Sıcak!
Ölüm, meslek hastalıkları, sakatlanma; işçi sınıfına bütün bunlar sık sık bir kisve ile geliyor. “Sıcak”, bunların en kolay kabullenilenlerinden biri oluyor. Oysa daha bu yılın Mayıs başı itibariyle sadece Hindistan’da bu sebeple ölenlerin sayısı 1118’e ulaştı. 50 derece ölçülen sıcaklarda ölenlerin büyük kısmını inşaat işçileri, yaşlılar, evsizler oluşturuyordu. 2022 Dünya Kupası’nı 50 derece sıcakta oynanmak üzere rüşvetle satın alan Katar’da yapılan stadyum, spor tesisi, metro vb. inşaatlarında çoğu Nepalli ve Hintli göçmen işçiler 50 derecede ölümüne çalıştırılıyorlar. İnşaat sektöründe haftada 12 işçinin yaşamını yitirdiği Katar, Dünya Kupası için 200 milyar dolar yatırım yaptı -bunun içinde Türkiye de 30 milyarlık bir yere sahip. '' 13
yaşasın
sosyalist
işçi demokrasisi Sayı: 59 Temmuz 2015 1 TL
İŞÇİ SINIFI BU SAVAŞA ORTAK OLMAZ! “Alın işte IŞİD IŞİD dediniz, IŞİD’le savaşıyoruz” diyerek bir koridor, insansız bölge, bir geçiş bölgesi falan oluşturuyoruz görünümünde Suriye’ye yapılacak bir sefer Erdoğan-Davutoğlu’nun tükenmiş dış ve iç politikasına vurulacak son mezar çivisi olur. Hüsranla sonuçlanır. Erdoğan en kırılgan dönemini yaşamaktadır. İçeride bastırma-dışarıda sefer politikası sürdürülebilir değildir. Gezi Direnişi’nin öncesinde Mayıs ayında yapılan Taksim eylemleri
gibi bir ay dayanır, sonra patlar. Bizim böyle bir gelişme karşısında esas yükleneceğimiz halka olan yeni bir sokak isyanları dönemi açılır. Bu yüzden üç günlük deneme sürüşünün ardından gazetelere düşen son haberler bu seferden vazgeçildiğini, 40 km’ye atış yapabilen obüslerle sınırdan müdahale olasılığının daha ağır bastığını bildiriyor. Bizim için fark etmez. Buyrun, isterseniz deneyin. Tarih sefere gidip oradan dönmeyen padişah hikayeleriyle doludur. Böylelikle siz de tarih olabilirsiniz!
AKP’yle 13 yıl (Yaşadım, Gördüm, Yazdım) 12 yıl Gül’e hizmet eden bir liberal olan Sever’in kitabındaki siyasal geçmiş okuması bireyler üzerinden akan tipik bir burjuva siyaset okumasıdır. Utangaç bir parti içi muhalefet manifestosudur aynı zamanda. Bahçeli’nin zamanında çatı aday olarak Gül’e aday gösterme teklifi getirdiğini öğrendiğimiz kitabın yayınlanışıyla birlikte Gül ABD, AB, TÜSİAD ve MÜSİAD’a “beni unutmayın” mesajı vermektedir. Bu mesaj kaydedilecektir. Ancak tüm kararların tek bir kişiye bağlandığı, onun da Saray’a yerleştiği yapısıyla AKP henüz bu tarz bir restorasyona açık ve hazır değildir.
"6
2
işçi meclisi
Özgür Günlere Merhaba Pikniği Yapıldı İstanbul’da İşçi Meclisi ve Sınıfsız okurları tarafından düzenlenen “Özgür Günlere Merhaba” pikniği 21 Haziran Pazar günü Heybeliada’da gerçekleştirildi. Değişik sektörlerden işçiler ve işçi öğrencilerin katılımıyla gerçekleştirilen piknikte yaklaşık 40 kişi vardı.
Bir arkadaşımız cinsiyetin performatifliği sorununu bize açtı ve mevcut cinsiyet rollerinin burjuva toplumun “ahlak yargılarına” göre mi dayatıldığı yoksa doğuştan mı geldiği dramatize edilerek tartışıldı. Elbette orada bulunan herkes burjuva ahlak düzeninin yargılarıKapitalist sistemin hepimizi sıkıştırdığı, zamanına karşı insani olanı savunuyordu mızı, yaşamımızı ve kısaca insana dair her şeyi metalaştırdığı bir dönemde biraz olsun kendi ihti- ancak münazara gereği bu “ahlakyaçlarımıza zaman ayırmak adına bir araya geldik. çı” kesimde bulunan arkadaşlarıSabahın ilk saatlerinde birbirimize gülümseyerek mız da iyi rol yaptı. En son ise bu merhaba dedik. Şehrin gürültüsü ve kirliliğinden rollerin bizlere dayatıldığı ve suni bir an önce uzaklaşmaya çalışıyorduk. Vapur yol- olduğunu vurgulayarak etkinliğiculuğunda kahkahalarımız ve umudumuzla pikni- mizi noktaladık. ğe doğru yol aldık, vapur yolculuğundaki enerjimiz gün boyu sürdü. Küçük misafirlerimiz daha ilk saatlerden itibaren neşemize neşe kattılar. Sabah piknik alanında buluşarak el emeğimizle hazırlayıp getirdiğimiz ve kolektif olarak alınan yiyeceklerle kahvaltımızı hep birlikte hazırladık. Kimse çay çağrısına karşılık vermeyince kahvaltımızda çayın eksikliğini hep birlikte duyumsadık. İstanbul’da İşçi Meclisi ve Sınıfsız okurları tarafından düzenlenen “Özgür Günlere Merhaba” pikniği 21 Haziran Pazar günü Heybeliada’da gerçekleştirildi. Değişik sektörlerden işçiler ve işçi öğrencilerin katılımıyla gerçekleştirilen piknikte yaklaşık 40 kişi vardı.
Pikniğimizi bitirmeden önce de Almanya’da grevde olan sağlık işçilerinin direnişini selamlamak adına kağıtlara yazdığımız Almanca mesajla onlara iletmek üzere fotoğrafımızı çektirdik.
Kahvaltının ardından kimimiz voleybol oynarken, kimimiz uçurtmalarını kapıp ya da yapıp gökyüzüne uçurdu, kimimiz bisikletlerle doğayı keşfe çıktı. Bazılarımız da sohbet etmeye koyuldu. Kaçamak yapıp gezenler de gözümüzden kaçmadı ya da denizin çekiciliğine dayanamayıp suya atlayanlar. Akşam yemeği için kolektif bir şekilde hazırlığa koyulduk. Yemeğimizi yedikten sonra hep birlikte küçük bir etkinlik gerçekleştirdik. Temel olarak “zaman” ve “cinsiyet” ya da “kadın” konularını ele aldığımız etkinliği gruplara ayrılarak “yarışma” olmayan bilgi yarışması formunda yaptık. Burada temel olarak klasik bilgi yarışması formatından çıkmaya çalıştık; kapitalizmin bizlere dayattığı bireysellikten uzak, tek ve mutlak doğruların kabul edilmediği, buna alternatif olarak grup içinde kolektif düşünme yeteneğini geliştirip kendi doğrularımıza veya yanlışlarımıza buradan tartışarak ulaşmaya çalıştığımız bir format oluşturduk. Sorularımız tek cevaplı olmazken cevaplar da kimi zaman teorik kimi zaman tiyatral oldu. Yarışmamızın jürisi bazen yarım puan verirken, bazen 45 bin puan verdi, bazense 20 bin puan geri aldı. Sonuçta ise kolektif düşünme ve beraber iş yapma yeteneğimiz kazanmış oldu. Son olarak ise kadın konusunda münazara yapıldı. İşçi Meclisi - Yerel Süreli Siyasi Dergi - Sayı: 59- Fiyat: 1 TL Pina Basım Yayım San. ve Tic. Ltd. Şti. adına sahibi Hüseyin Kezik Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ali Filizler Adres: İstiklal Caddesi Balo Sk. No: 32 Kat. 2 Daire No: 8 Beyoğlu/İstanbul - Email: posta@devrimciproletarya.net Hesap No: İş Bankası Koca Mustafapaşa Şubesi 1105 0792812 Baskı: Özdemir Matbaası Adres: Davutpaşa Cad. Güven Sanayii Sitesi C Blok No:242 Topkapı/İstanbul Tel: 0212 577 54 92
Bizi en çok sevindirenlerden biri ise burjuvazinin beş yıldır tutsak ettiği devrimci avukat Cevdet Bayır’ın aramızda olmasıydı. Ayrılırken herkes kolektif olarak zamanda ve mekanda kısmen de olsa özgürleştiğimiz bu etkinlikleri yinelememiz gerektiğini belirtti.
3
işçi meclisi
Suriye’ye Sefer ya da Erdoğan Niye Konuşmaya Başladı?
“Alın işte IŞİD IŞİD dediniz, IŞİD’le savaşıyoruz” diyerek bir koridor, insansız bölge, bir geçiş bölgesi falan oluşturuyoruz görünümünde Suriye’ye yapılacak bir sefer Erdoğan-Davutoğlu’nun tükenmiş dış ve iç politikasına vurulacak son mezar çivisi olur. Hüsranla sonuçlanır. Erdoğan en kırılgan dönemini yaşamaktadır. Suriye’nin kuzeyinde IŞİD’in gerileyişi, PYD’nin ilerleyişi sürüyor. Son çarpıcı gelişme geçtiğimiz hafta Tel Abyad’ın IŞİD çetelerinden kurtarılarak PYD’nin eline geçmesi oldu. Kendi açısından bir dağılmaya sebep vermemek amacıyla hem moral hem de askeri yönden stratejik bir hamleyle IŞİD hem Kobane’de hem de Kuveyt, Tunus ve Fransa’da eş zamanlı katliam niteliğinde intihar saldırıları gerçekleştirdi. Suriye’deki savaşın gelişimi seyrine bakıldığında artık bir PYD kenti olarak cephe gerisi haline gelmiş olan Kobane’de “IŞİD saldırısı olabilir” korkusuyla geride Kürt gerillaların asayiş amaçlı bıraktırılması, böylece PYD ilerleyişinin yavaşlatılması hedefleniyordu. Kobane’nin bedeller ödenerek temizlenmesiyle bu şimdilik çözüldü. Suriye’nin kuzeyinde PYD ilerleyişi sürüyor, IŞİD gerilemeye devam ediyor. Kuzey Suriye’de Türkiye’nin sınır hattına paralel olarak süren savaşta bu hat üzerindeki stratejik yerleşim yerleri doğudan batıya doğru Kobane, Cerablus, Mare, Afrin olarak sıralanıyor, bunun ardından rejimin kontrolünde olan Akdeniz’e açılan Hatay’ın alt kısmı var. Türkiye’nin sınır kapılarından birisi olan Suruç artık PYD’nin elindeki Kobane’ye açılıyor.
sürdürülmesine dayalı oldu. Geleneksel ve giderek acizleşen Türk dış politikasının Davutoğlu-Erdoğan yönetiminde AKP’nin 3. döneminde derinleştirilen Sünni İslamcı hattaki Ortadoğu politikası da aslında bir çeşit ölüm vuruşu oldu, bölgedeki diktatörlükleri sarsan son burjuva-demokratik dalganın darbeleri karşısında deyim yerindeyse alabora oldu. Türkiye’nin diğer iki sınır kapısı Öncüpınar ve Mısır’da faşist diktatörlükle zaptedilen, Suriye’de bir Cilvegözü ise (yine PYD’nin kontrolündeki Afrin iç savaşa dönüşen, Türkiye’de de Gezi direnişiyle kantonunun sağ ve sol yanında olmasına karşın,) PYD’ye değil IŞİD dışındaki diğer muhalif İslamcı AKP politikalarına toplumsal bir çizik atan hareketlilik, eski durumu parçaladı ve sürdürülemez gruplara açılıyor. Türkiye’yi ateşlendiren olasılık, işte bu Kobane ve Afrin kantonları arasındaki Ce- hale getirdi. Gelinen durumda Kürt ulusu Güney rablus-Mare hattının IŞİD’in elinden PYD’ye geçme Kürdistan’da Barzani yönetiminde bir devlete sahip, olasılığı. Savaşın gidişatı, cephenin yönü bunu gös- Batı Kürdistan’da (Rojava-Suriye) yeni bir devletin eşiğine gelmiş, Türkiye’deyse %13 oyla sistemiçi teriyor. burjuva egemenlik paylaşımında bir değişim talebine gitmiştir. Kaybeden inkarcı, Erdoğan’ın deyişiyle Bu durumda basında ÖSO diye geçen ve tek ulusa, tek devlete, tek millete, tek bayrağa sahip Türkiye’nin desteklediği İslamcı grupların hariTürk devleti ve burjuvazisinin politikasıdır. Şimdi tada bir kama şeklinde arada durarak Öncüpınar sınır kapısını tutması ve PYD’nin Kobane ile Afrin bu gerçeğe gözler kapatılarak, debelene debelene var olmaya çalışılmaktadır. kantonlarını birleştirmesini önlemesi mümkün görünmüyor. Tüm gelişmeler şunu gösteriyor: ABD Suriye’ye Manşet Seferleri destekli PYD’nin IŞİD’i bu bölgeden kazımasıyla birlikte Türkiye’nin yeni bir komşusu olacak. Kuzey Son zamanlarda Erdoğan yanlısı basında artan saIrak’a benzer şekilde Kuzey Suriye’de de özerk bir vaş manşetlerinin sırrı burada yatmaktadır. Büyük Kürt yönetimi tesisi tamamlanmış olacak. IŞİD’e olasılıkla Genelkurmay’dan sızdırılan bilgilerden karşı özsavunma güçlerini oluşturmuş, uluslarası artık açıkça öğrenmiş bulunmaktayız; AKP son destek sağlamış, kendi içinde demokratik bir yönetim ve güç paylaşımı kurmuş, kadın hareketinin seçim döneminde, bir ay kadar önce bir Suriye sefeönemli bir güç olduğu, PKK’nin çizgisinde laik bir rini ciddi şekilde gündemine almış, ama Genelkurmay Başkanı işi yokuşa sürmüş, yazılı emir istemiş, Kürt yönetimi! Yeni bir oyuncu, yeni bir kurucu hatta hastalık iznine çıkmış. İş sündürülünce ve güç… CHP üzerinden bir duyum olarak kamuoyuna da olunca Erdoğan ve Davutoğlu mecburen seferi Türkiye’nin geleneksel dış politikası- ifşa ötelemek zorunda kalmışlar, ama ilk paragrafta aknın AKP elinde derinleşen iflası tardığımız son bir haftaki gelişmeler nedeniyle bu kez yeniden gündeme almışlar. Erdoğan’ın son üç Yaşanan aslında Türkiye’nin bölgedeki Kürtlerin gecedir seçimden beri süren suskunluğunu bozasiyasal temsilinin bastırılmasına dayalı geleneksel rak “sınırlarımızda yeni bir devlete izin vermeyiz” dış politikasının AKP elinde iflas edişidir. 90’ların bağırmaları bu yüzden, aynı nedenle Yeni Şafak vb. başından itibaren içeride Kürt savaşının yükseltil- basın da bir kaç gündür “Giriyoruz” manşetleriyle mesiyle paralel olarak Irak’ta bir Kürt otonomisinin çıkıyor. oluşumunun engellenmeye çalışılması politikası, bilindiği üzere Saddam’ın devrilmesinin ardından Oysa bu seferler manşette kalmaya mahkum görüiflas etmiş, Güney Kürdistan yönetimi kurulmuştu. nüyor. Türkiye’nin Suriye’ye kalıcı bir bölge oluşturAKP döneminde Türk dış politikası bu acı gerçema amaçlı girişi olanaklı görünmemektedir. Birkaç ği hazmetmeye uğraştı, hatta bir dönem Güney nedenle: 1) Türkiye siyaseti bir ara döneme girmişKürdistan’ın hamiliğine bile soyunduğu oldu. tir. AKP hükümetten düşmüş, yeni hükümet kuAncak oluşan yeni düzleme uyum amaçlı bu porulmamış, kurulup kurulmayacağı da belli değildir. litikalar kalıcı olmadığı gibi içeride kalıcı bir Kürt Böyle bir dönemde bir dış seferin etkin ve başarılı barışıyla da birleştirilemedi. PKK’yle yürütülen şekilde yönetimi mümkün olmaz. 2) Türk burjuva görüşmeler hep zamana oynayan tarzda, en aza devletinin dış politikası başta ABD olmak üzere doğru çeken, mümkünse hiçbir burjuva-ulusal uluslar arası muhatapları nezdinde inandırıcılığını demokratik hakkın teslimi karşılığında bir şey ver- ve meşruiyetini kaybetmiştir. Bölgedeki halklar meden almaya dayalı olarak ateşkesin olabildiğince tarafından da nefretle anılmaktadır. 3) Türk ordusu
kalıcı bir bölge oluşturma amaçlı bir Suriye seferine hazırlıklı değildir. Hamaset gereği söylendiği gibi öyle güçlü ve şanlı bir ordu falan da değildir. Geçtiğimiz yıllarda kendi içine doğru en üst kademelerine yapılan devlet operasyonuna hazırlıksız yakalanmış ve çözülmüştür. (Bu da kötü bir gelişme değildir!) Böyle bir sefere çıkıldığında göz önüne alınması gereken bir dizi etmen olduğunun da farkındadır. Ve son ve belki de en belirleyicisi olarak O bir NATO ordusudur, ABD’den onay almadan giderayak AKP’nin peşinde bir Ortadoğu macerasına kolay kolay girişmez.
Sonuç “Alın işte IŞİD IŞİD dediniz, IŞİD’le savaşıyoruz” diyerek bir koridor, insansız bölge, bir geçiş bölgesi falan oluşturuyoruz görünümünde Suriye’ye yapılacak bir sefer Erdoğan-Davutoğlu’nun tükenmiş dış ve iç politikasına vurulacak son mezar çivisi olur. Hüsranla sonuçlanır. Erdoğan en kırılgan dönemini yaşamaktadır. Taksim’de her yıl mekan savaşlarının bir mevzisi olarak yapılan LGBTİ yürüyüşünde bu yıl provası yapılan şekilde içeride bastırma-dışarıda sefer politikası sürdürülebilir değildir. Gezi Direnişi’nin öncesinde Mayıs ayında yapılan Taksim eylemleri gibi bir ay dayanır, sonra patlar. Yukarıda bir Suriye seferini zorlaştıran etmenler sayılırken unutmadığımız, bizim böyle bir gelişme karşısında esas yükleneceğimiz halka olan yeni bir sokak isyanları dönemi açılır. Bu yüzden üç günlük deneme sürüşünün ardından gazetelere düşen son haberler bu seferden vazgeçildiğini, 40 km’ye atış yapabilen obüslerle sınırdan müdahale olasılığının daha ağır bastığını bildiriyor. Bizim için fark etmez. Buyrun, isterseniz deneyin. Tarih sefere gidip oradan dönmeyen padişah hikayeleriyle doludur. Böylelikle siz de tarih olabilirsiniz! Not: Erdoğan’ın Baykal üzerinden tüm muhalefet liderlerine mesaj gönderdiği anlaşılıyor: “Beni ve ailemi rahat bıraksınlar, ben bir koalisyonun önünde engel olmayacağım, bunu onlara söyle Deniz Bey.” CHP’nin son dönemde gemiyi gıcırtıyla çark ettirerek “rövanşist, intikamcı olmayacağız” açıklamalarının zemini budur. Olur da bir AKP-CHP koalisyonu kurulur ve 1 Mayıs Taksim’e onların hükümetinde açılmazsa, o CHP bir siyasi mefta olarak hükümetten ve siyaset sahnesinden düşmeye mahkum olacaktır, bu da bizim notumuz olsun. 29 HAZIRAN 2015
4
işçi meclisi
İsviçre’de İnşaat İşçileri Eylemde İsviçre genelinde Unia Sendikası’na bağlı inşaat işçileri (Bauarbeiter) eylemdeydi. 15 binin üzerinde ve yaklaşık 80 bin işyerinde çalışan inşaat işçileri uzun zamandır patronlar tarafından sürekli ertelenen toplu iş sözleşmesi (LMV) ve 60 yasında emekli olma hakları için binlerin üzerinde inşaat işçileri İsviçre’nin Zürich şehrinde bir eylem gerçekleştirdi. Devrimci Proletarya okurları olarak bizde Kanton Lozan tarafından işçilerle birlikte saat 08.30 da hareket ettik. Bekleme esnasında iş arayan ve para dilenen kadınlar da dikkatimizden de kaçmadı. Zürich Merkez Bahnof ’da bir araya gelen işçiler düdük ve davulları ile Helvetiaplatzt tarafına doğru yürüyüşe geçtiler. İşçilerin çoğunluğunu İtalyan, Portekekiz ve İspanyol ülkelerden gelenler oluşturuyordu. Bir buçuk saatlik (yoğun yağmurda) yürüyüşün ardından ulaşılan miting alanında İtalyan Müzik grubu işçileri bekliyordu. İtalyan müzik grubu Bellacav başta olmak üzere bir çok işçi marşlarıyla kitleyi coşturdular. Yer yer sağ yumruklar havaya kaldırılarak dayanışma sloganları atıldı. Tıpkı yağan yağmur ardından çıkan güneş gibi içimizinde ısınıdığını da fark ettik. Müzik dinletisinin sonunda sendika işçi temsilcileri ve sendika yetkileri tarafından yapılan konuşmalarda özellikle iş kazaları sonucunda bu yıl içerisinse 70 nin üzerinde işçilerin hayatını kaybettiğinin altı çizildi.
3 Hastalık sigortasını kendi çıkarları doğrultusunda değiştirebilecek
Diğer yanda ise İnşaat patronları, kurdukları sahte sendika Novatrava ile Unia sendikasını toplu iş sözleşme görüşmelerinden dışlamak istemiş olsalarda sendika bunu geri püskürtmuş durumda şimdilik.
5 Krizler bahane edilerek işçi çıkarabilecekler
Diğer önemli bir konu ise; eylemin ana teması toplu iş sözleşmesi ile birlikte emekli yaşının eşitlik adı altında daha önceden kazanılmış hak olan 60 yasında emekliliği diğer iş kolları gibi 65 yasa çıkarılmasına ortam hazırlanırken bir çok hak gaspları yapılmak istenmekte. Örneğin; 31 Aralık 2015 tarihi itibarı ile mevcut sözleşmeler iptal edilerek yeni uygulamalara geçilmek istemekte yani daha çok hak gaspı olacak. Bu hak gasplarını sıralayacak olursak 1 Sendikalara üyelik zorunluluğu kaldırılacak 2 Patronlar her an çalışma kontratlarını değiştirebilecek, ödediği ücreti en az’a indirebilecek
4 Yasal izin haklarını herkese aynı olmayacak şekilde değiştirebilecek
6 Sert havalarda işçi sağlığı ve güvenliği açısından korunma koşulları değiştirilebilecek 7 Şantiyelerde ucuz iş gücü, ucuz ücret uygulaması yapılabilecek 8 Yeni dönemde daha fazla hak gaspı için ne gerekiyorsa yapılacak patronlar tarafından. Aslında bakıldığında son dönemlerde tüm ülkelerde hak arayışlarına karşı gelişen işçi eylemleri ve direnişleri İsviçre ‘de de vücut bulmaya başladı. Tüm iş kollarında örgütlü olan Unia sendikası, var olan kapitalist sistemden kopuk olarak gerçekte işçi hakları için çalışma yürütürse ciddi direnişler örgütleyebilir. Bugün bu eylem gösterdi ki; sendikalar isterse üretimden gelen gücünü kullanarak sınıf yararına bir çok kazanım elde edebilir.
Soruşturmalar, İşten Atmalar, Baskılar Bizi Yıldıramaz! Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde işten atılma tehlikesiyle karşı karşıya kalan Eğitim-Sen Ankara 5 No’lu Üniversiteler Şubesi örgütlenme sekreteri Ar. Gör. Mert Kükrer ve Şube Denetleme Kurulu üyesi teknisyen Barış Çelik, Rektörlük binası önünde çadır kurdu. Aralık 2014' te maaş promosyon ihalesi sürecinde Rektörlüğün belli bankaları tarif eden bir şartname ile ihaleye çıkmak istemesi üzerine EğitimSen tarafından üç günlük bir grev gerçekleştirilmişti. Bu grev sürecinde yer alan üç Eğitim-Sen üyesine eğitim öğretimi engelleme suçlaması ile ODTÜ’nün verebileceği en yüksek ceza olan kademe ilerlemesinin durdurulması cezasına çarptırıldı. Bir öğrenciye ise iki haftalık uzaklaştırma
cezası verildi. Mert Kükrer ve Barış Çelik’in dosyaları ise “Amirine, maiyetindekilere, iş arkadaşlarına veya öğrencilere fiili tecavüzde bulunmak” suçlamasıyla “kamu görevinden çıkarma” cezasının verilmesi talebiyle ODTÜ Rektörlüğü tarafından YÖK Başkanlığı’na gönderildi. YÖK ve sermaye ile iç içe bir yönetim sürdüren ODTÜ Rektörlüğü’ nün ODTÜ’ nün asıl sahibi olan işçi ve öğrencilerine uyguladığı baskı ve sindirme çabalarına karşı Mert Kükrer ve Barış Çelik, 23 Haziran Salı gününden bu yana rektörlük binası önünde 7 gün 24 saat süreyle çadırda kalarak direniş sergiliyor. Eğitim-Sen İş Yeri Temsilciliğinin Talepleri:
1. Beş sendika üyesi ve bir öğrenciye açılan soruşturmalar ve verilen cezalar geri çekilsin. 2. Aralık ayında işten çıkartılan Eğitim Sen ODTÜ İş Yeri Temsilcisi işe geri alınsın. 3. ODTÜ’ de sendikal faaliyeti ve örgütlenme hakkını engellemeye yönelik baskılar son bulsun. 4. ODTÜ’ de yaşanan ve sistematik hale gelen mobbing ve hak ihlallerinin önüne geçmek için somut ve kurumsal önlemler alınsın. Sınıfsız Dergisi olarak Eğitim-Sen üyeleri Mert Kükrer ve Barış Çelik şahsında üniversite emekçilerinin direnişine sahip çıkıyor ve tüm okurlarımızı ve devrimci, demokrat, yurtseverleri desteğe çağırıyoruz.
5
işçi meclisi
LGBTİ onur yürüyüşüne polis saldırısı
İstanbul Taksim’den Tünel’e 23. LGBTİ Onur Haftası kapsamında yapılacak 13. Onur Yürüyüşüne polis saldırdı. Saat 16.30’da İstiklal Caddesi’ne çıkan eylemciler yavaş yavaş eylemin başlayacağı nokta olan Fransız Kültür Merkezi önüne doğru yürümeye çalışırken polis Mis Sokak ve Ağa Cami önünde kitleye saldırdı.
TOMA ve plastik mermilerle saldıran polis ayrıca Mis Sokak civarına yoğun olarak gaz attı. Çok sayıda eylemci gözaltına alınırken polis saldırısı ara sokaklarda devam etti. Galatasaray, Tünel ve pek çok noktada polis gazlı, TOMA’lı, tazyikli sulu saldırılarda bulundu. Çok sayıda eylemci de plastik mermi ile yakın mesafeden yaralandı. Eylemciler saldırıların ardından ara sokaklarda bir araya gelerek İstiklal Caddesi’ne çıkmaya çalıştılar. Polis ise bunu engelleyerek göstericilere saldırdı. Kitle beklerken sloganlarla polis saldırısını protesto etti. Polis eylemden saatlerce önce eyleme gelen ve üzerinde yedi renk LGBTİ renklerini taşıyan insanları özellikle taciz ediyordu. Bir çok insana LGBTİ kontrolü yaparak gerilimi tırmandıran polis saldırı yapacağını saatler öncesinden belli etmişti. Vali yaptığı açıklama ile eylemin yasaklanmasına gerekçe olarak ramazan ayı içinde bulunulmasını ileri sürdü. Oysa geçen seneki 12. LGBTİ Onur Yürüyüşü de ramazan ayına denk gelmişti. Devletin tüm engelleme çabalarına rağmen eylemciler kararlı bir şekilde bekleyişlerini ve Caddeye çıkma çabalarını sürdürdü en son aralarında CHP ve HDP milletvekillerininde olduğu bir grup İstiklal Caddesinin başında LGBTİ bayrağının arkasında yürüyüşü başlattı ve bayrağın arakası cadde ve sokakalrdakilerin de katılıyla artı. Ve devletin yasağı sökmemiş oldu. Milletvekillerininde arasında olduğu yürüyüş sırasında Galatasary Lisesi önünde bir açıklama yapıldı. Açıklamada devletin yasakçı tutumu protestoo edilirken saldırılarda kınandı. Açıklamanın ardından yürüyüş Tünele doğru devam etti. Polis bu sefrede kitleye Tünel’de saldırdı ve çatışmalar yeniden başladı ve geç saatlere kadar sürdü. Hatta polis LGBTİlerin akşamki partisinede biber gazı kullanarak saldırdı. Eylem boyunca birçok kişi polis tarafından darp edilirken bazılarıda gözaltına alındı. Tüm bu saldırılar karşısında inadına eylem gerçekleştirildi ve “yassak kardeşim”in nasıl karşılık bulacağı sergilenmiş oldu. İşçi sınıfı bu savaşa ortak olmayacak KESK, DİSK, TTB, TMMOBB’nin çağrısıyla 2 Temmuz Perşembe günü saat 19.00’da Tünel’den Galatasaray Lisesi önüne bir yürüyüş gerçekleştirildi. Birçok devrimci ve demokratik kurumda eyleme katılarak destek verdi. Devrimci Proletarya okurları da eyleme flamalarıyla katıldılar. “Halkların kardeşliğini ve barışı savunacağız, Savaşa hayır!” yazılı pankart açan kitle “Katil IŞİD işbirlikçi AKP!”, “Suriye’de savaş istemiyoruz!”, “Bijî berxwedana Kobanê!” sloganları ile Galatasaray Meydanına yürüdü. Eylemde ilk sözü alan DİSK İstanbul Bölge Temsilcisi Önder Atay, Sivas’ta aydınları yakanlarla bugün Suriye’ye saldırı planları yaptığını belirterek sınırdaki provokatif manevralardan vazgeçilmesi gerektiğini söyledi. Atay, işçi sınıfının bu savaşa ortak olmayacağına vurgu yaptı. Galatasaray Lisesi önünde eylemi örgütleyen kurumlar adına basın açıklamasını İstanbul Tabip Odası Genel Sekreteri Samet Mengüç okudu.
Basın açıklaması metni şöyle; “Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP Hükümeti’nin Suriye’ye karşı tasarladıkları savaş manevraları, söylem ve tavırları hem ülkemizde hem de Ortadoğu halklarında doğal olarak endişe ve kaygıya yol açmıştır. Her savaşta olduğu gibi bu savaşın da emekçi halkların, gençlerin kanı ve canı üzerinden yürütüleceği çok açıktır. Ülkemiz ve halkımız karanlık bir geleceğe yönlendiriliyor. Karanlık bir gelecek istemiyoruz! Türkiye halkları Ortadoğu’nun her tarafını sarmış olan ateşin merkezine, bu ateşin harlanması için feda ediliyor. Başta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve AKP Hükümeti olmak üzere, tarihin kan ve savaştan medet uman bütün çığırtkanlarının yan yana saf tuttukları zamanlardayız. Bizler biliyoruz ki bütün tarih boyunca savaşların kazananı, barışın kaybedeni olmamıştır. 2500 yıl önce Yunanlı Aeschylus: “Savaşta ilk kaybedilen GERÇEKLİKTİR” der. 500 yıl önce François Feneon; “Tüm savaşlar iç savaştır, çünkü tüm insanlar kardeştir” der.
100 yıl önce Emma Goldman; “Bütün savaşları çıkaranlar dövüşemeyecek kadar korkak olan ve bu yüzden dünya gençlerini cepheye süren hırsızlardır” der. Tarihin bize verdiği miraslardan hareketle; Tüm savaş çığırtkanlarına, insanlık adına SESLENİYORUZ… Ey Türkiye’yi yönetenler; gelin insanlığın en acı, en ilkel, en vahşi aygıtından, savaştan vazgeçiniz, evet bu savaştan vazgeçiniz. Çünkü savaşlar kötüdür… Hiçbir savaşın kazananı olmamıştır ve olmayacaktır. Yapmanız gereken bölgedeki çatışmaları körüklemek değil, barbar IŞİD çetelerine karşı, ülkede, bölgede ve dünyada barışı savunmaktır. Kardeşi kardeşe kırdırtmayın, savaşı körüklemeyin, insanlık adına insanlığın ortak düşmanı olan IŞİD çetelerine karşı direnenlerle birlik olun. Ve hep birlikte ipek bir yumak sarar gibi haykıralım; insanları insanca yaşatalım ve insan gibi yaşamak için “SAVAŞA HAYIR” diyelim. Ve UYARIYORUZ; Bu savaşın başladığı andan itibaren insanlık tarihinin ve vicdanının yegane suçlusu sizler olacaksınız… Ve bu andan itibaren halklar ve insanlık kabusunuz olacak. Nasıl ki insanlık Neron’u, Sezar’ı, Mussolini’yi, Hitler’i affetmediyse, olası bu savaşın çığırtkanlarını ve sorumlularını da affetmeyecektir. Burada, 22 yıl önce yaşanan Madımak Katliamı’nı da unutmadığımızı, unutmayacağımızı adalet sağlanana, kardeşçe, barışçıl bir ülke yaratılana dek mücadele edeceğimizi de ifade ediyoruz. Biliyoruz ki 22 yıl önce Madımak Katliamını yaratanlar, faillerini koruyanlar, savunanlar, bugün halkları birbirine kırdırmak isteyen, savaş çığlıkları atan aynı zihniyetin temsilcileridir. Bizler, savaşsız, demokratik, eşitlikçi, kardeşçe bir yaşam için tüm insanlığı savaşa karşı durmaya, direnmeye ve mücadeleye bir kez daha davet ederken; Halkların Kardeşliğini ve Barışı Savunacağız Savaşa Hayır! diyoruz…
6
işçi meclisi
AKP’yle 13 yıl (Yaşadım, Gördüm, Yazdım) ya da AKP’nin iki dönemi oldu. Birincisi iç gerilim ve çatışmalarıyla birlikte 2010 yılına dek uzanan ve içeride ordunun devlet politikaları üzerindeki belirleyiciliğinin çözüldüğü, dışarıdaysa AB rotasında ilerlendiği ve burjuva reformların ağırlıkta olduğu dönem. Bu dönem aynı zamanda TÜSİAD’ın ve liberallerin AKP hükümetinin arkasında durduğu dönemdir. İkincisi 2010 yılı sonrasından son seçimlere dek uzanan, dışarıda AB’den uzaklaşarak Ortadoğu’da Sünni İslam’ın temsilcisi rolüyle öne atılma çabasına girip bunu içeride devlet katında muhafazakar-İslamcı kökenden devşirme pragmatist kadrolaşmayla pekiştirerek siyaset mühendisliği çabasına girdiği dönemdir. Bu dönem aynı zamanda TÜSİAD ve liberallerin desteğinin çekilmeye başladığı, TUSKON’un da bir süre sonra arabadan inişiyle birlikte hükümetin sadece MÜSİAD tarafından ve kendi başına çok büyük bir kaynak olan zaptedilmiş devlet sermayesiyle desteklendiği dönemdir.
Geçtiğimiz ay içerisinde çıkan ve çıktığı ilk haftada çok satanlar arasına giren Abdullah Gül’ün siyasette yeniden parlaması için bir PR (parlatma) kitabı niteliği taşıyan “Abdullah Gül ile 12 Yıl” kitabı da örtük olarak bu dönemleştirme bakışıyla kaleme alınmış. Gül ilk dönemi simgeliyor, Erdoğan ise ikincisini. AKP Gül varsa iyi, Gül yoksa kötü. Kitaba göre Gül bir dengeleyici, gerektiğinde masa altından Erdoğan’ı tekmeleyip susturan, Arınç’ı Erdoğan’a kırıldığında istifa etmekten vazgeçiren, tutuklanmak istenen gazetecilerin hamisi ve dostu, Gezi’de 1 Haziran’da barikatları açtıran, Kıbrıs ve Ermenistan’la çözüm, AB’de ilerleme peşinde koşan, Ortadoğu’da Türkiye’yi model ülke yapan bir demokrat kişi. Erdoğan ise tüm bunların antitezi, tam aksi, siyasette ego sahibi, vefasız, danışmanlarını ve havuz medyasını tetikçi olarak kullanıp Gül’e hep çelme atan, onu hep dolandıran, antidemokrat, pis, kötü insan… 7 Haziran seçimleri AKP’nin hükümeti kaybetmesine yol açtı. Ancak Erdoğan 2019’a kadar cumhurbaşkanı. O, seçildiğinden bu yana devlet içerisinde yaşanan hakimiyet kavgasında nihai bir zafer kazanma amacıyla başkanlık sistemine geçişi savundu. Bu seçimlerde de AKP’nin Mısır’daki Müslüman Kardeşler gibi (sonradan darbeyle devrildiler) yeni bir anayasa yapacak oy çokluğunu elde etmesi için, tüm devlet ve parti kaynaklarıyla yüklendiği bir seçim kampanyası yürüttü. Sonuçta başarı elde edemediler. Yeni bir anayasayı referanduma götürecek bir çoğunluk elde etselerdi, buna da razıydılar, ama bu da olmadı, tek başlarına hükümet kuramaz hale geldiler. Başarılı olsalardı, HDP baraj altında bırakılsaydı, çok daha sert, çatışmalı, sokağın rolünün arttığı bir dönem gelecekti. Başarılı olamadılar, öte yandan AKP de bitip sandığa falan gömülmedi. %40 oyu bir tarafa, AKP Erdoğan cumhurbaşkanlığını sürdürdükçe bitmez ve gitmez. Siyasal rejim krizi de sürer. Çünkü koalisyon kimler arasında kurulursa kurulsun -buna döneceğiz- Erdoğan mevcut haliyle temsil ettiği kesimler ve politikalarla birlikte burjuva demokrasisi için kendisi bir kriz kaynağıdır. 12 yıl Gül’e hizmet eden bir liberal olan Sever’in kitabındaki siyasal geçmiş okuması bireyler üzerinden akan tipik bir burjuva siyaset okumasıdır. Utangaç bir parti içi muhalefet manifestosudur aynı zamanda. Bahçeli’nin zamanında çatı aday olarak Gül’e aday gösterme
teklifi getirdiğini öğrendiğimiz kitabın yayınlanışıyla birlikte Gül ABD, AB, TÜSİAD ve MÜSİAD’a “beni unutmayın” mesajı vermektedir. Bu mesaj kaydedilecektir. Ancak tüm kararların tek bir kişiye bağlandığı, onun
da Saray’a yerleştiği yapısıyla AKP henüz bu tarz bir restorasyona açık ve hazır değildir. O yüzden kitap çeşitli bakanlar tarafından hemen “siyasi paçavra” olarak nitelendirilmiş, ulaştığı olağanüstü baskı sayısına rağmen popüler ömrü bir hafta sürmüştür. Şimdi koalisyon pazarlıkları etrafında kulisler herkese daha cazip gelmektedir, bir süre de böyle gidecektir. Son seçimlerle birlikte burjuva siyaset bir ara döneme girmiştir. AKP’nin bodoslama gidişinin sivri ucu kırılmış, ama muhalefet onun yerine hükümet olacak bir alternatif güç elde etmemiştir. Erdoğan aslında kampanya aşamasında (başlatmadan) bitirdiği müzakerelerle KCK’yla barıştan vazgeçerek MHP’yle muhalefetin yolunu döşemiştir. Bunun karşısında HDP de elde ettiği oy oranıyla AKP’yi hükümetten düşürmüş ve Kürtlerin tam desteğini arkasına almıştır. Sermayenin kolektif aklı yumuşak bir geçiş sağlamak üzere bir AKP-CHP koalisyonunu vaaz etmektedir; böyle bir bileşim uyumla çalışırsa Kürt müzakeresinde geçici olarak kopan ipleri yeniden bağlamakla kalmaz, topluma (piyasalara) yeni bir burjuva anayasa umudunu da pompalar. Ancak bu gerçekleşirse de CHP bir süre sonra halen bir “Erdoğan partisi” olan AKP’yle ve bizzat Erdoğan’la yüzüstüne çıkacak olan çelişkilerini yönetemez hale gelecek, muhtemel bir erken seçimde de oy kaybedecektir. Aynısı MHP için de geçerlidir. Ak-Milli Cephe formülü Kürdistan’da bir süre sonra sokakların ateşlenmesiyle karşılanacak, uzun süre iktidarda kalırsa da ülke genelinde de başta kadınlar ve gençler olmak üzere Gezi’nin de katılımcısı olmuş kitlelerin tepkisini harlamaya aday olacaktır. Piyasaların istikrarı uğruna MHP Kürt sorununda çizgilerini pembeleştirirse de, bu onun için bir sonraki seçimde oy kaybı anlamına gelecektir. HDP ise onca “seni başkan yaptırmayacağız” tantanasından sonra KCK önderlerinin tavsiye etmeye başladığı üzere AKP’yle bir denkleme girerse, belki Kürt oylarını koruyacak ama bu kez de bir sonraki seçimde kendi ifadesiyle “ödünç aldığı” oyları kaybedecektir. AKP’yle koalisyon kuracak partinin oy kaybedeceği, AKP’nin de hükümet kurmazsa dağılmaktan korktuğu, hepsi açısından biçimsiz bir sonuçtur aslında bu. 7 Haziran gecesi muhalefet partilerinin hepsi kafalarında mutlaklaştırdıkları AKP hükümetinin gidişinden şaşkın ve sevinçliyken, şimdi hepsi kara kara düşünmektedir.
Biz apolitik değiliz, ama burjuva meclise girecek şu veya bu adayı, şu veya bu partiyi de desteklemedik, bu yönde bir kampanya da yürütmedik. Türkiye’de faşizmin yıkılmayıp zamana yayılarak süreç içerisinde çözülmesi, onun yerini toplumsal yapıdan başlayarak yaşanan dönüşümle birlikte geri düzeyde bir burjuva demokrasisinin alışı sürecinde geride kalan dönemin eski antifaşist örgütleri ağırlıklı olarak liberalizme doğru çözüldüler, nihayetinde büyük bir kesimi de HDP programı etrafında birleşti. Türkiye’de, Kürdistan’da, bölgede ve dünyada komünist bir işçi devrimini ve proleter demokrasiyi savunan parti, örgüt ve çevre sayısı yok denecek kadar azaldı. Oysa burjuva demokrasisi özellikle bu geri haliyle bir siyasi paçavra olarak yırtılıp atılmayı en çok hak edendir. “Buna gücümüz yok, biraz ilerletelim bakarız” diyerek burjuva demokrasisine çözülen yapılar ülke ve bölgeyi ileri bir burjuva demokrasisine taşıyacak bir iç dinamizme de sahip değildirler ve olamazlar. Bu demokrasinin ilerisi-gerisi budur işte: Mevcut mecliste 100’e yakın kadın vekil, Türk, Kürt, Ermeni, Roman, engelli vekiller temsili olarak vardır. Piyasalar, burjuva toplumsal yapı, sermaye bileşim olarak kendi suretinde bir meclis yaratmaya bu seçimde biraz daha yakınsamıştır; aslında burjuvazinin en köklü ideolojisi olan liberalizmi çağıran bir bileşimdir bu. AKP-CHP-MHP-HDP de piyasa ekonomisiyle, burjuvazinin iktidarıyla, kapitalist ekonomiyle çelişen partiler değil, bir üst ve içkin ideoloji halini almış ve benimsenmiş bu liberalizmle çeşitli sınıfsal-toplumsal kesimleri buluşturan partilerdir. (Bu günlerde her parti koalisyon pazarlıklarında pembeleştireceği kırmızı çizgilerini açıklıyor, “bizim mahalledeki” çeşitli dergi ve sitelerde de bunlara akıllar verilip hükümetler kurulup bozulup oy hesapları yapılıyor…) İşte koalisyon tartışmalarında her partinin her partiyle koalisyon kurabilme ihtimalinin esas ve gerçek zemini budur. Bizlerin bu partilerle “koalisyon” kuramayacak olmamızın nedeni de budur. Biz piyasalara karşıyız. Kolektivizmden yana, planlı, eşanlı karşılanabilecek toplumsal-bireysel ihtiyaçların para dolayımına girmeden karşılanmasına dayalı, sosyalist bir ekonomiden yanayız. Biz kapitalistlere, patronlara karşıyız. İşçiyiz biz. İnsan gibi yaşamak, yaşatmak istiyoruz. Devlette pay sahibi olmak değil, bu devleti yıkmak, devlet denen laneti ortadan kaldırma görevine hizmet edecek bir işçi devleti kurmak istiyoruz. Biz ulusal haksızlık ve ayrımcılıklarla birlikte ulusların da silineceği bir dünya devriminden yanayız. Cinsel eşitsizlik ve ayrımcılıklarla birlikte cinsiyetler üzerindeki baskı ve yasakların da kalkacağı bir toplumun hayalcisiyiz. Köreltici işbölümüne, tekel ve rekabete, servet ve tahakküme, doğanın sermayeleşmesi ve tahribine, şeyleşmeye, şeyleştirilmeye karşıyız. Alın bunlar da bizim kırmızı çizgilerimiz!
7
Şimdi olması gereken şey
işçi meclisi
Siyaset erkanlarından bir gürühun fabrika gezmesi, seçim nöbetlerinden bir sahne; Yüzünde flaşlar patlayan, kamera ışıklarında bir işçinin. Nasılsın işçi sorusuna verilecek cevap kadar doğal, bu düzen de yaşamak; Saolun efem. Oysa söyleyecek çok şey var neresinden başlamalı, kem küm laflara müsade cevabı olmadan kalmıştı parmak havada, anlaşıldı! asalak güçler teorisi yaşamdaki vücudunu tam karşısında hissetti işçi. Biliyoruz onun eksikliği değildi.Vücut daha önce bulunmadığı ortamın hormonal şeyleriydi bunlar, salgıladığı doğaldaralma duygusu, aklın ulaşamadığı refleksif düşünce durumu aslında, daha önce çalışmadı o duygular, ilk’ti. Suyun gelmesine hazır hortumun gösterdiği davranış durumu gibi doğaltitreklik’ti. Şimdi bitti seçim nöbetleri, gürültüleri bitti, tercih etmemiz gerektiği söylemleri, kendisini fotoğraf ve müziğiyle yedirmeye çalışan süliyet siyaseti. Şimdi tercih edilen şey; Dün yaptığımdan daha farklı bişey yapamayacak olmam. Şimdi tercih ettiğimiz şey; Söylemlerin günlük yaşantıma temas etmediğini anlamam Şimdi tercih edilen şey; Günlük en fazla ve en canlı zamanlarda yapılan şeyin en çok yıldığımız ve en istemez olduğumuz gerçeği Şimdi tercih ettiğimiz şey; Aslında katilimize
bıçağı vermiş olmamız. Şimdi tercih edilen şey; Asgari ücret durumu değil, asgari ücret ile ne yapabildiğimiz gerçeği. Şimdi ne anlamı var şarkıların, bayrakların ve “temiz” yüzlü silüetlerin. Şimdi tercih etmemiz gereken; Geniş güvenlikli, duvarlar arası bürokrat siyaseti değil. Şimdi tercih etmemiz gereken; Sokak-fabrika fiili katılım siyaseti. Kimsenin bilmediğini bildiğimiz falan yok, biliyoruz ve tercih etmiyoruz. Bildiğimiz şey; Bilindik şeyler, aynı makine başında çalışacağım gibi mesela. Bildiğimiz şey; Kira, fatura, yol, parası, yiyecek vs aldığımız maaş’a denk düşmeyecek.
Bildiğimiz şey; Arabası olmayanın, olanın cefasını neden çektiği. Sabah ekzoz dumanına kapılmak gibi mesela. Şimdi bildiğimiz şey; Politikacıların halkı kontrol altında tutma siyaseti yaptıkları ve asıl yapmak istedikleri şeyi kendilerinin yapamaması. Şimdi bildiğimiz şey; Yasa hep onu uygulamayanlar tarafından çıkarıldığı gerçeği. Şimdi olduran ve olan ayrımı; Şeçimi yapan geniş işçi yığınlıkları, siyeseti yapan kel, göbekli patron hegomanyası. Şimdi olması gereken şey; Teslim edilmiş oyları geri almak ve tam temsili fabrika-sokak siyasetini işçi meclislerini kurmaktır.
13’ü kadın 15 tarım işçisi öldürüldü
Kapitalizm tarım işçilerini katletmeye devam ediyor. Manisa’nın Gölmarmara ilçesinde kasasında tarım işçilerini taşıyan kamyonet, tankerle çarpıştı. Katliam gibi kazada kamyonette bulunan 13’ü kadın 15 işçi öldü, iki işçi de yaralandı.
Kaza sabah saat 05.30’da Gölmarmara’ya bağlı Hacıveliler Köyü yakınlarında meydana geldi. Hacıveliler Köyü yakınlarında bağa asma yaprağı toplamaya giden tarım işçilerini taşıyan kamyonetle bir süt tankeri çarpıştı. Tankerin şerit ihlali yapması sonucu meydana gelen
kazada, kamyonetin kasasında bulunan işçiler hayatını kaybetti. Kamyonetin kasasının açık olduğu, işçilerin kasada seyahat ettiği bildirildi. İşçilerin çoğu günde 40-50 lira yevmiyeyle çalışıyorlardı.
işçi meclisi
8
işçi meclisi
9
Charite: Süresiz Grev!
Charite hastanesindeki süresiz grevin ikinci gününde sağlık işçileri Charite Mitte´de grev lokali önünde öğleden sonra toplanmaya başladı. Diğer 4 kampüsten ve kapatılan servislerden herkes beyaz,mavi yeşil iş önlükleriyle, ameliyat maskeleri, eldivenleri, enjektör-steteskop vb tüm ´iş aletleri´ni donanıp ekipler halinde buluşma yerindeler. Avrupa’nın en büyük üniversite hastanesi olan Charite´nin sağlık işçileri süresiz grev kararı aldı. Sağlık işçileri Ver.di sendikasında örgütlüler ve sendikanin uzun bir zamandan beri burada yaptığı toplantılar sonrası grev oylaması yapıldı. Çalışanların %96 sının onayı ile 22 Haziran’da süresiz grev startı verildi. Sendika, aşırı yoğunluk içinde çalışılan servislere 600 bakım personelinin daha alınmasını talep ediyor. Grevin ilk günü olan dün 500 personelin greve katılması nedeniyle planlanmış 200 ameliyat iptal edildi, 1000 yatak da boş kaldı. Almanya tarihinde ilk defa bir hastahanede toplu iş sözleşmesinde daha fazla elemanın işe alınması ve iş koşullarının iyileştirilmesi için greve gidiliyor. Hastalar için de bu önemlidir, çünkü hastaları tehlikeye düşüren grev değil, olağan durumdur.
inin kendileri tarafından da arzu edilen bir durum olduğunu, ancak Verdi Sendikasının taleplerinin Almanyadaki bütün hastaneleri ilgilendiren genel bir sorun olduğunu, bu sebeplede konunun ancak ülke bazında yapılacak yasal düzenlemelerle çözülebileceğini ifade etti. Sorunun Almanya genelinde olduğu doğru, siz diğer hastanelerle bir görüşme içinde misiniz,grevin onlar üzerinde nasıl bir etkisini öngörüyorsunuz? -Biz henüz diğer hastanelerle görüşemedik ama zaten onlar da zaman zaman aksiyonlar yapıyorlar. Vivantes Klinikleri, Helios Klinikleri de eylemler yaptılar. Biz bir başlayalım domino etkisi gösterecektir, çünkü her yerde aynı sorun var. Basın sözcüsü aynı zamanda grev nedeniyle hastaların mağdur edildiğini, bu sebeplede bunun yanlış bir karar olduğunu söyledi. Hastane yönetiminin 60 kişilik yeni personel alımına gideceğini, ancak sendikanın talebinin 600 yeni personel olduğunu bunun getireceği ekonomik masrafları karşılayabilecek güçte olmadıklarını da söylüyor, ama bu kesinlikle doğru değil, çünkü Charité 3.000 yatak sayısıyla Mitte de, Wedding de Virchow Hastenesiyle, Steglitz de Benjamin Franklin Hastanesiyle avrupanın en büyük üniversite hastanesi olma özelliğine sahip ve buna bağlı olarak sadece geçen yıl 7,6 Milyon euro kâr elde etti. Bu grevin önemini anlamak için Chariteyi biraz tanımak gerekiyor. Charite 305 yıllık bir hastane. Humbold ve Özgür Üniversite´ye bağlı, uluslararası, eğitim, bilimsel araştırma ve deneyler, hasta bakımı ve tedavilerinin yapıldığı Avrupa’nın en büyük hastanesi. Fizyoloji ve Tıp dalında Nobel ödülleri alanların yarısı Charite´den mezun ya da buradaki araştırmacılardır. 4 bölgede 17 tane Charite merkezinde yaklaşık 100 tane, 3.000 yatak kapasiteli klınik ve enstitü var, 13.100 kişilik bir işçi ordusunun Berlindeki en büyük işveren sahibi Charitedir. Hastanenin toplam yıllık geliri, 1,5 milyar euro.
Charité 104 klinik ve enstitüsünde 13.100 çalışanı ve 1,5 milyar Euro geliri olan bir üniversite kliniği. Berlin’deki dört şubesinde yılda yarım milyon hastaya bakılıyor. Charité’de 4.000 doktor çalışIyor ve her ay 7.000 ameliyat yapılıyor. Sendika yaptığı grevlerle iki yıldır süren toplu sözleşme görüşmeleri üzerindeki baskıyı artırmaya çalışıyor. Sendika, hastanelerde 162.000 personel açığı olduğunu, bunlardan 70.000’inin ise bakım personeli olduğunu açıkladı. Hükümetin bu konuyla ilgili hazırladığı yasa tasarısında ise gelecek üç yıl içinde en fazla 7.000 personelin alınması planlandı. Charite’nin sadece Mitte Kampüsünde çalışan yaklaşık 4 bin hastabakıcı ve hemşireler aşırı iş yoğunluğu nedeniyle artık çalışamayacak duruma geldikleri için grev kararı almak zorunda kaldıklarını söylüyorlar. Sendika sözcüsü Kalle Kunkel ile yaptığımız söyleşiyi paylaşıyoruz. Grev kararını nasıl aldınız? Sendika sözcüsü Kalle Kunkel: “Hastenede uzun zamandır bu sorun gündemimizi meşgul ediyordu.Her gün üyelerimizden telefonlar ve emailler alıyoruz. Artık kendimiz yarı sağlıklı durumdayız,biz hastalarımıza nasıl bakalım. Sayımız çok az ve hiç bir işimizi tam alamıyla yapamaz olduk”. Kalle; Sendika oarak geçen yıl da iş yavaşlatma ve iki günlük uyarı grevleri yaptık, yaklaşık 400 ameliyat ertelendi. Hastane yönetimi hiç bir olumlu yaklaşım sergilemedi ve sorun gittikçe kronikleşti. Üyelerimizle yaptığımız grev oylaması sonucu %96 sı evet dedi. Bu uyarı eylemlerinde ve grev kararımızda ana talebimiz bir an önce yeni personellerin alınması. Şu an da tam alarm durumundayız. Hastanenin basın sözcüsü, Uwe Dolder personel eksikliklerinin giderilmes-
Ver.di’nin talep ettiği personal sayısı; yoğunbakım servisleri için 2 hastaya 1 hemşire. Normal servisler için 5 hastaya 1 hemşire. Şu an ki aktüel durumda ise 12 hastaya 1 hemşire çalışıyor. Almanya genelinde ortalama olarak 1 hemşire 10,3 hasta bakıyor. Norveçte ise 3,8. Şu an da bu haberi okuyorsanız, size sendikanın istediği sayı çok lüks gelebilir ve bu oranları Türkiye ile karşılaştırmayın. Türkiye de nerdeyse 30-40 hastaya 1 hemşire bakıyor. Zaten o da ayrı bir felaket. Burada hesap edilen oran sadece direkt hasta bakımı ve tedavisini içermiyor aynı zamanda tüm bürokratik yazışmaları,hasta yakınını bilgilendirme,organizasyonların yapılması, servisteki ekip toplantıları, mesleki iç eğitim ve seminerleri organize etmek vb vb. Görünen görünmeyen, angarya olan tüm işleri kapsıyor. Öylesine personal yetersizliği var ki, taşerondan gelen bir hemşire saat 6 da başladığı işe, ancak iş arkadaşına saat 12 de personal tuvaletinin nerede olduğunu sorabiliyor. Çünkü o an’a kadar bir şey yemiş ya da içmiş değil. Hastaların %78´i hastane enfeksiyonu ile ikinci bir tedaviye alınıyor. Nedeni de personelin gereken hijyen önlemlerine zaman ayıramaması ve yeterli malzemenin olmaması, hastalık kasasının (sigortanın) ödemeleri kısması. Bir çok malzemeyi, ilacı, protezi hastanın kendi cebinden ödemek zorunda olması. Bu denli iş yoğunluğu ve stres altında çalışanlar arasında da ciddi gerilimler yaşanması kaçınılmaz oluyor. Her vardiya bir sonrakine yapılmak üzere bir çok işi bırakmak zorunda kalıyor. İşiniz bitsin ya da bitmesin, sırt çantanızı yorgun omuzlarınıza atıp hastaneyi arkanizda bırakıp giderken vicdanınızın sesini kontrol altında tutmak zorundasınız. Ben bu gün hasta insanlara nasıl baktım? Nasıl bir surat takındım? iş arkadaşıma keşke o işleri bırakmasaydım! Hastaların bir çoğu ya hayatın ilk yıllarında ya 30-40 yılını çalışarak geçirmiş yoksul emekliler, ya hala çalışanlar, ya işsiz sosyal yardım kasasından geçinenler,ya da sokakta yaşayan çatısızlar. Ya iş arkadaşlarım hepsi üç beş kuruşa yaşam savaşı
veren vicdanlı ve olağanüstü bir fedakarlıkla çalışan insanlar. Yani hepimiz aynı sınıfın mensuplarıyız. Şu lanet olası kapitalizmin kendisini yeniden yeniden üretmesinin gönüllü özgür köleleriyiz. Hal ve durum böyleyken bu grevin içinde ve yanında kim olmaz, kim dışında kalmak ister! Kapitalistlerin kar hırsının bize dayattığı şeyin adı bu gün pasif ötenazidir. Öyle veya böyle ölün! Seçim size kalmış, ister işinizin başında ister hasta yatağında!
Charite Grevi: “MEHR VON UNS IST BESSER FÜR ALLE!”*
Charite hastanesindeki süresiz grevin ikinci gününde sağlık işçileri Charite Mitte´de grev lokali önünde öğleden sonra toplanmaya başladı. Diğer 4 kampüsten ve kapatılan servislerden herkes beyaz,mavi yeşil iş önlükleriyle, ameliyat maskeleri, eldivenleri, enjektör-steteskop vb tüm ´iş aletleri´ni donanıp ekipler halinde buluşma yerindeler. Grev sözcüsü eylem planı hakında grevcileri bilgilendiriyor, servislerden gruplar halinde gelenleri selamlıyor. Gelenler standlardan afiş, pankart, önlük ve dövizlerini alıyor. Bir tek kişi bile eli boş yürüyüşe gitmiyor. Neşe ve öfke, endişe ve özgüven ambivalant duygular bir arada. Neşeliler; kronikleşen sorunlar karşısında nihayet tek yumruk olup, cesur bir adım attılar ve patronunn saldırısına karşı ilk raund kazanıldı. Grevin yasaklanması için açılan dava Grevin lehine sonuçlandı. Öfkeliler; böylesine ciddi bir sorun karşısında patron en ufak bir olumlu adım atmadığı gibi karalama politikası devam ediyor. Endişeliler; ilk defa süresiz grev içindeler, amaca ulaşılacak mı? yeterince destek ve dayanışma olacak mı? Özgüvenliler; çünki haklılar ve doğru bir karar aldılar, grev kararı alıncaya kadar tüm ´barışçıl´yöntemler tüketilmiş sonuçsuz kalmıştı. Artık grev dışında seçenek kalmamıştı ve %96 greve evet dedi. Yürüyüş startı verilmeden önce sendike ve işyeri temsilcileri aktuel durum raporu veriyor. 20 tane servis kardioloji, ortopedi, nöroloji, dermatoloji, psikiyatri, cerrahi, dahiliye, göz, kulak-burun-boğaz, ameliyathane tamamen kapandı. Röntgen, Labaratuar ve diğer teknik servisler %70 iş biraktı. Grev hazırlığı aylarca öncesinden yapıldığı için hasta ve hasta yakınları önceden bilgilendirildi ve yeni hasta alımları öncesinden durduruldu. 1000 tane ameliyat iptal edildi. Poliklinikler kapandı, acil durumlar için ekipler oluşturuldu. Eylem yerinde olamayıp çalışmak zorunda olanlar destek mesajlarını yolladı. Mesajlar coşkuyla karşılanıyor ve ´biz sizin için de buradayız!´ Yürüyüş büyük kampüs önünde başlayıp, tarihi Brandenburg Tor alanına oradan Sağlık Bakanlığı binasına kadar yaklaşık üç saat sürdü. Sendikanın öngördüğünden fazla sayıda bir katılım ve destek oldu. Grevdeki postacılar, fakülte öğrencileri, Ver.di gençlik örgütü kitlesel katıldı. Güzergah boyunca camlardan, balkonlardan el sallayanlar, caddelerdeki insanlar destek ve sempatilerini gösterdiler. Diğer grevlere göre Charite grevinin Kurrier gazetesine göre %99 toplumsal bir destek aldığı kürsüden açıklandı.
Grev Avrupa ve Almanya genelinde örnek alınması yönüyle etkisini göstermeye yavaş yavaş başlıyor ve başka hastaneler de ´biz neden bir şey yapmıyoruz´u tartışıyor. Bir diğer hastaneler grubu Vivantes eyleme ´bugün Charite, yarın Vivantes´pankartıyla yürüyüşe katıldı. Bu grev elbetteki domino etkisi yaratacak bu kaçınılmaz. Almanya burjuvazisi bugüne kadar öyle yada böyle yaşadığı krizin üstünü örtmeye çalıştı. 2007´den bu zaman kadar Almanya genelinde 70 bin sağlık işçisinin işine son verdiler. Diğer tüm sosyal alanlarda olduğu gibi tasarruf programı adı altında işten atılanlardan arta kalanların yaşadığı tek şey az parsonelle aynı işi yapmak. Bu iş yoğunluğu herkesi hasta etmiş durumda. Almanya genelinde 162 bin Hemşire ve eğitimli personel eksikliği var. Bu nedenle Ver.di, Almanya genelinde 162 bin eylemi adı altında bir başka eylem çağrısı daha yaptı. Bugün (24.06) tüm hastane önlerinde 1 den 162 bin´e kadar olan rakamlar ellerinde tüm sağlıkçılar sokakta olacak. Bir çok alanda yaşanan bu sorunların bir genel greve dönüşmesi kaçınılmaz. *Bu grevin temel isteği; personal eksikliğinin giderilmesi ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi. O nedenle eylemin öne çıkan sloganı, personal durumunu ifade eden ´bizden daha fazlası, hepimiz için daha iyi!´
10
işçi meclisi
Haziran ayında en az 147 İşçi yaşamını yitirdi… 7 Haziran seçimleri yapıldı ve Meclis’te tek partili Hükümet dönemi sona erdi. İş cinayetleri ise seçim süreci sonuçlarına bakmadı ve artarak devam ediyor. Siyasi partiler seçimlerden evvel alanlarda iş cinayetleri üzerine de vaatlerde bulundular, bilboardlarda ve reklamlarda bile özellikle Soma katliamı başta olmak üzere iş cinayetlerinin sona ermesi için oy istediler. Bizlerin de mücadele alanlarında savunduğumuz birçok talep var elbet. Ancak yeni seçilen Meclis’ten çok acil temel işçi sağlığı taleplerimiz şunlar: 1- İş cinayetlerinin sorumlusu siyasiler, patronlar, bürokratlar yargılanmalıdır… 2- İşçi sağlığı ve iş güvenliğinin sağlanmasının en temel unsuru işçilerin sendika seçme özgürlüğüdür. İşçiler üzerinde örgütlenme özgürlüğüne dair her türlü baskı sona ermelidir… 3- İşyerlerinde işçi sağlığı ve iş güvenliği kurulları kurulmalı, işler hale getirilmeli ve en az yarısını işçiler oluşturmalıdır… 4- Başta taşeronlaştırma olmak üzere güvencesiz çalıştırma biçimleri yasaklanmalıdır… Yukarıda ifade ettiğimiz talepler işçilerin en temel haklarıdır. Bu bağlamda işçi sağlığı ve iş güvenliği hakları anayasal güvence altına alınmalıdır… İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi işçiler, kamu çalışanları, işçi aileleri, doktorlar, mühendisler, akademisyenler, gazeteciler, hukukçular… ve onların örgütlenmelerinin oluşturduğu; devletten ve sermayeden bağımsız; sağlıklı ve güvenli çalışma mücadelesini yürüten bir koordinasyon, bir emek örgütüdür… Yazılı, görsel, dijital basından takip edebildiğimiz, emek-meslek örgütlerinden gelen bilgiler ile işçiler, işçi yakınlarının bildirimleri ışığında tespit edebildiğimiz ve her gün güncellenen bilgiler ışığında 2015 yılının ilk altı ayında iş cinayetlerinde en az 794 işçi can vermiş oldu… 2012 yılından bugüne Haziran ayında yaşanan iş cinayetlerine baktığımızda son iki yılda iş cinayetlerinin büyük bir artış göstermiş olduğunu görüyoruz. İşçilerin örgütlenme özgürlüğü olmayınca, yasal düzenlemeler geriye giden bir ivme gösterince ve sermayenin kayıtsız şartsız hareket özgürlüğü neticesinde iş cinayetlerinde değişen bir şey gözükmüyor…
büyüyor ve özellikle uzunyol şoförleri arasında iş cinayetlerine yol açıyor. Yine kapsamı çok geniş olan 10 numaralı işkolunda yani eğitim, sağlık, büro, diyanet, sinema vb. emekçilerinin ölümleri öne çıkıyor… Haziran ayında yaşamını yitiren 147 emekçinin 121’i işçi, memur statüsünde çalışan ücretlilerden; 24’ü çiftçilerden/küçük toprak sahiplerinden ve 2’si esnaflardan olmak üzere 26’sı kendi nam ve hesabına çalışanlardan oluşuyor…
törlerde çalışıyorlar. Diğer yandan kadınların iş cinayetleri ya saklanıyor ya da kayıt dışı çalıştıkları için görünmez kılınıyor. Ancak bizler SGK’dan daha fazla kadın işçi ölümü tespit etmemize rağmen yaşananların bir kısmına ulaşabildiğimizin bilincindeyiz… Kadın iş cinayetlerine bakarsak: 62 yaşındaki taşeron orman işçisi Remziye Uysal, Antalya Gazipaşa’da tomruk istifi yaparken kepçeden düşen tomruğun altında kaldı…
İşçiler en çok trafik/servis kazaları, ezilme/ göçük, düşme ve diğer nedenlerden dolayı can verdi…
Mevsimlik tarım işçisi Güler Norman, Şırnak İdil’de işçileri taşıyan traktöre kamyonet çarpması sonucu aramızdan ayrıldı…
İş cinayetlerinin nedenleri de hemen hemen değişmiyor. İşçiler servislerle ya da kendi imkanlarıyla ulaşımdayken yollara savruluyorlar. Üzerlerine ağır nesneler düşmesi, göçük oluşması ya da makineye sıkışma sonucu eziliyorlar. Özellikle inşaatlarda çalışırken yüksekten düşüyorlar. Yine son dönemde diğer nedenler olarak belirttiğimiz başlık içinde; ağır çalışma koşullarından kalp krizi geçiriyorlar, baskı politikalarından, işsizlikten ya da borç kıskacından intihar ediyorlar… İş cinayetlerinin nedenlerine bakarsak:
40 yaşındaki mevsimlik tarım işçisi Fatma Kaçmaz’ın da aralarında bulunduğu işçileri taşıyan traktör, Hakkari Yüksekova Karabey Köyü’ndende yaylaya çıkarken devrildi…
Trafik, Servis Kazası nedeniyle 42 işçi; Ezilme, Göçük nedeniyle 33 işçi; Diğer nedenlerden dolayı (yıldırım düşmesi, arı sokması, sıtma, kalp krizi, intihar, silahlı saldırı) 2012 yılının Haziran ayında 59 işçi, 26 işçi; 2013 yılının Haziran ayında 104 işçi, Düşme nedeniyle 22 işçi; 2014 yılının Haziran ayında 151 işçi, Elektrik Çarpması nedeniyle 10 işçi; 2015 yılının Haziran ayında ise 147 işçi yaşamını Zehirlenme, Boğulma nedeniyle 7 işçi; yitirdi… Kesilme, Kopma nedeniyle 4 işçi; Patlama, Yanma nedeniyle 2 işçi; Tarım, inşaat, taşımacılık ve ticaret/büro Nesne Çarpması, Düşmesi nedeniyle 1 can işkollarında işçi ölümleri yoğunlaşıyor… verdi… Bu işkolları “değişmeyen bir dörtlü”. Zaman zaman maden, belediye, metal, enerji, kimya Haziran ayında iş cinayetlerinde 6 kadın ve ve tersane sektörlerinde de yoğun iş cinay141 erkek işçi can verdi… etleri gözükmesine rağmen raporlarımızda işkollarında bu dörtlü çoğu zaman başlığı İnşaat, maden, taşımacılık, metal, enerji gibi oluşturuyor. AKP iktidarıyla beraber “çılgın iş cinayetlerinin sık yaşandığı sektörlerde projeler”in bir sonucu olarak inşaat işçilerinin çalışanların hemen hemen hepsini erkek işçiler ölümü arttı. Yine tarımda yıkımın hızlanmasıyla oluşturuyor. Bu yüzden iş cinayetlerinde tespit beraber özellikle yaz aylarında işkolundaki edebildiğimiz işçilerin büyük bir çoğunluğu emekçi ölümleri sıçrama gösteriyor. Bu yağma ve erkek. Kadınlar daha çok tarım, sağlık, eğitim, talan düzeni geliştikçe ulaşım, lojistik sektörü de büro, gıda, havacılık, ev içi çalışma gibi sek-
50 yaşındaki aşçı Sultan Yağlı, Aksaray’da çalıştığı AVM’de çıkan yangında 5.katta bulunan yemekhanede mahsur kaldı… THY Kabin Amiri Selda Durmaz, Nijerya’da yatı görevi yaparken sivrisinek ısırması sonucu sıtma kaptı. İstanbul’da iki defa gittiği hastanede grip teşhisi kondu. Son olarak THY Sağlık Birimi’ne başvurdu, teşhis konuldu ancak can verdi… 5 yıldızlı bir otelde 15 gün önce temizlik personeli olarak işe başlayan 19 yaşındaki İlkay Mavidemir’e, saat 00.30’da iş dönüşü servisten inip yolun karşısına geçmeye çalışırken motosiklet çarptı… Haziran ayında iş cinayetlerinde 8 çocuk ve 47 yaşlı işçi can verdi… 14 yaş ve altında 2 işçi, 15-17 yaş aralığında 6 işçi, 18-27 yaş aralığında 24 işçi, 28-50 yaş aralığında 58 işçi, 51 yaş ve üstünde 47 işçi, Yaşını tespit edemediğimiz/bilmediğimiz 10 işçi yaşamını yitirdi… Ülkemizde bir milyon civarında çocuk işçi çalıştığını resmi makamlar açıklıyor. Çalışan çocuklar giderek artıyor. Eğitim sisteminde 4+4+4 modeline geçiş ve meslek liselerinin
11
işçi meclisi
sanayinin ucuz işgücü kaynağı olması temel sebepler. Diğer yandan yoksulluk gerçekliği özellikle yaz aylarında çocuk işçiliği artıran en temel sebep oluyor. İş cinayetlerinde yitirdiğimiz çocuklarımız ise: 10 yaşındaki Yıldırım Öz, Siirt Kurtalan’dan Muş Varto’nun Ölçekli Köyü’ne çobanlık yapmak için babasıyla beraber gelmişti, hayvan otlatırken yıldırım düştü… 12 yaşındaki Bahattin İlet, Erzurum Özbek Köyü’ne okulların tatil olmasıyla beraber çobanlık yapan abilerinin yanına gitmişti, hayvan otlatırken serinlemek için sazlıkta biriken suya girdi… 17 yaşındaki Suriyeli Ali İbrahim, ailesiyle dört yıl evvel Kobane’de çatışmadan kaçmıştı. Adana’da bir fırında 20 TL’ye çalışıyordu, hamur yaparken sıcaktan bunalınca yüzünü yıkadı, ıslak elle hamur karma makinesinde çalışırken kazana değdi ve elektrik çarptı… 15 yaşındaki Burak Aslan, yaz tatilinde Adana Kozan Varsaklar Mahallesi Küçük Sanayi Sitesi’nde esnaf olan babasının yanında çalışıyordu. Sanayi sitesi içinde bindiği motosiklete kamyon çarptı… 17 yaşındaki İslam Bayat, Mardin Kızıltepe’de kalıpçı olarak çalıştığı inşaatın 8.katından asansör boşluğuna düştü… 16 yaşındaki Abdullah Şeker, Kayseri Kocasinan Mimar Sinan Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi 2.sınıf öğrencisiydi. Okulların tatil olmasıyla birlikte ailesine destek olmak için inşaatta çalışmaya başladı. 8.katta çalıştığı sırada dengesini kaybederek düştü… 17 yaşındaki Yunus Emre Solmaz, Antalya’da Kemer’de su sporları merkezinde mesai sonrası çalışırken jet-ski’leri karaya çıkardığı sırada kolunun vince sıkışması sonucu ezildi…
İş cinayetlerinde can veren Suriyeli göçmen işçiler şöyle: Ömer Abdullah, Adana Yüreğir’de mevsimlik tarım işçisiydi. Narenciye bahçesinde çalışırken serinlemek için elini-yüzünü yıkayacağı kanala düştü… Ali İbrahim’e yukarıda çocuk işçilik başlığında değinmiştik. Ali İbrahim… Hem çocuk hem göçmen hem işçi… Ailesiyle dört yıl evvel Kobane’de çatışmadan kaçmıştı. Adana’da bir fırında 20 TL’ye çalışıyordu, hamur yaparken sıcaktan bunalınca yüzünü yıkadı, ıslak elle hamur karma makinesinde çalışırken kazana değdi ve elektrik çarptı… Ali Şeyh Alio, Kayseri Melikgazi’de belediye işçisiydi. Yol temizleme çalışması yapan çöp kamyonun devrilmesi sonucu yaşamını yitirdi… İş cinayetleri en çok İzmir, İstanbul, Adana ve Antalya’da can aldı… Haziran ayında iş cinayetleri çok yaygın bir coğrafyada yaşandı. Türkiye’nin 59 şehri ile yurtdışında iki ülkede iş cinayetlerinde işçi kardeşlerimizi yitirdik… Buna göre: 9 ölüm İzmir’de; 8 ölüm İstanbul’da; 7’şer ölüm Adana ve Antalya’da; 6’şar ölüm Adıyaman, Bursa ve Manisa’da; 5 ölüm Samsun’da; 4’er ölüm Kayseri ve Konya’da; 3’er ölüm Aydın, Bilecik, Çanakkale, Denizli, Gaziantep, Hatay, Karabük, Mardin, Muğla ve Şırnak’ta; 2’şer ölüm Ankara, Amasya, Balıkesir, Diyarbakır, Erzurum, Eskişehir, Kastamonu, Kocaeli, Mersin, Niğde, Sakarya, Sivas, Trabzon ve Van’da; 1’er ölüm ise Afyon, Aksaray, Bartın, Batman, Bingöl, Bolu, Burdur, Çankırı, Çorum, Giresun, Hakkari, Isparta, Kahramanmaraş, Kara-
17 yaşındaki Oğuz Uysal, Çanakkale Ayvacık’ta bir işletmede çalışıyordu. Motosikleti ile eve dönerken bir otomobil arkadan çarptı… Yine aylardır vurguladığımız bir hususa tekrar dikkat çekmek istiyoruz. Haziran ayında tarım, madencilik, iletişim, büro, cam, metal, inşaat, taşımacılık, tersane, güvenlik ve belediye işkollarında emekli ya da emeklilik çağında çalışan 47 işçi yaşamını yitirdi. İş cinayetlerinde artarak bu yaş grubunun can vermesi devletin yaşı ilerleyen işçilere / emekçilere verdiği değeri ve sosyal güvenlik sisteminin içinde bulunduğu durumu da gösteren bir gerçeklik… Haziran ayında iş cinayetlerinde 3 göçmen işçi can verdi… Emperyalistlerin Suriye’deki savaş siyaseti ve AKP’nin Suriye politikası sonucu yüzbinlerce Suriyeli yaşamını yitirdi. Diğer yandan iki milyona yakın Suriyeli de Türkiye’ye göç etti. Bu göçmenlerin ezici bir çoğunluğu fakir ve sefalet koşullarında yaşıyor. Bu durum onları ucuz işçiliğin önemli bir kaynağı haline getiriyor. Tabi herhangi bir statüsü olmayan Suriyeli işçilerin sosyal güvencesinden de söz etmek abes oluyor.
man, Kars, Kırıkkale, Kırşehir, Malatya, Muş, Nevşehir, Siirt, Tekirdağ, Tokat, Yozgat, Zonguldak, Cezayir ve Irak’ta yaşandı… THY ve Sağlık Bakanlığı, Selda Durmaz’ın ölümünden sorumludur… 20 Haziran’da THY Kabin Amiri Selda Durmaz aramızdan ayrıldı. Selda Durmaz, Nijerya’da yatı görevi yaparken sivrisinek ısırması sonucu sıtmaya yakalanmıştı. İstanbul’a dönüşünde iki defa gittiği hastanede grip teşhisi kondu. Hastalığı geçmeyince başvurduğu THY Sağlık Birimi sıtmaya yakalandığını tespit etti ama artık çok geçti… 3 gün sonra ise THY Kabin Amiri olan Murat Düzer’in, Nijerya uçuşu sonrası sıtmaya yakalandığı tespit edildi ve tedaviye alındı…
Peki bu hafta Fortune Dergisi’nin Türkiye’nin en büyük 500 şirketini açıkladığı sıralamada geçen yıl olduğu gibi 4.olan THY bu gelişmelerin basına yansıması üzerine ne yaptı? Kokpit ve kabin ekipleri uçuş saatlerini doldurduklarında dinlenmek için gittikleri ülkelerde konaklıyorlar. Fakat sıtma vakalarından sonra THY, Nijerya’da yatıyı (konaklamayı) kaldırdı. Sıtmayı önlemek için kinin kullanılıyor. Ancak kininin midede rahatsızlıklar, güneşe hassasiyet vb. yan etkileri var. Kolaylıkla aşı üretilme olanağı varken Dünya Sağlık Örgütü’nün duyarsızlığı ve ilaç tekellerinin ucuz ve karsız bulmaları nedeniyle aşı üretilmemekte. Sıtma ülkemizde Adana merkezli olarak gözükmekteydi. Ancak son yıllarda GAP projesi ile sulak alanların artması sonucu sıtmanın görülme merkezi Batman’a kaydı. Yani sıtma Türkiye genelinde yaygın bir hastalık değil. Özellikle ülkemizin Batı ve Kuzey bölgelerinde daha çok yurtdışından dönen gemi adamları, inşaat işçileri ve havayolu personelinde gözüküyor. Sıtma Afrika’da grip gibi yaygın bir hastalık olduğu için anında tanı konup müdahale edilebiliyor. Ancak ülkemizde yüksek ateş ve halsizlik belirtileri yüzünden grip ile karıştırılıyor ve tanı konmakta güçlük çekiliyor. Hastaya grip tedavisi uygulanıyor ve sonuç alınamıyor. Oysa hastanın nereden geldiği sorulsa kolaylıkla tanı konabilecek ve klorokin tedavisi ile iyileştirilebilecek. (İnternette arama motorlarında dünya sıtma haritası yazınca Afrika’nın sıtma merkezlerinden biri olduğunu görüyoruz) 1- THY, işveren olarak Selda Durmaz’ın ölümünden sorumludur. Çünkü işveren çalışanlarının meslek hastalığına yakalanmaması için gerekli koruyucu önlemleri almak ve bu önlemlerin denetimini yapmakla yükümlüdür. Diğer yandan titizlikle çalışanlarına bu konuda gerekli eğitimi vermek zorundadır. THY Sağlık Birimi de çalışanlarının sağlığını düzenli olarak takip etmek zorundadır… 2- Sağlık Bakanlığı, devletin ilgili birimi olarak Selda Durmaz’ın ölümünden sorumludur. Çünkü sağlıkta dönüşüm programı sonrası koruyucu ve önleyici mekanizmalar tamamen tasfiye edilmiş, tıp eğitimi niteliksizleştirilmiştir. Meslek hastalıklarında sıtmada olduğu gibi tanı bile konulamayacak hale gelinmiştir. Gündelik yaşamımızın her alanını denetleyen devlet (ki bunu kontrol altında tutmak baskı uygulamak için yapıyor) en temel görevi olan sağlık hizmetini yapsa Nijerya’ya giden Selda Durmaz’da sıtma kolaylıkla tespit edilebilirdi. Sağlık Bakanlığı, bu duruma tanı koymak, sonrasında da aile hekimine durumu bildirerek her gün hastanın bir hemşire tarafından ziyaret edilmesini sağlamak ve ilacını içirmekle yükümlüdür… İş cinayetlerine karşı Sendikalı Ol… Yaşamak için Direnİşçi… 2015 / Haziran ayında iş cinayetlerinde yaşamını yitiren işçileri saygıyla anıyoruz!
12
işçi meclisi
İnsanlık onuru işkenceyi yenecek 26 Haziran Uluslararası İşkenceye Karşı Mücadele ve İşkence Görenlerle Dayanışma Günü’nde kurumlar Taksim’de eylemdeydi. Her yıl olduğu gibi bu yıl da Türkiye İnsan hakları Vakfı ve İnsan Hakları Derneği’nin örgütlediği eyleme birçok kurum ve işkence karşıtları katılarak destek verdi.
Sivas katliamı Kadıköy’de lanetlendi
UİDDER, Haziran Hareketi, Proleter Devrimci Duruş, BDSP, Komünist Parti, Halkevleri Kaldıraç ve AKADER’de katıldı.
2 Temmuz 1993’te gerçekleşen Sivas katliamı İstanbul’da lanetlendi. Sivas’ta Madımak Oteli’nde yakılarak katledilen 33 kişinin anıldığı eylemi Alevi Bektaşi Federasyonu (ABF) bileşenleri ve Pir Sultan Abdal Kültür Derneği (PSAKD) örgütlerekn birçok kurumda katılarak eyleme destek verdi.
Ankara: UnutMADIMAKlımda
Çok sayıda demokratik kitle örgütü, sendika ve siyasi yapıların yanında bireysel olarak katılan birçok kişi katliamı lanetlemek için 3 Temmuz’da saat 17.00’de Alevi örgütlerinin oluşturduğu Tertip Komitesi’nin çağrısı ile Toros Sokak’ta bir araya geldi. Önceki yıllara oranla katılımın kitleselliği dikkat çekiciydi. Toros Sokak’ta buluşan kitle Kolej Meydanı’na doğru yürüyüşe başladı
“Mücadeleyi yükselt, gülümse, işkencesiz bir dünya mümkün!” ana sloganı olan bu yılki eylem 26 Haziran, Cuma saat 18:30’da İstiklal Caddesi Tünel’den başlayıp Galatasaray Meydanı’na kadar sürdü. Yürüyüş boyunca “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek”, “bibergazı/plastik kelepçe/tecrit işkencesine son”, “Sokakta işkenceye sok”, “İşkenceye inat gülümse” sloganları atılırken yürüyüşte lolipop dövizlerde taşındı. Galatasaray Lisesi önüne gelindiğinde burada bir açıklama gerçekleştirildi. Açıklamada işkenceye karşı cesaret, mücadele, umut ve dayanışma ile yürüme çağrısı yapıldı. Eylem çeştili sanatsal etkinlikler ile devam etti.
Kamp Armen’i geri alacağız 6 Mayıs’ta Kamp Armen’i yıkmak için gelen dozerlerin durdurulmasıyla başlayan direnişin 52. gününde Kamp Armen için İstanbul, Ankara ve İzmir’de de eş zamanlı olarak protestolar gerçekleştirildi. İstanbul’daİstiklal Caddesi’nde bir eylem düzenlendi. 26 Haziran 2015 Cuma günü saat 19.30’da Tünel’de buluşularak Galatasaray Lisesinin öbüne yüründü. Kamp Armen Dayanışması tarafındann örgütlenen eyleme yüzlece kişi katılırken yürüyüş boyunca Ermenice, Kürtçe ve Türkçe sloganlar atılırken”Bağış ne ayol”, “Oyalamaya son” yazılı dövizlerde taşındı. Eylemde “Kamp Armen’i geri alacağız”, “Yaşasın halkların kardeşliği/Bijî biratîya gelan”, “Soykırımın belgesi Hrant’ın Yetimhanesi”, “Hepimiz Hrant’ız hepimiz Ermeni’yiz” slaganları sıklıla atıldı. Galatasaray Lisesi önünde yapılan açıklamayı Diren Cevahir Şen okudu. Açıklamada “1500’ü aşkın Ermeni yetim çocuğun emeğiyle inşa edilmiş ancak devlet tarafından gasp edilen Kamp Armen gerçek sahiplerine hala iade edilmedi. Direnişimizin 52. günü yaklaşırken bir kez daha talebimizi haykırıyoruz: Kamp Armen vakfa iade edilsin! Koşulsuz, şartsız, hemen şimdi!” denildi. Eylem Kamp Armen’e, direnişi büyütmeye çağrısı ile sonlandırıldı.
33 aydın ve 2 otel emekçisinin, Sivas Madımak otelinde devlet eliyle katledilişinin üzerinden 22 yıl geçti.
Eylem Kadıköy’de rıhtım meydanında gerçekleştirildi. Miting tüm kortejlerin alana girmesinin ardından başlatılırken ilk olarak başta Sivas olmak üzere tüm Alevi katliamında katledilenler, Gezi’de ve Kobane’de yaşamını kaybedenler anısına saygı duruşu yapıldı. Saygı duruşunun ardından semah gösterimi yapıldı. Ardından konuşmalara geçildi. Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Genel Başkanı Gani Kaplan, 2 Temmuz Madımak önünde yapılacak eyleme çağrı yaparak ” Öyle bir ses yükseltelim ki sesimizi tüm şehitlerimiz duysun” dedi. Roboski katliamınıda hatırlatan Kaplan “Acılarımızı acılarla örtmeye çalışıyoruz. Bu toprakların ezilenleri güç birliği yapmadığı sürece bu katliamların sonu gelmeyecektir. Gün birlik günüdür” dedi. Alevi Bektaşi Federasyonu Genel Başkanı Baki Düzgün, 22 yıl önce Sivas’ta yakanların bugün Kobanê’yi, Fransa’yı, Tunus’u kan gölüne çevirenler olduğunu kaydetti ve”Bu davanın hakimi de savcısı da bizleriz. Bizim davamızda karar bellidir. Madımak müze yapılmadıkça Sivas yanmaya devam edecek. Zaman aşımını tanımıyoruz. Sivas’ın ışığı sönmeyecek.” dedi. Mitingde, 2 Temmuz’da Sivas’ta yapılacak mitinge çağrı yapıldı. Devrimci Proletarya okurlarının da katıldığı mitinge Alevi örgütlerinin yanı sıra birçok köy ve mahalle derneği, HDP milletvekilleri Beyza Üstün, Ali Kenanoğlu, Çilem Öz, CHP milletvekilleri Kadir Gökmen Öğüt, Mahmut Tanal, Gezi şehidi Mehmet Ayvalıtaş’ın babası Ali Ayvalıtaş, Barış Anneleri Meclisi, HDP ve HDK bileşenleri, DİSK, KESK, Mücadele Birliği, DHF,
Kolej Meydanı’na gelindikten sonra, miting ilk önce Madımak Katliamı’nda yakılan aydınların, Gezi Direnişi’nde katledilen gençlerin ve devrim mücadelesinde yitirdiklerimizin isimlerinin okunması ve Kobane’de ve Soma’da katledilen sınıf kardeşlerimizin anısına saygı duruşu ile başladı. Saygı duruşunun ardından Tertip Komitesi adına basın açıklamasını Alevi Bektaşi Federasyonu Yönetim Kurulu Üyesi Ali Başak yaptı. Başak 22 yıldır Alevilerin canının, teninin maddi ve manevi varlığının yanmaya devam ettiğini, Madımak Katliamı’nın yarattığı bireysel, toplumsal travma ve buna bağlı ötekileştirme, asimile etme politikasının AKP tarafından hala devam ettirildiğini söyledi. Başak katliamın sorumlularının yargılandığı davanın zaman aşımından düşürüldüğünü ancak insanlık suçlarının zaman aşımı kapsamına alınmaması gerektiğini bir kez daha söylediklerini ifade etti. Başak ayrıca şunları söyledi: “İnsanlık tarihine bu kıyımla utanç sayfalarından birini ekleyen Türkiye Devleti ne yazık ki hala Madımak Katliamı ile yüzleşmemiştir, katliamın arkasındaki karanlık güçler aydınlatılmamıştır, gerçek sorumlular hala adaletin karşısına çıkarılmamıştır. Madımak, devlet yetkililerin olup bitenlere göz yumduğu planlı bir katliamdır. Bugün Alevilere dönük fiili katliam sona ermiş gibi görünse de devletin kullandığı inkar, imha, nefret ve şiddet dili Alevilerin içinde bulunduğu tehlikeli durumu hala devam ettirmektedir. Buna karşı tek çare eşit yurttaşlık ve demokrasi mücadelesini yükseltmektir.” Konuşmaların ardından miting sahnede semah dönülmesiyle sonlandı.
Sıcak!
Sıcak! Gün, sabahtan yapış yapış bir İzmirAdana sıcağı ile başlıyor; yerden alev fışkırıyor. Afrika’dan gelen sıcak hava dalgası nedeniyle hava durumu görsellerinde harita kıpkırmızı. En yüksek sıcaklık ise Paris’te. 40’ı görüyoruz. Rüzgâr, ancak esebildiği gece saat 23’te bile sadece ılık -haberlerde 25 derece ile en sıcak geceye hazır olun deniyor. Tren rayları da sıcaklıktan etkileniyor ve sık yapılan rötar gerekçelerine, artık olağanlaşan “şüpheli koli” vakalarının yanında bu da ekleniyor. Kliması olanlar klimaya yüklendikleri için 1 milyona yakın evin elektriklerinin kesildiği haberleri geçiliyor. 2003’te sıcaklardan çoğu yaşlı 15 bin kişinin yaşamını yitirdiği bilgisi tazeleniyor bir de. Bu kez de hastanelere akın olduğu söyleniyor, ama şimdilik bir ölüm haberi yok. Yine de, dışarı çıkar çıkmaz insanın kanı çekiliyor. İstasyonda bayılmış genç bir adama ilkyardım uygulandığına tanık oluyoruz. Uzun bir rötar yapan banliyö trenini beklerken herkesin başına gelebilir! Belediye, bildik ‘İşiniz yoksa dışarı çıkmayın, bol sıvı alın, güneşte kalmayın’ uyarılarını tekrarlıyor. Görüntülere evde yalnız ya da huzurevlerinde yaşayan 80-90 yaşlarındaki insanları kontrol eden belediye görevlileri geliyor. Risk grupları, yaşlılar, hamileler, çocuklardan oluşuyor. Bu yaklaşımla hem sıcağın kendisi, hem de sıcağın altında sürdürülebilir bir yaşam konusu, herkesi kesecek tarzda tanımlanmanın yanı sıra, riskler de belirli yaş kategorilerinin dezavantajlarına indirgenmiş oluyor -bir fiziksel dayanıklılık sorununa! Bu ne kadar inandırıcı olabilir? Birincisi genetiği ile, toprağı, suyu, iklimi… ile bu denli oynanaduran dünyamızda ne kadar inandırıcı olabilir? İkincisi sınıflara değmeyen, herkesi kesecek biçimde yaşanan bir doğa olayı var mıdır? Üçüncüsü ve hemen bitişiği, siz hiç sıcaktan ölen bir patron gördünüz mü? Üç soruya da cepten hayır yanıtı verilebilecek görüntüler alakasızca geçiyor televizyonlardan. Yapımı süren inşaatlar, kuru temizlemecide ütü yapan bir kadın işçi, kamyonlardan yük indiren işçiler. Paris’te bu yılın Aralık ayında Dünya İklim Zirvesi yapılacak. Ekolojik semtler, apartmanlar, ekolojik yaşam, hobi bahçeleri… dil kitaplarının bile vazgeçilmez konularından. Parklarda oldukça ilginç, pilot örnekler de görüyoruz. Ancak Fransızca “canicule”, bizim dilimizde sarı sıcak’ta çalışan bizler, ne bu zirvelerde, ne de haberlerde gündem olabiliyoruz. Azami sıcaklık sınırı yok İlk aklıma gelenlerden; özellikle binaların dış kısmında çalışan işçiler, sadece genç değil orta yaşları bulan işçiler, birbirine sınıf mücadelesinin bağları ile bağlanamamış işçiler, bu sıcakla yanıp kavruluyor. Kışın çalışmayı bırakmak için bir alt sıcaklık sınırı var, biliyorum. Peki ya üst sınır? Onun bir sınırı yok mu? Bu sıcakta bir işçi
13
işçi meclisi
yaşamını yitirdiğinde hesabını kim verecek?! Tesadüf, postaneye gittiğimde klima çalışıyor ve sıcak nedeniyle saat 14.00’ten sonra çalışılmayacağı duyurusu görüyorum -bu bir kazanım, ancak postaneler sendikalı olduğundan ölçü alamıyorum. “İşyerinde bir maksimum sıcaklık var mı? Sıcaklık bu sınıra gelirse işten atılmaktan korkmadan çalışmayı reddedebilir miyim?” Bu kavurucu sıcakla bedensel gücü sınanan, yaşamı tehlikeye atılan her işçinin sorması gereken bu sorunun yanıtını, imkanlar ölçüsünde arıyorum. Çalışma müfettişi bir arkadaş, “Yok,” diyor, “yok işte, böyle bir yasal sınır yok.” Dayanılmayacak noktaya gelinirse eğer kuşkusuz es veriliyor, ama bunun sebebi kazanılmış bir yasal sınırın olması değil. İnşaatta çalışan arkadaşıma soruyorum. Öğleden sonra işte bir hafifleme olduğunu ama sıcak nedeniyle işçilerin kendileri için bir şey yapmayacağını söylüyor bana. Neden? “Çünkü kışın birçok işçi çalışmadı, işsiz geçirdi, şimdi bu sebeple işi durdurmayı kimse kabul etmez.” Emeğin korunmasının önündeki asıl engel, yani işçiler arası rekabet ve birlik yoksunluğu çıkıyor yine karşımıza. Sıcak’tan daha tehditkar. Vazgeçmemek gerekiyor! “Git evinde bayıl…” Bir İngiliz işçi, Guardian gazetesine tam da benim sorduğum soruyu yöneltmiş. Yorum hanesine alt alta dizilen, deneyimlerin konuştuğu yanıtlar, gerek kapalı gerek açık alanda bir maksimum sıcaklık sınırı olmadığını gösteriyor. (Serapool işçileri de 50 derece sıcakta çalıştıklarını söylüyorlardı.) Bir İngiliz işyeri temsilcisi “Bu soru bana da sık sık sorulur, ama yasal sınır yok,” diye yanıt veriyor. “Sendika yönetmeliklerine göre işyeri içinde maksimum sıcaklık 30 derece olarak gösteriliyor. Bu da epey yüksek bir sıcaklık fakat pek çok işyerinde de hele sendika varsa işletme yöneticileri şanslarını fazla zorlamazlar zaten. Yine de otomatik olarak işi bırakırsın diye bir hak yok.” Avustralya’dan gelen yanıtlar biraz farklı. Sıcaklık 35 derece olursa saatte 20 dakika iş bırakma hakkı var ve bu 20 dakikanın da
klimalı bir ortamda geçirilmesi, klima yoksa işçinin evine gönderilmesi gerektiği yazıyor. Avustralya’daki bazı “kazanımlar” haricinde, genel tablo ağır. 1992’de Dünya Sağlık Örgütü (WHO) bir yönetmelikle kapalı mekan için üst sınır olarak 24 dereceyi tavsiye etmiş. İngiltere’nin Lordlar Kamarası’nda ise konu tartışılırken “WHO yönetmeliğini uygulatıp üst sınır belirlemek için cesetlerimizi çiğnemeniz gerekir” demiş tekelci kapitalistlerin temsilcileri. Çin’de dışardaki sıcaklık 40 dereceye ulaştığı takdirde tüm işyeri ve okulların kapanacağının belirlendiği, tam da bu nedenle, sıcaklığın asla “resmi olarak 40 dereceye ulaşmadığı” belirtiliyor. Bir başka işçi, çalıştığı ofisin metal bir bina-
da olduğunu, içerde 30 derece sıcakta çalışıp eve giderken güneş çarpmasına uğradığını ve bunu patronuna söylediğinde aldığı yanıtı anlatıyor: “Ofiste bayılma.” Klimasız bir trende çalışan bir demiryolu işçisi, 30 derecenin kendisi için bir rüya olduğunu söylüyor. İngiltere’nin en büyük oto satış grubuna bağlı bir taşeron firmada çalışan oto tamir işçisi, sıktığı boyanın havada kuruduğuna tanıklık ediyor: “Cuma günü 140 tekerlek ve 40 tampon işim var. İş bırakmak için maksimum sıcaklık belirlensin artık, ölmek üzereyim!” Ölümü getiren ücretli kölelik! Ölüm, meslek hastalıkları, sakatlanma; işçi sınıfına bütün bunlar sık sık bir kisve ile geliyor. “Sıcak”, bunların en kolay kabullenilenlerinden biri oluyor. Oysa daha bu yılın Mayıs başı itibariyle sadece Hindistan’da bu sebeple ölenlerin sayısı 1118’e ulaştı. 50 derece ölçülen sıcaklarda ölenlerin büyük kısmını inşaat işçileri, yaşlılar, evsizler oluşturuyordu. 2022 Dünya Kupası’nı 50 derece sıcakta oynanmak üzere rüşvetle satın alan Katar’da yapılan stadyum, spor tesisi, metro vb. inşaatlarında çoğu Nepalli ve Hintli göçmen işçiler 50 derecede ölümüne çalıştırılıyorlar. İnşaat sektöründe haftada 12 işçinin yaşamını yitirdiği Katar, Dünya Kupası için 200 milyar dolar yatırım yaptı -bunun içinde Türkiye de 30 milyarlık bir yere sahip. Uluslararası İşçi Sendikaları Konfederasyonu ITUC, 2022 Dünya Kupası’nda başlama vuruşu yapılana dek 4 bin işçinin öleceğini duyurdu. Suyu bile ücretle içirilen, aylarca ücretleri ödenmeyen işçiler, sıcakların altında çalışmaya değil ölüme gönderiliyor. Geçen yılın Temmuz ayında kalp krizi dahil çeşitli sebeplerle ölen 32 Nepalli işçinin büyük bölümü 20’li yaşlarındaydı. Emeğin korunması mücadelesi, çalışılan ortamlarda asgari ve azami sıcaklık sınırının koyulmasını sınıfsal bir talep olarak gündemine almak zorunda. Bunu aşan durumlarda işin bırakılması, saat başı dinlenme molalarının düzenlenmesi, öğleye kadar çalışma gibi kazanımlar talep edilmelidir. Elbette ki mücadelenin somut talepleri iklim koşullarının farklılığı nedeniyle bölgelere göre değişkenlik gösterebilir. Temel yaklaşım açısından ise, kapitalizmde çalışmanın zorunluluk olması ile bu zorunluluğa bağlı çalışmanın işkenceye dönüşmesinin, ölümcülleşmesinin bir göstergesi ile karşı karşıyayız. Çalışma zorunluluk olmaktan çıktığında hiç kimsenin aklına bu koşullar altında çalışma fikri bile gelmeyecektir, ne pahasına olursa olsun çalışmanın “normalleştirilmesi” ortadan kalkacaktır. Gün gün yaşadıklarımız, çalışmaktan özgürleşmeye, yaşamın çalışma odaklı düzenlenmesine son verilmesini yakıcılaştırıyor aynı zamanda! Biz çalışma odaklı olmayan bir dünyayı özlemek ve gerçekleştirmekle yanmalıyız…
14
işçi meclisi
Canı yanan bütün işçiler birlik olup, dışarı çıktı DİSK Cam-Keramik-İş’de örgütlenmeye başlayan Serapool işçileri, işten çıkarmalar başlayınca 11 Haziran’da direnişe geçti. İSİG Kadın Meclisi olarak direnişlerinin 15. gününde Serapool işçilerini ziyaret ettik. İşçi kadınlarla hem direniş sürecini hem de çalışma şartlarını konuştuk. Sendikalaşma süreci 3-4 ay önce başlamış. 140’ın üzerinde işçi fabrika bahçesinde direniyor. “İşimiz çok ağır. İş hızı sürekli artarken, eleman sayısı azalıyor. Biz de imza topladık, patronla görüşmek istedik. Kabul etmedi. Sendikalaşınca arkadaşlarımızı işten çıkarmaya başladılar. Biz de direnişe başladık.” “Burada hasta olmayan yok” Çalışma şartlarından bahsetmelerini isteyip, sağlık problemlerini sorduğumuzda ise aldığımız ilk cevap “burada hasta olmayan yok ki” oldu. Fabrikada kadınların sayısı artmaya başlamış. Bunun nedenini işçiler, “kadınlara söz geçirmek daha kolay, daha hızlılar” şeklinde açıklıyor. Koşulları da bir o kadar ağır. 50 dereceye varan sıcaklıkta ve toz içinde, hızlı çalışmaya zorlanıyorlar. Üretim bölümüne maliyetli olduğu gerekçesiyle havalandırma yapılmamış. Koruyucu ekipman olarak çelik ayakkabı, eldiven ve maskeleri var. Ama çelik ayakkabıların demirleri ayaklarına batıp da değiştirilmesini talep etmeden, ayakkabıları değiştirilmiyor. Kullandıkları eldivenlerinde işlevsiz olduğunu, sıcağı geçirip, ellerine zarara verdiklerini anlattılar. Maskeler de aynı şekilde işlevsiz. “Çalıştığımız yer çok sıcak ve havalandırma yok. 50 derece sıcakta maskeyi de takınca yüzümüz yara oluyor.”
“Asbest kanser yapıyor diye itiraz ettik, dinlemediler” Bir diğer tehlike ise asbest. “Üretimde asbest kullanılıyor. İtiraz ettik kanser yapıyor diye ama bize, 1000 derece sıcağa o dayanıklı mecbur onu kullanıyoruz diyorlar. Asbeste karşı hiç bilgi verilmedi. Maskesiz ya da yeterli koruyucu maske olmadan asbestle çalışılan bölüm var. Tek bölümde kullanılsa da bazen asbest tozu diğer bölümlere de yayılıyor. Hepimizi etkiliyor.” Çalıştıkları süre içerisinde ağır kaldırmaktan ya da 200 kiloluk arabaları çekmekten hemen hemen bütün kadınlarda boyun ve bel fıtığı var. Hamileyken ağır kaldırmaktan düşük yapanlar da olmuş. Bir kadın işçi ise şubat ayında geçirdiği iş kazasını anlattı. “10 Şubat’ta elimi makinaya kaptırdım. Hastaneye gittim. 40 gün rapor verdi. Yönetimdekiler geçmiş olsun bile demedi. İş kazası kağıdını yönetimden zorla aldım.” Kadınlar en çok ustaları tarafından maruz kaldıkları hakaretlerden şikayetçi. “Fabrikadaki hakaretler beni iyice sinirli biri yaptı. Eve gittiğimde oğlum bana sen kötü anne oldun artık dedi. Eşim değişmeye başladın dedi. Ustaya karşılık verdiğimizde de ceza alıyoruz. Ağır işleri tek başımıza yaptırıyor.” Çalışırken işçilerin üzerine büyük bir baskı uygulanıyor. “Yarım saat yemek molamız var sadece. Onun dışında hep ayaktayız. 8 saat çalışsak da 16 saat çalışmış gibi yoruluyoruz. Su içmeye bile molamız yok. Tuvalete giderken bile gözetleniyoruz. Bantlı yerlerde çalışınca işi bir
Çalışırken ölmek istemiyoruz! Ülkemizde artık neredeyse her ay bir veya iki iş cinayeti yaşanmakta, meydana gelen onlarca iş kazasında birçok emekçi yaralanmaktadır. Geçtiğimiz hafta biri Mağusa’da diğeri de Balıkesir köyünde yaşanan iki iş cinayetinde iki emekçimiz hayatını kaybetmiştir. 2015 yılı içerisinde iş cinayetlerinden hayatını kaybeden emekçilerin sayısı Haziran ayı itibariyle 7’ye yükselmişti. 2014 yılında iş cinayetlerinden hayatını kaybedenlerin sayısı 6 iken, 2015 yılında bu iş cinayetlerinden ölenlerin sayısı 7’ye ulaşmış durumda. Son beş yıl içerisinde iş cinayetlerinden ölenlerin sayısı ise geçen hafta yaşanan ölümlerle 30’a ulaştı. , Bu ürkütücü tablo yaşamakta olduğumuz sistemin acımasızlığını gözler önüne sererken, yaşanan ölümlerden dolayı istifa etmek bir yana, kamuoyundan özür dilemeye bile yeltenmeyen yetkililerin ve siyasilerin gerçek karakterlerini göstermektedir. Son beş yılda ortaya çıkan bu tablodan hem gelmiş geçmiş hükümetler hem de insan yaşamını hiçe sayan, tek kaygıları daha fazla kar elde etmek ve o karı da emekçi hayatı üzerinden sağlayan patronlar sorumludur! İş verenler üzerinde herhangi bir denetleme yapmayan, işçi sağlığı ve güvenliği kriterlerinin uygulanması için neredeyse hiçbir gerçekçi emek sarf etmeyen, iş yerlerinde sendikalaşma ve örgütlenme girişimlerinin patronlar tarafından yasa dışı bir şekilde bastırılmasına göz yuman hükümet, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı
ve sözde emekten yana siyasiler bugün bu tablo karşısında halka hesap vermelidir. İş cinayetlerinin önüne geçilmesi için yapılması gerekenler çok açıktır! Uluslararası normlarda, yasalarımızla da belirlenmiş olan işçi sağlığı ve güvenliği kriterlerinin, ILO düzenlemelerinin uygulanması! Kısacası yasaların uygulanması! Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın şov yapmak yerine ciddi bir şekilde Bakanlık bünyesinde işçi sağlığı ve güvenliği ihlallerini denetleyecek kapasiteye ulaşarak, temel görevlerinden biri olan söz konusu denetimleri yerine getirmesi. Hükümetin her hangi bir iş yeri açma izni için işçi sağlığı ve güvenliği kriterlerinin uygulanmasını şart haline getirmesi. İş yerlerinde sendikalaşmayı engelleyen işverenlere ağır yaptırım uygulanması. Sendikalaşmanın önünün açılması! Bunun patronlara ekstra primler ve teşvikler ödenerek değil, en temel insan haklarından biri olan örgütlenme hakkını engelleyenlere ağır yaptırımlar uygulayarak gerçekleştirilmesi. Derhal iş mahkemelerinin kurulması! Gerek sendikalaşmaya karşı çıkan iş verenlerin gerekse de işçi güvenliği ve sağlığı kriterlerini uygulamayan işverenlerin hem şu anki yasal mevzuat işletilerek yargılanması hem de kurulacak olan iş mahkemelerinde yargılanması!
Biz aşağıda imzası olan sendika ve örgütler olarak derhal ve hızlı bir şekilde bu taleplerin yerine getirilmesini istiyoruz! İş yerlerinde iş cinayetlerinin önlenmesinin iki temel zemini vardır. Bunlardan biri işçi sağlığı ve güvenliği kriterlerinin uygulanması, denetlenmesi ve yerine getirmey-
saniye bile bırakamıyorsun. Orucunu 11 de açan oluyor bazen. Oruç tutmayanlara ramazanda yemek verilmiyor. Hatta içeride yemek yemesi de yasaklanıyor. Tuvaletlerde gizli gizli yemek yeniyor.” “Canımız yanmadan fabrika önlem almıyor” 3 vardiya şeklinde çalışıyorlar. Geç saatlerde evlerine gitmeleri güvenlik açısından sıkıntı yaratabiliyor. “Servisimiz yoktu. Bir işçi arkadaşımız vardiya çıkışında vuruldu.1995’de biz servis talep ettik, anca o zaman servis kondu. Yani içimizden birinin öldürülmesi, canımızın yanması gerekti.” Patron dayanışması Başka fabrikalardan Serapool direnişine destek veren işçilere de ceza gelmiş. Yan fabrikalarındaki Ülker işçilerinden sosyal medyadan direnişteki işçilere destek verenler olmuş. O işçilere hemen ihtar çekilmiş. “Canı yanan bütün işçiler birlik olup, dışarı çıktı” Serapool direnişçisi işçi kadınlar kararlı. “Ya içeri sendikayla birlikte gireceğiz, ya da fabrika kapanacak.” diyorlar. “Direnişe çıkmayı önceden hiç düşünmezdik. Televizyonda görünce hep kızardım işçilere. Artık hak veriyorum. İşimiz ağır bir de sürekli hakaret işitiyoruz. Zulüm hakaret canımıza yetti. Daha önceki yıllarda da sendikalaşmaya çalıştık fakat sonuç vermedi. Öncü işçiler cezalandırıldı ya da işten çıkarıldı. Bu sefer canı yanan bütün işçiler birlik olup, dışarı çıktı. Artık daha güçlü daha sağlamız.” İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Kadın Meclisi
enlerin iş mahkemelerinde cezalandırılması. Bir diğeri ise hem iş ve çalışma huzurunun sağlanması, emekçilerin gasp edilen haklarının geri alınması hem de işçi cinayetlerinin önüne geçmek için özel sektörde sendikalaşmanın sağlanmasıdır. Çalışma Bakanı bu yönde çalışmalar yaptığını ifade etse de bizler için söz konusu girişimler tatmin edici olmak şöyle dursun, en temel haklardan biri olan örgütlenme ve sendikalaşma hakkını sulandırmaktadır. Bizler patronlara prim artışlar ve teşviklerle ne sendikalaşmanın önünün açılacağını ne de iş cinayetlerinin engelleneceğini düşünmekteyiz! Bunun yolu emekçilerin örgütlenme ve sendikalaşma hakkını garantiye alacak, koruyacak ve ileriye götürecek yasal değişikliklerle açılacaktır. Bizler sendikalar, partiler ve demokratik kitle örgütleri olarak emeğin hakkını gasp edenlere karşı safları sıklaştırarak mücadelemizi yükselteceğiz. Yukarıda saydığımız taleplerin gerçekleşmesi için uğraşacak ve takipçisi olacağız. Çalışırken ölmek istemiyoruz! Özel sektöre sendika! İmzalayanlar: DEV-İŞ (Devrimci Genel-İş, Emek-İş, Petrol-İş), TÜRK-SEN, BES, GÜÇ-SEN, KTÖS, KTOEÖS, DAÜ-SEN, BASIN-SEN, KTAMS, KOOP-SEN, Feminist Atölye (FEMA), Mağusa Gençlik Merkezi (MAGEM), Mülteci Hakları Derneği (MHD), Kıbrıs Sosyalist Partisi (KSP), Birleşik Kıbrıs Partisi (BKP), Yeni Kıbrıs Partisi (YKP), Bağımsızlık Yolu, Devrimci Komünist Birlik (DKB), Baraka Kültür Merkezi
15
işçi meclisi
Karker Kobanê DAİŞ çetelerinin saldırısında katledildi Sinoplu Arnavut YPG’li Rıfat Horoz (Karker Kobanê) DAİŞ çetelerinin saldırısında katledildi. Çevresi tarafından “devrim hamalı” olarak tanımlanan ve uzun süre “sınır nöbeti”nde olan Horoz, Kocaeli’ndeki evini Rojavalı bir aileye bırakıp Kobanê’ye geçmiş ve YPG saflarına katılmıştı.
IŞİD’in Kobanê’den temizlenmesi sonrasında, “Artık burada yapacağım bir şey kalmadı. Ben, Kobanê’nin yeniden inşa süreci için gidiyorum” diyen Rıfat Horoz, bir çok denemeden sonra Kobanê’ye geçti. Rıfat Horoz, sınır nöbetinde öldürülen Kader Ortakaya’nın da uzun süre kaldığı köy olan Mısenter köyünde Kader Ortakkaya Kütüphanesi ve Arin Mirkan Devrim Şehitleri Müzesi’nin kurulmasında rol oynadı. Bir süre önce gazeteci Rojin Akın’a konuşan, Karker Kobanê, “Gelip devrimi birlikte inşa edelim” çağrısında bulunmuştu. Kobanê kent merkezindeki 48. caddenin sonlarında, kanton binasının hemen karşısında; havan topları, araba enkazları, roket, bomba ve çeşitli mühimmatların istiflenmiş olduğu bir avlu var. Burası, savaştan önce spor sahası olarak kullanılıyormuş. Bugün ise savaş müzesi için etraftan toplanan mühimmat ve atıkların geçici bir süre için istiflendiği bir avlu. Avlu, havan toplarının ucuna yerleştirilmiş oyuncak bebekler ve yapma çiçeklerle ilk etapta rengarenk bir bahçe görünümünde ama renkler savaşın vahşetini gizleyemiyor. Derin bir acının sindiği bir bahçe burası… Biz, acaba şu havan topunun etkisiyle kaç kişi yaşamını yitirdi, şu oyuncak bebek hangi çocuğundu, diye bakınırken, yanımıza yaklaşıyor Karker Heval. Merhabamıza “dem baş” diyerek karşılık veriyor. “Burada ne yapıyorsunuz” diyorum, o da “Ez tevle YPG’e bume” diyor ve gülerek anlatmaya başlıyor: Adım Karker Kobani, 60 yaşımdayım, Sinopluyum yani Diyojen’in memleketlisiyim.” “YPG’ye katıldım” diyor merak ettiğim şeyleri tahmin ederek. Ne yalan söyleyeyim şaşırıyorum; Kobanê direnişinde yer alan çok sayıda Türkiyeli tanımıştım ama 60 yaşlarında, Sinoplu bir Arnavut… 1. Dünya Savaşı öncesinde gerillacılık yapmış bir babaannenin torunu, Karker Heval. Aslen Priştineli, 2. mübadele döneminde Sinop’a sürgün edilmişler. Orada doğmuş, babasının maden ocağında işe başlamasıyla Zonguldak’a taşınmışlar. Karker Heval ilkokulu Zonguldak’ta okur. Baba, maden işçisi ve sendikalı olunca erken yaşta, grevler ve mitinglerle tanışır. 13 yaşlarındayken babasını maden kazasında kaybeder ve İstanbul’a halasının yanına taşınır. Hem okur hem de bir lokantada bulaşıkçılık yapar. İstanbul’da devrimci gençlerle tanışır. Zaten halasının oturduğu mahalle devrimcilerin yoğun olduğu bir mahalledir. Devrimci bir tanıdığın vasıtasıyla bu sefer bir kitapçıda işe başlar. 76 yılında Rizgari hareketinin kurucu üyele-
riyle tanışır ve onlarla hareket eder. ’77’nin kanlı 1 Mayıs’ında da Ala Rizgari kortejinde yerini alır. ’78’de Rizgari davasından tutuklandığında İsmail Beşikçi’yle aynı koğuşta kalır. “Cezaevi, benim için büyük bir akademiydi” diyor, Karker Heval. Okumalar, tartışmalar, platformlarla bir akademiye çevrilmiştir cezaevi. ’91’in sonlarında cezaevinden çıkar ve tekrar İstanbul’a gelir, nakliyat işleriyle uğraşır. Bir şubesi Antep’te olmak üzere uluslararası bir nakliyat şirketi kurar. Ancak devrimciliği de elden bırakmaz. Rizgari hareketi içerisinde yer alırken Apocular hakkında zaten bir fikri vardır. İşi dolayısıyla Antep’e, Siverek’ e gidip gelirken Siverek ve Hilvan’da çalışmalar yürüten Batmanlı Cemil ile tesadüfen tanışır. Aslında Karker Heval’in hayatı Kürtlerle hep tesadüf eseri kesişir. Babasının maden işçisi olması, ezilen-ezen çelişkisi, ulusların kendi kaderini tayin hakkı gibi konular hep Karker Heval’i şekillendiren meseleler olur. Kürt, Kürdistan, bağımsız Kürdistan hep ilgisini çekmiştir. “Apocular’ın talepleri, eleştiri-özeleştiri gibi mekanizmalar diğer örgütlerde de vardı ama çözümlemede tıkanıklık yaşanıyordu, Apocular’da çözümleme de işliyordu” diyor, Karker Heval. “Özünde insan vardı bu hareketin” diyor. HEP-DEP sürecinde çalışmalarda aktif yer alır, hep sahada çalışır. “Boşluk varsa orayı doldur” diyerek, ekonomik açıdan gayet avantajlı bir durumdayken gazete ve dergi dağıtımcılığı yapar. “Gençlerin çoğu beni tanır” diyor, gittiği her yerde gençlikle çalışır, inisiyatif alır, geliştirir. Ve 15 Eylül 2014… İnsanlık düşmanı DAİŞ çetelerinin Kobanê’ye saldırdığı gün Suruç’a gelir. Alizer-Mahser ve Musa Anter köylerinde insan zinciri ve çetelerin Türkiye üzerinden Kobanê’ye geçişine karşı sınır nöbetlerini örgütlemede aktif yer alır. Halk kürsüleri kurar, eğitimler verir.
“Kürt Halk Önderi’nin çağrısıyla geldiğimiz için biz, Önderliğin misafirleriydik ve onun bize sunduğu paradigmaya uygun hareket etmeliydik. O yüzden tek bir anı boş geçirmemeye çalıştık” diyor. Toprak evleri (kümbet) tamir edip müzeye, kütüphaneye (Arin Mirkan Şehitler Müzesi ve Kader Ortakaya Kütüphanesi) çevirirler. Tabii tüm bu işlerle uğraşırken Kobanê’ye geçmenin de yollarını arar. YPG’lilerin kulağına gelmiştir Karker Heval’in kim olduğu ve neler yaptığı. Bunun üzerine Kobanê’ye davet ederler onu. 3-4 gün gezer Kobanê’yi. Her tarafta patlamamış bomba, havan topu ve mayın vardır. Bu durum Karker Heval’i harekete geçirir. Yetkili bir arkadaşla görüşüp, etraftaki bomba, havan topu, mayın vb. savaştan geriye kalan enkazları bir yere toplayıp savaş müzesini oluşturmaya talip olur. Tek ihtiyacı Türkçe bilen bir arkadaş ve bir arabadır. Hemen organize edilir ve genç YPG’li Fedai’yi yanına alarak işe koyulur. Fedai’nin Türkçe ve Kürtçe biliyor olması Kobanêliler ile iletişim kurmasını da kolaylaştırmış. Kobanêliler artık onları tanıyor ve etrafta gördükleri mayın, bomba gibi mühimmatları onlara bildiriyor, onlar da gidip topluyor. Bugüne kadar 800’ü aşkın patlamamış bomba, 120’lik, 80’lik ve 60’lık havan topları, 4 tona yakın mayın, 200’ü aşkın el bombası toplamışlar Kobanê kent merkezinden. Rıfat Horoz yaşaımı yitirmeden evvel “Kobanê şu an en muhteşem anını, inşa sürecini yaşıyor. Tanık olmak, tarihe not düşmek isteyen, devrimi ben de örgütleyeyim diyen herkese Kobanê’nin kapısı açıktır” çağrısı yapmıştı. Kaynak:ANF
KAPİTALİZM . .. İ N E Z Ü D M A İ L T A K
İşçi Sağlığı ve Güvenliği Meclisi'nden alınmıştır...
6 ayda 794 işçi katledildi!
devrimcİproletarya.net