyoruz, gelin kardeşlerimize saldırmak yerine bizi savaşa ve açlığa sürükleyen bu köhnemiş düzene tepki gösterelim.”
5
işçi meclisi
İş cinayetleri sürüyor 2013 yılında en az 93, 2014 yılının ilk 8 ayında ise 334 maden işçisi yaşamını yitirdi
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi olarak yazılı, görsel, dijital basından takip edebildiğimiz, emek-meslek örgütlerinden gelen bilgiler ve işçiler, işçi yakınlarının bildirimleri ışığında tespit edebildiğimiz kadarıyla 2013 yılında en az 93, 2014 yılında ise 14 Ağustos (bugün) itibarıyla en az 334 maden işçisi yaşamını yitirdi… Yani son 20 ayda 427 maden işçisi can verdi… Zehirlenme, Boğulma nedeniyle 309 işçi; Göçük, Ezilme nedeniyle 66 işçi; Patlama, Yanma nedeniyle 16 işçi; Diğer nedenlerden dolayı (kalp krizi, yıldırım düşmesi) 10 işçi; Nesne Çarpması, Düşmesi Nedeniyle 8 işçi; Trafik, Servis Kazası nedeniyle 8 işçi; Düşme nedeniyle 5 işçi; Elektrik Çarpması nedeniyle 3 işçi; Kopma, Kesilme nedeniyle 2 işçi can verdi… İşkolunun çalışma koşulları gereği yaşamını yitirenlerin hepsi erkek işçi… Madencilik işkolunda son 20 ayda 1 çocuk işçi can verdi… 25 Ağustos 2013’te Kayseri Yahyalı’da 16 yaşındaki maden işçisi Ferhat İridağ kamyona yükleme yaparken ezilerek can verdi… Madencilik işkolunda son 20 ayda emekli/emeklilik çağında çalışan 19 işçi can verdi… Madencilik işkolunda son 20
ayda ikisi Çinli biri Suriyeli olmak üzere 3 göçmen işçi can verdi… 2 Nisan 2013’te Şanlıurfa’da 27 yaşındaki kaçak çalışan Suriyeli kepçe operatörü Şefik Süleyman ezilerek; 11 Haziran 2013’te Bartın Amasra’da 33 yaşındaki Çinli işçi Tang Xiao Dong galeri açarken göçük
ölüm Zonguldak’ta; 10 ölüm Şırnak’ta; 5 ölüm Muğla’da; 4’er ölüm Bartın, Burdur, Kahramanmaraş, Karaman ve Kütahya’da; 3’er ölüm Ankara, Aydın, Balıkesir, Denizli, Elazığ, İstanbul, Kayseri ve Niğde’de; 2’şer ölüm Adıyaman, Bilecik, Bursa, Edirne, Erzu-
Şili’de Öğrenciler Yine Sokaklarda
Şili’de geçen yıl eğitim alanında reformlar olması gerektiği için sokaklara dökülen öğrenciler yeniden eğitim döneminin başlaması öncesinde sokaklarda kitlesel ve militan eylemler gerçekleştirdi. Devlet Başkanı Sebastian Pinera’nın Kongre Binasından halka seslenişi sırasında sokağa dökülen öğrencilere polisin saldırısı sonrasında öğrenciler taşlar ve molotoflarla polislere anladıkları dilden militanca cevap verdiler. Öğrencilerin birçok polis aracını kullanılmaz hale getirdiği gelen bilgiler arasında.
altında kalarak ve 19 Kasım 2013’te 46 yaşındaki Çinli Qighu Li iş makinesinin altında ezilerek can verdi… Madencilik işkolunda son 20 ayda 15 kamu madeni işçisi, 412 özel maden işçisi can verdi… Madencilik işkolunda son 20 ayda 339 linyit işçisi, 33 taşkömürü işçisi, 15 taşocağı işçisi, 12 mermer ocağı işçisi, 6 krom işçisi, 6 kum ocağı işçisi, 4 altın işçisi, 2 antimuan işçisi, 2 feldspat işçisi, 2 demir işçisi, 1 barit işçisi, 1 kurşun işçisi, 1 jeotermal işçisi, 1 kireç ocağı işçisi ve çalıştığı madeni belirleyemediğimiz 2 işçi can verdi…
rum, İzmir, Kocaeli, Konya, Nevşehir, Sivas ve Şanlıurfa’da; 1’er ölüm ise Adana, Çanakkale, Çorum, Kırklareli, Malatya, Ordu, Sakarya ve Tekirdağ’da yaşandı… Madenci ölümleri “fıtrat”, “kader” ya da “güzel ölümler” değildir… Yaşananlar cinayet ve katliamdır… Soma katliamının sorumlusu Enerji Bakanı ve Soma A.Ş.’dir… Sorumlular en ağır şekilde cezalandırılmalıdır… Adalet istiyoruz…
309 ölüm Manisa’da; 29
İTÜ’de işçiler ve öğrenciler eylem yaptı İTÜ Ayazağa Kampüsü’nde yapımı süren ek bina çalışması inşaatında taşeron işçi Melik Yalçın’ın göçük altında kalarak yaşamını yitirdiği iş cinayeti öğrenciler tarafından protesto edildi. Öğrenci Gençlik Sendikası (GENÇ-SEN) ve İnşaat İşçileri Sendikası İTÜ Ayazağa Kampüsü’nde yapımı süren ek bina çalışması inşaatında taşeron işçi Melik Yalçın’ın göçük altında kalarak yaşamını yitirdiği iş cinayetini protesto etmek ve işçi ölümlerine dikkat çekmek amacıyla kampus içinde eylem yaptı. Eğitim-Sen üyeleri ile İTÜ’de çalışan asistanların da destek verdiği eylemde, güvenlik görevlileri tarafından barikat kurularak kampüse girişleri engellenen öğrencilerin, turnikelerin üzerinden atlayarak kampüse girmesi üzerine kısa süreli gerginlik yaşandı. Ardından “Kampüsten taşeronu kovacağız” pankartı açarak iş cinayetinin yaşandığı Elektronik Fakültesi önüne yürüyen öğrenciler sık sık “İşçilerin birliği sermayeyi yenecek”, “Katil taşeron, işbirlikçi rektörlük” sloganları attı. Yürüyüşün ardından Genç-Sen adına yapılan basın açıklamasını okuyan Mahmut Pokerce, İTÜ Rektörlüğü’nün yaşanan iş cinayetine seyirci kaldığını ve iş cinayetinin üzerinden iki gün sonra yayınladığı “Biz suçsuzuz”
mesajıyla kendisini aklamaya çalıştığını söyledi. İTÜ Rektörlüğü’ne taşeron sistemle olan tüm bağlarını koparma çağrısı yapan Pokerce, “Kaderini işçi sınıfının kaderiyle birleştiren biz öğrenciler işçi cinayetlerinin hesabını soracağız” dedi. Ardından söz alan İnşaat İşçileri Sendikası yöneticisi Tekin Aslan da taşeron çalışma sistemin derhal lağvedilmesi gerektiğini belirterek dayanışma vurgusu yaptı. Eylem alkışlarla sonlandırıldı.
Eylemlere polisin saldırısıyla yaklaşık 150 öğrenci gözaltına alındı. Şili’de öğrenciler, zengin kaynaklardan elde edilen gelirin eğitim başta olmak üzere halkın temel ihtiyaçlarının karşılanması için kullanılması gerektiğini savunuyor. Okul harçlarının kaldırılması talebiyle örgütlenen eylemlere harçlar kalkana kadar devam edeceklerini bildiren öğrenciler eğitime harcanan bütçenin arttırılması gerektiğini söylüyorlar. Yürüyüşün son süreçte Şili’de yaşanan en kitlesel katılıma sahne olduğunu söyleyen öğrenciler 180 bin kişinin eyleme katıldığını belirtiyorlar.
İşten Çıkarmalara Karşı Madene İnmediler Zonguldak’ta özel maden ocağında çalışan işçiler, 20 arkadaşlarının işten çıkarıldığı gerekçesiyle iş bırakma eylemi yaptı. Hema Kömür İşletmeleri’ne ait maden ocağında gündüz vardiyasında çalışan yaklaşık 200 maden işçisi, sabah 20 arkadaşlarına iş akitlerinin sonlandırıldığı yönünde tebligat yapıldığı gerekçesiyle iş başı yapmadı. Genel Maden İşçileri Sendikası’nın (GMİS) örgütlü olduğu ocakta 150 işçi asansörle yer altına inmelerine rağmen üretim yerlerine gitmeyerek, yer üstünde çalışan 50 işçi de iş bırakarak işten çıkarmalara tepki gösterdi. GMİS Armutçuk Şube Başkanı İsa Mutlu, olumlu bir sonuç alınıncaya kadar iş durdurma kararı aldıklarını belirtti. Bir işçinin bile işten atılmaması için ne gerekiyorsa yapacaklarını belirten Mutlu, şöyle konuştu: “Yıllardır çalışmış olduğumuz işimizi kaybetmiş olmak hepimiz için vahim bir olaydır. Bugün itibariyle işçilerimiz çalışmak istemiyorlar. Çünkü 20 arkadaşımızın iş akitlerinin fesih edileceği bu sabah kendilerine bildirildi. İşçilerimizi telkin ederek, ‘Bu işin durdurulması yönünde ne yapılması gerekiyorsa yapılacak’ diyerek ocağa gönderdik fakat ocaktan arkadaşlarımızın üretime gitmediklerini öğrendik. Kuyu başında beklediklerini ve çalışmayacaklarını bize bildirdiler. Bizler de yerüstünde çalışan arkadaşlarımızla birlikte çalışmalarımızı durdurduk. Yer altındaki işçi arkadaşlarımızla görüşeceğiz. Onların istekleri doğrultusunda biz de planlarımızı ortaya koyacağız. Ya hepimiz çıkartılacağız ya da hiçbirimiz çıkartılmayacağız. Ya bu işyeri yaşayacak ya da kapanırsa hep beraber haklarımızı alarak öyle gideceğiz.”
6
işçi meclisi
“Remzi Kitabevi’ni boykot et!” Mağazalarda çalışan işçiler son zamanlarda örgütlenme çabası içerisindeler. Özellikle zincir mağazalarda çalışan işçilerden direniş sesleri geliyor sık sık. Bu direnişlerden en tazesi İzmir’deki Remzi Kitabevi’nden geldi. Remzi Kitabevi’nin Türkiye genelinde 12 mağazası var, bunların 2’si İzmir’de. Yaklaşık 200 kişi çalışıyor. Türkiye’nin en eski yayınevlerinden olan, 1927’de Remzi Bengi tarafından kurulan
ve Türkiye yayıncılık tarihine bir dönem damgasını vuran Remzi Kitabevi’nin İzmir Agora Şubesi’nde iki çalışan DİSK’e bağlı Sosyal İş sendikası'na üye olduktan sonra işlerine son verildi. Remzi Kitabevi mağazalar zincirinde çalışma koşullarının gittikçe kötüleşmesi, ücretlerin asgari ücrette tutulması, mesai ücretlerinin ödenmemesi, yemek ve yol paralarının yıllardır aynı düzeyde tutulması gibi nedenlerle çalışanlar sendikalaşma faaliyetine başladı. Kitabevinin İzmir Balçova’daki Agora AVM şubesinde görev yapan Ahmet Öğrük ve Talip Öztürk, DİSK’e bağlı Sosyal İş Sendikası’na üye oldu. İki personel, diğer şubelerdeki çalışma arkadaşlarına da sendikaya
üye yapma çağrısında bulundu. Bunun üzerine Öğrük ve Öztürk’ün işlerine 18 Ağustos 2014 Pazartesi günü son verildi. Sosyal İş Sendikası, avukatları aracılığıyla Remzi Kitabevi’ne dava açarak işten çıkarılan işçilerin işe dönüşünü talep etti. Ayrıca Remzi Kitabevi’nin sendika düşmanlığına karşı sosyal medya üzerinden bir boykot çağrısı yapıldı.
Taşeron sağlık işçisi Zafer Açıkgözoğlu anıldı İSİG Meclisi, zorla kanalizasyon temizlettirilmesi sonucu hastalanan ve yaşamını yitiren taşeron sağlık işçisi Zafer Açıkgözoğlu’nu andı. Eylemde okunan ve Zafer arkadaşımızın dilinden Akif Akalın’ın kaleminden yazılmış mektubu paylaşıyoruz: Biliyorum arkadan iki gün ağlayıp üçüncü gün unutacaksınız… Ben Nisan 2013’de İstanbul Tıp Fakültesi’nde çalışmaya başladım. Çalıştığım birimde hasta yoğunluğu çok fazlaydı, dolayısıyla da iş kazalarının yoğunluğu da fazla idi. İşe başlamadan sağlık raporlarımı tamamlayıp taşeron şirkete teslim etmiştim. Yapacağım İş ile ilgili herhangi bir eğitim almadım. Çalıştığım yerde tıbbi ve evrensel çöplerin toplanması ve atılması, paspasla zemin temizliği, hasta yataklarının temizlenmesi, dezenfeksiyonu, tuvalet temizliği ve cam temizliği gibi işleri yaptım. İşe girdikten yaklaşık bir ay sonra tıbbi atıkları torbalarını çöp kutularına boşaltırken elime enfekte enjektör iğnesi battı. Sonucunun ne olacağını bilmediğim için önemsemedim işime devam ettim. Çalışmaya devam ederken çok şiddetli yağmurun yağdığı 14.06.2013 Cuma günü bir klasik yaşanmış, acil hastalara hizmet veren binanın kanalizasyon suları alt katı basmıştı. Poliklinikte çalışanlar ve temizlik personelleri hasta dosyalarını kurtarmak için hiçbir güvenlik önlemi olmadan lağım sularının içinde saatlerce kaldık ve hasta dosyalarını kurtarmaya çalıştık. İSKİ tarafından yapılması gereken atık suların temizlenme ve tıkalı kanalların açılması işlemleri temizlik taşeron şirketin sorumlusu tarafından temizlik personellerinin tamamından istendi, içlerinden ben lağımın içine hiçbir güvenlik önlemi alınmadan içine sokulup tıkalı olan kısmın açılması işlemi yaptım. Lağım kapağını açar açmaz bütün lağım suları eline yüzüme püskürdü tüm vücudum ıslandı. Saatlerce ıslak kıyafetlerle kaldım. O gün eve gittiğimde çorba içtim ve tüm vücuduma uyuşma geldi. 4 – 5 gün boyunca her gün daha da ağırlaşan vücudundaki ağrılar ve
kanlı ishal sebebiyle acil dahiliyeye geldim. 21.06.2013'te yoğun bakıma alınmışım. Bu temizlik işlerini yapan diğer arkadaşlar mide bulantısı kusma ishal şikayeti ile bir kısmı acile başvurmuş, bir kısmı da hastalığı ayakta atlatmıştı. Bana akut hepatit tanısı konmuş. Karaciğerim iflas etmiş, nakil olmam gerekmiş, 26.06 tarihinde de karaciğer nakli gerçekleştirilmiş.
Yoğun bakımdan çıktıktan sonra tedavime ayakta devam edildi. İki ay sonra vücudum nakil yapılan organı kabul etmemiş Hastalığım o lağımdan bulaştı, bunu ben biliyorum. Ama şimdi tek isteğim iyileşmek. İkinci nakil başarılı geçsin, başka bir şey istemiyorum. Yaşarsam, malulen emekli olacakmışım. Şimdi bunları düşünemiyorum bile, sonum ne olacak, yaşayacak mıyım bilmiyorum ki! Taşeron İşçileri Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği vasıtasıyla yürütülen dava süreci devam ediyor, hastane yetkilileri bizden daha yük-
sekler, daha üstünler; belki onlar kazanırlar. Ne karar çıkarsa saygı duyacağız, elden ne gelir ki! Karaciğer reddiyle ilgili baskılama tedavisi aldım ancak vücudu tedaviye cevap vermedi. ÖÖÖLLDDÜMMMMMMM!!!!!! Biliyorum arkadan iki gün ağlayıp üçüncü gün unutacaksınız. Hayatınıza hiçbir şey olmamış gibi devam edeceksiniz. Benden önce her sene iş kazasından ölen 1500 kişi gibi Soma’da ölen 301 işçi gibi… Şimdi diyorum ki iş ekmek buldum diye sevinirken gerekli güvenlik önlemlerinin alınmaması, gerekli eğitimin verilmemesi ve alt yapı eksikliklerin ötürü canımdan oldum. Artık hiçbir işçi bu sıkıntıları yaşamasın. Sizler aynı kurumda çalışmaya devam edeceksiniz. Yaşamak istiyorsanız, sevdiklerinizden mutlu bir yaşam sürmek, evlenmek çocuk sahibi olmak insan olmak istiyorsanız var olan ŞARTLARIN eğitimlerin tamamlanmasını isteyin. Çalışma Bakanlığı başta olmak üzere tüm sorumluların yasalarca cezalarının verilmesi en büyük dileğimdir. Ceza alsınlar ki kimse tekrar bu hataları yapmasın. Son olarak yaşamam için elinden geleni yapan İLGİN Hocaya, hemşirelere tüm personele mesai arkadaşlarıma ve TASİSDER yönetime teşekkür ederim. Güle güle sevgili arkadaşlarım…..
7
işçi meclisi
“Birleşik bir örgütlenme olmadan başaramayız!” İşçi Meclisi olarak sendika üyesi oldukları için işten çıkartılan Remzi Kitabevi işçileriyle yaptığımız röportajı yayınlıyoruz. İşçi Meclisi: Öncelikle bize kendinizi tanıtır mısınız? Kaç yıldır Remzi Kitabevi’inde çalışıyorsunuz ? Ahmet Öğrük: Mart 2012 yılından beri Remzi Kitabevi Agora şubesinde çalışıyordum. Aralık 2012'den beri de mağaza şefi görevini sürdüyordum. Talip Öztürk: Nisan 2012'de işe başladım ve 11 Ağustos 2014'te işten atılana kadar saha ve kasa personeli olarak çalıştım. Remzi Kitabevi’nde yaşanan süreci ve sizin yaşadığınız sorunları kısaca anlatırmısınız? Remzi Kitabevi’nde temel olarak yaşadığımız sorun, geçim sıkıntısıdır. Ülkenin temel sorunu olan asgari ücretin arkasına saklanmış durumdalar. Mümkün olan en düşük seviye hangisi ise sağlanan koşullar onun üzerinden verilir. Verilen yemek ücreti AVM şartlarında yetme imkânı olmayan bir miktardadır. Yol ücreti ise verilmemektedir. Günlük 8 saat mesai yapılır ve fazla mesailer ise asla ücret olarak ödenmez, birebir olarak izin kullandırılarak karşılanır. 4 saat fazla çalışan bir kişi 4 saat izin yapar. Fazla mesai ücreti ödenmediği gibi yasalara göre 1'e 1,5 katı olması gereken izin hakkı, kayba uğratılarak kulllandırılmaktadır. Sıkıntılarımız bunlardır ve taleplerimiz bu temel ihtiyaçların iyileştirilmesi yönündedir. Sendika çalışması nasıl başladı? Diğer şubelerle bir ilişkiniz var mı? Bundan 1,5 yıl kadar önce İstanbul şubelerinde başlayan çalışmadan haberdar olduk ve Sosyal-iş Sendikası ile temasa geçtik. İstanbul şubelerinden bir arkadaşla bire bir bağlantıya geçtik ve örgütlenme mücadelemiz o zaman başladı. Daha sonra bağlantı kurduğumuz arkadaşımız başka bir sebeple işten atılınca çalışmalar sekteye uğradı. Ta ki bir ay öncesine kadar. Son dönemde artan istifalar dolayısıyla iş yükü aşırı derecede artmıştı. Bizler de ne yapabiliriz hususunda aramızda fikir alışverişi yaptık. Sonuçta da bu taleplerin somutlaşması ve
iş yükünün hafifletilmesi için tek yolun örgütlülük olduğu kararına vardık ve sendikalaşma için tekrardan çalışmaya başladık. Ağustos ayının ilk haftasında sendikaya üye olarak örgütlenme çabamızı somutlaştırdık. Bunun akabinde bir arkadaşımız bireysel olarak merkeze attığı bir mailde yukardaki taleplerimizi işverene bir kez daha bildirdi. Akabinde İzmir’e gelen bir yönetici ile yaptığımız uzun görüşmede taleplerimizin haklı olduğunu ve hak talep ettiğimiz için kimsenin bizi kınama gibi bir hakkı olmadığını belirtti. Ancak bu görüşmeden 1 gün sonra işimize son verildi. Kitap sektörünün diğer bölümlerinde yayınevi, matbaa vb. yerlerde çalışan işçiler ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Birleşik bir örgütlenme önemli mi? Birleşik bir örgütlenme olmadan herhangi bir başarı kazanılması söz konusu değildir. Bu sıkıntılar sadece Remzi Kitabevi’ne has değildir. Bütün kitap emekçilerini ilgilendiren hatta tüm mağaza çalışanlarını ilgilendiren bir konudur. Kitap sektörü bazında baktığımızda; editöründen dizgicisine, çevirmen ve yazardan, kitabı okuyucuya ulaştıranlara kadar çok fazla kişi mağdur edilmektedir. Ücretlerin çok düşük olması nedeniyle insanca yaşam çok uzaklarda kalmaktadır. Tüm bu çalışanların birleşerek bu mücadeleyi sürdürmekten başka çaresi yoktur. Bu mücadele de ancak ve ancak sendikal mücadeledir. Bu sektörde çalışan arkadaşlarımızın oluşturduğu çeşitli platformlar mevcut. Yayınevi Emekçileri Kolektifi, Plaza Eylem Platformu gibi kanallarla sektör çalışanları temas kurabilir, hakları ve örgütlenme konusunda yardım isteyebilirler. Örgütlenmede aslolan dirayetli olmaktır. İşverenler çalışanları işten atmakla tehdit edip, onlara geri adım attırmaya çalışıyor. İşçilerin kararlı ve keskin olmaları şaşırtır. Sendika faaliyeti yüzünden işten atıldığınız sürecin devamı ile ilgili planlarınız nelerdir? Bundan sonra işleyecek olan hukuki süreçtir. Avukatımız gerekli çalışmaları halihazırda
yürütüyor. Şu an sosyal medyada yürütülen bir boykot çalışması var. Çok kısa bir süre içinde önemli bir desteğe sahip oldu. Bu destekleri çok önemsiyoruz. Yazılı basında da haber olması insanların haberdar olması açısından önemli. Daha farklı ne yapabiliriz konusunda fikir alışverişlerimiz devam etmekte. Asıl ihtiyacımız aydın desteğidir. Aydınların bu mücadeleye verecekleri destek süreci bambaşka bir noktaya taşıyacaktır ve örgütlenmeye ihtiyacı olan sektör çalışanlarını teşvik edecektir. Kitabevlerinde çalışan işçilerin profilleri ne? Çalışan profili çok çeşitli. Öğrenci olan da var, bu işi meslek edinen de var. Ancak şartların zorluğu nedeniyle uzun vadeli çalışan sayısı pek yok. Çalıştığımız süre boyunca işe başlayıp bir süre sonra işi bırakan çok fazla kişi oldu. Yönetici kadrosuna girme şansınız yoksa kimse bu şartlar altında uzun süre çalışamıyor. 8 saat boyunca ayakta durmak, sürekli bir koşuşturma içinde olmak ve çok düşük bir ücrete çalışmak kısa süreli çalışmaları ortaya çıkarıyor. Ülkedeki işsiz sayısı çok olduğu için işveren bunu iyi kullanıyor. “Şartlar budur, beğenmezsen gidersin” diyor. “Bu şartlara çalışacak bir sürü insan var, senle uğraşmam ben” mantığıyla bakıyor. Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı? Yalnızca kitap emekçilerine değil ülkenin tüm sömürülen işçi kesimine örgütlülüğün önemini anlatmamız ve onları da mücadeleye katmamız gerekiyor. Vakit kaybetmeden kim nerede çalışıyorsa harekete geçmeli ve sendikalaşma faaliyetine başlamalıdır. Dirayetli olunur, dik durulursa kazanılamayacak kavga yok. İşçilerin olaya sınıf temelli bakması şart. Sınıf bilinci oluşturulamazsa bir başarı şansı yoktur. Biz iki kişi işten atıldık ama kaybettiğimiz sadece iş. Onurumuz hala keskin bir kılıç gibi yerli yerinde duruyor. Dünyadan evvel memleketin bütün işçileri birleşsin.
8 işçi meclisi
8
9 işçi meclisi
Uzun sıcak yazdan uzun sıcak sonbahara: işçi meclisi
GÜNDEMLER
türünden “mağdura yatma” sözleri keza. AKP içindeki bu klikler çekişmesi, kolayca görüleceği gibi, gerçekte burjuva sınıf kesimleri arasındaki güç ve yeniden dizayn inisiyatifi çekişmesidir. AKP içindeki kliklerden birinin gelinen noktada yeni kabineden tasfiyesi, bir yandan güç yoğunlaşması ve merkezileşmesindeki artışa, diğer yandan zemin daralmasına işaret eder.
Neoliberal siyasetin genel seçimlere kadar gidişatını şekil-
lendirecek 3 halkadaki düzenlemeler teker teker belirginleşiyor. Erdoğan cumhurbaşkanı olduktan sonra, yerine AKP genel başkanlığı ve başbakanlık için Ahmet Davutoğlu’nu belirledi. AKP kongresinde bunu onaylattıktan sonra, kendisinin köşke çıkmasından bir gün sonra da Davutoğlu’nu başbakanlığa atadı ve yeni kabine açıklandı. CHP’de yeni genel başkan adaylarının da olduğu iç durum ve eleştiriler sonuca bağlanacak. Şimdilik 2 aday yarışıyor. Ulusalcı kanadın adayı Muharrem İnce 5-6 Eylül CHP Kurultayında Kılıçdaroğlu'nun karşında yarışacak. Kürt müzakere sürecinde Hükümet “yol haritası”nı resmen açıklayacak. Eylül ayı içinde, büyük olasılıkla da 1 Eylül “Dünya barış günü”ne denk getirerek. Umudunu halen ve salt bunlara bağlamış olanlar için, ilk söylenmesi gereken, AKP veya CHP içinde büyük çalkantı ve çatlakların beklenmemesi gerektiğidir. Müzakere süreci
açısından ise, Öcalan ve BDP’li milletvekillerinin açıklamalarından belli bir uzlaşma çerçevesi sağlanmış görünüyor. Bununla birlikte cumhurbaşkanlığı seçimi ve hemen sonrasındaki gelişmelerin altını bir daha çizdiği, rejim krizi ve yeniden yapılandırma süreci, AKP, CHP, HDP ve müzakere sürecinin her birinin içinde de yeni gerginlik ve dengesizleşme dinamiklerini de ortaya çıkarıyor.
AKP ve yeni kabine sorunu Başbakan yardımcı Bülent Arınç, muhtemelen Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçimlerinde beklediği oyun altında kalması ve AKP tabanında da belli bir savaş yorgunluğunun görülmeye başlaması nedeniyle, asıl olarak da AKP’deki Gülcü kanadı gözeterek , başkanlık sistemi için 2015 genel seçimleri sonrasına kadar resmen bir girişiminde bulunulmayacağını açıkladı. Buna karşın, Erdoğan’ın mevcut devlet teamüllerini tanımayacağını, gerekli gördüğünde bakanlar kurulunu kendi başkanlığında toplayacağını, iç ve dış ilişkilerde fiilen yürütme şefi olarak davranacağını alenen ilan etmesi, toplum, devlet ve yürütme içinde yeni dengesizlikleri gündeme getirecek.
Dakka bir gol bir: Erdoğan göstere göstere mevcut Anayasa’yı da çiğneyerek, YSK açıklamasının Resmi Gazete’de yayınlanmasını engelleyerek, resmen cumhurbaşkanı olarak istifa etmek zorunda olduğu başbakanlık ve AKP genel başkanlığını AKP Kongresine kadar fiilen sürdürdü. AKP Kongresi’ni de cumhurbaşkanlığı devir teslim töreninden bir gün önceye alarak, Gül’ün AKP genel başkanlığı ve başbakanlığının önünü kesip onu yeni kabinede devre dışı bırakmış oldu. AKP teşkilatı ve milletvekilleri içinde güya yeni başbakan ve kabine için “kapalı zarflı” nabız yoklamaları ve “istişare toplantıları” yapılıyor görünüyor: Ama Erdoğan’ın belirlediği çekirdek ekip ve medyası, Erdoğan’ın atadığı başbakan ve kabineyi çoktan ilan etmiş, diğer aday ve eğilimleri bastırmış bulunuyor. Erdoğan alay edermiş gibi, AKP genişletilmiş il başkanları toplantısında, kendi atayacakları dışında başbakan ve kabine adayları ve destekleyenlerini “şeytanlık, kulisçilik, sinsilik, tuzakçılık, tehditçilik” ile baştan suçlayıp bastırıyor. Burjuva siyasetin aleni çürüme ve entrikacılık düzeyinin bu seferki örneğinin gösterdiği iki şey: Erdoğan tüm tek adam pozlarına karşın, AKP ve yürütme gücü üzerinde tam hakimiyet kurup sürdürebileceğinden oldukça endişelidir. Yeni kabineyi tümüyle çekirdek ekibinden Davutoğlu, başdanışmanları Yalçın Akdoğan ve Binali Yıldırım, Numan Kurtuluş, Efkan Ala, Ömer Çelik, MİT şefi Hakan Fidan gibi isimlerden yekpare oluşturmaya, AKP ve hükümet içinde belirgin bir güç ve etkisi olan Gül, Arınç, Babacan gibi isimleri ise olabildiğince devre dışı bırakmaya çalışıyor. Mevcut başbakan yardımcısı ve hükümet sözcüsü Bülent Arınç, muhtemelen Gül’ü gözeterek, “belirlenecek genel başkan geçici olacak” derken, Yalçın Akdoğan’ın Arınç’ı azarlayalıp “geçici olmayacağını” söylemesi, Arınç’ın kendi çevresine “bizi harcayacaklar” demiş olması, medya kulislerine kadar yansıdı. Gül’ün “bize büyük saygısızlık yaptılar”, Hayrunisa Gül’ün “28 Şubat’ta bile böylesini yaşamamıştık”
AKP içindeki bu klikler çekişmesi, kolayca görüleceği gibi, gerçekte burjuva sınıf kesimleri arasındaki güç ve yeniden dizayn inisiyatifi çekişmesidir. AKP içindeki kliklerden birinin gelinen noktada yeni kabineden tasfiyesi, bir yandan güç yoğunlaşması ve merkezileşmesindeki artışa, diğer yandan zemin daralmasına işaret eder.
Erdoğan/AKP, mutlak oy kapasitesinin üst sınırına dayanmış, son iki seçimdir de, halen açık ara önde olsa da, geriye kaymaya başlamış görünüyor. “Piyasaların” cumhurbaşkanı seçimi sonucunu, “satın almadığını”, yani istikrarsızlık beklentisiyle yanıt vermiş olduğunu da kaydedelim. Erdoğan ekibinin “milli ekonomi” söylemleri, Merkez Bankası ve üst kurulları tam kontrol altına alma eğilimleri de TÜSİAD’ı diken üstünde tutmaya yetiyor. Erdoğan ve yeni kabine, hem genel seçimleri ve yeni anayasanın yapımında hegemon olmayı gözetecek, hem de fiili “iş bitiriciliği”; rejimi güç yetirebildiği kadar fiilen yeniden dizayn etmeyi yoğunlaştıracaktır. Neoliberal devlet aygıtının -seçim ve plebisit ambalajına sarılmış- fiili ve asimetrik tepeden inme karakteri bu süreçte daha fazla çıplaklaşacaktır. Buna karşılık, yapılması gereken, mevcut anayasa, kurum ve teamüllerine sarılmaya gönül indirmek de, burjuva muhalefet boşluğunu doldurmaya çalışmak da değil, bağımsız, tam karşıt, meşru ve fiili proleter savaşımı her düzeyde örgütlemeye odaklanmaktır.
CHP kurultayı CHP’de Kılıçdaroğlu’na bayrak açmış görünen ulusalcı kanadın fazla bir şansı görünmüyor. Kılıçdaroğlu’nun başarılı bulunmasından ya da pek sevilmesinden değil, ulusalcı-laikçiliğin toplumdaki, devlet kurumları ve medyadaki dayanaklarının daralmış, CHP içindeki zemininin de zayıflatılmış ve iyice arka plana itilmiş olmasından… CHP’de, ulusalcı faşizan, ulusalcı-reformist, 3. yolcu, liberal vb tüm iç muhalefet tek bir adayda uzlaşırsa, halen parti teşkilatına hakim görünen Kılıçdaroğlu yönetimini belki zorlayabilir ama: AntiTayyipçilik dışında en kritik ve yakıcı siyasal-toplumsal sorunlar üzerine söyleyecek hiçbir şeyi olmayan, bunları kendi içinde ve hatta kurultayında bile tartışmaya niyet ve cesareti olmayan bir partiyi, herhangi bir genel başkanlık değişimi de kıpırdatamaz.
Müzakere süreci Müzakere sürecine ilişkin, Öcalan, “30 yıllık savaş büyük bir demokratik müzakere ile sonuçlanma aşamasındadır” açıklamasını yaptı. HDP milletvekilleri de, Rojava ve Güney Kürdistan’da savaş koşullarının devam ettiği, ileride İran Kürdistan’ında da gelişebileceği, Türkiye’de ise savaşın bittiği, barışçıl demokratik siyaset sürecinin başladığı yönünde açıklamalar yapıyor. Hükümetin açıklayacağı yol haritası,
kuşkusuz, esasen gerillanın sınır dışına çekilmesi ve silah bırakması aşamalarının daha sıkı denetimli ve takvimlendirilmiş aşamalarına ilişkin olacak. Diğer yanda ise “ABD’nin PKK’yi terör örgütü listesinden çıkarması, Türkiye’de -zaten pek bir anlamı kalmamış- seçim barajının kaldırılması, silah bırakarak teslim olacak gerillanın sözde “topluma kazandırılması”” gibi şeylerden bahsediliyor! Kürdistan’a özerklikten
veya Rojava ve Güney Kürdistan’a saldıran İŞID’in terörist kapsamına alınmasından bile bahsedilmiyor. Yol haritası, Erdoğan’ın seçim kampanyası boyunca kitlesine bellettiği “teklik içinde çokluk”, “tek millet, tek devlet, tek bayrak, tek vatan” çerçevesindeki en geri düzeydeki, alt kimlik hakları dolayında olacaktır. Kürt siyasal hareketinin “Türkiyelileşme” stratejisi, TÜSİAD bir yana, CHP ve MHP’den bile övgüler alıyor olmasından görüleceği gibi, batı illerinden oy topluyor olsa da, yalnız gerillanın değil, en geriye çekilmiş özerklik isteminin bile Kuzey Kürdistan’dan tasfiyesi doğrultusunda işlemektedir. Bununla birlikte Lice eylemleri gibi, Mahzum Korkmaz heykelinin dikilmesi, heykelin yıkılmasına karşı bir Kürt yurtseverin öldüğü gösteriler, PKK’nin bazı küçük çaplı taciz eylemleri, Kürt ulusal hareketinin HDP’yle de elinin güçlendiğini gözeterek, ikili bir taktik izlediğini de gösteriyor. “Büyük demokratik müzakere” gibi seçim ve müzakere sürecinden abartılı beklentiler ve vaatler ile, bunun siyasal plandaki geri ve güdük karşılığı arasındaki asimetri, dahası Rojava ve Güney Kürdistan’daki durum ve kazanımlar ile Kuzey Kürdistan arasındaki asimetri, diğer taraftan, HDP’nin yeni durumuna karşın AKP’nin yine onu muhatap almayıp tek yanlı dayatmacılığını sürdürecek görünmesi, müzakere sürecinde yeni gerginlik ve sarsıntıları da ortaya çıkartabilecektir. Yeni kabine, CHP kurultayı, neoliberal reformist müzakere çerçevesi, önümüzdeki 1 ay içinde, bunlar tartışılacak gibi görünüyor. Ancak daha derin ve kapsamlı bir dizi kritik gündem de perdeleniyor.
Neoliberal kapitalist ekonomide durum Neoliberal kapitalist dünya ve Türkiye ekonomilerinde yeniden bozulma işaretleri artmaya başladı. Türkiye’de işsizlik, enflasyon, cari açık yeniden bariz yükseliş eğilimine girdi. Üstelik bütçe dengesi de bozulmaya başladı. Küresel kredibilite kurumları Türkiye’nin notunu kırmaya hazırlanıyor, yüksek borç riski altındaki tekelci sermayenin işçi sınıfına saldırganlığı artıyor. Bankacılık ve tarımda daralma belirgin. İhracatta hem Avrupa ve Rusya’da durgunluğa dönüş hem Ortadoğu’daki savaş nedeniyle daralma var. Daha temelde ise imalat sanayi ve büyümede belirgin yavaşlama var. Bir çok ilde, Türkiye’de sayıları 2 milyonu bulan ve yarı-ücrete çalışmak zorunda kalan Suriyeli göçmenlere karşı infiallerin patlamaya başlaması, işsizlik ve ücret düşüşleri dahil, ekonomik gidişatın ilk eldeki vahim bir göstergesi. Durduk yerde yanan otobüstler, çöken bina ve tesisler, şehirlerin en merkezi alan ve caddelerinde sel baskınları, ve hepsi bir yana, iş cinayetlerinde hızlı tırmanış, karlılığın nasıl bir emek, insan ve doğa yıkımı üzerinden sağlanabildiği ortaya koyan, bir diğer ekonomik gidişat göstergesi. Hükümet vergi ve prim borçlarını önce yeniden yapılandıracağını açıklayıp sonra bunu da (torba yasa) Ekim ayına erteleyerek, geniş bir kesime, aslen de sermayeye muazzam bir seçim teşvik ve kredisi açmış oldu. Bunun yarattığı bütçe açıkları da, tıpkı cari açık gibi, işçi ve emekçilere yıkılacak. Yine madencilik ve taşeronluk tasarıları (torba yasa) Ekim ayına ertelendi, ancak maden işçileri ve taşeron işçilerde hoşnutsuzluk da artıyor… Metal grup sözleşmeleri ise, dünya çapında otomotiv yan sanayinden başlayan (önümüzdeki yıl yüzde 20-25'lik bir daralma öngörüsü var) kriz koşullarında gerçekleşecek. Neoliberal rejim ve siyaset, Soma’yı, iş cinayetlerini, taşeronluk sistemini, 12 saatlik işgününü, asgari ücreti, örgütsüz bırakmayı, bir bütün olarak neoliberal despotik üretim ilişkilerini gündem dışında tutuyor. Oysa kimlikler konusundaki kısmi değişimler ne olursa olsun, rejimin yeniden dizaynının temel çerçevesini belirleyecek olan tam
10
işçi meclisi
da bu neoliberal despotik meta üretim ve egemenlik ilişkileridir. Bu yüzden işçi sınıfının mücadelesi, bu en güncel ve yakıcı istemlerini ısrarlı mücadele gündemi haline getirmekle de kalmayıp, üretim ilişkilerindeki uzlaşmaz sınıf karşıtlığı temelinden burjuvazinin yeni siyasal-toplumsal egemenlik tarzının bütününe yönelmek zorundadır.
Ekolojik yıkım kapıya dayandı İkincisi, ekolojik yıkım ve iklim dengesizleşmenin geldiği boyut. Kurak geçen sonbahar ve kıştan sonra, nemli sıcaktan boğuculaşan bir yaz ortasında, İstanbul’un artık göbeğinde patlayan kasırgalar, hortumlar, aşırı şiddetli sağanaklar ve sel baskınları… Keza Ankara ve pek çok başka il. Konya Ovası’nın hidrolik olarak (yeraltı suları dahil) kurumuş olması. Ve önümüzdeki yıl daha ağır bir kuraklığın beklenmesi. Hayır yalnızca İstanbul’un, Ankara’nın kaç haftalık suyunun kaldığı, sonbaharda mevsim normali yağışlar olmazsa ne olacağı değil sorun. Doğa yıkımı, biyolojik çeşitliliğin kuruması, tarımsal üretimin düşmesi, yıkım içinde şehirlere yeni göç dalgaları, mali oligarşik tarım-gıdamarket tekelleri zincirlerinin pençesinde gıda fiyatlarının göğe vurması, neoliberal kentsel dönüşüm kabusu, artık rüzgar, güneş, ışık ve soluk bile alınamaz hale gelen metropoller, eskiden 15-20 yılda bir görülen aşırı hava olayları ve doğa facialarının artık yılda 15-20 kez görülmeye başlanması. Demir çelik beton çölleri, kuraklık, sera etkisi, karbon monoksit salınımında hızlı artış, radyasyon, insanların fizyolojik ve psikolojik sağlığı üzerinde de yıkıcı etkiler yapıyor. Burjuvazi ve hükümeti el altından “aa bilmiyor muydunuz, Türkiye zaten yarı kurak iklim kuşağında ve su fakiri bir ülkedir” (ah tabii nükleer ve termik santral furyası sırasında “Türkiye’nin enerji fakiri bir ülke” olduğunu da öğrenmiştik!) tarzı kamuoyu yönetimiyle bunları da “normalize” etmeye çalışa dursun, bir çok uzman Türkiye’nin artık muson iklimi özelliklerini göstermeye başladığını, hem kuraklık hem de yıkıcı hava olaylarının daha da yoğunlaşacağını söylüyorlar. Her gün doğanın imha ve inkar edilmesine, yeşil alan ve su havzalarının yıkımına, demir çelik beton cenderesinin daraldıkça daralmasına tanık oluyoruz. Doğa yıkımının, ekoloji ve iklim krizlerinin insan yaşamını ve varlığını tehdit eder hale gelen boyutları, uzak bir yerlerin (kutuplar!) ya da gelecek nesillerin sorunu olarak görülme konformizminden çıkmalı. Çünkü çoktan kapıya dayandı, kaçacak yer de kalmadı!
Neoliberal kentsel dönüşümden, doğa yıkımından, ekolojik ve iklim krizlerinden en ağır ve yıkıcı biçimde etkilenenler işçi sınıfı, kent ve kır yoksullarıdır. Bir doğa bilinci ve mücadelesi kaçınılmaz olarak gelişmekle birlikte henüz çok yetersiz ve parçasaldır. Doğa krizi, insanlık krizidir. İnsan-doğa ilişkisindeki kriz, insan-insan ilişkisi krizin temel bir bileşenidir. Ekolojik kriz, neoliberal kapitalist uygarlığın genelleşen krizinin ayrılmaz bileşenidir. Neoliberal kapitalizmin emek, insan ve doğaya karşı yıkıcı saldırganlığı bir bütündür. Emeğin, insanın ve doğanın kurtuluşu için mücadeleler de, kapitalist boyunduruğa karşı komünist yaşam tutkusu doğrultusunda bütünleştirilmelidir.
Ortadoğu Üçüncüsü, Türkiye’nin tam ortasında olduğu küresel-bölgesel hegemonya çatışmaları, kriz, savaş, kan ve ateş çemberi. Kuzeyde Ukrayna, Karabağ kriz ve çatışmaları, Güneyde Suriye, Irak, Filistin kriz ve savaşları… DavutoğluFidan ekibi kabineyi oluşturursa, bu AKP’nin ciddi konum kaybettiği dış politikasını önemli bir değişiklik yapmadan dayatmayı sürdürmesi anlamına gelecektir. Almanya’nın Türk devletini dinlediği açığa çıkmasına karşın verdiği soğuk ve üsttenci yanıtlar, Türkiye’nin AB nezdindeki bariz konum kaybını gösteriyor. Irak’ta ise ABD ve İran’ın Maliki’nin geri çekilmesinde anlaşması, Irak’ın parçalanmasını şimdilik engelleyip Kürt ve Şii güçlerin IŞID saldırılarını püskürtüp geriletmesine ucundan destek vermesine karşılık, Türkiye’ye verilen rolün sunni aşiretleri IŞİD’den ayrıştırma diplomasisinden ibaret olması, benzer bir konum kaybının göstergesi. Türk devletinin, neredeyse tüm bölge devletleri, Şiiler, Kürtler tarafından “IŞİD destekçisi” damgasını da önceki saldırgan, mezhepçi politikalarının üstüne yemesi ve artan tepkiler, bu politikalarının bir sonucu. ABD, İran ordusunun Irak’a girip Bağdat dahil Güney Irak’ı yutmasını engelleyebilmek için, metazori ve ucundan IŞİD’e karşı savaşa destek vermek durumunda kaldı. Böylelikle Irak “bütünü” üzerindeki emperyalist nüfuzunu ve payını korumaya çalışıyor. Yine İran faktörü nedeniyle, şimdilik Güney Kürdistan’ın bağımsızlığını engellemeye, en azından geciktirmeye çalışıyor. Türk devleti ise, Sunni güçlerin hamiliğine, bununla Suriye’de Rojava’yı ortadan kaldırmaya, Güney Kürdistan’ı ise hegemonyası altına almaya oynuyor. Bu süreç, IŞID canava-
rının ortak müsebbibi olan tüm bu asıl canavarların kendi bölgesel hegemonya ve paylarını koruma ve artırmak için onu nasıl bir vesile olarak kullandıklarını da gösteriyor. Emperyalist kapitalist güçlerin, bölgesel tekelci kapitalist güçlerin (İran ve Türkiye), sunni, şii yerel egemenlerin ve Barzani’nin tek derdinin, emek, halklar ve petrol üzerindeki kanlı hakimiyet ve karlarını korumak ve büyütmek olduğu açıktır. Türkiye burjuvazisinin asıl derdi de, Güney Kürdistan’daki, Rojava’daki, Güney Kıbrıs ve Filistin açıklarındaki petrol ve doğal gaz yataklarıdır. Türkiye’ye Güney Kıbrıs’tan oluk oluk “paralel” petrol, IŞİD kontrolündeki bölgelerden ise kaçak mazot akıyor. Türkiye’nin İsrail ve Mısır ile ilişkilerindeki hayal kırıklığının temel etkenleri arasında, Türkiye üzerinden işlenip nakli öngörülen İsrail açıklarındaki zengin doğal gaz yataklarının, şimdi Mısır üzerinden nakli için yapılan İsrail-Mısır anlaşması. AKP Hükümeti’nin Hamas hamiliği de aslen Gazze açıklarındaki doğal gaz yataklarına talip olmasıyla bağlantılı! IŞİD ise tüm bu çürüyen kapitalist güçlerin hegemonya kriz ve kumpasları içinde bir zemin buluyor ve çürümenin geldiği boyutun yeni bir ifadesi oluyor. Hem neoliberal kapitalizmin mutant bir ürünü, hem ondan kan içicilik payı istemeyi, hem de ona karşı ultra gerici bir reaksiyon olmayı kendinde birleştirmiş bir travma. Ancak neoliberal kapitalizmin çürüme ve çürütmesinin doğurduğu ve üstüne saldığı bu “yeni” barbarlık biçimlerine karşı da, savaşma yeteneğine sahip tek gücün de gerilla ve silahlı halk milisleri ve inisiyatifi olduğu da görülmüştür. Bölgedeki durum, aslen neoliberal kapitalist dönüşüm sürecinin ve kurtlar sofrasındaki azami kar ve hegemonya kriz ve çatışmalarının bir sonucudur. Bölgenin eskisi gibi yönetilemezliğini açığa çıkaran halk isyan ve direnişleri olmuştur. Petro-milyar dolarlar çevresinde dönen kurtlar ve çakallar sofrasının sonsuz dehşetine dehşetli bir son verecek olan da, kitlelerin tarihsel inisiyatifi olacaktır. Türk devletinin mezhepçi, petro-dolarcı, yayılmacı politikalarına karşı daha etkin bir mücadele, yıkım içinde katliamdan kaçan Şengalli göçmenlerle, Suriyeli işçi emekçi göçmenlerle dayanışma zorunludur. Bölgedeki kan ve petrol sarhoşu tüm kapitalist-gerici güçlere karşı, “yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür/ ve bir orman gibi kardeşçesine” tutkusu ve esinini yükselterek mücadele zorunludur.
11
işçi meclisi
Bugün Rojava gerçek anlamda bir umut ışığıdır “Haritalarda adımız, sınırlarla çizilmiş bir ülkemiz olmasa da, artık biz bir realiteyiz” diye seslenen PYD Eşbaşkanı Salih Müslim, Rojava kantonlarında yaşayan halklar adına uluslararası topluma çağrı yaptı. Rojavaya saldıran çetelerin içinde Çeçenistan’dan Mısır’dan, İngiltere’den ve Türkiye’den hatta Yeni Zelanda ve Avusturalya’dan gelenler bile olduğunu belirten Müslim’in açıklamasında şu ifadeler yer aldı; “Bizler Rojava’da şu tartışmayı hep yürüttük. Hiçbir şey eskisi gibi olamaz ve olmamalıdır. Nasıl olması gerektiğine ilişkin ise çözüm öneri ve projelerimizi geliştirdik. Rojava toplumunun kendi kaderini tayin etme hakkında sahip olduğu ve bunun demokratik bir hak olduğunu söyledik. Bugünlerde daha da ağır bir göç ile karşı karşıyayız. Bizden olup da, çizilen sınırlardan ötürü komşu statüsünde olan Şengal’li Kürtler, Tal Afar’li Türkmenler, Karakoş’lu Asuriler “İslam Devleti” adındaki barbar örgütün saldırılarına maruz kaldılar. Onların öz savunma koşulları olmadığı için, saldırganlara karşı direniş gösterme koşulları yoktu. İki yıldır Rojavamızı koruyan YPG ve YPJ direnişçilerimiz desteğe koşmaları, Şengal’e sığınan binlerce Türkmen’in, Asuri’nin yanısara ikiyüzbin Şengalli Ezidi Kürt’ü soykırım ve katliamdan, oluşturduğu güvenlik koridorlarında Rojava’ya geçirerek kurtardı. Onlarca şahadete rağmen, YPG’li direnişçilerimiz canlar pahasına
verdikleri bu müdahale ve mücadele sonucu Şengal dağlarına sığınan insanlar, yoğun saldırılar altında, onbinlercesi Rojava’ya getirildi. Rojavamız haritalarda görünmüyor olabilir, görüneni ise küçük görülebilir. Bu çok ta önemli değil bizim için. Saldırılardan kaçıp, Şengal dağlarına sığınan insanlarımız günlerce mahsur kaldı. Bugün Şengal dağlarından topraklarımıza gelen onbinlerce insanlarımız geride yurtlarını, mallarını ve binlerce kurban bıraktı. Etrafımızda örülen sınırlar bizim için fazla anlam ifade etmiyor. Çünkü burada barınabilen insanlara karşı geliştirilen saldırılar insanlık sınırlarını aştı. İnsanlık adına bir ölüm kalım
mücadelesi içerisindeyiz. Ölürsek hepimiz burada, sizler orada nasıl yaşadığınıza inanacaksınız. Sizler sustukça, barbarlık bu bölgelerde daha da bir yaygın hale geliyor. Sizler sustukça, insanlık katlediliyor. New York’ta, Cenevre’de, Brüksel’de, Londra’da, Berlin’de, Paris’te, İstanbul’da konuştuklarınızı duymuyoruz. Sahi ne konuşuyorsunuz… Üzüldüğünüzü, kaygılandığınızı, bir şeyler yapmaya niyetlendiğinizi duyuyoruz. Ama bu yetmiyor. Eğer umudu korumak ve insanlara yardım etmek istiyorsanız, ki yardım etmek istediğinizi umut ediyorum, korkmadan, bürokrasiye boğmadan, sorumluluk üstlenerek, buyurun birlikte göç eden insanlara yardım edelim.”
YPG, Cezaa operasyonunun sonuçlarını açıkladı YPG Basın Merkezi, haftalardır yoğun çatışmaların yaşandığı Cezaa’da YPG birliklerinin IŞİD çetelerine karşı bir dizi eylem gerçekleştirdiklerini duyurdu. Eylemler sonucunda IŞİD çetelerinin Cezaa’dan çıkarıldığı kaydedilirken, çıkan çatışmalarda 36 çetecinin öldürüldüğü belirtildi. YPG Basın merkezi, IŞİD çetelerinin Cezaa’ya dönük 19 Ağustos günü başlattığı saldırılara ilişkin açıklama yaptı. Şengal’den Rojava’ya uzanan güvenlik koridorunu kırmak amacıyla çetelerin Dera Zor ve
Hol’dan getirdikleri takviye birlikler saldırıya geçmişti. Bu saldırılara karşı ise YPG/ YPJ güçleri direniş başlatmıştı. Cezaa direnişi çerçevesinde YPG, 30 Ağustos günü saat 11 cıvarında geniş bir operasyon başlattı. Operasyon kapsamında, Kaxurtî köyü, köye bağlı 5 mezar ile Ercê köyü çetelerden kurtarıldı. Açıklamada, operasyon kapsamında 30 Ağustos günü çetelerin elinde bulunan buğday deposuna ve çetelerin Cezaa yakınlarındaki 4 üssüne de eylem düzenlediği duyurdu. Yine, Sefanê ve Ekreşê köylerine
dönük de eylem gerçekleştirildiği belirtildi. Şiddetli çatışmaların, sabaha kadar devam ettiği kaydedilen açıklamada, başarı ile sonuçlanan operasyon sonucu Sefanê, Akreşê, buğday deposu ve çeteler ait 4 üssün YPG güçlerinin denetimine geçtiği bildirildi. Çatışmalarda 36 çetenin öldürüldüğü bilgisi de paylaşıldı. 8 çete üyesinin cenazesi ve çok sayıda askeri mühimmatın ise YPG güçlerinin elinde geçtiği kaydedildi. YPG, operasyon kapsamında kayıp vermediklerini de kaydetti.
12
işçi meclisi
Özgürsün sen köle! Geçtiğimiz günlerde sosyal medyada yaşanan “Beyaz yakalı işçilerin yaşamları kölelik mi? Yoksa tuzu kuru çalışanlar mı?” tartışmasına bir beyaz yakalı olarak katılmak zorunluluğu hissettim. Toplumlar bugüne kadar efendi-köle, bey-serf, patron-işçi uzlaşmaz karşıtlıklarıyla ilerleyişini sürdürüyor. Ara tabakalar, bu iki uzlaşmaz sınıfın bitmek bilmez savaşında kâh egemen ve sömüren sınıfın, kâh ezilen ve sömürülen sınıfın safında yer tutmuştur. Egemen sınıfların kölelik rejimleri kölelerin kitlesel isyanlarıyla yıkılmıştır. İnsanlık tarihinin gelişiminin de bu büyük ve kutsal kavganın ürünü olduğunu unutmamamız gerekmektedir. Efendilerin rejiminde köleliliğin tanımı, kölenin efendisinin mülkü olmasıdır. Bugün hak olarak tanımlanan ama o zamanlar hepsinden yoksun olan kölenin yaşam hakkı dâhil, tüm haklarına efendisi sahiptir. Kölelik düzeninde baskı ve zor uygulamalarıyla efendiler kölelerin tüm 24 saatini ele geçirmiş gibi görünse de süreklileşen ve kitlesel hale gelen köle ayaklanmaları ve egemenlerin kendi içlerindeki fetih amaçlı savaşların etkisiyle zayıflayan kölelik rejimi yıkılıp kendini feodalizme bırakmıştır. Feodalizmde yapılan kimi reformlarda köleler hala bağlı olduğu beyliğin beyi, lordu adına üreten, onun için yaşayanlardı. Feodalizm, sanayi devrimi ve burjuva devrimlerce tarih sahnesinden silindi. Burjuvazinin en büyük vaadi özgürlüktü. Dönüşen toplum –geniş bir tabakayı oluşturan köylülük ve yeni ortaya çıkmaya başlayan işçi sınıfı- “özgür” işçiyi doğurmuştu. Artık özgür bir işçi ister çalışır, ister çalışmazdı. Kapitalizmin ortaya çıkışıyla burjuvaziyi beslemesi gereken bir işçi sınıfı ortaya çıkmıştır. Şu anki tekelci kapitalizm döneminde serbest rekabetçi denilen kapitalizm dönemine nazaran diğer tüm sınıfların arasında işçi sınıfı dünyanın en kalabalık, en geniş nüfusuna sahiptir. Neoliberal kapitalist rejim, ilkel kapitalizmin ulaşamadığı her alana ulaşarak işçileştiremediğini yıkıcı biçimde işçileştirerek, metalaştıramadığını ezici biçimde metalaştırarak, az çok özerk olanı tam tahakküm altına alarak ilerlemektedir. Toplumu derin bir proleterleştirme dalgasıyla sarsmıştır. Proleterleşmeden anlaşılması gereken, sadece mülksüzleşme ve yoksullaşma değil, statülü sayılan mesleklerin saygınlığını kaybetmesi, mesleki özerkliğin yitirilmesi, kentin ranta dönüştürülmemiş mekanı kalmaması (Gezi’ye bin Selam!) gibi yılları alan bir neoliberal projenin uygulanmasıdır. Bir yandan işçileşmemiş olan geniş bir nüfus kesimi işçileştirmeyle, diğer yandan ise işçi sınıfının tarihsel kazanımlarına göz koyma yoluyla hali hazırdaki işçi sınıfına da ağır yaptırımlar uygulamaktadır.
Ücretli köleler kendilerini çalışma yaşam ve yönetim açısından köleleştiren koşullara son verip, dünyayı kendileri için yönetebilecek niteliğe, niceliğe sahip olmalarına rağmen, kendi köleliklerini her gün ücret, oy, medya gibi kölelik sistemleriyle yeniden üretmektedirler. İlkel kölelikten bu yana kölelerin ve serflerin çok ağır bedel ödemelerine rağmen sömürü düzenini sarstıklarını biliyoruz. mesleklerde çalışıyor, görece yüksek ücretler alabiliyor, yaptığı işte görece bir özerklik sahibi olabiliyor, güvence ve yükselme olanağına sahip olabiliyor, kafa ve kol emeği arasındaki katı ayrım koşullarında kol emeğinin üzerinde yer alarak kendini işçi değil, patron veya yöneticilere daha yakın görüyordu. Günümüzde beyaz yakalıların genişleyen kesimleri bu eski konum ve olanaklarını kaybetmektedir. 80'li yıllardan itibaren daha çoklu alanlardan hızlandırılmış ve birleşik bir sermaye birikiminin ve yıkıcı neoliberalizm uygulamalarının dayatıldığı koşullarda hizmet sektöründe çalışanların sayısı ve oranı da bir o kadar artmıştır. Bugüne geldiğimizde düşen ücretler, kaybedilen konum ve özerklikler, uzayan iş saatleri, artan iş temposu, güvencesizleşme, kriz dönemlerinde işsizlik, amir baskısı ve 24 saat denetim, yaşam boyu öğrenme, kendi arasında rekabet sorunu işçi ve işçileşme sürecinde olan beyaz yakalı çalışanların işçi sınıfıyla daha fazla bütünleşme ve işçi sınıfının bileşeni olarak örgütlenmeye ihtiyacını göstermektedir. Eski yaşam tarzına geri dönüş, ayrıcalık olarak gördüğünü koruma, kariyerizm gibi küçük burjuva kodların da taşınmasına rağmen bir ayağı halen sınıf atlama hayallerini kurarken diğer yanıyla yukarıda saydığımız sorunlardan dolayı büyük bir kısmı işçi sınıfına doğru çözülmektedir. Artık geride kalan, gericileşen bir tartışma olarak “beyaz yakalı çalışanlar işçi sınıfının üyesi midir?” gibi sorular süre gidedursun, bizler işçi sınıfı derken mavi-beyaz yaka ayrımlarını yok ederek dünyayı her gün yeniden üreten sanayi, hizmet, tarım sektöründeki tüm işçileri düşündüğümüzü belirtelim.
İşçi sınıfına saldırılar sadece hak ve ücret kayıpları üzerinden olmamaktadır. İşçi sınıfı mücadele bilincini bulanıklaştıran kapsamlı bir ideolojik kültürel saldırıya da maruz kalmaktadır. Burjuvazinin medyasıyla, parlamentosuyla, örgütleriyle bilfiil sınıf bilincini aşındırıcı saldırılarına karşı sınıf savaşımı bu mecrada da kendisini göstermektedir.
Bugün ne kadar genişliyorsa o kadar çok katmanlı ve parçalı hale getirilen işçi sınıfı tarihsel olarak büyük mücadelelerinden birini çalışma saatlerini kısaltmak için vermiştir. 16 saatlik çalışmaya karşı başlatılan görkemli ve uzun soluklu mücadelenin sonucunda 8 saatlik çalışma hakkı, en azından büyük işyerlerinde çalışan işçiler için kazanılmıştır. Neoliberalizmin en büyük hak gasplarından biri, işte 8 saat sınırını yeniden yıkmasıyla gerçekleşmiştir. İnşaatta, madende, fabrikada, hizmetlerde, ofislerde çalışan işçiler için 12 saat çalışma giderek standart işgünü haline gelmektedir. Teknolojik denetim, maillerin bile kontrolü, performans sistemleri cabasıdır.
Sınıf bilinci sorununda işçi sınıfı içerisinde hem sayısal hem oransal olarak artış gösteren beyaz yakalılar çok önemli bir yer tutmaktadır. Beyaz yakalılar geçmiş dönemlerde prestijli
Metropol kentlere kırdan göçlerin akışı etnik köken, mehzep, akrabalık üzerinden gelişmiştir. Bu sınıf dışı ayrımlar, işçi sınıfının bölünüp katmanlaştırılmasında kullanılmaktadır. Kentsel
dönüşümle, işyeri ile yaşanan yer arasındaki mesafe giderek artmakta, işçilerin çalışma ve yaşam alanındaki mücadeleleri de bölünmektedir. Sanayi kent merkezinden olabildiğince uzağa sürülerek, kent merkezlerinde yoğunlaşan hizmet işçileri ile kent çeperlerine yığılan sanayi işçileri, birbirinden mekansal olarak da bölünmektedir. Kalabalıklaşan kentlerde ciddi bir barınma sorunu katlanarak devam etmektedir. Burjuvazi bu yakıcı sorunu da kendi lehine işletmeyi başarmış durumdadır. Kentlerin en merkezi yeri hale gelen işçi, emekçi ve kent yoksullarının 30-40 yıllık kendi elleriyle kurdukları yaşam alanlarına kentsel dönüşüm projeleri uygulayarak sadece rant elde etmiyor, orada yaşayan işçi, emekçilerin ve kent yoksullarının da dayanışmalarını, yarattıkları ortak mücadele değerlerini de tasfiye ediyor. İşçiler için şehir merkezlerinde cam tabutlar, şehir çeperinde hapishaneler inşa ediyor. Kentsel dönüşüme maruz kalan mekanlarda yaşayanların iradesi dışında yapılan bu atama da patron sınıfı tarafından işçi sınıfına mesai saatleri dışında da kararı kimin verdiğini gösteriyor. Patronu sadece mesai saatleri içerisinde işçisinin çalışma kapasitesine sahip olarak görmek burjuva yalanı yutmak demektir. Bunun gönüllü ve özgür bir anlaşmaymış gibi görünmesini sağlamak burjuva medyanın, liberal yazarların, sistemden nemalananların başarısıdır. Çalışma sürelerine, yaşayacağımız konutlara, rant gözüyle baktığı doğaya, parlamentoya, mahkemelere, devlet aygıtı ve tüm kurullara ve kurumlara sahip olan patronların, sadece mesai saatleri içerisinde işçisinin emeğine el koymakla yetindiğini düşünemeyiz. Ücretli köleler kendilerini çalışma yaşam ve yönetim açısından köleleştiren koşullara son verip, dünyayı kendileri için yönetebilecek niteliğe, niceliğe sahip olmalarına rağmen, kendi köleliklerini her gün ücret, oy, medya gibi kölelik sistemleriyle yeniden üretmektedirler. İlkel kölelikten bu yana kölelerin ve serflerin çok ağır bedel ödemelerine rağmen sömürü düzenini sarstıklarını biliyoruz. Bugünkü işçi sınıfının sosyalizm ufkuyla beyaz-mavi yakasıyla derinleşmiş sömürü ve eziyet sistemi olan neoliberal kapitalizmi yıkması çok uzak değildir. Gerçek bir özgürlüğe tüm kölelik ve bağımlılık ilişkilerini yıkarak ulaşabiliriz. Mavi-beyaz yaka ayrımlarımdan çıkarı olan sadece patronlardır. Unutmayalım ki yakaya göre ayıran da burjuva kültür ve propagandasıdır.
İşçi Meclisi okuru beyaz yakalı bir işçi
13
işçi meclisi
Gıda ve su direnişlerine hazırlanalım!
Burjuvazi, ücretlerimizi düşürdüğü bölgelerde tepkimizi Suriyeli göçmenlere yönlendirmeye çalıştığı gibi, gıda fiyatlarındaki büyük artış ve su kesintilerine karşı tepkimizi de köylülere yönlendirmeye çalışıyor. Hayır, tümünün sorumlusu sermaye egemenliği, sermayenin azami kar dehşetidir
Kuraklık nedeniyle tarımsal üretim bir çok temel üründe yüzde 30-50 oranında düştü. Gıda fiyatları yaz aylarında bile azalmadı, artmaya devam etti. Gıda fiyatlarında önümüzdeki aylarda ise yüzde 30'u bulan fiyat artışları bekleniyor! Tarım ve gıda kapitalistleri arasında başlayan kavga, sektörde ciddi bir krizin yaşanmakta olduğunu gösteriyor. Tekelci gıda sanayi kapitalistleri (Türkiye Gıda ve İçecek Sanayi Dernekleri Federasyonu, TGDF), çiftçileri ürün stokçuluğu ve fiyat spekülasyonu yapmakla suçladı. Tarım kapitalistleri (Türkiye Ziraat Odaları Birliği, TZOB) ise verdiği yanıtta, tarımsal ürün fiyatları düşerken gıda fiyatlarının arttığını söyleyerek, zamlardan gıda sanayi ve marketleri sorumlu tuttu. Bilinen olgudur: Kapitalistler işleri yolunda giderken can ciğer kuzu sarmasıdır. Kriz durumunda ise zararı birbirlerine yıkmak ve kendi karlarını kurtarmak için kitlelerin tepkisini birbirine yönlendirmeye çalışırlar. Kapitalist filler kavgasında ezilen ise her zaman işçi, emekçi çimenler olur. Gerçek şu ki, tarım krizinin ilk vurduğu küçük ve yoksul köylülüktür. Büyük bölümü borç içinde, önemli bölümünün toprağı bankalara ipotekli, bu yılda ciddi ürün kaybı yaşayan küçük köylü istese bile ürün stoku, fiyat spekülasyonu yapma olanağı yoktur. Ürünleri daha tarladayken büyük tarım-gıda kapitalistleri, tüccarlar tarafından kapatılmıştır. Gıda fiyatlarının hızla artacağı beklentisiyle stokçuluk yapanlar, tarladan sofraya gıda zincirini tekelci hakimiyetleri altında tutan büyük kapitalistlerdir. Büyük tarım kapitalistleri ve tüccarları, tekelci gıda kapitalistleri, hal patronları ve hiper market zinciri sahipleridir. Tarlada 50 kuruşa el koydukları ürünün sofraya 5 liraya gelmesine yol açan, bir kilo domatesten bile 2-3 lira cebe indirip aralarında kırışan bunlardır. Ürün kıtlığından kar düşüşlerini, stokçuluk, karaborsacılık, spekülasyon gibi yöntemlerle fiyatları zıplatarak, işçi ve emekçilere yıkan da bunlardır. Kriz koşullarında yıkıcı spekülasyon kapitalizmin yasasıdır. Bir kutupta yıkıcı sermaye merkezileşmesi ve azami kar, diğer kutupta mülksüzleşme, sefalet birikimi ve açlık olarak işler. Günümüzde tarım ve gıda üretim ve tüketiminin de küresel temelden mali oligarşik sermaye birikimine bağlanmış olması, üst düzeyde tekelleşmesi ve borsalaşması, yıkıcı spekülasyonu son derece kolaylaştırmıştır. Büyük tekelci kapitalistler ürün kıtlığına rağmen yüzbinlerce ton
ürün stoğu veya sadece tarım borsaları üzerinden tüm bir ülkenin beslenme olanaklarını yıkabilecek milyarlaca dolarlık spekülasyon yapılabilmektedir. Sonuç, tarım-gıda alanında tekelci sermaye merkezileşmesi ve yoğunlaşmasının büyümesi, küçük üreticilerinin mülksüzleşmesinin hızlanması, tarım-gıda işçilerinin bir bölümünün işsiz kalması ve ücretlerinin düşmesi, ve ücretlerinin yüzde 20-40'lık bir bölümü gıdaya bağımlı işçilerin daha fazla yoksullaşması, kent ve kır yoksullarının belli kesimlerinin ise düpedüz açlığa itilmesidir. Henüz 4-5 yıl önce Kuzey Afrika ve Latin Amerika’da en temel gıda fiyatlarının yüzde 50-100 arasında artmasıyla patlayan gıda isyanları, neoliberal kapitalizmin yarattığı tarımgıda krizi ve spekülasyonunun ne anlama geldiği hakkında bir fikir verebilir. Kuraklık ve spekülasyon, neoliberal kapitalizmin yıkıcı sonuçlarından yalnızca ikisidir. En az bunlar kadar korkunç olanı ise, neoliberal kapitalizmin, büyük tekelci tarım, gıda, market zincirlerinin işçi ve emekçilerin en temel, en yaşamsal beslenme ve su ihtiyaçlarını karşılama olanaklarını da tümüyle ele geçirmiş olmasıdır. İşçi ve emekçilerin en temel, en yaşamsal ihtiyaçlarıyla istediği Gıda ve bile su eylem ve gibi oynuyor olmasıdır. direnişlerine hazırlanalım. İşçi veKesilen emekçilerin en temel, en yaşamsal gıda her ağaç, yok edilen her ve su ihtiyaçlarıyla bile arasına dikilmesidir. İşçi ve emekçilerin en temel, en yaşamsal ihtiyaçlarını bile onları eze eze azami kara çeviriyor olmasıdır. “Yüksek politika” yapmayı, tam da neoliberalizmin buyurduğu gibi ekonomiyi, kitlelerin çalışma ve yaşam koşullarını kapsam dışı bırakmak sananlar, neoliberal kapitalizmin giyotininin artık en temel ve yaşamsal ihtiyaçlarımıza inmeye başladığının farkında mıdırlar? Su kesintilerinin olduğu il ve mahalle sayısı giderek artıyor. Su kesintisinin şimdilik olmadığı yerler de, çoğu baraj dibe vurduğu için daha sağlıksız su kullanabiliyor. “Suyu tasarruflu kullanın, damlatan musluklarınızı değiştirin” türünden kampanyalar sosyal medyada başlatıldı bile. Peki, su kesintileri neden hep işçi emekçi mahallelerinde, neden tasarrufu işçi emekçilerin yapması gerekiyor? Gıda fiyatlarında yükseliş yaz aylarında bile durmadı, önümüzdeki aylarda astronomik artışlar bekleniyor. O zaman da “gıdayı tasarruflu kullanma” kampanyaları mı açılacak, işçiemekçilere “çok yiyorsunuz daha az gıdayla idare etmeyi öğrenin” mi denecek? Türkiye’de işçilerin yüzde 50'si ancak yaşamını idame ettirebiliyor durumdadır. Yaygın kredi borçları gıdayı zaten asgariye bastırmaktadır.
Yoksulluk düzeyine göre yüzde 20-45 arası bir bölümü gıdaya bağımlı işçi ücretleri, gıda ve su kriziyle sarsılacak, ücretler üzerindeki basınç da artacaktır. Dahası, işçi ve emekçiler içinde gıda ve su krizinden en fazla etkilen ise emekçi kadınlar olacaktır. Burjuvazi, ücretlerimizi düşürdüğü bölgelerde tepkimizi Suriyeli göçmenlere yönlendirmeye çalıştığı gibi, gıda fiyatlarındaki büyük artış ve su kesintilerine karşı tepkimizi de köylülere yönlendirmeye çalışıyor. Hayır, tümünün sorumlusu sermaye egemenliği, sermayenin azami kar dehşetidir. Bizi taşeron köleliliğine mahkum eden, 12 saat çalıştıran, iş cinayetlerinde biçen kimlerse, doğayı, ormanları, su
havzalarını yağmalayan, gıdamızı suyumuzu kesen de onlardır. Bizi sömüren, en temel ihtiyaçlarımızdan bile yoksunlaştıran kimlerse, yönetenler de onlardır. Biz Gezi’de “ağacıma, ormanıma, suyuma, parkıma dokunma!” dedik. Çünkü biliyorduk ki sermaye efendilerinin gözü dönmüş bir kar ve iktidar hırsıyla yıkmak istediği sadece 3-5 ağaç değil, tüm bir yaşamımız ve yaşamı savunma direncimizdi. Biz Gezi’de “Gezi’nin tabanını işçiler oluşturuyor, devleşen kent sorununun da yıkılan doğa sorununun da asli muhatabı işçi sınıfıdır” dedik. Çünkü biliyorduk ki neoliberal kentsel dönüşümün de, doğa yıkımının da dönüp en ağır vurduğu ve vuracağı yine işçilerdi. Öyleyse şu “yeni” hükümete iyi bir karşılama töreni hazırlaması gereken de işçilerdir. Gıda fiyatları indirilmeli, artırılması yasaklanmalı. Tarım ve gıda ürünü istifçileri, spekülatörleri cezalandırılmalı. Sudan tasarrufu, sermaye yapmalı. Tarımda devlet tarafından karşılanacak damlama sulama teknikleri zorunluluğu getirilmeli. Tarım, su, orman havzalarına, yeşil alanlara inşaat yapılması yasaklanmalı. Gıda ve su eylem ve direnişlerine hazırlanalım. Kesilen her ağaç, yok edilen her yeşil alan, her termik ve hidroelektrik santralın açlık ve susuzluk demek olduğu bir noktaya geliyoruz. Antikapitalist doğa mücadelesini sınıf savaşımıyla bütünleştirelim. Kahrolsun banka, borsa, tekel egemenliği! Kahrolsun kan ve petrol içmekten su ve gıda sorunu nedir bilmeyenlerin devleti!
14
Merhumu nasıl bilirdiniz? işçi meclisi
Geçtiğimiz hafta Beşiktaş takımının “efsane” başkanlarından Süleyman Seba hayatını kaybetti. Ölümünün ardından en çok tartışılan konulardan biride Süleyman Seba’nın MİT çalışanı olduğu konusuydu. 1977-1984 yılları arasında MİT içerisinde resmi bir devlet görevlisi olduğu çokça yazıldı çizildi. Hatta tanıkların anlatımıyla Seba’nın emriyle işkence görenlerin varlığından bile söz edildi. Bu tanıklar ve onların yakınları sermaye devletinin, faşizm koşulları altında yaptığı işkencelerin bizzat uygulayıcısı olan Seba’nın yaptıklarını anlattı.
leri geçmiştir.
Bu üçgen artık (sermaye açısından değersiz olan Anadolu kulüpleri hala mafyaların kara para aklama alanıdır) dönüşmüştür. Yeni dönemde bu alanda direkt CEO’ların yer aldığı bir biçim değişikliği yaşamıştır. Siyaset de, devlet de, mafyatik örgütlenmeler de sermayeden bağımsız güçler değildir. Tam tersine sermayenin en çok kullandığı alanlardır. Bu dönüşümle sermaye dolaylı yoldan sağladığı bağı doğrudanlaştırmıştır.
Alaatin Çakıcı katilinin Seba’nın emri ile Beşiktaş Kulübü vizesi ile yurtdışına çıktığı da söylenenler arasında. Ayrıca Seba’nın kulübün başına geçtiği kongrede Çakıcı’nın adamları tarafından korunduğu gerçeği de artık sır olmanın dışına çıkmış durumda. Tuncay Özkan’ın kitabında bu meseleye dair oldukça ilginç veriler var.
Siyaset, mafya ve devlet üçgeninin 2000'li yıllara kadar subaşlarını tuttuğu, daha sonrasında büyük kulüplerin başlarına holding patronlarının geçtiği bir yerde temiz bir spor da olamaz. Futbol arsadan borsaya doğru uzanırken devletin biçimi değişir ve faşist diktatörlük çözülmeye başlarken, Seba (devlet), Ali Şen (mafyatik tüccar), Mehmet Ali Yılmaz (siyasetçi) üçgeni de çözülmeye başlamıştır. (Bahsi geçen isimlerin hepsi 1980 darbesinden sonra futbol kulüplerinin başına geçmiştir.) Sermayenin Türkiye’de rejim değişikliğine gitmesiyle birlikte bir dönem direkt burjuvazi tarafından kullanılan mafya, siyaset, devlet üçgeni de değişmeye başlamıştır. Sermayenin iştahını kabartan bu alana sermaye hızlıca dahil olmaya başlamıştır.2000'lerin başına kadar kontrgerilla faaliyeti yürüten unsurların devletin bağırsak temizleme operasyonuyla içeri tıkılmasının ardından kulüplerin başına da şirket sahip-
80 darbesiyle işçi ve emekçilere işkence yapılırken, insanlar zulüm içerisinde ezilirken işte bu “babacan” adam bu katliamları yapan kadrolardan biriydi. Seba’nın nasıl olur da “halkın” başkanı olduğunu söyleyebilirsiniz? Onun hiç bir yerde darbe döneminde yaptıkları yüzünden özür dilediğini, bu kirli ve karanlık geçmişiyle yüzleştiğini görmedik. Tam tersine Seba bir devlet sevici olmanın çok da ötesine geçememiş ve bir memur olarak yaşamını kaybetmiştir. Bu bağlamıyla sol içerisinden bile Seba’yı amalar, belkilerle kurtarmaya çalışanlar bir kez daha kendilerine gelmeli ve bu katilin hesabını soramadığımız için aslında üzülmelidir. Çarşı grubunun bu tarihle yüzleşmesi gerekmektedir. Gezi eylemlerinde taraftar gruplarını yere göre sığdıramayanlar Çarşı’nın bu yaşanan süreçteki tutumu karşısında “Ama Çarşı eleştirilmez” mi diyecektir? Cenaze töreninde söylendiği gibi Seba’nın bir barış adamı değil tam da dönemine uygun olarak bir sınıf savaşımının memuru olduğunu unutmamak lazım.
Bir MİT ajanının “babacan”, “halkçı” bir başkan olduğunu iddia etmek oldukça ilginç bir durum olsa gerek. Sosyal medya üzerinde de kendisine solcuyum diyen binlerce insan, bu ellerinden kan damlayan “babacan” katilin arkasından yas tutuyor. Bir futbol kulübünü bir patron şirketinden ayıran hiçbir şeyin kalmadığı, futbolun bir ticaret ve borsada hisse senedine dönüştüğü çağımızda ne yazık ki ne bir halkın takımı ne de 80 darbesinin hemen arkasından daha elindeki kan kurumadan göreve gelen bir başkan halkın başkanı olabilir.
oyunların oynandığı yıllardı. Dönemin politik atmosferiyle de ilişkili olarak futbol fanatizminin ya da futbol üzerinden milliyetçi söylemlerin çok da revaçta olmadığı dönemlerdi.
Bu yaşananlar, sermayenin her faşist diktatörlük rejiminde uygulamaktan çekinmediği 3F uygulamasının belki de çok açık bir analizinden başka bir şey ifade etmeyen bir durumdur. Askeri faşist darbenin hemen ardından ülkemizde uygulamaya konmaya başlanan neoliberal ekonomi politikaları ekseninde devletin mafya ile olan bağının herkes tarafından bilindiği kanısındayız. Özellikle 80 sonrasında mafyanın kara para aklama anlamında en çok kullandığı alanların başında futbol gelmektedir. Ankaragücü’nün Kenan Evren’in emriyle kümede bırakılması, daha sonra bir devlet kurumunun Ankaragücü’ne sponsor olması bu güçlü bağın işaretlerindendir.
Devletin Futbol İçindeki Temsilcisi Seba MİT emeklisi “sevimli” katil Seba işte tam da dönemine uygun olarak kitlelerin uyutulmasının en önemli araçlarından biri olan futbolun içerisinde en aktif rolleri almış, nasıl olmuşsa emekli bir memur bir işadamıyla girdiği yarışta kulübün başına geçivermiştir. Ve 16 yıl boyunca devletin futbol içindeki adamı rolünü sürdürmüştür. Seba görevi sermayenin memur atamasından başka bir şey ifade etmeyen bir kongreyle devralmıştır. 60'li yıllar futbolun bir zevk alma aracı niteliğinin henüz kaybolmadığı, sahada bile daha kolektif
Seba ile ilgili özellikle liberal sol çevrelerde onun MİT’le olan ilişkisini görmeden “iyi bir başkandı” söylemi oldukça yaygın bir söylemdir. Bu düpedüz Seba’nın kendisine sermaye tarafından verilen rolü görmemek anlamı taşır. Neymiş efendim Semra Özal Hanım davet vermiş Köşkte Seba kabul etmemiş, tabii ki etmeyecektir. Burjuvaların ve temsilcilerinin birbirlerine attıkları madiklerinde taraf tutmaya kalkarsanız savunduklarınızla çelişmek zorunda kalırsınız. Seba’nın davete gitmemesinin de alkışlanacak bir hareket olduğunu zannedersiniz. Sokaklarda futbol ile kitlelerin enerjisini boşaltmak o yıllarda sermaye için en önemli mesele olsa gerek? Ya da alt yapıyı birer para basan futbolcular deryasına çeviren sermaye yöntemlerini yere göğe sığdıramamak… Ya da o sürecin milli vurgularının üstünden atlayıp bir anda alt yapıyı keşfetti deyivermek… Seba deyince çok daha uzun ve kirli bir geçmiş ortaya konabilir. Ama dediğimiz gibi o babacan tavırlı katil bizi kandıramaz. Futbol deyince ve futbol emekçiliği deyince aklımıza bir isim geliyor. Metin Kurt, tam bir Futbol emekçisiydi. Sendikal bir mücadele için yaşamını yitiren efsane öldüğünde ağlamayanlar, cenazesinde olmayanlar, arkasında binlerce karanlık işle milyon dolarlarla ölen bir katili yere göğe sığdıramamaktadırlar. Bizim efsanelerimiz sevimli, babacan, duygusal katil Seba’lar değil, çelik iradeli, bildiği yolda yürüyen, işçi ve emekçilerin sınıfsal çıkarlarından hareket eden Metin Kurt’lardır. Yazımızı Metin Kurt’un sözüyle bitirmek istiyoruz. Biz komünist gençler olarak futbolun bu karanlık yüzünü teşhir edeceğiz. Ve Metin Ağabey’in de dediği gibi “Futbol borsada değil arsada güzeldir” diyeceğiz ve daima bunu savunacağız.
Ferguson’dan Gezi’ye, Enternasyonel’e
15
işçi meclisi
Gencecik bedenlerin sokak ortasında infazlarına, barışçıl gösterilerde dahi silah kullanan polise, her geçen gün yüzlerce işçinin patronlar tarafından katledilmesine, emeğin çalınmasına, kadınların ataerkil kapitalist düzende köleleştirilmesine, cinsel yönelimden dolayı birey ve toplulukların itibarsızlaştırılmasına, Şengal’den Filistin’e, Gezi’den Ferguson’a tekelci kapitalist sermaye diktasına karşı komünizme doğru ileri diyebilecek bir Enternasyonel’e! ABD’nin Missouri eyaletinin Ferguson şehrinde 9 Ağustos akşamı 18 yaşındaki Michael Brown adlı siyah gencin polis tarafından öldürülmesiyle birlikte kasaba çapında başlayıp yaklaşık 100 şehri saran bir isyan yaşanmaktadır. Sadece %3’ü dışında tamamına yakının beyazlardan oluştuğu Ferguson’daki polis teşkilatının siyahlara karşı gizli-açık ırkçı uygulamalarını sistematikleştirerek sürdürmesinin bir sonucu olarak Michael Brown’u da 2’si kafa bölgesine olmak üzere 6 kurşunla katletmiştir. Ferguson’da yaşayan kişiler, devletin bilinçli bir şekilde böyle bir yapılanmayı tercih ettiğini söylemektedirler. Yarım asırdan bu yana vatandaşlık tanımı içerisinde haklara kavuşan Afro-Amerikalılara karşı polisin bu tutumu yasalara rağmen değişmeyen birçok şeyin olduğunu göstermektedir.
isyan çanları çalıyor Michael Brown’un ölüm haberi için basın toplantısı düzenleyen Missouri Valisi Jay Nixon yaptığı açıklamalarla Michael Brown’un hırsızlık yaptığını iddia ederek algı operasyonuyla katil polis Darren Wilson’ı aklayıp, cinayetlerini meşrulaştırma yoluna gitmeye çalışmıştı. Ferguson halkı sokaklara çıkarak Vali’yi ve polisi protesto gösterilerine başlayınca, Vali bu iddiasından çark ederek katil polisin ismini saklamaktan da vazgeçmek zorunda kaldı.
asker donanımlı kolluğa karşı geri atmamış Ferguson halkı da hukuksal süreç işletilmeye başlandığı için bu günlerde biraz daha sakinleşmiş görünüyor. Ama bu bir uyku hali, korku, geri adım ya da geriye çekilme değil, tam tersine daha güçlü bir isyanın nadasıdır. Her şehir, iki şehirdir. Ferguson şehrinin %70’e yakını ve geneli işçi sınıfından olan siyahlardan olmaktayken, geri kalan ise kuzey bölgesinde yaşayan geliri daha yüksek olan beyazlardan oluşmaktadır.
Enternasyonel ihtiyacının Yakıcılığı
ABD Başkanı Obama’yı rahat uyutmayan gösteriler için Obama sukünet çağrısı yapıyor, ailenin acısını bahane ederek gösterilerin öncü kitlelerine provakatörler diyor, polislerin ağır askeri silah kullanımıyla
ilgili kamuoyu önünde hümanistlik yapıyor, adalet bakanının şehre gelip inceleme yapacağını vaad ediyor, burjuva yönetişim kanallarının tümünün kullanılacağına dair sözler veriyordu. Diğer yandan ise vali ulusal muhafızları davet ediyor, askeri teçhizatın fazlasının polise devredilme programından bu yana 4,3 milyar dolarlık teçhizat teslim alan polis şiddetine devam diyordu. Şehrin en merkezi caddesini günlerce trafiğe kapatan, polis görünümlü
dir. Obama’nın açıklamalarından, güvenlik denetlemesi için gelen siyah görevli Ron Johnson’a kadar ABD’nin yönetim mekanizmalarında afro-amerikan denilen siyah kişiler bulunmaktadır. Bir yandan kitlesel bir şekilde ırksal tüm ayrımcılığı yaşatmaktan çekinmeyen kapitalist neoliberal devlet diğer yandan bireylere doğru çözüp ödüllendiren devlet. Ferguson halkının isyanında sokaklar ten rengine göre değil, yaşamdaki maddi konumuyla belirlenmiştir. NBA eski yıldızlarından Kareem Abdul-Jabbar’ın da dediği gibi Ferguson’da yaşananlar, ırk savaşı değil sınıf savaşıdır.
Şehrin ortadan ikiye yarıldığını görebilmekteyiz. Siyahların mahkum edildiği hayat, işsizlik, ücretli köleliğin en geri biçimi, geleceksizlik, sokak ortasında kolluk tacizi, işkencesi ve ölüm. Eşit yurttaşlık temelinde gelişmeyen burjuva bir toplum paradigması çelişkileriyle bu şehirde de dibine kadar yaşanmaktadır. Sokak ortasında infaz edilen 18 yaşındaki gencin ölümü öfkenin, itibarsızlaştırılmanın kabına sığmayarak taşmasıdır.
Her Ulus iki Ulustur Şehirdeki isyan büyüyerek Detroit, Los Angeles, Washington, Chicago, New York, Miami ve Phoenix başta olmak üzere yüzden fazla şehirde baş gösterdi. Sistemin sokaklardan şiddeti eksik etmemekle birlikte burjuva demokrasisinin yönetim mekanizmalarını da kullanarak sokakları susturma çabası iki yönlü bir şekilde devam etmekte-
Kitlesel isyanların ortaya çıktığı yerler düşünüldüğünde; Arap Yarımadası, Kuzey Afrika, Ortadoğu, Avrupa, Amerika… dünyada neredeyse tekelci kapitalizmin pazar haline getirmediği yer kalmıyor. Küresel tekelci kapitalizmin azami kar elde edeceği, sermaye biriktireceği istikrarlı bölgeler bir bir sokak gösterileriyle istikrarsızlaşıyor. Burjuvazinin, BM, IMF, OPEC, G-8, G-20, NATO vs. gibi ekonomik, siyasal, askeri, küresel örgütlenmesi varken, biz işçi ve emekçilerin çıkarlarımız için enternasyonel çapta bir örgütlülüğe olan ihtiyacımız yakıcılaşmıştır. Gencecik bedenlerin sokak ortasında infazlarına, barışçıl gösterilerde dahi silah kullanan polise, her geçen gün yüzlerce işçinin patronlar tarafından katledilmesine, emeğin çalınma-
sına, kadınların ataerkil kapitalist düzende köleleştirilmesine, cinsel yönelimden dolayı birey ve toplulukların itibarsızlaştırılmasına, Şengal’den Filistin’e, Gezi’den Ferguson’a tekelci kapitalist sermaye diktasına karşı komünizme doğru ileri diyebilecek bir Enternasyonel’e!