Im53

Page 1

Saturnalia’dan Gezi’ye…

Kış dönümü sürecinde yapılan bu çılgın halk festivallerinde savaş varsa ara verilir, köleler dahil kimse çalışmaz, her türlü mahkeme, ceza, kolluk gücü kurumu kapatılır, kölelere yasak olan pek çok davranış, dahası hırsızlık, kavga, sokaklarda çırılçıplak bağırıp şarkı söyleyerek dolaşma, diğer dönemlerde sapkınlık sayılan cinsel ilişki biçimleri serbest bırakılır, hiçbir engel ve ceza söz konusu olmazdı. Dahası şölen sofralarında, efendiler kölelerine yemek servisi yapar, sonra da birlikte sohbet ederek yemek yerlerdi. Erkekler eşlerine hizmet ederler, yatakta onların her istediklerini yaparlardı.

'' 6

yaşasın

sosyalist

işçi demokrasisi Sayı: 53 Ocak 2015 1 TL

ASGARI ÜCRET DEĞIL HÜR VE GÜNLÜK GÜNEŞLIK…

Belirli zamanlarda yaşamak Yavaş zamanlardan geliyorum, henüz alışabildim sayılmaz bu kadar hızlı yaşamaya, aslında hızlı yaşıyorum da sayılmaz, hızlı çalışıyorum, bir sürü karmaşanın içinden en basit çözümlerle çıkmaya çalışıyorum ve alışamıyorum, kaptırıyorum, sanki üretim zamanı ile yeniden üretim zamanı birbirini karşılamıyor, biri eksik diğeri fazla. " 11

Pazar: Çalışmayı ve tüketmeyi düşünmeden geçirilecek bir gün…

Kapitalizmin tüm marifeti, “işgücü piyasasının”/işçilerin asgari geçim için çalışma yeteneğini satmak zorunda kalmasının doğal ve ebedi kabul edilmesi üzerine kuruludur. Ve ne kadar çok kişi geçinebilmek için çalışma yeteneğini satmak zorunda bırakılıyorsa, asgari ücret o kadar düşer. Ve asgari ücret ne kadar düşerse, o kadar çok kişi geçinemez hale gelerek, daha uzun saatler çalışmak zorunda kalır, işsizlik o kadar artar. Ama ücretli köleliğin dışında bir yaşam

Bir zamanlar hafta tatili 2 gündü. Önce Cumartesi gitti, sonra sıra Pazar’a geldi. Çalışmanın yoğunluğu, temposu nedeniyle alışverişini bile haftanın diğer günleri yapamaz hale getirilen insanlar için tek istikamet Pazar günü haline geldi. Ama Pazar gitgide daha fazla pijama terlik, daha az sosyalleşmeye doğru seyretti. " 12

hayalimiz yoksa, yani çalışma yeteneğimizi Hizmet, kültür, mağazalar ve kent sömürücülere satmak zorunda kalmadan onurlu ve insanca bir yaşam süreceğimiz Mağazacılık kitlesinin başını bir dünya düşünemiyorsak, yani çalışma gençler, öğrenciler, diplomasız yeteneğimizi hep daha düşük fiyattan satmayı ve diplomalılar; kamuda atanamayanlar, bir şekilde ve kendimizi daha ağır sömürtmeyi bile “nikendi iş met” olarak görüyorsak, 50 TL’lik “bahşişe” bir tutunamayanlar, kolunda iş bulamayanlar, iyi de üstüne takla atmamızı istiyorlarsa… bir iş ve ücret beklentisi ve umudu kalmayanlar, Kabahatin hepsi bizde, demeye dilimiz varmıyor ama, çoğu bizde işçi kardeşlerimiz!

Tasfiyecilerin Tasfiyesi

Türkiye bu haliyle görece ileri burjuva demokrasilerinden bakıldığında bir tünele girip bir türlü çıkamamış, buzlu yolda patinaj yapan yorgun ve külüstür bir kamyona benziyor. Bu yoldan çıkış olmaz, yeni bir yol lazım. Bu yol ne “yüksek demokrasi idealleri” adına medyaya baskıları eleştiren liberal martavallarla açılır, ne de “beter olsun Fettullahçılar” diyerek (ki beter olsun!) AKP’yle örtük saf tutup arkasına sıralanmakla…Kendi yolunuzu yürüyünüz. Size sunulan yolu dinamitleyip kendi yolunuzu açınız. Bu sistemi yıkan bir işçi hareketinin parçası, örgütleyicisi olunuz. Kolay ve çabuk başarılar beklemeyiniz. Önünüze atılan kırıntıları yiyecek kadar düşkünleşmeyiniz. işçi mücadelesinin yasal ve yasal olmayan örgütlenme ve mücadelesine vakfediniz. Muhtaç olduğunuz kudret… " 3

çocuklar, göçmenler, kadınlar, vasıflı vasıfsız demeden gelip buralarda çalışanlar çekiyor.

" 13-14


2

işçi meclisi

İşçi basınını büyütmek

Paris’te yaşayan İşçi Meclisi okurları İşçi Meclisi gazetesi için bir kampanya başlattılar. Parisli işçi yoldaşların emeğin bir gününü gazeteye ayırmalarını kendi dillerinden dinleyelim.

Kampanya çerçevesinde 20 işçi Cumartesi günü hep birlikte işçi gazetesi için çalıştık. Yapılan işin bugünkü toplam gelirini gazetemizle dayanışmaya ayırdık. Havanın soğukluğuna rağmen herkes sabah saat 8’de şantiyede her zamanki gibi işlerinin başındaydı ama bugünün diğer günlerden farkı, herkes bir amaç için oradaydı. Bunun stresini yaşayanı da vardı, keyfini yaşayan da, zorunluluktan gelme ihtiyacı duyan da,, ancak ilerleyen saatlerde iş daha keyifli olmaya ve gönüllülüğü özümsemeye yerini bıraktı.

çevremize açıp konuşup belli sınırlarda da olsa geliştirme kararı aldık.

İşçi gazetesi ya da mücadelenin ihtiyaçlarının karşılanması için neler yapabiliriz fikriyle yaklaşık iki yıldır küçük küçük de olsa bazı şeyler yapıyorduk. Herkesin çalıştığı şantiyelerde demir bakır gibi şeyleri bir kenara toplamasıyla başlamıştık dayanışmayı örmeye.

Bizde hızlı bir şekilde yaşama geçirelim dedik. Çoğunluğu o işkolunda olan işçilerdi. Birçoğu başka şirkette ancak aynı işkolunda çalışan işçiler bir araya geldik. Çalıştığımız gün Paris’te hava soğuktu, insanlar ona rağmen istekle çalıştılar. Kimisi de gelmesi gerektiğini düşündüğü ama gelemeyen dostlarına sitemliydi. Bazıları da geç kalan bize iyi bir fırça çekmişti. Ama herkes gönüllülükle çalıştı. İş esnasında güldük de; işinden “kaytarmaya” çalışanlara diğer bir işçi arkadaşımızın Antep aksanıyla “yoruum nere kaçıyın bugün partiye çalışıyrık” diye uyarması bu anlardan biridir. İşçi arkadaşların “benim de fotoğrafımı almayı unutma”

Önceleri de aslında üzüm bağı fikrinin ortaya çıkarılıp hayat bulmasını sağlayanlardanız, aslında o mirasın da devamcılarıyız. Etansite (çatı izolasyonunda kullanılan ziftin geliştirilmiş hali) alanında çalışan yoldaşın hep kafasında olan bir şeydi, gerçekleştirememişti bir türlü. Bu kampanyayı

Bu alanda çalışan başka bir yoldaşla da paylaştık fikrimizi, ondan kimlerle konuşabiliriz kimlerin desteğini alabiliriz diye önerilerini sunmasını istedik, o da böyle bir olanağın olduğunu söyleyerek “bu alanda çalışan tanıdıklarımızla zaten bildiğimiz ve çalıştığımız bu alanda bir cumartesi günü işçi gazetesi için çalışalım, geliri de gazeteye gönderelim” önerisini sundu.

bağırışları arasında çalıştık. Şantiye alanının 38 bin m2 olması ve herkesin ayrı yerlerde çalışması olumsuz bir etki yaratsa da, yemek faslına geçtiğimizde herkesin keyfi yerine geldi. Birbirine takılmalar aslında normal çalışma süreçlerinin yıpratan ilişkilerinin yansımasını da hissettirse de, buna rağmen herkes yaptığı işim farkındaydı ve önemsiyordu. Hepimiz için anlamlı bir gün oldu.

Kampüslerde saldırılar tırmanıyor 24 Aralık günü ülkemizdeki 6 üniversitede faşist güçler ve sermaye devletinin polisi devrimci ve ilerici güçlere saldırdılar.

Saldırılar Çukurova Üniversitesi, Sütçü İmam Üniversitesi ve Dokuz Eylül Üniversitesi’nde devam etti. Önümüzdeki günlerde de bu saldırılar sürecek gibi görünüyor. Sermaye devleti her zamanki gibi kriz sürecine girilen bu günlerde gençliği hedef alıyor. Dünya genelinde yaşanan neoliberal kriz sonrası gençliğin artan öfke ve isyanının ülkemiz topraklarında yaşanmasının önünü almak için tasmasını saldığı faşist güçleri devrimci ve ilerici gençlerin üzerine saldırtıyor. Enerji kolunda Bedaş işçileri günlerdir işçi sağlığı ve iş güvenliği hakları için direniyorlar. Sağlık Gezi isyanı sırasında en kitlesel ve en dinamik un- sektöründe ki taşeron işçilerin direnişleri iki yıldır sur olan gençliğin başını akıllarınca daha büyüme- neredeyse aralıksız sürüyor. Bugün Maltepe işçileri den eski tip yöntemlerle ezme çabasıdır bu yaşanan direnişlerine devam ediyorlar. İnşaat sektöründe saldırılar. neredeyse her gün bir şantiyeden direniş haberi geliyor. Kapitalizm devam eden krizini yamadığı Bu saldırıların hemen ardından sermaye dikişler artık patlıyor. iktidarının uzun zamandır gündeminde olan kampüslerde karakol kurma projesini yeniden Yukarıda belli başlarını sayabildiğimiz direnişlerin ısıtıp gençliğin önüne sunmasına şaşırmamak dışında birçok yerde direnişler sürüyor. lazım. Sermaye bu direnişleri ve Gezi’den sonra yükselen gençliğin mücadeleci çıtasını kendi cephesinden Ülkemizin her yanında işçi sınıfının sermayeye okumayı başarıyor. Bu saldırıların arka planında olan öfkesi ve direnişi yükseliyor. İşçi sınıfı biryatan gerçek de asıl bu eksenden okunursa bir soçok yerde sermayenin hak gaspı ve işten atma nuca ulaşılabilir. saldırısı karşısında irili ufaklı direnişlerle yeni yılı karşılamaya hazırlanıyor. Biz bu senaryoyu her dönem gördük; geçmişin faşist diktatörlüğü zamanında da değişim sonucu Sütaş, Nestle, Ülker, Danone olmak üzere gıda oluşan burjuva diktatörlüğü olan burjuva demoksektöründe birçok fabrikada direnişler var. Gıda rasisi zamanında da. krizinin bir sinyalini bize verir tarzda bu direnişler. Bu senaryo kapitalizme olan öfkemizi büyütme-

kten başka bir işe yaramıyor. 2015 yılına az bir zaman kala devreye sokulan bu eski tip kirli oyununuzun bir hükmü yoktur. O tasması elinizdeki faşist beslemelerinize gereken cevabı vereceğimizden şüpheniz olmasın. Asıl korkunuz olan 2015 yılında geleceği tayin edecek olan sınıf mücadelesini ve sosyalizm zaferini daha güçlü haykıracak olmamız. Asıl korkunuz büyüyen gençlik hareketi ve dinamikleri karşısında ne tomanızın ne gaz bombanızın nede polisinizin yetmediği, bunu gezide sizde bizde sınadık. Faşist saldırılar karşısında tüm üniversite bileşenler ortak hareket etmeli ve bu saldırılara anladığı yanıtı vermelidir. Bu saldırıların arkasında ki aslı güç olan sermaye iktidarını tarihin çöplüğüne göndermenin zamanı geldi de geçiyor bile.

İşçi Meclisi - Yerel Süreli Siyasi Dergi - Sayı: 53- Fiyat: 1 TL Pina Basım Yayım San. ve Tic. Ltd. Şti. adına sahibi Hüseyin Kezik Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ali Filizler Adres: İstiklal Caddesi Balo Sk. No: 32 Kat. 2 Daire No: 8 Beyoğlu/İstanbul - Email: posta@devrimciproletarya.net Hesap No: İş Bankası Koca Mustafapaşa Şubesi 1105 0792812 Baskı: Özdemir Matbaası Adres: Davutpaşa Cad. Güven Sanayii Sitesi C Blok No:242 Topkapı/İstanbul Tel: 0212 577 54 92


Tasfiyecilerin Tasfiyesi

3

işçi meclisi

Adalet nedir? Paraya çevrilen bir şeydir. Para, sermaye, güç dolayımlı bir süreçtir. Fakirler için adalet ayrı, zenginler için ayrıdır. Avukatlar paralı, yasalar taraflı, sürecin tümü gariban için yıpratıcı ve yabancı, zengin için profesyonellere emanet edilen bir ayrıntıdır. Ve bu anlatılanlar dünyanın tümü için geçerlidir.

Adalet nedir? Türkiye’de yok mu? Dünyada ne kadar var? Adli kolluk da denen polisten başlayıp mahkemelere ve hapishanelere uzanan yargı süreci adil midir? Nedir adalet? En ileri, en modern, en steril haliyle bile adaletin özünde “karşılıklılık ilkesi” yatar. Kötü bir şey yapanın iyi sonuçlarla karşılaşmaması lazımdır ki bu kötülükler devam etmesin, egemen hale gelmesin, değil mi? Bu yüzden hakkaniyete uygun bir biçimde suç işleyenin cezalandırılması, yaptığının karşılıksız kalmaması gerekir. “Karşılıklılık ilkesi” budur. Ama durun bakalım; bu “karşılıklılık ilkesini” biz başka bir yerden daha tanıyoruz. Ekonomide de var, öyle değil mi? Hatta belki de kapitalist ekonominin temel ilkelerinden birisi bu. Bir şey alır, karşılığında bir şey verirsin. Kapitalizm bir almaverme toplumudur. Her şeyin bir karşılığı vardır. Eşdeğer şeyler birbirleriyle değiştirilir. Evrensel eşdeğer görevindeki meta da paradır. Para aracılığıyla her şey bir başka şeyle değiş tokuş edilebilir kapitalizmde. Askerlik paraya çevrilebilir, savaş ve barışlar paraya çevrilir, hapis cezaları paraya çevrilir, insan bedeni paraya çevrilir, cinsellik paraya çevrilir, insanlık paraya çevrilir, fikirler paraya çevrilir, emek gücü zaten paraya (ve sermayeye) çevrilir. Adalet nedir o zaman? Paraya çevrilebilen bir şeydir. Para, sermaye, güç dolayımlı bir süreçtir. Fakirler için adalet ayrı, zenginler için ayrıdır. Avukatlar paralı, yasalar taraflı, sürecin tümü gariban için yıpratıcı ve yabancı, zengin için profesyonellere emanet edilen bir ayrıntıdır. Ve bu anlatılanlar dünyanın tümü için geçerlidir. Herkes için geçerli, herkes için eşit, herkese eşit mesafede bir adalet yoktur ve olmaz. Toplumun eşitsiz biçimde sınıflara bölündüğü yerde, adalet herkese eşit olmaz. O yüzden “adalet istiyoruz” dendiğinde, genellikle bunu söyleyen kendisi için bu eşitsizliğin (en azından bir süreliğine) kalkmasını istiyor demektir. “Evrensel hukuk ilkeleri” dendiğinde de, genellikle kastedilen dünya çapında mevcut konjonktürde kabul görmüş kimi burjuva demokratik tutumlardır. “Adil yargılama hükümleri” geçici ve konjonktüreldir, ülkeden ülkeye farklılıklar gösterir, sıkça esnetilen ve çiğnenen, ama garibanlara bir umut olsun, fakir ayaklanmasın diye var olduğu vaazının verilmesinden vazgeçilmeyen ilkelerdir. İşçi sınıfı üzerinde bir diktatörlük rejimi olan burjuva demokrasilerinin en ilerisinde dahi “adil yargılama” dense de işçi ile patronun, gariban ile zenginin, mağrur ile mağdurun, dayak yiyen ile dayak atılanın, silahsız ile silahlının adaleti ayrıdır; terazi hep ikincilerden yana ağır basar. Türkiye’deki patronlar demokrasisi Batıdaki emsallerinden bile geri olduğu için buralarda adaletin yok-ilke özelliği daha barizdir. Yargının adalet falan dağıtmadığı daha rahat görülür. Kral çıplak olduğu için de yalanlar daha büyür. Yargı, değişen sosyoekonomik koşullar karşısında faşizmin çözülmesinin ardından Türkiye’de çıkan burjuvazi içerisindeki hâkimiyet mücadelesinde

sadece emekçi sınıflar ve devrimci örgütler karşısında değil, yaklaşık bir on yıldır burjuvazi ve devleti içindeki mücadelelerde de bir operasyonel aygıt olarak kullanılıyor. Ülkeyi İslamcılık soslu bir kapitalizme, dinci, geri düzeyde bir burjuva demokrasisine hapsetmeye uğraşan AKP iktidarında konjonktüre göre kâh eski rejimin artığı faşistlere, kâh orduya, kâh PKK’ye, işte en son da Gülencilere karşı kullanılıyor. Bu yüzden konuyu adalet kavramıyla tartışmak anlamsız. Kontrgerilla türü bir işlev üstlenerek geçmişte tüm yargı operasyonlarını yürütmüş Gülen örgütlenmesinin “demokrasiye darbe” lafı kadar uçuk bir iddia olamaz. Tasfiyeciler tasfiye ediliyor. Herkes sırayla yaşar, sizin sıranız geçti. Sorun AKP hükümeti ve Erdoğan’ın dümdüz gitmeye haddinden fazla alışmış olmasıdır. Eskiden Fettullahçıların tetikçiliğini yaptığı siyasi operasyonlardan nemalandıktan sonra şimdi kendi çocuklarını yemekte bir an olsun duraksayamayacak kadar sıkışmış olmasıdır. Burada amaç, adalet falan değil, herkesin gördüğü üzere gayet hesaplı bir siyasi intikam ve tahakkümdür. Kendisine muhalif bir yapıyı-küresel şirketi-kontra örgütlenmeyi devletin silahlı yargı gücüyle basıyor, hapsediyor, sindiriyor. Bir Osmanlı, pardon neo-Osmanlı klasiği! Çünkü Osmanlı keserdi, bunlar gazetelerine ve bankalarına el koyuyor. Putin’den öğrenilmiş olsa gerek. Türkiye bu haliyle görece ileri burjuva demokrasilerinden bakıldığında bir tünele girip bir türlü çıkamamış, buzlu yolda patinaj yapan yorgun ve külüstür bir kamyona benziyor. Bu yoldan çıkış olmaz, yeni bir yol lazım. Bu yol ne “yüksek demokrasi idealleri” adına medyaya baskıları eleştiren liberal martavallarla açılır, ne de “beter olsun Fettullahçılar” diyerek (ki beter olsun!) AKP’yle örtük saf tutup arkasına sıralanmakla…

Kendi yolunuzu yürüyünüz.Herkes için geçerli, herkes için Size sunueşit, herkese eşit mesafede lan yolu dinamitlebir adalet yoktur ve olmaz. yip kendi Toplumun eşitsiz biçimde yolunuzu açınız. Bu sınıflara bölündüğü yerde, sistemi adalet herkese eşit olmaz. yıkan bir işçi hareO yüzden “adalet istiyoruz” ketinin dendiğinde, genellikle bunu parçası, örgütlesöyleyen kendisi için bu yicisi olunuz. Kolay eşitsizliğin (en azından bir ve çabuk başarılar süreliğine) kalkmasını istiyor beklemeyidemektir. niz. Önünüze atılan kırıntıları yiyecek kadar düşkünleşmeyiniz. Bu sisteme, bu yalanlar deryasına, bu alçaklar toplaşmasına duyduğunuz nefreti uzun soluklu bir işçi mücadelesinin yasal ve yasal olmayan örgütlenme ve mücadelesine vakfediniz. Muhtaç olduğunuz kudret bu sistemi yıkabilecek ve yeni bir sistemi kuracak olan tek gücün asil olmamaktan gurur duyan damarlarında mevcuttur.


4

işçi meclisi

Ülker direnişi sürüyor İşçi Meclisi: Direnişin 61. günü oldu, moral açısından direniş nasıl gidiyor ?

Ülker işçisi: Direnişe desteğe gelenlerle moralimiz daha da artıyor. Bugün Devrimci Karadenizliler Derneği’nden gelindi, hep beraber horon teptik birazda böyle bir desteğe de ihtiyacımız varmış. Direniş böyle desteklerle ilk günkü kararlılığı ile sürüyor. Zaten bu kararlılık sayesinde gelen zabıtalara, güvenliklere geri adım attırıyoruz. Gelinen bu aşamalarda patronlarla ve içeride ki diğer işçilerle görüşmeler nasıl gidiyor ? Görüşmeler devam ediyor, patronlar durumu-

muzdan habersizmiş, öyle diyorlar ondan sonrada çıkıp müdürlerimize güvenmeliyiz diyorlar. Oyalama taktikleri olduğunu biliyoruz. Görüşme kapısını da tamamen kapatmıyorlar, korkuyorlar herkesin gözü burada. İslami sermaye bunlar, kendi içlerinde de tartışmaya başladılar. İçerdeki diğer işçi arkadaşlar bize artık daha iyi gözle bakmaya başladılar. Selam vermeyenler artık gelip bizimle çay içiyorlar. Çoğunluğun örgütlü olduğu Öz Gıda-İş sendikası geçen gün buraya gelip patronun adamıymış gibi basın açıklaması yaptı. İşçilerde fark ediyor artık hem patrona hem de sendikaya karşı mücadele etmenin doğru oldu-

"Ülker bizim için bir simgedir" Ülker direnişi tüm kararlılığı ile devam ediyor. Direnişe hem enternasyonal olarak hem de ülkede destekler büyüyerek ilerliyor.

Yunanistan Öğretmen Sendikası direniş alanına gelerek, enternasyonal mücadele örneği sergiledi. “Ülker bizim için bir simgedir. Mücadele alanıdır. Yaşasın enternasyonal dayanışma” mesajını verdi. Aynı zamanda direnişe Devrimci Karadenizliler Derneği gelerek, direnen Ülker işçilerinin yanında olduklarını belirttiler.

ğunu. Bundan kaynaklı bize daha iyi yaklaşıyorlar artık. Pek çok yerde direniş var, oradaki işçi arkadaşlarla haberleşiyor musunuz? Direnişteki diğer işçilerle dayanışmayı örüyoruz. Karşılıklı etkileşimlerde artıyor zaten, en basitinden direniş alanlarında fotoğraflar çekerek birbirimize atıyoruz. Biliyorsun her direniş bir okul gibidir bizde bazı şeyleri yeni yeni öğreniyoruz. Her direnişi, kendi durumumuz gibi takip ediyoruz. Onların kazanımı da bizim kazanımımızda bir, sloganda diyor ya hani “ya hep beraber ya hiç birimiz” aynen öyle işte. İşçilerle hep beraber horon tepildi. Bunun üzerine rahatsız olan fabrika güvenlik şefi zabıtayı çağırdı. İşçilerin kararlı duruşu, zabıtanın geri çekilmesini sağladı. Horonlar kalındığı yerden çekilmeye devam edildi. Sık sık “Ülker işçisi yalnız değildir”, “Asgari ücret 1800 net”, “Yaşasın enternasyonal dayanışma” sloganları atıldı. Yapılan sohbette ise Sınıfsız Dergisi‘nin üniversitelerde yaptığı Ülker işçileriyle dayanışma faaliyetleri, anlamlı bulunduğu konuşuldu. Mücadeleyi büyütmeye örnek teşkil edildiği söylendi.

Roboski Katliamının 3. yılı “Kirveyiz, kardeşiz, kanla bağlıyız Karşıyaka köyleri, obalarıyla Kız alıp vermişiz yüzyıllar boyu, Komşuyuz yaka yakaya Birbirine karışır tavuklarımız Bilmezlikten değil, Fıkaralıktan Pasaporta ısınmamış içimiz Budur katlimize sebep suçumuz, Gayrı eşkiyaya çıkar adımız Kaçakçıya Soyguncuya Hayına… ” Ahmed Arif Bir gece yarısı, tarih 28 Aralık 2011 bir Kürt köyü bombalanıyor 35 kişi yaşamını yitiriyor. Devletin sistematik olarak Kürdistan’daki katliamlarına

bir yenisi daha ekleniyor. O gecenin gündüzünü düşlediğimizde bugün, 28 Aralık sabahına gözümüzü açtığımızda yarın, bu sefer ölülerimizin bedenleri değil, yaşıyorken bizlerin düşleri parçalanmış olacak. Önce PKK’ye karşı operasyon yapıldı deniliyor, sonra ne işleri vardı o köylülerin orada oluyor. Gerçeklerin ortaya çıkma gibi kötü bir huyu olduğu söylenir. Sefaletle sınanan köylülerin tek geçim kaynağı, “kaçağa gitmekti” başka yol yok! Ve termal kameraları sayesinde devletin, artık ölüm gökten yağan bombalarla gelmektedir, Kürdistanlı köylülere. Katliamdır bunun adı Dünya’nın her yerinde, her dilinde. Yarın 3 yıl olacak… Aynı Roboskili aileler gibi bizde “faili biliyoruz, faili tanıyoruz”. Operas-

yona izin veren dönemin başbakanını da tanıyoruz, uygulamaya geçiren Genel Kurmay Başkanını da tanıyoruz. Asıl olarak devletin Kürt halkına yönelik yıllardır uyguladığı, asimilasyon ve katliam politikalarını tanıyoruz!

Tayyip Erdoğan ise yine her zamanki kedi “kükremesinde”, “Ekonomide bir kaide vardır, ‘genç demek, dinamik demek’. Bu ülkede yıllarca bir doğum kontrolü ihaneti yaptılar ve neslimizi kurutma yoluna gittiler. Neslin önemi, gücü ekonomide olduğu gibi manen de çok önemli.” demekte. İş gücü diyor, iş gücü! Ama daha önemlisi ucuz iş gücü diyor, sefalet ücretlerine “şükür” diyecek iş gücü istiyor. 3’te yetmez 4 çocuk diyor. Aynı zamanda “hamile kadının sokakta gezmemesi gerek” diyorlar, kadını eve hapsetmek için, toplumdan, üretimden, sokaktan uzaklaştırmak için muhafazakârlığın her raddesini hızlı adımlarla geçiyorlar. Kadına yönelik şiddete, tecavüze, baskıya karşı her türlü göz yuman, mahkemelerinde kadının “mağduriyetini” hiçe sayan görmezden gelen, erkek egemen kodlarınız, Kürtajdan, sezaryene kadının yaşamın her alanında kendini var etme çabasını “fıtratta” yok denilerek, kadının kendisi dahi yok sayılıyor! İş cinayetleri, güvencesiz ve sağlıksız çalışma koşulları, hak gaspları, zamlar, geleceksizlik, savaşlar ise ne hikmetse “bu işin fıtratında var!” oluyor.

Biz size söyleyelim, saraylarınız, saltanatlarınız, yatlarınız katlarınız, işçi emeği üzerinde ki baskı yasanız, sömürü sisteminiz, malınız, mülkünüz, fabrikalardaki, plazalardaki, mağazalarda ki bu insanlık onuruna aykırı çalışma koşulları biz insanlığın “Fıtratında yok!” Fıtratımızda yok, mülkiyet aşkıyla açtığınız savaşlar, ülkelere uyguladığınız ambargolar, eşitsiz gelir dağılımınız… İlla ki bir fıtrat yoklaması yapacaksak eğer sizinkilerden başlayalım; Kadın cinayetlerini meşrulaştıran mahkemeleri korumak… “fıtratınızda” ihanet var! Kapitalist kar hırsıyla iş cinayetleri… “fıtratınızda” ihanet var!

”Fıtratınızda” “ihanet” var

Hükümet sözcüleri dolamışlar ağızlarına bir fıtrat ve ihanet kelimelerini, kelimeleri kullanmak için yer geziyorlar, gündemde ne varsa kelimeleri yapıştırıyorlar. Korkuyoruz ki bu kelimeleri kullanmak için gündem yaratmak isteyebilirler yakında. Birkaç gün önce Sağlık Bakanı, “sezaryenle doğum yapmak kadının fıtratında yoktur” diye açıklama yapıyor. Satır arasına da sağlıkta dönüşüm politikasına dair sinyaller veriyor. Beklenen büyük krize

gebe gelecek süreçte her şeyin yeniden dizayn edileceği bir zamanın kapısını aralıyor, sağlık “sektörü de” bu furyadan nasibini alacak gibi duruyor.

Katliamın üstünü kapatmaya çalışanlarda biliyorlar ki hiç bir katliam hesabı görülmeden kapanmaz! Hiç bir katliam, devletin anladığı dilden cevap verilmeden Kürt halkının ve bizim nezrimizde hafızalarımızın derinlerinde kaybolmaz!

Güvencesiz, sağlıksız çalışma koşullarını desteklemek… “fıtratınızda” ihanet var! Emperyalist savaşlar… “fıtratınızda” ihanet var! Yaşamlarımızı gözlerinizde ki dolar işaretiyle yok etmeniz… “fıtratınızda” ihanet var! İşçilerin elleriyle yeniden, insana yakışan bir Dünya kurulduğunda ise o Dünya’da siz kapitalist barbarlara yer yok!


5

işçi meclisi

“İsteseler de İstemeseler de…” Sermaye ve onun temsilcileri, kapitalist sistemleriyle birlikte isteseler de

istemeseler de tarihin çöplüğündeki hak ettikleri yeri alacaklardır. Emekçilerin boğazlarından kestikleriyle kurdukları saraylar, aldıkları güvenlik önlemleri de işçi sınıfına dayatılan, kölelik koşullarının biriktirdiği sınıfsal öfkenin gazabından kurtulamayacaktır! 2 Aralık’ta Antalya’da toplanan Milli Eğitim Şurası eğitim sistemine dair alınan yeni “tavsiye” kararlarıyla gündeme oturdu. Milyonlarca öğrencinin geleceğini belirleyen ve esas olarak toplumun bütününü kesen eğitim sistemi üzerine alınan her karar geleceği de şekillendirmesi açısından önemli. Burjuvazinin devleti aracılığıyla işçi sınıfı ve emekçileri yönetebilmek için çocukluktan başlayan bir beyin yıkama, bilinçleri formatlama, algıları yönetme çabası içerisinde olduğu malum. Türkiye’de burjuvazinin iki kanadının eğitim sisteminde kendi ideolojik-siyasal gelecek tasarımlarına uygun bir toplumsallık yaratma adına egemenlik kurmaya çalıştıkları ise tartışmasız. Aralarındaki farklılıklara, ideolojik-siyasal-kültürel çelişkilerin derinliğine rağmen her iki burjuva anlayış da özünde işçi sınıfı ve emekçilere kapitalist sömürü düzeninin bekası adına yaklaşmakta, tüm toplumsalkültürel kurumlarda olduğu gibi eğitim sisteminde de bu amacı gütmekteler. Proletaryanın toplumsallaşıp, toplumun proleterleştiği bir kesitte eğitim sisteminden murad edilen şey de doğaldır ki bu kadar derin, uzlaşmaz çelişkilerin, sömürünün artık uçlarda yaşandığı bir kesitte işçi sınıfına yaşadığı tüm açlık, yokluk ve yoksunluk, geleceğe dair umutsuzluğa gerçekler bulmak, kitleleri sistem içinde tutabilmek için onların bilincine egemen olma çabasıdır. Soma’nın, Ermenek’in, Torunlar’ın, açlık sınırında yaşamak zorunda kalmanın nedenlerini sorgulamayacak bir toplum mücadelesidir. Bunun ulusal, milliyetçi, kaynaşmış bir toplum burjuva ideolojik tutumuyla mı yoksa dini referansların ağırlığını taşıyan burjuva muhafazakâr İslamcı ideolojiyle mi yapılacağını sermaye kesimleri arasındaki iktidar mücadelesinin seyri belirler. Açıktır ki işçi kitlelerinin desteğini almadan şu koşullarda iktidarda olmak, arada kalmak mümkün değildir. Ve bu yüzden toplumun “rızasını” sağlayabilmek için eğitim sistemiyle, medyasıyla, toplumsal, kültürel, ideolojik, siyasal tüm kurumlarıyla bu “rızanın” öğretilmesine çalışılır. Bu çabanın toplumdaki hedefi bilinçleri egemen sınıfın çıkarlarınca formatlamaktır. Bunun için de en temel ve yaygın araç çocuk ve gençleri, dolayısıyla geleceği kontrol etmek için eğitim sistemidir. Sadece çocuk ve gençleri de değil onların ailelerini de bu sistemin içine çekerek egemen siyasallığa entegre olmaları sağlanır. Eğitim sistemi denen şey şu konjonktürde sömürüye, açlığa ve yoksulluğa rıza üretmek, sermaye sınıfının ihtiyaçları paralelinde “eğitimli ara eleman” yetiştirmektedir. Dolayısıyla eğitim sistemi asgari bilimsel temelde tutulabilir. Sermaye sınıfının stratejisi, rızası sağlanmış ara elemanlar hedeflemektedir. Eğitim sistemindeki dinsel vurguların artması bu stratejiye hiç de karşı değildir; birbirini tamamlamaktadır. Şurayla gündeme gelen tartışmalara da bu eksenden yaklaşmak ve işçi sınıfının eğitim politikalarına, sosyalist demokrasi ekseninden, sınıf mücadelesinin bugünkü seyrinin ihtiyaçları paralelinden odaklanmalıyız. Aksi her tutum bir

sermaye kesiminin eğitim politikalarına bir yönüyle yedeklenmeyi doğuracaktır. Devrimci proletaryanın bağımsız sosyalist işçi demokrasisinin işaret ettiği siyasallıkta çözümlemelere ihtiyaç vardır. Neoliberal muhafazakâr AKP gericiliğinin tek parti iktidarının verdiği güçle yeni bir toplumsallık peşinde koştuğu artık her kesimce kabul edilen somut bir durum. Mali oligarşik iktidar merkezileşmesine paralel sınırsız güç şımarıklığıyla derin bir uygarlık krizi yaratmak için elinden geleni fütursuzca uygulamaktan çekinmiyor. İktidarını tehlikeye düşüren ekonomik, siyasal, politik emareler artıp hızla sürdürülemez noktaya geldikçe dine daha çok sarılıyorlar. Bu da kapitalizmin fıtratlarındandır. Dini afyon olarak kullanma çabasındandır.

Söz konusu Şurada modern kadın-erkek ilişkisinin toplumsal ölçekte oluşturulabilmesinin en temel aracı olan karma eğitimin ortadan kaldırılması yolunu açan 4+4+4 garabetine, İmam Hatiplerin yaygınlaştırılmasına, din derslerinin hem çeşidinin hem de süresinin artırılmasına, okul yönetimlerinin dinci gerici kadrolarla doldurulması sürecine yeni halkalar eklendi.

Enternasyonal proletaryanın yürüttüğü sınıf mücadelesi sonucu kazanılmış, sermayenin isteksizliğine rağmen yerleşikleşmiş modern evrensel değerler temelden sarsılmak isteniyor. Özellikle karma eğitimi ortadan kaldırmaya dönük arayışların merkezinde olduğu tüm palyatif düzenlemeler işçi sınıfının kazanımlarına da bir saldırıdır aynı zamanda. Cumhurbaşkanının “isteseler de istemeseler de uygulayacağız” diyerek meydan okuması sadece CHP’ye, onun politik temsilciliğini yaptığı sermaye kesimlerine karşı değil, işçi sınıfının kazanımlarına karşıdır. Uygarlık dışı, itaat ilişkilerini normalleştiren, yaşadığı her türlü yokluğu, yoksunluğu, acıyı, katliamı kadere (yani fıtrata) bağlayan bir toplum yaratmak için anaokuldan başlayarak zorunlu din eğitimi vermek istiyorlar, bunu da sahte demokrasi maskesi takınarak yapıyorlar. Ama demokrasi adına Kürtlerin, Alevilerin talepleri hiç gündem olamıyor. Milyonlarca Alevi öğrenciyi zorunlu din dersi işkencesine maruz bırakmak; Kürt halkının anadilde eğitim talebini tartışma konusu dahi yapmamak “demokrasi” denen şeyin ne olduğunu da açıkça gösteriyor. Her türlü dayatmayı “seçme” özgürlüğü olarak kodlayarak, şekere buladıkları zehri içmeye zorluyorlar. O “özgürlükte” ne Kürtlere anadilde eğitimi seçme hakkı, ne de Alevilere -ve isteyen herkese- zorunlu din dersinden muaf tutulma hakkı yer alıyor. Söz konusu Şurada modern kadınerkek ilişkisinin toplumsal ölçekte oluşturulabilmesinin en temel aracı olan karma eğitimin ortadan kaldırılması yolunu açan 4+4+4 garabetine, İmam Hatiplerin yaygınlaştırılmasına, din derslerinin hem çeşidinin hem de süresinin artırılmasına, okul yönetimlerinin dinci gerici kadrolarla doldurulması sürecine yeni halkalar eklendi. Anaokulundan başlayarak din derslerinin 5 yaşındaki çocuklara dahi verilmesi, çok ihtiyaç duyuluyormuş gibi zorunlu Osmanlıca dersler-

inin konulması, okul güvenliği maskesi altında fişleme yapılması neoliberal “demokratik” vizyonun tükenişinin işaretleridir. Kapitalizm artık işçi-emekçi kitlelerin ekonomik, siyasal, kültürel, toplumsal demokratik taleplerini karşılama yeteneğinden uzaklaşmıştır. Ve bu mesafe her geçen gün daha da açılmaktadır. Gerçek toplumsal demokrasinin tüm araç ve kurumlarıyla işçi ve emekçilerin hizmetinde olacağı tek sistem olan sosyalizmin yakıcılığı her geçen gün daha fazla kendini hissettirmektedir. Üretici güçlerin, bilimsel gelişme, insanievrensel değer ve kültürün, beklenti ve ihtiyaçların bu kadar arttığı bir tarihsel kesitte hemen her tartışma gelip kapitalizmin sınırlarına takılmakta, sosyalist devrimin kaçınılmazlığına dayanmaktadır. Eğitim sisteminden, işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşularına, toplumsal, politik, kültürel özgürlüklerden din ve vicdan özgürlüğüne, ulusal sorunlardan, açlık ve yoksulluğun merkezinde olduğu ekonomik meselelere kadar tüm alanlarda kapitalizmin vaat edeceği bir şey kalmamıştır. Azami kar arayışıyla her şeyi sermayeye, onu da bir avuç kapitalist-emperyalist tekelin emrine sunan bu sistem, toplumsallaşmış proletaryaya kırıntıları bile layık görmemektedir. İşçi sınıfı ve onun siyasal devrimci temsilci ve örgütlerinin bu bilinçle hareket etmesi ve sosyalizmin kaçınılmazlığı temelindeki mücadelesini yükseltmesi artık çok daha yakıcı hale gelmiştir. Sermaye ve onun temsilcileri, kapitalist sistemleriyle birlikte isteseler de istemeseler de tarihin çöplüğündeki hak ettikleri yeri alacaklardır. Emekçilerin boğazlarından kestikleriyle kurdukları saraylar, aldıkları güvenlik önlemleri de işçi sınıfına dayatılan, kölelik koşullarının biriktirdiği sınıfsal öfkenin gazabından kurtulamayacaktır! Ercan Akpınar 1 Nolu F tipi Hapishanesi


6

işçi meclisi

Bir yılbaşı yazısı: Saturnalia’dan Gezi’ye… Her yılbaşının iki klasiği vardır. Birincisi önemli bir kesimin yılbaşını, çılgınca yiyip içip eğlenebilecekleri, tüm kurtlarını dökebilecekleri, biraz da sınır aşımı yapabilecekleri bir serbestlik günü olarak heyecanla beklemeleri. İkincisi malum yılbaşı, kapitalizmin her türlü turizm, eğlence, hediye, süs eşyası, yiyip içme piyasalarını uçurmaya kodlanmış bir gündür. Türkiye’de bir üçüncü yılbaşı klasiği de, İslamcıların ve muhafazakarların yılbaşına karşı tutum ve kampanyalarıdır. İslamcımuhafazakârların yılbaşına karşı tepkileri, yalnızca yılbaşını bir “Hıristiyan adeti” olarak görmelerinden kaynaklanmaz. Asıl tepkileri yılbaşının kitleler tarafından içkiden eğlenceye, cinsellikten bir dizi çılgınlığa kadar bir serbestleşme günü olarak görülmesinedir. Yılbaşı eğlencesinin ilk elde Hıristiyanlıkla pek bir ilgisi yoktur. Yılbaşlarında halen süren bir dizi adet, eski Roma uygarlığının Pagan Saturnalia halk festivalleri geleneğinden gelmektedir. Tam tersine Hıristiyanlık Roma devletinde hâkim olunca Paganizm ve tarım tanrısı Satürn adına yapılan, her şeyin serbest olduğu çılgın halk festivallerinin de üzerine oturmuş, evcilleştirilmiş, daha uslu dini ritüellere dönüştürmüştür. Satürn halk festivallerinin bazı gelenek ve adetleri Noel bayramıyla karışırken, bazıları da yılbaşına doğru kaymış, kapitalizmle kaynaşarak bir metaformoz daha geçirmiştir. Yılbaşının asıl kaynağı yalnız Roma’da değil, eski Cermen, Galya, İskandinav, Slav, Pers, Anadolu uygarlıklarının tamamında var olan, Aralık ayının ikinci yarısındaki kış dönümü şenlik ve festivalleri geleneğidir. Tek tanrılı dinler öncesi bu halk festivallerinin iki yönü vardır: İlki, doğa ve üretimle ilgilidir. Paganlar 25 Aralık’ı “Güneşin Mağlup Edilemezliği” günü olarak, doğanın, dolayısıyla tarımsal bereketin yeniden canlanmaya başlayacağı gün olarak kutlarlardı. Ondan önce de 17-23 Aralık arasında tarım tanrısı Satürn’e adadıkları bir tür özgürlük ve eşitlik ütopyası ve festivali olarak çılgınca eğlenerek kutladıkları Satur-

nalia şenlikleri vardı. Bu ikinci yönde ise, ağır köleleşme koşulları altında, “Altın Çağa”, yani ilkel komünal topluma duydukları özlem vardı. Saturnalia festivali, halkın ve kölelerin ilkel komünal toplum gelenek ve adetlerini bir hafta için de olsa yeniden canlandırıp yaşamaya çalıştığı bir şenlikler haftasıydı. Yılbaşlarının ilk tarihsel kökeni, pek çok eski uygarlıkta var olan bu kış günü dönümü şenlik ve festivallerinin ikili karakteridir. Kış dönümü sürecinde yapılan bu çılgın halk festivallerine, savaş varsa ara verilir, köleler dahil kimse çalışmaz, her türlü mahkeme, ceza, kolluk gücü kurumu kapatılır, kölelere yasak olan pek çok davranış, dahası hırsızlık, kavga,

sokaklarda çırılçıplak bağırıp şarkı söyleyerek dolaşma, diğer dönemlerde sapkınlık sayılan cinsel ilişki biçimleri serbest bırakılır, hiçbir engel ve ceza söz konusu olmazdı. Dahası şölen sofralarında, efendiler kölelerine yemek servisi yapar, sonra da birlikte sohbet ederek yemek yerlerdi. Erkekler eşlerine hizmet ederler, yatakta onların her istediklerini yaparlardı. Efendiler kölelerini ufak tefek armağanlar verirdi. Evler, sokaklar hep birlikte temizlenip süslenir, özellikle yapraklarını dökmediğinden doğanın ölümsüzlüğünün simgesi olan çam ağaçlarına takmak için süsler yapılır, daha sonra ateşe atılan çam ağaçlarının dumanının tüm doğayı yeniden yeşerteceğine inanılırdı. Saturnalia festivalinde tüm köleler, bugünkü kırmızı yılbaşı şapkalarına benzeyen bir başlık takarlardı. Bu başlık, efendilerinden özgürlük hakkını kazanan ya da özgür bırakılan kölelerin giydiği başlıktı. Tüm kölelerin bir haftalığına da olsa bu başlığı takması, onların tüm kısıtlamalar, emirlerden özgürleşme özlem ve hissini temsil ederdi. Festivalde, zenginlerin yoksulları yedirip içirmesi, efendilerin kölelerine armağanlar vermesi, herkesin birbirine kendi eliyle yaptığı armağanları vermesi bile, ilkel komünal toplumlardaki ihtiyacı olmayanın olana, çok olanın az olana ve herkesin birbirine verdiği armağanlaşma ilişkisinin bir tür reprodüksiyonudur. Eski Roma ve Yunan halkları, köleler, mitolojide Zeus/Jupiter tarafından devrilmiş olan tarım ve doğa tanrıları Satürn/Kronos’un egemen olduğu dönemde, yani köleci Roma ve Yunan uygarlıkları öncesinde, çalışmanın zorunlu ve zahmetli olmadığı, doğanın bereketli ve gıdanın herkes için yeterince bol, herkesin eşit ve özgür olduğu bir “Altın Çağ”ın yaşanmış olduğuna inanırlardı. Gerçekte efsane ve festivallerinde yaşatmaya çalıştıkları ilkel komünal topluma geri dönüş özlemlerinden başka bir şey değildi. Mitolojide Zeus/Jupiter’in görece daha eşitlikçi ve adil olan Satürn/Kronos’u devirmesi, gerçekte sınıflı, köleci, sömürücü, merkezi devletin gelişip pekişmesine tekabül eder. Saturnalia festivalleri dışında, kölelerin Satürn heykeline gidip onun kaidesini sarsıp “uyandırmaya” çalışması, Zeus’u devirip yeniden “Altın Çağı” geri getirmesini istemeleri, gizli eylem biçimlerinden biriydi. Bunu engellemek için Roma imparatorlarının Satürn heykeli başına asker diktiği bile söylenir! Roma imparatorları ve köle sahipleri köleler ve halkın çılgın serbestlik festivallerinden rahatsızdılar. Başlangıçta bir gün olan Saturnalia halk ve köleler tarafından öylesine sevilmişti ki, bir haftaya çıkmıştı. İmparator Agustus 3 güne, Caligula 5 güne indirme çabalarına karşın emekçilerin büyük tepki ve direnci karşısında başarılı olamamışlardı. İlk eşitlikçi

toplumların kolektif bellekteki yeri halen oldukça güçlü ve dirençliydi. Zaten köleci ve devletçi toplum da ondan çıkıp geldiği biçimiyle, onun bazı kalıntılarını da halen içinde taşıyan bir toplumdu. Antik Yunan/Roma demokrasisi de bunun bir ifadesiydi. Efendiler bütün bir yıl köleleri istedikleri gibi sömürebilmek, hoşnutsuzluklarını deşarj etmek için yılın bir haftasında kölelerin zincirlerini biraz gevşetip sularına gitmeye göz yumuyorlardı. Diğer tarafından Saturnalia halk festivalleri sınıflar arası belli bir güç dengesini de yansıtıyordu. Roma bir yandan bu iç çelişkileri, diğer yandan Kartaca yenilgisiyle dağılma noktasına geldiğinde Roma imparatoru Hıristiyanlığı kabullenip dayatarak düzeni sağlamaya çalıştı. Egemen sınıf ve Hıristiyan ruhbanların ilk saldırdığı da, halk ve köleler içinde ilk komünal toplum geleneklerini yaşatan Paganizm ve Saturnalia festivalleri oldu. Köle sahipleri, ruhban ve devlet, Saturnalia festivalini kaldırıp Hıristiyan ritüellerini yerleştirmek istediğinde, çok büyük bir tepki, direniş ve isyanlarla karşılaştı. Halkın özgürlük ve eşitlik ütopyası ve festivalini kaldıramasalar da, onun bazı adetlerine dokunamasalar da, adım adım evcilleştirip bir Hıristiyan bayramı (Noel) haline getirdiler. Saturnalia bir özgürlük ve eşitlik ütopyası, bir halk festivali olmaktan çıkıp ruhani bir dini bayram ve ritüel haline gelince, onun bazı adet ve gelenekleri bir kez daha metaformoz geçirerek yılbaşına kaydı, kapitalizm tarafından bir deşarj, rehabilitasyon ve tabii asıl olarak da piyasa şenliği olarak yeniden canlandırıldı. Yılbaşı eğlencelerinin bugün tam kapitalize olmuş biçimine karşın, halen o eski kış günü dönümü halk festivallerinin bazı kalıntı ve izlerini de görmek mümkündür. Neomuhafazakarların yılbaşı antipatisinin de ne yılbaşının kapitalizasyonuna ne de Hıristiyanlığa, asıl onun çok eskilerdeki, asıl tarihsel kökenine, sömürülenlerin “Altın Çağ” ütopyasını, eşitlik ve özgürlük, istediğini istediği gibi yapma özlemini dile getiren, yaşatan ve yeniden üreten halk festivali geleneğine karşı olduğu açıktır. Elbette Gezi’den bahsediyoruz. Hükümetin ancak büyük şehirlerdeki turistik vitrinlik birkaç merkezi yer dışında yılbaşı süsleme ve ışıklandırmalarını bile kaldırması, buna ne kadar dinsel vb bir kılık geçirmeye çalışırsa çalışsın, asıl Gezi’nin hayaletinden korkmasındandır.


7

işçi meclisi

Asgari ücret bizi teğet geçer mi? Yine bir yıl sonu, yine telaş, yine koşuşturmaca, sermaye cephesinden bir koca yılın hesabı kitabı… Bankalarda çalışan beyaz yakalı işçiler, vergi dairesinde çalışan kamu işçileri, muhasebe ofislerinde çalışan stajyer işçi öğrenciler ve birçok sektörden beyaz yakalı işçiler içinse ızdırap verici yıl sonu bütçe hesaplamaları. Sadece hesap kitaplarla da bitmiyor yeni yılı karşılama telaşı, sermayenin kocaman depolarında haftalarca sürecek yıl sonu sayımları… İşçi sınıfı açısından da kocaman bir yılın yarı aç yarı tok devrilmesi ve yeni yılın kaygılarının doruğa çıktığı bir süreçtir bu. Yeni yılın bunca telaşı ve renkli süreci arasında bir yerlere sıkışan aslında işçi sınıfının asıl gündemi ise asgari ücret gerçeği. Sendikalar ile sermaye arasında güya pazarlık başladı. Zaten bu pazarlıkta işçi sınıfı masanın hiç bir tarafında yok, masada bir tiyatrodan başka bir şey de yok aslında. Bir tarafta çoktan sarının her tonuna bürünmüş sendika bürokratları, aynı tarafta patronlar; bu masada işçi sınıfını göreniniz var mı?

Kapımızda sıraya girmiş kapitalizmin bilmem kaçıncı krizi ortadayken bu gündem kampüslerimizin, part-timeçalıştığımız işyerlerimizin, tekno-parkların gündemi olmaktan uzak mı, değil mi ?

Büyük çoğunluğumuzun hizmet sektöründe part-time ya da full-time çalıştığı, Ar-Ge’ler ve teknoparklarda ucuz işgücü olarak istihdam edildiği, okul içerisinde kantinden, kütüphaneye bizlerin çalıştığı bir çağ dönümü yaşıyoruz. Staj sömürüsü ile daha meslek liseleri sıralarında tanışıyoruz. Sadece çalışmak da değil asıl Sermaye hükümetinin açıklamalarına göre de mesele, asıl mesele bilim ve bilginin metalaştığı krizi de gözeterek alınan kararla en iyisinden %4 dünyada daha sıraya oturup proje ve ödev yapcivarında bir asgari ücret artışı kapımızda olamaya başladığımızda ürettiğimiz bilginin kimin cak. Memurlara verilecek oranın %3 olacağını çıkarına, kimin karına kar kattığı denklemidir. düşünürsek biz iyimser bile yaklaşmış sayılırız. Yeni üniversite senatoları zaten hangi konuda Metal işkolunda örgütlü olan sendikaların göbekli, ödev, tez ve proje yapacağımıza birebir sermayaldığı maaş çoktan asgari ücretin üç beş mislini enin kendisinin karar vereceği yerlerdir. Asgari geçmiş olan sendika patronlarının toplu sözleşme ücrete endekslenmiş staj ücretlerimiz, part-time masasında sözleşmeyi güya işçi sınıfının adına çalışma yerlerimizde aldığımız asgari ücret üzgözü kapalı imzalamasını da bir yana yazarsak erinden hesaplanan maaşlarımızla asgari ücret sonuç daha da aşağılarda bile çıkabilir. doğrudan biz işçi öğrencilerin yaşamının bir Zaten bu tabloda üçün beşin lafını etmek çok da parçası; onun ne kadar olacağı bizleri de etkiliyor. anlamlı olmasa gerek, ne yapsak ne etsek o enEğitim sistemindeki neoliberal dönüşüm süreci flasyon denen, sermayenin kendisi olan, ama hep neredeyse tamamlandı. Eğitim kurumları birer bize onun dışındaymış gibi gösterilen canavarı pek sermaye kuruluşu oldu, eğitim piyasalaşmanın yakalamamız mümkün değil gibi. dışında direk sermayeleşmenin içerisinde bir şekillenişe geçti. Bacamızdan kaçan çift rakamlı enflasyon oranını hesaba katarak işe başlarsak, zaten sermaye Böylesi bir durumda onlarca kez söylediğimiz gibi kapıdan soktuğunu bacadan çalmakta ustalaşmış öğrenci gençlik de işçileşiyor. Emek sömürüsü, durumda. kafa ve kol emeğinin içiçeliği ayan beyan ortada; biz dünün küçük burjuva-aydın denilen

zamana her şeyin metalaştığı bir denklemde bizim de hızla proletarya saflarında oluşumuza şaşırmamak lazım. Eğitim kurumları sermayeleşiyorsa, elbette bizler de işçileşiyoruz, işçi sınıfının temel hak ve talepleri doğrudan bizim de temel hak ve taleplerimize dönüşüyor. Böylesi bir dönemde onbinlercemizin ilk elden gündemi ve sorunudur asgari ücret, çünkü artık biz de o sınıfın bir parçası, o sınıfın belki de en güçlü genç dinamiğiyiz. Sermayenin adını bile koyarken utanmadığı asgari yaşam ücretinin ne kadar olacağı insanca yaşayabilecek bir seviyeye çıkarıp çıkarılamayacağı artık bizim de sorunumuz. Mağaza zincirlerinde, Ar-Ge’lerde, stajda, okulda ne kadar alacağımızın belirlendiği, iki sınıfın karşı karşıya geldiği bir süreçte bu gündemin bizi teğet geçeceğini düşünüyorlarsa yanılıyorlar. Biz işçi öğrencilerin önümüzdeki süreçte en önemli gündemlerinden biri de bu olacaktır. Asgari yaşamak istemiyoruz, sadece karnımızı doyuracak, yol parasını, bilemedin ev kirasının bir kısmını çıkaracak bir ücret istemiyoruz. Keyiflerine göre düzenledikleri staj ücretleri, insanca yaşanacak ücretler standardına çıkarılmalı. Çünkü; bizler aldığımız ücretle sanat da üretmek sanatı da izleyebilmek istiyoruz. Bizler “aldığımız ücret aylık Akbil’e yeter mi acaba?” kaygısı gütmeden, ulaşıma para vermeden bir yerden bir yere seyahat etme özgürlüğü istiyoruz. Dersten kalırsam sermaye hükümetinin bana kestiği ceza har(a)cını ödemek zorunda kalırım diye kaygılanmak istemiyoruz. Parasız, bilimsel ve sosyalist bir eğitim istiyoruz. Asgari ücret konusunda taraf olan sendika bürokrasisinin mızmız göstermelik eylemlerini de aşan bir tutumla kampüs gündemine biz işçi öğrencilerin de birinci derecen taraf olduğu bu gündemi taşımalıyız. Kampüslerdeki işçi öğrencileri de, işçileri de, eğitim işçilerini de ilgilendiren bu ortak gündem üzerinden tüm üniversite bileşenleri bir ses çıkarmalı ve sürecin bileşeni olmalıdır.

Biz işçi öğrenciler elbette biliyoruz, insanca bir yaşam ancak sosyalizmde mümkün. Zaten asıl kavgamız yeni bir yaşam talebimizde kendini buluyor. Peki biz işçi öğrenciler için asgari ücret ya da asgari yaşam gündemi çok uzağımızda, bizi teğet geçecek bir gündem mi?

kesimleri bugünün işçi öğrencileri haline geliyoruz. Toplumun proleterleştiği, proletaryanın toplumsallaştığı, eğitimden sağlığa, mekândan

Asgari ücret belirleme komisyonunu izleyen değil, orada söz söyleyen bir güç olabilmek adına işçi öğrenci platformu girişimleri oluşturarak bir araya gelmek ve bu gündemi çok daha güçlü haykırmak zorundayız. Biz işçi öğrenciler elbette biliyoruz, insanca bir yaşam ancak sosyalizmde mümkün. Zaten asıl kavgamız yeni bir yaşam talebimizde kendini buluyor. sinifsiz.org


işçi meclisi

8

işçi meclisi

Asgari ücret sorunu

Asgari Ücret Tespit Kurulu çalışmalarına; yani asgari ücreti daha da aşağıya çekme çalışmalarına- başladı.

Asgari ücretin 2015 yılı için, yüzde 3+3 civarında belirleneceği şimdiden ve alenen medyaya yansıtıldı. 2015 bütçe tasarısında kamu işçilerine öngörülen zammın yüzde 3 olması, Türk Metal’in -hem de 3 yıllık sözleşmeye- yüzde 3 küsur civarında imza atması, asgari ücretin perşembesini çarşambadan belli ediyor. Türkiye kapitalizminin ekonomik yavaşlaması, işsizlikte hızlı artış, TL’nin değer kaybı, burjuvaziyi ücretleri daha da budama ve esnekliği artırma konusunda büsbütün saldırganlaştırıyor. Nitekim Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, şimdiden dip asgari ücret tepkilerine karşı işsizlik ve rekabet kırbacını şaklatmaya başladı: “Asgari ücret 1000 TL olursa devlet batar mı?” denilmektedir. Bildiğim kadarıyla asgari ücretli devlette çalışan yoktur. Özel sektörde ücretleri verimlilikle ilişkilendirmezseniz belki Türkiye batmaz ama firmalar batar. İstihdam edilen o kardeşlerimiz iş bulamaz hale gelir. Rekabet etmek zorundayız. Asgari ücreti belirlerken; makul bir ücret ve rekabet gücünü göz önünde bulundurmak zorundayız. Bunu göz önünde bulundurmayan ülkeler battı. Yunanistan’a, başka ülkelere dönmek istemiyorsak bu dengeleri göz önünde bulundurmak zorundayız.” (Bütçe görüşmeleri, 16 Aralık 2014) DİSK ise KESK ve TMOBB’un desteğiyle “Asgari ücret net 1800 lira olsun!” kampanyası yürütüyor. “Saraylar değil ekmeğimiz büyüsün”, “Saraya değil halka bütçe”, “Bu paraya gel sen yaşa” sloganlarının atıldığı basın açıklamaları, geleneksel çay-simit hesabı üzerinden yürütülüyor: “Günlük 1 TL zamla bir paket makarna alabiliyoruz. Tenceremizde ancak 22 adet fasulye pişirebiliyoruz. Kuru fasulye pilav bile gelen zamlar sonrasında artık zengin yemeği oldu. Çalışanlara, 12 milyon asgari ücretliye reva görülen bu ücretleri kınıyoruz. Tencere de taş mı kaynatalım?” Ne var ki, gıda fiyatlarındaki hızlı tırmanış ücretler üzerinde en büyük baskıyı

yaratsa da, şu eski tarz çay-simit edebiyatı ve rutin basın açıklamaları artan işsizlik tehdidi altında işçi sınıfının en örgütsüz kesimini oluşturan asgari ücretli işçileri harekete geçirme olanağından yoksun.

Oysa asgari ücret mücadelesinin hem içerik hem biçim olarak, burjuvazinin saldırı kararlılığına denk olması gerekir. Çünkü asgari ücret, yalnız bir çay-simit, ya da makarna-fasülye sorunu değildir. Asgari ücret ne kadar düşerse, işçilerin 1200-1500 liralık bir ücret için fazla mesai yapma zorunluluğu, günde 12 saat çalışmanın yaygınlaşması o kadar artar. Öyleyse asgari ücret, aynı zamanda bir serbest zaman mücadelesi sorunudur. Asgari ücret ne kadar düşerse, aynı aileden ikinci, üçüncü, dördüncü kişilerin, çocukların ucuz ve güvencesiz işgücü piyasasına girme zorunluluğu o kadar artar. İşçiler arasında rekabet, bir yandan aşırı çalışma, esneklik ve güvencesizlik, diğer yandan işsizlik de o kadar artar. Öyleyse asgari ücret, aynı zamanda işçiler arasında şiddetlenen rekabete, esneklik ve güvencesizliğe, işsizliğe karşı mücadele sorunudur. Asgari ücret ne kadar düşerse, sermayenin bol bulamaç ucuz işgücü nezdindeki, işçi katliamları pervasızlığı o kadar artar. Öyleyse asgari ücret, aynı zamanda işçi sağlığı ve güvenliği için mücadele sorunudur. Asgari ücret ne kadar düşerse, işçilerin banka-kredi borçları, ödeme

Asgari ücret ve Sosyalizm

parasızdır. Tüm işyerlerinde ve mahallelerde zorunlu olan kreşler, çocuk yuvaları, yaşlı bakım merkezleri parasızdır. Konut kiraları, elektrik, ısınma, su, ulaşım, iletişim ve temel gıda fiyatlarına işçiler için subvansiyon ve kontrol uygulanır. Fiyatları belli bir tüketim hacmine kadar düşük tutulur. Kültür, sanat, spor, oyun, eğlence, seyahat, tatil olanakları tüm işçilerin yararlanabileceği biçimde parasız ya da sembolik fiyatlarla sağlanır. Sosyalist toplumda eğitim, sağlık, çocuk ve yaşlı bakımı, kültür, sanat, spor… Ve sübvansiyonlar için ayrılan toplumsal fonlar işçi konseyleri tarafından belirlenip düzenlenir, tüm işçilerin denetimine açıktır.

Sosyalist toplumda ücret uygulamasının kapitalizminkinden farkı şunlardır: 1- Sosyalizmde işçi ücretlerinden vergi alınmaz

3- Sosyalizmde ücretler arasında uçurum yoktur, fark yukarı doğru kapatılır Sosyalizmde işsizlik yoktur. Herkesin üretken ve yaratıcı çalışmaya katılma hakkı vardır. Çalışma süresi, haftada 5 gün, günde 6 saatten başlayarak giderek kısaltılır.

Sosyalizmde üretim toplumsal ihtiyaçlar için üretimdir. Toplumsal üretimden yeni yatırımlar ve toplumsal ihtiyaçlar için fonlar planlı olarak ayrılır. İşçi ücretlerinden ayrıca vergi kesintisi yapılmaz. Kapitalizmde ücretlerden yapılan gelir vergisi, prim, sigorta vb kesintileri gibi, en adaletsiz vergi biçimi olan dolaylı vergiler (KDV, ÖTV, enflasyon, vb) kaldırılır. Kapitalizmdeki net ücret ile brüt ücret arasındaki ayrım kalkar. Tüm net ücretler, brüt ücret düzeyine yükselir.

Sosyalizmde tüm işçilerin temel maddi ve kültürel geçim ve ihtiyaçlarının karşılanması güvence altına alınır. Üretkenlik artışı, işçilere maddi ve kültürel istikrarlı refah artışı olarak geri döner. Yalnızca verili ihtiyaçların karşılanması değil, üretkenlik artışıyla durmaksızın yeni ihtiyaçlarının yaratılması ve temel maddi ve kültürel yaşam standardını yükseltecek biçimde karşılanması gözetilir.

2- Sosyalizmde üretim getirisinden ayrılan toplumsal fonlar işçilere geri döner Sosyalizmde üretim getirisinden ayrılan fonlar, toplumsal fonlardır. Sermayenin cebine gitmez, işçilerin toplumsal ihtiyaçlarını karşılamak için kullanılır. Sağlık, toplumsal sağlıktır. Koruyucu sağlık önlemlerinden tedavi edici hizmetlere kadar, son derece gelişkin sağlık hizmeti parasızdır. Eğitim, toplumsal eğitimdir. Anaokullarından üniversiteye kadar tüm eğitim sistemi

Sosyalizmde “asgari ücret” değil, temel ve insanca yaşamaya yeterli ücret sistemi uygulanır. Burjuva iktidarı ve mülkiyeti kaldırıldıktan sonra, ücret eşitsizlikleri asgari ücretten başlayarak yukarı doğru kapatılır. İşçiler arası rekabet ve eşitsizliği geriye doğru artıran performans gibi sistemler kaldırılır. Vasıfsız işçilerin eğitimine ve nitelik kazanmasına, üretken ve yaratıcı yetenekleriyle birlikte toplumsal-bireysel ihtiyaçlarının da genişlemesine öncelik verilir.

güçlükleri, finansal köleliği de o kadar artar. Öyleyse asgari ücret, aynı zamanda bankalara karşı mücadele sorunudur. Asgari ücret ne kadar düşerse, işçilerin daha çok çalıştıkları halde yetersiz ve sağlıksız beslenme sorunu ve diğer toplumsal ihtiyaçlarından kısma sorunu o kadar artar. Öyleyse asgari ücret, aynı zamanda gıda ihtiyacımızı kontrol eden tarım-gıda tekellerine, tüm ihtiyaçlarımızı kontrol eden kapitalist tekellere karşı mücadele sorunudur. Asgari ücret ne kadar düşerse, sermayeye köleliğimiz, ücret köleliliğimiz, zorunlu çalışmaya köleliliğimiz o kadar artar. Öyleyse asgari ücret, aynı zamanda banka, borsa, tekel hâkimiyetine karşı mücadele, ücretli kölelik sistemine karşı mücadele sorunudur. Yalnızca dar ekonomik-sendikal mücadele, yalnızca hükümete karşı mücadele değil, sınıfa karşı siyasallaşan ve toplumsallaşan sınıf mücadelesi sorunudur. Zor mu? Çay-simit edebiyatı işin en kolay yanıdır. İşçilerin tüm dikkatini, zaten en iyi bildikleri şeye, o da en dar biçimiyle, geçim sorununa indirgemektir. İhtiyaçlar, sağlık, eğitim, zaman, mekân, toplumsallaşma, kendini geliştirme ve gerçekleştirme, ille de özgürlük ihtiyaçları çığ gibi büyürken, en geri düzeye çekmektir. Kuşkusuz geçim sorunu, gıda fiyatları sorunu üzerinden atlanamaz bir kritikliktedir ve önemli bir mücadele dinamiğidir. Fakat kim ki, işçi sınıfının dikkatini salt buna indirger, en geri bir ekonomizmsendikalizm ile maluldür. İşçi katliamları olduğunda işçi katliamlarını protesto, taşeronluk gündeme geldiğinde taşeronluğu protesto, ulusal istihdam stratejisi gündeme geldiğinde onu protesto, asgari ücret zamanı geldiğinde onu protesto tarzı parça parça yalıtık mücadeleler, bırakalım kapitalizme karşı bütünsel bir antikapitalist bilinç oluşturmayı, bu eksenden bir emeğin korunması mücadelesi bilinci bile oluşturamaz. Kapitalizmin tüm marifeti, “işgücü piyasası”nın/işçilerin asgari geçim için çalışma yeteneğini satmak zorunda kalmasının doğal ve ebedi kabul edilmesi üzerine kuruludur. Ve ne kadar çok kişi geçinebilmek için çalışma yeteneğini satmak zorunda bırakılıyorsa, asgari ücret o kadar düşer. Ve asgari ücret ne kadar düşerse, o kadar çok kişi geçinemez hale gelerek, daha uzun saatler

Sosyalizmde üretim gibi, çalışma yeteneğinin üretim ve yeniden üretimi de toplumsaldır. Dolayısıyla ücret de salt bireysel değil toplumsal ücrettir. Kapitalizmde işçilerin toplumsal-bileşik emeğinden gelen muazzam üretkenlik artışı, kapitalistlerin cebine gider, işçilere salt bireysel ücret verilir. Sosyalizmde ise, işçilerin salt bireysel çabası değil, emeğin toplumsal-bileşik karakterinden ileri gelen muazzam üretkenlik artışı, işçilere toplumsal ücret ve parasız toplumsal hizmet ve olanaklar olarak geri döner. 4- Sosyalizmde ücret sosyalist konseyler demokrasi temelinde belirlenir Sosyalizmde temel ve yeter ücret, gerçek anlamda bilimsel bir temelde hesaplanır. Fakat ücretin belirlenmesi, salt ekonomik-teknik bir sorun olarak değil, asıl toplumsal-siyasal bir sorun olarak görülür ve gerçekleşir. Ücretler sosyalist işçi konseyleri tarafından, sendikaların ve tüm işyerlerindeki işçi komite ve meclislerinin doğrudan katılım ve yer almasının sağlandığı sosyalist demokratik tarzda belirlenir. Sosyalizmin en önemli ayrım noktalarından biri, neyin ne kadar kimin için nasıl üretilip dağıtılacağına, bunun için de bugün ve gelecekte verili ve yeni ihtiyaçlarının ne olduğuna örgütlü ve bilinçli işçilerinin kendilerinin karar verebilecek olmasıdır. Tüm işçilerin, genel üretkenlik düzeyi, bunun içinde ki kendi katkısı vb.nin tam bilgisine sahip olarak, toplumsal-bireysel ihtiyaçlarını taban organları ve sendikaları aracılığıyla ifade etme ve doğrudan katılımcısı olduğu konseyler demokrasisi temelinde toplumsal ücretlerin belirlenmesinde yer alma ve denetleme hakkı vardır. 5- Emek gücünün meta, çalışmanın zorunluluk ve zahmet olmaktan çıkarılması Sosyalizm, kapitalizmden komünizme bir geçiş sürecidir. Bu yüzden kapitalizmin kalıntıları ile komünizm amacını aynı anda içinde barındırır.

9

çalışmak zorunda kalır, işsizlik o kadar artar. Neoliberalize edilmiş biçimiyle asgari ücret, “Ulusal İstihdam Stratejisi”nin de buz kıranı ve temel bir dinamiğidir. Asgari ücret mücadelesi, geçim mücadelesi kadar geçinebilmek için çalışma yeteneğini sermayeye satma zorunluluğunu, yani ücretli kölelik düzenini sorgulatmayı da içermelidir.

6 saatlik işgünü, insanca yaşanacak ücret! Sadaka değil, genel grevli asgari ücret mücadelesi hakkı! Herkese sağlıklı, güvenli, örgütlü çalışma hakkı! Taşeronluk kaldırılsın! Asgari ücretlilerin tüm borçları silinsin! Temel gıda fiyatları indirilsin ve dondurulsun! Asgari ücret patronlara, hükümete, sahtekar sendika bürokratlarına, yani 3 kere patronlara değil, 1 kere asgari ücretlilere sorulsun! Tespit komisyonunda asgari ücretli öncü, direnişçi işçiler yer alsın! Banka, borsa, tekel hakimiyetine son! Kahrolsun ücretli kölelik düzeni!

Sosyalizmin ilkesi olarak bilinen “herkesten yeteneği kadar, herkese emeğine göre” ücret sistemi, toplumsal ücret sistemiyle alanı daraltılarak da olsa kapitalist değer yasasının ücret-tüketim metaları ilişkisi bağlamında işlediğinin göstergesidir. Ücret sisteminin alanı daraltılarak (eğitim, sağlık gibi artan sayıda toplumsal ihtiyaç alanının meta olmaktan çıkartılması) ve toplumsallaştırılarak da olsa devam etmesi, emek gücünün meta olmasının ve zorunlu çalışmanın (yine her birinin alanı daraltılarak da olsa) devam etmesi anlamına gelir. Ücret sistemi istediği kadar iyileştirilmiş, gerçek temel ücretler yükseltilmiş olsa da, ücret sistemi varsa, emek gücü tümüyle meta olmaktan çıkmamış, zorunlu çalışmadan tümüyle özgürleşmemiş demektir. Sosyalizm, “düzeltilmiş kapitalizm” anlamında bir biçimsel sosyalizm değil de, komünizme doğru gelişen ve onu da artan ölçüde içermeye başlayan gerçek ve gelişkin bir sosyalizm olacaksa; o zaman kapitalist ücret sistemini iyileştirmek ve alanını daraltmakla yetinemez. Ortadan kaldırmayı, herkese ücret-meta dolayımı olmadan ihtiyaç olarak asgari çalışma ve ihtiyacına göre azami dağılım sistemini yaratmayı amaçlamalıdır. Bu da, çalışma yeteneğinin meta, çalışmanın zorunlu ve zahmetli olmaktan çıktığı, meta ilişkileri ve işbölümünün ortadan kalktığı, üretim ve ihtiyaçların emek-zaman ile (değer yasası) ile ölçülmesinin hem imkansız hem de gereksiz hale geldiği bir toplumsal üretkenlik düzeyini gerektirir. Günümüzde ise toplumsal emek üretkenliğinin geldiği düzey, bu geçişi son derece hızlandıracak ve kolaylaştıracak bir noktadır. Bu yüzden daha gelişkin bir sosyalist devrimle birlikte, ücret sistemini yalnızca iyileştirmekle kalmayıp alanını daha hızlı daraltıp sönümlendirmek, komünist “herkese ihtiyacına göre” ilkesini en baştan içerimine almaya başlayan, bir “emek olmayan emek” uygulaması mümkün olacaktır.


10

Avrupa’da Asgari ücret işçi meclisi

Her yerde sosyalist planlı ekonominin çöküşünden sonra ayrı bir dönüşüm süreci var. Toplu sözleşmelerin kapsamı Slovenya haricinde çok düşüktür. Ekonomik ve sosyal yeniden yapılanmanın etkisini yumuşatacak, asgari ücret bütün ülkelerde vardır. Tüm Avrupa’da asgari ücret var… Tüm Avrupa’da mı? Tamamen değil. Almanya da nihayet yakında asgari ücret elde etmiş olacak. Bu yüzden Almanya çevresinde bir yolculuğa çıkalım. Diğer Avrupa ülkeleri ile başlayalım; Hollanda’da resmi belgesel sözleşme 1894 yılında yasal asgari ücretin ilk girişimlerine tanıklık ediyor. 1968’de nihayet ülke çapında bir yasal asgari ücret tanıtıldı. O zamandan beri çalışma bakanlığı genel fiyat ve (kolektif) ücretteki asgari ücreti ayarlamak için tedbir alıyor. Bu endekse ek olarak, aynı zamanda siyasi görüşmeler reel asgari ücret seviyelerinin gelişimini etkilemektedir. Şu anda, Hollanda’da asgari ücret saat başına 9,11 Euro’dur. Bir asgari ücretin istihdama olumsuz etkiler oluşturması yönündeki korkular krallıkta teyit edilmemiştir. Aksine, Hollanda’da bu tam zamanlı istihdamın sosyal yaşama yeterli katılım için yeterli olduğu uzlaşması vardır. 1975 yılında Belçika’da, işçi ve patron şemsiyesi altındaki örgütler ulusal asgari ücretin getirilmesi üzerine sektörleri çapraz olarak kapsayan toplu bir iş sözleşmesini kabul ettiler. Otomatik endeksleme ve toplu iş sözleşmeleri müzakeresi ile ücret artışları gerçekleştirilmektedir. şu anda, krallıkta yasal asgari ücret saat başına 9,10 Euro‘dur. Bu (asgari ücret) hiçbir işçi/patron örgütleri tarafından sorgulanmaz. Geleneksel açık Lüksemburg ekonomisinin uluslararası iş piyasasında ulusal bir ücret standardına ihtiyacı vardı. Büyük Dukalık 1944 yılında bir yasal asgari ücreti yürürlüğe koyan ilk Avrupa ülkesi oldu. Bu (asgari ücret) fiyat gelişmesine bağlıdır ve reel ücretlerdeki ortalama eğilime dayanmaktadır. 11,10 Euro ile bu (asgari ücret) Avrupa’nın zirve değerindedir. Kalifiye işçiler için bu (asgari ücret) yine yüzde 20'nin üzerindedir. Fransa‘da 1950 yılından beri genel kanuni asgari ücret vardır. Ocak 2014 yılından bu yana, SMIC (“büyüme odaklı profesyonel grup çapındaki asgari ücret”) saat başına 9,53 Euro’dur, ki bu bir 35 saatlik çalışma haftası için yaklaşık 1365 Euro aylık maaşına karşılık gelir. Fransa’da istihdam üzerindeki asgari ücretin etkileri hâlâ tartışmalıdır. İngiltere’de 1999 tarihinden beri bir düzenli ulusal asgari ücret vardır. Patronlar, sendikalar ve akademisyenlerin temsilcilerinden oluşan Düşük Ücret Komisyonu, bu asgari ücretin ekonomik ve sosyal faktörlere uyarlamanmasını

her iki yılda bir önerir. Şu anda İngiltere’de asgari ücret saat başına 7,43 Euro’dur. 2007 yazında tahvil edilen asgari ücretin miktarı henüz 8,20 € olarak gerçekleşmiştir, böylece pound karşısında Euro’nun şimdiki mevcut gücü bu düşük değere yol açmıştır. İngiltere’de istihdam, özellikle asgari ücret ödenen bu sektörlerde artmıştır. Bu asgari ücret İngiltere işçi sınıfının yoğun mücadeleleri sonucu elde edilmiş.

çok düşüktür. Ekonomik ve sosyal yeniden yapılanmanın etkisini yumuşatacak, asgari ücret bütün ülkelerde vardır. Bulgaristan‘da 1,04 Euro’dan Slovenya’da saatte 4,56 Euro’ya kadar bir bant genişliği ile yeni AB üye devletleri diğer Avrupa Ülkelerinin asgari ücretlerine kıyasla çok düşük olandır. En düşük (Bulgaristan) ve en yüksek (Lüksemburg) AB asgari ücret arasındaki oran, böylece 1‘e 14’dür.

Benzer bir gelişme İrlanda’da asgari ücretin yasalaşmasını sağlar. 80'lerde göreli ekonomik canlılığa ve çalışmaya rağmen yoksulluk yaygındı. Yeşil adada 2000 yılından bu yana, yasal asgari ücret artık saat başına 8,65 € altında ödeme olmamasını sağlar. Genel olarak İrlanda’da asgari ücret geniş bir sosyal tabana yayılmıştır.

Danimarka, İsveç ve Finlandiya gibi ülkelerde asgari ücret düzeyi sadece sözleşmelere dair pazarlık tarafları arasında düzenlenir. Bu mümkündür, çünkü yüksek bir toplu iş sözleşmesi kapsamında garanti edilir. Böylece, tüm çalışanların yüzde 90'ından fazlası İskandinavya’da toplu is sözleşmeleri ile donatılmıştır. Avrupa hizmetler sektörünün artan liberalleşmesi göz önüne alındığında ve buna eşlik eden işgücü göçü artışı, yasal asgari ücret modellerini de bu ülkelerde tartıştırıyor.

İspanya‘da 1968 yılından bu yana yasal asgari ücret vardır. Şu anda 3,91 Euro olarak belirlenmiştir. Öncelikle sosyal hizmetler için bir referans olarak tasarlanmıştır. Avusturya da bu çok yüksek toplu iş sözleşmesi kapsamına sahip olduğu için geleneksel yasal Doğuya, AB‘ye yeni üye devletlere yönelelim. asgari ücretten vazgeçebildi. Ancak, Temmuz Hırvatistan, Estonya, Letonya, Litvanya, Pol2007'de müzakere tarafları asgari ücretin getonya, Slovakya, Slovenya, Çek Cumhuriyeti, irilmesi konusunda anlaştı. Macaristan ve ayrıca yeni üye devletler, Bulgaristan ve Romanya‘da yasal asgari ücret vardır. Ayrıca Almanya’da asgari ücret üzerindeki yoğun tartışmalardan sonra 1 Ocak 2015 itibariyle Her yerde sosyalist planlı ekonominin Almanya genelinde brüt asgari ücret saat başı çöküşünden sonra ayrı bir dönüşüm süreci var. 8,50 Euro olarak yasallaştı. Toplu sözleşmelerin kapsamı Slovenya haricinde


“Harika bir yıldı! Bunun parçası olduğun için teşekkürler.” Son dönemde facebook yeni

yıl armağanı hazırlamış tüm kullanıcılarına: “Harika bir yıldı! Bunun parçası olduğun için teşekkürler.” Giden ”harika” yıla ve bizi tüm vahşetiyle bekleyen yeni yıla dair bakalım neler dökülecek kalemden… Nereden başlamak lazım; Soma’da 301 işçi kardeşimizi kurban verdik, sonra Torunlar ”yaşam alanı”

inşaatında 10 işçi kardeşimizi daha tüm öfkemizle sonsuzluğa uğurladık. Arkasından Ermenek’te bir maden faciası daha yaşadık. Biz Soma’yı unutmamaya yemin ediyorken, sermaye bizden önce davranıp, yılın her ayı katliamlarını gözümüze sokmaya son sürat devam etti. Bilançoya bakacak olursak Kasım ayı itibarı ile en az 1.723 can adeta kanırta kanırta işçi sınıfının ciğerlerini paramparça etti. Madenlerde, inşaatlarda, tarlalarda, katliam son sürat! Harika bir yıl filan değildi! Katliam dolu bir yılı geride bırakırken, işçi sınıfının 2013’e nazaran %51 artan eylemlikleri ve mücadele zemini oluşturma iradelerini, bu yıl mücadele tarihimize yeni bir imza atan Greif işçilerini, Yatağan işçilerini, Sütaş, Bedaş, metal ve maden işçilerinin kitlesel direnişlerini, Van işçilerini de hatırlamak gerekiyor. Sınıf bilincinin işçileşme sürecinde anlam kazanmaya başlaması, yeni örgütlenme kavgaları ile de doluydu bu yıl. Kavga,eylem ve mücadele dolu da bir yıldı! Böylesi bir kısa özetten sonra; bütün bunların yanında ciddi bir krizin eşiğinde olan sermaye, yılın son günlerinde yine çözümü işçi çıkarmada buluyor. Yani bir çok işçi yeni yılı işsiz karşılayacak. Noel babanın çuvalından, yakasının rengi mavi yada beyaz farketmeksizin işçilere ise işsizlik, yoksulluk, yoksunluk çıktı yine! Happy-New-YearYazımıza, beyaz yakalı işçiler cephesinden bakmaya devam edelim. Son derece steril görünümlü işyerlerinde çalışan ”vasıflı” işçilerin

büyük çoğunluğu, kapitalizmin neoliberal kültürü enjekte başarısıyla yaratılan bilinç bulanıklığı sayesinde kendi konumlarının sarsılabileceğinin farkında olmadan ”bana dokunmayan yılan bin yaşasın” dercesine hummalı bir yeni yıl hazırlığı içinde. İşyerlerinde düzenlenen ufak partiler, riyakarca bir araya gelmelerde hediye alışverişleri, işyerleriyle organize edilmeye çalışılan yeni yıl yemeklerinin heyecanı ve hazırlığı son sürat devam ederken, önceki yıllarda buna bütçe ayıran patronlar bu yıl bunun bedelini de çaktırmadan işçilere yüklüyor.

11

işçi meclisi

Belirli zamanlarda yaşamak

7.Alarm

Zaman yaşamın birinci düşmanıdır. Zamanı durdurmak şimdilik imkânsız. Zaten sonsuz bir hayat için dünya yeterince iyi değil, ama zamana karşı kullanabileceğimiz, onu yavaşlatabileceğimiz materyallerimiz var, az zaman içerisinde çok şey yapabiliriz. Burada yapacağımız her şey önemli, aynı şeyi yapmamak gibi mesela, farklı zamanlarda aynı şeyi yaptığım çok olmuştur, emin olun aynı zamanlardan çok farklı değildi. Yavaş zamanlardan geliyorum, henüz alışabildim sayılmaz bu kadar hızlı yaşamaya, aslında hızlı yaşıyorum da sayılmaz, hızlı çalışıyorum, bir sürü karmaşanın içinden en basit çözümlerle çıkmaya çalışıyorum ve alışamıyorum, kaptırıyorum, sanki üretim zamanı ile yeniden üretim zamanı birbirini karşılamıyor, biri eksik diğeri fazla. Hep hız’dı istedikleri, alışmadım biliyorlardı, parça parça eksildi yanımdakiler, ne olmuş bilemedim, İbrahim usta parmakların nereye gitti, sonra kolların ve neden hiç ayağa kalkmıyorsun, yoksa seni de mi zaman yiyiciler götürecek?

Korkunç bir şeydi, zamana karşı savaştık ve beynimiz buharlaşana kadar düşündüğümüz en belirgin şeydi zaman, zamanı tükenen birinin bıraktığı birikimleri diğeri öğreniyor ya da en belirgin yaptığımız şey öğrenmeye bile ihtiyaç duymadan zaman harcamak. Oysa ne güzeldir birikimleri biriktirmek ve bilinenin ötesine geçmek, o kadar önemli hisSermayenin stratejisinin bir yönü olan sedersin ki kendini bir an kayboluversen gözler hep seni arar ve o kadar ve içten içe damarlarımıza zerk edilen ihtişamlıdır ki o dünya, bütün duyguların doygunluk hissi ordadır. rekabet bencil karekterler üretme çabasına devam ediyor. Bu yemeklerde Garip şeydir belirli zamanlarda yaşamak. Belirli bir zamanda belirli birebir karşı karşıya geleceğimiz işten birilerinin yaşadığını belirli bir zamanın ilerisinde yaşamaktan başka bir şey ifade etmez çoğu zaman, belirli bir zamanda yaşarsın ve en beliratılma sorununun çözümüne dair gin özelliğin bir zaman kesitinde belirleyici olamamandır. 7,125 milyar sohbetler organize edilecekken, kim daha şık olacak yarışı maalesef henüz insan içerisinde kaç kişidir sizce belirleyici olan,kaç kişi yetenekleriyle gündemin ön sıralarında. Ancak böyle kendisini ifade ediyor, kaç kişi bilinenin bilingenliğinden çıkmıştır. 3-7geldi, elbet böyle gitmiyor, gitmeyecek! 9? Diğer taraftan farketmeler, fısıltılar, Herkes bir şekilde zaman geçirir yeter ki zamanı başlasın, ama bunun talepler de yükselmeye başlıyor. ne derece nitelikli, kaliteli olacağı konusunda bir belirleme yapamam, ama her şeyi zamana bırakırsan zaman kendi bildiğini yapar, bunu Bir çok arkadaşımız bu süreçte işten bilirim. Çalışmak ve uyumak zamanımızın büyük bir bölümünü atıldı, ve bunun devam edeceğinin alan şey, kaçımız rekreasyon alanlarındakinden daha değerli bude farkındayız, alenen bunun sinyalluruz çalışma zamanımızı, para kazanmak dışında tabi, peki bizi leri de veriliyorken, ”bunlar hayatın oraya götüren ne peki? Para, para gerçek anlamda yaşamamıza imkân acı gerçekleri” tarzında kaderci sağlıyor mu? Hep mutlu olmak mı? Her zaman mutlu olmaya gerek yok, anlayışı yıkmak ise birinci görevimiz. bize gerekli olan birbirini tekrar etmeyen çok çeşitli bir yaşam zamanı, Sıra bize gelmemişken, sırası gelen çocukken hissettiğim duygular gibi mesela sınırsız yoğunlukla, çatlayaarkadaşlarımızın mücadelesini birlikte cak derecede ağlamaklı belki, tavşan ürkekliğinde korkusuz belki de, büyütmek ise ancak ve ancak örgütlü bize gerekli olan duygusal üretim zamanı, belki o zaman her saniyemiz mücadeleyi büyütmekten geçiyor. Bu gerçekten yaşam zamanı olabilir. Panoramik bakıldığında zamanın bir onur mücadelesidir aynı zamanda, bir anafor misali bütün doğayı, doğal olan her şeyi sersemleten bir bize kader, fıtrat olarak yutturulmaya çalışılan şey, en iyi halde ”asgari yaşam”, yapısı olduğunu görürüz, zaman tam tersine de işleyebilir,bu çıkışını komünizmden alan bir bakışla sosyalist zaman planlaması ile mümen kötüsü de ölüm! kündür: Düşünsenize olabildiğince teknolojik donanımlarla yapılmış bir ağaç-evin hem doğanın göbeğinde hem de şehrin göbeğinde Buna dur diyeceğimiz, örgütlü müolduğunu, bunun adına ne derseniz deyin özünde bireylerin kar hırsı cadeleyi büyüteceğimiz, yeni bir gütmediği toplumsal karcılık temelinde örgütlenen bir toplum da mümyaşamın mümkün olduğuna dair tüm kün ve işte o zaman meta yetersizliklerinden çıkıp duygusal yeterliinancımızla 2015’i karşılıyoruz! likler dünyasına adım atmış olacağız, anlayın lütfen hissetmezsek insan Bilinmelidir ki, işçi sınıfı her geçen olduğumuzu anlayamayız. gün genişleyen bölükleriyle, en ağır köleleştirilme, en ağır tecrit ve çaresiZamanla yaşanmaz zamanında yaşanır ve her şey zamanla güzelleşmez zlik görünümündeki koşullarda bile zamanında güzeldir,bütün retorikleri birleştirip bir senteze ihtiyacımız mücadele eden sınıftır. Hiçbir şeyin var.Bu zamanda her şeyin bir anlamı var aslında, mesela koşarak çaya olmuyor göründüğü günlerde, müçıkmanın, bir duman daha fazla almak için, 9-10-12 saatlik çalışmanın cadele dinamiği de yavaş yavaş hız sonunda 3 dakikalık bir zaman diliminde çok şey yapabilmenin bir kazanmaya başlıyor. Maya tuttu tutacak, nedeni vardır elbette, bize bunu yaptıran şeyin kendisini ikna etmemiz gecikmişlik ise maalesef sermayenin gerekiyor ilk önce, yani bizdeki o mekanikleşmiş duyguları. Zamana stratejik başarısı! Ancak ”takke düştü, göre geçmesini istediğimiz zaman ile hiç bitmesin istediğimiz zaman kel göründü” diye haykıracağımız günaynı hızla tik tak’lar, ondan bir şey beklemek sana zaman kaybettirir, ler çok yakın! dedim ya her şey zamanında güzeldir. Ostimli bir işçinin (ben) yaşam Hoş geldin 2015! anektoduna bakalım. Ostimli diyorum çünkü günün başat noktası orası. Mesela işe gideceğim diye uyurum çoğu zaman ve kalacağım yer 2015 daha fazla işsizlik ve bunun yanında daha hareketli bir mücadele yılı ona yakın olmalı derim, gün ilk belleğini orda bırakır mesela, en canlı zamanlar orda geçer ve hep ora dolayımlı düşünürüm, dinlenirken olacak gibi sanki, tüm suskunluğa ve umutsuzluğa rağmen, koşullar da bunu oranın izlerini taşır vücudum, belleğimi baştan aşağı yapılandırır ve hep orda kalırım, her sohbette ora vardır, içinden çıkmadıkça daha bir zorlayacak, yepyeni ve yaratıcı bir işçi karakterize olurum, dünyamı alır dünyası yapar, zamansız bırakır, zasınıfı (genç, kadın, her türlü yakasıyla man tükendi bile, bak alarm çaldı. Zaman ayırdığınız için çok teşekkür beraber) hazırlık içinde. Bunu biliyor ederim. olmak ise umut verici. Ostim'den bir İşçi Meclisi okuru


12

Pazar:Çalışmayı ve tüketmeyi düşünmeden geçirilecek bir gün… işçi meclisi

“İnsan kaynakları” havuzundan, siyasal geçmişi olmayan, düz teknokrat arka planına sahip, seçim sonuçları gibi kaygılardan arınmış bir neoliberal seçip paraşütle siyasal arenaya indir! “İş bitince” şansı varsa adı bile hatırlanmayacak tarzda sahne gerisine al! Kapitalizmin son 30 yıllık tarihi bile, sınıflar arasındaki güç dengesinde tarihsel değişiklikleri yapmak üzere namluya sürülmüş, böylesi “hızlı ve öfkeli”, tercihan da genç neoliberallerin başarı -pek azı da işçi hareketi eliyle çuvallama- öyküleriyle doludur. Şimdi işçi hareketi bunlardan bir yenisi ile Fransa’da karşı karşıya.

“Ne yani, hiçbir şey yapmayalım mı?” “Bir şey” yaptınız ve yapıyorsunuz zaten! “Tembel”, “çalışmayı sevmez” ilan edilen Fransa işçi sınıfının üçte biri, Pazar günü çalışır durumda. İşçi semtlerinde faili meçhul tarzda “Çalışmak istiyoruz” bildirileri dağıtılıyor, patron güdümlü küçük gösteriler yapılıyor. Hafta sonuna evet anlamında “Yes Weekend” kampanyaları düzenleniyor. Yasağı kırmanın başını çeken Bricolage ve Leroy Merlin yapı hipermarketleri üzerinden “Çalışmak istiyoruz” propagandasına hız veriliyor. Pazar çalışmasının uygulandığı market zincirleri zaten mevcut. Bir diğer deyişle, atı alan Üsküdar’ı geçmiş zaten… “Ya Pazar tatili bin 100 ölümün bedeliydi çalışarak yaşamak, ya da savaşarak ölmek” sloganı gibi, “Tembellik Hakkı”nın da doğum yeri olan İşçi sınıfının Fransa’da 1906 yılından bu yana bu topraklarda, işçilerin dinlene dinlene çalışma/ sahip olduğu* Pazar günü çalışmama hakkı, çalışmama/dinlenme hakkı kültüründen hala yukardaki tarife uyan taze siyasetçi Ekonomi kopmamış olmaları neoliberal saldırının hedefine Bakanı Emmanuel Macron’un yasa teklifi ile çakılmış durumda. Öyle ki, olayı haberleştiren ortadan kaldırılmak isteniyor. Yasalar uyarınca Sabah gazetesinde dahi Pazar günü işyerlerinin bayramlar öncesindeki 5 Pazar günü haricinde kapalı olması “tuhaf gelenek” olarak niteleniyor. Pazar günleri kapalı olan mağaza ve süpermarMacron yasasına direnç muhtelif elbette: Çok ketlerin açılması gündemde. Sarkozy döneminde bağırmasa da Katolik kilisesi yasağın kalkmasını nüfusu 1 milyonu geçen kentler ve turistik yerler içine sindirebilmiş değil. (Yine de fazla endişe (ki Fransa’nın en turistik bölgesi Paris) itibarietmelerine mahal yok: İncil’in “Meyveli olunuz yle ilk önemli kırılmaların gerçekleştiği tarihsel ve çoğalınız” gibi hükümleri etkiyor!) 7/7 ve kazanımın kapısı bu kez daha kuvvetli zorlanıyor. akşamları da geç saatlere kadar açık kalan Arap Gerekçeler esasen o dönemdekileri de kapsamakla bakkallar gibi küçük işyerleri Pazar günü çifte beraber toplumsal temel yaratmak bakımından yevmiye ödemekle karşı karşıya olacaklarından daha güçlü: “Ailelerin tatil gününde alışveriş yapma şimdiden ağlamaya başladılar. Tesadüfe bakınız hakkı var”, “İşsizliğin azaltılması ve tüketimin ki, tam aynı dönemde Türkiye’de de bir grup AKP desteklenerek ekonomik canlanmanın sağlanması milletvekili AVM’lerin Pazar günü açılmaması ve için bu adımın atılması zorunlu”. Sınıf hareketinin diğer günler 20.30’da kapatılması yönünde yasa gitgide zayıf düşürüldüğü ülkede tekelci burjuteklifi verdi. Küçük işyeri sahiplerinin çıkarlarını vazinin siyasetçileri ideolojik vites takmayı da ifade eden bu teklif, Fransa’daki polemiklere de ihmal etmiyorlar. Macron’un teklifi, devlet başkanı bağlayabileceğimiz şekilde karşılandı. Bakkallar Hollande tarafından “ilerleme ve özgürlük yasası” deftere yazma dahil tüketici ile “yakın ilişkilerini” ilan edildi. Pazar çalışması konusu, tekelci burjuöne çıkarırken, bazıları da BİM ve A101 gibi son vazinin lanetli misyonlarını yerine getirme fonksi- yılların zincir azmanlarından yakındı. Gümrük yonunu üstlenen işbaşındaki Sosyalist Parti içinde ve Ticaret Bakanı Canikli ise yasa teklifini “popülde süreklileşmiş gerilimin yeni bir unsuru haline ist bir yaklaşım” olarak değerlendirdi ve AVM ve geldi. Fransa’da 35 saatlik iş haftasının yürürlüğe organize perakendede 400 bin kişilik istihdam girdiği 1997’de Çalışma Bakanı olan Martine olduğuna, AVM’lerin toplam cirosununun yüzde Aubry yeni yasaya Fransız burjuva siyasetinin ka30’unu hafta sonu yaptığına, insanların işten çıkış mucu damarına ve toplumun neoliberalizmin boşa saatleri itibariyle AVM’ye yetişemeyeceğine işaret çıkardığı kodlarına seslenerek karşı çıktı. Aubry, etti. Ve tabii ekledi: “AVM’ler sadece alışveriş “Nasıl bir toplumda yaşamak istiyoruz?” deoi, Pazar yapılan yer olmaktan çıktı, yaşam biçimi halini aldı. gününün kişisel ve kolektif yaşama ayrıldığını … Toplum artık bunu talep ediyor.” söyledi. Buna karşılık Çevre ve Enerji Bakanı Ségolène Royal, Aubry’ye “Sorumsuz sorumsuz Tatilime dokunma! konuşma” yanıtını yapıştırdı. Ama içlerinde belki en pervasızı, köpeksiz köyde değneksiz dolaşma Buna karşın sınıf örgütleri, sendikalar henüz sözünü hatırlatan Hollande. Hollande, işçi sınıfının sorunu işçi sınıfının bütününe bir mücadele 8 saatlik işgünü mücadelesine de, Sovyetler talebi olarak yaymanın ve toplumsallaştırmanın Birliği’ndeki “komünist Cumartesiler”e de omuz çok gerisindeler. CGT gündemi politik bir soatarak, Pazar çalışmasına karşı olanlarla “Pazar run olarak görüyor ve Pazar günü çalışmamayı sosyalistleri” diye dalga geçti. Pazar çalışmasının “sosyal serbesti, insanın kendisini geliştirmesi ve yeniden yasalaşmasına sınıf cephesinden öne çalışma ritminden kopmanın bir unsuru” olarak sürülen itirazlar, burjuvazi tarafından, yanıtını değerlendiriyor. Ancak ne yasanın şiddetine ne içinde taşıyan bütün döngüsel önermelerde de giderek güçlendirilen argümanlarına yönelik olduğu gibi şöyle karşılanmış oldu: “Ne yani, kriz, bir hareketlilik var. Yapılan son anketler Pazar durağanlaşan ekonomi ve derin işsizlik koşullarında çalışmasının tam da tekelci burjuvazinin öne hiçbir şey yapmayalım mı?” sürdüğü argümanlar temelinde nüfusun yüzde 69’u tarafından desteklendiğini ve çifte yevmiye Faili meçhul “Çalışmak istiyoruz” bildirileri ödendiği takdirde yüzde 63’ünün Pazar günü çalışmayı tercih edeceğini söylüyor. Dolayısıyla

burjuvazinin kolaylıkla göze alabileceği ortalama tepki ve itirazla, ya da Sosyalist Parti içindeki kanat savaşları vb ile sonuç alma ihtimali zayıf. Bir zamanlar hafta tatili 2 gündü. Önce Cumartesi gitti, sonra sıra Pazar’a geldi. Çalışmanın yoğunluğu, temposu nedeniyle alışverişini bile haftanın diğer günleri yapamaz hale getirilen insanlar için tek istikamet Pazar günü haline geldi. Ama Pazar gitgide daha fazla pijama terlik, daha az sosyalleşmeye doğru seyretti. Şimdi ise ücretler düşüp işsizlik şiddetlendikçe, ister yarı zamanlı işlere hücum, ister fazla mesai biçiminde olsun, aşırı, güvencesiz çalışmayı kabullenmek, realize etmek işçiler için reelleşti. İşçi sınıfının bin 100 evladını kurban verdiği maden katliamının ardından sabitlenen Pazar günü çalışmama hakkı, 21. yüzyılda “çalışmaktan özgürleşmeye” bu kadar yaklaştığımız toplumsal koşullarda gaspedilmekle karşı karşıya. Buna karşı en asgari olarak çalışma saatlerinin insanca yaşama ücretine saldırı vesilesi yapılmadan işçi sınıfı genelinde 6 saate düşürülmesi talebinin arkasında durmakla yükümlüyüz. Pazar gününü, ibadethanelerde uyuşturulmak, ihtiyaçlarımızın en asgarisini karşılayabildiğimiz, buna karşın neoliberal yaşam ve tüketim ideolojisinin zerkedildiği AVM’leri ailece doldurmak, çocuklarımızla aynı “Hello Kitty”lere hücum etmek… için istemiyoruz. Pazar tatili, çalışmaktan özgürleşme adımlarını attıkça belki gün olarak da değişecek, gereksizleşecek, ancak herkesin aynı gün/zaman diliminde çalışmama hakkına sahip olması, istediği ölçüde toplumsallaşabilmesi ihtiyacı elbette ki ortadan kalkmayacaktır. Bu yola kendi bayrağımızı çekebilmenin temel koşulu ise komünizme giden ve gelen yolları siyasal sınıf mücadelesi ekseninde kaynaştırabilmektir. İhtiyaçlarımızı karşılamak için çalışmak, gitgide daha fazla çalışmak zorunda olmanın, en temel olanlara ulaşmak için bile kredi kartlarımıza yüklenmenin, karşımıza duvar gibi dikilmiş “Daha fazla kazanmak için daha çok çalışın” çağrılarının, elimizde bir nebze bize kalmış olan son günün de kapitalistler tarafından geri alınmasının karşısına sınıfça dikilmeli; çalışmayı ve tüketmeyi düşünmeden geçireceğimiz günün savaşımını vermeliyiz. * Aslında Sanayi Devrimi öncesinde, tabii dini sebeplerle, Pazar günü çalışılmıyordu. Fransız Devrimi sonrasında Napolyon rejimi altında Gregoryen takvim değiştirilerek hafta 7 günden 10 güne çıkarıldı. Burjuvalar, fırsattan istifade işçilerin haftalık tatil gününü gasp ettiler. Böylelikle, 1830’dan sonra işçilerin büyük bölümü haftanın 7 günü çalışır durumdaydı ve bu, toplumsal açıdan, işçi/toplum sağlığı açısından ağırlaşan sorunları ortaya çıkarıyordu. Pazar gününün sırasıyla çocuklar, çıraklar ve kadınlar olmak üzere tatil olmaya başlaması 20. yüzyılın başında ulaşılan bir sonuç oldu. Pazar günü çalışmanın yasaklanması ise, Avrupa’nın (ve uzun süre dünyanın) en büyük iş katliamından sonra gerçekleşti. Kuzey Fransa’nın Courrières madeninde yaşanan grizu patlamasında üçte biri 18 yaşından küçük bin 100 işçi öldü. Katliamın ardından işçilere Pazar günü çalışmama hakkı tanındı.


13

işçi meclisi

Hizmet, kültür, mağazalar ve kent Bir sınıf kendisini yeniden örgütleyebileceği koşulları bizzat kendisi yaratıyor. İşçilerin kendiliğinden grup, dernek, platform ve başkaca örgütlenme arayışı bugün zayıf bir şekilde ilerlese de, ileri dönemlerde örgütlü bir devrimci güç durumuna gelebilmenin mayasını oluşturuyor. Hizmet, kültür ve satış alanlarından biri olan mağazalar, taşeronluğun her noktaya ulaştığı yerler olarak, yüksek artı-değer sömürüsünün esnek güvencesiz merkezi halindedir. (“Hizmet ve kültürün artan bölümünde doğrudan, geri kalanında dolaylı -geleceğe aktarılan biçimde- artı değer üretilmektedir.” KDÖ Mücadele Platfromu)

Mağaza işçilerinin durumu Mağazacılık kitlesinin başını gençler, öğrenciler, diplomasız ve diplomalılar; kamuda atanamayanlar, bir şekilde tutunamayanlar, kendi iş kolunda iş bulamayanlar, iyi bir iş ve ücret beklentisi ve umudu kalmayanlar, çocuklar, göçmenler, kadınlar, vasıflı vasıfsız demeden gelip buralarda çalışanlar çekiyor. Mağazalarda oturması, sohbet etmesi yasak olan işçilerin ilk tepkileri yoğunluk bahanesiyle ara molasının gasp edilmesi, tuvalet, yemek kartı ve sürekli bir azarlanma ve müdahale edilmesiyle başlıyor. Mağazalar vasıf gerektirmeyen yanıyla işçinin kolayca istifa edebilmesinin alanı olarak bilinir, oysa ki işlerin ve ücretlerin birbirine benzeyerek asgarileşmesi düzeyi, günden güne muhtaçlığı artan işçilerin bireysel istifa etmelerini de artık zoraki engelliyor. Buradaki sınıf (mesai yapmadığını düşünürsek) sürekli olarak 9 saat kadar gündeliğinin “karşılığını” vermesi için zorlanır; bir kısmı kabul ederken reddeden taraf kaytaran ilan edilir ve patronun cebinden çalan olarak sivriltilmeye başlanır. Çalışanlar bu durum için ilk ikazı birbirine gösterir, onun yetişemediği yerde bildiği şeyleri ona tekrarlayan yönetici kadrosu devreye girer. Şirket işçiye bitmiş bir işin olmadığını, ancak iş süresi içinde hareket ettiğin zaman çalışma faaliyeti bulunduğunu öğretir. Ufak tefek hata ve mesaiye geç başlamalar işçilerin önüne çıkarılan büyük sorunlarmış

gibi gösterilirken çıkış saati esnekleştirilir. Mola saatlerinin belirlenmesi ve denetimi işçiden işçiye verilir. Biri yemekten dönmüyorsa diğeri aç kalır. Aç kalansa arkadaşının kaç dakikası kaldığını saymaya başlar, zaman geçerse de bunu yöneticiye bildirir. Diğer yandan moladan geç dönen, tuvalete giren veya oturma şansı bir an bulan işçi kendisinin çalışmadığını düşünmeye başlar, işçi kendi kendisini zaten bunun kabulüne çoktan zorlanmıştır. Kimi zaman çalışmanın yoruculuğu bir şef veya yöneticinin aşağılayıcı bakışlarından

daha az şiddet içerdiği için, boş zamanlarında tedirginlik hisseden işçi genellikle ara çalışma zamanı içinde geçirdiği sürede çalışıyor gibi rol yapmaya zorlanır. (Bu patronun işçinin emeğinin karşılığını ödüyormuş gibi yapmasına biraz benzer.) Çünkü işçinin şefini susturmasının tek yolu nefes almadan çalışması, işi bitirmek veya yeni işler bulmak için paydos saatinden dahi feragat etmesidir. İşçi işini bitirse dahi, işini bitirmemiş gibi yapması bile aslında daha serbest dolaşım hakkının olmaması yüzündendir. İşçi iş tanımındaki işi bitirmesi için ve bunun ücreti olarak değil günlük kiralandığı süre içerisinde tüm emeğinin gücünün kullanılmak üzere patrona ait olduğu keyfi olmayan bir zorlanmaya gider; yani sürekli kendisini kanıtlama, pozisyonun eğriltilmesi, yalakalık, boyun eğme tarzında insanın kişiliğinde kendi olmayan kendi şeklinde bir bozuculuk yaratır. Bunun kendi dışındaki sermayenin niteliğinden dolayı olduğu açıktır. Kapitalizm, gençlerin öğrenciliğini uzatarak yaşamını belirsizleştirirken aynı zamanda çalışma dışında başka bir hayat hakkı tanımaz.

gelişmiş emek bölümleri ve nitelikleriyle ideal ve hayallerin dahi yeri olmadığı bir karanlıkta duruyor. Çalışmanın çalışanda geçici görülmesi Öğrenim ücretlerinin karşılığında emek güçlerini aynı zamanda işin iş gibi görülmemesi nedeniyle satmasını, öğrenimi bile metalaştırarak bir emek (daha çok freelanca zihinsel çalışma faaliyeti içergücü sömürüsü, değersiz-güvencesiz neoliberal isindeki işçilerde) girilen yabancılaşma düzeyinin çalışma koşullarının basit-çoğul niteliği haline gegöreli olarak diğer mağaza ve bir kayıtlı işteki kafa tirir. Kapitalizm bir kere köleliğin sadece işte, deremekçileri veya kol emekçilerine göre çok daha ste değil, yaşamda biçim haline gelmesidir. Beyaz fazla olduğu söylenebilir. yakalılardaysa kişisel gelişme ve başarı hayali, Yoksulluk, güvencesizlik ideal ve yeteneklerine saygı ve değer verilmesi beklenDüşük ve geçici saatlik ücret, taşeronluk ve bariz tisi sermayenin azgın ezici olarak işçinin alınıp satılmanın kolay hale gelmiştahı karşısında zaten buesiyle fütursuzlaştı; yalnızlaşma, yoksullaşma har oldu. Sektörel gelişme şeklinde, asıl daha kötüsü işçilerin söz söylemdöneminde nitelikli işgücü esini yasaklatıyor. Yaşamın ve mekânın sereksikliği hisseden sistem, maye tarafından tümden gaspı kentlerde bugün işçileri iyi ücretlendirdi, daha da işlerli bir şekilde ilerliyor. Söz, yetki çıkarlarını ortakmış gibi ve karar iradesi üzerinde sermayenin iktidarı, gösterdi. Şimdiyse bu kesdeğersizleşen işçileri bunun basit bir yürütücüsü imdeki sınıf, ücret, işsizlik haline getirerek, toplumun işe yaramaz ve gerve bazı sosyal haklarının eksiz elemanları olarak dıştaladığını gösteriyor. yağmalanmasıyla karşı Ulaşım, gıda, kira başlı başına işçinin sırtında karşıya… büyük zincir halkaları… Örgütlenme iradesinin ve enerjisinin sömürüldüğü bir yaşamda, Diğer işçilikler, kent çalışma ve yaşamda artan eşitsizleşme ve ezimahallelerinde apartman altları atölyeleri ve cilik, ekonomik sosyal hak gaspları ve sürekli katları, plaza, AVM, rezidans ve kuleleri, işhanı, psikolojik depresif bir şekilde ortaya çıkan çarşı, pazar ve evleriyle bugünün ucuz emek gücü sağlık sorunlarına dur demeden kırbaç sırtında ordusunu oluşturuyorlar. Bilgi ve enerji kent çalışanların sayısı artıyor. merkezinin en temel gelişme ve yürütücüsü olduğu bir yerde elinde fiş tutan ve bu enerjinin Patronlar gözünden işçinin işe devam edebilmetrafında gelişkin bir nitelikte olan proletarya esi için, günbegün emek gücünü satması için da var. Orta sınıflar, beyaz yakalılar; bilişim, kullandığı enerjinin karşılığı olan ve işçinin tek yayınevi, çağrı merkezi, mağaza işçileri, depo, değeri olan yemek, gıda fiyatlarının yükselmesiyle büro işçileri, muhasebe; raf, temizlik ve diğer külaynı seyrediyor; hatta patronların yemek ücretlertür, sanat, sinema, edebiyat gibi alanlar… Şimdi inden tasarruf etmesi onlara ekmek kırıntıları freelance esnek çalışma biçimleriyse kayıtsız bırakmasını engellemiyor. Bugün açlık sınırı “eleman” ve diğer sokak çalışanları gibi çeşitli


14

işçi meclisi

altında yaşayan işçilere taammüden biçilmiş bir ölümcül yaşamdan başka bir şey yok.

Kahrolsun mağaza, AVM, plaza denetimi ve demokrasisi! Emek gücünün aşırı değersizleşmesi, sermayenin emek üzerindeki sürekli böbürlenen despotik niteliği, onun denetim ve yönetim şeklinin bugünkü düzeyini oluşturuyor. Öznel niteliği kişiden koparılarak nesneleşleştirilen emeğin sürekli aşırı değersizleşmesi, uzun çalışma, yoksullaşma, sağlık ve sosyal hak gaspları işçiyi onursuzlaştıran tehlikeli etmenlerden birisi… Neoliberal devlet, işçilerin barizce kullanılıp işten atılmasının, alınıp satılmasının yasalarını ve diğer hukuksal altyapısını yaratıyor. Sermaye birikimi ne kadar artarak büyürse emek üzerindeki baskı, gerek şirket gerekse onun devleti eliyle sokak, meydan, polis ve hukuksal “mücadelelerle” genişletiliyor. Sermaye birikimi ve krizleri patronların kar beklentisiyle büyüdükçe mağazalarda, bürolarda, bilgi üretim endüstrisinin çeşitli noktalarında, teknoloji merkezlerinde çalışan işçiler ucuz “maliyetliler” olarak palazlanıyor. İşkolu, işbölümü, kafa ve kol emeğinin aşırı içiçe geçmişliği iş verimliliği üzerinden emeği niteliklileştirirken aynı zamanda nitelik arzının düşmesiyle de sürekli vasıf gerektirmeyen ucuz işlere doğru itiyor.

Teknolojik kontrol ve mağaza işçilerinin örgütlenmesi İletişim ve teknolojinin kent temelinde mağaza, AVM, plaza, işhanlarındaki gelişkinliği, bilgisayar ve mail, uzaktan bağlantı ve kontrol sistemlerinin hiyerarşisi ve güvenlik ve kamera sistemleriyle mağaza, büro ve çalışma alanları ev dâhil, şirketlerin merkezi kontrolünde tutuluyor. Tüm bu gelişmelerle patron sürekli işçinin fiili olarak ensesinde olmasından ziyade, arkadaşının ipini çekecek, görünmeyen patronun, pijamasını hiç çıkartmamasını istediği çalışanın veya şirketin iyi çocuğu olan şef ve yönetici kademesine boyun eğme yoluyla kariyerizm peşinde koşturalım istiyor. Emekçilerin birikmiş paraları şirketlerin hesaplarına devredilirken, işçiler patronla yüz yüze gelmeden işe alınıyor-atılıyor. İşçi ensesinde mail ve bilgisayar sistemiyle, gerek kasiyer ve reyon veya yazılım işçileri örneğinde olduğu gibi sürekli olarak uzaktan denetim araçlarının raporlamalarıyla hareket ediyor. İşe giriş çıkış saatleri, tuvalet ve ara dinlenme hakları, emeğin kart sistemi ve kameralarla denetim altına alınmasıyla baskılanıyor. Tüm bu güçlü teknolojik denetim ve çalışma organizasyonu kapitalizmin yıkıcılığı olarak işçinin kolektif irade ve örgütlenme ve direnişini parçalamakta ve bu sayede sermayenin emek üzerindeki ezici, güvensiz çalışma niteliğiyle birleşerek, bireysel çalışmanın karakterinde de aşınmaya sebep olmaktadır. İşçilerde ortaya çıkan anti-sosyal kişilik sorunlarıysa teknoloji sorununa indirgenerek, gerçek olan üretim ilişkilerinin gerçek özüyse gözlerden gizlenmektedir. Neoliberal burjuva demokratik rejimin, onun ekonomik siyasal ve sınıfsal varyasyonlarının şirketlerle içiçe geçmiş politikası, gerek alışverişte, gerekse çalışanlar üzerinde aldatıcı ezici bir yüz olarak sermaye saldırganlığının niteliğini çalışmada ve yaşamda açığa çıkartıyor. Kentlerdeki sermaye birikimi ve çalışma tipi, işçiler için teknolojik gelişmişliklerin üretici karakterini tam eklemlendirirken tüketici rolünü fetişleştiriyor; finans tekellerinin, kent ve enerji akışının bir aracı, büyük bir denetim ve baskısı, kapitalistlere oluk oluk ucuz emek

gücü ve yüksek satış rekorlarıyla kar sağlıyor. Sağlık ve ölümlerse onur kırıcı atma saldırıları, ruhsal psikolojik depresyon ve intiharlar biçiminde görülüyor. Bilgi endüstrisi, iletişim, bilim ve teknoloji insanın bilgi üretme kapasitesini ve gelişkinliğini körelten, emeğin ve üretim araçlarının, sektördeki mikro üretkenlik gösteren araçları olarak üretimin teknik temelde gelişkinliğiyle işçiyi hızlı çalıştırmaktan mahvederken, borsa ve küresel para akışının hızını arttıran bir sistem olarak devasalaşıyor. Kapitalist toplumun geniş yüzeyine yayılan sürekli güvensizleştirme dalgası, ulusal istihdam, kıdem tazminatı gaspı, işten keyfi atmalar, asgari kölelik ücreti; kısmi, part-time, sigortasız ve kayıtsız evden çalıştırma sistemi, kentlerde aynı zamanda kiralanan veya satılan işçiler için bir pazar hali olarak yasal bir altyapıyla ortaya çıkıyor.

Kent temelinde antikapitalist devrimci örgütlenme! Görüyoruz ki bireyci burjuva politikalar ve yaydığı kariyerist hayal ve rekabet, kendisini düşünen insanlardan başka bir şey üretmedi. İşçilerin mücadele etme iradesini zayıflatan, mağaza, plaza ve evlerde; patronunu nasıl zengin edeceğini, patronun zenginliğinden maaşına kaç kuruş kalacağını hesaplamasını gösterdi. Ayrı ayrı shiftlere çalışan, patronun keyfine göre paydos veren, rekabetle, baskı, sömürü ve örgütlüksüzlükle, özgürlüksüz çalışanlar olarak işçilerin bir araya gelmesinin önünü kapatsa da, öte yandan tüm toplumsal gelişme dinamiğiyle işçileri tüm bunların içerisinden yeniden ayağa kalkabilecek, sınıfsal, siyasal, sosyal bir düzeyde yeniden kendisini üretebilecek sıçrama düzeyine itiyor. Görüyoruz ki bugün mobil bilgisayarlar işçilerin enformasyon paylaşımı ve ağlarındaki gezinti ve birbirleri arasındaki ortak deneyim ve etkileşimi sayesinde, işçi gurupları ve organizasyonlarıyla gelişiyor. Ekonomik talep ve işyerindeki çalışma zamanı ve koşullarına sıkışmış olan işçi dahi aynı zamanda küresel, sosyal, siyasal, sınıfsal aktiviteleri gözlemliyor. AVM, plaza, mağaza, büro, yayınevi, kitabevi, otel vb. freelance tipi çalışan işçiler artık boyun eğmeye karşı; bugün hiçbir zaman olmadığı şekilde deneyimleriyle, kampanyalar, eylemlerle mücadelelerini geliştiriyor; her türlü sermaye yıkıcılığına karşı evde, yolda, bilgi tüketiminin, toplantı yapabilmenin, örgütlenmenin bitmeyen enerjisi ufkunu çeşitli yollarla güncelliyor. Neoliberal çalışma ve yaşam koşulları işçilerin konuştukları ve haberleştikleri dergi, gazete, medya, dijital ve kolay ulaşılabilir araçlar üzerindeki bilinç endüstrisiyle bozucu deformasyonuyla işçileri dayanıksız kılarken, bir yandan da işçilerin birliği ve dayanışmasının dolaysız aracı haline geliyor. İnatçı bir biçimde artan öfke, işçinin kendi mücadelesinden vazgeçmesini değil, onun en iyi araçlarını yaratması konusunda enerjik davranmasının zorunlu yollarını aratıyor. Görülen şu ki, bir sınıf kendisini

yeniden örgütleyebileceği koşulları bizzat kendisi yaratıyor. İşçilerin kendiliğinden grup, dernek, platform ve başkaca örgütlenme arayışı bugün zayıf bir şekilde ilerlese de, ileri dönemlerde örgütlü bir devrimci güç durumuna gelebilmenin mayasını oluşturuyor. Ama diğer yandan işçinin nesnel durumunun bilincine geç ulaşması ve somut yaşam koşullarına sürekli ayak diremesi buradaki işçilerin genelindeki tutukluk durumunun önemli nedenlerindendir. Öte yandan bugünkü ekonomist sendikalist örgütlenmeyle sınırlı düzeniçi mücadeleyse, kent işçilerinin yeni sınıf olma durumundan gelen kolektif toplumsal yapısı/örgütlenme niteliği ve algısıyla yan yana gelebilecek bir yerde durmuyor. Emeğimizin örgütlenmesi ve güvencesinin etkisizleşerek çürüdüğü bir ortamda, sendikalar bugünkü bürokratik uzlaşmacı yapısıyla genç kent emekçilerinin örgütlenme ufkunun dışında kalarak ayrıca mücadele edilmesi gereken kurumlar haline geldiler. Şimdi bunlar işçilerin tabandan kendi özörgütlülüğüyle dönüşecekler; sınıfın nitel toplumsallaşma düzeyi ve çeşitli örgütsel öncü araçlarıyla sermaye egemenliğine karşı tehdit yaratabilmesi ve devrimci bir sınıf durumuna gelmesi ancak bu şekilde mümkün olacaktır.


Tarihten bir “Aralık”

15

işçi meclisi

19 aralık; koğuşların içinde devrim, Katliam sadece hapishanelerle sınırlı kalmıyor! Her gün, her saat bir hayalet gibi devlet ele geçirmeye çalışmış ”tutsakpeşimizde dolaşıyor sermaye! Ya fabrikalarda ya madenlerde, ya da inşaatlarda… lığı”, tasfiyecilik dize gelmiş… Komünal hayat biricik örneklerini vermiş. Kısacası işçi emeğiyle üretilen deyim yerindeyse ”F” tipi sanayilerde kol geziyor! Yoldaşlık Kızıldere’den o güne bir kez işçi sınıfı bu katliamı unutmayacak, hesabını soracaktır! daha siperde! “Asıl siz teslim olun” şiarı taarruza geçmiş… 19 Aralık sadece nen polis operasyonunda 4 kişi hayatını kaybetSami Türk’tür. Olaylar sırasında hükümetin baş bir katliamın değil, aynı zamanda burjuvazinin, miştir. Mücadele yeni başlamamıştı. Daha öncekabahatlisi bu iki çirkin politikacının emirlerini devrimci güçleri politik çevirme hareketi ile liden 1991’de siyasi tutsaklar Eskişehir Tabutluğu uygulayan şahıs ise o yıl Ceza Kurumları Genel beralize etme niyetinin de tarihidir. 19 Aralık, adını verdikleri Eskişehir Cezaevi hücrelerine Müdürlüğü’ne getirilmiş olan –sonraki HSYK devrimin siyasal öncüleri ile kitlesinin yaşamsal sevkedilmişlerdi. Aralık 1991 seçimleriyle kuru- üyesi– Ali Suat Ertosun’du. Diğer burjuva debağını kesme kapışması çabasıdır lan DYP-SHP koalisyonu kamuoyunun tepkisi mokrasilerinde benzer katliamlara karşı hesap üzerine uygulamaya son vermiş tabutlukları sorma bilincini refleksif olarak açığa çıkartan Hazır olan ceset torbaları, kimyasal silahlar, kur- kapatmıştı. 1 Mayıs 1996’da gözaltına alınan gös- işçiler, emekçiler sokakları ısındırır, oturduklaşun yağmurları altında halaya durulmuştur! 19 tericiler için Eskişehir Tabutluğu tekrar açıldı. 20 rı koltukları Adalet bakanına, müsteşarlara ve Aralık; bugün sokağa çıkabilen devrimcilerin Mayıs 1996’da süresiz açlık grevleri başlatılmış, cezaevleri genel müdürlerine dar gelir indirilir yüz akıdır. 122 devrim evladıdır! Hesap sorula69 gün sonrasında 12 tutsak yaşamını yitirmiş, veyahut katliamı gerçekleştiren piyonlar tasfiye sıdır, kavgası verilesidir, peşinden yürülesidir 19 pek çoğu kalmış, ama tabutluk kapatılmıştı. olur. Türkiye’de ise ne Bülent Ecevit’in sicilinde Aralık 2000 katliamı! Devletlerin yüz karası ci1996’daki bu direnişin üzerinden çok uzun süre bu toplu kırım vardır, ne de TV programcıları nayetleri vardır. Bu olaylar unutulmaz ve unuttu- geçmeden Buca-Ümraniye ve Diyarbakır cezaikide bir Hikmet Sami Türk’ü davet ederlerken rulmaz. Türkiye’de 12 Eylül yıllarında Diyarbakır evlerinde katliamlar gerçekleştirildi, toplam 17 “bu adam 2000’de 32 insanın öldürülmesinden Cezaevi’ndeki cinayet ve katliamlar başta olmak tutsak yaşamını yitirdi. 26 Eylül 1999’da Ankara suçluydu” diye düşünmektedirler, ne de Ertosun’a üzere devletin katliam sicili kabarıktır. EmniUlucanlar Katliamı gelmiş,10 tutsak katledilmiş- HSYK üyeliği için oy vermiş hukuk kurumu yaryette işkencede öldürülüp, sonra da pencereden ti. 19-22 Aralık Katliamı bu toplu öldürmelerin gıçlar o olayda bu zâtın hangi makamda bulunatılanların ise haddi hesabı yoktur. Bu olayların son halkası oldu. duğuna aldırmaktadırlar. unutulmayan örneklerinden bir diğeri de 19 – 22 Aralık 2000 tarihlerinde 20 kapalı cezaevine ya- Aradan on yıl da geçmiş olsa olay son derce Tam tersine: Eminim ki bütün devlet erkanı da pılan ve 28 devrimci tutsağın cebren ve taammü- önemlidir ve “devlet otoritesinin meşrebine uybaşbakanları Ecevit gibi “Devlet neymiş gösterden öldürüldüğü, iki erin de yaşamını yitirdiği gundur” gibi genellemelerle geçiştirilemez. Yapıdik” diye gayet gururludurlar. Yargılanmaları katliamdır. F TİPİ DAYATMASI Toplu cinayete lan suçtur ve bu suçun siyasi sorumluları vardır. gerekenler kahraman edasıyla dolaşmaktadırlar. kadar giden süreç Mesut Yılmaz başkanlığında Bu sorumluların başında Bülent Ecevit gelmekte- Mahkemeye ise erler çıkartılmış, 2008’de dava kurulan ANAP-DYP (Anayol) 53. Hükümetinde dir. Nitekim Ecevit olay günü “Devletle baş edile- düşmüş, geçtiğimiz Kasım’da tekrar başlamıştır. Mehmet Ağar’ın Adalet Bakanıyken hazırladığı meyeceğini öğrenmiş olmalılar” demiştir. 800.000 Tabii ki “onlar emir kuluydular, masumdurlar” F Tipi cezaevleri projesiyle başlamıştı. Fiiliyata askeri, o yıllarda 165.000 resmi polisi olan devlet demeyeceğiz. 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerini geçirilmesi 2000 senesinde Bülent Ecevit’in Başgücüyle böbürlenmek, on bin kadar tam teşkiyaşayanlar,askeri hapishanelerde erlerin siyasi bakan, DSP’li Ahmet Sami Türk’ün Adalet Baka- latlı, silahlı, gaz bombalı kolluk gücünü silahsız, tutsaklara ne kadar zalim davrandıklarını, kendi nı olduğu DSP-MHP-ANAP hükümetinde oldu. savunmasız üstelik de kapalı yerden mahsur sınıfsal ezilmişliklerinin ve kişiliksizliklerinin büÇeşitli hapishanelerdeki devrimci tutsaklar, çoinsanın üzerine göndermek ve onları katletmek, tün kinini siyasi tutsaklara zulmederek kustuklağunun F Tipi cezaevlerine nakledilmelerine karşı sonra da “işte devlet budur” demek bir başbakan rını bilirler. Bir çok askeri birlikte de bu böyledir, 20 Ekim 2000’de açlık grevine başladılar. için yüz karasıdır. talimgâhlarda özel olarak yetiştirilmiş kıta çavuşları, kendileri gibi köylü olan, emekçi olan erlere 19 Aralık’ta Kolluk kuvvetleri direnişi kırmak ve Nasıl ki Süleyman Demirel’in boynunda Gezhükmetmekten büyük haz duyarlar. devrimci tutsakları F Tipi cezaevlerine götürmek miş-İnan ve Aslan’ın idamlarının sorumluluğu için 20 cezaevinde saldırıya geçtiler. Saldırıda 6 varsa ve nasıl ki gene aynı şahıs 3 Temmuz Toplumun belleği zayıf olabilir, ama bir ülkenin kadın tutuklu yakıldı, diğerleri kurşunla, gazla 1993’te Sivas olaylarında idareyi bizzat eline alıp devrimci hareketi kendi tarihini diri tutmasını veya darpla öldürüldü. Açlık grevi yapan tutsakolayları telefon başında takip ederek “kimsenin bilir. Şair nasıl ki bize “28 Kânunsaniyi unutma” lardan, evlerde onlarla dayanışma yapanlardan burnu kanamasın” diye saldırganları koruduğu demişse, bu yazımızın konusu olan 19 Aralık ölenleri de sayarsak F Tip direnişinde hayatlarını ve 37 kişinin diri diri yakılmasında birinci dere2000 tarihini de unutmayacağız… Tarihin raflakaybedenlerin sayısı 12 Ağustos 2004 itibariyle cede pay sahibiyse, Nasıl ki, 16—17 Nisan 1991 rında dolanan lafta demokratik bir adalet sagla117’ye varmıştı. Bu rakam Türkiye İnsan Hakları gecesi “Çiftehavuzlar Operasyonu” diye anılan dığı safsatasında ki burjuva devletin yasalarına Vakfı’nın Ekim 2004’teki raporundan alınmıştır. ve Kadıköy yakasındaki dört ayrı eve düzenledikkatle bakarsak adalet kelimesinin içindeki Raporda ölenlerin isimleri ve ölüm nedenleri nen saldırılarda 11 insan –Sabahat Karataş, Eda ”faili meculleri ”görebiliriz. Katliam sadece hapiyazılıdır. Rapora göre, Ölüm olaylarının tasnifi Yüksel, TaşkınUsta, Arif Öngel, Şadan Öngel, sanelerle sınırlı kalmıyor! şöyle: Hapishanelere düzenlenen ve operasyon Ahmet Fazıl Ercüment Özdemir, Hüseyin Kılıç, adı verilen saldırı sırasında 32 kişi, süresiz açlık Satı Taş (Kılıç), Ayşe Nil Ergen, Ayşe Gülen—ta- Her gün, her saat bir hayalet gibi peşimizde dolagrevlerinde cezaevinde 48 kişi, açlık grevlerini ammüden öldürüldüklerinde olaydan Başbakan şıyor sermaye! Ya fabrıkalarda ya madenlerde, ya destekleyen tutuklu yakınlarından 7 kişi, tahMesut Yılmaz sorumlu idiyse, 19 Aralık’tan da da insaatlarda …Kısacası işçi emeğiyle üretilen liye olduktan sonra açlık grevini sürdürürken Bülent Ecevit 28 devrimci tutsak ve 2 erin toplu deyim yerindeyse ”F” tipi sanayilerde kol gezi12 kişi, kendini yakan 10 kişi, tedavi sırasında kıyımının baş suçlusudur. Yamağı ise; hukuk yor! İşçi sınıfı bu katliamı unutmayacak, hesabını 1 kişi, saldırı sonucu 1 kişi, 5 Kasım 2001’de profesörü titrine sahip Adalet Bakanı Hikmet soracaktır! Küçükarmutlu’da açlık grevi yapılan eve düzenle-


Asgari ücret değil hür ve günlük güneşlik… Asgari ücret “zammı” yüzde 6 artı 6 olarak

açıklandı. Zam miktarı asgari ücretin o da ancak 2015’in ikinci yarısında 1000 lira civarına gelecek olmasıyla, bir psikolojik ve sanal artış etkisi yaratmaya ayarlanmış görünüyor.

Sövgüler ve “biz bu kadar zammı nasıl harcayacağız şimdi” türünden acı alaylar eşliğinde, yüzde 3 gösterilip yüzde 6 verilmesinin bir seçim taktiği olarak algılanması oldukça yaygın. Bunu bir adım daha ileri götürüp sermayenin yüzde 3 gösterip yüzde 6 alması diyebiliriz, çünkü 3 seçim süreci nedeniyle durumu idare etmeye çalışan Hükümet, gerçekte 2015’in ikinci yarısından itibaren işçi sınıfına daha sert bir saldırının da zemini böylece oluşturmaya çalışıyor.

Asgari ücrette gerçek bir artış değil, sadece psikolojik artış etkisi: Yüzde 3 ile yüzde 6 arasındaki fark sadece 25-30 lira civarında. Yüzde 6 artı 6 da enflasyonun, özellikle de emekçiler için daha yüksek olan enflasyonun altında kalıyor. Kaldı ki 2015 Ocak’ın yüzde 6 zamlı asgari ücreti, Ocak 2014’e göre, başta gıda olmak üzere satın alma gücünde artışa değil azalışa işaret ediyor. Hükümetin genel seçimler kaygısıyla güya kontrollü götürmeye çalıştığı “mali disiplin” paketlerinin, yılın ikinci yarısında zincirlerinden boşanacağı düşünüldüğünde asgari ücrette erime 2015 boyunca artarak sürecek. Burjuvazi ve hükümeti, Türkİş’i de katarak, asgari ücretin belirlenmesini tam bir kamuoyu yönetişim operasyonuna dönüştürdü. Hükümet önce medyaya asgari ücret zammının yüzde 3 artı 3 civarından fazla olamayacağını medyaya yansıttı. Maliye Bakanı, 1000 liralık asgari ücretin işsizlik ve uluslar arası rekabet nedeniyle imkansız olduğu türünden açıklamalar yaptı. Asgari ücret tespit komisyonunun zam oranını açıklayacağı son toplantının bir gün öncesinde, önceden hazırlandığı besbelli olan mizansen gereği, Türk-İş başkanı ile Erdoğan özel bir asgari ücret görüşmesi şovu yaptılar. Erdoğan’ın “sendikacıları dinleyip, asgari ücretin daha fazla artırılması için gerekli talimatları hükümete verdiğine” dair haberler medyada çarşaf çarşaf yer aldı. Yine son toplantının

birkaç gün öncesinde, Türkiye’de asgari ücretin Avrupa ülkelerine göre ne kadar düşük, asgari ücretli çalışan oranının ise ne kadar yüksek olduğuna dair haberler TÜSİAD ve AKP medyasında yer aldı. Tam bir ölümü gösterip sıtmaya sevindirme klasiği! Yüzde 3 artı 3 gösterip yüzde 6 artı 6’ya “yükseltme”, Hükümet için “bakın sizin için imkansızı gerçekleştiriyoruz, asgari ücreti 6 ay sonra tam 1000 liraya çıkartıyoruz, tüm sınırlarımızı zorlayarak asgari ücretlinin refahını artırıyoruz”, Erdoğan için ise “asgari ücretliye Erdoğan bahşişi” efektlerine ayarlıydı. Eh, öyle ya, onlar “kimsesizlerin kimi”nden “kimsesizlerin kimliği”ne terfi etmişlerdir ve kaz gelecek yerden tavuk suyu tablet esirgenmez. Şimdi asgari ücretli işçilere, sosyal medyadaki asgari ücretli ve taşeron işçi gruplarına baktığımızda, işçilerin önemli bir bölümünün Hükümetin asgari ücret yönetişim operasyonunu yemediği görülüyor. Sövgüler ve “biz bu kadar zammı nasıl harcayacağız şimdi” türünden acı alaylar eşliğinde, yüzde 3 gösterilip yüzde 6 verilmesinin bir seçim taktiği olarak algılanması oldukça yaygın. Bunu bir adım daha ileri götürüp sermayenin yüzde 3 gösterip yüzde 6 alması diyebiliriz, çünkü 3 seçim süreci nedeniyle durumu idare etmeye çalışan Hükümet, gerçekte 2015’in ikinci yarısından itibaren işçi sınıfına daha

Sınıfa karşı sınıf, kapitalizme karşı sosyalizm! -devrimciproletarya.net -posta@devrimciproletarya.net

sert bir saldırının da zemini böylece oluşturmaya çalışıyor. Daha önemlisi: Ücret ve çalışma koşulları bir dibe doğru dayanmaya başladı. İşçi direnişlerinde yıldan yıla belirgin artış ve fiilileşme eğilimi de bunun bir göstergesi. Gidişat önümüzdeki dönemlerde daha yığınsal ve militan işçi eylemleri dalgası potansiyeline de işaret ediyor. Hükümeti asgari ücrette artış mizansenleriyle top çevirmek zorunda bırakan asıl etken budur. Asgari ücrete zammın yaratılan beklentiden “2 kat fazla” olması veya asgari ücretin 6 ay sonra 1000 liraya “yükselecek” olmasının üç kaat etkisi geçici, kapitalizmde maddi yaşamın üretim ve yeniden üretim ilişkilerinde uzlaşmaz sınıf karşıtlığının şiddetlenmesi kalıcıdır. Bunun bir de baharı var, baylar bayanlar! Ama ücretli köleliğin dışında bir yaşam hayalimiz yoksa, yani çalışma yeteneğimizi sömürücülere satmak zorunda kalmadan onurlu ve insanca bir yaşam süreceğimiz bir dünya düşünemiyorsak, yani çalışma yeteneğimizi hep daha düşük fiyattan satmayı ve kendimizi daha ağır sömürtmeyi bile “nimet” olarak görüyorsak, yüzde 3’lük “bahşiş”e bir de üstüne takla atmamızı istiyorlarsa… Kabahatin hepsi bizde, demeye dilimiz varmıyor ama, çoğu bizde işçi kardeşlerimiz!

Senlik-benlik bitip de kuruldu muydu bizlik Asgari ücret değil, hür ve günlük güneşlik Bir türkiye olacak aldığın son gündelik Halk kalacak geride bitince bu zalim sel Hava döndü, işçiden, işçiden esiyor yel


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.