Kobanê direndi, devlet kaybetti! Türk devleti, sınırlarının dibinde iki (biri resmi, diğeri fiili) özerk Kürt
bölgesi varken ve bunları (resmen veya fiilen) tanımak zorunda kalırken, içeride Türkiye Kürtlerinin özerkliğine dair en ufka bir kırıntıyı dahi tanımamak giderek zorlaşıyor. Sonuç açık: Türk devleti ve hükümeti kaybetti. ABD baskısı önünde eğildi. Kobanê konusunda “geri bastı”. Laf ebeliği ne kadar sürdürülürse sürdürülsün, literatüre “tırsak kabadayı” sözünü kazandırdıklarıyla kaldılar. '' 8-9
yaşasın
sosyalist
işçi demokrasisi Sayı: 51 Kasım 2014 1 TL
KAÇAMAYACAKSINIZ!
Madenci anıtı önünde oturma eylemi Ankara’da Devrimci Proletarya ve Ostim İşçi Sağlığı Meclisi’nden işçiler ve aktivistler Madenci anıtı önünde Karaman-Ermenek’te madene gömülen işçiler için oturma eylemi başlattı. Karaman-Ermenek, taşeron ölüm demek! Katil sermaye! Kahrolsun ücretli kölelik düzeni! "7
Yeni Türkiye: Karanlık Bir Gelecek
Kapitalist cumhuriyetiniz dikişleri her tarafından patlayan, ilmek ilmek çözülen bir sömürü sistemidir artık. Bir cinayet sisteminde yaşıyoruz. Ermenek, Soma’nın devamı: “Bırakınız patronlar geçsin, bırakınız işçiler ölsün” sistemi bu. Adına neoliberalizm deniyor. Kapitalizmin bugünkü aşamasında işçiler işsizlik ile ölüm tercihleri arasında seçim yapmak zorunda bırakılıyor. Ölüm olasılık çünkü; işsizlik ve açlık ise kesin! Her toplu işçi ölümünden sonraysa göstermelik “suçlu kim?” arayışları başlıyor. İşçiler örgütsüzse suçun işçiye atılması kolay:
“Bizim işçimiz cahil, bizde iş güvenliği kültürü yok”. Bu bahane artık iş yapmaz hale gelince “denetim sistemini iyileştirelim, yurtdışından iş güvenliği satın alalım.” O da olmadı hükümetin bu aralar yaptığı gibi suçu tek tek açgözlü patronlara atalım. Tepkiler bununla da dinmeyince, biz bastırdıkça işçilerin sivrisinekler gibi öldürüldüğü bu sistemi korumak için yarın biliyoruz hükümetler de değiştirilmek zorunda kalacak. Yeter ki kapitalist sistem sürsün, yaşamların parayla alınıp satıldığı bu hayat, bu sömürü düzeni devam etsin. Alçak herifler!
İşçi sınıfının “irade güvencesi” sorunu Kritik seçim süreci ve 17 Aralık krizi nedeniyle, hükümet Ulusal İstihdam Stratejisinin ana maddelerini ertelemek zorunda kaldı. Soma madenci katliamı ardından, “madencilerin çalışma ve sağlık koşullarını iyileştirme, taşeronlara yeni haklar” yalanlarıyla Ulusal İstihdam Stratejisi yeniden gündemleştirildi. Cumhurbaşkanı seçimlerinden sonra kurulan yeni hükümetin ilk işlerinden biri, Ulusal İstihdam Stratejisinin bir dizi alt maddesini torba yasa içinden geçirmek, asıl büyük saldırıların da ucunu açmak oldu. "3
Birleşik, militan bir mücadele hattıyla ancak bugünki özgürlük ve demokrasi talepleri karşılanabilir. Gezi Direnişi uykularını kaçırmıştı, Kobane serhıldanı kabuslar görmelerini sağladı. İkisinin birleşik, militan, devrimci, sosyalist bir kanalda birleşmesi, ortaya çıkacak sinerji nelere kadir olur, varın onu da siz düşünün, hayal edin!… " 10
Kobanêgrad Faşizmin yenilgisi dişe diş bir mücadeleyle Stalingrad’ da başlamış ve arkası çorap söküğü gibi gelmişti. Kürt halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesinin eşiği şimdi Kobané’ dir. Kobané Kobanégrad olup, IŞİD ve tüm destekçilerini yendiğinde özgürlük ve demokrasinin kapıları da açılacaktır. " 12
2
işçi meclisi
AKP’nin sınıfsal özü ve Kobanê Eylemleri
AKP uysal bir Kürt halkı istemektedir. Direnmeyen, biat eden, ne verilirse onu kabul eden, sisteme entegre olmuş bir halk istemektedir. AKP’nin Kürt halkının üzerinde estirdiği terörün kaynağında Ortadoğu’da canlandırmayı düşlediği yeni Osmanlı rüyasının bozulmaması, Şam’da namaz kılma hayalleri vardır. Bütün çelişkileri ile yıkılmayı bekleyen sermaye sisteminin Türkiye’deki siyasi temsilcisi AKP iktidarı, onca çelişki yumağına rağmen işçi sınıfı kendi kaderini ellerine almayı seçene kadar şimdilik nefes almayı sürdürüyor. Burjuva sistemin temel çelişkisi emek sermaye çelişkisidir. Sistem içerisindeki bütün çelişkiler bu ana çelişki üzerinden gelişir. Pekala öyleyse nedir bu emek sermaye çelişkisi dediğimiz şey? Emek, üreticinin (işçinin,emekçinin) üretim araçlarını kullanarak yarattığı metaları (malzemeleri) var eden işgücüdür, çalışanın hünerleridir ve satmadan yaşayamayacağı şeydir. Sermaye, işçinin emeği üzerinde gelişen işçiye yani toplumun çoğunluğuna ait olmayan bir avuç zenginin varlığıdır. Zengin sınıf sermaye birikimini arttırabilmesi için olabildiğince işçinin emeğini ucuza almanın (asgari ücretle ve onun altında çalışanlar, staj sömürüsü örneğin), güvencesiz çalıştırmanın (Soma maden katliamı örneğin, ayda yüzlerce yaşanan işçi ölümü örneğin) yollarını her zaman arayacak, emek sahibi işçi sınıfı ise emeğini daha değerli bir ücret karşılığı satmanın, daha insanca koşullarda çalışmanın ve yaşamanın yollarını (grevlerle, eylemlerle örneğin) arayacak. Bu çelişki kapitalizmin doğal çelişkisidir ve kapitalizmi yıkacak çelişki yine bu temel çelişkidir. Bunun yanı sıra sermaye sınıfı; üretim araçlarını elinde bulundurup, işçi sınıfının üzerinde kurduğu egemenliği sağlamlaştırmak, sonsuz kılabilmek için devlet, polis, ordu, yasa, sarı sendika, işsizlik, geleceksizlik gibi baskı mekanizmalarını kullanır. Emek-sermaye çelişkisini anlatmamın nedeni; bir toplumda varolan yaşamın temelinde maddi alt yapının yatmasıyla ilgili. Maddi alt yapı o toplumun üst yapısını (sanat, din, siyaset, yaşam tarzı, hukuk, yasalar vesaire) belirler. Paraya dayalı bir sistem olan kapitalizmde insan emeği özgür değildir. İnsan emeğinin özgür olmadığı, üretim ilişkilerinin sömürüye dayalı olduğu, toplumun kanını emen bir sınıfın varolduğu bir sistemde
haliyle insan siyasette, sanatta, dinde de özgür olmayıp hepsi egemen sınıfın elinde birer sömürü araçları haline dönüşür. Kapitalist toplumun egemen sınıfı olan burjuvazi, tarihteki tüm sömürücü sınıflar gibi tutarsız bir sınıftır. Tutarsızlığı sömürücülüğünden, insan emeği üzerindeki asalaklığından gelir. Girişimizi yaptıktan sonra esas konumuza dönecek olursak yazının konusu Kobanê eylemlerine AKP’nin saldırısıdır. Bütün burjuva iktidarları gibi AKP’nin de ayakta kalabilmesi için militarizme, polise, devlete, çetelere ve çeşitli baskı mekanizmalarına ihtiyacı vardır. Bu baskı ve şiddet mekanizmasına ‘makro şiddet’ denilebilir. Bahsedilen şiddet mekanizması; sistemi değiştirmek, sistemin önünü tıkamak ya da sisteme aykırı davranmak isteyen her kesime (başta işçi sınıfı) olmak üzere uygulanır. AKP’nin Kürt düşmanlığı Kürt halkının Kürt olmasından değil burjuva sistemin işleyişine uygun olmayan bir siyasi yol izlemesinden, direnen bir halk olmasından kaynaklanmaktadır. Sermayenin dini, ulusu, vatanı yoktur, sermaye bir bütündür ve bir bütün olarak ne kadar direnen odak varsa bir olur, hepsi birden o odağa o dinamiğe saldırır. (Dünya genelinde emperyalizmin çeşitli ittifakları ülke içinde ise burjuvazinin dinci-laikseküler-kemalist kanadının gerektiğinde bir araya gelebilmesi bunun için uygun birer örneklerdir.) AKP’nin, Kobanê eylemlerine faşizan saldırıları, TC’nin temelinde yatan burjuva sınıfın şiddet mekanizmalarının halen diri olduğunu bir kez daha göstermiş oldu. Sivilleşme, askeri vesayetin ortadan kaldırılması gibi süslü laflar kuran AKP kendince “ileri demokrasi”, “yeni Türkiye” olarak tarif ettiği iktidarı dönemiyle bir zamanlar tebrikler yağdırdığı Kenan paşasının 12 Eylül dönemi
arasına çizgi koyup karşıymış gibi bir pozisyon almaya çalışıyor. Ancak 12 Eylül’e karşı olmadığını, 12 Eylül’ün sürdürüsücü olduğunu Gezi Direnişi’nde, Roboski’de, ‘terör’ kapsamında içeride tutulan insan sayısında, sansüre uğrayan twitter, youtube, gazeteler örneklerinde, ağzını açanın işinden, okulundan ya da gazetesinden olduğu çoğu örnekte onlarca kez gördük ve son olarak 12 Eylül uygulamaları Kobanê eylemlerinde birçok ilde OHAL ilan ederek, sokağa çıkma yasağı koyarak, onlarca insanı katlederek, çeteleri sokağa salarak tekrar kendini somutlamış oldu. AKP uysal bir Kürt halkı istemektedir. Direnmeyen, biat eden, ne verilirse onu kabul eden, sisteme entegre olmuş bir halk istemektedir. AKP’nin Kürt halkının üzerinde estirdiği terörün kaynağında Ortadoğu’da canlandırmayı düşlediği yeni Osmanlı rüyasının bozulmaması, Şam’da namaz kılma hayalleri vardır. AKP bir burjuva iktidara yakışır bir şekilde halk düşmanlığını göstermektedir. Bizler de emekçi halklara yakışır bir şekilde burjuvalara öyle istedikleri gibi üzerlerimizde tepinemeyeceklerini göstermeliyiz! Yaşar K.
İşçi Meclisi - Yerel Süreli Siyasi Dergi - Sayı: 51- Fiyat: 1 TL Pina Basım Yayım San. ve Tic. Ltd. Şti. adına sahibi Hüseyin Kezik Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ali Filizler Adres: İstiklal Caddesi Balo Sk. No: 32 Kat. 2 Daire No: 8 Beyoğlu/İstanbul Tel: 0 212 244 56 70 Hesap No: İş Bankası Koca Mustafapaşa Şubesi 1105 0792812 Baskı: Özdemir Matbaası Adres: Davutpaşa Cad. Güven Sanayii Sitesi C Blok No:242 Topkapı/İstanbul Tel: 0212 577 54 92
3
işçi meclisi
İşçi sınıfının “irade güvencesi” sorunu
İşçi sınıfı yalnız acı çeken değil mücadele eden sınıftır. En devrimci, küçük burjuva devrimciliğinin burjuva demokratizmi içinde eriyip gittiği yerde, tek devrimci sınıftır. Burjuvazi işçi sınıfını etkisizleştirmek ve daha çok artıdeğer sızdırmak için paket üstüne paket açarken, safları yeni işçileşen kesimlerle durmaksızın genişleyen işçi sınıfının direnişleri ve örgütlenme girişimleri de yeniden canlanmaya başladı. Burjuvazinin “yeni” hükümetinin ilk işlerinden biri “ulusal istihdam stratejisi” kapsamında 50 kadar maddeyi içeren torba yasayı geçirmek oldu. İşçi sınıfına yeni esneklik, güvencesizlik saldırılarını içeren yeni kanun ve kanun hükmünde kararnamaler 11 Eylül’de yürürlüğe girdi. Bu, 2008-9 krizinden itibaren, biri kısmi anayasa değişikliği referandumu, 3'ü torba yasalarla geçirilen, “ulusal istihdam stratejisi” kapsamındaki 4. saldırı paketi. Daha yıkıcı bir 5. paket ise, genel seçim sonrasını bekliyor. Hükümetin açıkladığı Orta Vadeli Program (2015-17), “ulusal istihdam stratejisi”nin geriye kalan en dehşetli maddelerini kapsıyor. Yine bitmiyor. Zaten “ulusal istihdam stratejisi”, en az iki yılda bir güncelleştirilerek, bir yanda daha düşük ücretli, esnek, güvencesiz, despotik aşırı çalıştırmayı, diğer yanda işsizliği durmaksızın genişletmeyi öngörüyor.
Önceki paketlerden hatırlatmalar Ulusal İstihdam Stratejisi kapsamında 2009 yılından itibaren çok sayıda düzenleme yapılmaktadır. “Kısa dönemli çalışma programı”, “Toplum yararına çalışma programı” gibi 6-9 aylık geçici, asgari ücretli çalıştırma biçimleri İl Özel İdarelerinden fiilen Organize Sanayi Bölgelerine yaygınlaştırıldı. İşe alımlarda patronlara sigortasız çalıştırıp işten atma olanağı veren “deneme çalışması” uygulaması genişletildi. Turizm gibi sektörlerde fazla mesailerin zamlı ödenmesi kaldırıldı. Kadınların, gençlerin düşük ücretli güvencesiz çalıştırılması patronlara vergi-prim indirimi teşviği kapsamına alındı. İşsizlik sigortası fonu, hükümet ve patronların yağmasına açıldı. İşverenlerin “ücret dışı maliyetlerini azaltma” adı altında çalıştırdıkları işçilere dönük sigorta primi, işçi sağlığı ve güvenliği, kreş, giderek işçi servisi, yemek gibi yükümlülükleri resmen ya da fiilen kaldırılmaya başlandı. Kadınların, çocukların ağır ve tehlikeli işlerde çalıştırılması yasakları gevşetildi. Kamuoyunda “çocuk işçiler ve çocuk gelinler yasası” olarak bilinen eğitimde 4+4+4 sistemi getirildi. Staj, proje, intörn gibi adlar altında cep harçlığına öğrenci emeği sömürüsü hızla genişletildi. İşçi kiralama yetkisi olmayan Özel İstihdam Büroları bu yetkiyi fiilen kullanmaya başladılar. KOBİ’lerde 12 saatlik işgünü hızla yaygınlaştı. Muvazaalı (hileli) taşeronluk uygulamaları, taşeron şirketler-
de işçileri aylar boyunca ücretlerini ödemeden ve sigortalarını yatırmadan çalıştırma uygulamaları yaygınlaştı. Madencilikte rözadans sistemi genişletildi. Taşeronluk ve iş cinayetlerinin en yoğun olduğu inşaat sektörüne olağanüstü teşvikler verildi. Başta öğretmenler olmak üzere kamuda personel
alımı azaltıldı. Vasıflı, eğitimli mesleklerde ve kamuda mesleki yeterlilik ve performans uygulamaları yaygınlaştırılmaya başlandı. Kamuda 4-C ve benzeri hak gaspına dayalı çalıştırma kapsamı genişletildi. Sicil yerine disiplin kavramı getirilerek, terfiler disiplin cezası almamış olmaya bağlandı… Bunaldınız mı? Daha yeni başladık! Bunlar daha 2009-2011 dönemindeki Ulusal İstihdam kapsamında yapılan düzenlemelerin bazı çizgileri. Bir çok işçi arkadaşımız “ulusal istihdam stratejisi”nin, bu yasa ve düzenlemelerin ne olduğunu bilmiyor olabilir. Ama sonuçlarını çok geçmeden en ağır biçimde yaşamaya başladık. Soma’yla, Mecidiyeköy’le yaşadık, işçi katliamları ve meslek hastalıklarında patlamayla yaşadık, ücretlerin düşmesi borçların artmasıyla yaşadık, 12 saat çalışmanın hızla yaygınlaşmasına karşılık fazla mesailerin ödenmemesiyle yaşadık, hem çalışma hızının hem çalışma sürelerinin artmasıyla yaşadık, artan hak gaspları ve daha kolay işten atılmakla yaşadık, bir çoğumuz yılda birkaç kez yeniden iş aramak zorunda kalarak yaşadık…
Son torbada neler var 2013 yılında, hükümet Ulusal İstihdam Stratejisinin en sivri uçları için yeniden nabız yoklamaya başladı. Kıdem tazminatı hakkının fona devredilerek eritilmesi, kadınlara güvencesiz çalışma & 3 çocuk dayatması, taşeronluğun esas işlere doğru genişletilmesi, kiralık işçi şirketlerinin yetkilendirilmesi, evden çalışma, uzaktan çalışma, kısmi zamanlı çalışma, bunlar arasındaydı. Kritik seçim süreci ve 17 Aralık krizi nedeniyle, hükümet Ulusal İstihdam Stratejisinin ana maddelerini ertelemek zorunda kaldı. Soma madenci katliamı ardından, “madencilerin çalışma ve sağlık koşullarını iyileştirme, taşeronlara yeni haklar” yalanlarıyla Ulusal İstihdam Stratejisi yeniden gündemleştirildi. Cumhurbaşkanı seçimlerinden sonra kurulan yeni hükümetin ilk işlerinden biri, Ulusal İstihdam Stratejisinin bir dizi alt maddesini torba yasa içinden geçirmek, asıl büyük saldırıların da ucunu açmak oldu. 11 Eylül 2014'te resmileşen yeni paket ile: Daha düşük asgari ücretle çalıştırma, 16 yaştan 18 yaşa çıkarıldı. Böylece asgari ücretin 3'te biri ile 3'te ikisi ücrete çalıştırılacak çocuk işçilerin sayısı 250 binden 1 milyon 250 bine çıkarıldı. Kiralık işçi şirketlerine yetkinin ucu, 3 artı 3 aylık çalıştırma ile açıldı. Kamuda “kadro yetersizliği” durumunda asıl işin de taşerona verilebileceği hükmüyle taşeronluğun asıl işlere girmesinin de ucu açıldı. Patronların rahatsız oldukları bir konu da, yaygın muvazaalı taşeron uygulamalarında, taşeron işçilerin yargı yoluyla geriye dönük haklarını alabilmeleri ve kadrolu olarak işe geri dönmeleri hükmüydü. Yargıda birikmiş, çoğu işçi lehine sonuçlanan, yüzbinlerce taşeron işçinin milyarlarca lira alacak davası vardı. Yeni paket işçinin geriye dönük alacaklarını da budayıp kadrolu olarak işe geri dönme olanağını ortadan kaldırıyor. Yeni işe alımlarda “deneme süresi” de 2 aydan 4 aya çıkartılıyor. Engelli çalıştırma yükümlülüğü esnetiliyor.
Torba yasa iş cinayeti patlaması karşısında bırakalım önlem almayı, mevcut sözde “iş güvenliği” yasasının kapsamını da daraltıyor. Hava, deniz ve seyrisefer halinde çalışan işçiler, “uluslar arası rekabet” gerekçesiyle iş güvenliği kapsamından çıkarılıyor. Kamuda çalışan üst düzey yöneticiler dahil kamu işçilerinin istendiği zaman görevden alınabilmesi ve sürülmesi düzenleniyor, yargıyla da eski işine geri dönme yolu kapatılıyor. Madde belediye işçileri ve kamuda çalışan taşeron işçileri de kapsıyor. Maden işçiliğinde vaat edilen “iyileştirmeler” ise tabii ki fare doğurdu. Rödovans/özelleştirme, taşeronluk sistemi kaldırılmadı. İşçi sağlığı ve güvenliği ile ilgili hiç bir düzenleme yapılmadı. Haftalık çalışma saatini 36 saate düşürme vaadi, yeniden 45 saate çıkarma biçiminde sonuçlanıverdi. Buna göre maden patronları yeraltında işçiyi 6 saat, yerüstünde de 1.5-2 saat çalıştırabilecek. Kaldı ki madenlerde fazla mesai, yine serbest bırakıldı. Maden işçilerine en az 2400 lira ücret vaadi de, o da yalnız linyit ve taş ocaklarında asgari ücretin iki katına düşürüldü. İş cinayetinde ölen maden işçilerine yüksek tazminat hükmü de yine belirsiz bırakıldı. Üstelik yeni düzenlemelerin uygulamaya geçmesi de gelecek yıla bırakıldı. Maden patronları 6 bin işçiyi işten çıkartarak, Soma katliamı karşısında sıkışan hükümetin gözboyama vaatlerini kolayca bloke ediverdi. Şimdi aynı süreç, inşaat sektöründe yaşanıyor. Bunaldınız mı? Daha bunlar ne ki? Ulusal İstihdam Stratejisinin dibi yok. Eylül 2014 paketinin işçiler üzerindeki yıkıcı sonuçları da, taşeronluğun esas işlere girmesi, taşeron işçilerin geriye dönük alacaklarının budanması, hileli taşeronluk, kiralık ve 4 aylık geçici işçi çalıştırmanın yaygınlaştırılması, kamuda muhalif memurların sürülmesi, hava ve deniz işkollarında iş cinayetlerinin artması ile önümüzdeki yıllarda kendisini gösterecek.
Orta Vadeli Program (2015-2017) Burjuva hükümet, genel seçimlerin hemen ardından 5 yıldır torba yasalarla yarıladığı ve önünü tamamen açtığı Ulusal İstihdam Stratejisinin en yıkıcı vuruşlarını yapmaya hazırlanıyor. Orta Vadeli Program, Ulusal İstihdam Stratejisinin işçiler için en yıkıcı ve esas saldırılarının tamamını kapsıyor. Ulusal İstihdam Stratejisindeki “ulusallık” tabii lafın gelişi. Bu, küresel mali oligarşinin küresel planda eşgüdümlü uyguladığı saldırı programıdır. İMF, Dünya Bankası, Avrupa Birliği, G-20 yönergelerinin tamamı, en kapsamlı yeni esnek, güvencesiz, sağlıksız, despotik çalışma düzenlemelerinin bir an önce çıkarılmasını dayatmaktadır. Eylül ayında, Türkiye burjuvazisi ve hükümetinin
4
işçi meclisi
de bileşeni olduğu G-20 zirvesinde, 20 ülkenin çalışma bakanları salt “ulusal istihdam stratejileri”ni eşgüdümlemek ve küresel planda eşgüdümleme gündemiyle ayrıca toplandılar. G-20 paralelinde toplanan B-20'nin (her ülkenin TÜSİAD gibi büyük sermaye örgütlerinin zirvesi) temel gündemi de yine küresel istihdam stratejisinin eşgüdümlü uygulamasının hızlandırılmasıydı. Küresel mali oligarşik esneklik ve güvencesizlik programının Türkiye ayağını da, diğer tüm üst kurulları bünyesinde toplayan, hükümetle birlikte TÜSİAD, TOBB, MÜSİAD, YASED’in de doğrudan yer aldığı YOİKK (Yatırım Ortamını İyileştirme Koordinasyon Kurulu) planlayıp yürütmektedir. Orta Vadeli Programda yeralan Ulusal İstihdam Stratejisinin bazı maddeleri şöyle: Kiralık işçi şirketlerine özellikle kadınların, gençlerin, Kürtlerin, engellilerin, göçmenlerin, kırsal kesimdeki yoksulların en düşük ücretli ve en güvencesiz biçimde çalıştırılması için tam yetkili kılınması ve hızla yaygınlaştırılıp teşvik edilmesi. Kıdem tazminatı hakkının fona devredilerek eritilmesi ve yağmalanması. Kamuda ve esas işlerde taşeronluğun yaygınlaştırılması ve kolaylaştırılması. Kadınlara güvencesiz istihdam & 3 çocuk dayatması paketi. Ücretlerin, çalışma koşul ve mevzuatının ve eğitimin bölgelere ve sektörlere göre farklılaştırılması. Yani yalnız bölgesel asgari ücret değil, bölgesel ve sektörel ücret, mevzuat ve eğitim. Kısmi zamanlı çalışma, uzaktan çalışma, çağrı üzerine çalışma, evden çalışma gibi yeni esnek, güvencesiz çalıştırma biçimlerinin yaygınlaştırılması. Kamuda kısmi zamanlı çalışma ve ödünç
memurluk. (Ödünç memurluk ilk kez Kayseri’de, bazı öğretmenlere Cezaevinde zorla gardiyanlık yaptırılmaya kalkışılmasıyla gündeme gelmişti. Bu gibi uygulamaların resmileşmesi.) Orta Vadeli Program kapsamında, doğrudan iş yasasıyla ilgili görünmeyen, fakat aslında Ulusal İstihdam Stratejisi kapsamında olan pek çok başka “dönüşüm programı” da var. Örneğin “İstanbul’un Uluslar arası finans merkezi olması”, “sağlık turizminin geliştirilmesi” maddeleri finans ve sağlık işçileri açısından esnek, güvencesiz, aşırı çalıştırmayı genişletecek. Örneğin “ailenin ve dinamik nüfus yapısının korunması” maddesi, kadınları evden güvencesiz çalışma ve çok çocuk yapmaya zorlamanın bir başka ifadesi. Örneğin özelleştirme programı, limanlardan ulaşım ve enerjiye dev çaplı yeni bir özelleştirme, işten çıkarma ve taşeronlaştırma dalgası öngörüyor. “Kayıt dışılığın azaltılması” maddesi, özellikle tarımda ve küçük işyerlerinde de kiralık işçi şirketlerinin yaygınlaştırılması anlamına geliyor. Yeni YÖK yasası da, aynı şekilde, öğrencilerin çalıştırılmasının yaygınlaştırılması, öğretim üye-
leri ve asistanların da kiralık işçi bürolarına bağlanması, güvencesiz, taşeron çalıştırılması anlamına geliyor. Bunaldınız mı? Söyledik, Ulusal İstihdam Stratejisinin, ya da biz işçiler açısından Küresel köleleştirme Stratejisinin dibi yok. Her paket daha dehşetli neoliberal despotik çalıştırma biçimleri, daha yıkıcı yeni işçileştirme dalgaları, daha aşağılayıcı, daha ezici, daha tüketici modern kölelik biçimleri getiriyor. Nereye kadar?
Nereye kadar? İşçi sınıfı yalnız acı çeken değil mücadele eden sınıftır. En devrimci, küçük burjuva devrimciliğinin burjuva demokratizmi içinde eriyip gittiği yerde, tek devrimci sınıftır. Burjuvazi işçi sınıfını etkisizleştirmek ve daha çok artıdeğer sızdırmak için paket üstüne paket açarken, safları yeni işçileşen kesimlerle durmaksızın genişleyen işçi sınıfının direnişleri ve örgütlenme girişimleri de yeniden canlanmaya başladı. Son 5 yılda her yıl bir öncekinden daha fazla sayıda, daha önemli direniş yaşanmaya başladı. Yalnızca 2013 yılında 500 işyeri temelli direniş yaşandı. Tekel, Antep tekstil, Mersin Liman, Metal, Ulaşım, Yatağan, Greif gibi önemli işçi direnişleri birbirini izledi. Büyük sanayi işçilerinin direnişleri, yeniden canlanmaya başladı. Taşeron, güvencesiz işçi direnişlerinde ciddi bir artış yaşandı. Bilişim, hizmet sektörü, beyaz yakalı işçiler, mağaza işçileri gibi yeni işçi kitlelerinde direnişler ve örgütlenme girişimleri de kendini hissettirmeye başladı. Sorun işçi sınıfının gelişen mücadele kapasitesinde değil. Biraz siyasal veya sendikal bir öncü elin değdiği her yerde, hangi işçi alanı ya da kesimi olursa olsun, işçilerin toparlanması, yeni örgütlenme girişim ve direnişlerin ortaya çıkması gecikmiyor. Fakat sorun işte tam da burada. Stratejik, hedefli, örgütlü, enerjik, soluklu, azimli sınıf çalışması yürüten öncü sendikal ve siyasal güçlerin çok çok sınırlı olmasında. Geleneksel, işçi sınıfının hiçbir ihtiyacına yanıt vermeyen, bürokratik sendikaların durumu zaten belli. 2013'te Ulusal İstihdam Stratejisinin en sivri dişleri gündemleştiğinde, bunları onaylayan Hak-İş ve Türk-İş kılını bile kıpırdatmadı. DİSK ise göstermelik bir kampanya yürütüp, kıdem gaspı şimdilik ertelenince hemen son verdi. Küresel kölelik stratejisinin geçtiğimiz aylarda geçirilen yeni paketi konusunda, Orta Vadeli
Programla göstere göstere gelen katmerli kölecilik saldırıları karşısında tüm yaptıkları bir iki basın açıklaması. Kendine işçi sınıfı partisi, örgütü diyen siyasetlerin çoğu ise, Gezi’den bu yana adeta işçi sınıfını, siyasal işçi sınıfı çalışmasını unutmuş durumda. Gezi, Lice, Kobane kuşkusuz çok önemli, rejim krizini derinleştiren isyan ve direnişlerdir. Fakat işçi sınıfının büyük gücü ile birleşmedikçe, hem etkileri sınırlı kalmakta hem de ufukları kapitalizm ve burjuva demokrasisini aşamamaktadır. Üstyapıdaki devam eden şiddetli sarsıntıların arka planında altyapıdaki uzlaşmaz sınıf çelişkilerinin giderek keskinleşmesi vardır. Bu yüzden üstyapıdaki sarsıntılara yönelik dinamik ve eylemli taktik müdahaleleri, stratejik, istikrarlı, siyasal bir sınıf çalışmasıyla; sokak eylemlerini istikrarlı alan örgütlenmesi faaliyetiyle bütünleştirmek zorunludur. Çağrı Merkezlerinde çalışan genç ve yeni işçilere dönük saha çalışması kitabının önsözünde Gamze Yücesan Özdemir, bizim yukarıda sayıp döktüğümüz güvencesizlik düzenlemelerini, “istihdam güvencesizliği, sosyal güvencesizlik, gelir güvencesizliği, sendikal güvencesizlik” diye özetler. Fakat bunlara çok önemli bir tespit daha ekler: İrade güvencesizliği! İşçi sınıfının “kendi hayatına sahip çıkacak ve yaratıcılığına, enerjisine güvenerek geleceği tasavvur edip biçimlendirebilecek bir (kolektif-bn) iradenin yokluğundan bahsediyorum… İradeyi oluşturamama, onu sarih şekilde ifade ederek ortaya koyamama, taleplere dönüştürememe ve bir program çerçevesinde yeniden biçimlendirememe halini ‘irade güvencesizliği’ olarak tanımlıyorum. .. İrade güvencesizliği kendisini tereddüt, bunalım, özgüvensizlik, güçsüzlük, burjuva ideolojisinin büyük öznelerine kolaylıkla kapılma gibi semptomlar üzerinden açığa vurmaktadır.” (Gamze Yücesan Özdermir, İnatçı Köstebek: Çağrı Merkezlerinde Gençlik, Sınıf ve Direniş, Yordam Kitap, s. 16-17) Zaten asıl sorun da, kendine işçi sınıfının öncüsü diyenlerin bu dertten müzdarip olmalarıdır. Günübirlik tepkilerle yetinmeleri, yumurta kapıya gelmeden hareketlenmemeleri, işçi sınıfının içinde soluklu, enerjik, çetin ve meşakkatli bir siyasal çalışma ve örgütlenmeden, işçi sınıfının yaratıcı kolektif iradesini harekete geçirme olanağından uzak durmalarıdır. 2015'te küresel köleleştirme stratejisinin en ağır saldırıları karşısında bir kez daha bir iki göstermelik basın açıklaması ve protesto ile yetinmek istemiyorsak, bunun bizzat sınıfın içinden yığınak çalışmasını şimdiden başlatmalı, toplumsallaşan ve siyasallaşan bir işçi sınıfı hareketinin öncü mevzilerini oluşturmalıyız.
5
işçi meclisi
Sorumlular Başbakan, Çalışma ve Enerji Bakanları ile maden patronudur Osman Çoksöyler, Hüsnü Çolak, Ali Haznedar, Kerim Haznedar, Mehmet Tokat, Hüseyin Çolak, İsa Gözbaşı, Bahri Üzer, Kamil Yaman, Tezcan Gökçe, Uğur İlhan, Hüseyin Gültekin, İsmail Gürses, Mehmet Baha, Mehmet Özcan, Hasan Tuncer, Recep Çiloğlu, Ömer Cansu” Karaman’ın Ermenek İlçesi’de kömür ocaklarının yoğun olduğu Güneyyurt Beldesi ile Pamuklu Köyü arasında bulunan Has Şekerler Madencilik Ltd. Şti.’ye ait linyit kömürü ocağında dün 12.11’den beri 18 işçi arkadaşımızdan haber alınamıyor. Çünkü sabah vardiyasındaki işçiler üretim yaparken, ocağın yeraltı su seviyesinin altında bulunan 350 metrelik bölümde bir anda galeriye su dolmaya başladı. Bu bölümde çalışan işçilerden 8’i kendi çabalarıyla kurtulmayı başarırken 18 işçi su ile dolan bölümü geçemedi. Muhtemelen eski imalat alanı ya da yandaki bir kayaçta biriken suyun çalışma alanını basması nedeniyle olay gerçekleşti. 23 saat geçmesine rağmen su tahliyesi devam ediyor ve hala arkadaşlarımızdan haber yok… Yine her madenci katliamından sonra gelen fütursuzca açıklamaların benzerleri geliyor… Maden patronu Şahin Uyar: Hani bir laf varya ‘kaçanın anası ağlamaz’ diye bazı arkadaşlarımız kaçar, bazıları da ne olacak der. Vahim bir olay olmuş keşke olmasaydı… Ülkemizin her madeninde benzer bir tablo söz konusu… 1- Konya-Karaman bölgesinin kapalı havza olduğu belirtilip linyit madenlerini su basabileceği uyarısı Enerji Bakanlığı’na yapılmıştı. Hal böyleyken bu uyarı neden dinlenmiyor… 2- Çalışma Bakanlığı geçen 19-20 Haziran tarihlerinde madeni denetlemişti. “Kapatılma gerektirmeyen eksiklikler”den dolayı şirkete 9 bin lira idari para cezası kesilmişti. Bu mudur kapatılma gerektirmeyen eksiklikler? Yine denetimler ve yeni torba yasa sonrası bölgede bulunan 12 madenin 9’u üretimi durdurmuştu. Has Şekerler’in farkı nedir? 3- Has Şekerler Şirketi de rödovans sistemi ile çalışıyordu. 2012 Mayıs ayında devlet maden patronlarına “ne üretirseniz alacağız” uygulamasına geçti. Bu durum üretimin hızlanmasına ve buna paralel olarak işçi sayısının
Soma’da maden işçileri fiili grev yaptı Soma Kömürleri A.Ş Işıklar Ocağında gece dağıtılan maaş bodrolarında üçretlerin 1800 tl olarak gösterilmesi ve özellikle yardımcı ve usta ücretlerinde bir düzenlemeye gidilmemesi direnişin başlamasına neden oldu. Şaibeli bir şekilde üretim izni verilen Soma Holding Işıklar Maden Ocağı işçileri iki vardiya birleşerek direnişe başladı. İşçiler gece boyunca ocaklara inmeyip ateşler yakarak direniş nöbeti tuttular.
artmasına yol açtı. Aynı durumu Soma’da da belirtmiştik. Enerji Bakanlığı neden rödovans sisteminden vazgeçmiyor? 4- Has Şekerler Şirketi’nin sahibi Saffet Uyar daha evvel Soma’da madenci katliamlarına sahne olan Soma Uyar Madencilik’in sahibi Azmi Uyar’ın amcaoğlu. Devlet neden bu ailenin madenlerinde gerekli tedbirleri almıyor? 5- Has Şekerler maden ocağında üretim koşulları ilkel ve işçiler örgütsüz. Çalışma Bakanlığı neden sendikal örgütlenme özgürlüğünü güvence altına alacak uygulamaları hayata geçirmiyor? Osman, Hüsnü, Ali, Kerim, Mehmet, Hüseyin, İsa, Bahri, Kamil, Tezcan, Uğur, Hüseyin, İsmail, Mehmet, Mehmet, Hasan, Recep ve Ömer’i sağ istiyoruz… Karaman’da sorumlular Başbakan, Çalışma ve Enerji Bakanları ile maden patronudur… Enerji Bakanı’nın istifa etmesi yetmez bu uygulamalar nedeniyle maden patronu ile beraber yargılanmalıdır… 29 Ekim İtibarıyla 2014 yılında madenlerde en az 354 işçi yaşamını yitirdi… İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi işçiler, kamu çalışanları, işçi aileleri, doktorlar, mühendisler, akademisyenler, gazeteciler… ve onların örgütlenmelerinin oluşturduğu; devletten ve sermayeden bağımsız; sağlıklı ve güvenli çalışma mücadelesini yürüten bir koordinasyon, bir emek örgütüdür… Yazılı, görsel, dijital basından takip edebildiğimiz, emekmeslek örgütlerinden gelen bilgiler ve işçiler, işçi yakınlarının bildirimleri ışığında tespit edebildiğimiz kadarıyla 2014 yılında 29 Ekim itibarıyla en az 354 maden işçisi yaşamını yitirdi… (Arkadaşlarımızın kurtulmasını umut ettiğimiz
için Karaman bilgilere dahil değildir…) Madencilik işkolunda Zehirlenme, Boğulma nedeniyle 304 işçi; Göçük, Ezilme nedeniyle 29 işçi; Trafik, Servis Kazası nedeniyle 7 işçi; Diğer nedenlerden dolayı (kalp krizi, yıldırım düşmesi) 7 işçi; Nesne Çarpması, Düşmesi Nedeniyle 4 işçi; Elektrik Çarpması nedeniyle 2 işçi; Düşme nedeniyle 1 işçi can verdi… Madencilik işkolunda 18-27 yaş grubunda 68 işçi, 28-50 yaş grubunda 182 işçi, 51 ve üstü yaş grubunda 11 işçi ve yaşını öğrenemediğimiz 93 işçi can verdi… Madencilik işkolunda 3 kamu madeni işçisi, 351 özel maden işçisi can verdi… Madencilik işkolunda 318 linyit işçisi, 9 taşkömürü işçisi, 9 mermer ocağı işçisi, 6 taşocağı işçisi, 2 feldspat işçisi, 2 kum ocağı işçisi, 2 antimuan işçisi, 2 bor işçisi, 1 altın işçisi, 1 barit işçisi, 1 kireç ocağı ve 1 krom ocağı işçisi can verdi… 302 ölüm Manisa’da; 7’şer ölüm Şırnak ve Zonguldak’ta; 6 ölüm Isparta’da; 4 ölüm Balıkesir’de, 3’er ölüm Aydın, Bartın ve İstanbul’da; 2’şer ölüm Karaman, Muğla ve Nevşehir’de; 1’er ölüm ise Burdur, Çorum, Elazığ, Gaziantep, İzmir, Kahramanmaraş, Kocaeli, Konya, Kütahya, Malatya, Ordu, Samsun ve Tekirdağ’dayaşandı…
Direniş üzerine konuşan Kamil Kartal; “Soma Kömürleri A.Ş – Işıklar Ocağı’nda direniş başladı. Şu an iki vardiya direnişe katılıyor. Sabah vardiyasının da katılacağı ifade ediliyor. Gece dağıtılan maaş bordrolarında ücretlerin 1800 TL olarak gösterilmesi ve özellikle yardımcı ve usta ücretlerinde bir düzenlemeye gidilmemesi, direnişin başlamasına neden oldu. tüm madenci arkadaşları direnişe destek olmaya çağırıyoruz.” dedi. Gece ve sabah 1000 maden işçisinin sürdürdüğü fiili grev, şirketin maaşların düzeltileceği sözü vermesi üzerine bitirildi.
Courneuve Dayanışma Evi’nde Kobane etkinliği 25 Ekim Cumartesi Courneuve Dayanışma Evi Kobane konulu bir panel ve etkinlik gerçekleştirdi. Yaklaşık 150 kişinin katıldığı etkinlikte PYD temsilcisi Rojava’nın oluşum sürecini, Rojava’da yaşayan halkları ve kurdukları Kanton yönetimlerini anlattı. PYD temsilcisi konuşmasında 60lardan bu yana Rojava’nın durumu, hangi halklar yaşıyor?, sayıları ne kadar? bunlardan bahsetti ve Suriye iç savaşı ve burada taraf olmak yerine 3.yolu seçtiklerini söyledi. Rojava’nın inşaa sürecinde kantonal yönetim anlayışını İsviçre’den aldıklarını, kantonlarda yaşayan bütün halklara temsiliyet hakkı verildiğini yüzde kırk kadın kotası koyduklarını, yönetim anlayışlarıyla bölgede çekim merkezi olduklarını söyledi. Rojava’da ki son durum için ise şunları beliriti. “Özellikle Türkiye ve Fransa Rojava’nın inşaasından memnun değiller ve aksi için ellerinden geleni yapıyorlar. Koalisyon güçlerinin de yeterli desteği verdiklerini söylemek güç yalnızca son uçaktan atılan yardım saymazsak. Rojava’nın çevresindeki koylerin tamamı DAİŞ’in elinde. Bu nedenle karada yapılmayan bir harekatın dışında ki hava saldırıları başarılı olmayacaktır. DAİŞ köylerden konumlanıyor. Köylerin büyük bölümü Arap köyleri ve DAİŞ onlarla itifak yaparak Rojava’ya dayanıyor.”
Madenci ölümleri “fıtrat”, “kader” ya da “güzel ölümler” değildir… Yaşananlar cinayet ve katliamdır…
Temsilci Rojava halkının geçim kaynakları için “Suriye’nin petrol olan tek bolgesinin Rojava olduğunu temel gelir kaynaklarının pamuk ve zeytin oldugunu” ifade etti.
Sorumlular en ağır şekilde cezalandırılmalıdır… Adalet istiyoruz…
Panelin online olarak canlı yayını yapıldı. Panelden sonra kolektif hazırladığımız yemeklerimizi hep birlikte yedik, yaklaşık iki saat boyunca gruplar halinde sohbetlere devam edildi. Yemekten elde edilen 600 euroluk geliri Kobaneye yollamak icin YPG temsilcisine verildi.
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi
6
işçi meclisi
Olmaz olsun şu fakirlik… Mevsimlik tarım işçisi kadınlar yollara savruldu… Isparta’nın Yalvaç İlçesi yakınlarında elma toplayan mevsimlik tarım işçilerini taşıyan midibüsün yol kenarındaki su tahliye kanalına devrilmesi sonucu 17 işçi yaşamını yitirdi, bir kısmı ağır 27 işçi ise yaralandı. Sürücü dışında can verenlerin 15’i kadın işçi, birisi ise okul harçlığı için annesiyle çalışmaya giden 15 yaşındaki çocuk… 2014 yılının ilk on ayında işe giderken ya da gelirken 322 işçi can verdi… Trafik kazası adı altında yaşanan cinayetler, Vali tarafından “küçük hırslar ve ibretlik bir mesele” olarak görülmeye ve üstü kapatılmaya çalışılsa da biz biliyoruz ki Isparta’da yaşanan ölümler iş cinayetidir ve güvencesiz, örgütsüz çalıştırmanın getirdiği bir sonuçtur… Ve tekrar hatırlatıyoruz: Ulaşım “iş süreçlerinin bir parçası”dır… 2014 yılında yollarda can veren 322 işçinin 94’ü tarım emekçisi… Tarım işçileri yıllardan beri uygun olmayan koşullarda tarlalara, bahçelere taşınıyor. Kapalı kasa kamyonetler, traktör römorkları vb. Şimdi de 27 kişi kapasiteli minibüse 45 işçi bindiriliyor… AKP
iktidarı duble yol yapmakla övüneceğine tarım işçilerinin sağlıklı ve güvenli taşınması koşullarını gerçekleştirmesi gerekiyor… Yaşanan iş cinayetlerine ve zor çalışma koşullarına rağmen mevsimlik tarım işçileri ile ilgili hiçbir düzenleme yapılmamakta, kulaklar sağır gözler kör olmakta… Dayı başı/aracı/elçi sistemi ise tarımda enformel çalışma ilişkilerinin bir sonucudur. Bu sistemle işçi işveren ilişkisinin üzerinin örtük gösterilmesi ile tarım işçileri İş Kanunu kapsamı dışında kalmıştır. 2014 yılının ilk on ayında 64’ü tarım emekçisi olmak üzere 101 kadın işçi can verdi… Tarımda toprağa can verirken emeği görünmeyen, hatta kendi canından olanların kadınlar olduğunu da bugün bir kez daha görmüş olduk… Tarımda emeği görünmeyen kadınlar sadece iş cinayetlerinde görünüyor… Ataerkil ve sınıfsal ilişkiler çelişkisinde tarımda kadın emeği bu sektördeki ucuz ve güvencesiz emeği oluşturmaktadır. Tarımda ücretsiz aile işçisi veya mevsimlik işçisi kadınlar her türlü
sosyal güvenceden yoksun çalışmaktadır. Mevsimlik tarım işçisi kadınlar işçi sağlığı ve iş güvenliğinden yoksun… En çok yollarda savrularak ölen tarım işçileri, boğulma, zehirlenme, traktör altında ezilme gibi nedenler yüzünden de canlarını kaybetmektedir… Artık yeter… Biz kadınlar olarak iş cinayetlerine karşı tepkimizi örgütlü olarak ortaya koyacağız ve mücadelemizi büyüteceğiz… Isparta’da yaşananlar trafik kazası değil iş cinayetidir… Tarlada, fabrikada, evde ölmek istemiyoruz… Sorumlular Tarım ve Çalışma Bakanlarıdır… Adalet istiyoruz… * Isparta’da yakınını kaybeden bir kadının feryadı… İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Kadın Meclisi
OSTİM’de yine patlama Ankara Ostim’de bulunan Özpetek Sitesin’de gaz dolumu sırasında bir patlama yaşandı. Patlamada 20 işçi yaralandı. Yaralanan işçilerden Ahmet Saçan kaldıırldığı hastanede hayatını kaybetti. Ostim Patronların kar hırsı yüzünden bu güne kadar irili ufaklı onlarca patlamanın ve büyük kayıpların yaşandığı bir işçi cinayeti havzasıdır. Aynı yerde 2011'de 9 saat arayla yaşanan 2 tüp patlamasında 20 kişi hayatını kaybetmiş, 42 kişi de yaralanmıştı. Patlamaya yerine ulaşan Ostim İşçi Sağlığı Meclisi
üyelerinin patlama yerinden aktarımları şöyle oldu; “9 işçi arkadaşımız yaralı. Aralarından birisinin durumu ciddi. Yaralanmalar patlamadan değil sızan gazdan zehirlenme şeklinde. Gaz borusunun kopması sonucu sızan gaz işyerinde çalışan işöilerin yanı sıra yan atolyediki işçileri ve orada bulunan hurdacı ve işçi yakınlarınıda etkilemiş. Patlamada işçiler can derdindeyken patron ise her zamanki gibi mal derdine düşmüş duurmda. işçileri siparişleri nasıl yetiştireceğiz diye
azarladığına şahit olduk. Patlama bölgesinde ambulans ve itfaiye çekildi. İşçi sağlığı ve güvenliğinin boyutlarını bir kez daha kötü bir şekilde yaşamış olduk. Tek teselli ölen işçinin olmaması ama bu zihniyet sürdükçe maalesef ölümlü haberlerin gelmeside gecikmeyecektir. İşçi cinayetlerinin önüne geçmek için tek yol örgütlenmek ve bizlerin işyerlerini denetlemesidir.”
‘Ataması yapılmayan öğretmenler’den yürüyüş ‘Ücretli kölelik değil, kadrolu atama istiyoruz’ Antalya’da ataması yapılmayan branş öğretmenleri, şubat ayına kadar 40 bin branş öğretmeninin atanması talebiyle yürüdü. Kazım Özalp Caddesi’nde toplanan öğretmenler,‘Ücretli kölelik değil, kadrolu atama istiyoruz’ yazılı pankart açtı. Şubat’ta 40
bin öğretmen atansın’ yazılı tişört giyen öğretmenler, ellerindeki meşalelerle Attalos heykeline yürüdü. Burada öğretmenler adına basın açıklamasını okuyan Seher Kapar, 2014 KPSS Eğitim Bilimleri sınavına 300 binden fazla öğretmen adayının katıldığına dikkat çekti. ‘Ücretli öğretmenlik’
sistemiyle ayda 400-800 TL arasında ücretlerle dershane ve okullarda köle gibi çalıştırıldıklarını belirten Kapar, ‘acilen’ en az 40 bin branş öğretmenin atanmasını istediklerini söyledi. “Her yıl hayallerimizi başka baharlara erteliyoruz. 30’lu yaşlara gelip evlenemiyor, Ailemizden harçlık almak
zorunda bırakılıyoruz” diyen Kapar şöyle devam etti: “İş bulamadığımız için işportacılık, inşaat işçiliği, tezgahtarlık yapıyoruz. Her şeyden önce sağlık güvencesinden yoksun yaşıyoruz. Ataması yapılmadığı için hayatını düzene koyamayan çeşitli psikolojik sorunlar yaşayan ve çözüm yolu olarak da intiharı seçen birçok arkadaşımız mevcut.”
7
işçi meclisi
Madenci katliamına karşı Ankara’da eylem 29 Ekim saat 15:00'da Ankara Madenci Anıtı’nda DİSK, KESK ve TTB’nin çağrısıyla bir basın açıklaması düzenlendi. Saat 15:00 itibariyle toplanan kitle madenci anıtının önüne pankartını getirdi ancak polisin yoğun ablukası nedeniyle basın işçilerinin pankartı ve kitleyi görebilmesi sağlanana kadar polisle eylem komitesi arasında gerginlik yaşandı. Polisin geri çekilmesiyle KESK Şubeler Platformu temsilcisi tarafından basın açıklaması okundu. Açıklamada şunlara yer verildi: “Dün Ermenek’te yaşanan yine iş kazası değil, sonucu bilinerek,öngörülerek yaşatılan bir cinayet girişimidir. Çünkü daha önce bu madende su basması olmuş, ancak işçiler o saatte dışarda oldukları için tesadüfen kurtulmuşlardır. Bu bölgeye ilişkin 2013 yılında düzenlenen raporlarla bölgenin yer altı suları nedeniyle madenciliğe uygun olmadığı tespit edilmiş ve Çalışma Bakanlığı’yla Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na iletilmiştir. Dün ise saat 12:15'te olan olayda yani tam yemek saatinde işçilerin dışarı çıkışına izin verilmediği için aşağıda mahsur kalmışlardır. Daha dün 301 madencinin kurban gittiği ve sonrasında AKP iktidarının katliamcı düzeni koruma tutumunu gördük. Hemen taşeron yasasını gündeme getirerek sanki bu sistemi kaldıracakları yönünde beklenti yarattılar. Oysa yaptıkları düzenlemelerle görüldü ki taşeronluğu
yasallaştırmaya ve daha da yaygınlaştırmaya çalışıyorlar. Çalışma yaşamına dair karşılaştığımız sorunların kaynağı nedir? Sermaye iktidarı AKP ne yapmak istiyor? Aslında bu soruların yanıtını hepimiz biliyoruz. Sosyalizmin ve işçi sınıfının uluslararası mücadelesinin ülkemizde de yansıması ve sonucu olarak yasalara konulmak zorund kalınan işçi ve emekçi hakları son çeyrek yüzyılda adım adım ortadan kaldırılmış, kalıntıları da AKP iktidarı tarafından yok edilmeye çalışılmaktadır. AKP iktidarının hayalinde; hergün dört işçinin sömürü çarkı tarafından hayattan koparıldığı, genç işçi kuşaklarının taşeron çalışmasına mahkum edildiği ama sendikalaşmanın fiilen önüne geçildiği, yoksulluğa karşı mücadelenin “sadaka” kültürüne dönüştüğü, işçi sağlığının patronların kar hırsına çoktan feda edildiği; grevlerin yasaklandığı, meclisin, hükümetin, idarenin, emniyetin ve mahkemelerin işçilerin ve emekçilerin değil, sermayenin çıkarlarını koruduğu bir taşeron cumhuriyeti var. -TBMM, İLO’nun 167 ve 176 sayılı sözleşmelerini acilen onaylamalıdır. İş ve can güvenliği bulun-
mayan madenler kapatılmalı ve tüm madenler kamulaştırılmalıdır. -Maden ocaklarında çalışanların hayat standartları yükseltilmeli ve sendikalaşmalarının önündeki engeller kaldırılmalıdır. -Bugüne kadar yaşanan tüm işçi cinayetlerinde alınmayan tedbirlerden dolayı sorumlular cezalandırılmalı, ailelerin maduriyeti giderilmelidir. -Çalışma yaşamından taşeronluk sistemi tamamen ortadan kaldırılmalı, güvenceli ve kadrolu istihtam yasalarla düzenlenmelidir. -Ülkemizin işçi cinayetlerinde 1. sıraya gelmesine neden olan hükümet istifa etmelidir.”
İşçi Meclisi'nden madenci anıtı önünde oturma eylemi Ankara’da Devrimci Proletarya ve Ostim İşçi Sağlığı Meclisi’nden işçiler ve aktivistler Madenci anıtı önünde Karaman-Ermenek’te madene gömülen işçiler için oturma eylemi başlattı. Karaman-Ermenek, taşeron ölüm demek! Katil sermaye! Kahrolsun ücretli kölelik düzeni!
Katil Neoliberal AKP düzeni DİSK, KESK, TMMOB ve TTB Karaman Ermenek’te gerçekleşen ve 18 işçinin mahsur kaldığı maden göçüğüyle ilgili Galatasaray Lisesi önünde bir basın açıklaması yaptı. Kurumlar adına açıklamayı Maden Mühendisleri Odası’ndan Hürriyet Demirhan okudu. Kazanın yapıldığı anda üç ayrı firmanın rödovans yöntemiyle aynı bölgede birbirinden habersiz olarak çalıştığını belirten
Demirhan kazanın büyük ölçüde bundan kaynaklı olduğunu belirtti.
“Geçmiş yıllarda ocağın mücavir alanında üretim yapılmış. Şu andaki su seviyesi ocakta mahsur kalan işçilerin seviyesinin üstündedir” diyen Demirhan havza madenciliği yapılmadığı için aynı durumu diğer diğer madenlerde de yaşanabileceğini söyledi. “Soma’dan iktidar ders çıkaramadı. Yine iş cinay-
etleri devam ediyor. Bu kafa ile devam edersek bu yasa ve bu sistem ile devam edersek maalesef bu iş cinayetleri sürecek” diyen Demirhan “Hükümet tedbir almıyor. Sonra çıkıp gereken neyse yapılacak diyor” dedi.
8 işçi meclisi
Ne istediler, ne oldu? Türkiye’nin Suriye politikası son bir ayda ilmek ilmek nasıl çözüldü? Bariz gerçekleri hatırlayalım:
8
KOBANE DİRENDİ DEVLET KAYBETTİ
“Ortadoğu’da konuşmadığımız ülke yok, Filistin’in hamisi biziz” diyorlardı… Başta Mısır olmak üzere birçoğuyla diplomatik ilişkileri kesmek zorunda kaldılar.
işçi meclisi
Kobanê direnişine destek için “koridor açmak hukuken ve siyaseten mümkün değildir” diyorlardı… Irak ile Suriye Kürtleri arasında kara koridoru açmakla kalmadılar, üstüne üstlük zevahiri kurtarmak için “bunu vallahi de billahi de biz önerdik” demek zorunda kaldılar.
Ortadoğu’da S. Arabistan, Mısır, Körfez ülkeleri ile “Sünni Blok” kurmaya heveslendiler… Şimdi neredeyse hepsiyle küs hale geldiler, bunları takan yok.
Kobanê’ye yardım konusunda ABD’yi, “Türkiye’ye rağmen bir terör örgütüne silah yardımı yapmakla” suçladılar… ABD “bu rıza meselesi değil, onlardan izin almadık, yapacağımızı bildirdik; PYD bizim için terör örgütü değildir” dedi.
“Esed iki güne kadar gider, Şam’da namaz kılacağız” dediler… Esad halen daha Bağdat’ı elinde tutuyor ve uluslararası planda öyle veya böyle meşru hükümet pozisyonunu koruyor.
Son olarak geldikleri noktada içeride her seçim öncesi idare edip “başka bahara” diyerek savsakladıkları Kürt barışını sağlamak için “terör örgütü” dedikleri PKK’yle müzakereyi hızlandırmak zorundalar.
Esad’ı yıkmak için yatırımlarını ÖSO’daki Sünni paralı askerlere yaptılar… ÖSO dağıldı, bunların birçoğu IŞİD’e katıldı.
***
Bu kez cani IŞİD’i el altından MİT tırlarıyla desteklemeye, Türkiye sınırını kevgire çevirerek İslamcı mücahitlere açmaya kalktılar… IŞİD bunların elçiliğini bastı, adamlarını rehin aldı. Rehineleri bahane ederek IŞİD karşıtı emperyalist koalisyona destek vermemeyi “fakat bu derin bir sosyal sorun” falan diyerek başarırız diye ümit ettiler… Koalisyonun onlarsız da işleyeceğini görünce IŞİD karşıtı koalisyona katılmak durumunda kaldılar, alelacele savaş tezkeresi çıkardılar.
Geçtiğimiz sayıda işçi sınıfının bölgesel çıkarlarının Türkiye devleti ve burjuvazisinin içeride ve dışarıda Sünni İslamcı bir hat doğrultusunda atıldığı maceradan burnunun sürtülerek geriletilmesini şart koştuğunu vurgulamıştık. Geçen bir ay içerisinde yaşananlar Ankara’nın Suriye’de rejimi devirmeyi, IŞİD vaziyetini idare etmeyi ve Rojava
Eskiden “Suriye bizim içişlerimizdir” diyorlardı… Son tezkere çıkartılırken “Suriye bizim iç işimiz değil, sınır ötesine asker vermeyiz” demek zorunda kaldılar. “ABD bizi dinler, Obama yönetimini ikna eder, onları esas hedef Esed olacak şekilde Suriye’de politika değişikliğine zorlarız” diye yüksekten uçtular… ABD bunların Uçuşa Yasak Bölge ve Güvenli Bölge önerilerini reddetti. IŞİD Kobanê’yi kuşattı diye sevindiler, Kürtler katledilecek, Rojava çözülecek diye memnundular… Kobanê direndi! “Bakın Kobani bugün yarın düştü düşecek” diyerek heveslendiler… Kobanê direndi! “Kobanê herhangi bir kent, neden bu kadar yaygara koparılıyor” dediler… Yanıt olarak Türkiye Kürdistanı’nda 45 kişinin öldüğü, devletin (kendi deyimleriyle kamu otoritesinin) yönetsel güç ve meşruiyete sahip olmadığını ispatlayan bir ayaklanmanın kâbusuyla karşı karşıya kaldılar. Lideriyle durmadan görüştükleri PYD’yi, kendi topraklarını savunanları “terörist” ilan etmeye kalktılar; “IŞİD de PYD de terörist, ikisine de mesafeliyiz” dediler… Dünyada PYD’ye terörist diyen tek ülke oldukları açığa çıktı. Kürt sorununda Barzani-Talabani’yi kendilerine yedekleyip her zamanki gibi PYD’yi (ve PKK’yi) yalnızlaştıracaklarına güveniyorlardı… ABD’nin patronajıyla geçtiğimiz günlerde PYD ile KDP arasında işbirliği sağlandı.
Kürt kantonlarını ortadan kaldırmayı aynı anda becermeyi hedefleyen siyasi top çevirme denemesinde oynadığı bütün topları elinden düşürdüğünü gösterdi. Kobanê direndi! Türkiye devleti ve hükümeti kaybetti! Süreçten kazançlı çıkan çok: Sınıf bilinçli işçilerin sınırların yeniden kanla ve savaşla çizildiği bu tarihsel kesitte demokratik Kürt ulusal hareketinin Suriye’deki var olma mücadelesini desteklemesi gerektiğini belirtmiştik. Türkiye işçi sınıfının bu kazanımının yanı sıra esasen Kürt emekçiler ve gençler 6-8 Ekim’de doruğa çıkardıkları sokak direnişleriyle hem güçlerini hem de Suriye’deki kardeşlerini yalnız bırakmadıklarını göstererek kazandılar. Siyasi aktörler açısından baktığımızdaysa öncelikle PYD Kobanê’yi elinde tutarak Rojava kantonlarının tümünün imhasını engelledi ve üstüne üstlük uluslararası bir meşruiyet kazandı. Barzani de kaybetmedi; yalnız bıraktığı Kobanê’nin düşmediğini gördükten sonra aniden manevra yaparak PYD ve Rojava kantonlarını resmi olarak tanıdı ve silah yardımında bulundu. ABD de kazandı; derme çatma koalisyonunun emperyalist müdahalesi için meşru bir araç elde etti, PYD’yle doğrudan PKK’yle dolaylı temas kurdu, bir kez daha “Kürtlerin
kurtarıcısı” olarak tarih sahnesine çıkma fırsatı elde etti. HDP de kazandı; ama en çok da PKK kazandı. Buna ayrı bir paragraf açalım.
Bilindiği üzere PKK uzunca bir süredir “demokratik özerklik” talebinin soluk bir kopyasını zamana yayarak elde etme amacıyla Türk devletiyle müzakere masasında oyalanıyordu. Ancak Suriye’deki iç savaşın yarattığı boşluk yine bilindiği üzere PKK’ye PYD üzerinden Rojava’da demokratik özerkliği fiilen hayata geçirme fırsatı verdi. IŞİD’in Kobanê kuşatmasının başarıya ulaşması Cezîrê ve Efrîn kantonlarının ve bir bütün olarak Rojava bölgesinin düşüşünün önünü açacaktı. Türk ve Kürt liberal basınında yer yer ifade edildiği gibi bir “devrim” olmasa da, demokratik ulusal bir özgürlük penceresi açan Rojava deneyimi hem bölgedeki emekçi sınıflar hem Türkiye açısından çok büyük bir önem taşımaktadır ve kanla bastırılmasına sessiz kalınamaz. Sonuç olarak Kobanê’nin direnmesi ve düşmemesi PKK’nin kazanımı oldu. Ayrıca Kobanê’ye destek eylemlerinde göz karartılarak sadece devlet hedefleri değil Hizbullah vb hedeflere de yönelmesiyle PKK, aslında Türk devletine mesaj vermekteydi. Sınıflı toplumlarda savaşta ve savaşın çeşitli araçlarla yürütüldüğü politikada rakibini geri adım atmak zorunda bırakmanın yolu, onu geri adım atmazsa kaybedecek daha fazla şeyi olduğuna inandırmak ve bunu ona göstermektir. Demirtaş’ın %9,8’lik oy oranının batıda bir miktar düşmesi göze alındı belki ama (olayların hızı karşısında seyirci kalan sağ liberal kalemler buna üzülmeye yeterince zaman bulamadılar), esasen Kürt illerinde AKP tabanı çelişkilerin keskinleşmesiyle hem tekrar HDP’ye çekildi, daha da önemlisi devlet, sınırının ötesinde yaşanan Suriye iç savaşının kendi sınırları içerisinde de yaşanabileceği kâbusunu gördü. Müzakerelerin hızlanması bu yüzdendir. Şimdilerde Mart ayı telaffuz ediliyor. Ortada yol haritası taslağı vb. dolaşıyor. Adımlar sıklaştı. Çünkü herkes 2015 seçimlerinden sonra bir dört yıl daha sandık olmadığını biliyor. Askeri gerilettikten sonra aslında miadını doldurmuş olan AKP’ye siyasi yönetimini teslim etme durumuna sıkışıp kalmış Türkiye burjuvazisi ve devletinin yukarıda dökümünü çıkardığımız yalpalamaları işte bu koşullarda anlam kazanıyor. Türk devleti, sınırlarının dibinde iki (biri resmi, diğeri fiili) özerk Kürt bölgesi varken ve bunları (resmen veya fiilen) tanımak zorunda kalırken, içeride Türkiye Kürtlerinin özerkliğine dair en ufka bir kırıntıyı dahi tanımamak giderek zorlaşıyor. Yeni durum ayrıca Barzani güçlerinin Türkiye’ye yedeklenmesi ve Musul-Kerkük hayallerinin hamlığını da gösterdi. Bölgesel dengelerde Barzani’ye IŞİD’le savaşında tereddütsüz yardım eden İran’ın da ağırlığını arttırarak Türkiye’yi iyice zayıflattığı görülüyor. Üstelik ABD’nin ve genel olarak Batının gözünde Türk hükümetinin o eski prestijinden eser dahi kalmaması da cabası…
yabancı istihbarat servislerinin olduğunu ilan ettiler. Öcalan yine eski alışkanlığı olan devlet içerisinde darbe isteyenler ve istemeyenler ayrımına gitmeye başladı. Bunlar tarihsel olarak haklı bir ulusal hareketin hasmıyla anlaşma uğraşında dile getirdiği burjuva politik söylemlerdir. Sonuçta “hepimiz şiddete karşıyız” ya! ***
Geçtiğimiz ayki sayımızda “sınırların savaş ve direnişle çizildiği günleri yaşıyoruz” demiştik. Orta-uzun vadede jeostratejik ve jeopolitik koşullar
Kürt ulusunun birlik ve bağımsızlığını çağırıyor. Bu konuda sosyalist yaklaşım Kürt ulusunun kendi kaderini tayin ve bağımsızlık hakkının net biçimde savunulmasını gerektiriyor. PKK sanıldığının ve kamuoyuna sunulduğunun aksine aslında Kürt burjuvazisinin de çıkarlarını gözeterek ortadan giden, kendince zengin bir taktik-politik beceriye sahip olmasına karşın, stratejik olarak devrimciliğini yitirmiş reformcu bir hareket. Zaten kurulan ve Kürt emekçi sınıflarına pompalanan burjuva demokratik hayallerin çapı-boyu benzer ulusal süreçlerin sonuçlarıyla da sabit biçimde tarihsel olarak da ortada: Türk devletiyle müzakerelerin İngilizcede ulusal pazarlık sloganı olarak “too little, too late” diye ifade edilen “çok az ve çok geç” tanınan haklarla sınırlı kalacağı açık. Türkiye ilginç günler yaşıyor. Gezi’de itfaiyecilik rolü üstlenen bireyler “Birleşik Gezi Hareketi” adıyla örgütçülüğe başlayacaklarını duyuruyorlar. HDK trenine binmiş geçmişin antifaşist-
Gerçekler unutulmamalı. HDK ve HDP’nin hedefi Kürt ulusal sorununun özerklik yoluyla kısmen çözülerek ötelendiği demokratik liberal bir cumhuriyettir. Biz ise onlardan farklı olarak bir “demokratik cumhuriyet” istemiyoruz. Bizim programımızda ne HDK’daki gibi “demokratik cumhuriyet” ne HDP’deki gibi “radikal demokrasi” yazıyor! Biz burjuva demokrasisinin ilerletilmesi değil, yıkılması hedefini taşıyoruz. Ancak bu hedef doğrultusunda, burjuva egemenlik biçiminin yıkılması için mücadelenin yükseltildiği oranda sınıf düşmanımız burjuvazinin zapturaptının zayıflatılabileceğini, proleter savaşım ve iktidar organlarının doğarak güçlenebileceğini biliyoruz. Bizim “yeni yaşam” çağrımız ile HDP’nin Cumhurbaşkanlığı propaganda çalışmalarında sloganlaştırdığı “yeni yaşam” farklı içeriklere sahip. Biri sosyalist bir demokrasiyi, diğeri liberal bir demokrasiyi tarif ediyor. Biri sosyalist bir devrimi ve devletin yıkılmasını, diğeri mevcut devleti dönüştürmeyi hedefliyor. Bu gerçeklerin üzerinden atlayanlar, bu bakışa sahip olmayanların da önümüzdeki dönemde hızlanacak barış-müzakere sürecinde eksenlerini tamamen yitirecekleri açık. *** Toparlayalım. Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığında saadeti bir ay sürdü. Daha ikinci ayına girmeden IŞİD’in Kobanê kuşatması başladı. Ve hatlar karıştı… Aslında onun başbakanlığı da zaten Gezi’yle fiilen bitmişti. İlginçtir daha yerine (AK sarayına) yerleşemeden cumhurbaşkanlığının zevk ü sefasını bitirmek de Kobanê’ye ve 6-8 Ekim direnişine düştü. Tekrar ediyoruz. Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı fiilen bitti. Sadece o bunun farkında değil! Ya da tersinden söyleyelim, o da bunun farkında! Bu yüzden cumhurbaşkanlığı yapmıyor, başbakanlığa soyunuyor. Tüm sürtünmesine karşın başkanlık sistemini fiilen hayata geçirmekle kalmayıp yeni anayasayla resmileştirmeyi hayal ediyor. Aksi halde, bir güç merkezileşmesine gitmeden AKP’nin geriye gidişinin durdurulamayacağını görüyor.
Sonuç açık: Türk devleti ve hükümeti kaybetti. ABD baskısı önünde eğildi. Kobanê konusunda “geri bastı”. Laf ebeliği ne kadar sürdürülürse sürdürülsün, literatüre “tırsak kabadayı” sözünü kazandırdıklarıyla kaldılar. “Şimdi sıra yol haritası üzerinde hızla yol almaya geldi” diyorlar. Bu süreç de inişli çıkışlı olacak. Ve burjuva politikası pistir. Yalanlar, ayak oyunları, pazarlıklarla birlikte artacak. Yalan söyleyen sadece devlet de olmayacak. Son günlerde Sırrı Süreyya, Demirtaş ve HDP televizyonlara çıkarak alelacele “bir darbe mekaniğinin işlediğinden” bahsederek Kobanê’ye destek eylemlerinde polisler, Hizbullahçılar vb.’nin vurulmasının arkasında
değerlendirmeler yapıyor, kendi sınıfsal-toplumsal düşünüş kapanlarına yakalanarak tutsak oluyorlar. Onlara baksanız ülkede bir ay faşizmin olduğunu ilan eder, öbür ay demokratikleşme rüzgârı bekler, diğer ay darbe tehdidiyle AKP’yle ittifak yaparlar. Erdoğan’ı şeytanlaştırır, siyasi mücadeleyi onun gidişine endeksler, sonra “yolsuzluğu da patladı ama neden düşmüyor” diye CHP kafasıyla bunalıma girerler. Bir ay AKP’yi Kürt düşmanı ilan eder, öbür ay mecliste makama saygı gereği ayakta alkışlarlar. Burjuva siyaset sadece bu topraklarda değil, tüm dünyada kirli bir meslektir. Siyasetin karmaşasında eksenini yitirenler gerçeklerin üzerini örtmesinler de, ne yaparlarsa yapsınlar…
Bu da bir hayal olmasın sakın? Yukarıda sıraladığımız “ne dediler, ne oldu” listesine yeni bir madde mi eklenecek dersiniz: antiemperyalist örgütleri “Kobanê’ye Amerikan yardımı keşke daha erken gelseydi, keşke Türkiye yardım etseydi” diye hayıflanıyorlar. Bu karmaşanın içerisinde tutunacak bir politik hatta sahip olmayanlar, çelişkinin taraflarını doğru okuyamayanlar, kendi davası için değil, başkasının davası için dövüşenler sıkça hatalı ve konjonktürel
“Yeni bir anayasa ve başkanlık sistemi istiyorlardı, Kürt sorununu çözen liderin önderliğinde bunu başaracaklardı… Türkiye’nin toplumsal-sınıfsal dinamikleri buna izin vermedi, Dimyat’a giderken pirinçten oldular.”
9 işçi meclisi
10
işçi meclisi
Yeni Türkiye: Karanlık Bir Gelecek
Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından yeni Başbakan’ın kim olacağı ve hangi vasıflara sahip olması gerektiği üzerine yürütülen tartışmalarda ”emanetçi, kukla başbakan, Cumhurbaşkanı’na kayıtsız-koşulsuz biat edecek biri” şeklinde bir portre çiziliyordu. Nihayetinde Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu başbakanlığa getirildiğinde “Cumhurbaşkanı’nın sözünden çıkmayacak kişi bulundu” diye yorumlanmıştı. Burjuva siyasetini hep kişiler ve onların politik tercihleri üzerinden yorumlayan kesimlerin yeterince anlayamadığı nokta o politik tercihleri yapmaya iten şeyin bizatihi maddi ekonomik-toplumsalsiyasal ilişkiler yani sınıf mücadelesi olduğu ve sınıflar mücadelesinin sermaye iktidarı ve onların tercihlerini de belirlediğidir. Tabii bu ilişkide sermaye sınıfının iktidarda olan politik kesimlerinin ideolojik-siyasal tutumları bu tercihlerin, yani sermaye sınıfının çıkarlarının ona uzlaşmaz karşıtlık içindeki işçi sınıfının çıkarlarıymış gibi gösterilmesinde bir yanılsama yaratması açısından belirleyiciliği olsa da, bu sadece ”algıları yönetme operasyonundan” başka bir anlama gelmez. Ahmet Davutoğlu’nun başbakanlık görevine gelir gelmez tüm toplumsal alanları “yeni bir ahlaki formasyonla buluşturacağız” demesi de bu algıları yönetme operasyonlarının toplum mühendisliği şeklinde devam edeceği anlamına gelmektedir. Türkçesi “yeni ahlaki formasyon”, işçi sınıfı ve emekçileri hem ezilen hem sömürülen sınıflar kategorisinde tutarken buna kitlelerin “gönüllü ve bilinçli” katılımlarını sağlamaktan öte bir şey olmayacaktır. İşçi ve emekçilerin yaşadığı her sorun dinsel paketlemelerle “çözülecek”, sermayeye biat etmiş, yönetilebilir bir toplum inşa edilmiş olacaktır. Türkiye burjuvazisinin yüzyıllık rüyasıdır bu. Akademik çalışmalarında Osmanlı İmparatorluğu’na hayranlık içinde başı dönmüş ve anakronizme düşme kaygısı bile duymadan o egemenlik ilişkilerini bugünün Türkiye’sine vizyon olarak
tanımlayan bu zat, R.T Erdoğan’ın, AKP’nin izlediği politikaların da mimarlarından biridir aslında. Özellikle dış politikaya yön veren güç, egemenlik, hegemonya ilişkilerini yeterince dikkate almadan, dinsel-tarihsel ilişkiler üzerinden emperyalist hayaller kuran bu vizyon nereye elini attıysa başarısız olmuş, günümüzün emperyalist kapitalist ilişkilerinin duvarına çarpıvermiştir. Bu politikalardan çark etmek, varlığını ve iktidarını bütünüyle buraya bağladıkları için mümkün olmadığından bir yönetememe krizine girmişlerdir ve artık buradan iktidarda kalarak çıkmaları mümkün görünmemektedir. Yeni Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun “emanetçiliği” tam buradadır. Emanet, Türkiye mali oligarşisinin azami güç yoğunlaşmasıyla bölgesel güç olma ve bunun iç siyasal, toplumsal, ekonomik ilişkilere yansıması olan politik tutumlardır. Son üç-dört yılda ivmelenen ve artık geri dönme, manevra yapma olanağı iyice ortadan kalkan politikaları ısrarlı biçimde savunabilecek bir karakter arayışıdır. Ki somut durumda doğal olarak bunun Ahmet Davutoğlu’ndan başkası olması da beklenemezdi. Değişik bir isim bütün bu politik yönelimden çark anlamına geleceği gibi AKP-R.T Erdoğan’ın şahsında cisimleşmiş politikaların yenilgisi ilan edilmiş olacaktı. Ortada bir yenilgi var ama bu henüz kabul edilmiyor, direniliyor. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin de üzerinde yükseltildiği slogan “Yeni Türkiye”ydi. Hem Cumhurbaşkanı R.T Erdoğan, hem Başbakan Ahmet Davutoğlu sık sık bu slogana atıfta bulunarak ülkeyi yeniden formatlayacaklarını söylüyorlar. Bugüne kadar izledikleri politikaları bir üst konuma taşıyıp ideolojik meşreplerince bir toplum yaratacaklar. Hedef bu. Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz! İşçi sınıfı ve emekçilerin yaşamını cehenneme çeviren, doğayı ve kentleri rant uğruna talan eden bu anlayışın nasıl bir ahlaka sahip olduğunu Soma’da görmüştük. İşçi ve emekçilerin özlem ve taleplerine yaklaşım tarzları ahlakları hakkında bize yeterince kanıt sunmuştu. Evrensel
insani değerleri tanımlayan “etik” yerine “ahlak” kavramına sarılmaları ve emekçi halk kesimlerine “ahlaklı olmayı” dayatmaları bize şunları anlatıyor: İşçi sınıfı için iyi ahlaklı olabilmek, sermaye sınıfının daha fazla kazanması için gerektiğinde canını vermek ve bundan şikayet etmemektir. Emekçiliğin fıtratı böyledir zira!
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin de üzerinde yükseltildiği slogan “Yeni Türkiye”ydi. Hem Cumhurbaşkanı R.T Erdoğan, hem Başbakan Ahmet Davutoğlu sık sık bu slogana atıfta bulunarak ülkeyi yeniden formatlayacaklarını söylüyorlar.
Kürt halkı için eşit özgür bir dünyada varlığı tanınmış bir Kürt olarak yaşamak için mücadele etmemek, verilen kırıntıları boynunu büküp kabul etmektir! Kadın için ahlak evinden-erkeğin otoritesinden çıkmamak, toplum içinde gülmemektir; “türban özgürlüğüdür”! Gençlik için, dindar neslin tornacısı olan imam hatip liselerinin tedrisatından geçmektir! Aleviler için, Sünni İslam’ın egemenliğini kabul etmek, çocuklarına zorunlu Sünni İslam derslerinin verilmesine ses çıkarmamak, efendi efendi sazını çalıp türkü söylemektir! Her toplumsal kesime biçilen rollerin iç bağlarının kurulması ve kurumsallaşması demek olan “Yeni Türkiye” formatına karşı çıkmak, vatana ihanettir! İdeolojik dinsel parametrenin temelinde biat kültürü olduğu için ezilen sömürülen tüm kesimlerden koşulsuz itaat beklemektedirler. İşçi sınıfı ve emekçilere dayatılan toplama kamplarındaki bir yaşam biçimidir. Çalışmak, itaat etmek özgürleştirir! Ama sizi değil sermaye sınıfını, egemen kesim-
11
işçi meclisi
leri!.. İç toplumsal yapıya dönük bu ideal-dindar-toplum fantazisi dış politikada da boyundan büyük konuşmayı doğurdu (tersi de doğrudur). Büyük güçlerin oyunlarında figüran olmaktansa kendi oyunumuzu kurarız diye düşündüler. Gelinen durum ortada; burjuva politikası açısından da büyük bir beceriksizlik ve hesapsızlık olduğu çok açık. Doğu ve güney sınırlarında yaşananlar malum. İstikbalini Irak ve Suriye’de Sünni mezhep kartına tamamen bağladıkları için tüm güçleriyle yükleniyor ve yeni bir Sünni devlet için alttan alta çalışıyorlar. Yeni Sünni devlet yeni sorunlar demek olsa da, onlara bir nefes alma molası vereceğini hesap ediyorlar. Esad’a ve Kürt halkının özgürlük mücadelesine ciddi darbe vurmuş, Ortadoğu’daki Sünni ittifakın elini güçlendirmiş olacağını düşünüyorlar. Genelde Ortadoğu’da özelde Suriye’de bu politikaların iflas ettiği malum. Suriye’de emperyalist ve bölgesel gerici güçlerle birlikte Esad rejimini devirmek için her türlü kirli oyun sergilendi ve yaratılan cadı kazanından IŞİD adlı bir çete doğdu. Bu katiller sürüsü çetenin tüm pratiği Suriye’yi karıştıran emperyalist güçlerin eseridir ve en başta Türkiye devletinin mezhepçi dış politikasının ürünüdür. Sünni mezhepçi dış politika yönetilemez oldukça, nasıl Suriye ve Irak’ta IŞİD adlı karanlık, insanlık düşmanı bir çetenin ortaya çıkmasına neden olduysa, aynı süreç Türkiye’nin iç toplumsal ilişkilerinde de “sivil” karşı devrimci grupların palazlanmasıyla yaşanacaktır.
Kürt halkının Rojova kazanımı tehdit altındayken serhildana durması karşısında IŞİD’ın Türkiye muadillerinin harekete geçmesi, geçirilmesi bir ve aynı sürecin iki yüzüdür. AKP hükümeti artık içte ve dışta sürdürülemez hale gelmiş politikalarında ısrar edecektir. Çünkü bu onun için hayat-memat meselesi durumundadır. İçte ve dışta kuşatılmış, neredeyse karanlık çete güçleri dışında hiçbir ulusal, uluslararası “meşru” güçle bir ittifak ilişkisi kalmamıştır. Kobane serhıldanına nasıl intikamcı, gözü dönmüş bir şekilde paramiliter dinci-faşist çetelerini devlet güçleri yanında sokaklara sürdüğü görülmüştür. Tıkanan neoliberal muhafazakar, Sünni İslam gericiliği soslu politikalarında ısrar ettikçe, oluşan tepkileri şiddetle bastırmaya yöneleceğini göstermektedir. Özellikle Kürtlere ve Alevilere dönük ”sivil” saldırıların, linçlerin zemini döşenmekte, iç savaş ortamı yaratılmaktadır. Kobane serhıldanı karşısında sanki varolan yasalar yetmiyormuş gibi polisin-askerin elini tamamen serbest bırakmanın, 90'ların karşıdevrimci kontra saldırılarının önünün yeniden açılacağının işaretlerini vermektedir. Yönetemedikçe çaresizleşen AKP iktidarı uzun yıllardır iktidarda olmanın getirdiği olanaklarla polisi ve askeri kendi ideolojik meşrebince bir kalıba sokmuştu. Şimdi o güçleri de daha aktif olarak kullanarak bir hükümet darbesinin koşullarını oluşturmakta, faşizmin çözülme sürecini tersine çevirmeye çalışmaktadır. Tüm gelişmeler karşıdevrimci
"Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz!
İşçi sınıfı ve emekçilerin yaşamını cehenneme çeviren, doğayı ve kentleri rant uğruna talan eden bu anlayışın nasıl bir ahlaka sahip olduğunu Soma’da görmüştük. İşçi ve emekçilerin özlem ve taleplerine yaklaşım tarzları ahlakları hakkında bize yeterince kanıt sunmuştu.
"
şiddete karşı devrimci meşru özsavunma güçleri oluşturmanın bir zorunluluk olduğunu işaret etmektedir. “Yeni Türkiye” , “yeni ahlaki formasyon” gibi kavramlar demetiyle oluşturmaya çalıştığı toplumsallığın izleyeceği rota bu olacaktır. Bunun bir hükümet darbesiyle mi yoksa başka bir biçimde mi olacağının çok bir önemi yok, lakin içine girdikleri maddi ilişkilerin doğal seyri hükümeti tüm toplumsal güçleri baskı altına almaya, meşru-hukuki zeminleri ulusal, uluslararası yasalarla tanımlanmış hakları ortadan kaldırmaya doğru itekleyecektir. Bunu başarabilir mi ya da ne kadar başarabilir, bunu tayin edecek şey sınıf mücadelesinin (işçi sınıfı, devrimci-demokratik güç ve toplulukların tavrı) seyridir. Neoliberal muhafazakar kapitalizme karşı büyüyen öfke Gezi’den bu yana akacak kanal arıyor. Özgürlük ve demokrasi elle tutulur somut bir varlık olarak ortadayken onun yokluğunu kitlelere yaşatmak her geçen gün daha da zorlaşıyor. Sosyalist işçi demokrasisinin acil bir ihtiyaç olarak kendini dayattığı bu koşullarda Türk-Kürt bütün işçi ve emekçilerin talepleri ancak böylesi bir programda ortaklaşabilir. Birleşik, militan bir mücadele hattıyla ancak bugünkü özgürlük ve demokrasi talepleri karşılanabilir. Gezi Direnişi uykularını kaçırmıştı, Kobanê serhıldanı kabuslar görmelerini sağladı. İkisinin birleşik, militan, devrimci, sosyalist bir kanalda birleşmesi, ortaya çıkacak sinerji nelere kadir olur, varın onu da siz düşünün, hayal edin!…
12
işçi meclisi
Kobanêgrad Emperyalist ve bölgesel gerici güçlerin Ortadoğu’nun başına bela ettiği IŞİD çetesi, Kobanê’ye üç koldan saldırısını sürdürüyor. Rojava Kürt halkının “demokratik özerklik” stratejisi gereği bölgede ilan ettiği üç kantondan biri olan Kobanê hem emperyalistlerin Türkiye dahil bölgesel kapitalistleri, hem de IŞİD çetesinin hedefi durumuna gelmekte gecikmedi. Rojava Kürtlerinin kendi öz güçleriyle yaşadıkları topraklarda kurdukları özyönetimler farklı farklı gerekçelerle de olsa tüm bu gerici güçlerin hedefi oldu. IŞİD çetesi işte bu “ortaklığın” taşeron tetikçisi olarak devreye sokuldu. Şengal’de Ezidi Kürtleri katleden, kadınları kaçırıp tecavüz eden, köle pazarlarında satan insanlık düşmanı bu güruh, şimdi de Irak ve Suriye’den ele geçirdiği ağır silahlarla birlikte Kobanê’ye saldırtıldı. Vatan ve onur savunmasında YPG ve YPJ’li savaşçıların yarattığı destansı, gözüpek direniş bugün bizim de sahiplenmemiz ve bulunduğumuz her alanda savunmamız gereken bir özgürlük mücadelesidir. Nazi Alman ordularının, faşizmin saldırısına iki yıl boyunca sokak sokak, ev ev direnen Stalingrad direnişini kendine örnek alan Kobanê savaşçıları “Kobanêgrad”ı yaratmakta oldukça kararlı görünüyorlar. Maruz kaldıkları tüm olanaksızlıklara, kuşatmaya, eşitsiz bir savaş yürütmelerine rağmen Kobanê’nin düşmeyeceği, düşse bile yeniden ayağa kalkacağı artık anlaşılmış bulunmaktadır. Kobanê direnişi salt Kobanê değildir ve orada Türkiye mali oligarşisinin, AKP hükümetinin ne tür entrikalar çevirdiği, katil ve tecavüzcüler çetesine hangi destekleri verdiği artık gizlenemez bir hale gelmiştir. Yönetememe krizini aşmak, neoliberal gericilik rejimini ayakta tutmak adına istemeye istemeye yürütmek zorunda kaldığı, ulusal hareketi oyalayarak çürütme stratejisini “çözüm” adı altında sürdürdüğü bir kesitte Kobanê direnişi kaldırdığı taşı ayağına düşürmesine neden oldu. Taktığı maske, “barış-çözüm” ikiyüzlülükleri açığa çıktı. Kuzey Kürdistan halkının Kobanê’ye vermek istediği destek gazla,copla,kurşunla boğulmaya çalışıldı. Rojava’da IŞİD, Kuzey’de AKP gericiliği Kürtlerin üzerine saldırdı.
Kürt halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesinin eşiği şimdi Kobané’dir. Kobané Kobanégrad olup IŞİD ve tüm destekçilerini yendiğinde özgürlük ve demokrasinin kapıları da açılacaktır. derinleştiren politikalarında ısrar edeceğini gösteriyor. Milyonların serhıldanını misliyle şiddet uygulayarak durdurabileceğini sanıyor, tehdit ediyor. İktidarının bugün ayakta durmasına neden olan temel payandanın ulusal hareketle yürüttüğü “çatışmasızlık” süreci olduğunu unutarak kaldırdığı taşı kendi ayağına düşürüyor. Ulusal hareketi yaklaşık iki yıldır oyalarken, IŞİD’in saldırısı altında direnen Kobanê’nin düşmesini ellerini ovuşturarak beklerken, ne kadar yanlış hesaplar içinde olduğunu göremiyor!… AKP hükümetinin ideolojik-siyasal biçimlenişi, kültürel yapısı temel olarak Türk-Sünni mezhepçiliği ve sermaye seviciliği üzerinde şekillendiği için Kürt halkının demokratik özlem ve taleplerine de, tüm kazanımlarına da (örneğin Rojava) düşmandır. İzlemek zorunda kaldığı çözüm “sürecini” pratik adımları atmayarak, Öcalan’ın reformist eğilimlerini son sınırına kadar zorlayıp süreci zamana yayarak çürütmesi, böylece memlekette tesis ettiği hegomanyayı ulusal harekete, Kürt emekçi halkına doğru genişletme isteğini, ikiyüzlülüğünü açık ediyor. Kürt halkına -varlığınız varlığımıza armağan olsun diyevarlığınızı tanıyoruz demenin dışında (ki onu da kanırta kanırta söyleten militan, gözüpek mücadeledir) bir adım atmıyor. Atacağı her adımın daha geniş demokrasi ve özgürlük taleplerine altlık olacağını, neoliberalizm koşullarında sıkı denetim altında tutulması gereken işçi sınıfı, emekçi kitleler ve Kürt halkının buradan oluşturacağı moralle taleplerini yükselteceğini biliyor.
Fakat yükselen mücadele koşullarında gün geçtikçe talepleri daha fazla zamana yayma olanakları da daralıyor. Dişe diş, kora kor mücadele, neoliberal muhafazakar gericiliği kendi korkularıyla yüzleşmeye zorluyor. Ama o her fırsatta bu Bölgede örgütlülükleri ve etki alanları günden yüzleşme yerine ulusal hareketi, onun önderlerini güne büyüyen, dünya halklarında sempati toplayan küçümsüyor, aşağılıyor, hakaret ediyor. Bu politiKürt halkının mücadelesi tüm uğursuz güçler kalar bir yerinden patlayacaktı. Tedavi etmek yeryeniden sahneye çağrılarak bastırılmak isteniyor. ine öylece bırakılan yara enfeksiyon kaptı. Kobanê Rojava’da IŞİD, Kuzey’de faşist çeteler, Hizbullah bu iltihaplanmış yarayı patlattı ve tedavi sürecinin Türkiye devletinin, AKP’nin yönlendiriciliğiyle önünü açtı. Ve esas olarak şunu gösterdi: birlikte yeniden devreye sokulmaya çalışılıyor. Hükümet yönetme kabiliyetini yitirmiş, devlet Tedavinin tüm olanakları kitlelerin elindedve rejim krizini aşmak uğruna tüm bu krizleri ir. Kendi yaranızı kendiniz, özgücünüzle
iyileştireceksiniz. Zor militan mücadele bütün sağlık görevlilerini de, materyallerini de sağlayacak yegane ihtiyaçtır. Nasıl ki işçi sınıfı tüm kaderini burjuvazinin eline ve niyetine terkettiğinde başına SOMA geliyorsa, asansörlerde onar onar ölmek geliyorsa, Kürt halkı da kaderini AKP hükümetinin, mali oligarşik yapının ellerine bıraktığında başına daha farklı şeyler gelmeyecektir. İşçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarını devrimci bir siyasi duruşla, sınıf olarak denetimine alması gerektiği gibi, Kürt halkı da reformist müzakere anlayışı yerine, militan devrimci mücadeleyle taleplerini yükseltmelidir. Ancak o zaman müzakere masaları da istenen biçim ve içerikte kurulabilecektir. Ulusal hareket, Kürt halkının devrimci militan potansiyeli devletin beklediğinin aksine çürütülmemiştir. Kobanê serhıldanıyla ayakta olduğunu, daha nelere muktedir olabileceğini de göstermiştir. Ki bu daha başlangıçtır ve devlet beklenen adımları atmazsa başka şeyler de muhtemelen gündeme gelebilecektir. Kobané’de süren direniş kuzeyde de kıvılcım olmuş, emekçi Kürt halkını ve gençliğini eyleme çağırmıştır. Stalingrad faşizmin saldırısı altındaki sosyalist anavatanın savunulmasıydı. Faşizmin yenilgisi dişe diş bir mücadeleyle Stalingrad’da başlamış ve arkası çorap söküğü gibi gelmişti. Kürt halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesinin eşiği şimdi Kobané’dir. Kobané Kobanégrad olup IŞİD ve tüm destekçilerini yendiğinde özgürlük ve demokrasinin kapıları da açılacaktır. Kürt ulusal hareketi şunu anlamalıdır, Kobané düşerse Ankara düşmez. Ankara’da simgeleşmiş burjuva inkar, baskı asimilasyon ve egemenlik ilişkileri ancak Kobané ayakta kalırsa, zafer kazanırsa düşecektir. Ve tüm güçler, olanaklar Kobané’nin kazanması için seferber edilmelidir. Kobané salt Kobané değil, çok daha fazlasıdır. Ercan Akpınar 1 No’ lu F Tipi Hapishanesi B1-53 Sincan /Ankara
13
işçi meclisi
Atılan D&R işçisi:
Yılmadığımızı göstereceğiz Biraz bize kendinizden ve mağaza çalışanlarından bahseder misiniz? *İstanbul Üniversitesi siyasi Bilimler Fakültesi’ni özel sebeplerden dolayı ikinci sınıfta bırakmak zorunda kalıp Karadeniz Teknik Üniversite'sin de lisansımı tamamladım. Bir yandan KPSS hazırlanırken yaklaşık on aydır D&R da kasiyer olarak görev aldım. Mağazada çalışan arkadaşlarımın büyük bir kısmı öğrenci olup bir kısmı da aile geçindirmekle yükümlü olan ve işlerine dört elle sarılan gençlerdir. Çalışma sürecinde yaşadığınız sorunlar nelerdir? *En büyük sorunumuz maalesef kalıplaştırılmış ve asla çiğnenmemesi gereken kurallar. Saatinde gel, gerekirse fazla mesai yap; konuşma, işini bitirmeden çıkma, gerektiyse molandan fedakârlık yap ama molanı fazla kullanma gibi insan olduğumuzu unutturup çalışmaya programlanmış şekilde kullanılmamız. Bunun yanı sıra yoğun tempoda, ayakta dokuz saat çalışmak ve görevimiz harici örneğin 30 kiloluk kolileri bizim taşıyor olmamız, izinli ve raporlu almış bir arkadaşımız varsa onun yerine ful çalışıp başka bölümlere bakmak zorunda
bırakılmamızdır. Fikirlerimiz alınmadan başka mağazalara destek vermek amaçlı gönderilmemiz de aynı büyük sorunlar arasında.
yolla yılmadığımızı göstereceğiz. Emeklerimiz bu kadar ucuz değil bunu görecekler…
D&R sorumluları sizi hangi gerekçeyle işten çıkardılar? * Para puan sistemini usulsüz şekilde kullanmam gerekçesi ile isten çıkarıldım. Daha doğrusu kendi isteğimle çıkıyormuşum gibi gösterilerek baskı altında istifaya mecbur bırakıldım. İndirim kartı olmayan Müşteriye kasada tek kaldığım anlarda yoğunlukta indirim sağlamak için sisteme birkaç çevremdekilere ait numara girdim. Ve bundan kuruşları aşmayacak kadar az meblağda puan kazanıldı. Ve onca emeğim mesailerim verdiğim güven aldığım memnuniyetler hiçe sayılarak hırsızlıkla itham edilerek işten çıkarıldım. D&R önünde basın açıklamaları yaptınız. Bundan sonraki süreçte başka eylemlilik planınız var mı? * Tabi ki var. Atılan işçiler geri alınana kadar ya da en azından bundan sonra haksız yere işçi atılmalarını durdurmak için çalışmalarımız devam edecek. Gerek basınla gerek yürüyüşle gerek düşünce konuşma baskısıyla hem fiziki hem sanal
(
Dünya Kobane Günü'nün gösterdikleri İlk çağrısını aralarında Nobel Barış Ödülü sahibi Adolfo Perez Esquivel, Amerikalı dilbilimci Noam Chomsky’nin de yer aldığı aydınların, Britanya Avam ve Lordlar Kamarası üyeleri ile AB Türkiye Yurttaş Komisyonu’nun (EUTCC) yaptığı “Dünya Kobane Günü”nde onbinlerce kişinin katıldığı eylemler gerçekleştirildi. Dünyanın 80 kentinde Kobane’yi desteklemek için alanlara çıkıldı. Yürüyüşlere, Kuzey Kürdistan, Türkiye, Avrupa ve diğer kıtalarda birçok ülkede bir dizi kentte başta Kürtler olmak üzere çeşitli milliyetlerden ilerici, demokrat, devrimci güçler katıldı. Kobane, mücadelenin eşitsiz, sıçramalı gelişiminin de bir örneği olarak, kitlelerin aşağıdan ve militan öz eylemiyle kurulmuş, özveriyle savunulan Rojava’nın ve ona verilen desteğin simgesidir. Kobane şahsında Rojava, bölge ölçütlerine göre ileri, henüz katı bir iç bürokrasiye de sahip olmayan bir siyasal toplumsal sistemin, özerk demokratik kantonal yönetimin adı olmaktan, giderek Kürt ulusal birliğinin mıknatısına dönüşüyor. Rojava’yı savunmanın simgesi olarak Kobane, militan bir halk direnişi olmasından dolayı Erdoğan’ın “adını duymaktan bıktığı” bu küçük kent dişe diş, sokak sokak savunuluyor. Savunuldukça da, Kürt ulusal hareketine uluslararası ölçekte şimdiye dek ulaşılan en yaygın desteği kazandırıyor. Kobane’nin çağrıştırdıkları gibi, eylemlere katılım nedenleri de gerek dünya ölçeğinde gerek tek tek ülkelerde farklı farklı oldu. Hemen tümünde İŞİD’in ele geçirdiği bölgelerde erkekleri kılıçtan geçirip kadınları savaş ganimeti olarak tecavüze uğratmasında ifadesini bulan vahşi dinsel gericiliğe karşı öfke, tepki, ürküntü ve özsavunma içgüdüsü iç içe geçerek yaşanıyor. Bu en genel ortak payda, Kobane Günü eylemlerinin dünya ölçeğinde 1,5 ay gibi bir sürede gerçekleştirilmesinde rol oynadı. Sünni mez-
hepçi muhafazakarlığın AKP eliyle toplumsal siyasal yaşama artan ölçüde, -işçi sınıfı açısından da emekgücünün kontrol altına alınmasında keza özel bir rol oynayarak- zerkedildiği Türkiye’de tepkiler sadece İŞİD’e değil, hem İŞİD’i arkadan ittiği düşünülen, hem de artık onun sivil görünümlü hali olarak algılanan AKP’ye, AKP’nin dış ve iç politikasına yöneldi. Afganistan’ın 7 eyaletinde, çarşaflı kadınların katıldığı, hükümet tarafından da önü açılan eylemlerin bir itkisini hiç şüphesiz kadınların İŞİD’in bir başka versiyonu olan El Kaide’ye karşı tepkisi oluşturuyordu. Kobane’ye desteğin Avrupa’daki ortak paydası, hükümetlerce de benimsenen biçimde burjuva demokratik ve modernist kriterler oldu. Bunların yanı sıra, ekolojist, anarşist, feminist… farklı çıkış noktaları olan hareketler de kendi perspektiflerinden Rojava ve Kobane’yle bağ kurdular. Avrupa’da Kürt diplomasisi faaliyetlerinin içeriğini ve propagandasını “laiklik”, “modernizm”, “kadın özgürlüğü”, “insanlık savaşı” temalarıyla yürüttü. Kobane, birinci ayın sonuna dek gerek başta ABD olmak üzere emperyalist kapitalizmin, gerek bölge gericiliklerinin gerekse de Güney Kürdistan yönetiminin YPG ile İŞİD’i “birbirini yıpratsınlar” diye izlediği çetin bir savaşa sahne oldu/oluyor. Bu direnişin gücü ve dünya demokratik kamoyu üzerinde yarattığı etki, doğurduğu kitlesel hareket, emperyalistleri destek vermeye zorladı. Bununla birlikte, direnişin yaşadığı askeri zorlanma ve sıkışmalar PYD’yi Türkiye’ye “yardım koridoru” açması, ABD, Fransa ve bir dizi devlete ise “müdahale” ve “bombardıman” çağrısına yöneltti. Denebilir ki, ABD açısından 2003 Irak işgali sonrasında bölgeye yönelik uygulanması en kolay ve davet edilen bombardıman çağrısı buydu. Onyıllardır bölge burjuva sınıflarının, aşiret ve şeyhliklerinin işbirliği yaptığı, bölge gericiliklerinin emekçi halklarına karşı her kan banyosunda eli olan
ABD emperyalizmine, Fransa’ya vb devletlere yapılan çağrı -H. Bernard Levy gibi entelektüellerin Türkiye’ye yönelik siyonist eleştirilerini referans vermek dahil- Kobane/Rojava nezdinde Kürt ulusal hareketinin zayıf karnının işaretidir. Emperyalizmle çekilen sınırın cılızlığı, sadece uzak geleceğe dönük olarak değil -kendi temsilcilerinin de anlatımlarına göre- ekonomik olarak zayıf Rojava’yı yakın gelecekte ve aktüel olarak da siyaseten vuracak bir silah olarak işliyor. Bu bahiste, Türkiye’deki demokratik devrimciliğin sergilediği derin tasfiyeci zayıflık ise, yalnızca en görünen haliyle emperyalizmle sınırların gitgide silikleşmesi olmadı. Gerçi, CNNTürk, HDPDTK sözcüleri, Figen Yüksekdağ, Aysel Tuğluk gibi isimler nezdinde ABD bombardımanını çağıran ve sevinçle karşılayan görüntüleri tarihe geçirmiş oldu. Ancak bunun da gösterdiği daha önemlisi, sosyalizm ve hatta devrimci demokrasi iddiasındaki güçlerin bu iddialarını tümden geride bırakarak Kürt ulusal hareketinin bizzat temsilciliğine ve zayıflıklarının özürcülüğüne soyunmalarıydı. Bu tutum, Rojava’da yaratılan değerlerin tarihsel olarak değil Kürt ulusal hareketinin gözüyle ele alınışında olduğu gibi, Kobane’nin savunusunda da aynı politik zayıflıklara sarılma sonucunu verdi. Kesinkes verilmesi gereken demokratik destek, bu güçlerin kimi açısından özdeşleşmeye ve bütünüyle Kürt ulusal hareketi perspektifi içinde erimeye dönüştü. Erime, emperyalizme karşıtlık çıtasını da aşağılara düşürdü. Erimenin sonucu olarak, ABD emperyalizminin bölgedeki rolü, planları, I. ve II. körfez savaşı süreçleri, işgalci ve saldırgan ABD’ye karşı yürütülen mücadeleler unutulup, Kobane’deki sıkışmalarla da birleşik, Kürt diplomasisinin peşine takılındı.
14
işçi meclisi
Atılan D&R işçisi: Her yeni boyun eğiş bir yenisini doğurur D&R işçisi Sinem E.10 aydır kasiyer olarak çalıştığı işinden prosedürlere uymadığı bahanesi ile atıldı. İşten atılırken de dava açmasının önünü kesmek için kendi isteğimle çıkıyorum yazısı yönetici odasında 4 kişinin zorlama, tehdit ve baskısıyla alınarak işten kendi rızasıyla çıkmış gibi gösterildi. Bu durum karşısında sessiz kalmayan Mağaza Çalışanları sınıf kardeşleriyle birlikte harekete geçti. Arkadaşımız işten atıldıktan sonra Mağaza Çalışanları olarak arkadaşımızla sosyal medyadan 3 saat sonra işe geri alınması kampanyası yürüttü. 18 saat sonra fiili olarak iş yerinin önünde atılan işçilerin geri alınması ve kölece çalışma koşullarının teşhirini sürdüren eylemle karşılık verdi. D&R Nişantaşı Şubesinin önünde Remzi Kitabevi ve diğer mağaza ve bir kaç kurumun desteği ile kapı önünde içeri girenleri durdurup D&R’yi teşhir etti ve durumu açıklayan bildirileri verdi! “Atılan işçiler geri alınsın”, “İşçileri attılar hesap verecekler”, “Kahrolsun modern kölelik sisteminiz” vb. slogan atıldı. Pazartesi günü basın açıklaması yapmak üzere eylem sonlandırıldı. Ardından D&R’ın Nişantaşı şubesi önünde oturma eylemi gerçekleştirildi. İşten haksız şekilde atılmasının peşini bırakmayan D&R işçisi 27 Ekim Pazatesi günü D&R’ın önünde eylemdeydi. Mağaza işçileri biraraya gelerek sınıf kardeşlerinin işten atılmasını ve patronların bu keyfi tutumunu protesto ettiler. Saat 14.00'de kısa bir yürüyüş ardından geldikleri Nişantaşı D&R önünde bir basın açıklamsı yapıldı. “İşten atılan işçiler geri alınsın”, “Kitapsız dianar”, “Emek hırsızı dianar”, “İşçi düşmanı D&R” yazılı dövizler ve “Prosedürünü al kitap ayracı yap. İşten atılmak korkusu yaşamak istemiyoruz” yazılı Mağaza İşçileri imzalı ozalit açıldı. İşten atılan işçiler geri alınsın kölece yaşamaya kölece çalışmaya hayır direne direne kazanacağız sloganlarının atıldı. Eyleme Yayınevi Emekçileri Kolektifi’nden işçilerde katılarak destek verdi. Eylemde okunan basın metni ise şöyleydi.
Değerli basın emekçileri, mağaza işçileri ve diğer mücadele arkadaşlarımız! Bizler kişisel ihtiyaçlarımızı bile ucu ucuna yetiştirecek kadar az maaşla ve gerek fiziksel gerek beynen vücudumuzun kaldıramacayağı kadar yoğun ve yorucu şartlarda çalışan, sağlığı bozulan mağaza işçileriyiz. Kısaca bizler patronlardan yana yasalarla özgürlüğü olmayan, uydurma prosedürlerle monotonlaştırılmış, söz, yetki ve karar hakkı olmayan, baskıya boyun eğmek ve çalışmak dışında bir seçeneği kalmayan işçileriz. Bize göre haksızlıklara boyun eğmek zorunda bırakıldığımız her yer kapalı bir cezaevidir. Esnek kölece çalışma koşulları ile çalıştığımız bu mağazalar kentin büyük fabrikalarıdır. İşçi düşmanlığına, mobbing, baskı ve sömürüye sessiz kalmak, her yeni boyun eğişi beraberinden getiriyor. Bizleri teker teker keyfice işten atıyor, işten çıkmaya zorluyorlar veya tehdit ediyorlar. Bugün bizi işten atanlar için bu ne ilk ne de sondur. Son gerçekleşen işten atma, paro puan sistemlerine girdiğimiz numaranın hatalı olması bahanesiyle gerçekleşmiştir. Yoğun çalışma temposundan dolayı, başımızda bekleyen müşterileri biran önce almak için hatalı işlemlerimiz bize karşı ağır iftira ve tehdit olarak dönmektedir. Zamanı gelen işçileri yıldırmak, sürekli değersizleştirmek, çeşitli bahanelerle mağazalarını değiştirmek ve hakkını arayan çalışanlarını atmak bu sektörün çalışma prosedürünün temel anlayışıdır.
Bugün benim başıma gelen ne ilk ne de sondur. Bizlerden gerektiğinde fazla mesai yapmamız, resmi tatillerde dahi çalışmamız, özel hayatımızı hiçe sayıp her şeyi iş saatleri ve kurallarına uydurmamız, iş yerinin uygun gördüğü saat dilimlerinde kısıtlı dinlenme molalarını ihlal etmeden çalışmamız ve aynı zamanda hata yapmamamız beklemektedir. Bugün benim yaşadığım baskı ve tehdit ile istifaya zorlanma senin ya da arkadaşının kardeşinin de başına gelecek. Ben bütün emeklerim hiçe sayılara, hak etmediğim lakayt yaklaşımla, henüz ne olduğunu bile anlamadan istifamı baskıyla imzalamış olup susup oturmayı kendi şahsıma hakaret görürüm. Birliğin ve beraberliğin gücüne inanarak ve gerçekten varlığınızla güçlenerek sesimi duyacağıma inanıyorum. Ve elbette, Bir gün elini kolunu sallaya sallaya dolaşacaktır. Hem de en şanlı kıyafet “işçi” tutulumu ile bu güzelim memlekette hürriyet!!! Sinem E.
Son işten atma artık canımıza tak etmiştir. Kendi özel sebeplerimizden dolayı ayrılıyor gibi gösterilerek, tehdit ve psikolojik şiddet ve maddi korkular yaratılarak imza alınıyor veya üstüne üstlük hırsızlıkla suçluyorlar. Ücretsiz olarak dayattıkları biriken mesailerimizse gasp ediyorlar. Birliğin ve beraberliğin gücüne inanarak şimdi buradayız ve hesap soruyoruz. Sırtımızdan koskoca bir tekel olan D&R mı hırsız yoksa işçiler mi? Bizleri ücretsiz mesailere zorlayan, elinde kırbaçla gezen patronlaşmış yöneticiler mi hırsız biz mi? D&R’nın tüm emekçilerden özür dileyerek işten atan bizleri işe geri almasını istiyoruz. Mücadelemiz tüm mağaza işçilerinin ortak mücadelesi olarak sonuna kadar devam edeceğinden kimsenin şüphesi olmasın… Teşekkür ederiz. Mağaza Çalışanları
Benim Annem Cumartesi
15
işçi meclisi
27 Mayıs 1995'ten bu yana her Cumartesi Galatasaray Meydanı’nda oturma eylemi yapan Cumartesi Anneleri ve Kayıp yakınları 500. Hafta eylemini gerçekleştirdiler.
Arjantin‘de cunta yönetiminin zorla yok ettiği çocuklarını bulmak için Plaza Del Mayo Meydanı’nda toplanan annelerden esinlenen gruba katılanların sayısı zaman geçtikçe binleri bulmuştur. Plaza De Mayo Anneleri’nden esinlenen Cumartesi Anneleri’nin “Núnca más” (Bir daha asla!) çığlığı, Hasan Ocak’ın 21 Mart 1995 tarihinde gözaltına alınmasının ardından Ocak’ın ailesi ve yoldaşlarının “Sağ aldınız, sağ istiyoruz” sloganıyla başlayan kayıplar mücadelesi Galatasaray Meydanı’nda “Kaybedenler kaybedecek” çığlığıyla ses getirdi. 13 Mart 1999'da yeniden bir araya gelerek Cumartesi oturmalarına başladılar. 25 Ekim 2014 Cumartesi günü Cumartesi Anneleri’nin 500. Haftayı devirdikleri hafta oldu. 500. Hafta olmasından dolayı “Çoğalırsak, kayıplarımızın akıbetini öğrenebilir hesabını sorabiliriz. Sesimize ses katın” diyerek çağrısı yapılan eyleme katılım ve etkinlikler de çeşitliydi. AFSAD Toplumcu Gerçekçi Belgesel Fotoğraf Atölyesi ve İHD İstanbul Şubesi Kayıplara Karşı Komisyonu, 2013-2014 dönemi gözaltında kayıplar Cumartesi Anneleri/insanları Belgesel Fotoğraf çalışmasını Cumartesi Anneleri’nin 500. mücadele haftasında açtı. Sergi yürüyüşü 25 Ekim 2014 Cumartesi günü Saat 10.30’da Tünelden Galatasaray Meydanı’na yapıldı. Çalışmayı atölye fotoğrafçıları Diyarbakır ve İstanbul’da her Cumartesi röportajlar yaparak fotoğraflar çekerek Cumartesi Anneleri ve İnsanlarının kayıplar mücadelesini izleyerek, öznesi olarak gerçekleştirdiler. Sergi çalışmasını gerçekleştirenler çalışmayı şöyle özetliyorlar: “100 yıllık bir kaybedilmenin izini sürerek annelerin feryadını, kaybedilmeye karşı mücadeleyi görünür kıldılar. Sonsuz yasın tanığı oldular. Latin Amerika deneyimlerinden yararlanarak oluşturulan çalışma yeryüzü kayıplarını arayanların itiraz dilini, öfkesini ve özlemini anlatmakta ve göstermektedir.” Sergi yürüyüşü için Tünel Meydanı’nda toplanan kayıp yakınları ve desteğe gelen yüzlerce insan yürüyüş için beklerken Grup Munzur bir müzik dinletisi sundu ve tiyatral bir gösterim yapıldı. Ardından eylemciler Galatasaray Meydanı’na doğru kayıpların fotoğraflarıyla yürüdüler. Yürüyüş sırasında katılım arttı. Galatasaray Lisesi’nin önüne ulaşan kitle burada saat 12.00'de başlayacak oturma eylemini beklemeye başladı. Daha önce 499 kez gerçekleştirilen oturma eyleminin 500.sünde Cumartesi Anneleri ile birlikte olmak isteyen binlerce kişi meydandaki yerini aldı. Oturma eylemi şimdiye kadar pek görülmemiş bir kitlesellikle ve çeşitlilikle gerçekleştirildi. Eylemde kayıp yakınları söz alarak yaşadıkları süreci taleplerini ve isteklerini dile getirdiler. Kayıp yakınlarının temel söylemi bu katliamların ve kayıpların tek sorumlusunun devlet olduğu vurgusuydu. Ve kayıp yakınlarının adalet sağlanana ve katillerden hesap sorulana kadar bu eylemlerin devam edeceği vurgulandı. Gözaltında kaybedilen Süleyman Cihan’ın yakını Ahmet Cihan “Bu resimler devletin işlediği cinayetlerin delilidir” dedi. Süleyman Cihan dosyasının failleri belli cinayetlerden biri olduğunu söyledi ve Mehmet Ağar’ın cezasız bırakıldığına dikkat çekti. İkbal Eren, “Kocaman bir aile olduk” diyerek, kısmen de olsa gözaltında kaybedilmelerin önüne eylemlerle geçtiklerini söyledi. İlk hafta ile 500. haftanın aynı olduğunu söyleyen Eren, her-
kesi bugünkü gibi sahiplenmeye çağırdı. Mehmet Ertak’ın oğlu ise, Van’dan gelerek katıldığı eylemde “Bir çözüm süreci varsa önce kayıpların akıbeti açıklanmalı” dedi. Eyleme Berkin Elvan’ın ailesi de katıldı. Ayrıca çok sayıda sendikacı ve sanatçı da eylemde yer aldı. Cumartesi Anneleri, üzerinde kayıpların resimlerinin olduğu tişörtler giyerken, desteğe gelen binlerce kişi de karanfiller ve kayıpların resimlerini taşıdı. 500. haftaki eylemde Fehmi Tosun’un nerede olduğu soruldu. Fehmi Tosun’un kaybedilme süreci ve basın açıklaması okundu. Fehmi Tosun’un kaybedilme süreci şu şekilde: “Fehmi Tosun ve Hüseyin Aydemir 19 Ekim 1995 tarihinde gözaltına alındı. Aynı gün saat 7 civarında Fehmi Tosun beyaz bir Renault arabayla evin önüne getirildi. Tam o sırada eve gelen kızı ve yeğeni, babasını getirdiklerini gören oğlu ve pencereden aşağı bakan eşi Hanım Tosun, Fehmi Tosun’u telsizli kimselerle apartmanın arkasındaki bahçeye girerken gördüler. Hanım Tosun’un da pencerede olduğunu anlayan Fehmi Tosun tam o arada kendisini yere atarak gözaltına alındığını bağırmaya başladı ve yardım istedi. Hanım Tosun aşağı inene kadar Fehmi Tosun’u getirdikleri arabaya bindirmişlerdi. Hanım Tosun arabanın arkasından koştu, yanındakilerden arabanın plakasını not etmelerini istedi. 19 Ekim 1995 tarihinde evinin önünden beyaz Renault marka arabaya bindirilerek zorla götürülen Fehmi Tosun’dan bir daha haber alınamadı. Hanım Tosun hemen o gün Avcılar Polis Karakoluna başvurdu. Not edilen plaka numarasını da vererek şikayetci oldu. Yine aynı gece Hüseyin Aydemir’in evine gitti, onun da eve dönmemiş olduğunu öğrendi. Ertesi gün Beşiktaş’ta Devlet Güvenlik Mahkemesi Başsavcılığına gidip şikayet dilekçesi verdi. Sonrasında İnsan Hakları Derneğine başvurdu. Eve döndüğünde Hanım Tosun evin darmadağınık olduğunu gördü. Kızı, Hanım Tosun evde yokken polislerin geldiğini, evi aradıklarını, iki fotoğraf alıp götürdüklerini ve Hanım Tosun’a da bir not bıraktıklarını söyledi. Notta, Gayrettepe’ye gelmesi yazıyordu. Hanım Tosun, eşinin kuzeni ile birlikte Gayrettepe’ye gitti, orada görüştüğü polis Hanım Tosun’a korkmamasını, bildiklerini anlatmasını söyledi. Okuma yazması olmadığı halde arabanın plakasını nasıl
alabildiğini sordu. “Bildiklerini söyle yoksa yazıktır adam kaybolmasın” dedi. Hanım Tosun, memurun masasında üzerinde Fehmi Tosun ve Hüseyin Aydemir’in fotoğraflarının olduğu bir dosya olduğunu gördü. O günden sonra Hanım Tosun savcılığa ve DGM’ye tekrar gitti. Üç gün sonra DGM’ye gittiğinde Hanım Tosun’a dilekçesini geri verdiler ve Avcılar nereye bağlıysa dilekçesini oraya vermesi gerektiğini söylediler. Önce Bakırköy Savcılığına gitti, ancak dilekçesi kabul edilmedi. Sonra Küçükçekmece Savcılığına şikâyet dilekçesi verdi. Başvurusuna bir cevap alamayınca İHD’ye tekrar giderek avukat tuttu. Birkaç ay sonra, Hanım Tosun evdeyken bir telefon geldi. Telefondaki ses ona önce bir süre beklemesini söyledi. Sonra da birkaç el silah sesi geldi. Sonra telefondaki ses ona ‘tamam kapatabilirsin’ dedi. Hanım Tosun kimin aradığını, o silah sesinin ne olduğunu hiçbir zaman öğrenemedi. Telefon tehditleri uzunca süre devam etti. Arayanlar küfür ederek kapatıyorlardı. Hanım Tosun bununla ilgili de şikâyet dilekçesi verdi ancak herhangi bir sonuç alınamadı. Sonunda telefon hattını kapattırdı. Hanım Tosun ilk baştan itibaren Cumartesi Anneleri eylemlerine de katıldı. Bu eylemler nedeniyle çok kez gözaltına alındı. Küçükçekmece Savcısı tarafından bir soruşturma başlatıldı. Savcı Avcılar Karakolu polislerinden birçok defa yazılı olarak Fehmi Tosun’un kaçırılması ile ilgili bilgi istedi ancak yanıt alamayınca polisler hakkında görevi ihmal suçunu işledikleri için ceza davası açtı. Hanım Tosun, 4 Nisan 1997 tarihinde Küçükçekmece Emniyet Müdürlüğüne şikâyette bulunarak eşinin akıbeti hakkında bilgi istedi. Soruşturma halen sürüyor ve Fehmi Tosun’dan o günden beri haber alınamıyor. Hanım Tosun 8 Nisan 1996 tarihinde AİHM’ye başvurdu. Tarafların anlaşması üzerine AİHM 6 Kasım 2003 tarihinde dostane çözüm kararı verdi. Eylem saat 13.15’de basın açıklamasının okunmasının ardından 501. Haftada buluşmak dileğiyle son buldu.