Bahar ateşi yanıyor!
Türkiye’de yeni işçi kitlelerinin büyük çoğunluğu bir 10-15 yıl öncesine kadar grev nedir, 1 Mayıs nedir bilmiyordu. 1 Mayıs’ı 1 Mayıs ve Taksim meydanı mücadeleleri içinde öğrendi. Mevcut iş yasaları, yasakları ve sendika bürokrasisi tarafından neredeyse olanaksız hale getirmiş koşullarda grevi ve grev iradesini ortaya koymayı grev mücadeleleri içinde öğrendi. Giderek tabandan öz mücadele örgütlenmesi ve iradesini, fiili grev, işgal, direnişleri de öğreniyor. Paris Komünü Devrimini, Sosyalist Sovyet Devrimini, işçi konseylerini de bu mücadeleler zemininde öğrenmelidirler. 8 Mart, 1 Mayıs, Soma madenci katliamının 1. yıldönümü (13 Mayıs)… Bahar, işçi sınıfının bağımsız fiili öz örgütlenme ve mücadele baharı olmalıdır. '' 8-9
yaşasın
sosyalist
işçi demokrasisi Sayı: 55 Mart 2015 1 TL
İŞÇİ SINIFI KAZANACAK,
GEÇMİŞ DEĞİL GELECEK KAZANACAK!
Varın grevleri “milli güvenlikle” ilişkilendirerek yasaklamakla, ekonomik krizin faturasını ona buna fırça atıp başkasına havale ederek ödemekten kaçabileceğinizi sanmakla, Kürtleri oyalamakla, her gün beş işçiyi öldüren burjuvaziyi “fıtrat” diyerek aklayabileceğinizi düşünmekle, gazete adını verdiğiniz pespaye paçavralarınız ve kendi kendinize gaz verme amaçlı çakma dizi ve filmlerinizle, kadınları öldürenleri “iyi halden” kollayıp dışarı salmakla, “aman canım siz de mini etek giymeseydiniz” deyip kadını “anaya, bacıya” hapsetme çabanızla, her sıkıştığınızda sefilce yıkılmış “Büyük Osmanlının” ruhunu çağırmakla, hamaset, hırsızlık ve şatafatla yükselen ak
saraylarınıza taşınacak kadar karaktersiz olanlara ulufe dağıtmakla, bezirgân zihniyetiyle minik burjuva demokratik reformları bile sıka sıka, kuş edip bahşedebileceğinizi sanmakla sıyrılabileceğinizi zannedin bu yıkımdan bakalım… Günü gelecek, kaçacak delik arayacaksınız. Ölü yaşam, canlı yaşam karşısında elbet yenilecek, biz kazanacağız, yaşam kazanacak, işçi sınıfı ve emeğin sade ve öz kuvveti kazanacak; geçmiş değil gelecek kazanacak!
Komün Devriminin devrimci kadın önderleri Komün Devriminde kadınların kendi öz devrimci inisiyatifiyle attıkları çığır açıcı adımlara karşın, bunun da iç ve dış sınırlılığı, Komün’ün her temel konu ve alanda olduğu gibi (işçi sınıfı, enternasyonalizm, milis, eğitim, eski devlet iktidarının parçalanması, vd) eski ile yeniyi içinde taşıyan eklektik geçiş karakterine, çığır açıcılığına karşın hangi iç sınırlarına takılıp yarı yolda kaldığına işaret eder. Çok açık ve net söylenmelidir: Komün Devrimi nasıl ki aslen işçi sınıfının ve kadınların tarihsel devrimci inisiyatifinin eseriyse, yenilgisi de (karşıdevrimden önce) kendi aşamadığı iç çelişki ve eşiklerinin, yani yine kendisinin eseridir! " 15
2
işçi meclisi
TSK Özel Kuvvetlerinden
“büyük” komedi harekatı! Türk devleti ve hükümeti, Suriye topraklarında yer alan Süleyman Şah türbesine 50 tank, bine yakın asker ve savaş jetleri ile sınır ötesi operasyon düzenledi. Sınır ötesi askeri harekatın, Mecliste muhalefete baskı ve şiddet kullanılarak dayatılan “İç Güvenlik” Yasa tasarısının gece baskınıyla çıkartılmasının aynı zamana denk getirilmesi dikkat çekti. Sözkonusu türbenin IŞİD tehditi altında olduğu bahanesiyle yapılan askeri harekat, Kürt halkının IŞİD çetelerini püskürtmüş olduğu Kobane’den geçerek, gerçekleştirilebildi. Harekattan bir gün önce Suriye yönetimine bilgi verildiği, fakat yanıt beklenmeden uluslar arası anlaşmaların çiğnendiği belirtiliyor.
Harekat sırasında hiçbir savunma veya sıcak temasla karşılaşmayan TSK Özel Kuvvetlerinden bir askerin “kafasına tank kapağı düşerek” ölmesi, sözde baskın operasyon yapmaya çalışırkenki paniğinin, gerçekte YPG birliklerinin desteği, koruması ve rehberliğinde yapılabilen harekat olarak bir “medya operasyonu”ndan ibaret olduğunu gösterdi! TSK harekatı, türbeyi IŞİD’den kurtarmak bir yana, asıl IŞİD çetelerini gerileterek oraya doğru ilerleyen YPG güçleri tarafından kurtarılmasını engellemek için yapılmış görünüyor. Buna karşılık, AKP ve burjuva medyasının tüm sözde kahramanlık hezeyanlarına karşın, TSK birliklerinin, daha önce bölgenin büyük bir bölümünü IŞİD çetelerinden temizlemiş YPG birlik ve araçlarının desteği ve korumasında türbeye ancak gidebildiklerini, YPG tarafından açıklandı.
TSK Özel Harekat Kuvvetleri, Süleyman Şah türbelerindeki kemikleri kazıp aldı ve türbeyi koruyan 20 kadar komando er ve subayını da kuyruğunu kıstırarak geri çekmenin ardından, türbeyi bombalayarak imha ederek, tam da IŞİD’in uzun süredir istediği ve yapacağını söylediğini kendisi yapmış oldu. TSK, ardından Kürt Kobane Kantonuna bağlı Eşme köyünü işgal etti ve buraya en provokatif biçimde Türk bayrağı dikti! Bu da Kobane direnişi ve zaferine karşı hazımsızlığının ve onu şovenist hezeyanlarla perdeleme çabasının bir ifadesi. Böylece türbeyi yıkıp İŞID’e öpücük gönderirken, Kürt köyüne provokatif Türk bayrağıyla, Kobane-Rojova’ya düşmanlığını, askeri gözdağı ve işgal bahanesini dikmiş oldu! Kobane Kantonu sınırlarına dahil olmayan, Suriye toprakları sınırları içinde kalan Türk toprak TSK Özel Harekat Kuvvetleri, Süleyman Şah türbelerparçası sayılan türbeyi yıkarken, Kobane Kantoindeki kemikleri kazıp aldı ve türbeyi koruyan 20 kadar nuna bağlı bir Kürt köyüne Türk bayrağı dikme komando er ve subayını da kuyruğunu kıstırarak geri çekhezeyanının başka hiçbir açıklaması yoktur. TSK askeri harekatının, aynı zamanda Suriye menin ardından, türbeyi bombalayarak imha ederek, tam Esad rejiminin Halep kuşatması ve ilerlemesi da IŞİD’in uzun süredir istediği ve yapacağını söylediğini karşısında sıkışan dinci çetelere MİT’in verdiği kendisi yapmış oldu. bilinen desteğin yeni bir örneği olduğu belirtiliyor. Halep gibi önemli bir şehrin Esad rejimi tarafından geri alınmasının AKP-MİT’in desteklediği dinci çetelerin Irak-Suriye hattındaki hareket bunu bile YPG’nin denetim ve korumasında yapabilerek gülünç duruma düşüyor! olanağını çok daraltacağını bilen kendi çıkarları Sınır ötesi askeri güç kullanımı ve “İç Güvenlik nezdinde “Kobane’nin düşmesi”nin ardından “Halep’in de düşmesi”nden korkan TSK-MİT-AKP, Yasası” arasındaki bağ, iç ve dış politika arasındaki Halep’e doğru bir lojistik destek hattı organize et- bağ kadar, bu çürümüş rejimin düştüğü durumu meye çabalıyor. Ancak yapmak istediği eğer buysa, da çok net bir biçimde gösteriyor.
Almanya’da sermayenin huzuru kaçıyor Son yıllarda Almanya´da da krizin sonuçlari her alanda ciddi olarak hissedilmeye başladı. Oldukça sıkışan Almanya sermayesinin kemer sıkma politikalarına karşı, örgütlü güçlü bir karşı koyuş, dünya kamuoyunun gündemine konu olacak denli yansımasa bile tabanda ciddi huzursuzluk, örgütlenmeler, sokağa yavaş yavaş adım atmalar yaygınlaşıyor. Almanya işçi sınıfı, tedirgin, temkinli, ağır ama emin adımlarla hareket ediyor. Bu Almanya’nın tarihinden ve toplumsal kültüründen gelen bir özellik ki başlı başına incelenmesi gereken bir konu.
%5,5 ücret artışı ve toplu sözleşmeden edinilecek ay için %5 kabul ediyor. Bu pazarlık 36 klinikten hakların, taşeron işçiler ve trenlerdeki temizlik, res- 23 bin işçiyi kapsıyor ve 24 Mart’ta tekrar görüşme torant vb. işçiler için de geçerli olması. masasına oturulacak.
Çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve çalışma süre- Özellikle Doğu Berlin de yer alan pek çok yaşlı lerinin kısaltılması. 13 Mart´ta tekrar pazarlık ma- yurtlarında çalışanların sendika olmadan kendi sasına oturulacak. kendilerine aldığı kararlar doğrultusunda küçük gruplar halinde basın açıklamaları yapıldı. Sağlık Öğretmen ve Pedagoglar sendikası GEW, yine iş kolunda diğer alanlardan farklı olarak öne çıkan toplusözleşmelerden doğan uyuşmazlık nedeniyle temel sorun, aşırı personal yetersizliği, buna bağlı Almanya genelinde 3-5 Mart tarihleri arasında pek olarak artan iş yoğunluğu, fazla mesailer ve taşeron çok eyalette greve çağrı yaptı. Sendika %5,5 ücret çalışma. 2015´in ilk günlerinde metal işçilerinin uyarı grev- artışı, taşeron ve sezonluk sözleşmesi olanlar için leriyle hareketlilik başladı. Metal patronları ve IG kadro talep ediyor. Bu sözleş 800.000 aktif çalışan Genel tablo; derinleşen krizin getirdiği tüm yük işli Metal arasında yedi değişik bölgede başlamış olan eğitim işçisini etkiliyor ve greve çıkacak olanlar da ve işsiz herkesin sırtına yükleniyor.Yükselen kiratoplu sözleşme görüşmelerinde bir ilerleme sağlabunlar. Fakat sözleşme sonuçları toplam olarak 2 lar, kısılan sosyal yardımlar, yoksulluktan Almanya namadı. 29 Ocak’tan sonra 530 binden fazla metal milyon emekli ve grev hakkı olmayan devlet kaddışına göçen emekliler, sokaklarda artan çatısızlar işçisi, yüzlerce fabrikada üretimi durdurarak patrolusu eğitim işçisini de bağlıyor. Mart ortasında ve dilenen insanlar, statüsünü kaybeden orta sınıf ronları uyardılar. Bir çok talebin yanı sıra asıl hedef tekrar pazarlık masasına oturulacak. beyaz Almanlardan oluşan ırkçı, yabancı düşmanı ücretlerin arttırılması. Fabrikalarda yapılan işyeri PEGIDA ve onun doğurduğu karşıtlar mücadelesi. toplantılarında işçiler %8, Sendika IG Metal, %5,5 Sağlık işçilerinin örgütlü olduğu yerdi, Almanya Toplu sözleşmelerde önceki yıllar uzlaşma çok daha zam isterken, patronlar ise %2,2 den fazlasını kabul genelinde pek cok klınik ve yaşlı bakım yurtlarında kolay sağlanırken, şimdi Almanya sermayesi kolay etmeyeceklerini saldırgan bir dille açıkladı. Görüş- kısmı iş bırakmalar-iş yavaşlatmalar örgütlüyor, ki kolay kasalarını açmak istemiyor. me turları hala devam ediyor. bu diğer işkollarına göre pasif bir grev olarak yapiliyor. Gennellikle miting, basın açıklaması ya da Uzlaşmazlıkların bir faktörü buyken diğer bir Makinistlerin 2014´te başlayan toplu sözleşme gö- yürüyüş şeklinde yapılıyor. Büyük bir holding olan önemli faktörü, önceki yıllara göre yaşam stanrüşmeleri hala bir anlaşmayla sonuçlanmış degil, Helios klınikler grubundaki sözleşme görüşmelerin- dartlarında düşüş yaşayan ve sosyal hak kaybına uyuşmazlık devam ediyor. Daha önce iki defa uyarı de tabandan gelen güçlü bir baskıyla sendika daha uğrayan işçi ve emekçilerden gelen taban baskısıdır. grevi yapılmış ve henüz tarihi açıklanmayan grev ısrarlı ve geri adım atmamakta kararlı. Sendika %6,5 Almanya da süreç daha hareketli sokaklara doğru hazırlıkları devam ediyor. Sendikanın talebleri; ücret artışı talep ediyor. Patron ise önümüzdeki 24 gidiyor. İşçi Meclisi - Yerel Süreli Siyasi Dergi - Sayı: 55- Fiyat: 1 TL Pina Basım Yayım San. ve Tic. Ltd. Şti. adına sahibi Hüseyin Kezik Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ali Filizler Adres: İstiklal Caddesi Balo Sk. No: 32 Kat. 2 Daire No: 8 Beyoğlu/İstanbul - Email: posta@devrimciproletarya.net Hesap No: İş Bankası Koca Mustafapaşa Şubesi 1105 0792812 Baskı: Özdemir Matbaası Adres: Davutpaşa Cad. Güven Sanayii Sitesi C Blok No:242 Topkapı/İstanbul Tel: 0212 577 54 92
3
Yaşam Kazanacak!
işçi meclisi
AKP hükümeti için bir önceki sayımızda fena halde sıkmışlardır ve sıkmaktadırlar bu toplumun dinamiklerini, demiştik. Geride bıraktığımız ayda yaşananlar, neoliberal muhafazakâr bir deli gömleğinin zorla giydirilmeye çalışılmasının toplumsal yapıda patlatmaya başladığı dikişleri bir kez daha gösterdi.
Sınıflı toplumda kadına iki kez yaşatılan baskı ve eşitsizliğin sürdürülemezliği, Özgecan’ın canını alan alçakça saldırının karşısında sonunda patlayarak kendiliğinden bir şekilde kendisini gösterdi. Gezi direnişinden bu yana, ülke genelinde önce Soma katliamında, ardından da Kobané direnişinde harlanan sokak ateşi bu kez kadınların isyan çığlıklarıyla güçlendi. Yasaklar, kafadaki sınırlar gencecik bir kadına reva görülen bu vahşet karşısında kifayetsiz kaldı. Eylemlerin yaygınlığı, kitleselliği, samimiyeti kadını yok saymanın, yok etmenin, etkisiz, evde köle, işte köle kılmanın beyhude çabasının er veya geç boşa düşmeye mahkûm olduğunu bir kez daha gösterdi. Kadınlar sokakta ve sosyal medyada on binler oldular, kendi cinsel yaralarını, kahredici ezilme ve nesneleştirilme deneyimlerini açık yüreklilikle, korkusuzca paylaştılar. “Bir daha olmasın, bir daha yaşanmasın, artık yeter!” çığlığını büyütürken yalnız olmadıklarını, güçsüz olmadıklarını, aslında çaresiz olmadıklarını gördüler. KADININ GÜNCEL-TARİHSEL ÇIĞLIĞI: Erkeğe ve çocuğa bağımlı ve köle olmadığım, ailenin şu alıştığımız prangaları hiç mi kalkmaz ortadan? Bezirgânın kafası böyle işliyor işte! Devleti bir şirket olarak yönetmeye alışmış, kendini herkesten uyanık sanan AKP eliti kadın sorununda da, tıpkı Kürt sorununda, tüm demokratik sorunlarda yaptığı gibi tüccar uyanıklığıyla davranıyor. Pazarlığı en aşağıdan açıp ortada bir yere bile gelmeden, ne kadar ucuza kapatırsa kendini o kadar karlı sayıyor. Tarihinde Osmanlı gericiliğinden sıyrılıp yukarıdan aşağıya uygulanan reformlarla pek kısmi haklar elde etmiş kadın hareketi, AKP döneminde kuluçka makinesiymişçesine aile görevleri başa yazılan, toplumsal hayatta biçimsel olarak “namusunu” gösteren dini simgelerle parttime işçiliğe sürülen, kadın değil ancak bir “ana”, bir “bacı” olarak var olabilen bir konuma layık görülüyor. KADININ GÜNCEL-TARİHSEL ÇIĞLIĞI: Kadın doğduğum için ne zaman suçlu olmaktan, suçlu sayılmaktan kurtulacağım? Kimliğimizin mavi ya da pembe olmadığı bir toplum olanaksız mı? Oysa bir ve aynı anda, neoliberalizm dediğimiz günümüz kapitalizminin sosyal kodları kadın ile erkek arasındaki bu kaba ve bariz eşitsizliğin sürdürülebilmesinin koşullarını daraltıyor. Kadınlar eskisi gibi yönetilmek istemiyor, erkekler de kadınları eskisi gibi yönetemiyor! Kurşunlar bu yüzden patlıyor! Neomuhafazakârlık kadını paçasından aşağı çekerken, kadın hareketi AKP çözüldüğünde gelecek olan liberal düşlerle “çalışma özgürlüğüne” fit olsun isteniyor. Ölümü göstererek sıtmaya rıza ettirmek bu işte… Eşitsizliğin sabitlenmesi için en pervasız yeniden üretimi olan taciz, tecavüz ve cinayetlere karşı militan bir varoluş mücadelesine, kadının öz savunmasına ve ailenin çözülmesine evrilebilecek bu dinamik, “en azının” ve “en gecikmiş” şekilde egemen erkekler tarafından “verildiği” bir düzmeceyle ehlileştirilmek isteniyor. KADININ GÜNCEL-TARİHSEL ÇIĞLIĞI: Cinsellik ve aşka yüklenen tüm bu bedellerin olmadığı bir hayat hayal mi yahu?
Bu dönemde kadın bakanlığının adı boşuna aile bakanlığı olarak değiştirilmedi. Çünkü melanetin başı ailedir. Kadın sorunu aile sorunuyla iç içedir ve kadının kurtuluşu için ailenin ortadan kalkması şarttır. Düşlerimizi hücreye hapsetmeyelim. Düş değil bu, hayal de değil, derin sorunlar ancak bir devrimle çözülebilir: Bizim komünizmimizde kadını, erkeği, çocuğu birbirine bağımlı ve köle kılan kapitalist üretim ilişkilerinin en hücresel şirketi, kurumu aileye yer yoktur. Komünist bir toplum demek, kimliğinin mavi ya da pembe olmaması demektir. Sadece bir sınıfın diğer sınıflar üzerinde egemenliği ve sömürüsünün değil, erkeğin kadın üzerindeki sömürü ve egemenliğinin de olmaması, cinsiyete dayalı en küçük bir ayrım ve üstünlüğün olmaması demektir. Komünizmin amacı, her türlü cinsiyet ayrımı ve ayrıcalığının, ailenin, işbölümünün ve emek-değer ölçütünün de ortadan kaldırılmasıyla aşılması, cinsellik ve aşk ilişkisinin de hiçbir zorunluluk, bağımlılık olmadan özgür birliktelikler olarak yaşanmasıdır. KADININ GÜNCEL-TARİHSEL ÇAĞRISI: Gerçek ve asıl özgürlük budur! Kurtuluş komünist bir devrimdedir! ***** AKP’nin yöntemi şimdiye kadar başı sıkıştığında sandıktan güç devşirmek, burjuva seçim sistemini pragmatist amaçları için kullanarak aldığı yüksek oyla toplumsal meşruiyet iddiasını sürdürebilmek oldu. Fakat bu seçim süreci ise sistemin bekası açısından en dengesiz, en kararsız dönemlerden biri olarak şekilleniyor. AKP’nin devlet olanaklarından sunduklarıyla beslenen ağ dışında kalan burjuvalar da, emperyalist piyasalar da yeni bir arayış içerisinde. Ortada bir ceset var, kimin kaldıracağı belirsiz… AKP sertleşmek dışında, Erdoğan’da merkezileşmemiş bir çıkar yol bulmakta zorlanmaktadır. İç Güvenlik Yasası da bundandır. Son dönemde kitlelerden rıza devşirilmesinde önemli bir etmen olan “istikrar” mumla aranır hale geldi; istikrarsızlık, belirsizlik ve çatışma kural olmaya başladı. Kürt sorununa burjuva reformist çözüm belli adımlar atılsa da istenen tempoda değil, muallakta, gecikiyor. AB hedefinden epeydir kopuldu, burjuvazinin toplumsal egemenliğinin stratejik güncellemesi olarak “yeni anayasa” hedefi çoktandır yalan oldu. Her atılan adımla, her yeni güncel gelişmeyle Türkiye’deki geri tipte burjuva demokrasisinin mevcut hali bir krize doğru ilerliyor. “Haziran seçimlerine kadar sıkalım, sonra bakarız” hesabı bu kez o kadar kolay tutmayabilir. Haziran’a giden yolda önümüzde 8 Mart, New-
roz, 1 Mayıs duruyor. Sıkıştırılmış, ötelenmiş, bastırılmış toplumsal sorunların hangisinin nereden patlayacağı belli olmadığı için korkuyorlar. Varın grevleri “milli güvenlikle” ilişkilendirerek yasaklamakla, ekonomik krizin faturasını ona buna fırça atıp başkasına havale ederek ödemekten kaçabileceğinizi sanmakla, Kürtleri oyalamakla, her gün beş işçiyi öldüren burjuvaziyi “fıtrat” diyerek aklayabileceğinizi düşünmekle, gazete adını verdiğiniz pespaye paçavralarınız ve kendi kendinize gaz verme amaçlı çakma dizi ve filmlerinizle, kadınları öldürenleri “iyi halden” kollayıp dışarı salmakla, “aman canım siz de mini etek giymeseydiniz” deyip kadını “anaya, bacıya” hapsetme çabanızla, her sıkıştığınızda sefilce yıkılmış “Büyük Osmanlının” ruhunu çağırmakla, hamaset, hırsızlık ve şatafatla yükselen ak saraylarınıza taşınacak kadar karaktersiz olanlara ulufe dağıtmakla, bezirgân zihniyetiyle minik burjuva demokratik reformları bile sıka sıka, kuş edip bahşedebileceğinizi sanmakla sıyrılabileceğinizi zannedin bu yıkımdan bakalım… Oysa daha yaşam, sokak, fabrika, ofis, toprak, makine ve klavye doğru dürüst sözünü söylemedi bile. Bu daha başlangıç: İlk adımların karşısında bile titremenizi saklayamıyorsunuz. Oysa gördükleriniz henüz hiçbir şey, yeni yeni konuşmaya, yerinden doğrulmaya, hareketlenmeye başlıyor büyük insanlık. Siz varın korkuyla titreyerek diri yaşamı boğmak için geçmişin hayaletlerini yardımınıza çağıradurun, en fazla hızımızı kesersiniz, o kadar. Siz ruh çağırmaya, cin çarpmaya, geçmişin hayaletlerini bugünü zapt etmek için işe koşmaya devam edin, şunu iyi belleyin ki geleceği değiştiremezsiniz, değiştiremeyeceksiniz: Burnu havada yürüyen, küçük dağları ben yarattım diyerek böbürlenenler, geçmişte yaşayanlar, geçmişi pazarlayanlar, sizler burjuvazinin aleti, köhnemiş devletin, TOMA’ların ve ihalelerin yürütücüsü olmayı saygınlık ve güç sananlar: Er geç sapır sapır döküleceksiniz. Günü gelecek, kaçacak delik arayacaksınız. Ölü yaşam, canlı yaşam karşısında elbet yenilecek, biz kazanacağız, yaşam kazanacak, işçi sınıfı ve emeğin sade ve öz kuvveti kazanacak; geçmiş değil gelecek kazanacak! ***** Yaşar Kemal öldü. İnce Memed hiç ölür mü?
4
işçi meclisi
Ankara’da 8 Mart eylemi Ankara Kadın Platformu’nun örgütlediği 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü mitingi için 8 Mart günü saat 12.00’den itibaren Ankara’daki binlerce kadın en renkli pankartlarıyla Kurtuluş Parkı içinde buluşmaya başladı. Park adeta renkli bir panayır gibiydi. Saat 13.00 itibariyle kadınlar, tüm çığlıklarıyla Kurtuluş’tan Ziya Gökalp’e yürüyüşe geçti. Yaklaşık 7-8 bin kişinin olduğu eylemde erkeklerin de yoğun katılımı dikkat çekiyordu. İşçi Kadın Meclisi olarak biz de “Yeni Bir Yaşam Bizim Ellerimizden Doğacak” yazılı pankarımızla ve “Ne O Liberalizm, Yine Paket mi Çıkardın?!”, “Yüreğimiz Kadın, Ellerimiz İşçi Bizim!”, “Zamanda, Mekanda, Yaşamda Özgürlük!”, “Cinsiyetçi Değil, Cinsel Eğitim!” yazan dövizlerimizle kortejde kadın-erkek birlikte yerimizi aldık. Ancak Eylem Komitesi erkek yoldaşlarımızı kortejden çıkarmak istedi. Ancak İKM olarak bizler 8 Mart’ın tüm işçi sınıfının ortak mücadele ve dayanışma günü olduğunu; bu yüzden “erk”ek egemen kapitalist sisteme karşı yürüttüğümüz mücadeleyi, sınıfın diğer yarısı olan erkek işçilerle birlikte yükseltebileceğimizin bilincinde olduğumuzu söyledik. Tertip komitesinin takındığı bu cinsiyetçi tavır karşısında kendilerini eleştirerek yürüyüşe erkek yoldaşlarımızla birlikte devam ettik. Yürüyüşte “Sermaye Paketini Al Başına Çal!, Cinsel Ulusal Sınıfsal Sömürüye Son!, Kadın Cinayetleri Politiktir!, Özgecan’ın Katili Sermaye Devleti!, Jin Jiyan Azadi!, Sermaye Elini Bedenimden Çek!, Kadın Erkek El Ele Mücadeleye!, Erkek Adalet Değil, Gerçek Adalet!” sloganları attık. Ziya Gökalp Caddesi’ne gelindiğinde Platform’un ortak metni Türkçe, Kürtçe ve Arapça olarak okundu. Basın metninde “8 Mart’ta isyanımız, inadımız, coşkumuz, ve umutlarımızla bir aradayız. Kadın dayanışmasından güç almak birbirimize güç vermek için bir aradayız. Bugün kadınlara karşı adı konulmamış bir savaş sürüyor. Biz kimsenin namusu, bacısı, karısı, kölesi olmayacağız. Artık susun. Kadın düşmanı politikalarınızı da politikacılarınızı da tanımıyoruz. Adalet yada eşdeğerlik değil, eşitlik istiyoruz. İnsanca ücret, güvenceli iş istiyoruz. Savaş değil, adil, eşit bir batış, özgür bir ülke istiyoruz. Sizden istemiyoruz, kendimiz alacağız.” sözleri yer aldı.
Miting şarkı ve halaylarla sona erdi. Ankara İşçi Kadın Meclisi
İşçi Kadın Meclisi 8 Mart etkinliği 8 Mart’ın yaklaştığı bu günlerde,cılız olduğu her ne kadar söylense de sokakların canlanmasının verdiği isyan, öfke ve heyecanla etkinliğimizi dün (7 Mart) İrene Cafe’de gerçekleştirdik. İki bölümden oluşan etkinlikte ilk bölümde, hazırladığımız bir slayt eşliğinde; toplumsal cinsiyetçi işbölümünün ilkel komünal toplumdan günümüze tarihsel kökenlerine girerek, oradan günümüzde -Şiddet… Özgecan’ın hunharca katlinin ertesinde sokağa dökülen kadınlardaki güç, ısrar ve bugünden değişme eğilimi gösteren eylemlikler, öz savunma talebi konusunun tartışılması, altının doldurulmadığı takdirde yaşanacak olumsuzluklar vs ve şiddetin sadece kaba haliyle değil, sistematik ve politik bir biçimde sermaye tarafından da uygulanması… Etkinlik boyunca, tartışmalardan somut taleplere doğru bir eğilim sağlama hedefiyle birlikte tüm ikm bileşenleri doğal moderatör olarak etkinliğe katılım gösterdi. Beraber ürettiğimiz ortak dil ve
5
işçi meclisi
ortak tavır doğallığında bunu sağladı. Etkinliğin 8 Mart öncesi olması vesilesi ile döviz ve sloganlarımız bu etkinlikte kolektif zekayla birlikte toplumsallaşıp zenginleşti. Kadının toplumdaki konumu ve sermayenin de kadının hem bedeni hem de emeği üzerinde tahakküm kurma hedeflerini taşıyan genel paketlere doğru bağlantılı bir geçiş yapıldı. İkinci bölümde belirlediğimiz temel konu başlıklarına uyan bir görsel okuma gerçekleştirdik. İkinci bölüm, katılımcıların etkin katılımları ile bir sohbet havasında geçti. Bu başlıklar şunlardı: -Kadın bedeni üzerinden dayatılan estetik algı ve kadınlara yapıştırılan ”tüketici kadın” rolünü destekleyen görseller üzerinden, sistemin dayatmalarına karşı nasıl bir mücadele hattı örmek gerekiyor… -Toplumsal cinsiyetçi işbölümü ve ”kadın”lık rollerinin (anne, eş, bacı…) muhafazakar neoliberal kültür yapıcıları tarafından beyinlere çakıldığının kanıtı olan görseller üzerinden cinsiyet rollerinden arınmış bir toplumu şekillendirmek… -Bütün dinler kadına karşı şiarı üzerinden, kadını, tüm dinlerde günaha
iten ve şeytanla bir tutan konumu üzerinden ancak ve ancak erkek egemen toplumun kendini var ettiği ve sürekliliğini sağlayabildiğinin farkındalığını yaratarak, taleplerimizi somutlamak… -”Özgür Aşk” başlığı ile lgbti bireyleri de kapsayan bir tanımlama tartışmasına doğru sürükleyen görseller. -Şiddet… Özgecan’ın hunharca katlinin ertesinde sokağa dökülen kadınlardaki güç, ısrar ve bugünden değişme eğilimi gösteren eylemlikler, öz savunma talebi konusunun tartışılması, altının doldurulmadığı takdirde yaşanacak olumsuzluklar vs ve şiddetin sadece kaba haliyle değil, sistematik ve politik bir biçimde sermaye tarafından da uygulanması… Etkinlik boyunca, tartışmalardan somut taleplere doğru bir eğilim sağlama hedefiyle birlikte tüm ikm bileşenleri doğal moderatör olarak etkinliğe katılım gösterdi. Beraber ürettiğimiz ortak dil ve ortak tavır doğallığında bunu sağladı. Etkinliğin 8 Mart öncesi olması vesilesi ile döviz ve sloganlarımız bu etkinlikte kolektif zekayla birlikte toplumsallaşıp zenginleşti. Ankara İKM
İstanbul’da 8 Mart Eylemi Bu yıl İstanbul 8 Mart Kadın Platformu’nun çağrısıyla Kadıköy’de düzenlenen 8 Mart eylemine binlerce kadın katıldı. Eylemde Özgecan, Kobané ve Aile Paketi işlenen gündemlerin başında geliyordu. Özgecan ve Kobané direnişinde ölümsüzleşen kadın savaşlar öfkenin ve umudun simgesi olarak eyleme renk verdiler. Soğuk havaya rağmen miting için Haydarpaşa Numune Hastanesi önünde toplanan binlerce kadın coşkulu bir yürüyüş gerçekleştirdi. Oluşturulan kortejin en önünde 8 Mart Kadın Platformu’nun “Erkek devlet şiddetine karşı dayanışmadayız. Dayanışmamız isyanımız büyüyor” yazılı pankartı yer aldı. Ortak pankartın arkasına kortejler oluşturuldu. Yürüyüşte ve mitingde “Emeğimiz bedenimiz kimliğimizdir bizimdir”, “Yaşasın 8 Mart”, “Jin jiyan azadi” ve “Biji berxwedane Kobanê” sloganları sıklıkla atılan sloganlardı. Eyleme İşçi Kadın Meclisi önlükleri ile katılan İKM'li kadınlar “…” “.””. Ayrıca alanda İKM Bülteni dağıtımı yaptılar. KJA kortejinde bulunan genç kadınlar sarı-kırmızı-yeşil sopalarla kortejin kenarında yürürken, kadınları özsavunmaya çağırdı. Yürüyüş boyunca bazı kortejlerde erkeklerde yer aldı. Meydanda, sık sık alanda bulunan erkeklerin miting alanı dışına çıkması için anonslar yapıldı, erkekler ise artık bir dayatmaya dönen bu duruma karşı ısrarla alanda bulunmaya devam etti. İstanbul 8 Mart Kadın Platformu adına yapılan Türkçe ve Kürtçe açıklamada, erkek-devlet şiddetine karşı kadınların dayanışması ve isyanına dikkat çekildi. Her gün en az 3 kadının katledildiği Türkiye’de iktidarın çizdiği sınırların içine girmeyi reddeden kadınların açıkça hedef gösterildiği belirtildi. Rojava ve Şengal’de direnişini selamlayan kadınlar, kadınların DAİŞ’e karşı verdiği mücadelenin tüm kadınların mücadelesine güç kattığı vurgulandı. LGBTİ bireylerin her türlü ayrımcılık ve cinsiyetçiliğe karşı devam eden mücadelesine dikkat çekildi. Platform, kadın düşmanlarına, “Kadın düşmanı politikalarınıza rağmen her yerde olmaya, kadınların sesini, sözünü duyurmaya devam edeceğiz” mesajını verdi. Açıklamada dile getirilen talepler ise şöyleydi; -8 Mart ücretli tatil ilan edilsin. -Acilen Kadın Bakanlığı kurulsun. -Erkek şiddetini araştırmak için kurulan komisyon daimi hale getirilsin ve alanda çalışan kadın örgütlerinin izlemesine açık hale getirilsin. -Yaşamın her alanda eşit temsiliyet tanınsın.
öldürüldüğübelirtildi ve Meclis’in erkek şiddetine karşı önleyici ve sürekliği olan politakalar belirlemesini istedi. HDP Grup Başkan Vekili Pervin Buldan, kadınları selamladı, 8 Mart’ı kutladı. PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın selamını da ileten Buldan, “Sadece 8 Mart’ta değil, her gün kadınlar alanlarda olmalı, direnmeli, sesini ve gücünü birleştirmeli” dedi.
-Boşanan kadınlara ev, maaş ve can güvenliği sağlansın. -Ev emekçisi kadınlara sosyal güvence ve emeklilik hakkı tanınsın.
Müzik grubu Ahu İrani’nin sahne aldığı mitingde, göçmen kadınlar, Ermeni kadınlar, IMECE Ev İşçileri Sendikası, Maltepe Üniversitesi ile Namet direnişçi işçileri, 8 Mart’ı selamladı.
-LGBTİ’lere yönelik nefret cinayetleri önlensin.”
Miting, kadınların “isyan” sloganları ile sona erdi.
Kadın Cinayetlerine Karşı Acil Önlem Grubu adına da, bir konuşma yapıldı. Konuşmada ailelerde kadınların en yakınlarındaki erkekler tarafından
6
işçi meclisi
Madenci Eşleri Patladı:
Hükümet Seçim Şovunun Altında Kaldı
Ermenek’te katledilen 18 madenci eşine ev tapusu verme şovu için düzenlenen törende katil Hükümetin katil bakanları ölen maden işçilerinin eşleri ve işsiz madenciler tarafından öfkeyle protesto edildi. Seçim şovu için yalakalarını da hazırlamış olan Hükümet bakancıklarının şovları kursaklarında kaldı. Polisin madenci eşlerine ve işsiz madencilere tutumu, devletin işçilere karşı gerçek yüzünü bir daha gösterdi. Törene katılan Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız ile Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Lütfi Elvan, konuşmak için kürsüye çıktıklarında partililer tarafından slogan atılması ve alkışlanması üzerine, ölen madencilerin eşleri tepki gösterdi.
Taner Yıldız, konuşmasını yapmak için kürsüye çıktığı sırada davetliler arasındaki AKP’liler, ‘Türkiye seninle gurur duyuyor’ sloganı atmaya başladı. Bunun üzerine ölen madencilerden Mehmet Tokat’ın eşi Zeynep Tokat, oturduğu yerden ayağa kalkıp, “Neyle gurur duyuyorsunuz? Bizim acımız var. Canlarımız gitti. Ne demek gurur duyuyorsunuz” diyerek tepki gösterdi. Bu sırada babasının cenaze törenine yırtık ayakkabıyla gelmesi geniş yankı uyandıran ölen
madenci Tezcan Gökçe’nin eşi Ayşe Gökçe de tezahüratta bulunanlara sert tepki gösterdi. Ayşe Gökçe, “Ne verdiniz de gurur duyuyorsunuz siz? Bize bir şey verdiğiniz yok. Biz bir şey istemiyoruz” dedi. Gökçe, sakinleştirmek isteyen bakanların korumalarına da, “Benim iki acım var. Sakin olamam ben. İki yiğidimi yitirdim ben. Aklımı yitireceğim” dedi. Tekrar yerinden kalkan Zeynep Tokat, slogan atan partililerin yanına yaklaşıp, “Neyle gurur duyuyorsunuz siz? Bizim çektiğimiz acıyı biliyor musunuz? Neyle gurur duyuyorsunuz?” diyerek tepkisi gösterip kalabalığın arasından geçip salonu terk etti. Zeynep Tokat, salonun dışında bekleyenlere de “Sizin yüzünüzden bunlar başımıza geldi. Bir Soma yasası çıkardınız başımıza. Neyin gururunu duyuyorsunuz. Bize Cumhurbaşkanı, Başbakan ne yaptı? Gelip başsağlığında bile bulunmadılar” dedi. Salonda tepkisi sürdüren Ayşe Gökçe de sakinleştirilmek için sivil polisler tarafından salon dışına çıkartıldı. Gökçe, kendisine eşlik eden emniyet müdürü ve amirine “Hiçbir yardım gözümde yok. İki yiğidimi yitirdim” dedi.
Bu sırada salonu terk eden Zeynep Tokat tekrar salona girmek istedi. Ancak polisler izin ver-
medi. Tepkiler devam ederken Bakan Yıldız, konuşmasını sürdürdü.
Bakan Taner Yıldız’ın ardından Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Lütfi Elvan kürsüye çıktı. Konuşması sırasında Bakan Elvan’ın, alkışlanması üzerine ölen madenci İsmail Gürses’in eşi Havva Gürses, 7.5 aylık bebeğini gösterip, yetim kaldığını belirterek, “Bu çocuk babasız kaldı. Dünyayı verseniz hiçbir şey olmaz” diyerek salonu terk etti. İşsiz madencilerden de protesto! Programın ardından törenin yapıldığı Kültür Merkezi önünde ise maden faciasının ardından yapılan denetimler sonucu üretimi durdurulan diğer ocaklarda çalışan yaklaşık 50 işçi, 4 aydır işsiz kaldıklarını anlatmak için ‘Verilen sözlerin hiçbirisi tutulmadı’ yazılı pankart açtı. Tepkilerini dile gösteren işçilerin elindeki dövizler alınıp, kültür merkezinin bahçesine aldı. İçlerinden 5 temsilci, 3’üncü katta dinlenen 2 bakanla görüştürüldü. İşsiz bırakılan maden işçileri 20 Şubat'ta da eylem yapmışlardı.
İKM 8 Mart Çalışmalarından: “Gözlerimi De Al” Kadına yönelik aile içi ve toplum içi şiddetin yaygınlığı-yoğunluğu ve türleri değişmekle beraber dünyanın her yerinde, tüm toplumlarda, toplumların çeşitli katmanlarında varolmuş ve varolmaya devam eden, dünya kadınlarının yaşadığı ortak bir sorunudur.
Özellikle gelişkin kapitalist ülkelerde, 1960´li yıllardan itibaren kadınların yükselen örgütlü mücadeleleri sonucu aile içi şiddet toplumun gündemine girmeye başlamıştı. Yaklaşan 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü eylem ve etkinlikleri çerçevesinde, Berlin´de de İşçi Kadın Meclisi olarak bu konu ile ilgili film gösterimi yaptık. Aile içi şiddeti konu alan “Gözlerimi de AlÖffne meine Augen”* filminden sonra kadının toplumdaki yeri, yaşadığı sorunlar, boyutları, derinliği, yaygınlığı ve küresel boyutu üzerine kadınlı-erkekli canlı bir toplantı yaptık. Kişisel deneyimlerle bağı kurularak filmi değerlendirdik. “Bu film benim hayatımı anlatıyor ve ben tam 19 yıl bu hayatı yaşadım, içindeyken ne olduğunu anlamıyorsun. Ben kimim? Fiziksel şiddeti tanıyordum ama bana aynı zamanda duygusal şiddet te uygulandığını ancak katıldığım bir workshop çalışmasında öğreniyorum… bugün geriye dönüp o yılara baktığımda, ben bunca yıl bunları nasıl ve neden yaşadım. Bir güvencen yok, kendini kimseye anlatamıyorsun, ortada iki çocuk, ne yapar nereye gidersin…” “…ben bir şeyi merak ediyorum, kadınlar bunca yaşadıklarına karşın dönüp bir sorgulama yapmıyorlar mı? neden ben kurban rolündeyim? neden aktif olarak bu konunu üzerine
eğilmiyorlar?” (bir erkek arkadaş) “…bu sorun özellikle aile içinde, kendine babayı rol model olarak alan erkek çocukları, aynı kültürü devam ettiriyor, sizin de değiniz gibi baba evde tam da makro boyutundaki devlet erki modelinin mikro boyuttaki temsilcisidir. İşe aile içindeki eğitim ile başlanmalı, bu çok önemli. Çocukları anneler yetiştiriyor ve ne yazık ki onlar da geleneksel rollerinin dışına çıkamıyor, bunun toplumsal koşulları yok…” (bir erkek arkadaş)
“…biz kadınlar bu sorunların hepsını yaşıyoruz, görüyoruz, duyuyoruz ve her geçen gün artıyor. Benim asıl merak ettiğim, çözümü ne, ne yapmalıyız? Çok zor, o kadar yaygın ve biz o kadar zayıfız ki! nasıl yapıcaz…” “…ben sorunun ailenin, annenin eğitilmesi gerektiği meselesi olarak görmüyorum, evet bu önemli ama buralarda ve pek çok ülkede artık klasik çekirdek aile parçalanıyor ve yalnız çocuk yetiştiren kadın sayısı hızla artıyor. Çocuklar 2 yaşından itibaren kreşlerde ve daha sonra okul ve aile dışı sosyal ilişkilerde büyüyor şekilleniyor, hangi kültürle, hangi eğitim anlayışıyla büyüyorlar. Ailenin kendisi zaten şiddetin ve mülkiyet ilişkisinin kaynağı. İstatistikler, kadınların, partnerleri, babaları ya da diğer erkek akrabaları tarafından şiddete maruz kalıyorlar.” İnteraktif tartışma içeriği yukarıdaki minvalde devam etti. 8 Mart tarihçesine değindikten sonra, eylemde buluşmak üzere toplantımızı sonlandırdık.
*Gözlerimi De Al: İspanya 2004 yılı yapımı bir film. Kadın yönetmen Iciar Bollain; Aile içi şiddet konulu bir film yapmasının nedenini şöyle açıklıyor; “İspanya da çok yoğun ve çok yaygın olarak kadına yönelik şiddet var. Bu durum Türkiye’dekine çok benziyor ve bu konuda kimse konuşmak istemiyor.” Bollain, bir televizyon kanalında eşinin kendisini dövdüğünü söyleyen bir kadının, sonraki gün kocası tarafından sandalyeye bağlandıktan sonra yakılarak öldürülmesi üzerine bu konuyu ele almaya karar veriyor. Film de erkekleri şiddete sürükleyen nedenlerin toplumsal arka planına da yer vermeye çalışması, İspanyol feministleri kızdırıyor. Şiddet uygulayan erkeklerin katıldığı terapi seanslarının da sorunu çözemediklerini de gösteriyor. İKM/Berlin
7
işçi meclisi
TMMOB Bürokratlara Değil Mühendis ve Mimarlara Lazım Kent ve doğa mücadelesinin, bilim ve tekniğin gelişmesinde ve toplumsal yaşamın birçok noktasında üretkenliği bulunan mimar ve mühendislerin örgütlülüğü olan TMMOB’nin (Türk Mimar ve Mühendisler Odalar Birliği) yapısı AKP hükümetince değiştirilmek isteniyor. TMMOB ve bağlı odaların yönetimlerinin her ne kadar söylediklerinin arkasını dolduramamış olsa da TMMOB doğanın, kentin ve yaşamın örüldüğü birçok alanda mahkeme kararları tarzında uyguladığı bekle-gör tarzı pasif direnişi uzun bir süredir neoliberal muhafazakâr hükümet AKP tarafından hedef tahtasına alınmıştı. Evet, hedef tahtasına konulması için bu bile yeterli bir uygulama olmuştur. AKP hükümetinin ekonomik hedeflerini tutturabilmesi için kısa sürede sonuç alınan bir sektör olan inşaat sektörüne yönelmesi 12 yılını azgın neoliberal politikalara adamış bir dönemi geride bırakırken arkasında da çok büyük bir kent yapısı tahribi, kültürel mirasın yok edilmesi, doğa katliamları, geleceğin ipotek altına alınması anlamına gelecek kaotik bir gelişim anlayışı bırakmıştır. TMMOB’u hedef haline getiren TMMOB yönetimlerinin iddia ettikleri gibi TMMOB örgütlülüğünün, örgütsel bir güç olması değildir. 400 binden daha fazla üyesi olan, her sene 10 binleri bulan mühendislik ve mimarlık mezunlarının olduğu yerde TMMOB dar bir kabuk halindedir. Bu veri bile sokak gücünü öremeyen, antikapital-
ist, devrimci bir politika öremeyen bir demokratik kitle örgütünün nerelere savrulabileceğini, kendi kaderini tayin edemeyeceğini göstermektedir. TMMOB’un bürokratik, tabandan kopuk, masa
başına indirgenmiş yönetim organları ülke sorunları karşısında tüm umudunu mahkeme kararlarına bağlamıştır. İki sene önce de torba yasadaki değişiklikler gündeme gelmiş olup, TMMOB yönetiminin o dönemki Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’dan “böyle bir çalışmamız yoktur” sözünden sonra TMMOB yönetimi kendini rahatlatmıştı. Torba yasa göz göre göre gelirken, her gün ayrı bir yerde doğa katliamları, kentsel mekanların tarihi, kültürel hiçbir yönü kalmayacak şekilde yok edilmesi, mühendis ve mimarların üzerindeki sermaye baskısı her geçen gün derinleşirken yani TMMOB
gibi bir yapıya her geçen günden daha fazla ihtiyaç varken TMMOB ve bağlı odaların yönetimleri sosyal medya kampanyaları, son dakika da atılan eylem bilgilendirme SMS’leri ile hükümetin bu yok etme eylemine direnmeye çalışmaktadır. Bunun adı direniş değil dostlar alışverişte görünsündür. Torba yasa sadece TMMOB Kanunu’nu değiştirmekle kalmıyor esas olarak imar kanunu, yapı denetim kanunu, kıyı kanunu, mera kanunu, iskan kanunu gibi inşaat sektörünü bir fiil ilgilendiren düzenlemeleri içeriyor. Kıyı şeritlerinin yapılaşmasını, kamusal alanların (meydan, yol, park vs.) ve TSK’ya ait olan yerlerin imara açılarak sermayeye tesis edilmesi, mühendisliğin tasfiyesi ve mühendislerin hak kaybı yaşamasına, mühendislik ve mimarlık hizmeti fikir ve sanat eserleri kapsamından çıkarılıp sanatsal, zihinsel hiçbir emeğin korunmamasına yol açmaktadır. TMMOB yönetimleri bu çöküşü ve yıkımı izlemekle yetinmektedirler. TMMOB bugün parçalı ve atomize hale getirilmek istenirken, TMMOB çatısı sadece AKP’ye ve sermayenin başına çökmeyecek, bu çöküşte payı olan üyenin iradesine tahakküm kuran TMMOB yönetimlerinin de tepesine çökecektir. Meslekler dönüşür ve karşıt sınıflara doğru çözülmesi hızlanırken, işçileşen mühendis ve mimarların sınıf çıkarlarları temelinde örgütlenmesi sorunu da yakıcılaşmaktadır.
YPJ Kürt Kadın Savaşçılar: Suriye’de Bir Gün Freelance gazeteci Rozh Ahmad’ın Rojava’da YPJ saflarında savaşan genç kadınları anlattığı “YPJ Kürt Kadın Savaşçılar: Suriye’de Bir Gün” adlı belgesel, Paris’in Montreuil banliyösündeki “Elles Resistent” (Kadınlar Direniyor) festivalinde gösterildi. Film gösterimi Kobane İle Feminist Dayanışma İnisiyatifi tarafından gerçekleştirildi ve film öncesinde grubun Suruç ve Kobane’ye düzenlediği dayanışma ziyaretinin raporu okundu. Ziyaret raporunda kadına yönelik her tür şiddet ve tecavüze karşı öz savunma gerekliliğine vurgu yapıldı. Daha genel olarak ise, Abdullah Öcalan tarafından ortaya atılan “jineoloji” kavramının global düzeyde önem taşıdığına ve ondan çıkış alan örgütlenmelerin model oluşturduğuna işaret edildi. Ardından film gösterimine geçildi. Bir YPJ taburundaki genç kadın savaşçı, mücadelede yer alış nedenlerini ve bu yer alışın kendileri üzerindeki etkisini anlattı. Genç kadın savaşçı da, YPJ taburu da mücadelenin “beklenmedik” sonuçlar yaratarak eşitsiz gelişiminin cisimleşmiş bir örneğiydiler -tıpkı Rojava’nın kendisi gibi. Savaşa dair fetişleştirici bir dilin kullanılmaması, ki bu yapılsa anlaşılır da olurdu, diğer temalarla birlikte savaş sonrasının kurucu görevlerine de odaklanmanın bir işaretiydi. Bu ortamın bildik ancak ayrılmaz bir parçası olan Kürtçe dersi sırasında (meslekten bir öğretmen olan kadın savaşçı tarafından verilirken) alınan görüntüler de vardı. Filmde, arkadaşlarının sözcülüğünü üstlenen savaşçı, izinlerini (ayda 4 gün izin veriliyor) kullanmak üzere yaşadığı köye gitti. Mutluluk
ve neşesi mavi pullarla süslü elbisesine yansımış annesi, gençlik örgütüne üye olduğu söylenerek tanıtılan erkek kardeşi, bir müzik grubunda şarkı söyleyen ergen kız kardeşi ile henüz hoplayıp zıplamakla meşgul en küçük erkek kardeş, YPG saflarında savaştığı için evde olmayan baba ile birlikte ev küçük bir ordu birimi gibiydi. Genellikle ulusal mücadelelerde karşılaşılan bu durum, henüz orta yaşlarındaki kadını gururlandırıyor, YPJ’li kızından çok onunla aynı zamanda evden ayrılmış, ama evlenerek ayrılmış olan kızını merak ettiğini söylüyordu. 30 dakika kadar süren film, genç kadın savaşçının özellikle de Avrupalı kadınlara yönelik kapitalizme karşı uyarıları ile son buldu.
Film sonrasında söz almalar için kısa bir süre -program gereği- tanındı. Bu süre içerisinde yine öz savunma bağlamında vurguların yanı sıra kadınların eylemlerinin “mixte” yani kadınerkek birlikte olmasına karşı konuşmalar yapıldı. Özgecan’ın katledilmesi ile giriş yapıp öz savunma gereğinin günde 5 kadının katledildiği topraklarımızda anlam kazandığını söyledik. Kadın sorununun -kapitalizmin farklı gelişme düzeylerindeki- evrenselliğine işaret edip filmde kapitalizme ilişkin söylenenlerle de bağ kurarak kadının özgürlüğünün kapitalizme sığmayacağını belirttik.
işçi meclisi
8
Bahar ateşi Şubat’tan yanıyor
işçi meclisi
9
Özgecan tepki ve eylemleri, 8 Mart Emekçi Kadınlar Günü’ne doğru ezilen cins savaşımına yeni bir ruh ve ateş kazandırmalı, eylemler kitleselleşmeli, fiilileşmeli, militanlaşmalıdır.
Bahar ateşi Şubat’tan yanmaya başladı. İşçi sınıfı, ezilen cins, ezilen mezhep, ezilen ulus, gençler… tüm toplumsal fay hatları hareketleniyor. İşçi Sınıfı
İşçi grev ve direnişleri yeni bir eşiğe dayanıyor. Metalde 15 bin işçinin devlet ve sendika bürokrasisi tarafından bastırılmaya çalışılan grevi, yeni bir etki dalgası yarattı. Türkiye’nin en büyük kağıt ve ambalaj grubu Olmuksan’ın 6 fabrikasında büyük çoğunlukla çıkan grev iradesi son dakika satışıyla direkten döndü. Karayollarına bağlı 9 bin taşeron işçinin eylem kararı yine son dakika satışıyla ertelendi. Türkiye’nin en büyük mobilya tekeli Boydak grubunun 5 fabrikasında 2 bin işçi, TİS rezaletine karşı fiili grev ve eylem yaptı. Söğütsan’da işçiler fiili grev ve eylemde. Sivas Demir-Çelik işçileri günlerdir kent meydanında direnişte, yoğun baskılara karşın kente gelen başbakanı da protesto ettiler. Ülker işçileri, Maltepe Hastanesi taşeron sağlık işçileri, çok sayıda başka işçi direnişi sürüyor, işçi direnişleri yaygınlaşıyor.
Özgecan
Özgecan’ın bir minibüs şoförü erkek tarafından uğradığı tecavüz saldırısı, kendini savununca defalarca bıçaklanması, katil erkeğin katil erkek akrabalarının yardımıyla yakılması… hiç kuşkusuz, Türkiye’de giderek bir buhrana dönüşen ezilen cins sorunu ve mücadelesinde yeni bir dönüm noktası olacaktır. Yalnızca kadınlara karşı devlet tahkimat ve koruması
açılması için yeni bir olanaktır. İşçi emekçi kadınların durumu, biri ötekini pekiştirip daraltan burjuva neoliberal muhafazakar ideolojik, siyasal, toplumsal, ekonomik kölelik zincirleri ve eziyeti açısından, 3 yıl öncesine göre bile çok daha ağırlaşmıştır. Büyük bir tepki birikimi, özgürlük çığlığı, akacak -istikrarlı, sonuna kadar mücadeleci, cinsel-sınıfsal güven verici ve özgüven tesis edici, mücadele içinde özneleştirici ve özgürleştirici- kanal arayışı vardır. Özgecan’ın T.C avüz saldırısına uğramış, defalarca bıçaklanmış, yakılmış
Sınıf bilinçli işçiler, eğitimde neomuhafazakarlığa karşı, MGK tarzı laikçilik anlayışıyla da, AB-TÜSİAD tarzı neoliberal “bilimsellik” anlayışıyla da kırmızı çizgileri çizmeden mücadele edileyemeyeceğini bilmelidirler. Neoliberalizm ile neomuhafazakarlık arasındaki kimi ayrımlar ne olursa olsun, bunlar işçi sınıfına karşı saldırıda bir bütün oluşturur. Birine karşı ötekine sarılmak intihar etmektir.
İşçi katliamları 2014’te büyük bir sıçrama daha yaptı ve bu yılın ilk çeyreğinde de hız kesmeden sürüyor. Soma katliamından sonra Gezi tarzı kitlesel tepki eylemleri, çok az kişinin çabasıyla madencilerin tabandan, işçi komite ve meclisleri temelinde örgütlenme girişimi, Ermenek katliamından sonra madenlerde toplumsal denetim ve teşhir ağı oluşturmaya dönük girişimler, sonuca gidemediyse de önemli deneyimler oldu. İnşaat işçileri katliamlarına karşı eylemler, örgütlenme girişimleri keza. Madencilikte hükümetin taşeronluk ve rödovansı bile kaldırmadan yaptığı göstermelik düzenlemeler, 3 bine yakın maden işçisinin atılması ve direnişler… En ağır ve tehlikeli sektörler olan madencilik ve inşaatta kriz ve sarsıntılar sürüyor. Hükümetin kıdem tazminatı gaspı ve kiralık işçi düzenlemelerini Haziran’daki seçimlere kadar yasalaştırmak için nabız yoklaması, artan taban baskısıyla Türk-İş patronlarını bile gerdi! Dibe vurmuş ücretler, çalışma ve yaşam koşulları, işçi katliamları, grev yasakları, 1 Mayıs ve meydan yasakları, çürümüş sendika bürokrasisinin engelleyiciliği, “işgücü piyasasının etkinleştirilmesi programı” bağlamında yeni derin esnek-güvencesiz sömürü ve tahakküm sistemleri… İlk eldeki acil, siyasallaşma dinamiği de içeren mücadele gündemlerini oluşturuyor. Sürecin en önemli kazanımlarından biri, neoliberal kapitalizmin despotik çalışma rejimi ve baskılarına karşı tabandan öz savaşım organ ve inisiyatifine, fiili grev, işgal ve direnişlere doğru eğilim ve örneklerin güçlenmeye başlaması. 8 Mart, 1 Mayıs, Soma madenci katliamının 1. yıldönümü (13 Mayıs)… Bahar, işçi sınıfının bağımsız fiili öz örgütlenme ve mücadele baharı olmalıdır.
Paris Komünü İşçi sınıfının bahar repertaurında 1 Mayıs kadar önemli bir tarihsel yıldönümünü de atlamamalıyız: Paris Komünü’nün yıldönümü, 18 Mart. Paris Komünü, işçi sınıfının tarihte ilk kez, iç savaş ve iktidar organı olan işçi konseyi örgütlenmesi temelinde iktidara el koyduğu, işçi sınıfının burjuvazi ve devlet aygıtına, burjuva parlamentarizme köleliliğinin “fıtrat” olmadığını kanıtlayan büyük bir tarihsel olaydır. İşçi sınıfı ilk kez 18 Mart 1871 Paris Komünü ile, 71 günlüğüne de olsa, kapitalist egemenliğin dokunulmaz ve değişmez sayılan surlarında büyük bir gedik açtı. İşçi sınıfının sermaye ve devletine, parlamentarizme mecbur ve mahkum olmadığını, kendi ihtiyaç ve özlemleri, kendi kararları doğrultusunda yeni ve daha yüksek bir yaşamı örgütleme ve yönetme yeteneğine sahip olduğunu gösterdi. Türkiye’de yeni işçi kitlelerinin büyük çoğunluğu bir 10-15 yıl öncesine kadar grev nedir, 1 Mayıs nedir bilmiyordu. 1 Mayıs’ı 1 Mayıs ve Taksim meydanı mücadeleleri içinde öğrendi. Mevcut iş yasaları, yasakları ve sendika bürokrasisi tarafından neredeyse olanaksız hale getirmiş koşullarda grevi ve grev iradesini ortaya koymayı grev mücadeleleri içinde öğrendi. Giderek tabandan öz mücadele örgütlenmesi ve iradesini, fiili grev, işgal, direnişleri de öğreniyor. Paris Komünü Devrimini, Sosyalist Sovyet Devrimini, işçi konseylerini de bu mücadeleler zemininde öğrenmelidirler.
Eğitim sisteminde neomuhafazakar dönüşüm ve egemenlik dayatmasına karşı, genişleyen bir toplumsal taban ve bileşim temelinden mücadelenin yeniden canlanması önemli bir gelişmedir. Ancak boykot eylemlerinde CHP ve onunla dirsek teması içindeki Birleşik Haziran Hareketi ve bazı Alevi derneklerinin, eğitimde anadil sorunu, kadın sorunu ve daha derin ve temelde yatan sınıf karşıtlığı sorununu görünmezleştirip üstünü örtmesi, TKP gibi siyasetlerin bu mücadeleyi çürümüş burjuva kemalist, ulusalcı, bürokratik laikçiliğe yedeklemeye çalışması, burjuvazinin diğer kesimine (AB-TÜSİAD’a) destek çağrıları, büyük bir sorun ve tehlike içermektedir.
altındaki ataerkilliğin geldiği alçaklık, hunharlık, çürüme ve kokuşma boyutuyla değil, doğurduğu büyük tepki ve mücadeleler boyutuyla da… Özgecan’ın Mersin’in Tarsus ilçesindeki cenazesi, 5 bin kişinin katıldığı öfkeli bir kitle eylemine dönüştü. Ankara, İstanbul ve çok sayıda şehirde tepki eylemlerine binlerce kişi katıldı. İki ilde protesto eylemi yapan kadınlara laf atan erkekler, kadınların öfkesinden polis korumasında apar topar kaçmak zorunda kaldı. İkinci gün bu kez tüm şehirlerde 10 binler ve 10 binler eylemdeydi. Türkiye tarihinde muhtemelen en büyük ve yaygın kadın eylemleri dalgası yaşanıyor. Bir çok ilk daha yaşanıyor. “T.C avüz” kodlaması eylemler ve sosyal medyada hızla yaygınlaştı. (Bundan sonra T.C ve Türk bayrağını sözde sol adına sahiplenmeye ve meşrulaştırmaya kalkışanların suratını görelim!) Bu da hedefe doğrudan burjuva ataerkil devletin konması açısından önemlidir. Bir çok kadın eylemi pankartında tecavüz ve cinayet; hükümet, polis, yargı, medya zincirleme tüm düzen kurumlarıyla kodlanıyordu. Daha az sayıda pankart ve dövizle de olsa bunlara meclis, aile ve eğitim sistemi de ekleniyordu. Özgecan tepki ve eylemleri, 8 Mart Emekçi Kadınlar Günü’ne doğru ezilen cins savaşımına yeni bir ruh ve ateş kazandırmalı, eylemler kitleselleşmeli, fiilileşmeli, militanlaşmalıdır. Kadın hareketi kürtaj yasağına karşı hareketlenmeden bu yana içinde olduğu ciddi durgunluktan sıyrılıyor. Gezi isyan ve direnişinde bile, eylemci kitlelerin yüzde 52’sini kadınlar oluşturduğu, kadınlar eylem, direniş ve organizasyonda çok önemli roller oynadığı halde, kadınlar kendi mücadele istem ve özlemlerini ifade edecek kanallar bulamadılar. Kadınlara dönük katmerli sömürü, baskı, şiddet, taciz, tecavüz, cinayet, aşağılama büyüyerek devam etmesine karşın kadın hareketindeki durgunluğun bazı nedenleri şunlardı: Bürokratik sendika, meslek örgütü, akademi sınırlarına sıkışıp kalması, diğer yandan feminizm ve AB-TÜSİAD eksenindeki Haklı Kadın Platformu ve benzeri neoliberal demokratik kadın proje ve kampanyalarının hegemonyası altında olması, bağımsız (sermaye ve/veya erkek egemenliğinden bağımsız) bir mücadele anlayışının olmaması. AB rüzgarı kesilince, feminizmin de durgunlaşması, bölünüp parçalanması tipik bir durumdu. Diğer taraftan kadın sorununa ilgisiz, ya da en fazla erkek egemenliğine biçimsel bir ayar çekmekle sınırlı küçük burjuva devrimciliğinin pragmatist kadın yaklaşımları da bu boşluğu dolduramamıştır, dolduramaz. Özgecan sarsıntısı, Türkiye’de tabanı giderek daha fazla işçileşen kadın hareketinin burjuva, küçük burjuva, bürokratik, liberal, reformist, dar kimlikçi kabuğunu kırması; gerçek bir işçi, emekçi kadın hareketinin yolunun
bedeninin travmasını ve isyanını bedeninde, ruhunda, zihninde yaşayan milyonlar için şimdi 8 Mart ateşi harlanmıştır. Bu cinsel-sınıfsal mücadele kanalı açılacak, T.C avüzcü katil sermaye, devlet, medya sisteminden hesap sorulacaktır. 8 Mart’ın ikinci dinamiği çok cılız ve silik de olsa, daha ziyade DİSK ve Kadın Emeği Platformu tarafından, “Aileyi ve Dinamik Nüfus Yapısını Koruma Programı”na karşı yürütülen toplantı, etkinlik ve eylemlerdir. İşçi emekçi kadın ekseninden bilgilendirme, aydınlatma faaliyetleri elbette önemlidir. Ancak bunun daha geniş işçi kitlelerine, işçi-emekçi kadın kitlelerine eylemli olarak taşınabilmesi gerekir. Seri işçi katliamları ile kadın cinayet ve tecavüzleri arasındaki derin-içsel bağın; neoliberal despotik emek rejimi ile neomuhafazakar despotik emekgücü üretimi, yeniden üretimi ve cinsel kölelik rejimi arasındaki derin-içsel bağın çok açık, çok güçlü ve çok somut biçimde sergilenmesi, bunlara karşı ancak birlikte mücadele edilebileceğinin ortaya konabilmesi gerekir.
Eğitim boykot ve grevi Katlamalı haraçların yeniden dayatılmasına karşı tepki ve eylemler hızla yaygınlaşmaya başladı. Hükümet katlamalı haraçları şimdilik önümüzdeki yıla erteledi. Ancak sorun kapanmış olmadı. Alevi Dernekleri ve Eğitim-Sen’in çağrısıyla düzenlenen “Laik, Bilimsel, Anadilde Eğitim ve Demokratik Yaşam” için miting, son dönemlerin en kitlesel katılımlı ve coşkulu mitinglerinden biri oldu. Ardından yine Alevi Dernekleri ve Eğitim-Sen ile birlikte Birleşik Haziran Hareketinin çağrısıyla düzenlenen eğitim grev ve boykotu, yoğun devlet baskı ve saldırılarına karşın, başta Alevi ve beyaz yakalı ağırlıklı bölgeler olmak üzere, etkili oldu. AKP Hükümetinin, din, mezhep, aile, eğitim ve tüm yaşamdaki neomuhafazakar dönüşüm ve hegemonya politikaları, yakıcı bir toplumsal-siyasal mücadele gündemi oluşturmaya devam ediyor. Eğitimde 4+4+4 sistemine, kadınlara kürtaj yasağına karşı direnişler, Gezi isyan ve direnişinin de öncülleri arasında yer almıştı. En son geçtiğimiz Aralık ayındaki Milli Eğitim Şurasının zorunlu din dersi, türban ve dinci-mezhepçi önyargıların ilkokul ve anaokullarına kadar sokulmasına dair kararları bardağı yeniden taşırdı.
Dinin her türlü devlet ve eğitim işinden ayrılması, “bireysel bir sorun” olduğunun tanınması, burjuva demokratik bir istemdir. Ancak burjuvazinin çoktan bundan yandan çizmesi, tam tersine dinin alanını resmen ve fiilen durmaksızın genişletmesi ve derinleştirmesi, bu sorunun da sınıfsaltoplumsal, ideolojik-siyasal bir savaşım sorunu olduğunu gösterir. Ne var ki bu yetmez. Sorunun ve çözüm beklentisinin burjuva neoliberal demokratik sınırlar içinde tutuluşu, işçi sınıfını burjuvazi ve orta sınıfların şu veya bu kesimine (“sınıflar üstü dayanışma ve birlik” adına) yedeklenmeye götürür. Çünkü bugün her türlü dinci-gericilik ve neomuhafazakarlık (AKP ve bağlı sermaye kesimlerinin konum ve paylarını sunni-islam-türk hegemonyasını konsolide ederek koruma çabası dahil) basitçe bir ortaçağ kalıntısı değil, neoliberal sermaye birikim ve egemenliği temelinden restore edilen, yeniden üretilen, içselleştirilen bir olgudur. Bu yüzden eğitimde ve tüm yaşamda, sermaye egemenliğini kaldırma mücadelesi verilmeden, dinci-gericiliğe karşı bağımsız ve etkin bir mücadele verilemez. Dine karşı mücadele, eğitimde de keskinleşen sınıf karşıtlığı temelinde, sosyalist devrimci işçi demokrasisi mücadelesine bağlanarak ve bileşeni kılınarak yürütülmelidir. Eğitimin bir ideolojik, siyasal, toplumsal egemenlik aracı ve alanı olduğu kadar, dev çaplı bir sermaye birikim aracı ve kaldıracı haline gelmesi, söylediklerimizin farklı bir ifadesidir. Liselerin büyük bölümü meslek liselerine çevrilirken, bir yandan da imam hatipleştirilme süreci, lise ve üniversitelerde zorunlu çalıştırma sistemine doğru geçilirken yönetimlerinin daha büyük kısmının büyük ve yerel sermayeye (sanayi ve ticaret odaları, vb) devredilmesi, birbirinden bağımsız değil iç içe süreçlerdir. İşçi sınıfının üst, orta sınıfların proleterleşen kesimleri ne yapıp edip çocuklarını özel okullarda okutmaya çabalarken, işçi sınıfının geniş kesimleri devlet okullarına talim etmektedir. Devlet okulları, parasız ders kitabı, göstermelik tablet dağıtımları, taşımalı-beslemeli eğitim, üniversite harçlarının geçici kaldırılması, zorunlu çalıştırma sistemine geçiş, (meslek edindirme, iş bulma adı altında) çocukların olabildiğince çabuk esnekgüvencesiz işgücü piyasasına sevk edilmesi, eğitimin işçi sınıfı üzerinde hem derinleşen bir sömürü hem de neoliberal sosyal içerme/bağlama aracı olarak nasıl kullanıldığını gösterir. Eğitimde din, mezhep, cinsiyet, milliyet ayrıcalık ve egemenliklerinin konsolide edilmesi de yine bu çerçevede, kurumlaştırılmaktadır. (Bu açıdan, neomuhafazakarlıkla koşullanan eğitim, sağlık, aile, sosyal yardım programları, işçi sınıfının geniş kesimlerini neoliberal despotik sömürü ile eşgedümlü neoliberal sosyal içerme politika ve mekanizmaları olarak kullanılmaktadır.) Aynı zamanda işçi sınıfını derinlemesine bölen bu mekanizmayı parçalamak, daha geniş kitlelere sınıf damarından hitap etmek, (eğitim, sağlık, aile, zaman, mekan vd dahil) toplumsal ve siyasal bağımsız sınıf mücadelesi politikaları geliştirmekle mümkündür. Mufazakarlığın etkisi altındaki metropol çeperlerinde, yerellerde, organize sanayi bölgelerinde işçi direnişlerinin giderek artması, daha inatçı ve fiili biçimler almaya başlaması, bu olanağı vermektedir.
10
işçi meclisi
İşçi sınıfının gizli yaralarının şairi: Philip Levine
Yine de Levine’in yer yer gerçekten travmatik biçimler alan şiirinin, tümüyle karanlık ve karamsar olduğu söylenemez. O işçi sınıfını yalnız acı çeken değil mücadele eden bir sınıf olarak anlatmış, fakat hiçbir süsleme, güzelleme ve dışsal dilek ve niyet yüklemeden, konformist ve sol okurun da beklediği ajitasyonal vaat ve katharsizle kolaya kaçmasına izin vermeden… İşçi sınıfının gizli yarlarının şairi, büyük işçi şair Philip Levine’i 14 Şubat’ta, 87 yaşında yitirdik. Levine, hep ömrünün ilk yarısını ve babası ve ağabeyini çarkları arasında bıraktığı bir Detroit fabrikaları işçisi olarak kaldı. Ömrünün son günlerine kadar yalnızca işçi sınıfının şiirini yazdı. Son 35 yılda aldığı onca büyük ödül ve ünvana karşın hep bir işçi olarak sade yaşadı. Kendini hep işçi sınıfına, aşırı çalışma takatsizliğinden ölen işçi ağabeyine, çalışma acısından ölen sayısız işçi arkadaşına sorumlu hissetti. Türkiye’de Levine’in şiirlerinin bir çeviri seçkisinin bile yayınlanmamış olması, Levine’in kendini markalaştırmaya ve piyasalaştırmaya gönül indirmemesi ve herhalde, işçi şiirinin yayınevi piyasası açısından para etmemesine ilişkindir. Ancak Türkiye’deki sol, devrimci, sosyalist iddialı, iyi dil bilen yazar ve şairlerin, şiir-edebiyat çevirmenlerinin dünyada bu kadar nadir bulunan bir şeye, evrensel proletaryanın evrensel proleter şairlerine ilgisizliği neyle ve nasıl açıklanır? Nadir bulunan, diyoruz: Elbette işçi sınıfı üzerine yazılan çok şiir vardır, fakat işçi sınıfının emek ve yaşam sürecinin dolaysızca içinden, dolaysızca proleter şair sayısı çok azdır. Nazım’ın bile dolaysızca işçileri anlattığı şiirleri veya şiir bölümleri en az okunan, bestelenmeye en az uygun görünenlerdir. Tıpkı Marx’ın Kapital’inin 1. Cildindeki, işçilerin çalışma ve yaşam koşullarını ayrıntılı biçimlerde anlattığı bölümlerin, pek Marksist aydınlar tarafından en fazla görmezden gelinen, hiç “derin” ve “teorik” bulunmayan bölümleri olması gibi. İşçi sınıfının yalnız kent merkezlerinde, sosyal yaşamda, medyada değil akademik ve entelektüel alanda, kültür ve sanatta da görünmezleştirilmesi, işçi sınıfına neoliberal despotik saldırının bileşenidir.
Levine’in şiirleri, proleter yalınlığı içinde derin ve sarsıcı; sessizliği içinde, insanın yüreğinin ve kafasının en derininden patlayan bir dinamit gibidir. Proleter sanat, herkesin, her işçinin okuyup anlayabileceği, dahası öz yaşam deneyimlerinden en iyi bildiği, belki bin kez yaşadığı ve gördüğü kesitler içinden, o büyük sınıf acıları ve öfkesi lavlarının dipten gelen dalgasını açığa çıkarabilmek, işleyebilmek, harekete geçirebilmektir.
arpalığından yetişmiş olan uşaklarının harcıdır diyen o gerici burjuva önyargının gümbürtüyle çöküşü! Linzi ve Levine gibi büyük proleter şairlerin varlığı, işçi sınıfında, burjuvazi ve uşaklarınınkini en fazla acınası bir çöplük olarak solda sıfır bırakacak, sonsuz zenginlikteki bir yetenekler toplamının yattığını gösterir oysa. Linzi ve Levine gibi proleter sanat devleri bu kadar istisnai ise, bu dev çaplı proleter yaratıcılık volkanı üzerinde onu eze eze, sermaye ve mali oligarşisinin oturması, yetenekleri gün yüzüne çıkacak kadar şanslı olan işçilerin çoğunun da, piyasa çarkları içine çekilip çürütülmesidir. Yüzmilyonlarca işçiyi ve sınırsız yetenek poLevine işçi olarak çalıştığı dönem boyunca tansiyellerini her gün eze eze kötürümleştiren Detroit ve fabrikalara dair bir şiir yazmadı, yazdıklarını da kimseye göstermeden buruşturup bu sistem içinde Levine, şiir tutkusuna zaman, attı. Bunu bir röportajında, “fabrikadan, işlikten, enerji ve olanak bulabildiği bir duruma geçiş yapabilmekte gerçekten “şanslı”dır! Linzi ise, bumontaj hattından, bize davranma şekillerinden ölümüne nefret ediyordum. İşten çıkınca bir saniy- nun için aradığı 8 saatlik bir masa başı büro işini bile bulamayarak intihar etmiştir! eyi bile fabrikayı düşünerek geçirmek bana ölüm gibi geliyordu” diye açıklar. Levine’in şiirleri, proleter yalınlığı içinde derin ve sarsıcı; sessizliği içinde, insanın yüreğinin Bugün her yıl binlerce işçinin işçi cinayetleri ve ve kafasının en derininden patlayan bir dinameslek hastalıklarında yıkıma uğradığı Türkiye mit gibidir. Proleter sanat, herkesin, her işçinin gibi bir ülkede, böylesine trajik ve isyan ettirici okuyup anlayabileceği, dahası öz yaşam deneybir toplumsal olayın bile – bir iki istisnai örnek imlerinden en iyi bildiği, belki bin kez yaşadığı dışında- şiiri, öyküsü, romanı yazılmıyorsa, ve gördüğü kesitler içinden, o büyük sınıf acıları müziği, resmi, heykeli, filmi yapılmıyorsa, ve öfkesi lavlarının dipten gelen dalgasını açığa zamanın çoğunu kesen çalışma süreçlerindeki çıkarabilmek, işleyebilmek, harekete geçirebilmesınıf acısı ve öfkesi sanatın konusu olamıyorsa, ktir. sanat niye var diye sormak gerekir?! Oysa Linzi Xu ve Philip Levine gibi büyük proleter şairlerin varlığı – hem de her şeyin işçi sınıfının atomize edilmesi ve görünmezleştirilmesi için olduğu şu neoliberal kapitalizm çağına meydan okuyan varlığı-, tıpkı yaşamları ve mücadeleleri gibi şiiri de o tam fabrikasyon, yıkıcı çalışma koşullarından dişle tırnakla çıkardıkları varlığı, yalnızca şuna işaret eder: İşçi sınıfı yönetemez, kendi kararlarını kendi alamaz, kendi sanatını yapamaz; yönetmek, politika, bilim, kültür, sanat, felsefe, spor gibi pek yüksek işler, ancak burjuvazinin ve onun
Levine’ı okumayı bitirdiğinizde gözünüzün üstüne sert bir proleter yumruk yemiş gibi olursunuz. Boğazınıza takılan acı ve öfke yumrusu günlerce orada kalır. “Sıradan” işçilerin tüm o “sıradan” çalışma ve yaşam olguları, olayları, nesneleri bir ateş topuna dönüşür, işçi sınıfının birikmiş acısı ve öfkesiyle birlikte içinize akar. Tam da bunları doğal gören o asıl sıradan algı ve düşünce dünyasını alt üst eder. Olanca sesinizle haykırmak, sokağa çıkıp çılgınca koşmak, önünüze çıkan her insanı tutup “biz işçiyiz, işçiii!” diye sarsmak istersiniz.
“İşçilerin işyerlerinde çalışırkenki korkunç sessizliğinin sesi olmaya çalıştım, en azından denedim” der. “Girdiğim ilk işyerlerinde işçilerin nasıl bir mezar sessizliğiyle çalıştığını görünce, çok şaşırmıştım. İş gereği dışında kimse konuşmaz, iş gereğini de zaten formenler söyler. Makine uğultusunun her şeyi bastırdığı işliklerde ise işçilerin her biri kendi başına avazları çıktığı kadar şarkı söyler, küfür eder, ya da kendi kendine konuşurlar. Ama ne birbirlerini duyarlar ne de kimse onları duyar. İşçiler böyle çalışır, sessiz. Benden illa edebi laflar bekliyorsanız, Amerika’daki edebi jargonla, işçiler duyulmazlar ve görünmezler. Kimse işçilerle de işçiler adına da konuşmak istemez. İşte ben de bir cahil cesaretiyle işçiler için, işçiler adına, bir işçi olarak konuşmaya giriştim. Ve tüm yaşamım bundan ibaret hale geldi. Başardım mı? En azından denedim.” Şiiri ilk bakışta, bir solukta okunuverecek nesiröykü parçalarına benzer. Ancak, ne yazık ki Türkçeye tam çevirme olanağı olmayan, çok güçlü, gospel, soul ve blues müzikalitesi, ve asıl daha güçlü semantik bir iç tını taşır. Tekil imge, benzetme ve uyak çok azdır, imge şiirin bütününden, asıl olarak okurun kendi içinden, öz yaşam deneyiminden patlar. Levine’in şiir tekniği ve estetiği üzerine sempozyumlar yapılmıştır, fakat o kendi şiirinden konuşmayı pek sevmez. Genellikle Detroit’teki işçilik deneyimlerini anlatmakla yetinir. “İş Nedir” de, kendi yaşadığı işçilik/işsizlik yarasının evrensel ifadesidir. Ford fabrikası işçi alımı yapacağını gazete ilanıyla duyurur, iş isteyenin sabah 8.00’de kapıya gelmesini buyurur. Levine 8.00’de iş alım kuyruğuna girer, işçiler 2 saat ayakta ve yağmur altında kuyrukta bekletildikten sonra ancak “bir yetkili” gelir, “bugün işçi alımı yok!” deyip kapıları kapatır. Levine tam 50 yıl sonra bu olayı bir röportajında anlatırken, hala öfkeden zangır zangır titremekte, gözlerinden yaşlar akmaktadır. “8.00 deyip neden 2 saat beklettiklerini düşünmeye başladım. Sonra anladım.
11
işçi meclisi
Bizi 2 saat beklettiler, çünkü iş için 2 saat beklemeye can atan kişiler olmamızı istiyorlardı. Yani robotlaştırılmayı yeterli düzeyde sineye çekecek olanları…” der. 2 saat yağmurda bekletilmek, milyonlarca işçinin şehirler boyunca taban teptiği sayısız iş başvurusundan boşuna yanıt bekleyip durması… “Benim yakalamaya çalıştığım, raslantısal gerçek değil” der, “gerçeğin bam teli, yaşadığımız olguların içimize işlediği, çoğu zaman farkında bile olmadığımız ya da derinlere bastırdığımız duyguların ta kendisi. Gerçeğe yalnızca gözlemle ulaşılabileceğini sanmak saçmadır. Deneyimimizi bu duygular işler ve şekillendirir. Şiiri oluşturan hayal gücüdür. Bir şiir yazmaya oturduğunuzda bir şeyler sezer ama ne çıkacağını tam bilmezsiniz. Şiirin akışını takip etmeniz gerekir. Sizi şaşırtacaktır. Söylemeyi ummadığınız şeyleri söyleyecektir. Nereye gideceğini tam bilmezsiniz, ama bir şeyler olduğunu ve bunu yazmak zorunda olduğunuzu bilirsiniz. Ve şiirin nereye gittiğini anladığınızda, zaten onu yazmışsınız demektir. Geriye kalan yalnızca derindeki bir şeyleri açığa çıkaran duygu ve düşüncelerin şiddetini yansıtan dilsel ve teknik işlemedir.” “Buna Müzik De”başlıklı şiirinin bir dizesinde söylediği gibi: Daracık sokağa bakan odama güneş ışığı kusursuz bir açıyla düşüyor, içimden geçip dünyaya yayılırken bir kısmı süte bir kısmı demire dönüşüyor. Tek bir dizede doğa, emek, sanat, yani işçi sınıfı, maddi ve zihinsel üretim süreci nasıl bu kadar yalın ve derin anlatılabilirdi? İşte Levine’in şiiri. Çocukluğundan itibaren zihnine ve ruhuna çakılmış, kara buhran yılları, babası ve ağabeyini kaybetmenin travmatik etkileri, Detroit’in tüm o “Amerikan rüyası, Amerikan otomobili” şatafatı altındaki otomobil işçilerinin korkunç çalışma ve yaşam koşullarının bunda bir etkisi vardır. Ece Ayhan’ın “Şiirimiz Karadır Abiler” dizesi hatırlansın. Yine de Levine’in yer yer gerçekten travmatik biçimler alan şiirinin, tümüyle karanlık ve karamsar olduğu söylenemez. O işçi sınıfını yalnız acı çeken değil mücadele eden bir sınıf olarak anlatmış, fakat hiçbir süsleme, güzelleme ve dışsal dilek ve niyet yüklemeden, konformist ve sol okurun da beklediği ajitasyonal vaat ve katharsizle kolaya kaçmasına izin vermeden… Ölümleri, sefillikleri, korkuları, yaraları, sıradanlıkları ve sıradışılıkları, aşkları, kavgaları, cesaretleri, umutları ve umutsuzlukları, robotlaşmaları ve insanilikleri, onurlarıyla işçilerin gerçeğini, yalnızca “hardcore” (sertçekirdeksel) gerçeğini anlatmıştır. Geleneksel kelime oyunları, teknik virtüözlük, çok anlamlılık, anlaşılmazlık, kişisellik, uçuculuk gibi “yüksek şairenelik” içermez onun şiiri. Levine’in “basit hikaye edici” şiiri, en bilineni ama bilinmezden gelineni, en görüneni ama görmezden gelineni, yani işçi sınıfının en somut gerçekliğini, neredeyse travmatik bir şiddetle ortaya koyar. İşçilerin en alışılageldik yaşam olay ve nesnelerinin varoluş sırrını amansızca, kanatırcasına deşer. Levine bir röportajında, kendi ideal şiir anlayışını şöyle özetler: “Okurken hiçbir kelime farkedilmemeli. Saydamlaşmış basit kelimelerin içinden sadece işçilerin, çalıştıkları ve yaşadıkları mekanların gerçeği olanca çıplaklığıyla görünmeli.” Bir başka edebiyat eleştirmeni, onun şiirini şöyle tanımlar: “Onunkisi duygusal olarak öylesine şiddetli, yoğun ama o ölçüde de kontrollü ve mütavazi bir şiirdir. Öyleki okuduğunuz şiirlerinin sayısı arttıkça, birikimli etkisi, sonunda sizi zangır zangır titretmeye başlar.”
Levine’in, kitaplarını değerlendiren bir eleştirmen şunları söyler:“Levine’in yapıtları ne kadar eski bir dönemi, Amerikanın bir dönemki gözbebeği, şimdi çöküp gitmiş olan bir büyük sanayi şehrini anlatırsa anlatsın insana onun şiirini okurken her zaman o yüksek aciliyet gerilimini yaşatır. Öldürücü çalışma koşullarına karşın, kendileri asla ölüp gitmekle kalmamış olan, fakat unutulmanın daha uzun ve sancılı ölümünden kurtarılması gereken işçileri anlatır.” Bir dönemki “Amerikan rüyasını” kendi kabusları olarak üreten Detroit Ford, General Motors, Chrysler işçileri… Ya da bölge gücü/küresel güç Türkiye rüyasını, kendi kabusları, işçi ceseti dağları olarak üreten Türkiyeli işçiler… Levine’in Detroit şiirleri bunun için evrenseldir. Her gerçek sanat yapıtının iki temel niteliği olan, ne zaman ve nerede yazılmış olursa olsun, evrensellik ve tüketilemezlik niteliğine sahiptir. Ve Levine’in şiirlerinin yarattığı aciliyet duygusu, bugün çok daha küresel ve acildir. Levine’in şiirinin, nisbeten ve bir ölçüde benzerleri, ancak Çinli Foxconn işçisi Linzi Xu’nun şiirlerinde ve Nazım’ın “Memleketimden İnsan Manzaraları”nda bulunabilir. Nazım’ın şiirleri, dolaysızca işçilerin yaşamını anlattığı zaman bile, kısmen aynı yalınlıkta fakat kuşkusuz daha ideolojik ve felsefidir. “Şiirimizde yalnız onların öyküleri vardır” diyen Nazım’da bile olmayıp Levine ve Linzi’nin proleter kara gerçekçilik şiirinde olan farklı bir şey vardır: Bu işçilerin yaşamlarının tüm bastırılmışlığı, sıkıştırılmışlığı, kıstırılmışlığı içinde adeta patlayıcı bir travmatik duygusal şiddete, bir işçi şiddetine sahip bir şiirdir. Levine ve Linzi, işçi sınıfına mesaj veya ders vermeye çalışmazlar, kurtuluşun nerede ve nasıl olduğu göstermezler, fakat birer işçi olarak kendi içlerinde ne yaşıyorlarsa onu, yani işçilerin en sessiz çalışma anlarında bile her an her saat içlerinde zaptettikleri o korkunç sınıf gerilimini, sınıf karşıtlığının en dolaysız olduğu üretim sürecindeki o travmatik şiddet duygusunu, yansıtırlar. İşçi şiirlerindeki en büyük ustalık, kendi derdini ve duygularını ifade edemez olana dışsal bir tercüman olmaktan ziyade, işçi okura kendi özyaşam deneyimleriyle o şiiri bizzat kendi yazmış gibi hissettirmektir. Aslında “gibi”si bile fazla, proleter şiir kelimenin tam anlamıyla, tüm işçilerin öz yaşam deneyimlerinin, “gizli” yara ve öfkelerinin içinden geçerek yazılan, kolektif bir sınıf şiiridir. Levine’in yazı içinde sunmuş olduğumuz en ünlü şiirlerinden birkaçını çevirme çabamız üzerine birkaç söz: Şiir çevirisi her dilin ve kültürün kendine özgü yapısı nedeniyle zordur. Özellikle dış ses, ritm ve melo-
dide kayıplar kaçınılmazdır. Ancak işçi sınıfının yaşadıklarının, özdeneyimlerinin, duygularının evrenselliği ve işçi şairlerin olağanüstü yalınlığı bu zorluğu bir nebze aşma olanağı vermektedir. Bu yüzden çok sınırlı serbest kültürel uyarlamalar dışında, şiirleri olabildiğince bire-bir çevirmeyi tercih ettik. Levine’in kendi şiirine ilişkin söylediği, okurken hiçbir kelime ve dize farkedilmemeli, hiçbir kelime kulağa ve zihne takılmamalı, işçinin aşina olmadığı hiçbir kavram ve olay olmamalı, kelimeler ve anlatım olabildiğince en gündelik ve en alışılageldik tarzda olmalı ki, bunun içinden işçi sınıfının, çalışma ve yaşam mekanlarının kendi amansız gerçeği en çıplak, en yoğun, en dolaysız biçimde gözler önüne serilebilsin/yüze çarpsın yaklaşımını, çevirilerde de uygulamaya çalıştık. Levine’in şiirinin, bir büyük sanayi fabrikası işçisi olarak kendi özyaşam deneyimlerine dayandığı kadar, tüm işçilerin ve işçi okurunun özyaşam deneyimleriyle köprü kurmaya dayanan kolektif bir sınıf şiiri olduğunu, her günkü en iyi bilinen ve en görünür olan, ama bir biçimde bilinmezleşmiş, görünmezleşmiş, doğallaştırılmış, kanıksanmış veya içe atılmış olan olay ve nesnelerin varoluş gizemini deşmeyi, yani uzlaşmaz sınıf çelişkisinin “somut durumunun somut şiirini” hedeflediğini yineleyelim. Bu yüzden Levine’in şiirindeki, kelime ve anlatımların bilindikliği, bir mavi yakalı işçi yaşadığı bir olayı birkaç yüz kelimelik dil haznesiyle en bilinen ve en görünen biçimiyle nasıl anlatıyorsa öyle bir bilindikliğin dibinden yükselen sınıf acısı ve öfkesi dalgasını yakalamaya çalıştık. “En azından denedik.” İşçi sınıfının gizli yaralarının şairi, evrensel proleteryanın evrensel proleter şairi Philip Levine’in önünde saygıyla eğiliyoruz. (devrimciproletarya.net sitesinden kısaltılarak alınmıştır.)
12
işçi meclisi
‘Faiz lobisi’ ile ‘Rant lobisi’ el ele, konut sorununu nasıl çözer?
Davutoğlu, artık “bilmemkaçıncı grup” olduğunu hatırlamadığımız bir “öncelikli stratejik program” çerçevesi daha açıklamıştı. Çerçeve, rant vergisi, devletin şeffaflaşması, yolsuzlukla mücadele, mal beyanı gibi yeni düzenleme tasarılarını kapsıyordu. Lobiler savaşı Program, açıkça görüleceği gibi Hükümetin Babacan kanadının, yani AB-TÜSİAD ekseninin ağırlığını taşıyordu.
Derken programdan Erdoğan’ın haberinin olmadığı açığa çıktı. Davutoğlu fırçayı yedi. Erdoğan alenen, “inşaat ya resulluhlah” deyip “inşaatsız sanayi ve ekonomi” olamayacağını, “rant vergisi, şeffaflık, mal beyanı” gibi düzenleme tasarılarının değiştirilmesini istedi. “Görüyor musunuz” diye söyleniyordu gazetecilere, “koordinasyon böyle yürümüyor. Başkanlık sistemi lazım.”
Tüm bunlar bir hafta içinde olup bitmişti! “Faiz lobisi”ne karşı “rant lobisi”nin zarar ve riskleri birbirine yıkma didişmesi büyük ölçüde sonlanmıştı. Yeni programın adı “faiz lobisi-rant lobisi el ele!” olabilirdi. Gerçekte ortada tek bir lobi olduğu bir kez daha açıklığa kavuşmuştu: O da mali sermaye lobisi, tüm tekelci sermaye kesimlerinin mali oligarşik egemenliğiydi. Hep birlikte emekçilerin yastık altı paracıklarına, boğazından kesip bir ev sahibi olma hayaline kadar vantuzlayıp inşaat-gayrımenkul-kredi balonunu azami karla şişirmeye devam edeceklerdiProgramın gösterdikleri Mükemmel burjuva demokrasisi!
Bir “banka/faiz lobisi” yok mudur? Elbette vardır. Tıpkı bir “gayrımenkul/müteahhit/rant lobisi” olduğu gibi. Tıpkı ne kadar sermaye kesimi varsa, sermaye büyüklüğü, güç ve konumuna göre devİşler tabii böyle yürümüyordu. Öncelikli let kurumlarının içine ve tepesine çöreklenmiş o dönüşüm programları konusunda tekelci serkadar sermaye “lobisi” olması gibi. Eskiden farklı mayenin TÜSİAD ağırlıklı kesimi Babacansermaye kesimlerinin güç ve paylaşım çekişme Davutoğlu üzerinden “lobi” yapıp rant vergisi ve düzenlemelerinin arenası, burjuva parlamenvb kararı çıkarırken, son dönemlerin en hızlı toydu. Parlamentonun etkisizleştirilmesiyle bu palazlanan inşaat-mütaahhitlik tekelleri de “faiz iş “üst kurullara” kaydı. En sonu, “üst kurullar” lobisi”ne atıp tutan Erdoğan üzerinden “rant da giderek etkisizleşip gereksizleşmeye başladı. lobisi” yapıp krizdeki paylarını koruyup yükseltÇünkü üst kurulların asıl işlevi, zaten burjuvazi meye çalışıyordu. ve mali sermayesiyle devleti çok daha dolaysız ve üst düzeyden kaynaştırmaktı, bu işlev de büyük Program o saat toz oldu. Yeniden “faiz lobisi”, ölçüde gerçekleşmiştir. Bugün Cumhurbaşkanı “rant lobisi” ve daha aklınıza ne kadar büyük Sarayında büyük patronlarla doğrudan toplanıp sermaye kesimi ve örgütü varsa onların “lobiler görüş ve isteklerini alır, TÜSİAD veya banka savaşı” başlayacaktı ki… Erdoğan’ın direktifi temsilcileri Başbakana isteklerini bildirir, zaten üzerine hemen bir “rant lobisi” zirvesi düzenlendi. rapor ve yönergeler mali sermaye organlarınca Başbakan Davutoğlu ve 8 bakanla birlikte tam hazırlanıp Hükümete paslanır, eski bürokrasinin 250 büyük inşaat-müteahhit-gayrımenkul tekelin- yerini almış yüksek yetkili danışmanlar çeşitli in katıldığı büyük bir “ne olacak bu rantlarımızın sermaye kesimlerinin temsilci ve uzmanlarından hali” toplantısı yapıldı. Yeni tasarı “rant lobisi”ne oluşur, zaten her türlü Hükümet ve dönüşüm sunulup onların istek ve görüşleri doğrultusunda programının temel perspektifini küresel mali yeniden şekillendirildi. Zirveye katılan “inşaatoligarşik organlar oluşturur, vb. Yukarıda gayet müteahhit-gayrımenkul” baronlarının en burjuva neoliberal demokratik bir “lobi” sürecinin büyükleri arasında elbette TÜSİAD üyeleri de nasıl işlediğinin somut ve güncel bir örneğini vardı. Başbakan Davutoğlu ardından bu kez “faiz göstermeye çalıştık. lobisi”, yani büyük banka temsilcileriyle biraraya gelip tasarıyı onların onayına sundu, tasarı son Öyle gizli kapaklı “faiz lobisi”, “rant lobisi” filan şeklini böylece almış oldu. Sonra Davutoğlu aramaya gerek yok. Her şey, gayet ayan beyan son program tasarısını açıkladı: Rant vergisi herkesin gözü önünde yapılıyor. İnşaat tekelleri tasarıdan çıkarılmış, tam tersine inşaat sektörü aşırı üretim krizine mi girmiş, bankalar artık ve banka kredilerine devlet teşviki getirilmişti. kredi vermiyor mu, yeni bir banka-kredi-inşaat Bankalar gayet hoşnuttu, riski büyüyen inşaat düzenlemesi mi gerekiyor? Topla bütün büyük balonuna artık kredi vermek istemezken, inşaattekelci inşaat-müteahhitlik patronlarını, Başbakan gayrımenkul kredilerine bir tür devlet güvencesi ve neredeyse tüm hükümetin katılımıyla tam günve teşviki gelmiş, önlerinde yüksek karlı yeni bir lük bir “inşaat patronları kongresi” düzenle, en kredi piyasası açılmıştı. İnşaatçılar yeni düzenleburjuva demokratik biçimde istedikleri program meden hoşnutlardı. Hem patlamaya yüz tutan boş tasarısını orada şekillendir. Sonra aynen büyük inşaat balonunu yine yüksek karla okutacaklar, banka, finans patronlarıyla bir kongre düzenle, ayrıca inşaat-gayrımenkul piyasası orta vadede tasarıyı onlara sun, son biçimini orada şekillendir. canlanıp yüksek karlar getirmeye devam edecekti. Biz buna burjuva neoliberal demokrasi deyince, İnşaat balonu ve zehirli kredilerin altında kalmak- neden anlamamazlıktan geliniyor ki? Bundan ala tan korkan, banka, borsa, sigorta, gayrımenkul, burjuva neoliberal demokrasi mi olur? Hükümet inşaat, müteahhit, sanayi tekelleri, hepsinin programları, ilgili bütün sermaye kesimlerinin, kaynaşmasından oluşan mali oligarşi hoşnuttu, büyük patronların, banka, gayrımenkul, borsa, devlet teşvikli konut kredileri sistemi ile, emekçil- sanayi, müteahhit tekellerinin doğrudan katılım, er ömür boyu borca batıp boğazlarından kesip ev tartışma ve uzlaşmasıyla, gerektiğinde yüzlerce almaya manipule edilecekler, bankalarda milyarkişilik büyük patron kongre-konseyleri kurularak larca dolarlık yeni yatırım-kredi fonları oluşacak, belirleniyor. bunlar yine gayrımenkul-inşaata akacak, inşaat balonu şişmeye devam edecekti. Patladığında da Türkiye’de sol muhalefet gerçekten bir tualtında kalan devlet teşviğiyle gırtlağına kadar haf! Herkes Rıza Zerrap ve 4 eski bakanın borca batarak ev almaya çalışanlar olacaktı! yolsuzluklarının derdinde, ama aynı şey, hem de 10 katıyla, herkesin gözü önünde, alenen, ayan
beyan yapıldığında kimsenin gıkı bile çıkmıyor? Hükümet, rant baloncusu büyük inşaat ve kredi baloncusu banka patronlarıyla fiili-organik zirveler yapıp, ülkedeki ağırlaşan konut sorununun gelecek 10 yılını tayin edecek, inşaat sektörünün işçi sınıfı ve kitleleri nasıl sömürüp soyup soğana çevirme üzerinden kurtarılacağı kararları hep birlikte aldıklarında, bunda hiçbir sorun görünmüyor? Zerrap ve 4 eski bakan, kendi acemiliklerine yansın, gizli kapaklı iş çevireceklerine, altın tüccarlarını, enerji patronlarını, rant ve kredi baron ve oligarklarını toplayıp bir kongre düzenleseler, oradan bir hükümet programı çıkarıp yapacaklarını öyle yapsalar, hiçbir sorun olmazdı? Çünkü bu burjuva demokrasisidir!Burjuvazi için demokrasidir! Ve bu ülkenin tuhaf sol muhalefeti de, tek adam tepedenciliğine kızar “padişah” filan der ama, aynı karar ve uygulamaların besbeteri burjuvazinin tam katılım ve yer almasıyla alındığında, gıkı çıkmaz? Burjuva ve mali oligarşisinin inşaat sektörü ve kentsel dönüşümün 10 yılını tayin edecek program belirlenirken her gün bir kaçı daha ölen inşaat işçilerinin sorunları konuşuldu mu? Hayır! İnşaat işçilerin en ufak bilgisi, söz hakkı var mıydı? Ne gezer! Dümdüz edilecek mahallelerin, yakılıp yıkılacak ormanların söz hakkı? Ha ha! Peki asgari ücretle çalışıp asgari ücretin üzerinde kira vermek zorunda kalan milyonlarca kişiye, konut sorunundaki gerçek istem ve çözüm önerileri soruldu mu? Öbür soruya geçiniz. Son 5 yılda yapılan orta ve üst sınıf konut ve ofislerin yüzde 30’u boş kalırken, onları yeniden ve daha yüksek fiyattan okutmayı planlayan inşaat ve banka baronları, 100 binlerce evsize danışdı mı? Yok artık! “Konut edindirme programı” hakkında banka-borsa-inşaat tekelleri tüm kararları verirken, konut sorununu en ağır biçimde yaşayan işçiler, kent yoksulları, kadınlar, gençlerle hani bir konut ihtiyacı nasıl çözülür türünden bir kongre değilse bile, bir anket dahi yapıldı mı? No comment! İşte neoliberal burjuva demokrasisi böyle bir şeydir. Kitleler oy verir. Burjuvazi karar verir. İstanbul’da en ucuz ev kirası asgari ücretin üstüne çıktığında bu bir sorun değildir. Banka-inşaat patronları ürettikleri lüks evlerin yüzde 30’unu satamaz hale gelip karları düştüğünde bu bir sorundur. Bu sorun nasıl çözülür? Evsizleri, kira ödemekte zorlananları boş evlere yerleştirip kiraları ücretin makul bir oranına indirerek veya diyelim lüks konut yapıp durmak yerine ucuz ama
13
işçi meclisi
sağlam ve sağlıklı sosyal konutlar yaparak mı? Tabii ki hayır. Sorun ve ihtiyaç tanımını hangi sınıf yapıyorsa, çözüm de o sınıfın çözümüdür: Neoliberal kapitalizmin çözümü, mevcut durumu devlet teşviğiyle sürdürmektir: Bir yanda evsizlerin ve kiraya çalışanların durumu ezicileşirken, diğer yanda inşaat balonunu şişirmeye devam etmekten başka bir şeye yaramayacaktır. Ta ki gayrımenkul-inşaat-kredi balonun ertelenen çöküşü, şiddetlenerek ve ev sahibi olabilmek için gırtlağına kadar borçlananların önemli bir bölümünü de altında bırakarak gerçekleşene kadar! Konut sorunu Türkiye kapitalizminin stratejik dönüşümü yazımızda vurguladığımız gibi, Hükümet “kriz yok” pozlarında ama, açıkladığı her “öncelikli dönüşüm programı” bir krizin daha itirafından başka bir şey değil. “Konut edindirme programı” da, inşaat ve konut krizinin apaçık ifadesi. Konut krizi, kapitalizmin aşırı birikim ve aşırı üretim krizlerinin tipik bir tezahürü. “Neden bizim evimiz yok anne?” “Çok fazla ev ürettikleri için çocuğum!” Konut kredi ve yatırımlarının çoğu, şimdiden 3’te biri boş duran lüks konutlara akıyor, işçilerin, kent yoksullarının ise konut sıkıntısı giderek büyüyor. Çok basitleştirmiş bir tarzda söylersek, işçilerin satın alabileceği ucuzlukta konutlar, yalnızca karlı olmadığı için değil, karlı olsa bile üretilmiyor.Engels’in Konut Sorunu’nda belirttiği gibi, bütün sağlık kuralları çiğnenmediği durumda dahi, işçi konutları yapımı kapitalistler için karlı olabilir. “Ancak sorun” lüks konut balonu şişip dururken, işçiler için “tam olarak konut darlığının neden aynı şekilde devam ettiği, kapitalistlerin neden aynı şekilde işçilere yeterince sağlıklı konut sağlamadıklarıdır.” Yanıt basittir: “İşçiler, kentlerin merkezinden dış mahallelere sürülmekte; işçi meskenleri ve genel olarak küçük meskenler nadir, pahalı ve çoğu kez bütünüyle elde edilemez bir hale gelmekte, çünkü bu koşullar altında daha pahalı konutlar ile çok daha iyi bir spekülasyon alanına kavuşan yapı sanayi, ancak istisnai olarak işçi konutu yapmaktadır.” (age). Burjuvazi işçiler için konut sıkışmasını, hem de kendisi içinde karlı biçimde çözebilecek olsa bile, ortadan kaldırmak istemez. (Tabii konut sorunu çok öne çıkıp çok güçlü bir sınıf mücadelesi talebi hale gelmedikçe!) Çünkü en temel yaşamdal gerekler arasında yer alan konut sorununu, bazan işçilerin ücretlerini düşürmek, bazan işçileri soymak (örneğin kent merkezlerinde en korkunç viraneye bile asgari ücretin üzerinde kiralar), bazan kölelik prangasını kalınlaştırmak (ev kirasını veya taksidini ödeyebilmek için en ağır çalışma koşullarına katlanmak zorunda bırakmak, vb), yani daha fazla sömürmek, soymak, sindirmek, baskılamak için kullanır. Türkiye’de de inşaatın büyük patronları ne zaman lüks konutlar ellerinde patlamaya başlarsa, “dar gelirliler için konut” projelerini tartışıp yönelecek gibi olurlar, ama her seferinde bu tartışma ve projeleri biraz da devlete şantaj için kullanıp rafa kaldırıverirler. Zaten devlet devreye girip bir takım “teşvik” mekanizmaları ile onların elinde kalan konut stoğunu eritecek bir takım düzenlemeler yapmakta gecikmez. Peki Türkiye burjuvazisi ve hükümetinin ürettiği cin fikir çözüm nedir? Ev satın almak için gerekli paranın (İstanbul’da asgari 120 bin liradan başlar) yüzde 25’ini bankada açtıracağı “konut edindirme” hesabında 5 yılda biriktiren (diyelim ki 30 bin lira) herkese, devlet de bunun yüzde 15’i kadar (4500 lira) teşvik verecek. Bunlar peşinata sayılarak eve çıkabilecek kişi, gerisini de 5 veya 10 yıllık vadeyle her ay kredi taksidi olarak (ayda en az 2 bin lira) ödeyecek. “Evliliği teşvik etmek” için yeni evlenecek gençlere daha düşük peşinat
uygulaması gibi bir takım ayrıntıları bir yana bırakırsak, tüm “konut edindirme programı” bundan ibaret! Bu da işçinin ev satın alması değil, evin işçiyi satın alması anlamına geliyor. Çünkü ortalama ücretli bir işçinin, devletten 3-5 bin lira “ev satın alma yardımı” alabilmek için, 10 yıl boyunca eve çalışması, tüm ücretini ev taksitlerine bırakması gerekiyor. Devlet o “yardımı” da ev almak isteyen emekçiye değil, aslında ev satmak isteyen müteahhite, yüksek faizli kredi pazarlamak isteyen bankaya vermiş oluyor. Çünkü kredi faizleri ve bu sistemle kredi genişlemesiyle daha da yükselecek rantlar ve ev fiyatları, o 3-5 bin liralık “yardımı” da 3-4 misliyle götürmüş oluyor. Neoliberal kapitalizm ve mali oligarşisi, her zaman olduğu gibi, sorunu, yani konut sektöründe banka-borsa-müteahhit tekeli egemenliğini, çözüm diye yutturuyor. Tasarruf dedikleri… Program, aynı zamanda Özel döneminden iyi bildiğimiz “zorunlu tasarruf paketleri” silsilesinin bir bileşeni. İşçi sınıfının çoğunluğu, tanımı gereği en temel ihtiyaçlarını ancak karşılayabilme ihtimali dışında tasarruf yapamaz. Hele günümüz neoliberal kapitalizminde, işçilerin çoğu borca çalışmaktadır. Peki o zaman, kıdem tazminatı gaspetme fonu, çocuğunu ilerde evlendirme için çeyiz fonu, yok ev satın almak için tasarrufu teşvik fonu, vb vb silsilesi ne anlama geliyor? Çok basit. İşçinin on kez bedelini ödemiş olmasına karşın, en basit bir takım şeylere 5, 10, 15 yıl sonra (yarı yarıya budanmış biçimiyle) sahip olabilme ihtimali adına, o kadar süre boyunca, asgari temel ihtiyaçlarından bile çok ciddi biçimde kesinti yaparak, köleliliğinin katmerlenmesi anlamına geliyor. Daha az tüketip (tüketimini belirsiz bir geleceğe erteleyip) daha çok çalışması anlamına geliyor. Böylece milyonlarca kişiden ucuza kapatılacak birikimler, mali sermayenin denetiminde dev çaplı yeni yatırım fonlarının oluşturulmasında, sermaye krizinin temel sorunu olan göreli artıdeğer sömürüsünün derinleştirilmesinde kullanılacak. Geçiş sürecinde ise tüketimin kısılıp ihracatın artırılmasıyla, sermayenin dev çaplı cari açıkları da kitlelere ödetilmiş olacak. Evet, bildiniz, bunların her biri, ister “ev satın almayı”, ister “evliliği teşvik”, ister “herkese kıdem tazminatı hakkı” gibi şekere bulanmış biçimiyle, gerçekte örtük birer kemer sıkma paketidir. Neoliberal demokrasinin farkı şu ki, 12 EylülÖzal döneminde olduğu gibi “zorunlu tasarruf fonları” ücretlerden kesilmiyor, “tasarrufu teşvik” adı altında, kitleler en temel bazı ihtiyaçlarını gelecekte edinebilmek için, bugünkü en temel ihtiyaçlarından kendi kendine ağır kesintiler yapmaya zorlanıyor, pardon “teşvik ediliyor”! “Konut edindirme programı”, banka-borsatekellerin konut alanında düşen karlılık çarklarını yağlar, krizini genel bir eğilim olarak şiddetlendirecek olsa da öteler ve işçi sınıfına yıkmasını sağlar. Aşırı konut stoku nedeniyle evlerin fiyatlarının düşmesini engeller, tam tersine ev kira ve fiyatlarını zıplatır. Bu yolla işçi sınıfının en yüksek ücretli kesimleri ve üst sınıflar, belki ikinci, üçüncü evlerini alır, spekülasyon alemi yapar. İşçi sınıfı ve kent yoksullarının büyük çoğunluğu ise, ister “teşvikli” kredi sistemine girsin ister kirada kalsın, artık adıyla sanıyla konut köleliliği büyür, daha ezicileşir. Konut sorunu ve sosyalizm İşçi sınıfının konut sorununu burjuvazi çözmez. Kapitalizm koşullarında geriye iki yol kalır. İşçilerin kendi konutlarını yapması, yani eski tarz gecekondu sistemi ki, bu yol da bugün ortadan kaldırılmıştır. İkincisi devlet yardımıdır. Neoliber-
al devlet çoktan “sosyal konut”, “lojman” işlerinden çekilmiş, varolanları da yerle bir etmiştir. “Dar gelirlilere nimet” diye sonulan TOKİ konutlarının durumu ise ortadadır. Altyapısı tamamlanmamış, iç tesisatı çürük, kiminin su, elektrik tesisatı, kiminin asansörü bozuk, depreme dayanıksız TOKİ konutları bugüne kadar sayısız kitle eylem ve isyanına neden olmuştur. Programda öngörülen devletin konut edindirme teşviği ise, olsa olsa banka-borsa-inşaat tekellerinin karlarına, işçilerin ise köleleliğine teşviktir. Diğer tüm neoliberal dönüşüm veya reform programları gibi, “konut piyasasında reform” programınında aslen ve mutlaka mali sermayenin cebine gideceğini görmek zor değildir. “Öncelikli dönüşüm programları”ndan bahsediliyorsa, “öncelikle”, hangi sınıfın hangi sınıfa önceliği ve egemenliği pekiştiriliyor, diye sormak gerekir. Neoliberal kapitalizm konut krizini de derinleştiriyor. Cezayir’de 1 milyon işçinin fiili greve, kent yoksullarının barikatlara çıktığı büyük eylem dalgasının temel taleplerinden biri konut hakkıydı. Hükümet 1 milyon sosyal konut sözü vererek üçüncü kez seçildi, ama yapılan sadece 10 bin çürük konuttu. 2011 başında bir konut isyanı daha patladı. Hükümet bunu içinde yeni konut programının da olduğu 100 milyar dolarlık bir sosyal yardım paketi açıklayarak ancak yatıştırabildi. 2011 Temmuz ayında bu kez İsrail Tel Aviv’de yine konut krizinden patlayan çadır eylemlerine 500 bin kişi katıldı. Fahiş kiraları ödeyemeyen bir beyaz yakalının meydanda çadır kurarak protesto etmesi üzerine, 100 binler meydanlara ve sokaklara aktı. Türkiye’de de TOKİ sakinlerinin eylemleri, “konut kooperatifi” adı altında kitleleri soyan ve dolandıran inşaat tekellerine karşı eylemler (en son Esenyurt’da 100 bin işçi ve emekçiyi dolandıran tekellere karşı bir eylem platformu kuruldu), büyük şehirlerde asgari ücreti aşan kiralara karşı tepkiler, birbirini izliyor. Konut sorununun işçi sınıfı açısından çözülmesi ancak: 1- Tüm toprak ve kentsel arazinin toplumsallaştırılması (rant vb ancak böyle ortadan kaldırılabilir), 2- Kar, kira, rant vb amacıyla kullanılan ve lüks tüm konut ve yapılara toplumsal olarak el konulması, 3- En temel toplumsal ihtiyaçlar arasında yer alan konutların kar ve piyasa aracı olmaktan derhal çıkarılması, giderek her türlü konutun özel mülkiyet olmaktan çıkarılması, 4- İlk elde evsizlerin ve sağlıksız evlerde yaşayanların toplumsallaştırılan boş ve lüks konutlara yerleştirilmesi, 5- Öncelikle işçilerin ve kent ve kır yoksullarının sağlıklı ve güvenli konut, sosyal yaşam ihtiyaçları gözetilerek planlı, organize toplumsal konut üretilmesi, 6- Kapitalist mülkiyet, üretim ve egemenlik ilişkilerinin kaldırılması, kent-kır ayrımının sönümlendirilmesi, 7- Kapitalist mekan, iç mekan (örneğin cinsiyetçi mekan düzenlemesi vb), peysaj ve mimari dahil mevcut kent ve konut anlayışının baştan aşağıya değiştirilmesi gerekir.
14
işçi meclisi
İnce Memed Hiç Ölür Mü?
Edebiyatın ustası Yaşar Kemal 92 yaşında aramızdan ayrıldı. Yazmaya gazetecilikle başlamış; biriktirdiği gözlemlerini, hayat bilgisini, deneyimini edebiyata akıtmıştı. Belki hiçbir şeye şaşırmayacak kadar bilgeleşmiş, ama hiçbir zaman aklını ve duygularını kiraya vermemişti. Bir çocuk gibi sevinecek, delice öfkelenecek kadar canlı, aramızdan biriydi o. Kapitalizmin krizlerinin, bölgesel/yerel savaşların, “Sen susacaksın, bir tek ben konuşacağım” ulumalarının arasından, bağırmadan çıkan, ama hepsinin hükmünü veren sesi ile kucakladı bizi. Onunla kıpırdamaya mecalimizin olmadığı bir gün karşılaştık. Belki olduğundan daha da dev gibi görünmüştü gözüme. Bir açlık grevinin düğümünü atmaya gelmiş müzakere ekibinin içindeydi. Diğer müzakereci aydınlar bize belgesel izler gibi bakarken onun gözlerinde sevgi ve yakınlığı seçebilmiştim. O zamandan kalmıştır Yaşar Kemal’e baktığımda hissettiğim kucaklanma duygusu belki de. Sömürüsüz bir dünyayı kesinlikle hak ettiği, güzel, çünkü verimli, çünkü başkaldırıya tutkulu bir yaşam sürdü. Bazı yazarların eserleri ile süsledikleri, “devlet ana ve mütevekkil Anadolu insanı” ikilisini bozdu; onun yerine isyancı’yı geçirdi. Halkçı demokratik isyan kültürünü savundu, bir edebiyat çizgisini temsil etti. Kendi deyimi ile “binlerce yıllık Anadolu ve Akdeniz kültürünün hem bir ürünü hem de bir yansıtıcısı”ydı. İnce Memed’i, toplumsal tarihsel koşulları ile birlikte canlandırdı, ölümsüz kıldı gözlerimizde. Belki o zamanlarda kalmayı yeğlediği içindi birkaç örnek haricinde edebi ustalığını kent için, kent insanı, kentin, işçi sınıfının mücadelelerini hikâye etmek için kullanmaması. Doğa betimlemelerinin güçlülüğü, doğayı buldozerle yok eden bir dönemde bir kez daha değer kazandı. O nasıl bizi kucakladı ise, biz de onu omuzlarımızda, yüreğimizde, sıkılı yumruğumuzda yaşatırız. Hep istediği, isteyeceği sömürüsüz dünya için mücadelelerimizde…
Rüzgarın Sesini Duyuyor musunuz? Sömürünün Bir kaç yıldır daha da bir haşır neşirdi sayılarla. Doğalgaz, elektrik, su bütün sayaçların rakamlarını toplar, ay sonuna kabaca bir fatura hesabı çıkarırdı. Ev borcunun bitmesine de 3 tam yılı kalmıştı. Gene sayılara daldı; Merkez bankası faizi bir puan indirseydi, ikinci kez yapılandırsaydı krediyi, düze çıkamasa da batmazlardı o zaman. Belki, diye iç geçirdi, sustu. Dava sonuçlansa bu ay, kazansak işe dönüşü, tazminatla rahatlarız biraz. Kaldırır da o zaman kafasını sayılardan bir ihtimal. Altı ay dedi avukat, işte altı ay oldu. İş bulmayın dedi sonuçlanana kadar, o zaman almazlarsa, iş de bakarım hem. ………….…..Zulmün Bir film; Duvar. Filmden 32 yıl sonra bir çocuk ölür o duvarın içinde, o duvara vurularak kafası, aynı aklın gölgesi o duvara düştüğünden. Filmi çekilmemiştir oysa Özgecan’ın hislerini tercüme edecek. Ama çığlıkları içinde bir kadın daha yakılıyor Manisa’da. İnsanın insana zulmü de sınıflı toplumların mirası bize; Paris komünarlarının direnişi de. ……………………….......…Olduğu yerde Burası Türkiye. İmparatorluk bakiyesi kimilerine göre. Kadın Allah’ın emanetiymiş ya o zaman kadınlarla konuşmayan bu dine kadınların inanması farz değil dersen satırlanırsın. Ve sen satırlanırken üniversitelerde, kanın kurduktan sonra görünür oluverir üniformalarıyla aynı akıl, gözaltına alınırsın. …………………………………….....……..Direniş bitmez Yaşar Kemal öldü. Muhtemelen unutulmayacak o da Pir Sultan’dan, Sebahattin Ali’ye bir cümle söz arkadaşıyla birlikte. Pir Sultandan bir dörtlük: Osmanlının yenilmez göründüğü bir yüzyılda, tüm haşmetiyle duran karlı yüce dağların bile rüzgârını bulunca, acz içinde kalacağını, yüzünü taşlara vura vura parçalanacağını söylüyordu Pir Sultan. Gezi, Soma, Metal işçileri; rüzgârın sesini duyuyor musunuz?
Sokaklar bi bize yasak
7.Alarm
Silinmediğinden henüz lugattan “bu saatte kadın başına ne işin vardı sokakta”lar; anlarız henüz özgürleşmediğini sokakların. Tek başına sokakta olması meşru sebep olunca ölümüne Berkin’in Nihat’ın; anlarız sokakların çocukların da olmadığını. Bir sokak gaza keser elinde pankart yürüyorsa işçiler, kadınlar, çocuklar. Kimin acep diye sorulmaz mı o zaman işçilerin kadınların ve çocukların değilse diye bu sokaklar. Sokakta kan sesi, sokakta barut kokusu, mobeselerden taşıyor sokağı sahiplenenlerin sokağı kaybetme korkusu. Sokakların isimleri vardır ve sınıfları. Sokaklar hep kendisini ifade edenlerin alanıdır. Sokaklar toplumsal eğlencelerde, yas durumunda, şavaşlarda toplumsal olan her bir şeyde kullanım alanıdır. Kölelik koşullarına ilk silah sokakta çekildi, ilk mermiyi yerken düşen adamın son soluğunda, sokağın havası vardı. İlk pazar sokakta kurulmadı mı? Güneş binlerce kez doğdu battı bu pazarlar kurulduğu andan beri. Artık ışıklı tabelaları gösterişli vitrinleriyle karşılar sokaklar yolcularını. Ve tık nefesine inat koşturan, hesabını yapmadan yola yayılmış bir kafede bir kahveyi sigarasına arkalık yapamayan bir işçinin ürünü olması bu sokakların, sokakları o işçinin yapmamaktadır henüz. Ah be güzelim, ah be işçi kardeşim ciğerinle hemhal oldu antimon, arsenik, baryum, kadmium, krom, kurşun, cıva ve selenyum ve onlarcası da yani karardı senin ciğerlerin de öyle aydınlandı bu sokaklar. Kurulup da hesapsız kitapsız zamansız keyif yapamadığın bu sokakların her karışında izin var. Gene de bilesin ki, senin ciğerini alan kapitalizm o vitrinlerin arkasında karakterini almaya çalışıyor sınıf kardeşlerinin. Ne zordur bilir misin, tüm tükenmişliğinin ardından ertesi iş gününe yüzüne gülen bir yüzü iliştirip de o renkli tabelanın ardından geçmeye çalışmak. Her sabah, istisnasız her sabah o dertsiz tasasız insan silüetine bürünüp de işbaşı yapmak. Gecesinde gündüzünde, içinde dışında insan öğüten bu sokaklar durmadan öğütebilsin diye içimizdeki insanca yaşamaya dair umutlarımızı, işte ondan bu sokaklar tık nefes koşturan işçiye değil ama sınıflaşabilmiş işçiye yasaktır. İşte ondan her gelen müşteriye güler yüzü ve içtenliğini! de tezgahtaki ürünle pazarlayan ve pazarlanan kadına değil ama kadını metalaştıran bir kültüre ayaklanan kadına yasaktır bu sokaklar. Biliriz sokaklara yazılmadan yüreklere yazılır onca söz, özdeyiş. Biliriz yüreklerde kalması zordur amansız sevdaların, kalırsa eğer ödem yapar kurum bağlar. Kişilerden bağımsızdır onca yaşanılan şey, yaşandığı andan itibaren,her bir iş cinayeti,önlenemez o an için değildir protestoları, sonra yaşanılacak olan o an yaşanmasın diyedir. Demeyiniz “boşuna” diye, derseniz eğer,sonra yaşanılacak olan bütün iş cinayetlerinin bir oluşturucusu olursunuz. Ethem gezi mevzusunu duyduğunda bunun için fırlamadımı sokağa, daha keyif sıgarasını yakmadan, sofradan sokağa bir solukta gitti. Toplumsal alan aynı zamanda ağaç, yeniden üretim alanı, aynı zamanda asgari ücret, temel tüketim ihtiyaçarı, aynı zamanda çalışma koşulları,”iş güvenliği” tertibatları. Polis aynı zamanda patron bir sermayedar, burjuvazi. Biliriz yüreklerden silemez, patlayan bir bomba, bir mermi bu tutkuyu. Bu aynı zamanda: Bu ve her şey. Aynı karanlıkta başladıysak hayata ve hiç anlamadığım o sarılık üzerinde gezerken deyneğim, seninle hesapladığımız yollar sensiz gidilecekse. Hep beklentilerle doludur sokak. Yoksa aynı karanlıkta çarpışmak bize çok uzak. Hep beklentilerle doludur sokak, yükselen herbir kaldırım taşı, barikata bütün düşünce gücüyle çarpar, o kullanımından doğan düşünceyi bilmez, o onu kullanan düşünceye göre şekil alır, şekil verir. Hep beklentilerle doludur sokak, beklenen gelmekte olandır. Nefes almanın iç güvenliğe aykırı sayılacağı günlere ne kaldı. Özgecan’ın çantasındaki biber gazı 6 yılla cezalandırılacakmış, hakkını aramaktan canını korumanın cezalandırıldığı günlerin arifesindeyiz demekki. IŞİD hücreleriyle doluyken ülke, anlıyoruz ki millisini güvenliğin tehdit eden asıl tehlike çocuklar ve metal işçileri bu ülkede. Liberallerin de canı yanarmış bu ucuz iş gücü kadınların iş yapamayacak kadar güçten düşürülmesiyle. Gündüz fabrikada çalışmayı ihmal etmezsen, gece sokakları terketmemenin demokrasi mücadelesi anlamında önemli olduğunu söylüyor liberalleri ülkenin. Oysa biz demokrasiyi itelemek yerine, üstüne basıp ulaşımımızı tamamlayacağız.Yolu bu. Bir yolunu biliyoruz. Sokaklar değil, fabrikalardır emeğin içindeki burjuva biçimin süreklilik kazanmasını sağlayan. Biz fabrikayı sokağa taşıyacağız, işte o zaman bir milletin mensubu değil, sınıfın mümessili olacağız. Fabrikalar, yollar, sokaklar biz yaptık biz bozarız işçi arkadaşlar. Yolu bu.
15
işçi meclisi
Komün Devriminin devrimci kadın önderleri Louise Michel, Silahlı Milise kadınların alınması için kadın gösterileri örgütlemiş, Silahlı Kadın Milis Taburu oluşturulmasını sağlayarak dünyada bir ilke imza atmıştı. Efsanevi Montmartre bölgesinin erkek ve kendi örgütlediği kadın Asayiş Komitelerinin ikisinin birden toplantılarına katılıyor, öncü bir rol oynuyor, kitle gösterilerinde örgütçü, silahlı gözcü ve önder olarak yer alıyordu. Karşıdevrimci hükümetin başbakanı Thiers’i öldürmeyi kafasına koymuş, Komün ve Milis MK’sının onay vermemesi üzerine, sırf yapılabileceğini göstermek üzere, erkek kılığına girip üstüne zehirli bir bıçak saklayarak Versailles’a kadar gidip Thiers’in burnunun dibine kadar yaklaşmış, sonra geri dönmüştü. Michel, sevgilisi olan Komünün bir diğer devrimci işçi önderi Ferre’nin daha sonra sıkıyönetim mahkemesi tarafından idama mahkum edilmesi üzerine, Komün’ün Enternasyonal’den sonraki en ünlü şiiri “Kızıl Karanfil”i yazdı. Kırmızı karanfillerin öldürülen devrimciler için bir simge haline gelmesi de Komün ve bu şiirle gerçekleşti. Nathalie Lemel, grev ve sendikanın etkin örgütçüsü ve önderlerindendi. Kadınların ilk kez, erkek işçilerin grev komitelerine, sendika delegasyonuna girmesinin ötesinde bunları örgütlemesinin ve önderlik etmesinin örneğiydi. Komünün bir diğer devrimci işçi önderi olan Varlin ile birlikte Komün sırasında kadın işçilerin de katıldığı, toplantı ve örgütlenme mekanı olarak da kullanılan kooperatif işçi kantin ve yemekhaneleri açtı ve bunların diğer işçi mahallelerine yayılmasını sağladı. Elisabeth Dimitrieff, Enternasyonal’in Rusya’daki örgütçülerindendi. Rusya’daki Narodnizm ile Marksizm arasındaki ara geçiş halkalarından biriydi. Marksistlerin etkisinin sınırlı kaldığı Komün’de de Blanquicilik-Narodnizmden Marksizme doğru bu ara geçiş fikirlerinin taşıyıcılarından biri oldu. Paris’e Komün’ün ilan edildiği günlerde fırtına gibi geldi. 11 Nisan-24 Mayıs arasında işçi mahallelerinde tam 24 kitlesel işçi kadın ya da kadınla-
rın etkin katılımının sağlandığı birleşik işçi toplantısı örgütlemişti. Paule Mink, işçi mahallerinde çok sayıda halk klubü kurdu ve hepsine kadınların aktif katılım ve yer almasını sağladı. Bu işçi kantin ve klüpleri, ruhban ve din karşıtı, hatta aile ve evlilik karşıtı ajitasyonun da merkezleri haline geldi. Bu klüplerde kadın-erkek birleşik yapılan toplantılarda, kadın işçilerin yaptığı konuşmalardan tarihsel kayıtlara geçmiş (daha sonraki anı yazımları) iki örnek: “Papazlar biz kadınların kendi istediklerimizi yapmamızı engelliyorlar. Onları defetmeli, gerekirse öldürmeliyiz!” “16 yaşındaki kızım şimdi istediği biriyle yaşıyor. Kilisenin kutsaması olmadan da çok mutlu. Ben yaşadığım sürece evlenmeyecek!” Andree Leo kadınların entelektüel alandaki, gazetecilik ve yazarlıkta etkin, eşit ve öncü yer alışının ilk örneklerinden biriydi. Komün sırasında “Toplum” gazetesini çıkardı, kadınların Komüne tam ve eşit katılımı isteminin yayılmaya başlamasında etkili oldu. Erkek Komünarlara “Bırakın kadınlar zaten yüreklerini koydukları mücadeleye tam anlamıyla katılsınlar. Birçoğu bunu istiyor, birçoğu bunu yapabilecek güçte!” diye sesleniyordu. Devrimci iç savaşı “ezilenlerin bakış açısından tek meşru savaş” olarak ilk tanımlayanlardan biriydi.
Devrimci Kadın Birliği ve Merkez Konseyi Paris’in Savunması ve Yaralılara Yardım için Kadın Birliği, Enternasyonal’in Fransız işçi-emekçi kadın seksiyonuydu. Tarihte ilk kez işçi sınıfının mücadelesi ile emekçi kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelesini birleştirmeye çalıştı. Temel tezi, cinsiyet ayrıcalık ve eşitsizliğinin işçi sınıfını egemen sınıflar karşısında böldüğü ve zayıf düşürdüğü, sınıf köleliliğine karşı mücadelenin cinsiyet köleleliğine karşı mücadele ile birleştirilmesi gerektiğiydi. Tarihte ilk kez kadınlar için eşit işe eşit ücret ve çalışmaya eşit katılım istemlerini ortaya koydu ve aynı zamanda kadınları örgütleyerek gerçekleştirmeye çalıştı. Savaş seferberliği, silah, üniforma, barikat hazırlıklarında, terkedilmiş fabrikaların işletilmesinde, kadınların aktif katılımını ve örgütlü çalışmasını organize etti. 1500 kadın barikatlar için kum torbaları dikiyor, terkedilmiş fabrika ve atelyelerin bazılarında kadınlar çalışıyordu. Maliyetler düşüldükten sonra, el emeği katkısı her akşam ücret biçiminde eşit olarak çalışan kadın işçilere dağıtılıyordu. Dimitrieff bunu ekonominin sosyalist organizasyonunun ilk adımları olarak tanımlamıştı. Başta aile ve eğitim alanları olmak üzere ruhban, din ve ataerkil egemenliğe karşı mücadelenin öncülüğünü yaptılar. Kadınlar Birliğinin Papazlığın kaldırılması, tarikat okullarının kapatılması, zorunlu din dersi ve hükümlerinin eğitimden kaldırılması, evli olan ve olmayan kadınlar, evlilikten ve evlilik dışı çocuklar arasındaki ayrımların kaldırılması gibi Komün Konseyi kararlarındaki etkisi kesindir. Karın eşit dağıtıldığı, yoksul ve dul kadınların çalıştığı atelyeler kurdular. Emekçi kadınların örgütlendiği ya da eşit katıldığı komite ve klüpler kurdular. Hiçbir ayrım yapmadan hayat kadınların da yaralı bakımı ve ambulanslarda gönüllü çalışmasını organize ettiler. Komünün terkedilmiş fabrika ve atelyelere el konulması gibi- görece ileri kararlarından önemli bir bölümü emekçi kadın komitelerinden gelir. Yalnız karşıdevrime değil erkek yoldaşlarına karşı da büyük bir mücadele vererek, kadınların sendikal, siyasal, askeri, yönetsel görevlerde yer almasını sağladılar, kadınların her düzeyde tam eşitliği ve önderliği ile sosyalizm mücadelesine doğru ilk önemli attılar ve yolu açtılar. Ya seçme seçilme hakkından başlayarak kadınların en üst Devrim organlarında yer alma hakkı? Buna karşın Komün’ün en zayıf ve geri olduğu yanlarından biri Milis Merkez Konseyi olsun Komün Konseyi’nin olsun (Komünün en üst iki organı) kadınların seçme ve seçilme hakkına yer vermemesiydi. Her iki Konseyde de yukarıda yer verdiğimiz Komünün en ileri bir damarını oluşturan kadınlara yer vermemiştir! Daha ilginci Kadın Merkez Komite Konsey’inin de böyle bir şey talep etmemiş olmasıdır! Komünde bile kadınların ulaşabildiği en üst organ Enternasyonal ve işçi sendikalarının Federal İşçi Delegeleri Konseyiydi (Nathalie Lemel ciltleme işçilerinin delegesi olarak girmişti)! Devrimci kadınlar seçme-seçilme hakkı ve üst organlarda yer almanın gereğini bilmiyor değildi. Belki iç savaş koşullarında bunu öncelikli görmüyor veya bu konuda bir tartışma başlatmanın zayıflatıcı olacağını, Komün Devriminin kesin zaferinden sonra zaten bunun doğallığında gerçekleşeceğini düşünüyorlardı. Ancak kadın sorunu gibi en köklü ve yapısal sorunlarda, devrim öncesinde ve devrim sürecinde atılabilecekken atılmayan, devrim sonrasına ötelenen her sosyal devrim adımının, devrimin yarı yolda kalmasına ya da sakat kalmasına yol açacağını Komün deneyiminin bizzat kendisi göstermiştir. Aşağıda yer vereceğimiz iki tarihsel belgede, Kadın Merkez Konseyinin, Versailles kasap ordusunun Paris’e girmek üzere ve artık her şey ölüm kalım meselesiyken Kadın Savaşçıların ilçe belediyelerinde karargah ve toplantı için kullanabilecekleri bir oda ve kadınlara çağrı bildiri ve afişlerinin basımı için bile Komün Konseyi ve Yürütme Komitesine yazılı istekte bulunmak zorunda kalmaları, Komün Konseyinin ve erkeklerinin utancıdır! Kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınmaması ve devrimci Kadın Konseyinin de böyle bir istemde bulunmamasının bir yanı burjuva ve küçük burjuva demokratları ürkütmemek gibi geri/uzlaşmacı bir kaygıysa, diğer yanı da bir sosyal devrim sürecinde bile erkek egemenliğinin ve kibrinin gücünü koruması, kadınların yalnız egemen sınıflara karşı değil egemen cinse karşı da her devrimci adımları için kanırta kanırta mücadele etmek zorunda kalmalarıdır. Komün Devriminde kadınların kendi öz devrimci inisiyatifiyle attıkları çığır açıcı adımlara karşın, bunun da iç ve dış sınırlılığı, Komün’ün her temel konu ve alanda olduğu gibi (işçi sınıfı, enternasyonalizm, milis, eğitim, eski devlet iktidarının parçalanması, vd) eski ile yeniyi içinde taşıyan eklektik geçiş karakterine, çığır açıcılığına karşın hangi iç sınırlarına takılıp yarı yolda kaldığına işaret eder. Çok açık ve net söylenmelidir: Komün Devrimi nasıl ki aslen işçi sınıfının ve kadınların tarihsel devrimci inisiyatifinin eseriyse, yenilgisi de (karşıdevrimden önce) kendi aşamadığı iç çelişki ve eşiklerinin, yani yine kendisinin eseridir!
Newroz piroz be! Kürtçede ”Nû roj (Yeni gün)” anlamına gelen ve Kürtler için baskıdan, esaretten ve zulümden kurtulma özgürlüğe kavuşma günüdür Newroz. Kürt halkının ulusal kimliği ve onuru için sokaklara, meydanlara aktığı gündür Newroz… Kürt halkı, Newroz’u kutlama hakkını kurşunların üzerine yürüyerek, korku dağlarını yıkıp binlerce bedel vererek kazandı. Kürt halkının ulusal kimlik ve onurunun ayrılmaz bir parçası; Newroz. Bırakalım kitlesel Newroz kutlamalarını, adının, varlığının bile kabul edilmediği günlerden 1990'daki ilk Newroz’a zorbalığı yara yara geldi Kürt halkı. Cizre ve Nusaybin serhıldanları, korkuyla yaratılan karanlığı gerilla mücadelesinden ilham alıp aşarak gerçekleştirildi. 1992'de “Kürt realitesini tanıyoruz” diyenlerin açtığı ateş, Newroz’u kutlayan 60'a yakın Kürt emekçisinin canını aldı. Newroz’u özgürce kutladığımız bu yıllar, bize özgürlüğün vazgeçilmez değerini öğretti. Özgürlük olmadan, onurumuz olmadan geçen zamanın mezarda geçen zaman olduğunu öğretti. Ve özgürlüğü ancak kendi kollarımızla kazanabileceğimizi, onu bize kimsenin elleriyle veremeyeceğini öğretti. Amansız bir kirli savaşa karşı dağlara verdiğimiz kızlarımız ve oğullarımızın, gözaltında kaybedilen, sokak başlarında katledilen en değerli evlatlarımızın şahsında, gemileri yakmış bir halkın direnme gücünün tükenmeyeceğini öğretti.
Artık biliyoruz ki, sadece ulusal taleplerimiz, ulusal kimliğimiz için mücadele etmek yetmiyor. Onları kazanabilmek için bile kavgayı büyütmek, sömürücülere daha fazla korku salmak gerekiyor. Babalarımızın, dedelerimizin kanını içen toprak ağalarının yerini burjuvalar aldı. Tek bir ulus değiliz biz Kürtler de; her ulus gibi iki ulusuz. Bir yanda burjuva Dehak’lar ve diğer yanda Kawalar, işçiler, kent ve kır yoksulları! Bir yanda Türk ve Kürt tersane, konfeksiyon, inşaat… patronları, bir yanda Kürt ve Türk işçileri! sermaye sınıfı için değil, burjuvalar için değil, işçi ve emekçiler için demokrasi istiyoruz! Eşitliğe ihtiyacımız var; öyle kağıt üzerindeki kırıntıları değil, uluslar arasında tam ve gerçek hak eşitliği istiyoruz! Kapitalist vahşi sömürüye karşı, güvencesiz kölece çalışmaya ve yaşamaya karşı dünyanın her yerindeki sınıf kardeşlerimizle birlikte emeğimizi koruma mücadelesine ihtiyacımız var! Örümcek ağlarını, cinsel ve sınıfsal sömürüyü tümden mezara gömmek için kadınla erkek arasında tam hak eşitliğine, kadınların bu mücadelenin en önünde yürümesine ihtiyacımız var! Sömürgenleri alaşağı edip bunca yıllık mücadelelerin özdeneyimiyle kendi sosyalist konseyler demokrasimizi kurmaya ihtiyacımız var!
Artık biliyoruz ki, sadece ulusal taleplerimiz, ulusal kimliğimiz için mücadele etmek yetmiyor. Onları kazanabilmek için bile kavgayı büyütmek, sömürücülere daha fazla korku salmak gerekiyor. Babalarımızın, dedelerimizin kanını içen toprak ağalarının yerini burjuvalar aldı. Tek bir ulus değiliz biz Kürtler de; her ulus gibi iki ulusuz. Bir yanda burjuva Dehak’lar ve diğer yanda Kawalar, işçiler, kent ve kır yoksulları! Bir yanda Türk ve Kürt tersane, konfeksiyon, inşaat… patronları, bir yanda Kürt ve Türk işçileri! Türk işçi ve emekçilerini bize düşman etmek için içirdikleri şovenizm zehri onlarla kaynaşmamızı, tek bir sınıf yumruğu gibi davranmamızı engelledi. Fakat kapitalizm kendi mezarını kendi kazar. Bizi Türküyle Kürdüyle, kadınıyla erkeğiyle, genciyle yaşlısıyla, sendikalısı sendikasızıyla aynı güvencesizlik batağına doğru çeken kapitalizm, aynı zamanda bizi sınıf kardeşimizle buluşturdu. TÜSİAD’cıları MÜSİAD’cıları için değil, Kürt
Sınıfa karşı sınıf, kapitalizme karşı sosyalizm! -devrimciproletarya.net -posta@devrimciproletarya.net