Im54

Page 1

Ekonomik-siyasal kriz, seçimler ve Syriza Brezilya’da yine benzer bir transformasyon sürecinin ürünü olan Lula’nın hükümete gelirken eski dava arkadaşı olan işçilere ve kitlelere vaat ettiği “sıfır yoksulluk programını” hatırlayan var mı? O aynı Lula partisinin 10 yıllık hükümetinden sonra, geçtiğimiz yıl Brezilya’da kitleler, bırakalım “düzeltilmeyi” daha da şiddetlenmiş ve tahammül edilmez hale gelmiş neoliberal despotik çalışma, yaşam ve yönetilme koşullarına isyan etmemiş miydi? Syriza’nın yükselişinin Yunanistan’da sınıfsal-toplumsal sarsıntılar, kutuplaşma ve güç dengelerinde nispi bir farklılaşmanın olduğu kadar, onun kapitalizm ve mali oligarşisine, parlamentarist hayallere doğru özümsenmek istenmesinin bir ifadesi olduğu açıktır. '' 10

yaşasın

sosyalist

işçi demokrasisi Sayı: 54 Şubat 2015 1 TL

Kendi davamız için dövüşelim! Ortadoğu’da IŞİD çetelerinin kan ve ölüm politikaları devam ediyor. Kobané ile asıl dayanışma şimdi daha gür ve güçlü kurulmalıdır. Nasıl ki savaş sırasında sokaklarda olduysak, nasıl ki devrimci bir dayanışma bilinciyle kobanéye gidenlerimiz olduysa, şimdi oranın daha da özgür olmasının yolunu birlikte açmalıyız. "3

Kobane'de kazanan direniş ruhudur

BU DAHA BAŞLANGIÇ SINIF MÜCADELESİNE DEVAM! Bu toplum artık bu deli gömleğine sığmaz hale geliyor. Kürt halkının direnişi, kadınların çığlığı, Gezi bunun ne kadar göstergesiyse, büyüyen işçi grev ve direnişleri, metal grevi de bunun o kadar göstergesidir.

neoliberal muhafazakar burjuva demokrasisinden neoliberal despotik çalışma rejimine, eğitimden aile kurumuna, yasa ve yasaklara, bunların muhalif bileşeni olan kurum ve sendikalara kadar uzanıyor.

Fakat daha önemlisi şudur: Bu deli gömleğinin yırtacak ve yırtılmasına önderlik edecek asıl güç olarak işçi sınıfı da, kendini bu açıdan artan ölçüde hissettirmeye başlıyor. “Deli gömleği”, salt AKP Hükümetinden değil,

Toplumun çoğunluğu ise artık işçilerden oluşuyor. İlk bir iki eşiği geçmeye başlayan işçi sınıfı da, şimdi bu deli gömleğinin grev yasağı ve dar yasalcı sendikalizm gibi paslı vidalarını aşmaya doğru hamleler yapıyor.

Charlie, Siyasal islamın kullanım değeri...

Charlie Hebdo katliamı karşısında suya sabuna dokunmadan demokrasicilik oynayabiliriz zannederek terörü lanetleyen orta-ileri gelişmişlikte bir burjuva demokrasisi havalarında yürüyüşte yer kapmaya çalıştılar. Uçaktan iner inmez, liberal anarşist çizgideki tek bir mizah dergisinin sadece kapağı bile onların ikiyüzlülüklerini açığa çıkarmaya yetti. Yüzlerini sokakta Cumhuriyet gazetesi önünde “Burası Türkiye, Fransa değil!” sloganları atan Selefi cihatçılığın Türkiye versiyonlarına, mahkemelerde karikatür-site-dergi yasaklamalarına, Diyanet fetvalarına, Diyarbakır’da Hizbullah mitinglerine dönmek zorunda kaldılar. Yeni anayasa yapacak parlamenter güce ulaşırlarsa “kutsala hakaret” adı altında hakim İslamcı ideolojiye aykırı denerek kendilerine yönelik her türlü eleştiriyi de bastırmaya adaydırlar. "4

Birkez daha direniş ruhunun en umulmadık anlarda özgürlüğü ve umudu muştalayacağına tanıklık ediyoruz. Birkez daha yeni bir dünya özlemi duyanların kapitalizmin en gerici saldırgan çetelerinin bile karşısında direniş gücünü kuşandıklarında neler yapabileceğini gördük. Asıl özgürleşme şimdi yaşanacak süreçle ortaya " 13 çıkacak...

Kendi ellerimizle kuracağımız özgür bir geleceği istiyoruz! Dünya Emekçi Kadınlar Günü yaklaşırken, şimdi bizler evde, iş yerinde, okulda, sokakta, meydanda, yani tüm yaşam alanlarında kendi haklı taleplerimizi dillendireceğiz. Şimdi, onların yasalarına, buyruklarına, dayatmalarına karşı her yerde dillendireceğimiz bu talepleri ve işçi kadınlar olarak kurmak istediğimiz geleceğimizin teminatı adımları saymaya başlayabiliriz. 8-9


2

işçi meclisi

Madem bir günde yiyeceğiz aldığımız ücreti “kamera var kamera” diye böğürmüştü başımda. Eğip başımı çalışmaya devam etmiştim. O günden beri elimi burnuma götürecek olsam tedirgin oluyorum, kafamı ne zaman kaldırsam kamerayla göz göze geliyorum garip hissediyorum kendimi, tamam çalışıyoruz işte sanki kaytaracağız sanki mallarını çalacağız, sanki banttaki ürün gelişi eksilecek, zaten kendimizi onun geliş süresine ayarlıyoHayır iyi adamdır kendisi aslında, iki tane canavar ruz, ha babam de babam gelip duruyor, bundan bir gibi çocuğu var gece gündüz demeden onlar için saniye daha hızlı gelse yetişemeyeceğiz biliyorlar, çalışıp duruyor, yöneticilerle arası iyi ondan hep ee ne diye dikizleyip duruyorlar ki? Elimi belime bu mendebur oluşu, muhtemelen ona bu mende- destek yapıyorum, tek elle gelen malları almaya burluğu yaptıranda onlar olmalı ama gelse çay içse çalışıyorum zor oluyor böyle, aman biriksin birazbizimle böyle yapmaz. Ne olacak sanki bizimlede da ne yapayım belim koptu kopacak… arası iyi olsa belki o da geç gider çalışmaya, ne olurdu yani son yudumumuzu “insanca” içsek. Ben Çıkart çıkart tulumunu diye bir ses duyuyorum, dalmış bunları düşünürken, tekrarlıyor “hadi kalk- gelen herif kovulduğumu söylüyor, gidip paramı sanıza” diye. Sinirlenip birden kalkıyorum. Belim alacakmışım. Ne oldu diyorum ne yaptım, sıralıyor orta yerinden kopmuş gibi bir ağrıyla beynimden bir sürü şey, işi yavaşlatıyormuşum bu önemliymiş, vurulmuşa dönüyorum sonra. Arkadaşlar tutuyor, izin alıp duruyormuşum, e yük taşıttırıyorsunuz yeniden oturtturuyor. Usta başı ters ters bakıyor sizin yüzünüzden fıtık oldum, belim tutulunca gözüme. Bu ay içinde dördüncüdür bel tutulması çalışamıyorum, mecbur dinlenme ihtiyacı güdüyoyüzünden izin alıyorum, gözlerinin içine bakıyo- rum, izin alıyorum, hem yük taşımakta benim işim rum, 5 dakika daha dur sonra gel diyor. Daha önce değil benlik ne var şimdi diyorum, yok dinlemiyor. aldığım izinler gözüne batmış anlaşılan, bir kaç defa beni idare etti ama şimdi etmeyeceği belli, izin Kime neyi anlatıyorum ki elbet kovacaklar 5 dade isteyemem kovacaklar en son o olacak, bu bel de kika erken bandın başına geçirenlerden ne beklidüzelmez ki şimdi… yorsam bende, kameraya dönüp el hareketi yapıyorum, her boku gördükleri kameradan bunuda Eee madem 5 dakikam daha var ki bu usta başının görsünler. Daha 2 ay olmadı işe başlayalı kovması saati kesin ileri, bir sigara daha yakarım, işten çıkolay tabi, deneme süresiymiş, hayatta deneme kana kadar daha içemem şimdi, gerçi art arda için- diye bir şey mi var sanki, hepsi tek seferlik, tüm cede öksürük tutuyor ya olsun… “Ulan ben sana yaşadıklarımız tek seferlik. Off ulan belim hala ağdinlen diye izin veriyorum sen oturmuş pofur pofur rıyor can çekişiyorum resmen, yoksa şunun ağzını sigara içiyorsun, kalk işinin başına çabuk” diyor. burnunu kırması vardı şimdi… Bakıyorum gözünün içine yine usta başının, sonra saatime bakıyorum daha yeni dolmuş mola süresi, Parayı hemen verseler bari diye düşünerek çıkıyobir nefes daha çekiyorum sigaradan, kalkıyorum rum muhasebeye. Paramı verecekmişsiniz diyorum belimi tutarak, saati gösteriyorum, “Mola daha yeni hemen uzatıyor, ben gelmeden kovulma haberim doldu ne bağrıyorsun” diyorum, geçiyorum işin gelmiş anlaşılan yada bugün kovulacağım belliymiş başına. zaten, her şeyi planlı bunların diye düşünüyorum. Yüzüme bakamadan uzatıyor parayı, zaten burada Benim yerime duran arkadaş belimi soruyor sen çalışanlarda bizle hiç çay içmemişti ama bildiğim dinlen istersen diyor yok diyorum, laf yesin istekadarıyla yasakmış bunların bizimle yemek yemesi miyorum oda. İşin başına geçince hesapladım 5 çay içmesi. Niye ayırıyorlar ki acaba burada çalışan dakika da tam tamına 25 adet ürün koyuyorum, erken başlamak önemli demek ki ama kimin için önemli ki, benim için olmadığı yada usta başı için de önemli olmadığı kesin, ona ne oluyorsa? Çayı bizle içse böyle yapmaz, o yöneticilerle fazla takılmasa bizimle olsa böyle yapmaz. Neyse deyip biriken malları diğer tarafa yerleştiriyorum. Oturmuş çayımızı yudumlarken, dikildi mendebur suratıyla tepemize usta başı “hadi daha ne oturuyorsunuz mola bitti” saati ileri galiba diye düşündüm, daha 5 dakika var bitmesine, hem bitse ne olacak ki son yudumu da içemeyecek miyiz yani, zaten dikilip makinenin başına saatlerce belimiz kopana kadar ayakta duruyoruz.

Bu işe girdiğimden beri bir yerde okuduğum şey geliyor aklıma sürekli, Çinlilerin işkence yöntemlerinden birisi, küçük su damlacığının sürekli olarak kafatasına damlatılması sonucunda insanı delirtmek…Bu bandın başında sürekli aynı şeyi yaparken bende delirir miyim acaba? Neyse ki arada yük kaldırma işini de bana veriyorlar da sürekli aynı şeyi yapmaktan kurtuluyorum, delirtmek için uğraşmıyorlar ya bizi sonuçta. Ahh belim, şu kamera olmasa da azıcık şuraya çöksem, geçen yük taşıttırma işinden sonra yine bandın başına geçtiğimde tutmuştuda bel ağrısı çömeyim dedim, herif koştura koştura geldi ne oluyor diye, “burada malları niye biriktirdin yine, geçen seferde böyle yaptın, aksatma işini, sen aksayınca diğer taraf da aksıyor”dedi şaşkın şakın Ne zaman yaptım, yapmadım ki demiştim korkudan,

arkadaşlarla Benim yerime duran arkadaş belimi bizleri? Bu soruyor sen dinlen istersen diyor yok kartları ne diyorum, laf yesin istemiyorum oda. İşin yapayım başına geçince hesapladım 5 dakika da diyorum, en son öyle tam tamına 25 adet ürün koyuyorum, bakıyor erken başlamak önemli demek ki ama suratıma. Danışmaya kimin için önemli ki, benim için olmadığı yada usta başı için de önemli olmadığı bırak diyor. Danışmaya kesin, ona ne oluyorsa? iki kart bırakıyorum, biri tuvalete girerken kullandığımız kart, bunda saat bile yazıyormuş, kaç dakika tuvalette durduğumdan, kaç kere girdiğime kadar. Diğeri de ilk fabrikaya girişte kullanıyoruz, metrobüse binecekmiş gibi oluyorum her seferinde geçerken turnikeden, ama bir yere gittiğim ettiğim yok tabi, giriyorum sabah fabrikaya, geçiyorum bandın başına, ohoo çivilenmişim gibi oradan 1 dk dahi ayrılamıyordum, çıkıyorum akşam olmuş. Turnikedir, kameradır, sayılı tuvalete gitmedir, gittikçe artan banttan ürün geçmesidir, birde ekstra yük taşıttırmalarıdır, fıtık oldum fıtık, bıkmıştımda zaten iyi oldu kovulduğum, KPSS’ye sene yine gireceğim zaten, o kadar okuduk ettik bir atanamadık , dershaneye yazılırım bu paraylada , hayır kadro sayısınıda düşürdüler iyice bu ÖSYM’yi ne yapmalı şimdi? Şimdi alıp bir günde yemeside var bu parayı, kuş kadar bir şey, insan korkuyor vallahi, kuştan değilde, hemen bitmesinden paranın. Her gün çikolata alıp götürüyorum kardeşime, şimdi yeni iş bulması da zor olur, dershaneye de paranın yarısından fazlasını vereceğim kesin, çocukta çok seviyor çikolatayı, bari bu sefer para varken 5-6 tane alayım, her gün birer tane veririm bir haftayı kotarırım evet evet öyle yaparım, bir günde yerim bu parayı, dershaneye verdim mi, evin faturalarını yatırdım mı, kirayada ortak oldum mu biter, bir gün bile sürmez kesin, o değilde çikolatayıda en pahalısından alayım o zaman, madem bir günde yiyeceğiz aldığımız ücreti…

İşçi Meclisi - Yerel Süreli Siyasi Dergi - Sayı: 54- Fiyat: 1 TL Pina Basım Yayım San. ve Tic. Ltd. Şti. adına sahibi Hüseyin Kezik Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ali Filizler Adres: İstiklal Caddesi Balo Sk. No: 32 Kat. 2 Daire No: 8 Beyoğlu/İstanbul - Email: posta@devrimciproletarya.net Hesap No: İş Bankası Koca Mustafapaşa Şubesi 1105 0792812 Baskı: Özdemir Matbaası Adres: Davutpaşa Cad. Güven Sanayii Sitesi C Blok No:242 Topkapı/İstanbul Tel: 0212 577 54 92


3

işçi meclisi

Charlie Hebdo katliamından kalan:

Kendi davası için dövüşmeyen… Tüm dünyayı sarsan Charlie Hebdo katliamı, arkasında vahşice katledilen çizerlerin kanına bulanmış bir toplantı masasını bırakmadı sadece. İslamiyet adına, din adına, “güç”, “yetki” adına… düşünce ve yaratı özgürlüğüne yönelik alçakça bir saldırı daha, diye tarihe geçti. Sarsıcıydı, ama sürpriz değildi.

Saldırının genel zeminini, emperyalist hegemonya rekabetinin ve neoliberal yeniden yapılanma sürecinin hızlandığı Ortadoğu ve Afrika’daki genellikle El Kaide, IŞİD tarzı dini formasyonların, aşiretlerin, yerel burjuva-feodal güçlerin, bazıları kanla olmak üzere tasfiye edilmesi oluşturdu. Dolayısıyla saldırının hemen ardından bunların anılması, bir “olağan şüpheli” fabrikasyonuna değil, bu genel zemine işaret etti. Mekan, emperyalist hegemonya rekabetinde geride kalan, dolayısıyla bölgeye saldırı ve müdahale iştahında önde giden, tarihsel olarak da düşünce özgürlüğünü marka edinmiş Fransa’ydı. Bu durumda, failler de, 7 milyonluk sayıları ile nüfusun yüzde 10’unu oluşturan, vasıfsız, güvencesiz, büyük garların ayrılmaz görüntüsü genç göçmenlerin, IŞİD’e katılım ve sempatinin arttığı Müslümanların arasından çıktı. Güçlü bir sınıf hareketinin yokluğu, saldırı öncesi gibi sonrasını da belirledi. İlk ağızda düşünce ve yaratı özgürlüğü savunusunu ve savunmasız çizerlerin katline duyulan öfkeyi ifade eden “Je suis Charlie”yi, dünya tekelci burjuvazisi kendi sınıf çıkarlarına buladı. Dünya burjuva devlet erkanı, öfkeli ama yönsüz kitlelere hiç temas etmeden kaynak yapıp öne geçti. Bölgesel güç olma arzusu yerinde dursa da karizması kırık (hele ki Kobane’den sonra!), şeriatçı çetelere yorgan seren, silah ve güç aktaran Türkiye’ye tavır yapıldı. Her yandan Sünni muhafazakarlık fışkıran Türkiye’de de “İslamiyet’e artık reform lazım” söylem ve arayışı canlandı. Sorular bu eksende sorulunca, Almanya PEGIDA’sı gibi faşist örgütler katliam sonrası tepkiyi kendilerine devşirmek için İslam karşıtlığı giysisini kuşanıp meydanlara dökülünce, neye karşıyız’ın yanıtı kolaydan “İslamofobi’ye” oluveriyor! İşte buralarda biraz duralım… İşçi sınıfı olarak kendi sınıf çıkarlarımıza daha fazla sarılalım… Tekelci burjuvazinin saldırısı Avrupa’da da askeri ve polisiye anlamda şeriatçı örgütlere yönelse de, göçmenlerin hemen kemiklerinde hissettikleri gibi baskı tedbirleri artırılmaya başlandı. “Teröre karşı”, “hepimizin güvenliği” adı altında, Schengen kurallarının sıkılaştırılması, geçişlerin denetlenmesi, yolculara ilişkin ortak veri tabanı oluşturulması, telefon ve internet iletişiminin izlenmesi, fişlemeler ve “ihbar müessesesi”nin etkinleştirilmesi işbaşında. Burjuvazi, tıpkı katliamdan siyasal açıdan nasıl rol çaldı ise, polisiye bazda da fırsattan istifade ediyor. Avrupa burjuvazisi, içindeki Müslüman nüfus oranının yüksekliği nedeniyle zoru ve yıldırmayı elden bırakmadan ama içermeye ve içten çözmeye yönelik politikaları da uygulamayı planlıyor.

İşte bu noktada, işçi sınıfı olarak tüm bölüklerimizle özgürlük alanlarımıza, mücadele imkanlarımıza sıkıca sarılmakla yükümlüyüz. İşsizliğin, sosyal hak kısıntılarının tırmandığı Fransa’da reformcu partiler, sendikalar, katliamın ardından gündemdeki eylemleri ertelediler, burjuva fırsatçılığına başvurdular. Sınıf işbirliğinin bunun gibi her örneğini suçüstü yakalamak ve boşa çıkarmak zorundayız. İşsizliğin, işçiler arasındaki bölünmüşlüğün tıpkı faşist ve milliyetçi hareketler gibi dini saldırganlığı da motive etmesine karşı sınıfın birlik ve militanlığını güçlendirmekle karşı karşıyayız.

En fazla da bu yüzden, bu çatışmanın din (ve mezhep) odaklı seyretmesi sınıf çıkarlarımızla taban tabana zıttır. Bir yandan tevekküllü bir işçi sınıfı, kadın ve çocuk nesilleri yaratacak tarzda üzerimize üzerimize gelen dinsel muhafazakarlık basıncını kararlılıkla geri püskürtmek şaşmaz bir zorunluluk.

Tekelci burjuvazinin saldırısı Avrupa’da da askeri ve polisiye anlamda şeriatçı örgütlere yönelse de, göçmenlerin hemen kemiklerinde hissettikleri gibi baskı tedbirleri artırılmaya başlandı. “Teröre karşı”, “hepimizin güvenliği” adı altında, Schengen kurallarının sıkılaştırılması, geçişlerin denetlenmesi, yolculara ilişkin ortak veri tabanı oluşturulması, telefon ve internet iletişiminin izlenmesi, fişlemeler ve “ihbar müessesesi”nin etkinleştirilmesi işbaşında.

Biz “bu dünyada” ne kadar birleşir, birleşik mücadelemizi, dayanışmamızı ne kadar yükseltirsek dinin işçilerin yaşamındaki yeri o kadar geriye itilecek; çaresizlik ve sığınma duygusunun yerini özgücüne güven alacaktır. İşçi sınıfı herhangi bir dini ve mezhebi savunmak, “İslamofobiye karşı” olmak için değil, sınıf egemenliği eliyle insanlığın gözüne indirilmiş her türlü perdeyi ortadan kaldırmak için mücadele etmelidir. İşçi sınıfı olarak kendi gündemimiz, kendi mücadele silahlarımız, araçlarımız vardır ve bu silahları etkin bir şekilde kullanmalıyız.

Sınıf düşmanı karşısında birliğimizin, dayanışmamızın örselenmesine meydan vermezken, bilinç ve toplumsal ilişkilerimizle yeni bir yaşamın tohumlarını da beslemeliyiz. İnsanların dinsel inançları nedeniyle sorgulanmasına, aşağılanmasını, ayrımcılığa uğramasını, hele ki bunun başka bir din, faşist milliyetçi güç tarafından yapılmasını kabul etmeyiz. Ancak sınıf çıkarlarımızda ne dine ne de dinin savunulmasına yer vardır. Burjuvazinin

“dinin aşırılıkları” konusunda tam bir ikiyüzlülük içerisindeler; işsizliği, iş cinayetlerini, meslek hastalıklarını, bu dünyanın bütün adaletsizliklerini kader gibi görmemiz, kendimizi hayatın her anında çaresiz ve bir başına hissetmemiz için devasa diyanet, eğitim, belediye.. bütçeleri kullanıyorlar. Bu yüzden de en laik geçineni bile ‘Hem pastam dursun, hem karnım doysun’ demeyi bırakmıyor! İşte tam da bu nedenle, uhrevi değil gerçek yaşama ne kadar bağlanır, birbirimize güvenimizi mücadele içinde ne kadar büyütürsek, bizi en zor zamanlarımızda arkadan vuran bu silahı boşa çıkarabiliriz. ** Charlie Hebdo katliamı, kapitalizmin eşitsiz ve dengesiz gelişimi, emperyalist rekabet, süreğen kriz, derinleşen işsizlik gibi, Ortadoğu’da sarsıntılarla gerçekleşen neoliberal yeniden yapılanmanın da sonuçlarından biriydi. Ancak onun en asıl mesajı “Kendi davası için dövüşmeyen, dövüşür başkasının davası için”dir. Düşünce ve yaratı özgürlüğü, inanç özgürlüğü, seyahat özgürlüğü, iletişim özgürlüğü, ifade özgürlüğü, kadının onuru ve özgürlüğü; tümünün çıkış ve varış noktası, işçi sınıfının ve insanlığın sermaye egemenliğinden, meta ilişkilerinden kurtuluşu olmak zorundadır.

farklı kesimlerinin farklı biçimlerde ama eninde sonunda toplumsal bir trankilizana ihtiyaç nedeniyle pompaladığı “İslamiyet reformu”nun cılızlığı ile karşılaştırılamaz bizim duruşumuz. Onlar

Bu özgürlüklerin her birini ve toplamını, özgürlüğü artıdeğer sömürüsünün bekası için isteyen ikiyüzlü burjuvazinin sınıf çıkarlarından, neoliberal yeniden yapılanma planlarından kurtarmak, yaşamsal bir zorunluluktur.


4

işçi meclisi

Siyasal İslamın Kullanım Değeri

ve AKP’nin Yönü

Yeni yılın ilk ayının temel siyasal-sosyal gündem konuları dünyada ve Türkiye’de İslam dininin prizmasından geçti diyebiliriz.

Yeni yılın ilk ayının temel siyasal-sosyal gündem konuları dünyada ve Türkiye’de İslam dininin prizmasından geçti diyebiliriz.

böylesi örgütlenmeler.

temelinde desteklediği Hizbullah’ın güçlenişi… bunların tümü İslam’ın Türkiye’de de bir sokak Fakat emperyalist kapitalist merkezlerde, genel hareketi temelinde örgütlenmesine uygun bir olarak dünya kamuoyunda “İslam” dendiğinde atmosfer yaratıyordu. 12 Eylül döneminde devlet Eğri lunapark aynalarını bilir misiniz? Görüntüyukarıda sayılan tüm bu dinsel devlet, parti ve tarafından sol hareketin yeniden yükselişini enyü bozarak abuk sabuk şekillere bürünmemizi örgütler değil; akla ilk gelen El-Kaide ve son bir gellemek amacıyla eğitim sisteminde hayata geçisağlayan bu aynalar çocukken bizi güldürürdü. yılda onun yerine yükselişe geçen IŞİD oluyor. rilen Türk-İslam sentezli uygulamalar, Türkiye’de Geçtiğimiz ayın gündeminde özellikle Türkiye’nin Bu da tesadüf değildir; çünkü bu örgütler küre‘90’larda faşizmin neoliberal temelde toplumsal ve Fransa’nın siyasal ve sosyal birikmiş sorunları, sel kapitalizme entegre olamayacak vahşilikte, alanda çözülmeye başlamasıyla alan bularak yüksanki eğri lunapark aynalarından geçmişçesine saldırgan bir askeri saldırı çizgisi izlemektedirler. selişe geçen tarikatların da desteğini alarak Refah kendisini dinsel cinayet, gündem ve Partisi’nin sorunlarla gösterdi. Karikatürler kohükümet ormiktir, tıpkı lunapark aynaları gibi; tağı olmasıyla ama ne Charlie Hebdo katliamı ne sonuçlandı. de bu alçakça katliamın Türkiye’de “Biz ne yaptık” hâkim ideolojinin İslamcı prizmaduygusuyla sından bozularak geçen yansıması MGK’da son komik olarak adlandırılabilirdi. bir çırpınışla devlet gücünü Bölgede dinin yaygın siyasal kulkullanarak lanımı kimi yasaklamalarla bu haİslam dini (tüm kurumsal dinler gibi) reketin budanfarklı farklı siyasal kullanımlara samak istenmesi, hip bir din. Dinin gelir ve güç amaçlı birkaç yıllık kullanımının her zaman çok yaygın bir “başörtüsü olduğunu biliyoruz; Gülen cemamağduriyeti” atinin doğuşu, büyümesi, işleyişi de yaratarak, bunun herkesçe bilinen yakın döaslında sanılnemden bir örneği. Siyasal partilerin dığı kadar da dini oy amaçlı kullanmaları da çok Kapitalist devlet ve özel sektör işletmelerinde günde en az beş işçi öldürülürken, sınıfsal sorunlar kültürel- güçlü olmayan eski bir tarihe sahiptir; ama fazla uzayangını dini ayrımlar yaratılarak, var olanlar derinleştirilerek bastırılmaya, üzeri örtülmeye çalışıldı. Ortadoğu’da bu ğa gitmeye gerek yok, Türk sağı bunun körükledi. burjuva demokrasisinin geri neoliberal tipine seçimler yoluyla Gül’ün deyişiyle ”yumuşak geçişle” her dönemde örneklerini vermiştir, AKP’nin üç vermeye de devam etmektedir (yer yer geçilemediği koşullarda Selefi cihatçılığın yükselişiyle birlikte, AKP dış dünyada gözden düşmeye başladı. dönemlik kenKürt ulusal hareketinde, son dönemde di içinde iniş CHP’de de buna öykünen pratikler görülüyor). Adam öldürmekten çekinmemekte, namlularını ve çıkışlara, geçici uzlaşmalara dayalı iktidarının metropollere çevirmekten, bombalarını sermaye ardından geldiğimiz noktada bugün “Müslüman Aslında bir bütün olarak Ortadoğu tarihi ve sınır- akışının yükselttiği büyük kentlerin, New York’un, Türkiye” sloganı artık birçoklarının gözünde bir ları, 21. yüzyılda halen daha modern toplumsalParis’in ortasında patlatmaktan çekinmemektetemenni olmaktan çıktı. İmam hatip ortaokul ve sınıfsal çalkantıların yerine monte edilen dinsel dirler. IŞİD’in uyguladığı şeriat kuralları ile Suudi liseleri genel eğitimde %10’luk bir paya sahip ve çarpışmalarla belirleniyor. Kapitalizmin birkaç kralının uyguladıkları aynıdır; ama ne çelişkidir MEB bunu önümüzdeki 5 yıllık strateji planında bin yıllık din kuralları temelinde veya bu kurallar ki ülke liderleri “terör karşıtı” halktan kopuk söz%20’ye çıkarmayı planlıyor. gözetilerek uygulandığı devlet pratikleri bugün de yürüyüşte El Kaide ve IŞİD terörüne karşı ön Ortadoğu’da ayakta duruyor: İran, İsrail, Suudi sıraya geçmek için birbirlerine kıç atarken, kral Yeni bir gerçeklik örülüyor. Din kullanılabilen Arabistan, Körfez ülkeleri gibi hemen ilk elde (nihayet) öldüğünde Suudi fonları olmadan borbir şeydir. Müslümanlık, Sünni İslam artık devlet akla gelenler ve bu ülkeler küresel kapitalizme de saları çökecek olan Türkiye ve İngiltere’de 1 güntarafından örgütleniyor. Gülencilerin özel okulentegre durumdalar (İran da sürtünmesini aşıyor). lük resmi yas ilan edilir. larının kapatılmasıyla onun yerini alan devlet Devletleşememiş ama devletleşme hedefinde dinokullarıyla bu politika yavaşlamıyor, aksine daha sel parti ve hareketlerin de silahlı-silahsız örgütDin kullanılabilen bir şeydir. İnsanlar-kitleler-çeda hızlanıyor. Dini okullaşma artıyor, mevcut şitli sınıflardan (burjuvalar hariç) çok sayıda insan okullara da zorunlu Sünni İslamcı dersler yerleşdin adına savaşa sürülebilir, din aracılığıyla baskı tiriliyor ve böylelikle yeni bir kuşak yetiştirilmesi altına, rıza altına alınabilir, aç bırakılabilir, sömühedefleniyor. Geçtiğimiz ayda yaşanan gelişmeler rülebilir ve bunların hepsi olmuştur ve olmaktabu politikalarda nereye gelindiğine dair bir resim dır. Çünkü yaşadığımız kapitalist dünyada mesele sunuyor. din değildir; dolar, euro ve riyaldir, ekonomik-siyasal güç ve iktidardır. Burjuva demokrasisinin geri düzeyi “Müslüman Ülke” Türkiye

lenmeleri çeşitli ülkelerde söz konusu: “Arap Baharı” adı verilen son toplumsal-sınıfsal kalkışmayı AKP’den feyz alarak konsolide etmeye girişirken Mısır’da lambur lumbur Anayasa değişikliğine giderek askeri darbeyle tasfiye olan Müslüman Kardeşler, Filistin’de Hamas, Lübnan’da Hizbullah, Suriye’de Tevhid, Kuzey Irak’ta Irak İslam Birliği

‘80 öncesinde solcu ve ilerici güçlere saldıran dinci-faşist kalabalıklar “Müslüman Türkiye” sloganını atardı. Bu bir temenni ve hedefi içerirdi. ‘90’larda öğrencilere, faşizm karşıtlarına, aydınlara saldıran dinci-faşist güruhlarsa “İslami hareket engellenemez!” sloganını atıyorlardı. Sovyetlerin çözülerek kapitalist sisteme entegrasyonu amacıyla CIA’nin “yeşil kuşak” planı çerçevesinde Afganistan’da silahlı mücadele veren mücahitler, İran devrimi, Çeçen ve Bosna savaşları, Türkiye’de Kürt ulusal hareketine karşı devletin kontrgerilla

The Economist küresel kapitalizmin marka dergilerinden biri. Bu derginin son sayısının Türkiye’de dağıtımını yapacak tırlar savcılık kararıyla engellendi. Nedeni Charlie Hebdo’nun kapağına dergide yer verilmesiydi. Aynı dergi yeni sayısında aynı zamanda her yıl düzenli olarak açıkladığı demokrasi dizinini kamuoyuna duyuruyordu. Bu dizinde seçim sisteminin adilliği, seçmenlerin güvenliği, hükümetin yapısı, şeffaflık, sivil toplum gibi ölçütlerle değerlendirilerek dünya ülkelerine 10 üzerinden notlar veriliyor. Bu burjuva demokratik ve gayet biçimsel ölçüme göre ülkeler a)tam demokrasiler, b)kusurlu demokrasiler, c)


5

işçi meclisi

karma rejimler, d)otoriter rejimler biçiminde sınıflandırılıyor. Türkiye’nin 2008 krizinden bir yıl önce, AB’ye üyelik yolunda iyice havaya girdiği, içeride ve dışarıda TÜSİAD’ın ve liberal aydınların desteğini aldığı, mitinglerde “ileri demokrasi” hedefi koyduğu 2007 yılında notu 5,8’di. Halen karma rejimler başlığı altında (bunu geri düzeyde neoliberal demokrasi olarak okuyun) yer alıyordu, ancak notu 6’ya yaklaşmıştı ve kusurlu demokrasilere (orta gelişmişlikte bir burjuva demokrasisine) geçiş yapma olasılığı vardı. Bu yılsa notu 5,2; yine aynı kategori içerisinde (geri tipte neoliberal demokrasi) yer alıyor, ancak bu kez 5’in altına düşerek “otoriter rejimler” sınıfına düşme tehlikesi belirdi. Bu küresel neoliberal burjuva rejim açısından da tercih edilen bir konum değil ve son dönemde içerideki bu daralmadan rahatsızlık ifade eden yazılar dış basında daha fazla çıkmaya başladı. Neden? AKP bilindiği üzere iki hükümet dönemine yayılan bir devlet içi siyasal mücadele ve ordunun güçten düşürülmesinin ardından güç dengelerinin değişimi sonucunda, kontra temelde örgütlenmiş bir küresel çıkar ve güç örgütü olan neoliberal İslamcı Gülen örgütüyle kurduğu koalisyonla iktidara yerleşti. Bu 3. ve son hükümet döneminde iç ve dış politikada kendisini güçlü hissederek, kapitalist rekabet koşullarında ilerlemeyenin geriye düşeceği gerçeğinin bilinci ve zorlamasıyla adımlar atmaya başladı. Ülkede yaşanan muazzam proleterleşme sürecinin, ekonomik krizin de kapıda beklemesinin iticiliğiyle sermaye tarafından yönetilebilmesini sağlayabilmek için içeride ve dışarıda muhafazakâr dinsel söylem ve pratiklere hız verdi. Din kullanılabilen bir şeydir. Osmanlı-İslam hayali maddi bir güç taşıyacak şekilde içeride ve dışarıda propaganda edilmeye başlandı. Dış politikada emperyalist AB’den ve İsrail’den kısmen uzaklaşılarak Ortadoğu’da bölgesel liderlik hedefleri konuldu, Osmanlı’nın fetih zamanlarındaki Sünni İslam’ın tarihsel temsilciliğine yeniden soyunularak Ortadoğu’da yazının başında bahsi geçen tüm siyasal İslamcı hareketlerle yakın çıkar ilişkileri geliştirildi. İçeride dini bütün, patronuna, büyüklerine itaatkâr bir kuşak yetiştirilmeye, güvencesiz ve ucuza çalışacak emek havuzunun doldurulması için de çok çocuk yapma propagandalarına hız verildi; kadını muhafazakâr ve dinsel temelde

“asli doğurganlık işlevine” çekmeyi destekleyici politikalar (kürtaj, annelik rolü vd.) geliştirildi. Kapitalist devlet ve özel sektör işletmelerinde günde en az beş işçi öldürülürken, sınıfsal sorunlar kültürel-dini ayrımlar yaratılarak, var olanlar derinleştirilerek bastırılmaya, üzeri örtülmeye çalışıldı. Ortadoğu’da burjuva demokrasisinin geri neoliberal tipine seçimler yoluyla Gül’ün deyişiyle ”yumuşak geçişle” geçilemediği koşullarda Selefi cihatçılığın yükselişiyle birlikte, AKP dış dünyada gözden düşmeye başladı. Suriye’de MİT tırlarıyla silah gönderdikleri IŞİD karşısında ne Esad’ın ne de Kürtlerin yenilmemesi bir başka hızlandırıcı faktör oldu. Sermaye toplumunun ve politikalarının, keza onun karşısında muhalefet hareketlerinin neredeyse dış ve iç politika biçiminde kaba kavramsal ayrımları bile geçersiz kılan iç

içe geçmiş bütünlüğü, Türkiye içerisinde “Arap Baharı”nın Gezi baharıyla, Kobanê direnişinin 6-7 Ekim çatışmalarıyla karşılık bulmasını getirdi. Fazla sıktılar! Sonuç olarak Türkiye geri tipte bir neoliberal demokrasiyle yönetiliyordu, son beş yıl içerisinde bu kategorinin içerisinde bile gerileyen bir burjuva demokrasisi topluma dayatıldı. Geldikleri noktada ellerinde çatırdama emareleri göstermeye başlayan bir parti içi koalisyon, parti grubu dedikleri yolsuzlukları açığa çıkmış bir fırsatçı tüccarlar grubu, devşirme lümpen politi-

kacı ve danışmanlar kadrosu, parayla satın alınan sanatçı bozmaları ve on altıncı duşakabinoğulları devletinden kalma paralı manken askerlerin koruduğu bir kışlık saray kalmıştır. Sanıldıkları kadar da güçlü değildirler. Çelişkiler daha görünür olmaktadır. Charlie Hebdo katliamı karşısında suya sabuna dokunmadan demokrasicilik oynayabiliriz zannederek terörü lanetleyen orta-ileri gelişmişlikte bir burjuva demokrasisi havalarında yürüyüşte yer kapmaya çalıştılar. Uçaktan iner inmez, liberal anarşist çizgideki tek bir mizah dergisinin sadece kapağı bile onların ikiyüzlülüklerini açığa çıkarmaya yetti. Yüzlerini sokakta Cumhuriyet gazetesi önünde “Burası Türkiye, Fransa değil!” sloganları atan Selefi cihatçılığın Türkiye versiyonlarına, mahkemelerde karikatür-site-dergi yasaklamalarına, Diyanet fetvalarına, Diyarbakır’da Hizbullah mitinglerine dönmek zorunda kaldılar. Yeni anayasa yapacak parlamenter güce ulaşırlarsa “kutsala hakaret” adı altında hakim İslamcı ideolojiye aykırı denerek kendilerine yönelik her türlü eleştiriyi de bastırmaya adaydırlar. Ve fena halde sıkmışlardır ve sıkmaktadırlar bu toplumun dinamiklerini. Yalancı, hırsız, çapsız, oportünist ve karaktersizdirler. Türkiye burjuvazisinin tüm sonradan görmeliğini ve arsız ihtiraslarını taşımakta, bu değerleri saraylarında ve şahıslarında simgelemektedirler. Dedik ya, din kullanılabilen bir şeydir. Ama onun da kullanım tarihi ve sınırları bellidir. Yaşam er geç fabrikada, büroda ve sokakta sınıfın dilinden konuşacaktır. Proletaryanın ve kent yoksullarının öfkesiyle saraylarıyla, gökdelenleri, bankaları ve parlamentolarıyla birlikte bunlar da er geç yıkılacak, büsbütün başka bir hayat kurulacaktır.

“Bunu yapan gerçek burjuva demokrasisi olamaz!” Charlie Hebdo katliamından sonra hemen ve yine ortaya çıkan “bunu yapanlar gerçek müslüman olamaz/değildir” klişesi yeterince eleştirildi ve teşhir edildi. Pek güzel. Bu klişe, çürümüş bir sistemin durmaksızın ürettiği ve artık inkar edilemez hale gelen en dehşetli sonuçlarını, o sisteme dışsal göstererek, sistemin kendisinin “gerçekte iyi ve güzel olduğu, ama bir takım başıbozuklar tarafından istismar edildiği” palavrasıyla aklanılarak, aynen sürdürülmek istendiği her yerde hazır ve nazırdır. Dinci-gericilerin dini savunup aklamak için kullandığı bu düşünce klişesini haklı olarak eleştirenler, aynı klişeyi kendi yaşamlarında kapitalizm ve burjuva demokrasisini en yıkıcı ve sivri yanlarından ayrıştırıp aklamak için ne kadar çok kullandıklarını görseler, aynı eleştiriyi kendilerine de yöneltirler mi? Örneğin: Burjuva neoliberal demokrasinin baskı ve katliamları karşısında, “bunu yapan gerçek burjuva demokrasisi/demokratı olamaz!” Bu da aynı ilkel düşünce kilişesinin başka bir

versiyonu değil mi? “Filanca baskı, gericilik, katliamı yapan gerçek burjuva demokrasisi/demokratı değildir, olsa olsa faşizmdir/faşisttir” diye düşündüğünüzde, burjuva demokrasisini tüm baskı ve katliamlardan aklamış, sorunu “ideal demokrasi” hayalinizi bozan bir takım dışsal öğelere, “başıbozuk veya beceriksiz” yöneticilere indirgemiş olursunuz. Onlar gidince burjuva demokrasisinin “gerçek öz hakiki aslına” döneceğini, her şeyin güllük gülistanlık olacağını sanırsınız. Ancak nedense, onlar gitse bile, kapitalizm ve burjuva demokrasisi aynı dehşetli sonuçları aynen, hatta belki daha beter biçimiyle üretmeye devam eder.

Çünkü sizin aslında tüm yaptığınız, sömürücü, köleleştirici, gerici sistemleri kabullenip sadece sonuçlarına itiraz etmek, dahası sistemin kendisini bu kaçınılmaz sonuçlarından aklamaktır. Gündelik ve kendiliğinden düşünce tarzının, adeta bütünüyle bu kilişeye dayandığına dair sayısız başka örnek verebiliriz. Gemi azıya alan işçi katliamları karşısında bile, “bunu yapan gerçek kapitalizm olamaz, sorun onu istismar edip

bozan yöneticiler ve başıbozuk patronlardadır” tarzı düşünenler yok mu? " Öyleyse sanıldığından çok daha yaygın ve içselleştirilmiş olan bu klişeyi, yalnızca dinciler dini aklamak için kullandığında eleştirmekle yetinmeyelim. Kapitalizm ve burjuva demokrasisini bilerek ya da bilmeden aklamak için kullanıldığında da teşhir ve mahkum edelim. Yaşamımızdan ve zihnimizden söküp atalım! Sistemin yalnızca sonuçlarına karşı değil, kendisine ve temellerine karşı mücadele edelim!


6

Bu daha başlangıç, işçi meclisi

sınıf mücadelesine devam! 10 kentte 22 fabrikada 15 bin metal işçisi ‘MESS dayatmalarına karşı insanca yaşamak için’ greve çıktı. Metal işçilerinin grevi, sınıf mücadelesinin geleceği açısından önemli bir yerde duruyor. Metal sektörü, 60’lı yıllardan bu yana sınıf mücadelesinin lokomotif sektörü ve turnusol kağıdı olagelmiştir. Halen en çok işçi direnişi, eylem, grev ve örgütlenme girişiminin olduğu sektörlerden biridir. İşçi sayısı, işçi yoğunluğu, işçi bilinci, birlikte davranma ve sınıfın daha geniş kesimlerini etkileme açısından her zaman göreli ileri dinamiklere sahiptir. Metal sektörü, burjuvazinin sanayideki koçbaşlarından biridir. En sermaye yoğun, en karlı sanayi şirketlerinin önemli bölümü metal sektöründedir. Metal sektörü karşılıklı güçler yoğunlaşmasıyla, sınıf mücadelesinin her zaman kritik bir eşiğini oluşturur. İşçi sınıfının mücadele kazanımlarının da, burjuvazinin saldırılarının da metal sektöründen geçmeden yapısallaşması zordur. Grev, metal işçilerinin artan ücret kayıplarına karşın, dar anlamda ve salt bir “ücret grevi” değil. Grevin temel talebini, MESS-Türk Metal-Çelik-İş’in TİS süresini 3 yıla uzatma dayatmasının geri püskürtülmesi oluşturuyor. 3 yıllık sözleşme dayatması, metal sektöründen tümüyle geçtiği taktirde, tüm sendikalı işçi kesimlerinde ve kamuda da, yeni sömürü standartı haline gelecek. Bu yüzden, metal grevi, salt metalde değil tüm işkollarında, kritik bir önem taşıyor. Dahası var. 3 yıllık sözleşme uygulaması, esneklik ve güvencesizliğin uygulanmasının bir nebze sınırlı kaldığı sendikalı büyük sanayi işçileri açısından, bu sınırı kaldırıyor. Sendikalaşmayı daha da zorlaştırıyor, esneklik ve güvencesizliği bir üst düzeye çıkarıyor. Yeni taşeronluk düzenlemesinin alt yapısını oluşturuyor. Taşeron, geçici, kiralık, vd esnek ve güvencesiz işçi çalıştırmayı kolaylaştırıyor. Metal grevi, özünde bir özsavunma grevi. Grev “MESS dayatmasına karşı”kuşkusuz, fakat hükümet ve bir bütün olarak burjuvazinin yeni dalga neoliberal despotik çalışma rejimi, esneklik, güvencesizlik saldırganlığının bileşeni ve geçiş halkası olduğuda bir gerçek. Bu temel bağıntı kurulduğu ölçüde, metal grevi, daha kapsayıcı ve daha siyasal bir sınıfa karşı sınıf grevi dinamiği kazanabilir. Bunu bilen patronlar ve onların hukümeti zaten hemen grevi “milli güvenliği buzucu nitelikte olduğu” öne sürerek altmış gün süreyle ertelendiği duyurdu.Yasak nedeni gayet tanıdık ve komik. Sadece AKP dönüminde 7 kez grev yasaklandı. Grev yasağı karşısında işçilerin cevabı “bu yasağı tanımıyoruz” oldu. İşçiler grevi bitirmeyeceklerini belirterek fabrikaları terk etmeme, işgallere başladılar. Burada da sendika devreye girdi. Başkanlar Kurulu kararın da “Grevimizi yasaklamakla metal işçilerinin mücadelesini 38 fabrikanın kapısından kent meydanlarına, başta sizinki ol-

mak üzere siyasi parti binalarının önlerine, mahkeme salonlarına, uluslararası platformlara ama hepsinden önemlisi fabrikaların içine taşıdınız.” denilerek grev fiili olarak bitirilmiş oldu.

Sorunu yalnız sendika yöneticilerinde değil. Daha derindeki sorun, mevcut sendikacılığın çürüyen yapı, işleyiş ve zihniyetindedir. Yasalcı, bürokratik, tepedenci, dışa kapalı, statik, dar savunmacı, riskten ve sert mücadeleden uzak durucu ve uzlaşmacıdırlar. Birleşik Metal-İş Sendikası Başkanlar Kurulu’nun kararı, en başta, grev yasağı kararını tanımış, zorla işbaşı yaptırılmayı kabullenmiş ve işçilere de aynen dayatmış oluyor. Bu büyük geri basmadan sonra, bunu örtmek ya da bir nebze dengelemek için yapılacağı söylenenler ise, zaten yasak sınırı içine çekilmiş oluyor. Başkanlar Kurulu, “metal işçilerinin iradesine dayandığını” iddia ediyor. Bu nasıl taban iradesidir ki, grev yasağından sonra grev kararını almış olan TİS Kurulu, temsilciler kurulu gibi organlar bile toplanmamış, danışılmamış, tasfiye edilmiştir? Bu nasıl taban iradesidir ki, grev yasağından sonra Başkan Serdaroğlu’nun dolaşıp “Pazartesi işbaşı yapılması”nı dayattığı fabrikalarda, bunu eleştiren, tepki gösteren işçilere söz hakkı bile tanınmamış, soru soran işçilere bile isimleri alınarak psikolojik baskı yapılmıştır? Bu nasıl taban iradesidir ki, fabrikalarda grev pankartları ve çadırları işçilerin

tepki ve itirazlarına karşın sendika yöneticileri tarafından apar topar kaldırılmış, grev komitelerinin fabrika önünde toplanma ve direniş kararlarına karşın, işçiler ve hatta grev gözcüleri evlerine gönderilmiştir? Yönetim kimseyi kandırmaya çalışmasın, bu karar, metal işçilerinin taban iradesine dayanmıyor ve yansıtmıyor. Sorunu yalnız sendika yöneticilerinde değil.


7

işçi meclisi

Daha derindeki sorun, mevcut sendikacılığın çürüyen yapı, işleyiş ve zihniyetindedir. Yasalcı, bürokratik, tepedenci, dışa kapalı, statik, dar savunmacı, riskten ve sert mücadeleden uzak durucu ve uzlaşmacıdırlar. BMİS bu tarz geleneksel sendikacılığın tümden çürümüş ağırlıklı kesiminden kimi yönleriyle ileri görünse de, bu ilerilik yapı ve mücadele ruhu olarak değil, geleneksel sendikacılığın çok daha geriye gitmiş ağırlıklı kesimine göreli ve genel çürüme eğilimi içinde kalmaya devam eden bir ileriliktir. “Taban iradesi”, ancak bu kemik yapı ve yönetim tarzını aşmadığı ölçüde biçimsel olarak işletilir. Bu da taban demokrasisinin aracı olan temsilciler, kurullar, komitelerin tabanı kontrol etmek için kullanılması, olmadığında dağıtılması ve bastırılması, ve işçilerin en fazla özgüven ve mücadele coşkusuna ihtiyaç duyduğu anda, en ilkel ve geri içgüdülerine hitap edilmesiyle yapılır. İşçi sınıfının büyük gerilemesi, dev çaplı yeni kesimleri (beyaz yakalı, hizmet, taşeron, vd) henüz yeni oluşum sürecindeyken, geleneksel lokomotif kesimi olan sanayi işçilerinin ağır durgunluğundan kaynaklanmıştı. Son dönemlerde ise işçi sınıfının yeni kesimlerinin mücadele ve örgütlenme girişimleri artarken, sendikalı-sendikasız sanayi işçilerinin mücadelesinin de giderek yükseldiğini ve ilk kademe mücadele sınırlarını zorlamaya başladığını görüyoruz. Tekel’den Antep tekstile, Mersin Liman’dan Greif’e, lastik, deri, cam ve metale kadar, son yıllarda giderek: 1- Gerçek taban iradesi ve özsavaşım organlarının ortaya çıkmasına, 2- Fiili kitle işgal, grev ve direnişlerine doğru artan bir eğilim vardır. Nedeni açık ve basittir: Neoliberal kapitalizmin despotik çalışma rejiminde, dar, rutin, biçimsel örgütlenme ve eylem biçimleri büyük ölçüde etkisizleşmiştir. Kölece çalışma, yaşam, yönetilme koşulları giderek ağırlaşmakta ve tahammül edilmez hale gelmekte, uzlaşmaz sınıf karşıtlığı keskinleşmekte, işçi sınıfının yaygınlaşan ve yoğunlaşan mücadele istek ve arayışı, şu eski, büsbütün darlaşmış ve gerilemiş kabuğuna sığmaz hale gelmektedir.

Bu koşullarda işçilerin, az çok büyücek her mücadelesinde, örgütlü oldukları ya da örgütlenmeye çalıştıkları sendikaların mevcut dar ve geri yapısı ve yönetim tarzı ile karşı karşıya gelmesi kaçınılmazdır. Bu dar ve geri kabuk, sınıfın gelişen ve değişen mücadele ihtiyaçlarına yanıt vermediği gibi büyüyen bir engelidir. Tekel

direnişinden bu yana, önce az sayıdaki öncü işçilerin, sonra ortaya çıkmaya başlayan işçi komitelerinin, giderek de direnişlerde yer alan işçilerin genişleyen bir kesiminin bu dar sendikalizm ve bürokratizm kabuğuna sığmaz hale gelmeye başladıklarını, şu veya bu ölçüde zorlamaya çalıştıklarını görüyoruz. İşçi sınıfının burjuvazinin sınıf diktatörlüğüyle mücadele etmeden derinleşen ve yıkıcılaşan sömürüsüne karşı mücadele edilemeyeceğini gösterir, ekonomiksiyasal mücadelenin kopmaz bağını gündemleştirir, sınıf iktidarı sorununu da tohum olarak içerir. Küçük burjuva sol muhalefetin, demokrasi deyince aklına gelen en son şey halen işçi sınıfı olsa da, mevcut geri düzeyde neoliberal mu-

hafazakar burjuva demokrasisiyle, en keskin ve uzlaşmaz çelişkinin yine işçi sınıfının çelişkisi olduğunu gösterir. Ve demokrasi sorununun içerik ve biçimini, proleter demokrasi için yeni ve daha yüksek bir mücadeleye doğru değiştirmede, bir tarihsel eğilim belirir.

Açık ve net olmalı: Bu toplum artık bu deli gömleğine sığmaz hale geliyor. Kürt halkının direnişi, kadınların çığlığı, Gezi bunun ne kadar göstergesiyse, büyüyen işçi grev ve direnişleri, metal grevi de bunun o kadar göstergesidir. Fakat daha önemlisi şudur: Bu deli gömleğinin

yırtacak ve yırtılmasına önderlik edecek asıl güç olarak işçi sınıfı da, kendini bu açıdan artan ölçüde hissettirmeye başlıyor. Taban basıncı, daha ileri mücadele arayış ve istenci artıyor. Metal grevinde asıl görülmesi gereken budur, tarihsel eğilim bu yöndedir. Hatırlansın, daha çok yakın zamanlara kadar grev kararı çıkarmak, çıktığında, üretimi ve mal sevkiyatını durdurarak uygulamak, “kitle grevi” mevhumu bile imkansız gibi bir şeydi, bugün bu eşikler aşılmaya başlanmıştır. Şimdiyse, taban iradesini, fiili grev, işgal, direnişleri, eylemli sınıf dayanışmasını konuşup tartışıyorsak sınıf mücadelesinde bir yol almaya başladık ve gerisi gelecek demektir. Ne kadar vurgularsak azdır: Rutin prosedüre dayalı grev, direnişler etkisizleşmiştir, fiili kitle grevi, işgaller, direnişler kaçınılmazdır, gerçek taban iradesi kaçınılmazdır, bunların şu sert kabuğu çatlatmaya çalışan tohumları büyümektedir. Mevcut arkaik siyasal ve sendikal işçi sınıfı örgütleri de, ya bu yolu açma doğrultusunda kendilerini yenileyecek, ya da çok geçmeden işçi sınıfının öfkesinin altında kalacaktır. Bu daha başlangıç, sınıf mücadelesine devam! Grev yasaklarına karşı fiili kitle grevi, işgal, direniş! Bürokratik yasalcı sendikalizme karşı söz, karar, eylem metal işçilerine! Kahrolsun ücretli kölelik düzeni!


8

“Ailenin ve Dinamik Nüfus Yapısının Korunması Programı” üzerine:

işçi meclisi

işçi meclisi

9

Burjuvazinin Paketlerini Değil, Kendi Ellerimizle Kuracağımız Özgür Bir Geleceği İstiyoruz!

Kadını hiçe sayan ve kölece koşullarda çalıştırılacak işçiye doymayan burjuva devleti yine önümüze toplumsal bir yapılanma programıyla dikilmiş gözüküyor. Geçtiğimiz günlerde hükümet tarafından açıklanan “Ailenin ve Dinamik Nüfus Yapısının Korunması Programı” kısa bir süre içinde meclise götürüldü. Her gün hızla geçirilen yasalarla hayatlarımızı bizden çalmaya, tüm yaşam enerjimizi soğurmaya çalışıyorlar.

örtbas etmenin örf ve adetlere uygun düştüğü bu toplumda Aile Okulları açarak, bu şiddete yol açan temel ahlaki değerleri her gün yeniden üreterek şiddet ne kadar önlenebilir? Açıktır ki kadına şiddet gösteren erkeğe devlet eliyle destek verilmektedir. Aslında bu ise patriarkal kapitalizmin temel koşullarından birisidir; görünürde erkek ama aslında devlet ve toplum eliyle korkutulan kadın bir süre sonra uysal bir köleye dönüştürülecektir. Sokağa

Yasa, hükümet yanlısı çevrelerde müjdelerle karşılandı. Kadınlara yeni haklar getireceği, devletin de lütfeten bu “sosyal yardımları” destekleyeceği dillendiriliyor! Onlara göre kadınların istihdama katılım oranının düşük olması büyük toplumsal yaralara yol açıyormuş! Yeni yasayla anneye doğum izni verilip, eğer ki “anne doğumda ölürse” haklar babaya devrediliyormuş! Yeni evleneceklere evlilik danışmanlığı hizmeti verilip, “üstüne” bir de çeyiz hesabı açanlara da destek sağlanıyormuş, aman istemez “üstü” kalsın! Şimdi, bütün bu propagandif söylemleri bir kenar bırakarak, biz işçi kadınların, hayatını ve geleceğini kontrol altına almaya çalışması bakımından, bu yasaya biraz göz atalım. Öncelikle söylenmesi gereken şey, yasanın büyük müjdelerle çıkarak, kreş hakkı, doğum izni ve isteyen anneye yarı zamanlı çalışma gibi planlarla olumlu bir hava yaratmaya çalışılmasıdır. Ancak maddeleri az biraz incelemek bütün bu toplumsal yeniden yapılanma planının derinindekileri görmemizi sağlayacaktır. Birçoğu önceden verilmiş olan hak kırıntılarının ötesine geçmeyip, tam tersine kadını eve kapatan, çocuğu kadına daha da sıkıca bağlayan, saçma sapan işlere para saçıp, en gerekli yerde devlet yardımı vermek için bin bir türlü koşula tabi tutan bir proje safsatası. Bahsettiğimiz hükümetin en temel kalkınma planlarından birisi. Ülkenin kalkınması için en temel araç ise kadının sürekli doğurması, doğurduğunu toplumsal yargılara uygun olarak yetiştirmesi; bir de bu sırada ev içinde ve dışında çifte çifte çalışması. Tarihte bugüne kadar varolagelmiş toplumların hiçbirisinde kadın bedeni bu denli hor kullanılmamış, ama aynı zamanda toplumun dağılacağı korkusu bu denli büyük yaşanmamıştı. Bugün, paket paket yasa çıkartmalarının sebebi de bu tarihsel ve toplumsal durumun açık bir ifadesi. Hükümet temel amacını açıkça ifade ediyor: Bu projeyle aile kurumu yeni muhafazakar zeminde güçlendirilecek; neoliberal politikalar toplumun en ufak noktasına kadar işleyecek, aile yaşamı da kapitalist toplumla tamamen uyumlu hale getirilecek ve en sonunda düşük görülen doğurganlık hızı “yenilenme oranı”nın üstüne çıkartılacak, yani toplum kadın bedeni üzerinden kendini yenileyecek! Tasarı üç ana başlıkta toplanmakta ki bunlardan ilki temel olarak aile kurumunun ahlaki temelde yeniden güçlendirilmesi ve bu sırada burjuva hukuk düzeninin neoliberal formda yeniden düzenlenmesini içermektedir. Son dönemlerde artan üç çocuk baskısı, kürtaj dayatması ve kadın cinayetleri gibi konularda büyük muhalefet ağları oluştuğu için olsa gerek, hükümet kendi geleceği için, her türlü baskıya boyun eğebilecek bir toplumun inşasını sağlamaya çalışıyor. Tasarı uysal ve üretici toplumun kurulması için gerekli şartları adım adım işlemiş. Öncelikle evlenmeden öncesi düşünülmüş, çeyiz yardımları, “dinamik nüfusun korunması” adımında anılırken genç yaşta evliliğe teşvik değil, diğer başlıklarla beraber incelendiğinde adeta toplumsal bir dayatma oluşturulmuş. Daha sonra evlilik öncesi eğitim var; burada temel amaç neoliberal muhafazakar altyapıya uygun ve yoz ahlaki anlayışı perçinlenmiş, hem de üretimin en ağır koşulları için uysallaştırılmış genç ve yeni evli çiftler yaratmak. Bunu sağlamak için spot filmlerden, broşürlerden, eğitim setlerinden, çalıştaylardan, radyo ve televizyondan, sosyal hizmet birimlerinden, TSK’dan, Halk eğitim merkezlerinden, Kur’an kurslarından ve devlet eliyle yetkilendirilmiş başta aile müfettişleri olmak üzere sosyal politikacılardan yararlanılacak; yani tüm burjuvazi tüm kurumlarını seferber edecek ve toplumun her yanı kuşatılacak, aynı Big Brother gibi. Bütün bu kullanılan araçlar, bu meseleyi ne kadar ciddiye aldıklarını gösteriyor. Yasada aileye yönelik hizmetler başlığında, kadına şiddetin önlenmesine dair bir takım laflar da var. Şiddetin en yakınımızdan geldiği ve genelde aile içinde

çıkmayan, erken yaşta evlenen, çok çocuk doğuran, çok üreten, çok çalışan, yani bedeni ve geleceği üzerinde söz söyleyemeyen bir işçi kadın tipolojisi oluşturulmaya çalışılmaktadır! Pakette hiçbir şey aile kurumu dışında düşünülmemiştir. Sanki söylenmek istenen, “böyle sorunlu bir toplumda yaşıyorsanız, bu sorunları aşmanın yolu, kendinizi bile hiçe sayarak ailenizi ve devletinizi güçlendirmekten geçer”. Neoliberal düzenin yalnızlaşmaya ve çaresizliğe ittiği bir toplumda bağımlılıklarla mücadelenin yine aileden geçtiğini söylemek de bu anlamda oldukça gülünçtür. Paketin temel amacını, orta-ileri gelişmişlik düzeyindeki Türkiye’nin üretici güçlerinden sonuna kadar faydalanmak ve geleneksel bağları hala var olan Türk toplumunun neoliberal düzenle tamamen uyumlaştırılmasını sağlamak olarak görmeliyiz. Böylece kapitalist ilişki ağlarının, geleneksel aile düzenine dayanan toplumsal yapı sebebiyle sekteye uğramaması ve tam akışkan sermaye ilişkilerinin kurulması sağlanacaktır. Kadınlara her şeyi bir kenara bırakıp, bankacılık, borçlanma ve yatırımlarla ilgili eğitim verilmesi saçmalığı bu durumu açıkça gösterir. Toplumsal üretimde hiçbir karşılığı olmayan bu finansal sermaye artık toplumun bütün kesimlerine zorla öğretilecek ve burjuva sermayesi açısından kusursuz toplumlar oluşturulacaktır. Birçoğu daha önce Ulusal İstihdam Stratejisi ile gerçekleştirilmeye çalışılan bu maddelerin temel amacı ise AB’ye uyum sürecini sağlamaktır. Hükümet, batının tam gelişmiş kapitalist toplumlarının yapısal bağlarını örnek alırken, aynı zamanda muhafazakar çizgisini de koruyarak bu toplumun çözülmesini engellemeye ve daimi biat etmesini sağlamaya çalışıyor. Biat kültürünü desteklemek amacıyla işçi sınıfına sadaka gibi verilen yardımlarla aynı zamanda bir “şükür toplumu” oluşturulmaya çalışılıyor. Ancak verilen bu sözde hizmetlerle kişinin sağlıklı yaşamının desteklenmesinden çok, ailenin kapitalist toplum için “yeterli” tüketimi sağlaması ve sermaye akışkanlığının olabildiğince hızlanması amaçlanıyor. Aile Danışmanlığı adı altında toplum adına hiçbir faydası olmayan, sadece burjuva ahlak düzeninin koruyuculuğunu yapan bir statü oluşturulup, bu alanda beş bin personelin görevlendirileceği bildirilirken; sosyal yardım ve sosyal hizmet alanındaki ihtiyacı karşılamak için söylenen şey ise, sadece bu alandaki çalışmaların alt yapısının oluşturulmaya çalışılacağıdır! Bu yarım ağızla söylenen ve son derece yetersiz olan programın da nasıl uygulanmayacağını gelecek yıllarda göreceğiz.

Son olarak ele alınan ve bizce paketin en can alıcı amaçlarından birisi, “Dinamik Nüfus Yapısının Korunması” stratejisidir. Bu bağlamda kadına sürekli doğurması, aynı anda hem evde hem işte çifte mesai yapması telkin edilmekte ve erkeklerin bu “görev”lerle bağı neredeyse hiç kurulmamaktadır. Verilen hakların hepsi belli bir koşula bağlanmıştır, zira burjuvazi öyle “beleşten” hak verecek değildir biz işçi kadınlara! Öncelikle çoğu hak kamu işçilerine sağlanmaktadır. Özel sektörde var olan hakların denetimi bugün sağlanmadığı gibi, gelecekte de bu alanda bir güvence verilmemektedir. Kreş hakkının bugünkü yasalarda zaten var olması ancak, uygulamayan patronlara karşı cezai bir yaptırım gücünün bulunmaması aynen devam edecektir. Devlet patronlarla arasındaki bu sorunu belediyelere kreş açtırarak çözmeye çalışmaktadır. Ancak bu kreşler için yeterli ve donanımlı alt yapı bulunmadığı gibi, bunun nasıl sağlanacağından da hiç bahsedilmemektedir. En iyi durumda bile kreş hakkının koşulu, o iş yerinde 150 kadının çalışmasıdır. Böylece çocuk bakımı bir kez daha kadına yıkılmış olmakta, kreş hakkının bu denli zora koşulması çocuğun toplumsallaşmasını olabildiğince engellemektedir. Pakette biz işçi kadınların çok çocuk doğurması karşılığında -tıpkı karlı bir alışveriş gibi- yardım yapılacağı söyleniyor. Üstelik çocuk sayısı arttıkça -kadın bu yükün altında ezilirken- yardımlar da artıyormuş gibi gözüküyor. İstihdam yaratıcı üretim alanlarının arttırılmadığı ve işsizliğin çok yüksek noktalara çıktığı bu koşullarda, özellikle biz işçi kadınların kamuda ya da düzenli işlerde çalışması burjuvazinin gözünde bir ayak bağına dönüşüyor. Neoliberal politikalar burada tekrar devreye girerek burjuvazi için büyük bir çözüm yaratıyor: işçi kadını yarı zamanlı, esnek ve olabildiğince ucuz iş gücü olarak çalıştır! Daha önce çıkartılan (UİS gibi) stratejilere ek olarak, bu pakette de bir hak olarak tanımlanan yarı zamanlı çalışma, bu sefer de ailenin korunması adına, mesela çocuk okula başlayana kadar ebeveynlere sunuluyor. Ancak bu hakkı kullanan ebeveynlerin, bu yasadaki diğer hiçbir (sözde) haktan faydalanamayacakları da söyleniyor. Türkiye, bu konuda ILO’nun 183 Sayılı Anneliğin Korunması Sözleşmesi’ni dahi imzalamakta ayak diriyor. Zira, doğum yardımı gibi en temel hakların düzenlendiği bu sözleşmede, bu haklar sadece kamu çalışanlarına değil, aynı zamanda a-tipik olarak tanımlanan, taşeron, yarı zamanlı ve gündelik işlerde çalışanlara da sağlanır. Hükümet bu sözleşmeyi imzalamayarak, burjuva sınırlarının bazı dayatmalarından da kurtulup, yasadaki doğum yardımı, kreş, süt izni gibi hakları a-tipik işlerde çalışan kadınlara vermek zorunda kalmıyor. Böylece zaten kamuda daha önce çoğu var olan hakların bir adım ötesine geçilmemiş oluyor. Bir de bunun üstüne beyaz yakalı olan ve vasıflı iş gücü içinde bulunan kadınların bu konumları ellerinden alınmaya çalışılarak yarı zamanlı çalışma yaygınlaştırılıyor. A-tipik işlerde çalışmaya zorlanan işçi kadınların ise kıdem ilerlemesi başta olmak üzere birçok sosyal hakkı elinden alınıyor. Biz işçi kadınlara “sen yarı zamanlı bir işte çalışıp, aynı anda çocuğuna bakabilir ve ev işlerini yürütebilirsin” deniliyor. Böylece iş gücü piyasasını çok katı bulan sermayedarların, özellikle işçi kadınlar için, yeni istihdam biçimi olarak getirmeye çalıştıkları esnek ve yarı zamanlı işler, yeni yasayla beraber ahlaki bir temele de oturtulmuş oluyor. Bütün bu dayatmalardan, hak kayıplarından, yaşamlarımıza müdahaleden çıkartacağımız şey basit: Biz işçi kadınlar, ev içi görünmeyen emeğimiz ile ve de piyasadaki esnek ve güvencesiz konumumuz ile iki kat köleleştiriliyor ve erkek egemen düzenin baskısı altında iki kat eziliyoruz. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’ne yaklaştığımız şu tarihlerde önümüze koyulan yeni paketlerle burjuvazi güçleri biz işçi kadınlara bir kez daha baskı ve şiddet uygulamaktadır. O gün daha iyi çalışma koşulları için greve çıkan kız kardeşlerimizin öfkesi hala tazeyken, bizleri sermaye tekeli altında bir kez daha ezmeye çalışıyorlar. Mücadeleyle elde edilmiş hakları dahi elimizden almak istiyorlar. Bizler, kadının her anlamda özgürleştiği bir toplum tasavvurunu kurarken ve bunu gün be gün gerçekleştirirken aslında burjuvaziyi ne kadar da çok

korkutmuşuz meğer. O zaman bu alanda biraz daha güçlü adımlarla yürüyerek karşılarına dikilmenin zamanı gelmiştir. Dünya Emekçi Kadınlar Günü yaklaşırken, şimdi bizler evde, iş yerinde, okulda, sokakta, meydanda, yani tüm yaşam alanlarında kendi haklı taleplerimizi dillendireceğiz. Şimdi, onların yasalarına, buyruklarına, dayatmalarına karşı her yerde dillendireceğimiz bu talepleri ve işçi kadınlar olarak kurmak istediğimiz geleceğimizin teminatı adımları saymaya başlayabiliriz: 1-) Öncelikle, kadını sadece ürettiği artı değer ile orantılı olarak ve kutsal ailenin koruyuculuğunu yaptığı ölçüde değerli gören her türlü yasanızı reddediyoruz! Biz işçi kadınlar, sermayenin çıkarları doğrultusunda esnek çalışma koşullarını değil, kendi isteklerimiz ve ihtiyaçlarımız doğrultusunda güvenceli çalışma hayatı talep ediyoruz. 2-) Devletin her türlü kurumunu seferber ederek dayattığı kutsal aile biçimini reddediyoruz! Cinsiyetçi iş bölümünün ve ataerkil kuralların hakim olduğu şu anki aile biçimi kadını her anlamda köleleştirmektedir. Devlet, çıkarttığı bu yasa ile aile eğitimi ve danışmanlığı hizmeti adı altında, neoliberal muhafazakar aile yapısını hayatımızın her alanında dayatmaya çalışmaktadır. Bu alanlarda yapılan gereksiz harcamaların, kesilmesini ve kadın ve bebek sağlığı, yeterli ve nitelikli çocuk bakımevleri ve bunların denetimi gibi yakıcı ihtiyaçlarımızın karşılanmasını talep ediyoruz. 3-) Aktif nüfusun azalmasından duyulan endişe ile doğum oranlarını arttırmaya yönelik yaptığınız her türlü yardımı ve bedenlerimiz üzerinden yaptığınız siyaseti reddediyoruz! Bizlere sürekli öğütlenen, erken yaşta evlenin, çok çocuk doğurun ve çocuklarınıza patriarkal kapitalizmin ahlak kurallarını sıkıca öğretin sözlerine boyun eğmiyoruz. Bizler aşkımızı istediğimiz gibi yaşayacak, istersek burjuva miras hukukuna dayalı olmayan ve salt aşka ve sevgiye dayalı olan ilişkiler kuracak, eğer istersek geleceğimizi beraber örgütlemek için çocuk yapacak ve çocuklarımıza kendi sınıfsal talep ve özlemlerimizi anlatarak yeni bir dünyayı onlarla beraber yaratacağız. 4-) Bu pakette ve daha önceki birçok yasada söylenen ve bunların dahi denetimi yapılmayan yetersiz, sağlıksız ve donanımsız kreşlerin ve yaşlı bakımevlerinin bulunduğu bir toplumda yaşamayı reddediyoruz! Bizler çocuk, yaşlı bakımı ve ev işi başta olmak üzere bugün cinsiyetçi iş bölümüne dayanan her türlü işin toplumsallaşmasını talep ediyoruz. 5-) Çeyiz hesabı aldatmacasıyla genç yaşta evliliği teşvik eden ama genç işsizliğin giderilmediği ve yoksulluğun arttığı bir toplumu reddediyoruz! Bizlerin temel talebi insanca yaşanacak bir hayat iken, bunu sağlamadan yeni yuvalar kurmamız ve bunun için bankalarda birikim yapmamız isteniyor. Birikim karşılığı verilecek belli orandaki desteğin, hayatta hiçbir karşılığını bulmadan eriyip gideceği aşikar. Bu sunulan tepsi yine işçi sınıfı için değil, sermayedarlar için sunulmuş gözüküyor. Buna karşı, emeğimize ve bedenimize el konulmayan bir toplum talep ediyoruz. 6-) Son olarak çocuk dostu şehirlerden bahsediyor yasada. Gezi Parkı başta olmak üzere yaşam alanlarının savunulduğu Haziran direnişinde katlettiğiniz Berkin Elvan’ın ve katledilen diğer çocukların hesabını vermeden çocuk dostu olmaktan asla bahsetmeyin bizlere! Bütün bunlara karşı, gerçekten çocuk ve insan dostu olacak yaşam alanlarının olduğu, mekanda özgürlüğümüzü sağlayacak yeni bir yaşam talep ediyoruz. İKM olarak tüm işçi sınıfına sesleniyoruz: “Biz işçi kadınlar, işçilerin katledilmediği, insanca yaşama, insanca çalışma koşullarının sağlandığı günleri kendi ellerimizle kuracağız! Kapitalizmin günümüzü ve geleceğimizi ellerimizden almasına, dayattıkları yasalarla, ahlak kurallarıyla, her türlü maddi ve manevi araçla bizleri baskı altına almasına izin vermeyeceğiz! Biz işçi kadınlar, sermayeye ucuz iş gücü olmayacağız/doğurmayacağız! Bedenimize ve emeğimize müdahale edilmesine izin vermeyeceğiz! Şimdi, sermayedarların paketlerine karşı, gelin hep beraber kendi taleplerimizi büyütelim, yayalım, geleceğimizi örgütleyelim. Geleceğimizi kurmak için, bulunduğumuz her yeri direniş alanına çevirelim!” İşçi Kadın Meclisi


10

işçi meclisi

Yunanistan’da ekonomik-siyasal kriz,

seçimler ve Syriza

Syriza için iki seçenek var. Birinci seçenek ki aslında Çipras ve ekibinin de istediği ve söylemekten çekinmediği “ideal bir kapitalizm” söyleminde ısrarcı olmak, AB ile kavga etmeden uzlaşarak bu süreci aşmak... Kitlelerin savaşım istek ve yeteneğine ve bunu geliştirmeye dayanmayan bir yönetim ise, kaçınılmaz olarak ona karşı, burjuvazi ve küresel mali oligarşinin, kitlelerin yeniden edilginleştirilerek daha yıkıcı biçimlerde sömürülmesi istencine dayanacaktır. Yunanistan’da 25 Ocak’ta beklenen erken seçim gerçekleştirildi. Tüm anketlerin gösterdiği üzere Syriza seçimlerden birinci parti olarak çıktı. Hatta seçimi anketlerin ve beklentilerin üzerinde %36,5’lik bir oy oranıyla tamamladı. Syriza Başkanı Aleksis Çipras’in balkon konuşmasında sarf ettiği “Tüm Yunanları temsil edecek bir hükümet kuracağız, vatanımızı yeniden inşa etmek için mücadele vereceğiz. Yeni hükümet, tüm AB halklarının ortak çıkarını göz önüne alarak adil ve karşılıklı yararı içeren bir çözüm için müzakereye gidecek” ifadesi, seçimler öncesinde giderek geriye doğru çözülen söylemlerinin bir yansıması oldu. Öte yandan Çipras uzlaşmacı reformist söylemlerinin üzerini örtme hamlesi olarak dini yemin etmedi ve Başpiskopos’un huzuruna çıkmadı. Syriza üyelerinin tamamı hükümetin göreve başlayacağı ilk gün yine Çipras gibi sadece politik yemin edecekler. Hükümet kurmak için gerekli olan 151 sayısına ulaşamıyan Syriza lideri Çipras balkon konuşmasının ardından yapılan görüşmeler ile sağcı ulusalcı parti ANEL ile bir koalisyona gitti. Zaten ANEL seçim çalışmaları sırasında kullandığı reklam filmiyle Syriza ile bir koalisyona hazır olduğunun sinyalini vermişti. Ekonomik krizle boğuşan Yunanistan’da uzunca bir süredir siyasi kriz de var. Seçimi halen hükümette olan Başbakan Antonis Samaras’ın Yeni Demokrasi Partisi’nin mi yoksa Aleksis Çipras önderliğindeki “Radikal” Sol Blok Syriza’nın mı kazanacağı sorusunun cevabı da böylece verilmiş oldu. Syriza ilk elde, Yunanistan’ın dış borcunu ödemek için 2010’dan beri bütün hükümetlerin sürdürmekte olduğu ağır kemer sıkma programına son vereceğini, halka yitirdiği haklarını ve olanaklarını iade ederken ekonomiyi son yıllarda yığılımlı olarak yüzde 25’e ulaşan küçülmeden kurtararak yeniden büyüme yoluna sokacağını iddia ediyor. Syriza’nın hükümet olma olasılığıyla birlikte büsbütün geri çektiği program ve vaatlerine karşın seçimleri kazanmasının ardından Avrupa’da “sol rüzgârın” yeniden canlanacağına dair beklenti içinde olanlar az değil. Syriza siyasette yeni bir “sol dalga” mı yaratacak, yoksa tersine sokak mücadeleleri dalgasını evcilleştirmeye, sistem içinde tutmaya dönük bir hareket mi? Syriza tarihine kısa bir göz atmakta yarar var. Syriza “Radikal Sol Koalisyon”un kısaltması . Kilit bileşeni, kendisi de Yunanistan solunun bir şemsiye örgütü olan Synaspismos Partisi. Synaspismos kuruluşunun ardından Küreselleşme Karşıtı Hareket ile etkileşime geçerek bir yükseliş ivmesi yakalamayı başardı. Kendisi de benzer çeşitlilik içeren antiküreselleşmeci hareket tarzı bir platform olarak muhaliflerin bir şemsiye örgütü haline geldi. Cenova 2001’den başlayarak, küresel neoliberal zirvelere karşı protesto hareketlerinde önemli bir rol oynadı. “Komünist” etiketine sahip KKE’nin kitlelerden kopukluğu, kastik yapısı, kitlelerin ve gençlerin yeni durum ve ihtiyaçlarına ilgisizliği, gençlik kesimleri içerisinde Synaspismos’un çekiciliğini arttırdı. Avro-komünistler, sol sosyal demokratlar, solcular ve ekolojistleri içinde barındıran bu hareket, sınıf siyasetinden çok “kimlik siyasetine” eğilim gösteren sosyal-liberal, reformist

Syriza için seçimler sonrasındaki ilk üç, dört ay çok önemli. Her şeyden önce kitlelerin ve bunun yansıması olarak içindeki seslerin beklentilerine cevap verecek mi veremeyecek mi ? İlk yapılan hamle aslında Syriza’nın daha ilk dakikalarda ofsayta düştüğünün göstergesi. Syriza’nın ittifak yapmak için milliyetçi sağdan Bağımsız Yunanlar’ı (ANEL) seçmesi, hem ona oy verenler hem de içerisindeki farklı unsurların kafalarında soru işareti yarattı. bir partiye dönüştü. Kendi içerisinde nasıl bir parti tartışmalarını sürdüren geniş bir koalisyon platformudur. İçinde eski Marksistler, post-Marksistler, Troçkistler, Maocu oluşumlar, Çevreciler, Feministler, Sosyal Anarşistler dahil en geniş anlamıyla sol muhalif bir yelpazeyi barındırmaktadır. Seçimler sonrasında Syriza’nın asıl zorlanacağı meselelerden birisi de bu bileşenin Çipras ekibini sıkıştıracağı ve zorlayacak olması; dolayısıyla atılan adımlarla birlikte Syriza içinde de bir siyasal krizin patlaması sürpriz olmayacaktır.

ve antifaşist geleneğin olduğu Yunanistan’da, Syriza’nın kemer sıkma politikaları, polis baskıları, göçmenlere karşı ırkçı saldırılar ve faşist Altın Şafak’ın yükselişine karşı daha net ve ajitasyonal bir duruş göstermesi, gençlik ve kitle eylemlerine sahip çıkması, hareketlenen gençlik ve kitle kesimlerinde belli bir zemin buldu.

2012 seçimlerinde Syriza oylarını artırmayı sürdürdü. Syriza, solcuların, ilericilerin, antifaşistlerin yanısıra, sözde “komünist”, özde bürokratik-pasifist KKE ve bağlı sendikalardan ayrışmaya başlayan muhalif sendikalı işçilerin Syriza’nın dayandığı toplumsal tabanın işçi de oylarını alarak 52 milletvekili çıkardı. Son sınıfını içinde eritmiş ve herhangi bir bileşene seçimler ile birlikteyse beklentilerin de üzerinde indirgemiş heterojenliği ve siyasal bileşenlerinin bir oy alarak 149 milletvekili çıkardı. Bununla ideolojik-siyasal bulanıklığı nedeniyle zaten birlikte yelkenlerini kriz saldırganlığına karşı bağımsız bir sınıf programına sahip olması kitlelerin arayışları ve sokak kabarışları ile dolbeklenemez. Reel-politik ifadeleri dışında, duran Syriza’nın önceki dönemindeki canlılık herhangi bir siyasal program ve stratejiye sahip ve radikalliğinin artan ölçüde parlamentarist olduğu da, yaşadığı iç ve dış tartışmalar, önceki zehirlenme ile budanıp sulandırıldığı, düzene iddia ve vaatlerinde durmaksızın revizyonlar, çok entegrasyon ve biatının arttığı çok açık. Balkon çeşitli akım ve hareketlerin eklektik bileşimi gibi konuşmasının bütün şatafatlı cümlelerini geride nedenlerle oldukça kuşkuludur. bırakırsak aslında programın budanmış bir sosyal demokrasi programına dönüştüğü gerçeğini Syriza, 2007 seçimlerinde oylarını %3,3’ten görürüz. %5,6’ya yükselterek 14 milletvekili çıkarmıştı. Syriza’nın asıl dinamiği Yunanistan’daki şiddetli “Borçları ödemiyoruz!… Şey, müzakere edebiliriz kriz ve saldırılara karşı sokak kabarışı ve yani…” direnişleri oldu. 8 Aralık 2008’de patlak veren ekonomik çatırtı ve çöküntüler sonrası sokakYunanistan’daki ekonomik kriz ve çöküntünün lar yangın yerine döndü. 15 yaşındaki Alexis’in görünen sivri ucu olan dev çaplı dış borç polis tarafından öldürülmesi, gençliği kapsayan prangası karşısında ”borçları ödemeyeceğiz, fiilk isyan dalgasını ortaya çıkardı. Haftalara ilen sileceğiz” çıkışı, kitlelerde AB mali oligarşisiyayılan sokak isyanları, barikat çatışmaları, başka troyka (AB Komisyonu, AB merkez bankası, IMF) bir alternatifin yokluğu ve işçi sınıfının ana ve yıkım programlarına karşı büyüyen tepkiyle gövdesinin bloke edilmişliği koşullarında, esnek, birlikte büyük bir sempati toplamıştı. Ancak heterojen, hareketli Syriza’ya olan ilgi arttı. Syriza Syriza çok geçmeden “borçların bir kısmını silesol için bir çekim ve toplanma merkezi haline lim, geri kalanını ekonomiyi canlandırarak ödeyegeldi. Tarihsel ve güçlü bir siyasal mücadele lim” noktasına geriledi. Oysa boğazına kadar


11

işçi meclisi

borçlandırılmış olduğu küresel mali oligarşiyle hiçbir pazarlık şansı olmadan pazarlık-müzakere masasına oturmaya kalkışmanın boyun eğmeyi ve kurbanlık koyun gibi efendilerin lütfunu beklemeyi baştan kabul etmek anlamına geldiği çok açık. Syriza, ilk dönemlerindeki “kredilerin kimlerin cebine gittiğini, şimdi ise kimlere ödetildiği” tartışmasını bile çoktan toprağa gömmüş durumda. Durumun salt borçlar üzerinden, onun da “ulusal ekonomi” üzerinden tartışılması, zaten şiddetli ekonomik-toplumsal-siyasal kriz sürecindeki uzlaşmaz sınıf karşıtlığını toprağa gömüyor, “ulusalcı-halkçı” bir bulanıklığa çekiyordu. Syriza buradan, Yunanistan burjuvazisinin küresel mali oligarşiye derin entegrasyonuna da selam duruyor; Yunanistan burjuvazisini karşısına alamayan uzlaşmacı ve işbirlikçi “yandan çözüm arayışı”, kaçınılmaz olarak küresel mali oligarşiye de biata götürüyor.

elektrik parası gene işsizlerden alınmayacak? O korkunç mali oligarşik asalaklık kamburu, AB kamburu, uluslar arası neoliberal rekabet kamburu, işsizlik kamburu, kriz koşullarında hızlı sermaye merkezileşmesi ve tabii sermaye ve devleti yerinde duracak? Bırakalım olağanüstü bir merkezileşmenin olduğu üretim ilişkilerini, yine bu temeldeki mali ilişkiler ve tabii yönetim ilişkileri değişmeden, dağılım ilişkileri nasıl değişecek? Hepsi bir yana, işsizliğin yüzde 30’a dayandığı, yaşam koşularının yüzde 30’a yakın keskin ve kalıcı bir düşüş gösterdiği kitleler aspirin tedavisiyle yatışmaya razı gelecek mi? Syriza, Yunanistan’ın Lula’sı Brezilya’da yine benzer bir transformasyon sürecinin ürünü olan Lula’nın hükümete gelirken eski dava arkadaşı olan işçilere ve kitlelere vaat ettiği “sıfır yoksulluk programını” hatırlayan var mı? O aynı Lula partisinin 10 yıllık hükümetinden sonra, geçtiğimiz yıl Brezilya’da kitleler, bırakalım “düzeltilmeyi” daha da şiddetlenmiş ve taham-

ini yönetme biçiminin salt baskılardan ibaret olmadığıdır. Bu da sınıf mücadelesinin baskılar kadar önemli bir eşiği ve özdeneyimi olacak, narkotik etkisi ne olursa olsun, kitleler gerçek kararlarını sokakta verecektir. Syriza’nın zaferi düzen partilerinden, liberal reformistlere kadar geniş bir yelpaze tarafından kutlandı. Hatta düzen partisi CHP bile kendine örnek alacağı bir model olduğunu dile getirdi. Oysa bu sonuç Yunanistan’daki işçi ve emekçilerin, kemer sıkma politikalarından bıktıklarını ortaya koydu. Ekonominin yüzde 25 küçüldüğünü, işsizliğin yüzde 25’in üzerine çıktığını ve insanların gelirlerinin neredeyse üçte birini kaybettiğini düşündüğünüzde bu sonuç hiç de sürpriz sayılmaz.

Syriza için seçimler sonrasındaki ilk üç, dört ay çok önemli. Her şeyden önce kitlelerin ve bunun yansıması olarak içindeki seslerin beklentilerine cevap verecek mi veremeyecek mi ? İlk yapılan Oysa mevcut koşullarda, “borçları ödemiyoruz, hamle aslında Syriza’nın daha ilk dakikalarda yaptırımları tanımıyoruz, ofsayta düştüğünün AB’den ayrılıyoruz, göstergesi. tüm borçlu işletmeleri Syriza’nın itkamulaştırıyoruz” tavrı tifak yapmak dışında AB mali oligarşisinin için milliyetçi eteklerini tutuşturacak karşı sağdan Bağımsız yaptırım, dolayısıyla asgari Yunanlar’ı (ANEL) “pazarlık” şansı bile yok. Bu, seçmesi, hem ona Yunanistan burjuvazisinin oy verenler hem büyük, tekelci kesimleriyle de içerisindeki papaz olmayı gerektirse de, farklı unsurların kapitalist sistem dışı ve gerkafalarında soru çek bir çözüm oluşturmaz. işareti yarattı. Ama en azından, burAyrıca bankaların juva sınıf kesimleri içinde nakit sıkıntısı çelişkileri artırır, kitlelerin yüzünden içine itildiği katmerli mali Avrupa Merkez oligarşik dehşeti bir nebze Bankası’ndan borç sınırlar, gemi azıya almış talep ettiği bir süreç neoliberalizme nispi bir yaşanıyor. Syriza ayar çeker, özgüveni artırır, lideri Çipras’ın bu savaşım kararlılığını gösterir. durumda Troykayı Ama böyle bir reform dahi, kızdırması ve Troyburjuvaziye değil kitlelere ka ile restleşmesi dayanarak yapılabilir. pek mümkün Syriza kurmaylarının hükümet vizesini de kitlelerden değil ama kapısını aşındırıp durduğu görünmüyor. Syriza Haziran ayına kadar AB mali oligarşik kurum ve temsilcilerinden almaya çalışması; büyük efendilere “komünist” Kitlelerin savaşım istek dayanırsa asıl Haziran ayında ödemolmadığını, “sosyalist” olmadığını, “sosyal demokrat” olmadığını, “reformist” olmadığını, AB’nin ve yeteneğine ve bunu esi gereken iki büyük bono ödemesi ıslah olmuş “iyi çocukları” olduğunu kanıtlamaya çalışması başka söze yer bırakmıyor. geliştirmeye dayanmayan karşısına gelecek; Çipras ve ekibinin bir yönetim ise, kaçınılmaz böylesi bir süreçte radikal söylemlerinolarak ona karşı, burjuvazi ve küresel mali mül edilmez hale gelmiş neoliberal despotik den bir anda vaz geçmelerinin nedeni de aslında oligarşinin, kitlelerin yeniden edilginleştirilerek çalışma, yaşam ve yönetilme koşullarına isyan çok net anlaşılıyor. daha yıkıcı biçimlerde sömürülmesi istencine etmemiş miydi? dayanacaktır. “Borçların bir bölümünü sileSyriza için iki seçenek var. Birinci seçenek ki lim, geri kalanını ekonomiyi canlandırarak Gerçi Türkiye’de Yunanistan’daki bu gibi deaslında Çipras ve ekibinin de istediği ve söyleödeyelim” demek ise, neoliberal burjuvaziye en rin ekonomik meselelere ilgi gösterenler çok mekten çekinmediği “ideal bir kapitalizm” ufak bir sınır dahi koymadan, önce burjuvaziaz. Türkiye’den liberal reformistler, gözlerini söyleminde ısrarcı olmak, AB ile kavga etmeden mizi kurtaralım ki, kitleleri de kemer sıkmadan Syriza’nın burjuva parlamenter seçim demokrauzlaşarak bu süreci aşmak, Çipras’ın balkon kurtarabilelim, demagojisinden ibarettir. Syriza sisindeki başarılarına dikmiş durumdalar. HDP konuşmasının satır başı tam da bu yolu işaret kurmaylarının hükümet vizesini de kitleleriçerisinden de Syriza’nın sokaklardan güç alıp ediyor: “AB ile ne çatışmaya gireceğiz ne de boyun den değil ama kapısını aşındırıp durduğu AB parlamentarizme tahvil ediş “başarısına” övgüler eğeceğiz. Tüm şartları Avrupalı ortaklarımızla mali oligarşik kurum ve temsilcilerinden algelmeye başladı bile. Syriza’nın AB mali oligarşisi yeniden masaya oturup değerlendireceğiz. Yeni maya çalışması; büyük efendilere “komünist” ile müzakere masasına oturmaya çalışmasıyla da borç yaratmayacağız”. Ancak bu seçenek Syriza’ya olmadığını, “sosyalist” olmadığını, “sosyal bir benzerlik görülüyor herhalde. güvenen işçiler ve kent yoksulu Yunanları demokrat” olmadığını, “reformist” olmadığını, memnun etmeyecektir. Ancak Syriza’dan daha AB’nin ıslah olmuş “iyi çocukları” olduğunu Syriza’nın yükselişinin Yunanistan’da sınıfsalfazlasını beklemek ham bir hayal olur. Yazıda da kanıtlamaya çalışması başka söze yer bırakmıyor. toplumsal sarsıntılar, kutuplaşma ve güç dengebelirtiğimiz gibi Çipras ve ekibi Avrupa’nın Lulası lerinde nispi bir farklılaşmanın olduğu kadar, olma yolunda ilerlemeyi tercih edeceklerdir. Syriza’nın “program” dediği Selanik belgesi, onun kapitalizm ve mali oligarşisine, parlamenAB’den ve Euro’dan çıkılmayacağı, dış borcun tarist hayallere doğru özümsenmek istenmesinin İkinci yol ise sokaktan aldığı güce güvenerek AB ile müzakere edileceği, müzakereler sürerken bir ifadesi olduğu açıktır. gerçek anlamda bir sınıf programı yaratmak ekonomiyi canlandırmak ve kemer sıkmayı olacaktır. Ancak liberal reformist bir oluşumdan sona erdirmek için bir kamu harcamaları planı Syriza hükümet kurabilir ama kitlelerin gerçek böylesi bir program beklentimiz bizim cephebaşlatılacağını söylüyor. Yani borçların silinsınıf mücadelesi istem, gereksinme ve özlemlerini mizden yok. Kısacası Yunanistan’da yaşanan mesi bir yana, yeniden borç istenecek, buna temsil edemez. Çünkü zaten burjuva demokrasüreci hep birlikte izleyip göreceğiz. Asıl olansa dayalı olarak sömürü çarkları dönecek, borsisi kitleleri temsil edemez. Seçimleri kazanırsa, Yunanistan sokaklarının alevinin bir kaç ay çlar geri ödenecek. Peki, kemer sıkma nasıl Avrupa ve Türkiye açısından bir “sol dalgadan” sönse bile er veya geç yeniden alevleneceğidir. sona erecek? Asgari ücret ve zenginlerden çok “sol narkoz” etkisi yaratacaktır. Syriza ve Sınıf devrimcileri cephesinden asıl önemli olan, alınan vergi biraz artırılacak, askeri harcamabenzerlerinde görülmesi gereken, sistemin krizi her ne olursa olsun Yunan işçi sınıfının ve kent lar azaltılacak?! İşsizlere sağlık hakkı verilecek, ve tabii, asıl kitlelerin hoşnutsuzluk ve öfkesyoksullarının sokakta söyleyecekleri sözdür.


12

işçi meclisi

Davutpaşa: 7 yıldır hiçbir çözüm bulunamadı ‘Adalet Arayan İşçi Aileleri’, 7 yıl önce Davutpaşa’da bir maytap atölyesinde meydana gelen patlamada hayatını kaybedenleri atölye duvarına bıraktıkları karanfillerle andı. Mahkemenin verdiği cezayı az bulan aileler adalet çağırısında bulundu.

arıyoruz. Çünkü biz karar duruşmasında hakime şunu söylemiştik; Bu dava Türkiye’de yaşanan iş cinayetlerine ya dur diyecek ya da devam diyecek. Eğer bu davada gerçek sorumlular yargılanmış olsa ve layıkı ile ceza almış olsaydı birçok işveren görevini ‘Adalet Arayan İşçi Aileleri’nden yaklaşık 100 layıkıyla yerine getirirdi. Biz bu yanlış algıyı işçi yakını, 7 yıl önce Davutpaşa’da patlamanın değiştirmeye çalışıyoruz. Aileler olarak bir yaşandığı atölye önünde toplanarak olay yerine arada bunun mücadelesini veriyoruz” dedi. kırmızı karanfiller bıraktı. Anma etkinliği öncesEşi Halit Alkan’ı kaybeden 2 çocuk annesi inde Davutpaşa’da toplanan işçi yakınları, üzerinde Saima Alkan, “Görüyorsunuz her şey ortada. ‘7 Yıl Oldu. Adalet mücadelemizde karar çıktı. 7 yıldır hiçbir çözüm bulunamadı. Adalet Belediye yetkilileri 9, bina sahipleri 5’er yıl ceza yerini bulmadı. Televizyon izledikçe hep iş aldı. Yetmez! Bütün sorumlular daha fazla ceza ala- kazalarını görüyoruz. Çocuklarım yetim cak’ yazılı pankart açtı. Ardından harekete geçen kaldık, ben kocasız kaldım. Başka çocukeylemciler, patlamanın yaşandığı atölye bölgesine lar yetim kalmasın, başka insanlar da eşsiz doğru yürüyüşe geçti. Burada iş cinayetleri için kalmasın” diye konuştu. saygı duruşunda bulunan işçi yakınları daha sonra basın açıklaması yaptı. Aynı kazada amcası Lezgi Şimşek’i kaybeden Ercan Şimşek ise “Burada amcamı kaybettim. Amcamın Basın açıklamasını okuyan ve patlamada kardeşi hayatı hep burada çalışmakla geçti. Çocukları Heybetullah Güleç’i kaybeden Hakkı Güleç, “Artık ufacıktı hayatını kaybettiği zaman. Bu ülkede adalet iş cinayetlerini görmek ve duymak istemiyoruz. var diyoruz, Müslüman bir ülkede yaşıyoruz ama 7 yıldır biz adaleti olmayan bir ülkede adalet maalesef adaletin olmadığını görüyoruz” şeklinde

konuştu. İşçi yakınları, yapılan anma töreni ve basın açıklamasının ardından beraberlerinde getirdikleri kırmızı karanfilleri olay yerine bıraktı.

Tepe Home direnişçileri CNREXPO mobilya Tepe Home’un işçi ve sendika düşmanlığını protesto ettiler. 27 Ocak 2015 Salı günü İstanbul Mobilya Fuarı’nda Bilkent Holding’e bağlı Tepe Home Mobilyanın da standının olması sebebiyle CNREXPO Fuar Merkezi önünde basın açıklaması yaptı. İşverenin oldukça keyfi davrandığını ve her türlü kanunsuzluğu yaparak daha fazla kar etme uğruna işçileri işsizlik ve açlık cehennemine atığını ifade eden başkan Küçükosmanoğlu konuşmasına şöyle devam etti.“Taşeron cehennemine mahkum edilmek istenen, işinden ekmeğinden edilen işçi arkadaşlarımızın bu haklı ekmek mücadelelerine, sınıf kavgasına sahip çıkacağız. Bu haksızlıkları yapanlar bilsinler ki artık karşılarında DİSK Nakliyat-İş sendikasında örgütlü işçiler var. Tepe Home’nin bulunduğu tüm mağazalar Tepe Home’un ait olduğu Bilkent Holdingin bütün işletmeleri artık bizler açısından bir direniş

alanıdır Direniş yerleridir, eylem alanıdır. Yani burada Tepe Home yöneticilerinin yapmış olduğu bu anayasa hak hukuk tanımaz işçi ve sendika düşmanı tavrını her yerde mahkum edeceğiz her yerde Tepe Home direnişçilerini DİSK ve Nakliyat-İş sendikasını karşılarında olacaktır. Bu nedenle de Salı günüde açılacak olan mobilya fuarında Tepe Home’nin karşısına çıkacağız. Tepe Home’nin bulunduğu yerlerde Bilkent Holding’in bulunduğu diğer işletmelerde biz olacağız, bu hukuksuzluk ortadan kalkana kadar yani bu işçiler tekrar iş başı yapana kadar, toplu sözleşme hakkı tanınana kadar bu haklı mücadele devam edecek.”dedi. Tepe Home patronun Tepe Home’u var eden 15-20 yıldır çalışan işçileri bir gecede kapı önüne koyarak, sendikal örgütlenmeyi kırmak için daha fazla kar, daha fazla sömürü için işlerini taşerona

devrettiğini belirtti. Eylemde” Taşeron Cehennemine Teslim Olmayacağız”, “Yaşasın Tepe Home Direnişimiz”, pankartı açıldı. “Tepe Home’da Taşeron Cehennemine İzin Vermeyeceğiz”, “Atılan İşçiler Geri Alınsın”, “İşçiyiz Haklıyız Kazanacağız”, “İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek”, “Taşeron Cehennemine Teslim Olmayacağız”, “Yaşasın Zet Farma Direnişimiz” sloganları atıldı ve dövizleri açıldı.

Çapa Hastanesi: Direniş Kazandı Çapa’da işten atma saldırısı karşısında duyurusu yapılan eylem 26 Ocak saat 12.00’da yapıldı.

Genel-İş üyesi oldukları için işten çıkarılan 5 işçi için hastane bahçesinde bir yürüyüş yapıldı. Mono blok önünde bir araya gelen kitle “İşten çıkarılan işçiler derhal geri alınsın” ve ” Kadrolu çalışmak istiyoruz” pankartını açarak hastane bahçesinde bir yürüyüş yaptılar. Ardından Monoblok önüne gerigelen işçiler burada direniş çadırı kurarak çadır içerisinde bir basın açıklaması gerçekleştirdiler. İşçiler eylemde “Baskılar bizi yıldıramaz”, “Atılan işçiler geri alınsın” ve “Verilen sözler tutulsun” sloganlarını attılar. İşçiler adına basın açıklamasını yapan işten atılan İsmet Çiftçi, sendikaya üye oldukları için “provakatörlük ve işçilere greve teşvik etme” gerekçeleri ile işten çıkarıldıklarına dikkat çek-

erek, insanca yaşam koşullarının bir işçi tarafından istenmesinin bir hak olduğunu bunun provakatörlük ile bir alakasının olmadığını söyledi. Hastane yönetiminin ve taşeron firmanın işten atılan işçileri geri alması ve işledikleri suçun hesabının verilmesi gerektiğini aktaran Çiftçi, hakkını arayan işçilere ve sendikal haklara yapılan saldırıları kabul etmeyeceklerini ve sonuna kadar mücadele edeceklerini ifade etti.

Direniş çadırının kurulmasından birkaç saat sonra direniş kazanımla sonuçlandı. İşçilerden oluşan bir heyetle görüşen hastane yönetimi işçilerin taleplerini kabul etti. Heyetin çadıra gelerek kazanım ile sonuçlanan görüşmeyi aktarmasının ardından işçiler halaylar

ve sloganlar ile kazanımla sonuçlanan direnişi kutladılar. Kutlamanın ardından direniş çadırı kaldırıldı.


13

işçi meclisi

Kobané’de Kazanan Direniş Ruhudur 15 Eylül günü katil IŞİD çetelerinin Kobané Kantonuna saldırmasıyla başlayan savaş 134 gün sonra Kobané’den gelen özgürleşme haberi hepimizi mutlu etti. Kaniya Kurda eteklerinde zafer mutluluğunu yaşayan savaşçılardan öğrendik özgürlüğün direnişle geldiğini.

Kobané’de savaş düşük yoğunluklu olarak devam ediyor. Merkezin dışında çevrede ki köylerin büyük kısmıda IŞİD çetelerinden temizlendi. Çetelerin Rojava’da ki diğer bölgelerden ve özellikle Ezidilerin yaşadığı Şengal’den temizlenmesi o bölgelerinde özgürleşmesi için direniş devam ediyor. 500’e yakın YPG, YPJ ve BÖG üyesi direnişçi yaşanan savaşta yaşamını yitirdi. Kobané ile dayanışma eylemlerinin düzenlendiği Kürdistan’dan, Türkiye’ye tüm sokakların alev alev tutuştuğu 6-8 Ekim tarihlerinde sermaye devleti 50 kişiyi katletti. Ayrıca sınır eylemelerinde Kader Ortakkaya askerin hedef gözeterek attığı kurşunla katledildi. Devrimci dayanışma örneğinin sergilendiği Kobané direnişinde Serkan Tosun, Suphi Nejat Ağırnaslı, Sibel Bulut onların değişiyle ‘Her yürek devrimci bir hücredir, hayal gücü iktidara” sloganını gerçek kılmak için ölümsüzleştiler. Ortadoğu’da IŞİD çetelerine karşı güçlü bir

direniş sergileyen tek güç olan YPG ve YPJ gerillalarının direniş ruhu ve iradesi Kobané üzerinde dönen emperyalist kapitalist oyunlarıda, kendi besledikleri çeteleri Ortadoğuya salıp çeteler kendilerini vurunca uçaklarını yollayanları da, ilk başlarda kaçarak “tarafsız” kalan peşmerge güçlerini’de boşa düşürmüştür. Kobané düştü, düşecek, hayalleri kuran sermaye hükümeti ve Tayip Erdoğan’ın hevesini kursağında bırakan güçlü bir direniş sonunda “özgürlüğü” kazanmayı başardı. Bugün İŞID çeteleri bile yayınladıkları videolarla Kobané’de kaybettiklerini söylüyorlar. Kobané’de kaybeden sadece IŞİD olmamıştır. IŞİD’i açıktan destekleyen, sınırda askerleri IŞİD ile kol kola olan sermaye iktidarı’da bu savaşta kaybeden taraftır. Birkez daha direniş ruhunun en umulmadık anlarda özgürlüğü ve umudu muştalayacağına tanıklık ediyoruz. Birkez daha yeni bir dünya özlemi duyanların kapitalizmin en gerici saldırgan çetelerinin bile karşısında direniş gücünü kuşandıklarında neler yapabileceğini gördük. Asıl özgürleşme şimdi yaşanacak süreçle ortaya çıkacak. Kobané’de direnenler,uçakları ile IŞID çetesini bombalayanlar ile o çeteyi büyütenlerin aynı emperyalis kapitalist güç odakları olduğunu görerek, Kobané’yi yeniden direniş ruhuyla

kurmalıdırlar. Ortadoğu’da IŞİD çetelerinin kan ve ölüm politikaları devam ediyor. Kobané ile asıl dayanışma şimdi daha gür ve güçlü kurulmalıdır. Nasıl ki savaş sırasında sokaklarda olduysak, nasıl ki devrimci bir dayanışma bilinciyle kobanéye gidenlerimiz olduysa, şimdi oranın daha da özgür olmasının yolunu birlikte açmalıyız. Kobané zaferinin asıl mimarı olan yaşamı pahasına özgürlüğü savunan direnişçilerin anılarını saygı ile selamlıyoruz. Bize gösterdiğiniz direniş ve özgürlük denklemini yaşamın her alanında hayata geçirmek size sözümüz olsun.

Zinciri farketmek Ve kırmak Sadece keyif almak için koşardık; geride kalmış çocukluğumuzda.

“Haydi, uyan çocuğum geç kalıyorsun okula…” denilen günlerin yüzlercesini yaşardık da, bizi yatağa hapseden o yorgunluğumuz, kendi keyfimize göre çizilmiş bir okul sonrasının eseri olduğundan, hiç de uslanmazdık. Sonra büyüdük. Metalin metale vurmasından çıkan höykürüşleri de yaşadık, en naif sesiyle seni uyandırmaya çalışan, dijital devrimin ürünlerini de. “Çok uykum var, 5 dakika daha”ların yerini, beş dakika arayla kurulan alarmlara bıraktık. Enerjimizi eğlence olsun diye harcardık hiç bir rutine hapsolmayan çocukluğumuzda. Şimdiyse 30 yılı aşan, evle iş arasında gidip duran rutinlerimiz var. Performansın düşük diye çıkarılmamak için işten, tüm cimriliğimizle kullanır olduk mesai dışı zamanlar da enerjimizi. İronisi burda işin, tüm bu işe adanmışlığımıza rağmen, sabahın altısında çakı gibi kalkan insanlar değiliz hiçbirimiz. Şarjı bitse telefonlarımızın, kalkamayacağız bir mesai akşamının sabahında. Belki inandırdılar bizi 6 saat uyumanın yetişkin işi olduğuna ama vücutlarımız kabul etmiyor 8 saatten azını. Belki kıyaslandığımızdan yerimizi alacak bir makinayla ya da makinalaşmış bir arkadaşımızla da; ondan çalıştırılır olduk 10, 12, 14 saatlere kadar. Saati Mısırlılar buldu, zamanı değil ama yüzbinlerce kölenin zamanını kontrol eder oldular bu icadlarıyla. Şu ansa zaman, bize yaşattıkları ücretli kölelik sisteminde, bizi kontrol altına almaktadır. Dünün yemek vermeme cezalarının yerini, işe bir saat geç kalmamızla, yevmiye kesmeden başlayan cezalar almaktadır. Dünün kırbacıyla bugünün copu aynı kol tarafından kaldırılır aynı bedene indirilir. İnsanca yaşamak için, kölece düşünmekten vazgeçmemiz lazım. İçinde yaşadığımız dünyada tuttuğumuz yeri göremeyelim diye, ya akşamlara kadar çalıştırılmaya bırakılıyoruz ya da yokluğun yok olmak anlamına geldiği kapitalizmde, içinden

çıkmak için herşeyi yapabileceğimiz bir işsizliğin içinde yok olmaya.Gözden kaçırmak istedikleri o yeri farkettiğimizde, anlayacağız 6 saat çalışarak da insanca yaşayarak da, daha fazlasını ümit edebileceğimiz günleri kurmaya yetecek kudretimizi. Uzun çalışma süreleri, bir yandan da çalıştığımız mekanları yaşadığımız mekanlara çevirmektedir. “Çocuğumdan çok seni görüyorum..” cümlesi sayısız işyerinde dillenmiştir. İnternette bir reklam dolaşıyor deneysel bankacılık diye başlayan, fitnessinden, cafesine işçilerine her türlü imkanı sunup da evi sadece yatmaya gidilmeye ihtiyaç hissettiren bir reklam. Reklamda gözükmeyen bir cadde var. Satılık ev ilanlarıyla dolu bir cadde bu. Bankalara rehin kalmış, selefine yatmaya gidecek bir ev bırakmamış bir cadde bu. Seleflerden bir kısmının da o dev plazanın çalışanları olduğunu bilsek şaşırır mıydık. Güzel görünmek isteriz ve rötuşlu fotografa 10 kuruş fazla veririz. Artık tüm fotograflar rötuşlu ve tanıyamıyor internette kendi çalıştığı işyerini gören işçi, “vay be, bu kadar temiz miymiş bizim işyeri” ünlemini koyarak. Rötuşu kaldırırsak gerçek olanca şiddetiyle

elimize dökülüveriyor. Klimanın mesai haricinde bile durmaksızın işlediği izole bölmeden sadece bir kat aşağı insen, ciğerine talaş tozundan, metal zerreciklerine bir hücumun başladığını hissedersin. Nerede mi?, herhangi bir orta boy üretim yerinde. Zira ölçek büyüyünce, binalar bile yalıtılır birbirinden. Ve yasaktır üretim binasından, yönetim binasına geçişler. Bir adım daha da büyürse, artık duyulamaz olur Soma’da ölenin çığlığı İstanbul’daki plazadan. Senaryo alıntı gibi, Microsoftgillerin, Foxcongillerin orman içinde tatil köyü kıvamlı işyerleri, ve o evleri yapmak için ölmeye sırasını bekleyen uzakdoğulu işçiler. Bizde de Suriyeli işçiler var şimdi. Turkuaz kartı almaya yetemeyen ama ölmek için gayet yetenekli görünen işçiler. Güzel şeyleri demeden de olmaz. Birleşik Metal grevine evet dedi ayrı bölmelerde aynı kaderi yaşayan idari personel. Sınıfının yanında yer aldı. Ve örgütlenmeye başladılar beyaz yakalı işçiler, IBM ile başlayan bir yürüyüşte atılan adımlarla zincirlerini farkederek. Şimdi sıra, bir başkasının zenginliğine zenginlik katmak için ölmenin değil, o farkedilen zincirleri kırmanın sırasıdır.


14

işçi meclisi

Şu “16 Türk devleti” müsameresi üzerine Cumhurbaşkanının “16 Türk devleti” müsameresi çokça tartışıldı. Sosyal medyada bolca hiciv konusu oldu.

Temsili “16 Türk devleti”nin, bazılarının “Türk” olmadığı, bazılarının “Türk” olup olmadığının belirsiz olduğu, bazılarının “tam devlet değil devlet öncesi beylik düzeni” olduğu, 8’inin “İslam öncesi devletler” olduğu, çok sayıda başka eski “Türk” devletin temsil edilmediği, vb söylendi. Anadolu ve Mezopotamya’da eski Kürt ve Alevi devletlerinin de kurulmuş olduğu, onların da temsil edilmesi gerektiği söylendi. Erdoğan’ın bu müsamere kıtasıyla “dine dayalılık” ile yetinmeyip “soya dayalılığı” da yeniden pekiştirmeye başlayarak, yeni bir Türk-İslam Sentezi yapma derdinde olduğunu ileri sürenler oldu. Kostümlerin “tamamen uyduruk ve fantezi ürünü, oyunculuğun berbat” olduğunu söyleyerek olaya teatral estetik açıdan yaklaşanlar da oldu. Devletlerin bu tür müsamerelerle, “tarihi meşru-

luk ve geleceğe dönük süreklilik imajı” yaratmaya çalıştıkları, oysa “16 Türk devleti” efsanesinin 16 devlet batırmış olmak anlamına geldiği geyiği de ihmal edilmedi. Biz de bu tartışmaya ciddiyetle katılalım. Birincisi: Soya dayalılık, kaçınılmaz olarak zora dayalılıktır. Zaten sözkonusu tarihi devletlerin salt askerleriyle temsil edilmesi, birer sınıf egemenliği ve zoru aygıtı olduğunun birinci derece-

den itirafıdır. İkincisi: Tarihi devletleri temsil edenlerin tamamının erkek olması, soya dayalılığın ataerkilliğin zorunlu koşulu ve tüm devletlerin ataerkil olduğunu gösteriyor. Oysa Anadolu’da sınıflı toplum ve devlet öncesinde anaerkil topluluklar vardı!

Üçüncüsü: Soya, dine, egemen sınıfların “kesintisizlik” efsanelerine ve çarpıtmalarına dayalı tarih anlayışını tümden reddediyoruz. Sınıf mücadelesine dayalı tarih anlayışını benimsiyoruz. Nitekim söz konusu tarihi devletlerin önemli bölümü salt başka devletler tarafından değil, iç isyanlarla sarsılmış ve yıkılmışlardır. Dördüncüsü: Bu tarihi devletler müsameresinin onlardan öncesi ve bugünkünden sonrası açısından asıl gösterdiği ise sadece şudur: Demek ki, devlet düşünülemeyecek bir zamandan beri var olan bir şey değildir. İşlerini onsuz gören, hiçbir devlet ve devlet gücü fikri bulunmayan toplumlar olmuştur. Toplumun sınıflara bölünmesine zorunlu olarak bağlı bulunan belirli bir iktisadi gelişme aşamasında, bu bölünme, devleti bir zorunluluk durumuna getirdi. Şimdi, üretimde, bu sınıfların varlığının yalnızca bir zorunluluk olmaktan çıkmakla kalmayıp, üretim için gerçek bir engel olduğu bir gelişme aşamasına hızlı adımlarla yaklaşıyoruz. Bu sınıflar, vaktiyle ne kadar kaçınılmaz bir biçimde ortaya çıktılarsa, o kadar kaçınılmaz bir biçimde ortadan kalkacaklardır. Onlarla birlikte, devlet kaçınılmaz bir biçimde yok olur. Üreticilerin özgür ve eşitçi bir birlik temeli üzerinde üretimi yeniden düzenleyecek olan toplum, bütün devlet makinesini bundan böyle kendine layık olan yere, bir kenara atacaktır: âsâr-ı atika müzesine, çıkrık ve tunç baltanın yanına. (Engels, Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni)

Dünyamıza çoktan indi ölüm! “….. Göğün yücelerinden geldiler çocukları öldürmek için Çocuk kanları boydan boya Çocuk kanlarıyla akan kentin sokaklarından Çakalların iğrendiği çakallar Kuru dikenlerin ısırırken tüküreceği taşlar Engereklerin lânetlediği engerekler ….. Gelin görün sokaklar kan Gelin görün Sokaklar kan Gelin görün kanı Sokaklar boyunca akan” Farkı kalmadı anlaşılan, Cizre’nin de, Neruda’nın resmettiği İspanya sokaklarından. İnsan utanıyor; Ümit, Barış, Musa, Yasin, Nihat sırada kim var diye aklından geçirdiği andan. Utanıyor insan, iğrenilesi çakallar, lanetlenesi engereklerle aynı havayı soluduğundan.

Ve belki henüz beceremediğimizden, Neruda’nın, İspanya’da akan kandan utanması gibi, biz de, Cizre’de akan kandan utanmayı ve yahut karışmadığından kanımız Lorca gibi 12 yaşında ölen çocukların kanına; asaletinden arınmış bu utanmalarımız, kurtaramıyor bizi, kuru dikenlerin ısırırken tüküreceği taşlar olmaktan. “Okulda çalışmayan ve gereksiz yetişkinlerin buradan uzaklaştırılması gerekir. İaşe vb masraflarının tasarrufuna yönelik sıkı bir düzenleme getirilmeli. En önemlisi çocukların güvence altına alınmasıdır.” 14 Ocak 1943’de yazılmıştır yukarıdaki satırlar. 10 yeni taarruzun başladığı Sovyet topraklarında, Georgi Dimitrov’un günlüğünden. 2015 Ocağının 14’ünün Türkiye’sinde, top oynarken vurulmaktadır Nihatlar. Kızıl Ordu milyonların öldüğü savaşlarda SS kudurganlığıyla boğuşurken, yazılmıştır bir kenara “en önemli şey çocuk-

ların güvenliği” diye. Şimdiyse burada, Roman ise hırsız, Kürt ise bölücü, Alevi ise terörist diye öldürülüyor çocuklar. Güvence altına alınıyor çocuklar değilse bile katillerinin güvenliği, iç güvenlik yasalarıyla. Ve ne yazık ki büyüseydi o çocuklar; bir kişi ölünce dikkatsizlik, on kişi ölünce tedbirsizlik, yüz kişi ölünce fıtrat olacaktı ölümleri ve güvence altına alınacaktı onlar değilse de katillerinin güvenliği, iş güvenliği yasalarıyla. Ya ölü yıldızlara götüreceğiz hayatı, ya da …., ya da sı yok diyesi geliyor insanın, öyle ya dünyamıza çoktan indi ölüm. Ya barbarlık içinde yok oluş, ya da…, ya da sı yok çocukların ölmediği bir dünya ise yaşamak istediğimiz; ya sosyalizm ya sosyalizm. Zafer Yüksel

Mağaza Çalışanları Platform’undan Ülker direnişçilerini ziyaret Hak-İş’e bağlı Özgıda-İş Sendikası’ndan DİSK/ Gıda-İş Sendikası’na geçiş yapmak istemelerinden kaynaklı işlerinden atılan Ülker İşçilerini direnişte oldukları fabrika önünde ziyaret ettik. İşçi sınıfının dipten gelen uğultusunun her geçen gün daha da ağır hissedildiği bu günlerde,örgütlenmenin ve sınıf dayanışmasının önemi üzerine karşılıklı sohbetler edildi. Yaşanan direnişin yaratmış olduğu etkiler, Ülker işçilerinin üzerindeki çarpıcı ve sarsıcı değişimleri de açıkça ortaya koydu.

Yaşadıkları ağır sömürü koşullarını çok geç fark ettiklerini dile getiren işçiler; işçilerin bir sınıf olarak birlikte hareket etmeleri gerektiğini ifade etiler. Direniş boyunca da kendilerini birçok kesimin ziyaret etiğini belirten işçiler, 31 Ocak Cumartesi günü Bakırköy Belediyesi Yaşam Köyü Kapalı Spor Salonu’nda yapacakları dayanışma etkinliğine bizleri de çağırmasıyla birlikte başka bir ziyarette görüşmek üzere ziyaretimizi sonlandırdık.


15

işçi meclisi

"Ölümcül Çözüm" Öncelikle belirtmeliyim ki bu bir film değerlendirme yazısı değildir. Sadece filmi izlerken yaşamımla kurduğum bağı paylaşmak isterim. Ama tabi kısacık filmden bahsetmek de gerekir ki; sonrasına geçince de aslında bu ”korku” filminin içinde yaşadığımızı göreceğiz.

15 yılık önemli kariyeri bir anda şirketin daralma politikası sonucu sonlandırılan Bruno, kariyerine güvenerek önceleri bu durumu fazla önemsemez. Konumu gereği kolaylıkla başkaca büyük bir firmada tekrar kariyerine kaldığı yerden devam edeceğini düşünür. Ancak süreç hiç de onun umduğu gibi ilerlemez ve 3 yıllık işsizlik, onu bir canavara dönüştürür. Zaten iliklerine zerk edilen rekabet duygusunun verdiği ateşle çözümü tüm rakiplerini öldürmekte bulacağına karar verir, ve bunu gerçekleştirir de. Filmin yapım yılı 2005, yer ise Fransa. Yani bu durumda, geliştikçe daha da canavarlaşan kapitalizmi henüz yakalayamamış olmaktan dolayı sevinmekten kendimi alıkoyamadım desem yalan olmaz. O kadar ileri gitmeden önünü kesmek ise en büyük dileğim. Tam da performans değerlendirme sürecine girdiğimiz süreçte, bu filmi izledikten sonra bu yazıyı yazmamı zorunlu kıldı. Ancak belirtmeliyim ki, bu bir iç dökme değil, ölümcül çözüm arayışlarına yönelmeden insanca bir yaşamı kurmanın yol ve yöntemlerini bulabilmenin arayışları.

İşçi Meclisi gazetesi aracılığı ile bu yazımın işçi sınıfının farklı bölüklerine ulaşacağını bilerek, söylediklerim mavi yada beyaz yaka, güvenceli yada güvencesiz ayırt etmeden herkesçe oldukça anlaşılır ve ortaktır. Her ne kadar kapitalizm bizleri birbirimizden ayırma çabasında son sürat ilerlese de, bizler birbirimize daha da yakınlaşıyoruz aslında. Rekabet, yoksullaşma, yoksunlaşma, yabancılaşma, yalnızlaşma, her birimizin derinden bizzat yaşadığı, hayatımızı ellerimizden çalmaya çalışan davranış biçimleri olarak dayatılıyor. Bunu bir yaşam kültürü haline getirmeye çalışsa da,

Belirli zamanlarda yaşamak

7.Alarm

“Beş yaş insanın en olgun çağıdır; sonra çürüme başlar.” Neyin ne kadar olacağını, şunun değerini, bunun fiyatını. Böyle başlarız hayatı öğrenmeye, öncesinde yoktu paha biçme derdimiz. Her büyümüş insan anlatır, özler, sever daha önce kendisi olduğu şeyin güzelliğini. Kendisi olduğu şeyin kendisinin olmasının isteği de bu güzellik duygusu ile başlar, mülkiyet duygusudur bize bunu yaptıran, sahipsiz çocuklarımız da var ama, onlar istenilenin dışında başka istekler “yanlışlıkları”dır. Kimse mükemmel insanı yaratma amacı ile çocuk yapmıyor, bir neşe kaynağı, mutluluk tomurcuğu, evliliğin rutine bağladığı dönemde tam iniş aşamasında düşünülür,yeni bir yaşama o yüzden ihtiyaç duyulur ve işte tarihin vazgeçilmez iz düşümü dünyaya gelir, damarlarında taşıdığı mülkiye belgesiyle. Şüphesiz güzel şey çocuk sahibi olmak ama bir o kadar kötüdür sahip olmak. Öğrenilmiş bütün algılarla, kimisi kendi doğruları üzeriden, kimisi ucundan kenarından destekçisi olan,gelişim seyircisi durumunda, bir gelecek temsilcisi hayali ile yapar bunu. Bu zamanlar doğma çocuk okul, aile, üretim, üretim ürünleri senide harcar. Peki doğru derken: Doğru olmayan şeyin yanlış olduğunu kim söylemiş, hem sen yanlışı nereden biliyorsun, sen ancak bana yanlış olduğunu söylediklerinin yanlışlığını doğrularsın, çünkü doğru senin yanlışından ibaret. Dedi çocuk, artık bi tık ilerdeyiz. O zamana göre doğru olan şeyin artık bir süzgeçten allayıp pullayarak hayatlarımızı geçmesi gerekiyor, doğru zamana göre değişir, dönüşür. Peki gelişim seyircisi AVM’lerde tüketim çılgınlığına hapsetmeye girişse de, boyun eğer- bu bi bakıma ön açıcı ama gelişimi seyretmek geliştirmez. Burada bize düşen sek hepimiz biliyoruz ki sonumuz şey, iddialı olan kararların yanında başarı teminatçısı olmak. İşte o zaman Bruno’dan farklı olmayacak. Öle- geleceği büyütmüş oluruz. cek, öldürecek, çürüyecek ve tükeBir var oluş hikayesinden, varlık hikayesi bizimkisi ve ayna’ya her baktığın da neceğiz. Bıçak artık kemiğe dayandı, fazla gördüğün şey kadar değişkenlik gösterir. Birbirimize göstereceğimiz en mahmesailerle en az 9 saat hapsolduğu- rem yanımızdır karakter. Var oluş burada başladı aslında,varlık varken bu olamuz ”ışıltılı” işyerlerinde, sınıf kar- bilir. Biz varlık olarak kendisi olduğumuz şeyin kendisini arıyor oluruz. Velev deşlerimizi günbegün kitleselleşen ki bu böyle değil, o zaman biz olduğumuz şeyden bağımsız olarak ancak başka iş katliamlarında kaybettiğimizin bir şeyi arıyor olurduk. İşte bu yüzden kedisi olduğumuz şeyi arayıp kendhaberlerini okurken, aynı zamanda imizi bulmaya çalışıyoruz. Bu kendisini sopalayan adamın sopalayanı araması patronun kendi işyerimizde erken kadar iç acınası bir durumdur, bundan kurtulduğumuzda aynada göreceğimiz yaşta hayatını kaybeden arkadaşla- suret işte gerçek karakterimiz olacak. Yansımasını su da gören ilk insan kadar rımız için yolladığı taziye mesajları dehşetli olacağımızı garanti ederim. da sıklaşıyor. Dünyada kapladığımız yer kadar önemlidir yaşam savaşımız ve bu minval Bir yandan plazaları inşa eden işçi belirleyecektir gelişimini, alanımızı ne kadar kullanırsak o kadar kolektif bir kardeşlerimiz çalışırken katledilir- karakterimiz olur. Yer karakteri belirler, karakter yeri, bir etkileşim mutlaka ken, o plazalarda da intiharlar, in- vardır. Mesela üretim ilişkilerinde olan bir karakter, kafası ora dolayımlı tihar girişimleri haberleri, ve son 5 çalışan biri özcesi üretim karakteri. İnsani ilişkilerde ancak iletişimsizlikler yıl içinde %56 oranında artış göste- sorunu ile var olabilir o, maddenin kullanımından doğan bir iletişim kombiren anti-depresan ilaçları havalarda nasyonu, o yaşamında sadece üretim sürecinde var olduğunu onun dışında bir nesne, aile yaşamında bir usta başı, bir koordinatör olur. Eğitim: Aklı bir kalıbın içersine sokulmaya çalışılan,müdahale şansı verilmeyen, eğiten ve eğitilenlerin birer işçi, eğitimin bir ürün olduğu (yani fire’lerin dışında), kalıbın içersinden ne çıkacağını bildiğiniz birer üretim aracı veya üretim aracının bir parçası oluruz. Söylemeye çalıştığımız, bilineni anlatırken sorunların kendi içersinde çözümünü de barındıran bir yaşam karakterimizin olması. Biz kapitalizmin çocuklarıyız o yüzden o dolayımlı düşünürüz. Var olanın alternatifi o yüzden deriz: Salt öğrenen değil, öğrenen,üreten, müdahale eden özgür gelişimli, bütün karar mekanizmalarına dokunabildiğimiz, kollektif düşünmeyi nihai amaç değil, araç olarak kullanmaya başladığımız sürece, karakterimiz bizim üretimimiz olacak. Bir birimiz arasında nüans farkımız var. Çünkü biz farklılıkları aynılıklar üzerinden düşünürüz. Farklı olmak aynı olmanın karşıtı değil. Öyle olsa birbirine paralel iki aynı şey olur. Karakter çeşitlilikler içerisindeki çeşitlik, uçuşuyor. Bütün bunları,tesadüf veya işin fıtratı olarak değerlendir- benzerlik göstermeyen demektir. mek ise sadece ve sadece sermayeSöyledik bitti değil. Söyledik! şimdi yeniden başlıyoruz. Karakter sadece bir nin safsatası. kavram değildir insanın trombosit’idir. Bizi bir arada tutan yada dağınık Ve evet biz işçi sınıfı, inanmazsak, olmamıza sebep olan şeydir. Refleks karakterin yoğunlaştığı bir an’dır, bütün birikimlerin bir ana toplamıdır, O refleks’in çalıştırılmadığı o an bütün umut etmezsek, örgütlenmezsek yeni bir yaşam için, sonumuz fil- birikimleri toz duman edebilir. min kahramanı Bruno’dan ve onun kurbanlarından farklı olmayacak. Bizim devrimci sıçrayışı yapabilmemiz buna bağlıdır, refleks’imiz ne istediğini Ve evet biz işçi sınıfı, yılın ilk ayın- ve neye karşı olduğunu bilen bir yaklaşım biçimidir. Neoliberalizm’in özel bireyler yaratma çabası, o meta fetişizm’ini büyütmekten kaynaklı öyledir, da metal işçilerinin kitlesel grevi ile bu umudu ve gücü bir kez daha onun özelliği bulunduğumuz çağı etkiliyor, özelliğin yaratıcısı konumunda tazeleyerek yolumuzda emin adım- konumlanmasıdır. (Senin araban, senin evin, senin şapkan, senin tarzın) Aynısından binlercesinin üretildiği durumda meta’ya göre karakter, piyasa larla ilerliyoruz, karakteri olur ancak. Bizi özel yapacak olan şey içerisine girdiğimiz değil, içimizden bizden olan bir şey, ürünü değil, ürünümüz olduğunda gerçek Hiç birimiz Bruno olmayacağız! anlamıyla bizi özel yapar. Aksi durumda özel değil tüzel oluruz. Güzel günleri kendi ellerimizle kuracağız, o günler yakın!


Her yer metal grevi Metal işçilerinin büyük coşku ve sınıf dayanışmasıyla başlayan grevi, Bakanlar Kurulu’nun “kamu sağlığı ve milli güvenlik” beylik bahanesiyle yasaklandı. Tıpkı benzer bir coşku ve kitle eylemleriyle başlamış olan cam işçileri grevinin benzer gerekçeyle yasaklanmış olması gibi.

Rüzgarın işçiden işçiden esmesine tahammül edemiyorlar. İşçi sınıfının en ufak hareketlenmesinde bile, proletarya devinin “ağır ellerini toprağa basarak ayağa kalkması kabusunu görüyorlar.

Burjuvazi ve devletinin “erteleme kılıfı” altındaki grev yasağı ve bastırma çabasını tanımıyoruz. Metal işçilerinin grevi, tüm işçi sınıfının grevidir. Bu noktadan sonra artık tamamen siyasal bir grevdir. Sermaye ve devletinin grevimizi yasaklama ve bastırma, 3 yıllık kölelik sözleşmesini zorla dayatma girişimini parçalayıp geçmenin tek yolu, fiili işgaller, grev ve direniştir.

grev yasağı ve bastırma çabasını tanımıyoruz.

İşçi sınıfının giderek yaygınlaşan ve büyüme eğilimi gösteren her mücadele adımında, kendi geleceksizliklerini görüyorlar.

Metal işçilerinin grevi, tüm işçi sınıfının grevidir. Bu noktadan sonra artık tamamen siyasal bir grevdir. Sermaye ve devletinin grevimizi yasaklama ve bastırma, 3 yıllık kölelik sözleşmesini zorla dayatma girişimini parçalayıp geçmenin tek yolu, fiili işgaller, grev ve direniştir.

Hemen şu küflü yasaklarına, şu küflü devletlerinin küflü bastırma aygıtlarına dört elle sarılıyorlar. Burjuvazi ve devletinin “erteleme kılıfı” altındaki

Tüm işçiler, tüm muhalifler, grevin bastırılma girişimini iş bırakmalar, fiili protesto ve dayanışma eylemleriyle yanıtlamalıdır.

Sınıfa karşı sınıf, kapitalizme karşı sosyalizm! -devrimciproletarya.net -posta@devrimciproletarya.net

Sınıf dayanışması, grev dayanışması sosyal medyadan dayanışma mesajları yayınlamakla sınırlı değildir. Asıl sınıf dayanışması, grev dayanışması, şimdi yasağa karşı gösterilmelidir. Artık her yer metal işçisi grevi, her yer yasak ve bastırmaya karşı direniştir! Kahrolsun sermaye diktatörlüğü! Yaşasın işçi sınıfının fiili işgal, grev, sokak demokrasisi! Her yer grev, her yer direniş!


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.