“SGDF Yalnız Değildir!” Umudun, yarının ve geleceğin temsilcisi cesur yürekli gençleri hedef alan bu saldırının tek sorumlusu sermaye diktatörlüğüdür. Sermayenin kukla hükümeti AKP tarafından beslenen ve yetiştirilen IŞİD çeteleri ile birlikte bizzat ” Suriye’nin kuzeyinde, güneyimizde bir devlet kurulmasına asla izin vermeyiz. Bedeli ne olursa olsun buna engel olacağız.” diyen Recep Tayip Erdoğan bu katliamın baş sorumlusudur. Bayram mesajında çocukların ve gençlerin ölmediği bir dünya istediğini söyleyenler gencecik yürekleri katletmeye devam ediyorlar. " 2
'' 2
yaşasın
sosyalist
işçi demokrasisi Sayı: 60 Ağustos 2015 1 TL
KLAVUZUMUZ SINIF MÜCADELESİDİR Komünistlerin görevi sınıfa devrimci bilinç taşırken düz, sekter ya da evrimci bir tarzda geliştirmek değil, sömürülen ve ezilen bir sınıfta olmazsa olmaz olan sınıfsal sezgilere yaslanarak, kendiliğinden bilinci, kendi iç çelişkileri üzerinden çözebilmek, oradan sınıf bilincine doğru kanal açabilmektir. Burjuva bilinç çelişkili ve sömürü üzerinden yükselen bir bilinçtir ve onun iç çelişkilerini sürekli ve düzenli teşhir ederek kendiliğinden bilincin sınırlarını sosyalist bilinç lehine geriletmek sanıldığı gibi çok da zor olmayacaktır. Sınıf bölükleri ister dindar, milliyetçi, muhafazakâr olsunlar, gerçek yaşam pratikleri onlara sezgisel düzeyde bile olsa gerçekleri fısıldar (yaşanmış olan irili ufaklı işçi direnişlerinde böyle gelişim göstermiş binlerce öykü vardır). Gericilik birikimi engel olarak görülmemeli, elimizi bağlamamalı, uzlaşmamalıyız.
Amacımız devrimci sosyalist bilinci sınıfa taşımaktır ve bunun kolay bir yolu yoktur. Sermayeye karşı verdiğimiz mücadelenin yanında sınıfın kendiliğinden bilincini kırmak için de ısrarlı, kararlı, savaşımcı bir tutum, ML’ ye bağlılık elzemdir. İşçi sınıfını komünist partisi etrafında örgütleyebilmek demek kendiliğinden bilincin de aşılmasıyla, sınıfı partinin sosyalist ideolojisine de sürekli yakınlaştırması da demektir. Sınıfın bilincinin komünist partinin bilinç seviyesine doğru ilerletilmesi demektir. O halde kendiliğinden bilincin tüm biçimlerine tüm biçimlerine karşı mücadele de ertelenemez bir görev demektir.
“Zorbalığa karşı şiddet yoluyla direnmeme” öğretisi üzerine Siyasal ve felsefi yazında “Tolstoyculuk” ya da “liberal anarşizm” olarak bilinen “zorbalığa şiddet yoluyla karşı koymama” öğretisi yine revaçta. Sömürücü/sömürülen, ezen/ezilen, egemen/bağımlı gibi kategorilerin üstünü örten “şiddet şiddeti doğurur” (“şiddet sarmalı”), “şiddetin her türlüsü kötüdür”, “zorbalığa karşı şiddetle direnmek onu artırmaya hizmet eder” (AKP’nin oylarının artmasına hizmet eder, vb) gibi söylemlerde yeni hiçbir şey yok. (Yazımızın devamında Tolstoy, Lenin ve kendi "Haziran Direnişi" kitabımızdan alıntılar aktarıyoruz.) " 11
2
işçi meclisi
Katliamin Sorumlusu Sermaye Diktatörlüğüdür “SGDF Yalnız Değildir!” Kobanê’nin yeniden inşa çalışmalarına katılmak üzere Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu (SGDF) çağrısıyla İstanbul ve Ankara’dan hareket ederek Urfa’nın Suruç ilçesine giden yaklaşık 300 genç katil devletin beslemesi IŞİD çetesi tarafından bombalı saldırıya uğradı.
ama ortak olmaktır. Kürdistan’da ellerini kollarını sallayarak barınan bu IŞİD çetelerini besleyen ve büyüten kapitalist sermaye diktatörlüğüdür. Diyarbakır’ da başlayan katilamlar bugün Suruç’ ta devam etmektedir. MİT, polis ve de hükümet IŞİD çetelerinin nerede olduğunu, nerede eylem yapacağını bilmektedir. Gençliğin yaptığı her eyleme vahşice saldıran sermaye iktidarı IŞİD çetelerini Kobané’ye geçiş süreçiyle ilgili Amara Kültür koruyup kollamaktadır. Suriye bataklığına batan ve Merkezin’de basın açıklaması yapacakları sırada bombalı saldırıya uğrayan SGDF üyelerinden çok Suriye politikası yerle bir olan AKP kin ve nefretle sayıda genç yaşamını yitiridi. Onalraca genç ağır özellikle gençliği hedef almaktadır. yaralı olarak hastaneye kaldırıldı. İlk izlenimler katliamın IŞİD çetesi üyesi bir canlı bomba tara- SGDF’li dostlarıfından gerçekleştirildiği. mızın başı Umudun, yarının ve geleceğin temslicisi cesur yü- sağolsun rekli gençleri hedef alan bu saldırının tek sorum- nasıl ki lusu sermaye diktatörlüğüdür. Sermayenin kukla kavga alanhükümeti AKP tarafından beslenen ve yetiştirilen larında yan yana aynı IŞİD çeteleri ile birlikte bizaat ” Suriye’nin kuzesiperde yinde, güneyimizde bir devlet kurulmasına asla burjuva izin vermeyiz. Bedeli ne olursa olsun buna engel diktatörlüolacağız.” diyen Recep Tayip Erdoğan bu katliamin baş sorumlusudur. Bayram mesajinda çocuk- ğüne karşı mücadele ların ve gençlerin ölmediği bir dünya istediğini söyleyenler gencecik yürekleri katletmeye devam ediyorsak bu katliaediyorlar. min hesabı sorulana Yaşanan bu katliam karşısında sessiz kalmak, ve yaşanan bu katliamdan hesap sormamak bu katli- kadar on-
ların yanında olacağız. Katliamin hesabını sormak için bulunduğumuz her yerde alanlarda ve sokaklarda olacağız. Yaşamını yitiren kavganın güzel yürekli çocuklarına söz veriyoruz. Bu katliamın hesabını soracağız. Sosyalizmin zaferi ile anılarınızı ve mücadelenizi zaferle taçlandıracağız. SGDF Yalnız Değildir! Katliamin Sorumlusu Sermaye Diktatörlüğü! Hesap Sormak İçin Sokağa Eyleme! Yaşasın Devrimci Dayanışma!
Emperyalist Savaşa Karşı Gençlik Ayakta
Ankara’da Sosyalist Gençlik Dernekleri’nin çağrısıyla Sınıfsız’ın da içinde olduğu gençlik örgütleri bir araya gelerek Suruç’ta yapılan katliama karşı bir araya geldi. “Emperyalist Savaşa Karşı Gençlik Ayakta” başlığıyla birçok ilde sosyalist gençlerin yaptığı eylemlerin bir ayağı da Ankara’da gerçekleştirildi. Eylem çağrısı birkaç gün öncesinden 27 Temmuz günü saat 18:00'de Madenci Anıtı’ndan Sakarya Caddesi’ne olmuştu. Ancak gençlik örgütlerinden bazılarının eylemden çekildiklerini açıklamasıyla eylemin biçimi son anda değiştirilmek zorunda kalındı ve Yüksel Caddesi’nde bir basın açıklaması gerçekleştirildi. Basın açıklamasına DTCF’de okuyan ve Suruç’ta katledilen Yunus Emre Şen’in Kobane’de şe-
hit düşen arkadaşı Oğuz Saruhan’ın ardından yazdığı şiir okunarak başlandı. Suruç’ta Amara Kültür Merkezi’nde yaşananlar kısaca aktarıldı.
Açıklama şöyle devam etti: “AKP SGDF’lilere yönelik gerçekleşen bu katliamı ve deavamında gelişen olayları emperyalist bir savaşın bahanesi haline getirmektedir. Devrimi büyütmek,devrimin topraklarını yeniden inşa etmek ve barışı büyütmek için yola çıkan gençler üzerinden yapılmak istenen her türlü savaş çığırtkanlığına karşı gençlik ayaktadır”. Katik Devlet Hesap Verecek Suruç’ un Hesabı Sorulacak Yaşasın Devrimci Dayanışma Tutuklamalar Gözaltılar Baskılar Bizi Yıldıramaz İmzacı kurumlar; Ankara SGD, DGB, ESP, SKM, Dev-Güç, SYKP ve Sınıfsız.
İşçi Meclisi - Yerel Süreli Siyasi Dergi - Sayı: 60- Fiyat: 1 TL Pina Basım Yayım San. ve Tic. Ltd. Şti. adına sahibi Hüseyin Kezik Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ali Filizler Adres: İstiklal Caddesi Balo Sk. No: 32 Kat. 2 Daire No: 8 Beyoğlu/İstanbul - Email: posta@devrimciproletarya.net Hesap No: İş Bankası Koca Mustafapaşa Şubesi 1105 0792812 Baskı: Özdemir Matbaası Adres: Davutpaşa Cad. Güven Sanayii Sitesi C Blok No:242 Topkapı/İstanbul Tel: 0212 577 54 92
3
işçi meclisi
Neoliberal kapitalist savaş politikalarının karanlıkta bırakılan yanlarına dair bir kaç not Suud kralı Fransa Riviera’sında tatil için tarihi bir yalıyla birlikte bir plajı kapattı. Halka açık plaj Suud kralının tatili boyunca halka yasaklandı. Kral, kaldığı 2 katlık yalıya denize girerken ayağına kum deymesin diye plaja özel bir yol, kaldığı 2 katlık tarihi yalıya da asansör yaptırdı. Kendi tatil beldesinde Suud kralı tatil yapıyor diye denize girmesi ve sahile 300 metreden fazla yaklaşması yasaklanan Fransızlar, olaya büyük tepki gösterdi. 100 binlerce kişilik imza kampanyaları ve binlerce kişinin katıldığı gösteriler ile Hollande hükümeti protesto edildi. Böyle bir anektodla başladık, devam edelim. Suud, Katar ve petro-dolar mali oligarşisinin (Körfez İşbirliği Konseyi), ABD ve AB’de 1.5 trilyon dolarlık yatırımı, borsalarında yüzde 10-30 arasında finansal varlığı, en büyük küresel tekellerin bir dizisinde ortaklığı, hepsinin üstünde yeni karlı değerlenme alanı arayan 2 trilyon dolarlık “sermaye fazlası” var. ABD ve AB merkezli en büyük küresel banka, borsa, tekellerin bir dizisi krizden kurtarılmalarını Suud ve şürakası petro dolar mali oligarşilerine borçlu. Petro-dolar mali oligarşilerinin, dolaysızca kaynaştığı, organik bileşeni ve ortağı haline gelmiş olduğu küresel mali oligarşi nezdinde dokunulmazlığını anlamak zor olmasa gerek. Suud ve Katar’ın El Kaide, IŞİD ve El Nusra gibi şeriatçı-faşist çetelerin başlıca finansörü, hamisi, sevk edicisi olduğu bilinmesine karşın, bölgede oynadıkları kanlı ve karanlık rollerinin hep karanlıkta tutulmasının nedeni bu. ABD’nin Suriye ve İran politikalarının değişmesine karşın, Suriye ve Irak’taki El Nusra benzeri şeriatçı faşist çetelere desteğin azalmayıp artmasında Suud, Katar ve Türkiye üçlüsünün rolü aşikar. Dahası bu üçlü, İran’ın bölgede kendi alanlarını daraltarak artan hegemonyasına karşı da bir işbirliği içinde. ABD ve AB’nin (P5+1) İran’la yaptığı nükleer anlaşmanın, İran’ın önünü daha fazla açacak olması, mezhep ayrımları üzerinden yürütülen bölgesel hegemonya savaşlarında taşları bir kez daha yerinden oynattı. Bu kısa bilgiler şunun için: ABD-İran anlaşması ile ABD-Türkiye anlaşmaları arasında doğrudan bir bağ vardır. ABD’nin Türkiye ile bağladığı anlaşma (ki Türk devletinin Güney Kürdistan’ın bombalanması ve KCK ve diğer iç operasyonlarına onay vermeyi de örtük olarak içerir), arka planda Suud ve Katar’la da bir anlaşma anlamına gelmekte, İran’la bölgesel güç dengelerinin korunmasını gözetmektedir. İkisi arasındaki bağlantı halkalarından biri, Kürdistan’dır. Kürt ulusal hareketinin Rojava direnişi ve IŞİD’e karşı savaşta kazandığı konum, ve yalnızca Türkiye’de Erdoğan’ı bloke edişte oynadığı siyasal rol değil, Güney Kürdistan üzerinde artan basıncı ve kazandığı yeni mevziler (Şengal’da silahlı güç olarak konumlanmaya devam etmesi, PKK’ye yakınlaşan Goran’ın G. Kürdistan’ın ikinci büyük partisi haline gelmesi, PKK’nin Barzani’ye açıkça diktatör demesi, Barzani’nin Türkiye’ye yakınlığına karşın Goran ve YNK’nin İran tarafından da desteklenmesi, Barzani’nin yetkilerinin kısıtlanması ve Şengal, Süleymaniye gibi bölgelerin yönetimdeki etkisinin artmasını istemesi, vd), Türk devleti ve AKP kadar, yine İran’la bölgesel hegemonya çekişmesi içindeki Suud ve
Katar’ı da rahatsız eden öğelerdi. Cemil Bayık, 7 Haziran’da “AKP tek başına iktidar olsaydı Rojava’ya Suud ve Katar’ın desteğiyle askeri harekat düzenleyecekti” diyor. Sonuçta, olan Rojava’ya harekat değilse bile, ABD’nin onayı ve Suud, Katar ve Barzani’nin istek ve tam desteğiyle, PKK’ye bir “ayar çekme” operasyonu yapılmaya çalışılmasıdır. Erdoğan ve AKP’nin “süresiz iç ve dış harekat” konseptini, halen “hukuki meşruluk” açısından veya salt “kişisel iktidar hırsı ve yeniden seçim politikası” basitliğinde değerlendirenlerin, gelişmeleri bu daha geniş zeminden düşünmesinde yarar var.Dikkat edilmesi gereken bir nokta da, TÜSİAD dahil Türkiye burjuvazisinin tüm kesimleriyle bu iç ve dış harekata, Kürt ulusal hareketi, sol ve devrimcilerin, dahası her türlü işçi ve kitle hareketinin “IŞİD, terör, dış mihrak, provakasyon” vb ile kodlanıp bastırılma cevvaliyetine, açık ya da örtük destek vermesidir. HDP’nin seçimlerden sonra, “bir AKP-CHP koalisyonunu dışardan destekleriz”, “Öcalan’la görüştürülürsek silah bırakma çağrısı yapacak” gibi açıklamaları, CHP’nin bir dizi belediye yolsuzluğu vb üzerinden kırmızı çizgilerini silerek koalisyona zorlanması, zaten bu sermaye kesimlerinin siyaset operasyonlarından bağımsız değildi. Türkiye burjuvazisinin ağırlıklı kesimi de AKP’yi biraz aşağıya çekme arayışından vazgeçmemiş olsa da, onların da asıl derdi, rejim krizinin kısa erimde çözümsüzlüğünün üstüne ekonomik krizin de binmesiyle, yıllardır ötelenen “kemer sıkma” paketlerinin bir an önce uygulamaya geçirilmesi, bunun için de kitlelerin, toplumsal muhalefet hareketlerinin Gezi’den bu yana yükseliş eğilimini sürdüren fiili grev ve direniş, sokak inisiyatifinin bu vesileyle bastırılarak, acil ve yapısal saldırıların önünün açılması. Zaten neoliberal despotik üretim ve emek organizasyonu, tüm işyerlerini, yaşam alanlarını ve doğayı, bir savaş alanı haline getirmiyor mu? Neoliberal kapitalist savaş ve despotizme karşı mücadele, adı üstünde, neoliberal kapitalizm ve mali oligarşik egemenliğine karşı mücadeleden ayrılamaz. İngiltere’de son 30 yılın en ağır sendika ve grev kırıcılık saldırısı İngiltere’de hükümet, son 30 yıldır, Thacher’ın lanetli anti-sendika paketinden bu yana işçi sınıfı ve sendikalara karşı en ağır saldırı yasalarını çıkarmaya hazırlanıyor. Yeni sendika yasa tasarısı, grevlere ve işçi yürüyüş ve gösterilerine ağır kısıtlama ve yeni engeller getirmeyi hedefliyor. Tasarıya göre, “izinsiz” barışçıl işçi gösterilerinin “yasa-dışı” sayılması kolaylaştırılıyor. Grev oylamasına yeni bir barikat daha getiriliyor. Mevcut durumda greve çıkmak için oylamaya katılan işçilerin yüzde 50+1’inin greve evet demesi greve çıkmak için yeterliyken, yeni tasarıya göre, greve çıkmak için toplam işçi sayısının en az yüzde 50’sinin oylamaya katılmasını, toplam işçi sayısının en az yüzde 40’ının ise greve evet demesini şart koşuyor. Örneğin bin işçinin olduğu bir işyerinde, 500 işçinin oylamaya katılması, bunların da en az 400’ünün greve evet demesi gerekecek. Bu iki katlı grev barikatı, kamu sektöründe, sağlık, eğitim, ula-
şım, enerji gibi alanlarda, yani İngiltere’de son dönemlerde en çok grevin olduğu, lokomotif sektörlerde geçerli olacak. Bununla da kalmıyor. Yeni sendika ve grev yasa tasarısı, sendikaları greve çıkmadan en az 2 hafta önce, ne zaman greve çıkacaklarını patrona bildirmekle yükümlü kılıyor. Böylece grev oylaması ile, greve çıkış tarihi arasındaki süreyi 4 aya çıkartarak, patrona istediği kadar grevkırıcı ve taşeron işçi kiralayıp, grev sırasında da üretimi sürdürme olanağı verilmiş oluyor. Yeni tasarı, greve yeni caydırıcılık teknikleri getirdiği gibi, greve çıkmak istemeyen işçilere de koruma vaatediyor. İşçilerin şirket genel merkezi ve patronların ve üst yöneticilerinin evleri önünde eylem yapmasını da yasaklıyor. Bununla da kalmıyor. Yeni sendika ve grev tasarısı, sendikaları sosyal medyayı grevi koordine ve organize etme amacıyla kullanacakları durumda, bunu önceden polise bildirmekle yükümlü kılıyor. Bununla da kalmıyor. Yeni tasarı, hükümete, kamu işçileri ve sendika temsilcilerinin, sendikal faaliyet zamanı için izinlerini, kısıtlama yetkisi veriyor. Bununla da kalmıyor. Yeni tasarı, sendikaların siyasal faaliyet ve bağlantılarını da sınırlandırıyor. Yeni sendika ve grev yasası tasarısına, şimdiden büyük bir tepki oluşmuş durumda. Demiryolu İşçileri Sendikası başkanı Mich Whelan, tasarıyı “1930’ların Almanyası gibi kokuyor” diye tanımlıyor ve “sendikaları tamamen etkisizleştirmeyi amaçladığını” belirtiyor. İngiltere’nin en büyük sendikası Unite ise, “sermaye, sendikaların tüm dişlerini sökmek istiyor” diyor. TUC Sendikası ise, tasarıyı, “işçilerin demokratik hak ve özgürlüklerini kullanmalarını imkansızlaştırma yasası” olarak tanımlıyor. Söylemeye bile gerek yok ki, yasa tasarısının asıl güdücüleri, büyük patron örgütleri ise, tasarıyı hararetle savunuyorlar. İngiltere’nin en büyük patron örgütü, İngiltere Sanayi Konfedarasyonu ile İngiltere Ticaret Odası ise, tasarının ödünsüz yasalaşması ve uygulanması için büyük bir kampanya yürütüyorlar. Hükümetin yeni sendika ve grev kırıcılığı tasarısının, 12 milyar sterlinlik yeni bir bütçe kısıntısı (kemer sıkma) paketi planıyla çakışması rastlantı değil. 20 Haziran’daki kemer sıkma karşıtı büyük işçi gösterisi ve geçen haftalarda metro ve demiryollarındaki militan grevler, sermaye ve hükümetinin gözünü korkutmuşa benziyor. Yeni sendika ve grev kırıcılık saldırılarına en iyi yanıt, yeni bir örgütlenme ve fiili grevler dalgası olacaktır.
4
işçi meclisi
İngiltere’de son 30 yılın en ağır sendika ve grev kırıcılık saldırısı Bizler, memlekette acımasız koşulları, çürütücü rekabeti ve güvencesizliği bizlere yaşatan, bizleri tahrip eden ve bu noktada birbirinden çokta farklı olmayan, bu yüzden ismi hiçte lazım gelmeyen Bankalardan herhangi birinde çalışan beyaz yakalı işçileriz. Ve bu beyazın tonlamasına da bakılırsa griye en yakın olanlarından, Metal fırtınanın başlayıp, dalga dalga yayıldığı günlerdi. Kriz var mı diye soranlar, belki 3-5 banka şubesine giderek, içerideki boşluktan kabaca bir fikir edinebilirler belki. Krizi fırsata çevirmek belki bizce yanlış anlaşılmış olabilir, yani bu boşlukta gazete takip etme şansı yakalayabilmekten bahsediyoruz aslında. Gündem metal işçileri, öyle bir gündem ki her türlü gazete farklı ve kendince yorumlarıyla bundan bahsediyor, bahsetmek zorunda kalıyor, Bu mecralardan yapılan ve yapmaya çalışılan her türlü karalama ise bizler için hiçbir hüküm ifade
etmiyor, biz sadece oradaki devasa işçi duruşu ile ilgileniyoruz, Aynı zamanda metal işçilerini takip ederken, kendi meselelerimize dairde yapmamız gereken şeyler üzerinden sohbetler ediyoruz, örgütlü mücadele ihtiyacından bahsetmek bile bize cesaret kaynağı oluyor. Bir öğlen gişede bir kartona ‘’ Metal Direnişine Bin Selam’’ yazarak destek mesajı göndermeyi düşünürken aynı anda hayal kurmaya da başlıyoruz. Öncelikle metal işçilerinin işyerlerinde böylesine ortak ve böylesine kitlesel olarak, meseleleri için kavgaya başlamaları, her türlü tehdite karşı gösterdikleri dik duruş, hem patrona meydan okurken hem de işbirlikçi sendikaya ‘’artık sizi istemiyoruz’’ dirayeti, bizim de onları heyecanla izlememizin yanında, yapabileceğimiz bir şeyler olduğunu da gösteriyor. Bu niyetimiz sadece bir destek mesajı yollamanın ötesinde aslında devam
eden kavganın bir yerinde sürece bizim de dahil olmamız gerekliliğinin oldukça güçlü gerekçeleri olduğunu hatırlattı. Peki biz bu mesajı yazıp yollarsak acaba başımıza neler gelirdi? Herhalde hızlı bir şekilde kendimizi kapının önünde bulurduk, bizde o zaman kapının önünden ayrılmayız dedik, günlerdir metal işçileri kapının önündeler ya işte, biz neden yaşamayalım bu direnmenin verdiği mutluluğu, özgürleşmeyi. Ama onlar çok kalabalıklar oysaki 10 bin üzerinde kişinin çalıştığı bir yerin sadece 10 kişilik ufak bir şubesinden taş çatlasa 4 kişiyiz, Acaba biz orda kalsak, diğer şubelerden de aramıza katılanlar olur mu, belki başka bankaların başka şubelerinden, bir fırtına da biz kopartabilir miyiz, kim bilir?
Sayenizde Güzel Bir Hayalimiz Oldu, Teşekkürler
Bizler, memlekette acımasız koşulları, çürütücü rekabeti ve güvencesizliği bizlere yaşatan, bizleri tahrip eden ve bu noktada birbirinden çokta farklı olmayan, bu yüzden ismi hiçte lazım gelmeyen Bankalardan herhangi birinde çalışan beyaz yakalı işçileriz. Ve bu beyazın tonlamasına da bakılırsa griye en yakın olanlarından, Metal fırtınanın başlayıp, dalga dalga yayıldığı günlerdi. Kriz var mı diye soranlar, belki 3-5 banka şubesine giderek, içerideki boşluktan kabaca bir fikir edinebilirler belki. Krizi fırsata çevirmek belki bizce yanlış anlaşılmış olabilir, yani bu boşlukta gazete takip etme şansı yakalayabilmekten bahsediyoruz aslında. Gündem metal işçileri, öyle bir gündem ki her türlü gazete farklı ve kendince yorumlarıyla bundan bahsediyor, bahsetmek zorunda kalıyor, Bu mecralardan yapılan ve yapmaya çalışılan her türlü karalama ise bizler için hiçbir hüküm ifade etmiyor, biz sadece oradaki devasa işçi duruşu ile ilgileniyoruz, aynı zamanda metal işçilerini takip ederken, kendi meselelerimize dairde yapmamız gereken
şeyler üzerinden sohbetler ediyoruz, örgütlü mücadele ihtiyacından bahsetmek bile bize cesaret kaynağı oluyor.
Bir öğlen gişede bir kartona ‘’ Metal Direnişine Bin Selam’’ yazarak destek mesajı göndermeyi düşünürken aynı anda hayal kurmaya da başlıyoruz. Öncelikle metal işçilerinin işyerlerinde böylesine ortak ve böylesine kitlesel olarak, meseleleri için kavgaya başlamaları, her türlü tehdite karşı gösterdikleri dik duruş, hem patrona meydan okurken hem de işbirlikçi sendikaya ‘’artık sizi
olduğunu da gösteriyor. Bu niyetimiz sadece bir destek mesajı yollamanın ötesinde aslında devam eden kavganın bir yerinde sürece bizim de dahil olmamız gerekliliğinin oldukça güçlü gerekçeleri olduğunu hatırlattı. Peki biz bu mesajı yazıp yollarsak acaba başımıza neler gelirdi? Herhalde hızlı bir şekilde kendimizi kapının önünde bulurduk, bizde o zaman kapının önünden ayrılmayız dedik, günlerdir metal işçileri kapının önündeler ya işte, biz neden yaşamayalım bu direnmenin verdiği mutluluğu, özgürleşmeyi. Ama onlar çok kalabalıklar oysaki 10 bin üzerinde kişinin çalıştığı bir yerin sadece 10 kişilik ufak bir şubesinden taş çatlasa 4 kişiyiz, acaba biz orda kalsak, diğer şubelerden de aramıza katılanlar olur mu, belki başka bankaların başka şubelerinden, bir fırtına da biz kopartabilir miyiz, kim bilir?
Ankara’dan Beyaz Yakalı Bir İşçi istemiyoruz’’ dirayeti, bizim de onları heyecanla izlememizin yanında, yapabileceğimiz bir şeyler
5
Temmuz Ayı İş Cinayetleri Raporu – İSİG Meclisi Ülkemizde her gün kadın, çocuk, genç, yaşlı demeden işçiler çalışırken can veriyor… Temmuz ayında en az 166 işçi yaşamını yitirdi…
sermayeden bağımsız; sağlıklı ve güvenli çalışma mücadelesini yürüten bir koordinasyon, bir emek örgütüdür…
Yazılı, görsel, dijital basından takip edebildiğimiz, emek-meslek örgütlerinden gelen bilgiler ile işçiler, işçi yakınlarının bildirimleri ışığında tespit edebildiğimiz ve her gün güncellenen bilgiler ışığında 2015 yılının ilk yedi ayında yaşanan iş cinayetleri şöyle:
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi olarak dört yılı aşkın bir süredir mücadele veriyoruz. Bu dönemde işe bağlı ölüm ve hastalıklar sonucu yaşanan acıları derinden yaşadık. Benzer bir acının ‘savaş acısının’ bugünlerde ülkemizde ve içinde bulunduğumuz coğrafyada büyütülmeye çalışıldığına şahit oluyoruz…
Ocak ayında en az 127 işçi, Şubat ayında en az 85 işçi, Mart ayında en az 139 işçi, Nisan ayında en az 134 işçi, Mayıs ayında ise en az 167 işçi, Haziran ayında ise en az 153 işçi, Temmuz ayında ise en az 166 işçi yaşamını yitirdi… Böylece 2015 yılının ilk yedi ayında iş cinayetlerinde en az 971 işçi can vermiş oldu… İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi işçiler, kamu çalışanları, işçi aileleri, doktorlar, mühendisler, akademisyenler, gazeteciler, hukukçular… ve onların örgütlenmelerinin oluşturduğu; devletten ve
İşçi sağlığı ve iş güvenliği mücadelesi savaşa karşıdır. Savaş politikaları uygulandığında insanlarımızı özellikle gençlerimizi toprağa veriyoruz. Bu dönemlerde işçi sınıfının hak ve özgürlüklerine de yönelik saldırılar artıyor. Kent ve doğanın yağma süreci derinleştiriliyor. Yani acı çeken hep yoksullar, ezilenler oluyor… Tam da bu noktada işçi sınıfı olarak her alanda olması gerektiği gibi işçi sağlığı ve iş güvenliği mücadelesinde de tekrar altını çiziyoruz: “Savaşa karşı barışı, şovenizme karşı halkların kardeşleşmesini savunduk ve savunmaya devam edeceğiz…”
Zergele: Planlı bir katliamdır TSK’nin yok dediği köye gitmiştik Twitter’a düşen fotoğraflara üzüntü ve korkuyla bakıyordum. İki ay önce çayını içtiğim, bahçesinde otururken ikram ettiği meyveyi yediğim, elini sıktığım kadınlardan, erkeklerden ya da çocuklardan birisi var mıydı aralarında. 7 Haziran seçimleri öncesi Kandil’in nabzını tutmak için yola çıkmıştık. Dağın eteklerindeki Zergele bölgesindeki köyde mola verdik. Dağa çıkmak için bizi alacaklardı. Etrafta hayvanlar otluyor, köylüler günlük işlerini yapıyordu. Kimi kadınlar bahçeleri çapalıyor, kimi çardağı onaran erkeklere çay götürüyordu. Hiçbirinin elinde silah yoktu. Hepsi Irak yurttaşıydı. Eğer bir suçları varsa misafirperverdiler ve PKK ile sıcak ilişki kurmuşlardı o kadar. Arabamız, saldırıda sahibinin öldüğünü öğrendiğimiz bakkalın biraz ilerisinde durmuştu. Hava sıcaktı ve soğuk bir şey içip içmeyeceğimizi sormuşlardı. Şoförümüz cep telefonlarımızı kapatmamızı rica etmiş ve eklemişti: “Bizim için değil köylüler için. Türk uçakları koordinatları izleyip gelip ateş açıyor, sivil insanları vuruyor.” TSK’nin dün yaptığı açıklamada, “Kuzey Irak’ta vurulan yer, bir köy değil bölücü terör örgütü mensuplarının barınma alanı olduğu, bombanın tesir alanı içinde sivil yerleşim alanı bulunmadığı tespit edilmiştir” dediği yerdeydik. Hepsi sivildi, köylüydü. PKK araçları köyün içinden geçen yolu kullanıyordu ama kamp alanları dağın içlerinde, köylerden uzaktı. Sivil halkın zarar görmesini istemiyorlardı. 2011 yılında Türk uçaklarının bombalarından kaçarken öldürülen 7 köylünün anısına dikilen anıt bunun simgesiydi. Kortek yolu üzerindeki Golle Köyü’nden Hüseyin beş çocuğuyla birlikte ailesini alıp kaçmak için arabayla yola çıkarken üzerlerine bomba yağmıştı. Türk devleti özür dilememiş,
Barzani de Türkiye’den bir açıklama talep etmemişti. Hüseyin ve ailesi için Kortek yolu üzerinde bir anıt dikmişlerdi. Kucağında çocuğunu taşıyan annenin anıtı ve arkasında ailenin diğer fertlerinin fotoğrafları. Hurdaya dönen araba da anıtın
işçi meclisi
Bu noktada yeni seçilen Meclis’ten acil taleplerimizi tekrarlıyoruz: 1- İş cinayetlerinin sorumlusu siyasiler, patronlar ve bürokratlar yargılanmalıdır… 2- İşçi sağlığı ve iş güvenliğinin sağlanmasının en temel unsuru işçilerin sendika seçme özgürlüğüdür. İşçiler üzerinde örgütlenme özgürlüğüne dair her türlü baskı sona ermelidir… 3- İşyerlerinde işçi sağlığı ve iş güvenliği kurulları kurulmalı, işler hale getirilmeli ve en az yarısını işçiler oluşturmalıdır… 4- Başta taşeronlaştırma olmak üzere güvencesiz çalıştırma biçimleri yasaklanmalıdır…
vurulduğunu. Kandil kasabasının eteklerindeki 60 köyün kaderi bir kez daha tekrarlandı. “Bizi daha önce İran bombaladı, Saddam bombaladı. Köylerimizi yerle bir ettiler. 83’ten beri de TC bombalıyor. 1991’de, 1997’de, 2000’de, 2011’de bombalamalarda 38 kişi, 50 kişi, 3 kişi, 7 kişi öldürdüler” diyorlar. TSK’nin açıklamasına isyan ederken katliamın Dışişleri Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu’nun Irak ziyaretinin ardından gerçekleşmesine dikkat çekiyorlar. Bir kaynak, “Barzani bile PKK’ye Kandil’i terk et derken sivillerin öldürüldüğünü kabul etti. Ama Türkiye açıklamanın bu kısmıyla ilgilenmedi bile” diyor. Cami imamı anlatıyor
yan tarafındaydı Önceki gün Türk savaş uçakları Kandil eteklerine bir kez daha gittiğinde saat sabahın 03.00’üydü. Zergele’den ulaştığımız kaynaklardan dinliyoruz yaşananları: “Önce insansız hava aracı geldi. 04.20 civarında ise savaş uçakları. İlk bombada bir kadın yaralanıyor. Komşular, biraz ötedeki Kandil Belediyesi çalışanları yardım için koşuyor. 20 dakika sonra doğrudan toplanan kalabalığın üstüne bomba atılıyor. Planlı bir katliam bu. Doğrudan sivilleri hedef aldılar. İkinci bombalama olmasaydı bir yaralı olacaktı sadece.” Saldırıda 3’ü kadın 8 kişi ölüyor. 2 kişinin belediye çalışanı olduğunu öğreniyoruz. “Belediye çalışanlarını gerilla sanmışlar, oysa köyde gerilla yoktu” diyor kaynağımız. Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin bölgeye gönderdiği heyete göre 11 sivil de yaralı. 4’ünün ağır olduğu belirtiliyor. Bir hafta önce Kandil’e yapılan hava saldırısında da yaylalardaki 3 sivilin yaralandığını öğreniyoruz ve Enze bölgesinde köylülerin mezarlığının
ANF, Zergele köyüne yönelik bombardımanda zarar gören ve kullanılamaz hale gelen caminin de görüntülerini yayımladı. Cami imamı Hacı Qadir’in görüntülü konuşmasında “Daha önce birçok sefer köyümüz Saddam Hüseyin’in saldırılarına hedef oldu. 1991’den sonra köy tekrardan şenlenmeye başladı. Biz bu camiyi 1992’de yaptırdık. Türk devleti gelip köyümüzü bombaladı. 8 kişi hayatını kaybetti, çok sayıda kişi de yaralandı. Camimiz de saldırılarda bu hale geldi. Türk devleti ve AKP kendisine ben İslamım diyor ancak bu İslamın yapabileceği bir şey değil. Türk devleti ve AKP Kürt düşmanlığı yapıyor” diyor. Bir başka köylü Emir Qadir de yaşananları şöyle anlatıyor: “Bizim köyümüz talan oldu, viraneye döndü. Çok sayıda sivil insanımız hayatını kaybetti. Bu bir insanlık dışı olaydır. Biz Güney Kürdistan hükümetinden bu bombalamaların durdurulması için girişimlerde bulunmasını istiyoruz. Gerilla burada ne arıyor, bu köy tamamen sivil ve kendi halinde insanlar. Çok sayıda ev yerle bir oldu. Camii de kullanılamaz hale geldi. Herkes bunu görsün.”
6
işçi meclisi
Neoliberal suçlulaştırma siyaseti
Dikkat edilmesi gereken bir nokta da, TÜSİAD dahil Türkiye burjuvazisinin tüm kesimleriyle bu iç ve dış harekata, Kürt ulusal hareketi, sol ve devrimcilerin, dahası her türlü işçi ve kitle hareketinin “IŞİD, terör, dış mihrak, provakasyon” vb ile kodlanıp bastırılma cevvaliyetine, açık ya da örtük destek vermesidir. Suriye ve Irak’taki El Nusra benzeri şeriatçı Kürdistan’dır. Kürt ulusal hareketinin Rojava Suud kralı Fransa Riviera’sında tatil için faşist çetelere desteğin azalmayıp artmasında direnişi ve IŞİD’e karşı savaşta kazandığı konum, tarihi bir yalıyla birlikte bir plajı kapattı. Halka Suud, Katar ve Türkiye üçlüsünün rolü aşikar. ve yalnızca Türkiye’de Erdoğan’ı bloke edişte açık plaj Suud kralının tatili boyunca halka Dahası bu üçlü, İran’ın bölgede kendi alanlarını oynadığı siyasal rol değil, Güney Kürdistan üzyasaklandı. Kral, kaldığı 2 katlık yalıya denize daraltarak artan hegemonyasına karşı da bir erinde artan basıncı ve kazandığı yeni mevziler girerken ayağına kum deymesin diye plaja özel işbirliği içinde. ABD ve AB’nin (P5+1) İran’la (Şengal’da silahlı güç olarak konumlanmaya bir yol, kaldığı 2 katlık tarihi yalıya da asansör yaptığı nükleer anlaşmanın, İran’ın önünü daha devam etmesi, PKK’ye yakınlaşan Goran’ın G. yaptırdı. Kendi tatil beldesinde Suud kralı tatil fazla açacak olması, mezhep ayrımları üzerinKürdistan’ın ikinci büyük partisi haline gelmyapıyor diye denize girmesi ve sahile 300 metreesi, PKK’nin Barzani’ye açıkça diktatör demesi, den fazla yaklaşması yasaklanan Fransızlar, olaya den yürütülen bölgesel hegemonya savaşlarında oynattı. yerinden daha kez bir taşları imza kişilik binlerce 100 gösterdi. tepki Barzani’nin Türkiye’ye yakınlığına karşın Goran büyük ve YNK’nin İran tarafından da kampanyaları ve binlerce desteklenmesi, Barzani’nin yetkilerkişinin katıldığı gösteriler inin kısıtlanması ve Şengal, Süleyile Hollande hükümeti maniye gibi bölgelerin yönetimprotesto edildi. deki etkisinin artmasını istemesi, Böyle bir anektodla vd), Türk devleti ve AKP kadar, başladık, devam edelim. yine İran’la bölgesel hegemonya Suud, Katar ve petroçekişmesi içindeki Suud ve Katar’ı dolar mali oligarşisinin da rahatsız eden öğelerdi. (Körfez İşbirliği Konseyi), ABD ve AB’de 1.5 Cemil Bayık, 7 Haziran’da “AKP trilyon dolarlık yatırımı, tek başına iktidar olsaydı Rojava’ya borsalarında yüzde Suud ve Katar’ın desteğiyle ask10-30 arasında finansal eri harekat düzenleyecekti” diyor. varlığı, en büyük küresel Sonuçta, olan Rojava’ya harekat tekellerin bir dizisinde değilse bile, ABD’nin onayı ve ortaklığı, hepsinin Suud, Katar ve Barzani’nin istek ve üstünde yeni karlı tam desteğiyle, PKK’ye bir “ayar değerlenme alanı arayan çekme” operasyonu yapılmaya 2 trilyon dolarlık “serçalışılmasıdır. Erdoğan ve AKP’nin maye fazlası” var. ABD “süresiz iç ve dış harekat” konve AB merkezli en büyük septini, halen “hukuki meşruluk” küresel banka, borsa, açısından veya salt “kişisel iktidar tekellerin bir dizisi krizden Neoliberal kapitalist savaş ve despotizme karşı mücadele, adı üstünde, kurtarılmalarını Suud ve neoliberal kapitalizm ve mali oligarşik egemenliğine karşı mücadeleden hırsı ve yeniden seçim politikası” basitliğinde değerlendirenlerin, şürakası petro dolar mali ayrılamaz. gelişmeleri bu daha geniş zeminden oligarşilerine borçlu. Petrodüşünmesinde yarar var. Dikkat edilmesi gerdolar mali oligarşilerinin, dolaysızca kaynaştığı, Bu kısa bilgiler şunun için: ABD-İran eken bir nokta da, TÜSİAD dahil Türkiye burjuorganik bileşeni ve ortağı haline gelmiş olduğu vazisinin tüm kesimleriyle bu iç ve dış harekata, küresel mali oligarşi nezdinde dokunulmazlığını anlaşması ile ABD-Türkiye anlaşmaları arasında doğrudan bir bağ vardır. ABD’nin Türkiye ile anlamak zor olmasa gerek. bağladığı anlaşma (ki Türk devletinin Güney Kürt ulusal hareketi, sol ve devrimcilerin, dahası Kürdistan’ın bombalanması ve KCK ve diğer iç her türlü işçi ve kitle hareketinin “IŞİD, terör, dış Suud ve Katar’ın El Kaide, IŞİD ve El Nusra operasyonlarına onay vermeyi de örtük olarak mihrak, provakasyon” vb ile kodlanıp bastırılma gibi şeriatçı-faşist çetelerin başlıca finansörü, içerir), arka planda Suud ve Katar’la da bir cevvaliyetine, açık ya da örtük destek vermesidir. hamisi, sevk edicisi olduğu bilinmesine karşın, anlaşma anlamına gelmekte, İran’la bölgesel HDP’nin seçimlerden sonra, “bir AKP-CHP bölgede oynadıkları kanlı ve karanlık rollerinin koalisyonunu dışardan destekleriz”, “Öcalan’la hep karanlıkta tutulmasının nedeni bu. ABD’nin güç dengelerinin korunmasını gözetmektedir. görüştürülürsek silah bırakma çağrısı yapacak” Suriye ve İran politikalarının değişmesine karşın, İkisi arasındaki bağlantı halkalarından biri, gibi açıklamaları, CHP’nin bir dizi belediye yolsuzluğu vb üzerinden kırmızı çizgilerini silerek koalisyona zorlanması, zaten bu sermaye kesimlerinin siyaset operasyonlarından bağımsız değildi. Türkiye burjuvazisinin ağırlıklı kesimi de AKP’yi biraz aşağıya çekme arayışından vazgeçmemiş olsa da, onların da asıl derdi, rejim krizinin kısa erimde çözümsüzlüğünün üstüne ekonomik krizin de binmesiyle, yıllardır ötelenen “kemer sıkma” paketlerinin bir an önce uygulamaya geçirilmesi, bunun için de kitlelerin, toplumsal muhalefet hareketlerinin Gezi’den bu yana yükseliş eğilimini sürdüren fiili grev ve direniş, sokak inisiyatifinin bu vesileyle bastırılarak, acil ve yapısal saldırıların önünün açılması. Zaten neoliberal despotik üretim ve emek organizasyonu, tüm işyerlerini, yaşam alanlarını ve doğayı, bir savaş alanı haline getirmiyor mu? Neoliberal kapitalist savaş ve despotizme karşı mücadele, adı üstünde, neoliberal kapitalizm ve mali oligarşik egemenliğine karşı mücadeleden ayrılamaz.
7
işçi meclisi
“Syriza” Liberal Reformist Rüyanın Sonu Syriza, kemer sıkma paketinin hemen ardından bu kez AB kapitalistleriyle yapılan “yardım” paketi anlaşmasını Yunan Parlamentosuna taşıyarak Yunan işçi sınıfı ve emekçilerine ihanetini ve sermayeye bağımlılığını bir kez daha kanıtlamış oldu. Seçimler öncesinden “Selanik Programı” diye açıkladığı sosyal demokrat programın bile gerisindeki tutumuyla Syriza, sınıf devrimcilerini aslında şaşırtmadı. Bugün için özellikle liberal solun Syriza macerası sona ermiştir. Bir müddet daha Syriza hükümet olarak kalabilse de Yunan işçi ve emekçileri kendilerine yapılan bu ihaneti asla bağışlamayacaklardır. İşçi sınıfı tarihinin kara sayfalarında liberal solun ufkunun iyileştirilmiş bir kapitalizm olduğunun sınanmış ve denenmiş ihanet belgesi olarak Syriza yerini alacaktır. Syriza hükmete geldiği ilk günden bu yana yaptığı icraatlarıyla AB kapitalistleri karşısında bir mücadeleden çok onların zaman kazanmasına yarayacak bir oyalamanın liberal sol kanadı olmuştur. İhanetin baş aktörü Çipras, “başaramadık” yalanının ardına gizlenmektedir. Oysa sınıflar mücadelesinde bir gerçek vardır: Başarmak için asgari olsa bile mücadele etmek gerekmektedir. Oysa Çipras ve ekibi daha en başından “daha” saldırgan olmayan bir kapitalizmle anlaşacaklarının sinyalini vermişlerdir. Bırakalım sol bir içeriği, en geriden bir sosyal demokrat mücadele dinamiği bile sergileyememişlerdir. Syriza hükümetinin uygulamaları ile kendinden önceki Yunanistan sermayesinin diğer hükümetlerinin uygulamaları arasında hiç bir fark kalmamıştır. Tek fark Syriza’nın soldan bir düzen içi parti olmasıdır. Referandum oyalaması ile elini AB kapitalistleri karşısında güçlendiren Syriza, Yunan işçi ve emekçilerinin “hayır” oyuna rağmen kapitalistlerle ihanetin derecesinin pazarlığını yapmıştır. Oysa Yunan işçi ve emekçileri ezici bir şekilde “hayır” oyu vererek kemer sıkma politikalarına ve kapitalist emperyalist güçlere göbekten bağlılığa karşı tavrını ortaya koymuştur. Sokağı temsil ettiği yalanını ardında alan Syriza milyonların hayır dediği her türlü anlaşmayı imzalamıştır. Hatta sokağın enerjisini referandum yalanı ekseninde sandığa hapsetmiştir.
kal sol yükseliyor”,”hayalet yeniden canlandı”, “Avrupa’da sol yükselecek”, “sosyal Avrupa” hayallerine kapıldılar. Hangimiz kardeş parti olacak yarışına girdiler. Hatta Syriza’nın bu zaferini Türkiye ve Kürdistan’daki seçimlerin altlığı yaparak parlamenterist hayalleri işçi sınıfı ve emekçiler arasında yaydılar. Ama bir kez daha parlamentarizm hayalleri duvara tosladı hem de “hükümet” olabilmişken. Daha önce onlarca kez “sol” adı altında ufku iyileştirilmiş kapitalizm olan örnekler ortadayken bunlar bir anda Syriza’nın parlementerist zaferi ile unutuldu. Oysa sınıf devrimcileri brezilyanın Lula’sını ya da Chavez’i unutmuş değiller. Asıl çözümüm “hükümet” olmakta değil sosyalist bir perspektifle iktidar olabilmekte olduğunu Yunan işçi ve emekçileri er ya da geç anlayacaktır. Syriza ülkemizde de parlamenterist hayallerin peşinden giden onlarca işçi ve emekçi için ders çıkarılacak bir deneyim olmalıdır. Selanik Programı gibi sosyal demokrat ve geri bir programla bile Burjuvazi ile çatışmayı göze alamayan Syriza en başından teslimiyet bayrağını çekmiştir. Bu gün yaşanan süreçte Syriza rüyası kaybolanlar Syriza’yı kurtarma telaşı ile “başaramadı”, “mücadele etti” ama “AB kapitalistleri çok sertti” gibi söylemlerle bu ihanetin üstünü örtmeye çalışmaktadırlar. Yaşanan durumu sadece Syriza ve Çipras’ın deneyimsizliği ile açıklamak, gelişmeleri fazlasıyla basite almaktır. Ancak aslolan bu partinin programıdır; çizgisidir; bunun ifadesi politikalarıdır. Bizler en başından beri bu uyarıyı yaptık. Syriza’nın ufku liberal reformizmi geçmiyor.
Syriza’dan zaten daha ilerisini beklemek ham bir hayal olurdu. AB kapitalist emperyalizmine karşı sokağa ve işçi sınıfına yönünü dönmek yerine diğer kapitalist güç odaklarıyla anlaşma yolunu seçenlerin “başaramadık” demesi gülünç bir durumdur. İsrail ile yapılan askeri anlaşmalar, NATO ile yapılan yeni askeri üst anlaşmaları aslında Syriza’nın hangi sınıfın politikalarını yürüttüğünün kanıtı olmuştur. Bu son ihanet hamlesi ise artık Yunan işçi ve emekçilerinin sabrını taşırmıştır. Syriza bir dönem sokakta birlikte gaz ve cop yediği milyonlarca işçi ve emekçiyi AB kapitalistlerinin dayattığı teslimiyet anlaşmasını protesto ettiği için gaz, su ve cop darbeleriyle durdurmaya çalışmıştır.
Syriza bütün bu teslimiyetçi politikalar yerine gerçek anlamda bütünleşik ve güçlü bir pratik ile yüzünü işçi sınıfına dönebilirdi. Syriza bunun yerine her defasında “şartları az daha yumuşatın” kavramı etrafında yürüttüğü güdük muhalefeti ile her seferinde kapitalist pazarlık masasında daha geri adımlar atarak görüşmeleri yürüttü. Syrizanın zaten keskin söylemler ardında gizli olan liberal reformist karakteri AB kapitalistleri tarafından çoktan fark edilmişti. Daha hükümet olmadan Selanik Programı’nı sulandıran,sermaye ile barışığız diyen hatta “biz kesinlikle komünist değiliz” diyen Syriza zaten AB kapitalistleri için kolay bir lokma olarak masada yerini almıştır.
Yunan işçi ve emekçileri yıllar sonra %36 oyla hükümet yaptıkları Syrizanın zaferi karşısında sarhoşluk yaşamışlardır. Ancak bu rüya 7 ay sürdü. Ülkemizde de ÖDP, HDP ve Halkevleri’nin başını çektiği birçok liberal reformist Syrizanin zaferi karşısında “radi-
Fransa’nın başını çektiği daha ılımlı, Almanya’nın başını çektiği daha sert kapitalistler oyununda şaşkına dönen Syriza AB’den atarız kozu karşısında AB’de kalmayı yıkım programı pahasına kabul etti. Bütünlüklü olarak kapitalizm, Syriza gibi işbirlikçi bir hükümet yüzünden şimdilik bir zafer kazandı. Ancak bu zaferin
geçici olup olmayacağını ve yıkım programının uygulanıp uygulanamayacağını belirleyecek olansa Yunan işçi ve emekçilerinin mücadelesi olacaktır. Yunan işçi ve emekçilerinin en büyük sorunu ise bir komünist öncü ve bir sınıf partisi eksikliğidir. Syriza’ya muhalefet eden KKE (Yunanistan Komünist Partisi) gibi çürümüş ve ulusallaşmış bir parti yada irili ufaklı Troçkist yada Anarşist örgütler yunan işçi ve emekçilerinin kaderini değiştiremez. Asıl olması gereken bugünden başlayarak Yunanistan’da bir sınıf partisini var etme savaşımı vermektir. Özgürlük ve sokak denince akla ilk gelen Avrupa ülkesi olan Yunanistan’ın mücadeleci işçi sınıfı ve emekçileri bu enerjiyi yakalayabilirlerse, sınıf partisini yaratabilirlerse işte o zaman bugün alınan yenilgi gerçek anlamda bir zafere dönüşebilir. Ege’nin karşı yakasındaki sınıf devrimcilerinin hatta bütün dünya devrimcilerinin ortak sorunu olan Komünist öncü sorunu karşısında Yunan işçi ve emekçileri ile dayanışmayı enternasyonalist bir mücadeleyi yükseltmeyi hedeflemek ve aslında bu kazanımın sosyalizmin kazanımı olacağını görmek önemlidir. Bugünden başlayarak Yunan işçi ve emekçileri ile kurulacak bir bağ ve ortak bir mücadele yaratma görevi komünistler için zorunluluktur. Hatta sadece Yunanistan ile sınırlı kalmayarak tüm Avrupa’da uygulanmak istenen kemer sıkma programlarına karşı birleşik bir muhalefeti yaratmak önemlidir. Bu gün Avrupa genelinde yaratılacak böylesine güçlü bir sınıf birliği ile kapitalizmin top yekün saldırısına cevap verilebilir. Avrupa genelinde kazanılmış hakları kaybetmemek için yürütülen güdük savunma pozisyonu yerine kapitalizme karşı güçlü bir saldırı pozisyonuna geçilebilir. Ayrıca Yunanistan işçi ve emekçilerini bekleyen bir diğer tehlike ise Altın Şafaktır. Kapitalistlerin elinde bir koz ve oyuncu olarak Altın Şafak durmaktadır. Krizin derinleştiği koşullarda Altın Şafak gibi gerici ve faşist güçlerde yükselişe geçerek Sermaye Diktatörlüğünün yıkılmasına karşı bir sigorta görevi görürler. Kapitalist efendilerinin emir vermesi için sırada beklerler. Yunan işçi sınıfı bu tehlike karşısında şimdiden hazırlıklı olmalıdır. Syriza ihanetinden çıkarılacak en önemli derslerden biri de HDP’nin %13 ile barajı geçmesinin ardından giderek sınıf içinde büyüyen parlamentarizm zehrine karşı mücadeleyi yükseltmek olmalıdır. Syiriza bize bir kez daha ufku burjuva demokrasisi ile sınırlı olan liberal reformist yaklaşımların işçi sınıfına ve emekçilere bir şey veremeyeceğini kanıtlamıştır. Asıl olan sosyalizm mücadelesini yükseltmek ve her türlü sistem içi çözüm arayışı ile mücadele etmektir.
işçi meclisi
8
işçi meclisi
9
Reformizmin ve Kendiliğindenciliğin Maddi Temelleri Reformizm sadece düzen içi siyasal ekonomik talepleri savunmak değil, bundan daha çok temsilciliğine soyunduğu kitlelerin bilinç düzeyi ile (belirtmeye gerek yok ki kitlenin-sınıfın kendiliğinden bilinci burjuva bilinçtir) kurduğu ilişkidedir. Kitlelerin geri bilinç düzeyi ile kendini uyarlayarak onları kaybetmemek-kazanmak adına burjuva bilinç biçimlerine daha “anlayışlı” davranırlar.
“…sosyalizm, sadece iş gücünün uygun şartlarda satılması için mücadelenin değil, aynı zamanda mülksüzlerin kendilerini zenginlere satmaya zorlayan sosyal düzenin değişmesi için de işçi sınıfı mücadelesi yürütür” (Lenin, Ne Yapmalı) Lenin sosyalizm mücadelesinin kapsamını belirtirken komünistlerle ekonomist ve reformistlerin ayrım noktalarını da açıkça belirtir. Ekonomik mücadele ile siyasal mücadelenin ayrıştırılmasına karşı diyalektik birliği vurgular. Bunlardan sadece birine yoğunlaşmak sonuçta reformizm ve kendiliğindencilik (karşılıklı birbirlerini üretirler) olarak tezahür eder. Komünist devrimciler birleşik karaktere “devrimci düş gücü” (Lenin) (ya da Marx’ın deyimiyle “ihtiraslı gerçekçilik”) ile vurgu yapıp pratikleştirirken diğerleri genel kural olarak “kafanın geçmediği yerden kuyruğunu sokmaya çalışır”! Türkiye’deki sınıf mücadelesinin son yıllarında reformizmin ve kendiliğindenciliğin türlü tonlarını çok sık görmeye başladık. Devrimci hareketin 19 Aralık sürecinin ardından yaşadığı daralma koşullarından çıkmak için ilke ve değerlerini gevşetmesi, kitlelerle buluşma uğruna kuyrukçuluğa savrulması türlü siyasal sonuçlar doğursa da toplamında kendisini reformizm olarak ifade eder. Reformizm sadece düzen içi siyasal ekonomik talepleri savunmak değil, bundan daha çok temsilciliğine soyunduğu kitlelerin bilinç düzeyi ile (belirtmeye gerek yok ki kitlenin-sınıfın kendiliğinden bilinci burjuva bilinçtir) kurduğu ilişkidedir. Kitlelerin geri bilinç düzeyi ile kendini uyarlayarak onları kaybetmemek-kazanmak adına burjuva bilinç biçimlerine daha “anlayışlı” davranırlar. Sosyalist sınıf bilincinin işçi ve emekçilerde vücut bulması için gerçek anlamda ML bir duruş göstermek yerine “kafanın geçmediği yerden kuyruğunu sokmaya çalışır”! Siyasal literatürde kendiliğinden bilincin önünde kölece bağlılık diye tanımladığımız bu ilişki biçimine biraz daha yakından bakalım. Marx’ın Kapital’de temelde altını çizdiği konulardan biri ücret ve artı-değer denklemiydi hatırlanırsa. Marx sermayenin artıdeğer sömürüsünden oluştuğunu anlatırken işçi sınıfının ücretlerini arttırma mücadelesinin temelde bu sömürüyü ortadan kaldıramayacağını bilimsel olarak kanıtlar ve sınıfın önüne esas hedefi koyar: Yıkılması gereken ücret sisteminin, ücretli kölelik düzeninin bizatihi kendisidir. Bu konu komünistlerle bilumum oportünist akımların ayrım noktasına temel oluşturur. Komünistler ücreti en temel sömürü faktörü olarak ele alır, onun ancak artı-değerle var olacağını belirtir. Oportünist küçük burjuva akımlar için ise o en fazla “satın alma gücüdür”. Soruna buradan yaklaşır, ücretleri arttırarak satın alma gücünü yükselterek işçi sınıfının koşullarını iyileştirebilecekleri reformizm yanılsamasına tutulurlar. Burjuva vulgar* iktisatçıların kurduğu tuzaktır, özünde kapitalizmin sınırlarından uzaklaşmaktır. Benzer bir ilişki ücret konusunda olduğu gibi burjuva demokrasisini geliştirmekle sermaye diktatörlüğü ortadan kalkmayacaktır. Sınıfa karşı sınıf mücadelesi ters orantı barındırır. Sermaye için demokrasi işçi ve emekçiler için diktatörlük; sermaye için özgürlük işçi ve emekçi sınıflar köleliktir! Her iki konuya da (ücret ve demokrasi) ML ideolojik kavramlaştırmalar içinden yaklaşıyor ve ne ekonomik mücadeleyi (ücret artışı vd.) ne de siyasal özgürlük ve demokratik haklar mücadelesini küçümsüyor, gereksiz görüyoruz. Sınıf mücadelesi irili ufaklı bu mücadeleler içinde gelişip kitleselleşecek, militanlaşacaktır. Sınıf bu mücadeleler içinde devrimci bir bilince ulaşıp
olgunlaşacak, sosyalizmin zorunluluğunu kavrayabilecek, bu kavga alanlarında eğitilecektir. Yukarıda da belirttik, işçi sınıfının kendiliğinden bilinci tüm diğer şeylerden önce kapitalist üretim ilişkileri içinden filizlenir. Burjuva bilinci kurumlaştıran, yayan tüm o yapıtlarda bu zeminden, kapitalist değer ilişkilerinden yükselir ve egemenlik ilişkilerine dönüşür. Lenin Ne Yapmalı’da ekonomistlerle polemik yaparken tam da bu konuyu tartışır. Ekonomist, reformist akımlar sınıfın kendiliğinden bilinci karşısında eğilip, sınıf ne eylerse güzel eyler diye kuyrukçuluğa düşmesiyle kıyasıya tartışır ve profesyonel devrimciler örgütünün sınıfa dışarıdan bilinç götürmesinin önemini uzun uzun anlatır. Bilincin dışarıdan götürülmesi demek suya sabuna dokunmadan, fil dişi kulelerden ahkam kesmek demek değildir elbette ki. “Dışarıdan” diyerek kastedilen sınıfa içerili burjuva ideolojisinin kendiliğinden bilincin dışından ve karşısından devrimci sosyalist ideoloji içinden buradaki karşıtlığı vurgular. Fizik olarak dışarıdan olmayı değil. İşçi sınıfının sınıf çıkarlarının içinden konuşmayı. Komünistlerin görevi sınıfa devrimci bilinç taşırken düze, sekter ya da evrimci bir tarzda geliştirmek değil, sömürülen ve ezilen bir sınıfta olmazsa olmaz olan sınıfsal sezgilere yaslanarak, kendiliğinden bilinci, kendi iç çelişkileri üzerinden çözebilmek, oradan sınıf bilincine doğru kanal açabilmektir.
ML’ye bağlılık elzemdir. İşçi sınıfını komünist partisi etrafında örgütleyebilmek demek kendiliğinden bilincin de aşılmasıyla, sınıfı partinin sosyalist ideolojisine de sürekli yakınlaştırması da demektir. Sınıfın bilincinin komünist partinin bilinç seviyesine doğru ilerletilmesi demektir. O halde kendiliğinden bilincin tüm biçimlerine tüm biçimlerine karşı mücadele de ertelenemez bir görev demektir. ML teori devrimci sınıf mücadelesi için bir eylem kılavuzudur. Komünist devrimciler açısından ML teorinin sık sık vurgulanması gereken yönü belki de bugün için sınıfsal üretim ve egemenlik ilişkilerinin temelleridir. Teorinin bu konulardaki berrak duruşunu bugünkü devrimci çalışma içinde pratikleştirmek gerçek ideolojik ayrımları yapabilmemizi sağlar. İşçi sınıfını temel alan bir devrimci yapı için bu olmazsa olmazdır. Tabi ki sadece sınıfı temel almak yetmez, militan sınıf mücadelesi hattı, iktidar sorunu, proletarya diktatörlüğü, merkezi profesyoneller örgütü vd.leri de gereklidir. Hiçbiri tek başına bir sonuç alamaz. Onların diyalektik birliği, programatik bağıntılarıdır önemli olan. Bugün sınıfla ilişki kuruş Türkiye’de birkaç devrimci yapı dışında neredeyse unutulmuş, en çoğu ezilen kesimlerden birisi olarak tanınır duruma gelmiş, “emek mücadelesi” (yani liraya kuruş ekleme reformizmi) kapsamına alınmıştır. Hal böyleyken sadece işçi sınıfını temel almak diğer temel ideolojik-siyasal-örgütsel başlıkların yeterince içselleştirilemediği koşullarda da reformizm üretmekten kaçınılamaz. Avrupa’nın 20. yüzyıla damgasını vurmuş
Yadırgamıyoruz. Biz bu kendiliğinden bilincin içinde nüve olarak bulunan sosyalist bilinç öğelerine dikkat çekiyor, sosyalist kavram ve içeriklendirmelerle sınıfın bu kendiliğinden bilincini ileriye taşımak, sınıf bilincine ulaştırmak için çalışıyoruz. İşçiler henüz sosyalist sol kavramlara hazır değil, zamanı değil diyerek suyu ılıştırarak hareket etmeyi savunan, pratikleştiren kimi sol yapılar kendiliğinden bilincin önünde eğiliyor, söyleyeceği ve yapıp edeceği her şeyi o geri bilince göre eğip bükmeye başlıyorlar demektir. Kuşkusuz hedef kitlenin bilinç durumunu, kültürel yapısını gözetmek gerekir, kafa göz yara yara ilerlenemez. Fakat işçi sınıfı devrimciliğine soyunanlar sınıfa karşı sınıf eksenini temel almaları ve sınıfın geri yanlarına karşı kesintisiz mücadeleyi de (öncülük ancak böyle kazanılır) sürdürmeleri gerekir. Sınıfın kendiliğinden hareketinin idealleştirilmesi burjuva ideolojisine kuyrukçuluğa götürür. İşçi sınıfının üzerinde yerleşmiş bulunan sermaye ideolojisini açıklarken bunu sendika ağalarına, burjuva parti ve diğer kurumlara, medyaya bağlamak adettendir, ama esasta sınıfın burjuva bilincini üreten en temel etken kapitalist üretim ilişkileridir, yabancılaşmadır. İşçi sınıfı burjuva bilincin bu üretiliş biçimine karşı mücadele etmediği sürece kapitalist ilişkileri ve onun ideolojik formlarını da üretmeye devam edecektir. Elbette ki buradan sendika ağalarını, burjuva partileri, reformist akımları temize çıkarmıyoruz. Fakat onların da üzerinde yükseldiği üretim ilişkileri temeli yeterince netleştirilmeden bu kesimlere karşı da yeterince güçlü mücadele edilemez. Kendiliğinden bilincin kapitalist sınırları aşılmamış olarak kalır.
Burjuva bilinç çelişkili ve sömürü üzerinden yükselen bir bilinçtir ve onun iç çelişkilerini sürekli ve düzenli teşhir ederek kendiliğinden bilincin sınırlarını sosyalist bilinç lehine geriletmek sanıldığı gibi çok da zor olmayacaktır. Sınıf bölükleri ister dindar, milliyetçi, muhafazakar olsunlar, gerçek yaşam pratikleri onlara sezgisel düzeyde bile olsa gerçekleri fısıldar (yaşanmış olan irili ufaklı işçi direnişlerinde böyle gelişim göstermiş binlerce öykü vardır). Gericilik birikimi engel olarak görülmemeli, elimizi bağlamamalı, uzlaşmamalıyız. Amacımız devrimci sosyalist bilinci sınıfa taşımaktır ve bunun kolay bir yolu yoktur. Sermayeye karşı verdiğimiz mücadelenin yanında sınıfın kendiliğinden bilincini kırmak için de ısrarlı, kararlı, savaşımcı bir tutum,
anlı-şanlı komünist partilerinin tamamı işçi sınıfını temel alıyorlardı ve neredeyse sınıfın tamamını siyasal-örgütsel olarak içerimlerine almışlardı. Sonuç ortada! Yani ne o, ne o. Hem o, hem bu! Baştan başlayalım. Genel kabul görmeli. Burjuva ideolojik biçimlerin türlü formları işçi sınıfına içerili durumdadır. Metal işçilerinin son kitlesel direnişinde de gördük. Türk Metal çetesine karşı yürüttükleri mücadele eşliğindeki ekonomik taleplerini burjuva ideolojisi içinden ifade ediyorlardı. Kullandıkları sembollerden, kavramlara kadar birçok şeyde kendiliğinden bilinç düzeylerini de ifade ediyorlardı. Kuşkusuz ki olması gereken buydu.
Herkesin malumudur. İşçi sınıfının sömürüsünü ortadan kaldırmak nasıl ki liraya kuruş ekleme mücadelesiyle olmayacaksa, mümkün değilse, burjuva demokratik mücadelenin de bir üst sınırı, kapitalizmin taşıyabileceği bir tonaj vardır. Her iki halde de reform taleplerini ilerletmek, sömürüyü ortadan kaldırmak, gerçek demokrasiye ulaşmak mümkün değildir. Bu sınırı ancak bir devrim aşabilir. Sosyalist bir devrim zorunludur ve bu da ancak ekonomik, demokratik, siyasal bir sınıf savaşımının üzerinde yükselecektir. Lenin’le başladık, yine onunla bitirelim: “…Demek oluyor ki, görevimiz sosyaldemokrasinin görevi, kendiliğindenliğe karşı savaşmak, işçi sınıfı hareketini burjuvazinin kanatları altına sokmak yolundaki bu kendiliğinden trade-unioncu (sendikalizm, nba) çabadan uzaklaştırmak ve devrimci sosyal-demokrasinin kanadı altına sokmaktır…” (Ne Yapmalı). Fazla söze gerek yok!
10
işçi meclisi
Suriye sınırına tampon bölge: Bir kez daha hüsran! Öyle olur ki bazan, stratejik yönelimleri gereği içine girilen bir taktik politika zaman içerisinde ayağa bağlanmış bir taş misali sahibini düzenli bir şekilde, artan orandaki şiddetiyle aşağıya çekmeye başlar. Taktik bir süre sonra stratejinin kendisi olmaya başlar. Hal böyle olmaya başlamışsa ölüm çanları vurmaya başlamış demektir. Taktiği hayata geçirebilme pahasına yapıp edilen herşey ayaktaki şiddetli basıncı artırmaktan, güç ve direnci yitirmekten başka bir şeye yol açmayacak, sahibini kurtarmayacaktır. Güç artırımı, yoğunlaşmada da bulunulsa negatif süreç pozitife dönmeyecektir. Tarih bir kere kararını vermiş, nehire yönünü bildirmiştir çünkü. Şimdilerde böylesi bir kader Türkiye mali oligarşisi ve AKP için hazırlanmakta… Rojova Kürdistanı’nın silahlı gücü YPG/YPJ’nin Tel Abyad’ı faşist IŞİD çetesinin elinden söküp almasıyla Rojova’nın özerk-demokratik kantonlarından Cizire ile Kobane kantonları birleştirildi. IŞİD gericiliğinin Türkiye dahil bölgesel kapitalist güçlerin sunni ekseninin desteği ve yönlendirmesiyle Kobane’ye saldırdığı günlerde kantonlar arasına çekilmiş Arap Kemerinin önemi yakıcı olarak kendini göstermişti. Suriye Esad iktidarının baba Esad zamanında Kürt halkını parçalara bölüp dayanışmalarının önüne coğrafi barikatlar koymak, birliklerini engellemek için Kürt şehirlerinin arasında Arapları yerleştirmiş, bunlara da Kürt halkını kuşatan Arap Kemeri adı verilmişti. Tel Abyad zaferi hem bu tarihsel kuşatmayı, zinciri kırmış hem de güncel olarak demokratik özerk yapıda inşa edilen kantonların varlığını güvenceleyen büyük, tarihsel bir adım olmuştur.
neoliberal demokrasinin gelecek isterleri açısından aşılması gereken bir yapı olduğu artık çok daha net. Bölge emekçilerinin ve çelişkilerinin tekçi, tek biçimli, salt zor yoluyla ayakta kalmaya çalışan egemenlik ilişkileriyle yönetilmesi Arap kitle isyanları sonucunda mümkün olmadığı, bir sınıra geldiği görülmüştü. Neoliberal burjuva çoğulculuk zemininde yeni yönetimlerin inşa edilebilmesi de öyle kolay ha deyince yapılacak bir şey olmadığı için çatışma ve savaşlar güç, hegomonya ve paylaşaım savaşlarının en keskin araçları olarak devreye sokuldu. Bölgenin genel karakteristiği ve kitlelerde birikmiş öfke sonucu prekapitalist ilişkilere dayanan gerici, faşist güçlerde, belli güçlerin desteğiyle hızla palazlandılar. (Tarihsel, ideolojik, siyasal, örgütsel bir arka planları olmadığı için çok geçmeden de yok olacaklardır.)
likte pratik bir karşılığının varedilebilmesinin nesnel koşulları (verili uluslararası konjonktürde ve iç siyasal dengelerin değiştiği şu koşullarda) bulunmadığı için de aleyhine kullanılacak, güçsüzlüğünün bir işareti olarak algılanacaktır. Türkiye mali oligarşisinin esnek bir politikataktik yürütme becerisinin ve özgüveninin (her ikisi de ancak siyasal, ekonomik, askeri, diplomatik birikimlerin gelişmişliğine bağlıdır ve Türkiye henüz bu dört ayağın bütünsel aktif bir etkinliğine kavuşamamış, emperyalizme bağımlı varlığı, onun gölgesine muhtaç olması nedeniyle, Türkiye burjuvazisi de bölge üzerindeki gerekli geçişleri yapamamasına yol açmaktadır) hülyalarını bir dönem hegemonyasını daha olmayışı, denge ve tarihsel eğilimleri okuma çok barışçıl yöntemlerle arttırma çabasındaydı. becerisi gösterememesi ve tarih ırmağı nereye Sermaye birikim düzeyi, neoliberal burjuva doğru akıyor diye bakmaması var olan güç ve demokrasisi, batıya dönük yüzü bölgede bir dönem için çekim yaratabilmişti. Ortak bakan- yeteneklerini de daraltmış, kontrollü güç ve mülar kurulları, serbest ticaret bölgeleri gibi ekono- dahale arttırımıyla süreci yönetip bölgenin oyun Tel Abyad zaferi, beklendiği üzere en çok mik-siyasal tüm parametreler hayata geçirilerek kurucu lider ülkelerinden olabileceğini sanmıştır. Türkiye devletini ve onun mali oligarşisini Batağa saplanan bir taktik sonunda gelip stratebölgenin pazarlarında etkinliğini artırmaya endişelendirdi. Tel Abyad’ın düşmesinin jiyi çökertecek bir karadeliğe dönüşmektedir. başladı. Ta ki bölgedeki iç savaşların fitilini ardından hem Suriye hem de bölgesel plandaÖyle bir karadeliktir ki bu, geri tepen müdaateşleyen, Arap sokaklarında isyanı doğuran ki güç ve hegemonya mücadelesinde savaş halelerini sınırlayan, gerici-faşist sunni güçlere kıvılcıma kadar. Sonra herşey hızla değişmeye arenasına açılan bir penceresi kapatıldı. Bunun başladı. Barışçıl hegemonya yöntemlerinin yerini maddi askeri desteğinin olanaklarının-yollarının öfkesi ve telaşıyla aniden Kürt fobisini bilinçli boyundan büyük oynamaya girişen, daha iştahlı, daralmasıyla hırçınlaşan, hırçınlaştıkça sadece olarak terör demogojisiyle depreştiren devbölgedeki değil kendi içindeki sınıfsal-toplumsal agrasif, yarı-askeri yöntemler aldı. Bölgedeki let ve AKP, askeri güç tehdidinde bulunarak sorunları da ağırlaştıran bir kısır döngüye savaş ve iç çatışmalarda Türkiye devleti ve Kürt güçlerinin Kobene ile Afrin arasını da ele geçirmesini engellemek bu noktada YPG’yi dur- AKP’nin sıcak elinin varlığı artık sağır kulakların dönüşmektedir. Kürt sorunu karşısında şimdi ne yapacağını bilemez bir haldedir. Savaş mı, durmak için tehditlere ve askeri yığınağa başladı. dahi malumu. barış mı? Uzlaşma mı, çatışma mı? karar vermek Bunun bir blöf olduğu açıktı. “Arap ve Türkmenzorundadır. Kürt sorununa yaklaşımı bölgeBölgenin böyle kaotik bir hal almasının ler yerinden ediliyor” (sanki Suriye’de birileri sel politikalarının geleceği, bölgedeki etkisi için “yer” kalmış gibi), “bölgenin demogrofisi- karşısında ulusal bir duruş ve yönelimle sürece etkisizliği ise Kürt sorununda alacağı pozisyona müdahale edemeyeceğini bilen AKP (tarihsel, yle oynanıyor” yalancı feveranlarıyla Suriye’ye büyük oranda bağlı olacaktır. girmenin hesaplarına -bir kez daha- soyundular. dinsel, mezhepsel arka planının da güçlü etÖlçüp biçtiler, emperyalist ve bölgesel kapitalist kisiyle) elindeki tüm gücü sunni kartına koydu. Hızla bir eşiğe doğru gitmektedir. Strateji ve Yalnız AKP değil tüm emperyalist, kapitalist güçler acaba görmezden gelir, kafalarını başka taktikler ya yeni dengelere göre revize edilecek bölgesel güçler de iki ana fay hattı olan Sunni tarafa çevirir gibi yaparlar mı diye yokladılar ya da “devlette devamlılık esastır” diye çıkmazda ama ne Rusya-İran ne de ABD-AB eksenleri bir ve Şii eksenlerinden birine temel ağırlıklarını ısrar edilecek ve bu da sınıfsal-ulusal-toplumsal koydular. Kapitalist pragmatistlikleri gereği işgalin önünü açacak işarette bulundular. İşte çatışmaları, rejim krizini derinleştirecektir. de uzlaşma ve pazarlıklara hep açık kapı da güç yükseltimi girişimiyle Ortadoğu’da düzen Her iki halde de sermaye sınıfı için zor günler bıraktılar. (İran’la süren nükleer müzakereler, kuruculuğuna soyunan (Davutoğlu boş böbürSuriye’de çözüm çabaları, Yemen’deki gelişmeler, görünürken (“iç güvenlik” yasaları bunun içindi) lenmeleri içinde çokça böyle hamasi nutuklar vd). Bölgedeki iç savaş ve hegamonya mücadele- işçi ve emekçiler, Kürt halkı için, sömürülen ve atmıştı) Türkiye devletinin gücünün sınırları ezilenler için mücadelenin güç kazanacağı günler leri yeni bir eşiğe doğru hızla yakınlaşıyor. bir kez daha açığa çıktı. Kendisine emperyalist kapıdadır. Tarihsel eğilim İran’ın ve Kürt ulusunun lehine güçler tarafından tanınmış marj ve opsiyonları yol alırken, Türkiye ve Suud mevzi ve konum “yanlış anlayan”, sınırsız ve keyfince mücadele kaybına uğrayacaktır. AKP’nin dış politik yöne- Ercan Akpınar (1 Nolu F Tipi Cezaevi, C-71, edebileceğini sanan bir güce emperyalist güçler Sincan) limlerindeki tüm “yanlışlarına” rağmen ısrarı bir kez daha sınırları aşmaması gerektiğini (son askeri işgal ve saldırı tehditleri bunun anlattılar. Türkiye de anlamış olmalı ki Tel 10 Temmuz 2015 (Elimize ulaştığı tarih: 21 Abyad’ın düşmesinin ardından kopardığı yayga- içindi) karşısında dış politikada revizyon ve Temmuz 2015) ra çok çabuk söndü, askeri uzmanların TV’lerde restorasyon çağrısının yükselmesi bu tarihsel harita önünde yaptıkları sanal savaş senaryoları eğilimin sermaye güçlerince de görüldüğüne Editörün notu: Yazı Suruç katliamdan 10 gün işaret etmektedir. çok çabuk vizyondan kalktı! öncesine tarihlenmekle birlikte, Suruç’u da okumaya dönük önemli tespitler içeriyor. Suruç Türkiye’nin tampon bölge tehdidiyle Kürt Suriye-Irak özelinde ve bölge genelinde bir katliamı, bir yanıyla yazının sonundaki sorunun direnişçilerin ilerlemesine dirsek göstermesi yeniden düzenlenme, tekçi ulus yapılarının da bir yanıtı niteliğindedir. kendisi açısından ivedi bir ihtiyaç olmakla biremperyalist kapitalizmin içsel dönüşüm ve
11
işçi meclisi
Şu eski Tolstoyculuk: “Zorbalığa karşı şiddet yoluyla direnmeme” öğretisi üzerine Siyasal ve felsefi yazında “Tolstoyculuk” ya da “liberal anarşizm” olarak bilinen “zorbalığa şiddet yoluyla karşı koymama” öğretisi yine revaçta. Sömürücü/sömürülen, ezen/ezilen, egemen/bağımlı gibi kategorilerin üstünü örten “şiddet şiddeti doğurur” (“şiddet sarmalı”), “şiddetin her türlüsü kötüdür”, “zorbalığa karşı şiddetle direnmek onu artırmaya hizmet eder” (AKP’nin oylarının artmasına hizmet eder, vb) gibi söylemlerde yeni hiçbir şey yok.
İbarettir?)
Sızlanma, dilek ve temenniler değil, bilinç, kararlılık ve örgütlülükle savaşım “Tolstoy’un yapıtlarındaki, görüşlerindeki, doktrinlerindeki, okulundaki çelişkiler, gerçekten de hemen göze çarpıyor. Bir yanda, büyük sanatçı, Rus yaşamından eşsiz resimler çizmekle kalmayıp dünya yazınına birinci sınıf katkılarda bulunmuş bir deha var. Öte yanda ise, İsa’ya aklını takmış bir toprak sahibi. Bir yanda, toplumsal yapaylık ve ikiyüzlülüğe karşı dikAşağıda Tolstoy’un “kötülüğe karşı şiddetle direnmeme” yazısından bir bölüm, ve ardından, kate değer güçte açıksözlü ve içten protesto; öte yanda “Tolstoyluk” eden, yani herkesin ortasında Lenin’in Rusya’da toplumsal-ekonomik altüst göğsünü yumruklayıp “Ben kötü, günahkar oluş döneminde köylülüğün çelişkili ruh halini bir adamım, ama ahlakımı kusursuzlaştırmaya en iyi yansıtan yazar olarak tanımladığı Tolstoy üzerine değerlendirmelerinden iki bölüm sunuy- çalışıyorum; artık hiç et yemiyorum, şimdi pirinç kotlet yiyorum” diye ağlayan Rus aydını denilen oruz. çökmüş isterik sızlanmacı. Bir yanda, kapitalist sömürünün acımasız eleştirisi, hükümetin Son olarak da, Haziran Direnişi kitabımızda fütursuzluklarının, göstermelik mahkemelerin yer alan, “Direnişin Zayıf Karnı: Orta Sınıf ve Pasifizm” başlıklı yazımızdan bir bölüm sunuy- ve devlet idaresinin sergilenmesi ve gönenç ve uygarlığın başarılarının artışıyla, kitlelerin oruz. Bu alıntılar, günümüz Tolstoyculuğunun arasında yoksulluğun, bozulmanın ve sefaletin zemin bulduğu sınıf durumları üzerine bir fikir artışı arasındaki derin çelişkilerin maskesinin verecektir. düşürülmesi. Öte yanda, eksantrik itaat vaazları, “şeytana” şiddet kullanarak “direnmemeli”ler. Bir Tolstoyculuk: “Kötüye karşı direnmeyin!” yanda, en aklı başında gerçekçilik ve bilumum “İsa basit ve açık bir şekilde şunu diyor: To-
bu özgürlüğün yıkım, açlık, harap şehirlerde barınaksız yaşamak olduğunu da yeni yeni öğrenmeye başlamışlardı. Tolstoy’un eleştirisi kitlelerin acısının gerçek nedenlerini arama gayretiyle belirleniyordu. Tolstoy bu köylülerin düzenine o kadar sadıktı ki, naifliklerini, politikaya yabancılıklarını, mistisizmlerini, dünyanın gidişatına sırtını dönen “kötülüğe karşı direnmekten uzak durma”yı, kapitalizm ve “paranın iktidarı” karşısındaki çaresizliklerini öğretisine taşıyordu. Milyonlarca köylünün isyanı ve umutsuzluğu… İşte, Tolstoy’un eleştirisinde birleşen bu ikisiydi. Ama modern işçi hareketinin bazı temsilcileri karşı koymak bakımından umutsuzluğa düşmek için hiçbir neden olmadığını keşfettiler. Umutsuzluk mahvolan sınıflara özgüdür. Ücretli işçiler sınıfı, Rusya da dahil, bütün kapitalist toplumlarda önlenmesi olanaksız biçimde gelişip güçleniyor. Umutsuzluk ve karamsarlık, yıkımın nedenlerini kavrayamayan, çıkış yolu göremeyen, mücadele yeteneğini kaybetmiş olanlara ait bir sorundur, modern sanayi proletaryası bu sınıflar arasında değildir.” (Lenin, Tolstoy ve Modern İşçi Hareketi) Sınıf bilinçli işçiler “Orta sınıf liberal-reformist demokratlar, sınıfsal-toplumsal savaşımın keskinleşmesinden duydukları korku ve nefretle, ondan kaçınma çabalarıyla, savaşımın keskin köşelerini ortadan kaldırma, yumuşatma, uzlaştırma girişimleriyle ayırd edilirler. Bir noktaya kadar destekleyip içinde yer alsalar da, kendi kontrollerinde olmayan ya da kontrolden çıkma eğilimi gösteren kitle hareketlerini ‘kargaşalık’ olarak görmeleri, sert ve kesin savaşımdan korkuları, tarihsel ve toplumsal sorunların ancak toplumsal savaşımla net bir sonuca bağlanabileceği gerçeğinden yan çizmeleri, ktilelerin en nefret ettiği düzen kurumlarına tepkilerini ortaya koymak için başvurduğu sert yöntemlerin en ufak belirtisi karşısında paniklemeleri ile ayırd edilirler.
“Ben kötü, günahkar bir adamım, ama ahlakımı kusursuzlaştırmaya çalışıyorum; artık hiç et yemiyorum, şimdi pirinç kotlet yiyorum” diye ağlayan Rus aydını denilen çökmüş isterik sızlanmacı. plum düzenimizin temelini oluşturan, kötüye karşı şiddet aracılığıyla direnme yasanız yanlıştır ve insanın doğasına aykırıdır. Ve başka bir temel veriyor; kötüye direnmeme temelini! Bu kural, O’nun öğretisine göre insanları kötülüklerden kurtaracak tek yoldur. İsa şöyle diyor: Şiddete başvurmayı vazeden yasalarınızın kötüleri doğru yola sokacağına inanıyorsunuz; hayır, bu yasalar kötülerin sayısını arttırmaktan başka bir işe yaramaz. Binlerce yıldır, kötülüğü kötülükle yok etmeye çalışıyorsunuz, kötülüğü yok edemediniz, üstelik onun daha da artmasına neden oldunuz. Söylediğim ve benim yaptığım gibi yapın, bunun doğru olduğunu göreceksiniz. İsa yalnız sözle dile getirmekle kalmayıp ömrü boyunca davranışlarıyla ve ölümüyle “Kötüye karşı direnmeyin” kuralına uydu.” (Tolstoy, İnancım Neden
maskelerin yırtılıp atılması; öte yanda, yeryüzündeki en nefret edilesi şeylerden birisinin, yani dinin vaaz edilmesi, resmi papazların yerini ahlaki inançtan ötürü hizmet verecek papazların alması, yani kilisenin etkisinin artması yönünde en incelmiş ve bu yüzden de özellikle tiksindirici çabalar.” (Lenin, Rus Devriminin Aynası Tolstoy) “Tolstoy’un çıkış noktası ataerkil, saf köylünün durduğu yerdi. Tolstoy eleştirisine ve öğretisine onların düşüncesini taşıyordu, ama aynı noktada modern işçi hareketinin temsilcilerinin geliştirdikleri eleştiriden ayrılıyordu. Duyguyla, tutkuyla, iman gücüyle, yenilik, dürüstlük ve cesaretle Tolstoy’un eleştirisi eşyanın özüne kadar giriyor, milyonlarca köylünün gerçekten devrimci düşüncesini içeriyordu. Bunlar kölelikten özgürlüğe geçmeye henüz yönelmiş,
… Küçük burjuvaziden proletaryaya doğru uzanan geniş ara katmanların, emek ile sermaye, sokak demokrasisi ile burjuva demokrasisi arasında ikincilere doğru uzlaşma sağlamaya çalışan orta sınıfların; istikrarsızlık, dağınıklık, gevşeklik ve ortak çabada yeteneksizlik ruhunu işçi sınıfına da taşımaktadır. Gezi Direnişinde kitle militanlığının adım adım pasifize edilmesi, onbinler ateşe verilen barika başında polise taş yağdırırken ‘orantısız zeka’ diye pohpohlanan ‘duran adam’, ‘baloncuklu kadın’ pasifizmine doğru çekilmesi orta sınıf liberalizminin hareket üzerindeki etkisinin bir sonucudur. … Sınıf bilinçli işçiler, burjuvaziye, burjuva devletin bastırmacılığına karşı savaşımdan ürken, bunlarla uzlaşan, sınıf savaşımının çıkarlarıyla değil de, kimseyi incitmeyen, kimseyi itmeyen, ve kimseyi ürkütmeyen küçük ve yavan endişelerle ‘yaşa ve bırak yaşasınlar’ şeklindeki hikmet dolu bir kuralla yolunu çizen orta sınıf liberalizmine ve pasifizmine yenik düşmeyeceklerdir. (“Direnişin Zayıf Karnı: Orta Sınıf ve Pasifizm, Haziran Direnişi, Devrimci Proletarya.)
12
işçi meclisi
Neoliberal despotik kriz yönetiminin dayattığı Syrizalaştırmadır! Yunanistan’da Syriza, amansız sosyal yıkım programlarına karşı kısmi sosyal reform vaatleriyle hükümete geldi. Ücretlerin yüzde 30’dan fazla düştüğü, işsizliğin 2 kattan fazla arttığı, tarihsel mücadele kazanımlarının hızla eritildiği Yunanistan’da büyük bir direniş içindeki kitlelerin başlıca istemleri, sosyal yıkım programlarının kaldırılması, iş güvencesi, ağır bir çöküntü içindeki çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi, Troyka’ya karşı kendi geleceğinde söz ve karar sahibi olabilme, demokratik hak ve özgürlüklerinin korunmasıydı. Syriza, AB ve küresel mali oligarşinin sosyal yıkım ve yağma programlarına tam destek veren diğer neoliberal burjuva partilerin yerine, kısmi bir sosyal reform paketi vaadiyle hükümet oldu. Syriza’nın Selanik Programı olarak bilinen sosyal reform vaatleri, asgari ücretin ve işsizlik yardımlarının artırılması, emeklilik ve sağlık sisteminin iyileştirilmesi, yıkım içindeki küçük mülkiyete destek, vb gibi maddeler taşıyordu. Daha önce nisbeten daha radikal bir karşı koyma kozu olabilecek AB’den çıkma ve borçları ödememe söylemlerini çoktan bir yana bırakmış olan Syriza’nın hükümette de ilk yaptığı Selanik Programı’nı da bordadan atıvermek oldu. Syriza daha önce “insani kriz” ve “toplumsal yıkım”a yol açtığını ve değiştireceğini ilan ederek hükümet olduğu Troyka programının, krediler adına sürdürülmesini istedi.
malar karşısında, “hayır”ın içini tümüyle boşaltarak yaptığı “referandum” da, bu kez daha da ağır “Duyuni Umumiye” koşullarını meşrulaştırmanın bir aracı olarak kullanıldı. Syriza’nın “hayır”ı nasıl bir hafta içinde “evet”e çevirdiğine dair şaşkın analizlerin anlamadığı, neoliberal mali oligarşik müzakere demokrasisi konseptinde, “hayır” diye bir seçenek olmadığı, dahası sanılanın aksine pazarlık gücüne sahip bir “karşı taraf ”ın olmasının da istenmediğidir. Neoliberal müzakere konsepti, müzakere edilir görünen gücü, içerden çözmeye, o güç içers-
güvenlik yasasına, Rojova’nın tasfiye girişimine, bir dizi yalpalamayla birlikte ve neoliberal müzakereye bağımlı kalarak da olsa, özsavunma sınırları içinde “hayır” demesi, bölgede artan güç ve inisiyatifini müzakere sürecine yansıtma çabası üzerine, şimdi “sözleşmeyi bozan taraf ” ilan ediliyor ve yeniden kriminalize edilerek, zaten alabildiğine daraltılmış neoliberal siyaset ve müzakere alanının dışına atılmakla tehdit ediliyor. Neoliberal müzakere sürecinin yeniden başlatılması için, dayatılan yalnız kayıtsız koşulsuz silah bırakma da değil, tam kapsamlı bir Syrizalaşma, liberal demokratik reform istemlerini bile geri çekmesi, rejim krizini yönetmenin edilgen bir yaması olmayı kabullenmesi. Böylece, “hayır”, zorla ve kayıtsız şartsız “evet”e çevrilmek isteniyor.
Doğrudur, Erdoğan ve AKP, 7 Haziran seçimlerini ilga etmek, HDP’yi baraj altına itmek, Ortadoğu ve Kürt politikalarındaki kaybettiği inisiyatifi yeniden ele geçirmek, tek başına hükümet olmayı ve başkanlığı umutsuzca yeniden zorlamak istiyor. Fakat Türkiye’deki siyasal gelişmeleri salt AKP’nin, hatta salt Erdoğan’ın niyetleri ile açıkladığını sananlar, neden örneğin Erdoğan-AKP’nin bu son kanlı harekatında (bir dönem Kürt siyasetinin müzakereye “governör” olması istemiş inde istemlerini durmaksızın daha geri çekip olduğu) ABD’nin oynadığı rolü bile eleştiremez tek yanlı dayatmaları sırf müzakerenin sürmesi durumdalar? AKP’nin bu ölüm manevrasına için bile realize edecek kesimlerin hakimiTürkiye burjuvazisinin geniş bir kesiminin açık yetini sağlayarak, belli kırıntılarla teslim almayı ya da örtük desteğini nasıl açıklıyorlar? Dünya amaçlar. Neoliberal kapitalizm, sömürensömürülen sınıflar, ezen-ezilen, egemen-bağımlı çapında son 7-8 yılda sayısız büyük çaplı direniş gibi karşıtlık, çelişki ve çatışma içeren kavram ve hareketine karşın kitlelerin mücadele istem ve güçleri en baştan yok sayar. Neoliberal demokra- inisiyatiflerinin sınıfsal-toplumsal güç dengelerinde ciddi bir değişime yol açmasının ve siyasete si, yöneten-yönetilen ilişkisini de neoliberal yansımasının her seferinde birbir duvar ve katbir “sözleşme” ilişkisine indirger. Neoliberal Syriza’nın sırf Troyka ile müzakere sürecini bu egulli ile engellenmesini ve içinin boşaltılmasını müzakere mekanizması, sistemin sarsıntılarla teslimiyet temelinden de olsa sürdürebilmek nasıl açıklıyorlar? Siyasetin her türlü formal açığa çıkan ve yönetilemez hale gelen kriz ve için önceki tüm dayatmaları kabullenmesi ve ve enformal araçla bir mühendislik dizaynına çelişkilerinin, “sürdürülebilir kriz yönetimine” kısmi sosyal reform istemlerini bile halı altına bağlanmasının bir biçimidir. Neoliberal müzak- indirgenebilmesi neyin sonucu? süpürmesi, zaten müzakere süreci diye bir şey erenin karşı tarafı tanımak ile inkar, dışlamak ile olmadığı, tam bir teslimiyet olduğunu gösteriözümsemek, barış ile çatışma, formallik ile fiililik AKP’nin bu ölüm kalım virajının yalnızca yordu. Sonrası Syriza’nın iddia ettiği tarzda “onurlu uzlaşma” filan değildir. AB mali oligarşisi öğelerini iç içe geçiren post-modern muğlaklığı neoliberal birikim, rejim ve yöneteme, bölgeve belirsizliğiyle birlikte aslında kurallarını koyan sel hegemonya krizlerinin ifadesi olmakla ve ona tam entegre Yunanistan burjuvazisi ve kalmayacağı, bu krizleri derinleştireceği de da, denetleyip değerlendiren de, diğer tarafı bankalarının, kitleleri oyalamak ve bir kriz doğrudur. Ne var ki, neoliberal mali oligarşik istediği zaman “sözleşmeyi bozduğunu” iddia yönetimi aracı olarak kullandığı Syriza üzerinkapanı parçalamak, değişen siyaset ve egemenden, Yunanistan işçi sınıfı ve kitlelerin direnişini ederek sözleşme/yeniden düzenleme alanının dışına atmakla tehdit etme, şantaj altında tutma, lik sistemi ve tekniklerini kavramakla, onun ve sosyal reform ve kendi kaderinde söz sahibi yargılama ve cezalandırma yetkisini elinde tutan duvarlarına çarpa çarpa kendi içine kıvrılan olabilme istem ve beklentilerini cezalandırma “düzeltilmiş kapitalizm/demokrasi” hayalleri ve da mali oligarşik güç ve iktidarı elinde tutanlar sürecidir. AB krizinin 2011-13 döneminde, kısır döngüsünü aşan sosyalist devrimci sınıf olmaya devam eder. Yunanistan’ın AB’den çıkması ve borçlarını strateji ve politikalarına sahip olmakla mümödememesi, AB mali oligarşisine karşı büyük kündür. Kürt müzakere sürecini, farklı bir düzlemde de bir tehdit olabilecekken, geçen sürede AB mali görünse, Yunanistan örneğiyle birlikte okumak, sermayesi Yunanistan ve diğer krizdeki ülkelerÇünkü tarih ve siyaset, neoliberal post modern den alacaklarını devletlere havale ederek ve mali yararlı olacaktır. Türk devleti ve hükümetinin görecilik felsefesi ve siyasetin onu indirgemek oligarşik güç yoğunlaşması ve merkezileşmesini yapmak istediği, Kürt hareketinin “ılımlı” istediğinin aksine, hiçbir zaman bir kısır döngü denilen kanadı üzerinden Syriza benzeri bir pekiştirerek, şimdi Yunanistan’ı AB’den olmamış, genişleyerek yükselen bir sarmal döngü dışlayarak her istediğini kabul ettirecek duruma kriz yönetimiyle, tam tabiyeti dayatmak ve olmuştur: Yıkıcı ve kurucu sınıfsal-toplumsal bölge politikalarında Kürtlerin hamiliğini ele gelmişti. geçirmekti. Kürt hareketinin tek yanlı dayatma- mücadeleler tarihi! lara, kalekollara, askeri baraj, yol, duvarlara, iç Syriza’nın öncekinden daha ağır dayat-
13
20’ler baştan tutsaktır Yaz Toplumsaldır Bir an dikkat seslerinin ensesinde sonsuz bir karanlık oluşur. Yanardağın ağzından dört bir cepheye yayılan şimşek süresindeki acıdır. Budur sağır ya da kör ya da dilsiz ya da tatsız ama hisli ölümün gelişi. Beş duyudan bir ya da birden fazlasının aksadığı anı bulur. Öyle anı bulur ki sadece canı yanan suçlu olabilsin. Kaza diye zihinlere öfke ve acımayı kararak kaydedilir bir iş cinayeti. Gençler ordusu çalışır herkesten önde çalışır. Gülerek, şakalaşarak, akla ziyan küfürlerle takarlar birbirlerinin boynuna zincirleri. Kölelik bu dile kolay farkına varınca isyan farz olur. Öfkenin sınırlarında kalıp duyularını tutmak için benliklerini düşünmemeyi bulmuşlardır. Meta, hizmet için zihninin bedeninin ne kadarına ihtiyacı varsa o kadarının sınırıdır bu. Çalışma disiplini denen mutlak itaat beklenir onlardan. Fakat onlar çok iyi bilirler ki çalışma disiplini denen şey patrona hayat veren kâr, onlara ölümcül tutsaklıktır. Toplumun maden ocaklarında yaşayan 20’ler baştan tutsaktır. Damgalı doğar, suçlu yaşar, sabıkalı ölürler. Dosyaları boyunlarında, bir polis otosunun sireninin geceyi yardığı gibi onları belli etmektedir. Kamu güvenliği diye yana yakılanlar, işinin ehli toplum mühendisleri, 20’lerin güvenliği noktasında “su
testisi su yolunda kırılır”, “su akar yatağını bulur” tarzında suyu çıkmış bir yönelime sahiptirler. Bunda şaşılacak hiç bir şey yoktur! Bu gençler de bunu çok iyi bilmektedir. Karakolda müsvetteden, askerde üniformadan, toplumda ATM’lerden sonra gelmekte olduklarını çok iyi bilmektedirler. Onlar için güvenlik kelimesi başlı başına bir boşluğu ifade etmektedir. Devletin madde bağımlılığı üstüne yaptığı çalışmaları oldukça takdir etmekteler, hiçbir zaman bonzaiden, hapa ürün bulmakta sorun yaşamadıklarından oldukça
memnunlar.
Çalışmak elzemdir. Çalışmak için de disiplin. Azar, küfür yetmezse yeri gelir kaba kuvvetle terbiye edilmeye çalışılırlar. Ama bunlardan önce en güçlü silahla en güçlü yerleri hedef alınır. Tahrip edilen ONURLARI… ve bu en sessiz silah ile yapılır. BAKIŞLAR ile. Sanmayın ki ciddiye almazlar. Öyle görünür ama unutamazlar, unutmazlar. Bakışlar ki ağızlardan çıkan salyalı sözlerden, kaba tekme ve yumruklardan çok daha tesirlidir. Yaşamın ta kendisi gibi gerçek ve ikiyüzlüdür. Ve en önemlisi sinsi ve korkaktır. İşte burjuva toplum kendi gereğini yerine getirerek çocuklarına, gençlerine sadece bakarak bile her anı işkenceye çevirebilmektedir. İşin en kanartan, etin kemikten diri diri sıyrılmasındaki acıyı hissettiren ise 20' lerinde bu suçlu – mağdur tiyatrosunda üstlerine yıkılan rollerini iyi bellemiş olmalarıdır. Eğer siz de bu tiyatroda mağduru oynuyorsanız biliniz ki en büyük suçlu sizsiniz. Ey postuna aşık burjuva toplumun nadide bireyleri üstleri başları fason markalı, kafası dumanlı gençlerin tablosundan rahatsız oluyorsanız hiç kusura bakmayın ama Picasso’nun Franco’ya dediği gibi bu sizin eseriniz. Kimisi “şanslıdır”. Kutsal aile devreye girip kollarını façadan kurtarmış ama daha ötesine gidememiştir. İşte ailenin kutsal gücü. Aralarında kimi var özenir okuyanlara kimisi de okumanın gereksizliğini inatla savunur, yanlış yapmayacağının özgüveniyle ama hissedilir onun da içinin yandığı. Aralarında dağlar kadar fark yoktur ama kötüler arasında iyiyi bulmaya çalışmaya benzer. Diplomalı işsizler Asya ise bizim 20'liklerin yaşamı Ortadoğu’dur. Ortadoğu’da nasıl ki ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel krizlerden başka bir şey yoksa bizim 20'liklerde de sirenler hiç bitmez. Krizler aileyi besler, aile ise krizi. Dayanışma diye yutturulur aile sınıfdaşıyla yoldaşlaşmayana. Yazının herhalde tartışılamaz tek tespitine gelirsek o da: Bütün işçilerin çocukları bizim 20'likler gibi hapçı, façalı, bonzaici değildir vesselam ama bizim 20'liklerin arasında da bir tane patron çocuğu yoktur.
İşçi Meclisi okuru
Kışın biriktirdiğin umutlar baharla birlikte filizlenir, yaz ile çiçek açar ama şairin dediği gibi hiç biri olmaz hâlbuki. Bütün kış yaz gelsede başlayan cümleler, belkide denize giderim ya da mangal yaparım diye seçeneklendirdiklerin olmaz çünkü sen ücretli bir kölesindir ve sermaye yazın daha çok kar etmek ister. Tutsaklık hep mahpuslukta olmaz mahpus kılmıştır seni sermaye, seni kirli paslı o fabrika duvarlarına. Yazın toplumsaldır. Örneğin camın önüne bıraktığın saksıda begonya fesleğen bir cümle harika çiçekler aynı güzel çiçeklenir aynı güzellikte kokar. Burada veya dünyanın her hangi bir yerinde ve sen dünyanın her hangi bir yerindeki beyaz siyah yada sarı Afrikalı Avrupalı veya Asyalı doyasıya çekemeden, bakamadan kokusuna güzelliğine aynı seher vakti düşersin fabrika yollarına.Yaz toplumsaldır. Güzeldir ve hep içinde uhde kalır işçilerin. Vurulsam kaybolsam derim Çırılçıplak, bir kavgada Erkekçe olsun isterim Dostluk da, düşmanlık da. Hiçbiri olmaz halbuki Geçer süngüler namluya. Başlar gece devriyesi jandarmaların… Ahmet Arif. Yaz Toplumsaldır Yazın güneşi fena kavurur, kışın sabahın köründe düştüğün yolarda ellerin ceplerinde donarken yürürken yaz gelse demiştin. Yazın güneş erken doğar ve geç batar öyle ya, şimdi bu işin birde gece vardiyası var ve sen o kuyuya düştün, kuyu diyorum çünkü gece vardiyası bir kuyudur. Yazın bütün gece çalışır, yorgunluktan adım atamaz halde eve döner ve yatakta sıcaktan döner durursun, zaten gece uykusunun yerini tutmaz gündüz uykusu vay haline, sinirden kudurursun uyuyamıyorsundur hem sıcaktan hem de kapının önünde çekirdek çitleyip yüksek sesli konuşup gülen çocuk, yaşlı seslerinden. Yaz toplumsaldır. Kimisi Bodrum’da,Türkbükü’nde güneşlenirken kimisi için yaz kapının binanın önüdür, yani eşittir yoksul hep yoksul, burjuva hep burjuva. Sen bunalmışsındır sıcaktan ve sesten kafanı çıkarttığında pencereden o yaz’ın yoksullarıyla karşılaşırsın.”Ooo işin iş gece çalışıyorsun bu sıcakta gündüz çalışsaydın pişerdin” diyen o emekli amcaya: Bak senden 10 yaş büyük şu Avrupalı bisikletle dünyayı dolaşıyor sen belini doğrultamıyorsun, neden kapitalizmden demeye yeltenirsin ki vazgeçersin yaz sıcaktır sen yorgunsundur ve yaz hiç kimseyi tersletmeyecek incittirmeyecek kadar sevecendir.
işçi meclisi
7.Alarm
Yaz Toplumsaldır Yazın yemek yenmez heleki sulu yemek,”iş yerinde” sineklerin tebelleş olduğu olduğu o yemek hanede yağın üzerinde katman oluşturduğu tabldot’un başında acaba yesem mi ölürüm, yemesem mi ölürüm diye düşünürken bıyıkları yeni terlemiş ergen iş arkadaşının sözleri tırmalar kulağını: ”Gördün mü abi şu bikiniyle yakalanmış şunun selülitleri çıkmış” diye şehvetli erotik sözleri. Elindeki gazetenin magazin ekindeki haysiyetsizce sırıtan yarı çıplak güneşlenen kadının o surat ifadesi altında küçük bir yazı,ünlü tekstil firması patronlarından bilmemnenin kızı güneşlenirken yakalandı, üstündeki yağlı tozlu kıyafetine bakar, havasız güneşi bile görmeyen o tekstil atölyesindeki kadın işçileri düşünürsün. Yaz toplumsaldır ve eşittir burada veya Angola’da, ergen bir işçinin zihninde yarı çıplak erotik bir imge iken bilinçli sosyalist bir işçinin zihninde havasız tozlu yağlı ve güneşsiz bir sömürüdür. Byarada ya da Angola’da Burada yada Angola’da hep aynıdır insanlar, Sevilmek ister kadın, Çocuk doymak,korunmak, Erkek iş ister ellerine, Ve dinlenebilmek, Eve dönünce, Burada yada angolada, İnsan insanca yaşamak ister sözün kısası. Ölüler verdiniz, Ölüler veriyorsunuz hergün bize, Açlık ve dayak ölüleri, Kurşun ölüleri, Ağlayalım diye. Bakın bayım, Gök heryerde mavi, Orada yada burada. İnsan sever alabildiğine göğü görmeyi, Oysa mavi kalmıyor bize, Hapisanelerimizde,iş yerlerimizde ve evimizde, Sizin duvarlarınız yüzünden sanırım, Yada balkonlarınız kapatıyor mavimizi. Adı bilinen,bilinmeyen her ülkede, insan bir gariptir bayım, Siz pek bilmessiniz sanırım, İnsan hep aynıdır, Önce küser mavisiz ve ekmeksiz, Sonra kızar işsizliğe ve ölülere, Yaşamaya mecbur değildir elbet, Ama yaşamaya mecbur olmasa bile, Yaşatmalıdır çocuklarını, İnsan düşünmeye başlar bayım, İnsan konuşmaya başlar, Ve alışır direnmeye…. Sennur Sezer
İşçi Meclisi okuru Metal İşçisi
14
işçi meclisi
İşçi Sınıfı ve Rekreasyon Rekreasyon kelime anlamı olarak; yenilenme, yeniden yaratılma veya yeniden yapılanma anlamına gelen Latince ‘recreation’ kelimesinden gelmektedir. Bunun yanı sıra çok çeşitli tanımları bulunmaktadır. Kişilerin zorunlu ihtiyaçlarının dışında uyumak, yemek yemek ve çalışmanın dışındaki kalan zamanında, bireylerin dilediği gibi zevk alarak özgürce yaptığı aktif veya pasif olarak katıldıkları etkinlikler diyebiliriz. Türkiye’ de çok uzun bir geçmişe sahip olmayan rekreasyon kelimesini, en çok da nefes alınamayacak duruma gelen kent merkezlerinde çok küçük park alanları ve içindeki spor aletleriyle tanıyoruz. Tabi bu park alanlarının genellikle oksijenin bol olduğu! trafiğin yoğun aktığı yerler, caddeler hatta otobanların kenarında olunca sağlıklı yaşamı varın siz düşün. Tabi bu dediklerimiz her yer ve her bölge için düşünülemez. Özellikle burjuvazinin yaşadığı semtleri kent yapısını düşünce bu dediklerimiz yine işçi sınıfı için geçerli semtler ve mekanlar oluyor. Her şeyde olduğu gibi rekreasyonda da iki sınıf yani burjuvazi ve işçi sınıfı karşı karşıya. IPSOS Araştırma şirketinin Aralık 2013 anketine göre Türkiye’deki insanların %22’si çok mutlu hissettiklerini söylemektedirler. Gallup Araştırma şirketinin 2014 verilerine göre de, Türkiye yaşam standartları, yaşam kalitesi, yaşam doyumu, yaşamdan keyif alma gibi açılardan en düşük sıradaki ülkelerden mutluluk sıralamasında 103. ülke. Bir işçinin yaşamında rekreatif etkinlikler işçinin kendini yeniden üretmesinde hayati bir rol oynamaktadır. Yaşam doyumu, yaşamdan keyif alma gibi alt başlıklar düşünülünce bir insanın mutluluğuyla kendini yeniden üretmesi arasında dolaysız bir bağ bulunmaktadır. İşçi sınıfının rekreatif etkinliklerde bulunmasında bir çok engel bulunmaktadır. Bu engellerin en öne çıkanları uzayan çalışma süreleri, işyerlerine ulaşmada yolda geçen zaman gibi serbest olarak tanımlanabilecek zamanın alabildiğine daralmış olması ve ağır fiziksel efora dayalı çalışma koşulları olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu engellerden kaynaklı, kalan kısıtlı serbest zaman, işçi tarafından kendisini yeniden üretme noktasında başat bir rol oynayan, işçinin etkin olduğu rekreatif etkinliklerden ziyade pasif rekreatif etkinliklere ayrılmaktadır. Bu pasif rekreatif etkinlikler genellikle televizyon karşısında uyuya kalma ya da tatil günlerinin uzun bir bölümünü uyuyarak geçirme tarzında oluyor. Uzun çalışma sürelerine ilişkin ilk değerlendirmemiz (Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı İş Teftiş Kurulu Başkanlığı, Metal Sektöründe Çalışan İşçilerin Çalışma Koşullarının İyileştirilmesi Programlı Teftişi Sonuç Raporundan) İlgili raporda “Dünyada ve ülkemizde yaşanan ekonomik kriz ve piyasa daralmaları, rekabetin artması gibi nedenlerden, mamul ve yarı mamul ile enerji kullanımında tasarruf yapılamayacağından, çalışan sayısı düşürülerek, daha az ücrete daha uzun süreli
çalıştırma, ara dinlenmelerinin düşürülmesi, gerçek ücretlerin kayıtlara yansıtılmaması gibi kanun dışı tedbirler alınmaktadır.” denilmektedir. İşçiler cephesinden yansıması ise gene aynı raporda “Ülke genelinde olduğu gibi, metal sektöründe faaliyet gösteren işyerlerinde, çalışma saatlerinin yasal sürelere çekilmesi halinde, eleman artışından kaynaklı maliyet artışlarına yol açacağı ve bunun da diğer işverenler nezdinde haksız rekabete yol açacağı yolunda işverenlerden, net ücret seviyelerinin düşük olması nedeniyle, işçilerden olumsuz tepkiler alınmış olup, fazla mesai yapılması ve yıllık bazda 270 saati aşmasında çalışanlarında talebinin olduğu, denetim safhasında kanun maddeleri ve hükümleri hatırlatıldığında, çalışanlarında tepki göstererek fazla mesai yapılmaya devam edilmesini talep ettikleri görülmüştür. “Sorunu çözmesi gerekenlerin, asgari ücretin yoksulluk sınırının dörtte biri olduğu bir noktada fazla çalışmayı işçinin talebiyle açıklamaya yönelmesi, uzun çalışma sürelerinin devam edeceğinin de bir açıdan altını çizmektedir. Rapor 2011 tarihli olup, durum tespitinden öte gidemediğindendir ki, Metal Sektöründe örgütlü Birleşik Metal İş Sendikasının 2015 Metal Patronlarıyla görüşmesindeki 11 temel talebin, 4 ü zamanla ilgilidir. Yıllık izinlerin gaspından, dinlenme, yemek sürelerinin kısalmasına ayrıntıya girdikçe zamanla ilgili talepler artmaktadır. “Burası günlük 27 lira karşılığında haftada 60 saat çalışılan bir ülkedir!
Haftada 60 saat çalışılmasına karşı yasal çalışma süresinin 45 saat olduğu bir ülkedir!” (Birleşik Metal İş Sendikası, MESS görüşmesine ilişkin kamuoyu deklarasyonu, 10 Ocak 2015) Çalışma süreleri sorun olarak orta yerde durmakta, ama sorun olarak kabullenilmesine rağmen kısalacağı yerde uzamaktadır. Karl Marx Kapital’de “Değişen sermaye aynı kalır, ve böylece aynı sayıda işçiyi, fazla çalıştırılan zamanın karşılığı ödensin ya da ödenmesin, aynı nominal ücretle çalıştırırsa, mutlak artı-değerin artışı ya da artı-emek süresinin ve dolayısıyla işgününün uzaması, değişmeyen sermayenin nispi değerini, toplam sermayeye ve değişen sermayeye kıyasla azaltır, gene, artı-değer miktarında bir büyüme ve artı-değer oranında olası bir yükselme bir yana, böylece, kâr oranı artar. İş günündeki bir uzama, bu yüzden, fazla çalışmanın karşılığı ödense, ya da hatta, belli bir noktaya kadar, normal iş-saatine göre daha iyi ödeme yapılsa bile kârı artırır” der. (Marx, Kapital 3.cilt Beşinci Bölüm,1. Kısım) Marx’ın ortaya koyduğu gibi uzun çalışma süreleri kapitalizme içkindir ve kapitalizm işçinin serbest zamanını, işçiden almaya devam ettiği ölçüde işçinin rekreatif gelişiminde en büyük engeldir.
Ankara’dan bir İşçi Meclisi okuru
15
işçi meclisi
Neoliberal kapitalizmin doğa yıkımı: Yılın ilk yarısında 5 bin can aldı İçinde bulunduğumuz 2015 yılının henüz ilk 6 ayında, iklim krizi ve aşırı hava olayları, en az 5 bin kişinin ölümüne yol açtı. Uzmanlar, yılın ikinci yarısında can kayıplarında daha büyük artış olabileceği doğrultusunda uyarılarda bulunurken, felaketin büyüklüğü küresel medyada haber bile olmuyor.
Yılın ikinci yarısında Avustralya ve Hindistan, Pakistan, Endonezya’da büyük bir kuraklık, ABD ve Güney Amerika’da ise aşırı yağmur ve sel baskınları, Avrupa’da ve özellikle Britanya’da ise son 50 yılın en büyük soğuk dalgası bekleniyor. Pasifik OkYonusu’nda normalin çok üzerinde ısınmanın yol açtığı “El Nino efekti”yle birlikte küresel iklim değişikliğinin dünya çapında yol açtığı aşırı sıcaklık ve soğukluk dalgaları, sel baskınları, fırtınalar, tayfun ve hortumların sıklık ve şiddeti artıyor. Dünyanın pek çok ülkesinde işçilerin ve yoksulların pirinç, mısır, buğday, şeker gibi temel tarım ürünlerinde kıtlığa ve yeni bir gıda zamları dalgasına yol açabileceği belirtiliyor. Hindistan’da ülke tarihin gördüğü ikinci büyük
sıcaklık dalgasında, son 1 ay içinde 2500 kişi öldü.
Pakistan’da 40 derecenin üstüne çıkan sıcakların yanısıra, klima ve fan yüklemesinin enerji sistemini çökertmesi ve elektrik kesintileri nedeniyle 1200 kişi öldü, çok sayıda şehirde 1 hafta boyunca neredeyse yaşam durdu. Sağlık Bakanlığı 40 binden fazla insanın aşırı sıcaklar nedeniyle fenalaştığını, hastanelerde yer kalmadığını, durumun acil olduğunu açıkladı. Bu Pakistan’da son 35 yılın en büyük sıcak dalgası, morglarda ve polikliniklerde yer kalmadığı ve acil tedavilerin sokakta yapıldığı bildiriliyor. Güney Amerika, Karaipler, ABD ve Afrika’da bir dizi bölgede ise aşırı sıcaklar ve yağmursuzluk nedeniyle kuraklık baş göstermiş durumda. Tropik fırtınalar ve sel baskınları nedeniyle, ABD’de 400, Malawi’de 200, Mozambik’te 85, Madagaskar’da 50 kişi öldü. ABD’de sel baskınları
nedeniyle 250 bin kişi evlerini terk etmek zorunda kaldı. Şili’de 30 bin kişinin etkilendiği aşırı hava olaylarında 125 kişi öldü. Gana’da sel baskınlarında 25 kişi, yine sel baskının yol açtığı bir petrol istasyonundaki patlamada 200 işçi öldü. Çin’de fırtına ve hortumlarda bu yılın ilk 6 ayında en az 500 kişinin öldüğü belirtiliyor. Yangtze Irmağı’ndan geçen bir hortum bir yolcu gemisini batırdı, 454 yolcunun 440’ı öldü. Mayıs ayındaki fırtınalar Meksika’da 15 kişinin ölümüne yol açtı. Pasifik tayfunları, Filipinler, Japonya ve Vietnam’da 25 kişinin ölümüne yol açtı.
Küresel kapitalizmin sonucu: Aşırı ısınma arttı
Son dönemlerde artan sıcaklığın hepimiz farkındayız. İstanbul’da dahi geceleri yatılamaz hale grldi. Çalışma koşulları sıcakla dahada bi zorlaştı. Bilimsel kuruluşlar mevsimlerdeki keskinleşmeye dikkat çekiyor, dünya, ya çok sıcak; ya çok soğuk şeklinde iki iklime döndüğünü söylüyor. Geçtiğimiz günlerde Çin’de kuraklık nedeniyle 250 bin kişi içme suyu sıkıntısı çekmeye başladı. Pakistan’da sıcaktan insan 1800 kişi öldü, 8 bin kişi sıcak çarpması sonucuyla tedavi gördü. Hindistan’da 2 bin kişi öldü… Türkiye’de özellikle olanakları pek olmayan insanların serinlemek için girdikleri güvensiz yüzme alanlarında boğularak öldüler. “Atmospheric Chemistry and Physics Discussion” dergisi küresel sıcaklığın 2 derece daha artmasıyla 2030 kadar insanları mahvolmuş bir dünyanın beklediğini yazıyor. Yalnız küresel ısınmanın ve çevresel felaketler aynı iş cinayetlerinde olduğu gibi kaderle açıklanmayacağı ortada. Bu sadece kendinden iklim ve ekoloji soruna indirgenmesiyle de çözülemez. Neoliberal kapitalizm son dönemde artan şekilde hükümet ve şirketlerin piyasası olarak sadece ekonomik sömürü, gericilik, eşitsizlik, çatışma, savaş, katliam, iş cinayetleri, göç, sefalet ve işsizlik de değil aynı zamanda doğal kaynakların azami kar edinmenin bekası için fosil gibi ilkel üretim tekniklerinden ziyade, artan geri dönüştürülemeyen kirletici ambalaj endüstrisi, donanım ve çip üretiminin birikimi ve atıkları sorunlarıyla da karşı karşıya. Bugün kırsal alanların dahi “Yeşil yol” projesinde olduğu gibi betornarmeleşmesi, mahfedilmesidir. Ekonomik, siyasal, sınıfsal, sosyal sorunlar, kent, mekan sorunu, eşitsizlik sorunu, savaş sorunu, üretim sorunu başlı başına ekoloji sorunuyla birebir bağlıdır. Emeğin korunması mücadelesi de gün geçtikçe doğanın, hayvanın korunması mücadelesiyle ortak olarak neoliberal piyasa köktenciliği ve despotizmi olarak, insanların, hayvanların ve doğanın yok olması tehdidine karşı komünist perspektifle örgütlenmesi gerekiyor.
İstanbul’dan İşçi Meclisi okuru
devrimciproletarya.net