YH , VFL O HU 7RSO XP Politik Gündem ve İşçi Hareketi 1929: Sovyetler Birliği’nde Tarihsel Bir Dönemeç Sohbet-Tartışma: Ertuğrul Kürkçü Geçiş Süreci Üzerine Teorik Bir Deneme
tarafından hazırlanmıştır
www.solyayin.com
YH , VFL O HU 7RSO XP
Z
Yayınevi
İŞÇİLER VE TOPLUM 6 Aylık Siyasi Dergi Ekim 1988
Dizgi- Baskı : Yaylacık Matbaası
Z YAYINEVİ Babayani Sok. İpek Han No : 10, Kat: 2 Binbirdirek – İstanbul
Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü : A. Yurdakul
— İşçiler ve Toplum’a gelen yazılar, hukuki sakıncalar dışında, hiçbir değişiklik yapılmadan aynen yayınlanır. — İşçiler ve Toplum’da yayınlanan yazılar kaynak gösterilerek kullanılabilir. — İşçiler ve Toplum cezaevlerindeki okuyucular için ücretsizdir; sendikalardan yapılacak başvurulara % 40 indirim yapılır. Yurtdışı fiyatları: Federal Almanya : 6 D Büyük Britanya : 2 £ Fransa : 18 FF
YH , VFL O HU 7RSO XP İÇİNDEKİLER —6. Sayı Üzerine
5
—Politik Gündem ve İşçi Hareketi Hakan MAHMUTOĞLU M.A. BULUT
9
—1929 Yılı: Sovyetler Birliği’nde Bir Dönemeç Mehmet ALİ BULUT
17
—Sohbet - Tartışma: Ertuğrul KÜRKÇÜ
50
—Yeni Bir Üretim Tarzına Geçiş Süreci Üzerine Bir Teorik Deneme Nihat ÇINAR
74
Z
Yayınevi
destek@solyayin.com
6. SAYI ÜZERİNE İşçiler ve Toplum’un 6. sayısı 1917 Ekim Devrimi’nin 71. yıldönümü günlerinde çıktı. Ekim Devrimi, sosyalist demokrasinin ilk başarılı olgusu olarak, devrimci Marksist gelenek içinde ayrı bir öneme sahiptir. Çünkü 1917 Ekim Devrimi’ne ulaşana kadar, sosyalist bir toplum projesi üzerine olan tüm önermeler ve tartışmalar aynı zamanda bir dizi soyut ihtimaller tartışması idi. Ancak 1917 Ekim’i ile birlikte bu tartışmalar somut ve canlı bir gerçekliği içerdiler. Artık yaşananlar tartışılıyor ve bunların dönüştürülmesi yolları ele alınıyordu. Aradan geçen 71 yıllık süre ise, dünya sosyalistlerine tüm bu tarih-bilgi ve deney birikimini de kullanarak tartışma ve kendi sosyalizm projelerini şekillendirme olanaklarını sundu. Artık elde teorik-politik bilgi birikimine ek olarak, doğrudan toplumsal-sınıfsal pratik içinde şekillenmiş olan ampirik bilgiler toplamı da vardı ve tartışmalar tüm bu deneylerin eleştirel bir değerlendirmesini de içermek zorundaydı. Elbette ki tarih anlatımı, sadece olanların rapor edilmesi ve bunların her türlü değerden arındırılmış olarak sadece tarihsel veriler biçiminde ardarda sıralanması olarak anlaşılmamalıdır. Ele alman verilerin seçimi bile, önemli olan ve olmayan üzerine bir yargıyı içerir. Buna ek olarak her tarih anlatımı, belirli ta-
6 ● İŞÇİLER VE TOPLUM rihsel gelişmeleri etkileyen ve yönlendiren nedenler, koşullar ve güçler üzerine yorumları da içerir. ‘Tarihsel süreci belirleyen güçler nelerdir?’ sorusuna farklı cevaplar verilebilir. Örneğin geleneksel tarih, bu güçleri ‘büyük adamların’ ve politik azınlıkların eylemlerinde arar. Marksistler ise tarih anlatımlarını, çalışan nüfusun yaşam, çalışma koşulları ve eylemleri zemini üzerinde oluştururlar. Böylelikle emekçi kitlelerin sosyal ve politik mücadeleleri ile, nasıl tarih yaptıkları ve dünyayı nasıl değiştirdikleri gösterilir ve tarihsel süreçleri belirleyen güçler burada aranır. Bu yaklaşımlar elbette ki sadece bir soruya verilen farklı cevaplar olarak kalmazlar. Bu cevapların her biri aynı zamanda muhataplarının politik bilinci ve sık sık tekrarlanan şu ünlü dünya görüşü üzerinde etkide bulunur onu şekillendirir. Dünya-tarihsel süreçteki tarih anlatımı bazı dönemlerde her zamankinden daha farklı olarak, gündelik politikanın bir parçası haline gelir. Böylesi dönemlerde her tarih anlatımı, hele hele bir toplumsal projenin - şu durumda sosyalizm projesinin - şekillendirilmesine ilişkin tartışmalar gündemde ise, işte o zaman tarihsel deneyimler ve o tarih anlatımının içindeki politik unsurlar daha büyük bir önem kazanırlar. Tekrar 1917 Ekim Devrimi’ne ve sosyalizm projesine dönecek olursak, hangi koşulların etkileri ile ve hangi nedenlerle 70 yıl sonra, bugün içinde bulunulan noktaya gelindiğinin cevabı verilebilmelidir. Bundan da öte, kendi sosyalizm projemizin şekillenmesinde, aktüel ve önemli bir kısmı da tarihten devralınmış olan sorunlarla baş edilebilmesi için, 70 yıldır yaşanmış olan tarihsel deneylerin hangilerinden, nasıl faydalanabileceği de tartışılmalıdır. Şüphesiz ki, bir toplumda tarihsel öncüller belirli temel koşulları yaratırlar ve politik gelişmeler bunların üzerinde yaşanır. Ekim Devrimi ertesinde Sovyetler Birliği’ndeki sürece geri toplumsal ve sınıfsal ilişkiler, iç savaş, karşı-devrim, işçi sınıfının fizikî ve örgütsel açıdan uğradığı şekilsizleşme vs. gibi özellikler damgasını vurmuştur. Ancak bu koşulların yaşanacak olan tarihsel gelişmeleri de vazgeçilmez bir biçimde determine ettikleri (belirledikleri) anlamına gelmez. Çünkü tarihte bu tür mutlak belirlenmeler yoktur. Her tarihsel durum kendi içinde gelişme alternatiflerini de içerir. Ve bu temel koşullar belirli politik güçler için uygun, belirli politik güçler için ise daha az uygun gelişme olanakları taşırlar. Bu noktada, gelişmelere hangi bilinçle veya yöntemle müdahale edildiği önem kazanır. Yine tarihten ve Rusya’dan örnek verecek olursak, Lenin’in 1905 Dev-
6. SAYI ÜZERİNE ● 7 rimi ertesinde partiye, Nisan Tezleri ve Ekim ayaklanması sırasında devrim sürecine müdahaleleri, en son olarak da ilk ikisi gibi başarılı olmasa da, ölümünden önce parti ve devlet bürokrasisine karşı önerileri hatırlanabilir. Bu örneklerin her birinin o günün koşulları içinde farklı ve çok daha geri olan alternatifleri de vardı. Bu gerçekliğin kavranması son derece önemlidir. Aksi halde deterministfatalist bir yaklaşımı benimsemek de mümkündür. Örneğin tarihsel öncüllerin yarattığı temel toplumsal koşulların Stalin’in eline birer veri olarak geçmiş olduğu bir tespittir. Ancak, bu koşulların olumlu yöne doğru dönüştürülmesi için o dönemde yapılması gerekenlerin yapılmaması ve en önemlisi yapılmış olanların çarpıklığı ve yanlışlığı, daha doğrusu bunların devrimci Marksizmle uyuşmaz oldukları da bir diğer kaçınılmaz tespittir. Maddî koşulların varlığı şüphesiz ki, tarihsel gelişme alternatiflerini ortadan kaldırmaz. İşte Ekim Devrimi’nin 71. yılında okurlarımızdan gelen devrim sonrası sürecin temel koşullarına ve bunlar üzerindeki müdahalelere ışık tutan iki değerlendirme yazısını yayınlıyoruz. ‘1929 Yılı Sovyetler Birliği’nde Tarihsel Bir Dönemeç’ başlıklı yazıda, Sovyet iktidarının gelişmesi ve dönüşmesi üzerinde önemli sonuçları olan 1929 yılı değerlendiriliyor. İç savaş sonunda üretimin durumu, yaşam ve çalışma koşulları gibi temel toplumsal sorunları ele alan yazar, aynı zamanda bu alanlarda üretilmiş olan çözüm önerilerine ve uygulamalara da değinmektedir. Devlet, parti, sendikalar, Sovyetler gibi kurumlarda yaşanan gelişmeler ile, Sovyet işçi sınıfının Ekim Devrimi sonucu elde etmiş olduğu bir dizi kazanımı yitirme sürecinin birlikteliğini vurgulayan yazar ekonomik, sosyal ve politik alanlardaki ve üretim sürecindeki değişiklikleri kapsamlı bir biçimde ele alıyor. Önemli ve zengin tarihsel malzemeleri içeren bu yazı, bir dönemin gelişmelerinin arka planına ışık tutuyor. Bir önceki sayımızda, 20li ve 30’lı yılların en can alıcı tartışmalarından biri olan ‘tek ülkede sosyalizm’ konusu tarihsel bir düzlemde ele alınmıştı. Bu kez ise, yine bir okurumuzun göndermiş olduğu, ‘Yeni Bir Üretim Tarzına Geçiş Süreci Üzerine Bir Teorik Deneme’ başlıklı yazıda bu tartışmanın teorik boyutu ele almıyor. Kapitalist üretim tarzının temel özelliklerine değinen yazar, bu üretim tarzının uluslararası, yani bir dünya ekonomisi düzeyindeki varoluşunu ve bunun aşılması koşullarını inceliyor. Kapitalizmden çıkışın ekonomik, politik, ideolojik ve birbirine paralel işleyen düzeylerde olması gerektiğini ileri süren yazar, yeni bir üretim tarzının bu üç düzeyde eski kapitalist üretim tarzına eklemlenme ve onu tasfiye etme sürecini tartışıyor. Sosyalizmin bir üretim tarzı mı, yoksa bir
8 ● İŞÇİLER VE TOPLUM geçiş süreci mi olduğu konusuna değinen yazar, bu sürecin özelliklerini ele alıyor. Geçiş süreci tartışmaları için bir başlangıç oluşturabilecek olan bu yazı, ‘tek ülkede sosyalizm’ tartışmalarının da skolastik bir noktadan kurtarılması ve güncelleştirilmesi potansiyellerini içeriyor. Sohbet-Tartışma bölümünün bu seferki konuğu Ertuğrul Kürkçü, konusu ise glasnost ve perestroyka’dan başlayarak, 1917 Ekim Devrimi’ne kadar uzanan süreç. Bugün olanları anlayabilmenin ve yorumlayabilmenin yolu şüphesiz ki, tarihte olanları kavrayabilmekten geçiyor. İşte bu sohbette bugün ile teorik-tarihsel bağın ilişkisine değiniliyor. Bir dönemin olaylarına ve tartışmalarına değinilen, sohbetin Türkiye sosyalist hareketi ile ilgili olan ikinci bölümünü ise bir sonraki sayımızda yayınlayacağız. Son olarak ‘Politik Gündem ve İşçi Hareketi’ başlıklı yazıda, Türkiye’nin referandum ertesinde içinde bulunduğu politik ve ekonomik koşullar ele almıyor. Gerek burjuva gerekse işçi sınıfları arasındaki gelişmelerin taşıdığı olasılıklar üzerinde durulan yazıda, içinde bulunulan bu durumda nasıl gündelik politika yapılması gerektiği değerlendiriliyor. Yazıda vurgulanan ve dikkat çekilen bir gelişme iktidar blokundaki istikrarın sarsılması ile, işçi hareketinin kendini yeniden şekillendirmesi süreçlerinin aynı zaman dilimine denk düşmesi ve bu durumun genel olarak sosyalistlerin önüne ciddi görevler ve olanaklar çıkarmasıdır. HATIRLATMA Daha önce yayınlanmış bulunan İşçiler ve Toplum’un son iki sayısının çıkış tarihleri gözden kaçmıştır. İşçiler ve Toplum’un dördüncü kitabı Mart 1988’de, beşincisi ise Temmuz 1988’de yayınlanmıştır. Keza beşinci sayısındaki ‘Yeni Sayı Üzerine’ başlıklı yazı, İşçiler ve Toplum imzasını taşır. Okurlarımızın gönderdiği yazıları yayınlama uygulamamızı bu sayımızda da sürdürüyoruz. Okurun veya yazarın kendi üslubu ve özgünlüğü içinde, kaleme aldığı yazı(lar) övgüye veya eleştiriye lâyık görüldüğünde, bunun ilk muhatabı yine yazı sahibidir. Bunu dikkate almayan yaklaşımın teksesci anlayışı değiştirebildiğini ileri sürmek abestir. Teksesciliğin ise bugüne kadar dünya ölçeğinde sosyalizme verdiği zararlar ve yarattığı tahribatlar saymakla bitmez.
İşçiler ve Toplum
POLİTİK GÜNDEM VEİŞÇİ HAREKETİ Hakan MAHMUTOĞLU Mehmet Ali BULUT
Son altı yılda yaşanan referandumların üçüncüsü ‘hayır’lı sonuçlandı. Böylelikle bir yanda referandumun hukuki gerekçesi olan Özal hükümetinin yerel seçimleri erkene alma hedefi gerçekleşmemiş oldu. Öte yanda ise bir tür güven oylamasına dönüşen referandumda özellikle Özal ve ANAP’ın desteklemiş olduğu ‘evet’ oyları % 35’e takıldı kaldı. Özal’ın ‘12 Eylül öncesine geri döneriz ha!’ korkutmacısı tutmadı. Toplumun en az % 65’i bu tehdide kulak asmadı. Patronlar için sürecek bir istikrar da çoğunluğun umurunda değil. Bu sonuca ulaştıran, bu sonuçla birlikte hızlanan ve önümüzdeki günlerde ve aylarda yolu açılan gelişmeleri özenle ele almak
gerekiyor. Çünkü tüm bunlar Türkiye’nin politik açıdan ilginç bir dönemece girdiğinin işaretlerini taşıyorlar. 1989’un geçmiş yıllara göre, gerek ekonomik gerekse politik alanlarda daha canlı bir hareketliliğe sahne olacağı görülüyor. Ekonomik alandaki sorunlar ağırlıklarını arttırıyorlar. Politik alanda ise ilk önce bir genel yerel seçim yaşanacak ve bunun sonuçlarına göre, yüksekçe olan bir erken genel seçim ihtimalinin gerçek olup olmayacağı belirlenecek. Tüm bunlara ‘89 sonundaki Cumhurbaşkanlığı seçimini de eklemek gerek. Öte yanda ise 600.000’in üzerinde işçinin delik deşik olmuş olan toplu sözleş-
10 ● İŞÇİLER VE TOPLUM meleri 1989 Mart’ında gündeme gelecek. Sendikal alanda yaşanacak olan şube, merkez ve Türk-İş kongrelerini de unutmamak gerek. Teker teker değinelim. EKONOMİ TEKLİYOR Politikada daha hareketli günlere doğru gelinirken, yaratılmaya çalışılan ‘her şey yolunda gidiyor’ havasına ve Özal’ın kendinden emin tavrına rağmen Türkiye ekonomisinin durumu daha da ağırlaşıyor. Ekonomik mekanizmanın dişlilerinden uygunsuz sesler geliyor. Büyük sermaye tarafından diğer sınıflar üzerinde, birçok başka ülkedeki kapitalisti imrendirecek bir baskı kurulmuş olmasına ve önemli direnmelerle karşılaşılmadan keyfî yönetimin sürdürülmesine rağmen, Türkiye ekonomisinin zaten çürük bir zemine oturan dengeleri daha da bozuluyor. Özal’ın bir kez daha hükümetin patronluğunu üstlenmesinden bu yana geçen yaklaşık bir yıl içinde enflasyon tam anlamıyla ‘80 öncesine’ döndü ve üç haneli rakamlara dayandı. Sermaye kesimlerinin sermayelerini ‘80 öncesine’ göre, birkaç kez katlamalarına (1979 yılında millî gelirden ücretlilerin aldığı pay % 32,79, kâr faiz - rant gelirlerinin payı ise % 42,88 idi. 1987’de ise bu oranlar % 17 ve % 65,4 oldu. 1988’de ise kâr -faiz - rant kesiminin payını % 73’e yükselteceği, ücretli kesimin payının ise % 13-14’e düşeceği tahmin ediliyor.) rağmen 2. Özal iktidarından şikâyetleri artmaya başladı. Bugünlerde yalnızca işçiler değil, patronlar da yakmıyor. Yerlisinden yabancısına, ticaret odalarından sanayici derneğine, IMF’sine kadar pekçok sermaye çevresi ‘ekonomideki kötü gidiş-
ten’ bahseder oldu. 24 Ocak’tan, 12 Eylül’den ve Özal’dan pek memnun olduğunu bildiğimiz sanayiciler bile sen günlerde feryat ediyorlar. Özellikle banka sermayesi ile içice geçememiş, işlerini yürütmek için kolay ve ucuz kredi bulamayan sermaye kesimleri burjuvazi içinde şikâyetlerin başını çeken kesimi oluşturuyor. % 120’ye varan kredi maliyetleri sermaye sınıfının bu kesiminin canını yakıyor. Bu durum ise kaçınılmaz olarak yatırımların durmasına yol açıyor. Daha küçük sermaye kesimlerinin, büyük sanayi burjuvazisinin dayattığı programlardan zarar görür hale gelmesi ve sermayesini büyük sermayeye kaptırma kaygısı, bu kesimleri Özal’ın ‘icraatına’ karşı olmaya itiyor. Bunlara ek olarak, Özal’ın büyük sanayi burjuvazisini ve onların bankalarını her daim kollaması ve ‘serbest piyasa ekonomisi’ adı altında büyük sermayeye piyasayı belirleme tekelini sağlaması da bu durumdan çıkarları zedelenen kesimlerin tepkisini çekiyor. Öte yandan gelir dağılımının aşırı derecede bozulması ve enflasyon oranının ücretlere göre çok büyük bir hızla yükselmesi, ücretlilerin alım gücünü düşürüyor. Böylece iç pazara dönük çalışan sanayicilerin buzdolabı, çamaşır makinası, televizyon gibi pekçok malını satın alacak geniş kitlelerin bunları alabilecek paraları olmuyor. ‘Tamamı taksitle’ ya da ‘şimdi alın yüzde bilmem kaç ucuza alın’ gibi sözüm ona kolaylık sağlayıcı uygulamalarla bile sorun çözülemiyor. Böylece zor durumda kalan patronların bir kısmı da enflasyondan, mallarına olan talebi düşürdüğü için, şikâyetçi
İŞÇİ HAREKETİ ● 11 oluyorlar. Gerek burjuvazi gerekse iktidar tarafından sermayeyi de tehdit etmeye başlayan ekonomideki darboğaza ‘ilk çare’ olarak enflasyonu düşürmek uygun görülüyor. Enflasyonu düşürmek için piyasadan para çekildiğinde iflâslar ve para kıtlığı artıyor. Bu ise üretimin ve arzın düşmesine yol açıyor. Sonuç yine yükselen fiyatlar oluyor. ‘86 ve ‘87’de uygulanan ekonomiyi ve üretimi büyütme programları ise yetersiz kapasite nedeniyle, üretimden daha hızlı artan talep baskısı altında yine fiyatları yükseltiyor. Böylelikle fiyatlar genel düzeyinin sürekli ve hızlı olarak yükselmesi demek olan enflasyon, ANAP iktidarının giderek en güçlü rakibi haline geliyor. Toparlayacak olursak çeşitli sermaye çevreleri, örneğin banka sermayesi ile bankadışı sanayi sermayesi arasındaki çelişkiler derinleşiyor. Bu durum iktidar bloku içindeki istikrarın bozulmasına yol açıyor. Bu gelişme ise burjuva sınıfının tümünü arkasına alma gerekliliğini özellikle bu dönemde şiddetle duyan siyasî iktidarın hesaplarını altüst ediyor. Tüm bunlar yürütmeyi güçlendirmeyi ve muhalefetin geliştiği kanalları tıkamayı amaçlayan iktidarın durumunu ciddi ölçülerde sarsıyor. Sonuçta bu gelişmeler, politik alanda ve giderek ekonomik alanda ANAP ile burjuvazi arasındaki temsil ilişkisinin süratle aşınmasına ve bir temsil ilişkisi krizinin yaşanmasına yol açıyor. DIŞ BORÇ GİRDABI Enflasyonla birlikte dış borç sorunu da ekonominin can alıcı gündemini oluşturuyor.
Bugün Türkiye’nin dış borçları 50 milyar dolar civarında. Bu rakama Doğu Avrupa ülkelerine olan borçlar ve askerî borçlar dahil değil. TÜSİAD’ın raporlarında yapılan tahminlerde bile, dış borçların en çok 5 yıl içinde 60 milyar doları aşacağı belirtiliyor. Türkiye’yi yönetenlerin yaptıkları hesapların bir türlü çarşıyı tutmayışı sonucu, yalnız yüksek faizli kısa vadeli borçlar 1987 yılı sonunda 12 milyar dolara çıkmış bulunuyor. Bu borçların 7 milyar dolarlık kısmının geçen yıl içinde alınmış olması, Türkiye’nin dış borç batağına geçmiş yıllara göre çok daha hızlı girdiğini kanıtlıyor. Dış borçların, çalışanların yarattıkları değerlerin toplamı demek olan yurt içi hasılanın yüzde 75’ine ulaşması, iç kaynakların büyük bir bölümünü dış borç ödemelerine yöneltiyor. Ücretli çalışanların daha da yoksullaşmaları pahasına dış borçlar ödeniyor. Ama bu ödemeler bile kısa vadeli yeni borçlar alınmadan, yani borçlar daha da artmadan yapılamıyor. Borç almadan parmağını kıpırdatacak hali yok Türkiye’nin. Ne gerçekte şişirilmiş bir balon olan ‘ihracat hamlesi’, ne turizm gelirleri ne de ülke ekonomisinin bir başka kaynağı dış borçları karşılayabilecek güçte değil. Öte yandan 1986 sonundan bu yana uygulanan ‘seçim ekonomisi’nin de körüklediği, karşılığı olmayan para basma ve giderek artan iç borçlanma yüzünden kısa vadeli dış borçların önümüzdeki dönemde daha da artması kaçınılmaz. IMF-Dünya Bankası gibi emperyalizmin karar ve denetim merkezlerinin ve büyük sermayenin, tasarruf yapılması yönündeki baskıları siyasî iktidarı bu yönde kararlar almaya zorluyor. Ancak kemerleri aşırı sıkmanın kendisini politik arenada zor
12 ● İŞÇİLER VE TOPLUM durumda bırakacağını bilen iktidar sermayenin bu isteklerini gerektiği gibi uygulamakta güçlük çekiyor. Ancak tüm bu gelişmeler kredi ve döviz darboğazına zemin hazırlıyor. Döviz kıtlığı baş gösterdiğinde üretim ve dolayısıyla kâr için gerekli petrol ve makinaların ithalâtı duruyor. Değirmenin suyu kesilince tüm sermaye kesimlerinin çıkarları tehlikeye giriyor. Bu noktadan sonra ise Türkiye’de bildik senaryo olan ‘istikrar paketleri’ uygulamaya konuluyor. İstikrar paketlerini işçilerin ve diğer ücretli çalışanların itirazlarının sürdüğü bir ortamda uygulamak kolay olmadığı için de daha baskıcı siyasal rejimlere kapı açılıyor. Tüm bunları değerlendirdiğimizde ekonominin yönetimi burjuvazinin elinde kaldığı sürece, darbeli ya da darbesiz sonu gelmeyen istikrar paketlerinin birinden bir diğerine geçilip durulacağını söyleyebiliriz. Bunun bizim için tek anlamı ise, haklarımızın gaspına ve daha fazla kemer sıkmaya yönelik dayatmalar olacak. GREVLER Tarihlerinde ilk kez greve çıkan SEKA’lı işçilerle birlikte, bugün yaklaşık olarak 14 bin işçi grevde bulunuyor. Bunun ötesinde Türk-Metal’e bağlı 90 bin, Çelik-İş’e bağlı 5 bin ve Harb-İş’e bağlı 5 bin işçinin toplu sözleşmelerinin bağıtlanmasından sonra bile onbinlerce işçiyi ilgilendiren toplu sözleşme görüşmeleri uyuşmazlıkla sonuçlanmış durumda. 1988 başından bu yana ülke genelinde
uyuşmazlığa giden işçi sayısı 400 bini aşmış bulunuyor. Buna ek olarak 100 bini aşkın işçi adına toplu sözleşme görüşmeleri halen sürüyor. 1963-1980 yılları arasında yapılan grev, greve katılan işçi sayısı ve grevlerde kaybolan işgünü sayısı bakımından en yüksek noktaya ulaşılan 1979 ve 1980 yılları dahi 1987 yılının gerisinde kaldı. 1988 yılında greve çıkan işçi sayısı ise, halen 1987 yılındaki grevci işçi sayısının altında olmasına rağmen süren uyuşmazlıklar gözönüne alındığında 1988’in 1987’yi aşma eğilimi içinde olduğu söylenebilir. 1988’in ilk yedi ayı içinde 161 işyerinde 143 grev yapıldı ve grevlerde kaybolan işgünü sayısı 522 bini aştı. Teksife bağlı 120 bin işçiyi ilgilendiren, Zonguldak ve Türkiye Kömür İşletmeleri’nde çalışan 70 bin işçiyi kapsayan toplu sözleşme görüşmelerinin uyuşmazlıkla sonuçlanması durumunda 88’in son aylarında grevci işçi sayısı artabilir. Ayrıca Sümerbank’ın 28 fabrikasında çalışan 32 bin işçinin başlayan toplu sözleşme görüşmelerinin de uyuşmazlıkla sonuçlanması bekleniyor. Grevci işçi sayısının artıp artmayacağı önümüzdeki günlerde belli olacak. Ama bugünden belli olan, işçilerin mücadelesinin önümüzdeki dönemde daha da gelişeceğidir. İETT ve belediye işçilerinin uyguladıkları iş yavaşlatma, toplu viziteye çıkma, çöp toplamama gibi eylemlerin daha da artacağını tahmin etmek güç değil. 1988’i 1987’den farklılaştıran kendiliğinden eylemlerin, özellikle petrol ve maden işkollarının grev yasağı bulunan bazı
İŞÇİ HAREKETİ ● 13 bölümlerinde, örneğin TKİ’de sürmesi beklenebilir. Grev yasağı bulunan işkollarında grev hakkının geri alınması, mücadelenin önemli bir yanını oluşturacak. Öte yandan MESS ve siyasî iktidara karşı yürüyüş yapan metalürji işçileri veya Denizli Cam işçileri örneğinde olduğu gibi, işçilerin sık sık polisle ve siyasî iktidarın zorbalıklarıyla karşı karşıya gelmeleri şaşırtıcı olmayacak. Ya da Harb-İş’in ABD üslerindeki satışı örneğinde olduğu gibi, işçiler, sendika bürokratlarının kapalı kapılar ardında almterlerini yok pahasına satışlarına ve giderek artan sınıf uzlaşmacılığına tanık olacaklar. Bu arada Noramin’deki gibi kararlılığın getirdiği başarılar yaşanacak. Ama tüm bu gelişmeler işçilere her alanda daha örgütlü mücadele yürütmeleri gerektiğini iyice öğretecek. Sınıf mücadelesi; işçiler için bu en faydalı okul, önümüzdeki dönemde daha bir zenginleşecek. MESS ANLAŞMASI‘NIN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ Resmi enflasyon rakamlarının üzerinde ücret artışı yapmamakta sözleşmiş gibi davranan patronların; hem de işçilerin mücadelesini bastırmak için en azılı yöntemleri kullanmaktan çekinmeyen MESS patronlarının geçtiğimiz günlerde ilk yıl için yüzde 115 ilâ 130 arasında ücret artışına razı olmaları hem düşündürücü hem de bazı ipuçları verici nitelikte. Özal’ın durumunun kritikleştiği referandumun bir gün öncesinde MESS patronları son dönemdeki en yüksek ücret artışına imza atarak eski başkanlarına açık
bir destek verdiler. Ama bu desteği verirken bir fedakârlık da yapmamış oldular. Çünkü metal işçilerine yapılan ücret artışı zaten gerçek enflasyon oranı düzeyinde. Resmi enflasyonun kış şartları da göz önüne alındığında yüzde 100’lerin üzerine çıkacağı artık herkes tarafından kabul edilen bir gerçek. Öte yandan ise referandumla birlikte yükselmiş olan genel politik tansiyonun metal işçilerinin yoğun olduğu İstanbul, İzmir ve Bursa’da başlayacak büyük grevlerle artması engellenmek istendi. Sermaye sınıfı işçilerin yeniden şekillenme sürecine gerekli anlarda müdahale etmeye büyük önem vermektedir. Yaygınlaşabilecek bir metal işçileri grevinin sınıfın kendi örgütlülüğüne ve mücadelesine önemli bir hız vereceği bilinen bir gerçektir. İşçilerin kendi mücadeleleri ve örgütlenmeleri ile haklarını almalarını engellemek, böylelikle kolektif davranışın ve özgüvenin gelişmesini önlemek sermaye sınıfının MESS kanadının bilinçli bir tercihi olmuştur. Bir başka faktörü ise MESS’in Türk-İş üzerindeki hesapları oluşturmaktadır. Bütün MESS patronlarının büyük bir heyecanla destekledikleri Türk-Metal, bu sonuçla gerek Otomobil-İş gerekse diğer sendikalar karşısında avantajlı bir duruma gelmiş oldu. Ayrıca son Türk-İş kongresinde de başkanlığa oynadığı açıkça ortada olan Mustafa Özbek’e de pozisyonunu kuvvetlendirici bir destek verilmiş oldu. Bir yandan da ‘80’den bu yana görülen görece yüksek ücret artışı küçük-büyük sermaye kesimlerinin şikâyet ettiği piyasa
14 ● İŞÇİLER VE TOPLUM durgunluğuna da bir çare olarak düşünülüyor. Görece yüksek işçi ücretlerinin ilk elde piyasadaki alış verişi canlandıracağım hesaplayan patronlar, verdikleri paranın yeniden kendi ceplerine dönmesini sağlamış olurken, hem de fabrikalardaki ve diğer üretim birimlerindeki huzursuzlukları en azından bir müddet daha kontrol altına alabileceklerini düşünüyorlar. Ayrıca bundan sonra dur-durak dinlemeyecek gibi gözüken enflasyon artışının, bugün alman ücret artışlarını çok kısa bir sürede sıfırlayacağı ve gerçek ücretleri aşağıya doğru çekmeye devam edeceği de artık kimsenin gizlisisaklısı değil.
Kaygının kaynağı ise 12 Eylül’ün moda kavramı olan depolitizasyonun artık işlemez hale gelmiş olmasıdır. Özellikle 1986 yılından bu yana, politizasyonun istikrarlı bir biçimde arttığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu ise, hiçbir biçimde küçümsenmemesi gereken bir eğilimdir. Depolitize olmuş bir toplumun ve sınıfın bireyleri haklarım aramak, korumak ve geliştirmek konusunda adım atamazlar. Sosyalist faaliyet, gözlerimizin önünde cereyan eden toplumsal değişim sürecine bilinçli bir müdahaledir. Depolitizasyonun topluma egemen olduğu dönemlerde sosyalist faaliyet nefessiz kalmaya mahkûm olur.
DEPOLİTİZASYONDAN POLİTİZASYONA
POLİTİKA YAPMANIN BAZI İLKELERİ ÜZERİNE
Özal’ın ve diğer sermaye sözcülerinin son aylarda sık sık sözünü ettikleri ve yakındıkları bir durum da seçim ortamından kurtulunulmamasıdır. Geriye dönüp baktığımızda, Kasım 1983 ile Eylül 1988 arasında 5 kez ülke çapında, bir kez ise bölgesel olarak sandık başına gidilmiş olduğunu görüyoruz. Ortalama olarak 10 ayda bir, son iki yılda ise ortalama 6 ayda bir sandık başına gidilmiş oluyor. Özal ve sermaye sınıfı açısından bu durumun iki sonucu var. Herşeyden önce her seçim dönemi aynı zamanda bir ‘seçim ekonomisi’ni de beraberinde getiriyor. Seçim ekonomisi ise, oy kazanma kaygısı ile iç piyasada iplerin zorunlu olarak gevşetilmesi anlamına geliyor.
Politizasyonun arttığı bir dönemde, gündelik mücadelelere katılmanın ve bunları geliştirebilmenin önemi ortaya çıkmaktadır. Ancak tam da bu noktada sorunlar yaşanmaktadır. Çünkü nihaî hedef üzerine teorik tartışmalar yapmak, yorumlarda bulunmak hatta kimi zaman bunlar üzerine uzlaşmak veya anlaşmak mümkündür. Gündelik politika yapmak ise, bazen tartışmaya bile pek fazla zaman ayıramadan adım atmayı gerektirir.
Seçim dönemlerinin bir diğer yol açtığı sonuç ise, politik alandaki canlılığın tüm topluma bir biçimde yansıması oluyor.
Atılan adımlar kimi zaman rahatsızlık, tereddüt veya güvensizlik gibi faktörleri içerse bile, karar almak ve uygulamak bu gündelik politika sürecinin vazgeçilmez eylemleridir. Çünkü sınıflar mücadelesi bu gündelik politika alanında olur ve bu mücadeleye burada katılmak gereklidir. Nihaî hedeflerle, gündelik mücadelenin hedefleri arasındaki bağlar işte bu alanda kurulur ve
İŞÇİ HAREKETİ ● 15 bir dizi teorik mülâhazanın sonuç olarak gündelik mücadele alanına tercüme edilip edilemediği de burada görülür. Nasıl yapmalı? sorusunun cevabı burada verilmek zorundadır.
reket içinde yapmakta olduklarını nasıl algıladıkları da değerlendirilmelidir. Ancak bunlar gözönüne alındığında, nesnel hareketin hızlanmasına katkıda bulunabilmenin olanağı oluşur.
Sosyalistlerce açık olsa bile, kitleler açısından henüz açık olmayan hedeflere yönelik mücadelede bireysel boyut ile sınıfsal-toplumsal boyutu bağdaştırabilmek çoğu zaman zordur. Burada bir an bile gözden yitirilmemesi gereken, ileri hedeflere yönelik mücadelenin işçi sınıfının o andaki sınıf şekillenmesinin zeminine basmadan ve onun üzerinde yükselmeden yapılamayacağıdır.
Bu katkının veya nesnel harekete bilinçli bir müdahalenin yapılabilmesi için ‘Nasıl Yapmalı?’ sorusuna cevap verebilmek gerekir. Bu ise, nesnel hareketin ortaya çıkardığı taleplerin ve bunların işçi örgütlerindeki yansımalarının anlaşılması ile mümkündür. Bu taleplerin bir kısmı sosyalistler için geri talepler olabilirler. Ancak bunlar o anın verileridir. Daha ileri taleplerin ortaya çıkabilmesi, daha doğrusu bunların kitleselleşebilmesi, o andakilerin kazanılmasına veya bunları aşacak bir şekillenmenin yaşanabilmesine bağlıdır. İşte tüm bu süreç boyunca sosyalistler, gelişmeleri ve değişiklikleri yakalayabilmenin araçlarını oluşturmalı, olmakta olan durumu sınıfın geniş kesimlerinin bilincine çıkarmak için mücadele etmelidirler. Yani harekete bilinçli olarak katılmak, olmakta olanı buna bilinçsiz olarak katılan diğer işçilere anlatmak, bilinçli olarak katılanların sayısını arttırmak ve böylece hareketin ivmesini hızlandırmak gündelik sosyalist politikanın vazgeçilmez parçasıdır.
Gündelik mücadelede, ulusal çaptaki politik alanda karşılaşılan sorunlar karşısında ve yaşanılan ortamın içinde, işçi sınıfının durumu ve bu konjönktürden çıkarken elde etmesi muhtemel kazançları arttırmanın yolu üzerinde durmak gerekir. Bir başka deyişle, aynaya bakarak değil, işçi sınıfının o andaki durumunu değerlendirerek politikalar üretmek ve saptamak gereklidir. Bir dizi sosyalist ise, özellikle aynaya bakarak ve orada sadece kendilerini ve diğer sosyalistleri görerek politika yapmayı seçmektedirler. NASIL YAPMALI, NE YAPMALI? Herhangi bir politik karar vermeden önce gözönüne alınması gereken soyut teorik öncüller değil, işçi sınıfının o andaki durumudur. Yani doğması beklenen konjönktürde, işçi sınıfının nesnel hareketinin ne yöne doğru ilerlediğini tespit etmek gerekmektedir. Ayrıca işçilerin bu nesnel ha-
1984’den bu yana sınıf şekillenmesi, ufak ufak kazanımlarla yükseliyor. Öncü işçiler sınıfın mücadele yeteneğine olan güvenlerini yeniden kazanmaya başlıyorlar. Her yeni kazanım bu özgüveni arttırıyor. İşte bugün sosyalistlerin her atacakları adım bu şekillenmenin hızlanmasına yönelik olmalıdır. Politikalarımız işçi sınıfının kolektif davranma yeteneklerini geliştirme, bilinçli
16 ● İŞÇİLER VE TOPLUM öncü ve sosyalist işçilerin sayılarının artması, bunların özyönetim ve özdenetim örgüt biçimleri ile tanışmalarına yardım etme ve bunları teşvik etme yönünde olmalıdır. Dikkatlerimiz kısa vadede sınıfın kendi mücadelesi ile elde edebileceği ufaklı büyüklü her türlü olası kazanımlar yönüne çevrilmen ve yoğunlaştırılmak, bunların elde edilmesi halinde hangi yeni taleplerin ve şekillenmelerin gündeme geleceği tespitine yönelmelidir. SONUÇ OLARAK Gelişmekte olan süreçte kapitalist ve işçi sınıfları içindeki eğilimleri toparlayacak olursak, şöyle bir tabloyla karşılaşıyoruz. İktidar bloku içinde 12 Eylül darbesi ile birlikte kurulmuş olan istikrar bozuluyor. Bunun siyasi alandaki ifadesi, ANAP ile burjuvazi arasındaki temsil ilişkisinin bozulmaya başlamasıdır. Bir başka deyişle, burjuvazinin 80’den bu yana oluşturmuş olduğu şekillenmesi sarsılıyor. Öte yanda 1984’den bu yana, Türkiye işçi sınıfı yeni bir şekillenme süreci yaşıyor. İşçiler bugün yeniden kendi sınıf çıkarlarını diğer sınıfların çıkarlarının karşısına dikmeye başladılar. İşçilerin kolektif davranabilme yeteneği ve özgüvenleri gelişiyor. Uzun yılların suskunluğu ve eylemsizliği yavaş yavaş aşılmaya başlandı. Burada Önemli bir noktayla karşı karşıya kalınmaktadır. Eğer işçi sınıfının şekillenme süreci, ister üretim sürecinde isterse üretim birimlerinde, örgütsel ifadelere bürünemez ise, o zaman gerek devletin baskısı (pek çok açıdan halen 12 Eylül
döneminin içinde yaşanmaktadır) gerekse burjuvazinin çeşitli müdahaleleri (bkz. MESS anlaşması, tensikatlar vs.) bu şekillenmeleri dağıtabilir veya gelişmesinin önünü bir süre için kesebilir. Demek ki, bir taraftan işçi hareketinin gelişmesi için gündelik mücadeleyi geliştirmek; dayanışmayı örgütlemek; gerçek bir grev ve toplu sözleşme hakkı için mücadele etmek; tüm sendikalarda ve üretim birimlerinde işçilerin kendi iradelerini yansıtacak, denetleme ve yönetme Özelliklerini geliştirecek bir anlayışı güçlendirmek gerekmektedir. Öbür taraftan ise, bu hareketin politik anlamda örgütlü biçimler kazanmasına çalışmak gereklidir. Bu örgütlenme adımlarından bugün için en fazla yokluğu hissedilen işçilerin politik örgütlenmesidir. O nedenle, bu yöndeki çabaları da, genel hareketin gelişmesi çabalarının yanı sıra bir an bile elden bırakmamak gerekmektedir. Öncü ve sosyalist işçilerin bağımsız bir politik örgütlenmenin gerekliliğini kavramaları ve bu kavrayışı bir davranışa dönüştürmeleri ile önemli adımlar atılabilecektir. Böylelikle hareketin aktığı ve geliştiği kanal ile; bu olan bitenin tarihsel anlamlarının gündelik mücadele içinde açıklandığı ve öncü işçilerin siyasal kültür ve deneyimlerinin arttırıldığı kanal bir birleşme eğilimine girecektir. Sosyalistlerin bugünkü görevi, birlikte ve büyük bir özenle bu kanalları birleştirmektir. Sorun işçi sınıfının yanında yer almadan onu kurtarmaya çalışmak değil, işçi sınıfının kurtuluşunun kendi eseri olacağı bilinci içinde, gerçekliğin yani hareketin fikre yaklaşması için çalışmaktır.
1929 YILI: SOVYETLER BİRLİĞİNDE TARİHSEL BİR DÖNEMEÇ İlhan ÇAKIR 1929 yılıyla başlayan ve ‘plan ekonomisi’ne geçiş olarak adlandırılan dönem, hem uluslararası sosyalizm hem de Sovyet işçi sınıfı açısından tarihsel bir öneme sahiptir. Bu yıl, 1917 Ekim Devrimi’yle birlikte gerçekleşen Sovyet İktidarı’nın gelişmesi ve dönüşmesi üzerinde de belirleyici bir rol oynamıştır. O nedenle bu dönemde olup bitenleri açıklayabilmenin önemi büyüktür. 1929 yılı sonrasındaki gelişmeler, uluslararası düzeyde sosyalistler arasında farklı biçimlerde açıklanmış ve Sovyetler Birliği’nin niteliği konusunda yanıtlar aranmaya çalışılmıştır. Bu farklı açıklamalar arasında kabul gören ve yaygın durumda olan eğilimleri üç gruba ayırmak mümkündür. Birinci eğilimi geleneksel resmî sosyalist anlayış oluşturur. Bu eğilimin açıklaması gayet basittir: 1929 yılında
18 ● İŞÇİLER VE TOPLUM SSCB’de ‘sosyalizmin kuruluşu’ hızlandırılmış, son sömürücü sınıf olan kulakların tasfiyesi gerçekleştirilmiş, ‘sosyalizmin düşmanları’ ortadan kaldırılmış ve sosyalizmin ‘belirleyici özelliği’ olan plan ekonomisine geçilmiştir. Bu önlemlerle birlikte de 1936 yılında ‘sosyalizmin kuruluşu’ tamamlanmıştır. Böylece 2. Enternasyonalin, sosyalistler arasında uluslararası çapta egemen kıldığı şu formül bir ideoloji olarak yerleşmiştir: Sosyalizm — devlet mülkiyeti + plan ekonomisi. Dolayısıyla bu anlayış için üretim araçlarının, doğrudan üreticilerin kolektif mülkiyetinde olması ve onların ekonomiyi kendi ihtiyaçlarına göre örgütlemeleri asıl belirleyici ölçüt değildir. Yani, ölü emeğin canlı işgücü üzerindeki egemenliğinin ortadan kalkması ve emeğin özgürleşmesi sosyalizmin en temel özelliği olarak görülmez. Bu nedenle bu sosyalizm anlayışı, devletçilik ve plan ekonomisi adı altında kapitalist iş sürecinin temel özelliklerinin devam ettirilmesine ve korunmasına dayanmaktadır. İkinci eğilimi Troçkist anlayış oluşturur. Bu anlayış 1936 yılında Troçki tarafından yazılan ‘İhanete Uğrayan Devrim’ adlı eserde şekillenmiştir. Troçki’ye göre SSCB, ‘dejenere olmuş bir işçi devleti’-dir. Bu dejenerasyon ise Troçki için politik bir niteliktedir. Diğer bir deyişle bu üst-yapıda gerçekleşmiş olan bir dejenerasyondur. Troçki’ye göre de işçi devleti, devlet mülkiyeti ve plan ekonomisidir. 1929 yılı ile birlikte her alanda devletleştirme gerçekleştiğinden ve plan ekonomisi egemen olduğundan, Sovyetler Birliği’nin 1929 sonrasında girdiği yol Troçki tarafından anlaşılmaz ve işçi devleti olmakla çelişmez. Hatta Troçki, 1929 yılı üzerine olan görüşlerini «Stalin sola dönüşle birlikte işçi devletini kurtarmıştır»1 diyerek açıklar. Üçüncü eğilim ise Avrupa Komünizmidir. SSCB’deki gelişmelerle ilgili görüşler, toplu halde Ellenstein tarafından yazılmış olan ‘Stalinizmin Tarihi’ adlı eserde yer almaktadır. Bu görüşler, bütün Avrupa komünistleri tarafından kabul görmüştür. Ellenstein’a göre: «Sovyet Devrimi ve Stalinist politika, sosyalist bir ekonomi ve toplumsal düzen yaratmıştır. Fakat aynı zamanda barbar önlemler kullanılmıştır»2.
1929 YILI: BİR DÖNEMEÇ ● 19
Bu görüşler de geleneksel Stalinizmin sosyalizm anlayışına uygun düşmektedir. Çünkü bu kez de, her alanda devlet mülkiyetinin gerçekleşmesi ve planın yerleşmesi sosyalizmle özdeşleştirilmektedir. Ellenstein’a göre, Stalin 1929 sonrasında bunları uygulamış ve ‘sosyalizmin kuruluşu’nu gerçekleştirmiştir. Fakat bu arada barbarca yöntemler kullanılmış ve ‘pratikte bir sapma’ ortaya çıkmıştır. Stalinizmi, pratikte atılmış yanlış adımlara indirgeyen Avrupa Komünizmi, doğal olarak 1929 yılındaki dönemeci açıklayamaz. 1929 yılı sonrasındaki gelişmelerin olumlu karşılanması (sosyalizmin gerçekleşmesi için atılan adımlar anlamında), sahip olunan ikameci sosyalizm anlayışından kaynaklanmaktadır. Bu değerlendirmede işçi sınıfı sorunun merkezine konulmamakta ve sosyalizm işçi sınıfı adına kurulan bir toplumsal yapı olarak değerlendirilmektedir. İşçi sınıfı adına davranan parti ve örgütlerin eylemi ve önlemleriyle sosyalizmin gerçekleşebileceği düşüncesinde olanlar, 1929 yılı değerlendirmesini de bu bakışla yapmaktadırlar. Bu arada Gorbaçov öncülüğünde başlatılmış olan ‘reform girişimleri’, yeni bir akımın daha oluşmasına zemin hazırlamaktadır. Bu ‘reform girişimleri’, 1929’dan itibaren SSCB’de olup bitenlerin analiz edilmesini de adileştirmektedir. Bu yapılmadığı sürece ne Gorbaçov’un ‘reformları’ anlaşılabilir ne de SSCB’deki egemen bürokrasinin ideolojisinin niteliği üzerinde anlaşmak mümkün olabilir. Uluslararası düzeydeki burjuva basınında olduğu gibi, sol basında da Gorbaçov’un Stalinizmle ve Stalin dönemiyle hesaplaşmaya başladığı sürekli vurgulanmaktadır. Bu iddianın sahipleri, iki noktayı birbirine karıştırmaktadırlar; o da, Stalin’in yaşadığı zaman ve mekânda ortaya çıkmış ve çeşitli sonuçlara varmış olan Stalinizmle, bu dönemde oluşturulmuş olan siyasî yapıların, kurumların ve ideolojinin sentezi olan Stalinizmi aynı görme eğilimidir. Halbuki, bu ikisini birbirinden ayırmak Stalinizmin değerlendirilmesinde belirleyici bir öneme sahiptir. Birinci şekliyle Stalinizmi yargılamak, bir ölçüde Stalin’in şahsını eleştirmek anlamına gelmektedir. Bu, belli ölçülerde yaşanmışı, tarihi yargılamaktır. Fakat Stalinizm birinci şekliyle artık geride kalmıştır. Buna karşılık egemen bürokrasinin resmî ideolojisi, kurumları ve dayandığı siyasî temeller hâlâ yaşamaktadır. Bu nedenle Stalinizmden kopmak ve bu ideolojiyle hesaplaşmak, ikinci anlamdaki Stalinizmi yargılamakla mümkündür. Aksi takdirde Stalinizmi eleştirir görünüp
20 ● İŞÇİLER VE TOPLUM onu savunmak ve devam ettirmek egemen hale gelir. İşte bu anlamda, sol içinde karşımıza neo-Stalinizmin çıkma olasılığı büyüktür, hatta çıkmaya da başlamıştır. İşte bu nedenden ötürü, 1929 yılı sonrasında SSCB’deki gelişmeleri sağlıklı biçimde ortaya koymak büyük önem kazanmaktadır. Bu yazıda bu yapılırken uzun bir tarih anlatmaktan ziyade, önce Ekim Devrimi sonrası işçi sınıfının kazanımları ortaya konulmaya çalışılacak ve arkasından 1929 yılı sonrasında nasıl bir tarihsel dönemece girildiği ve nelerin gerçekleştiği ele alınacaktır. Bu değerlendirmenin, işçi sınıfının kazanımları açısından yapılması özel bir öneme sahiptir. Çünkü 1917 Ekim Devrimi ile birlikte Rusya’da doğrudan demokrasiye dayalı olan Sovyet Devleti gerçekleşmiştir. Diğer bir deyişle, tarihte ilk defa doğrudan üreticiler iktidar olmuşlardır. Bu nedenle, 1929 yılının değerlendirilmesinde, doğrudan üreticilerin kazanımları, hakları ve faaliyetleri temel ölçütümüz olmalıdır. I — İŞÇİ SINIFI VE DEVRİM Avrupa Devrimi 1917 Devrimi’nin hemen ardından Rus işçi sınıfının önüne dikilen görev, bir yandan emperyalizmin saldırılarına karşı koymak, diğer yandan ise ülke içindeki karşı devrimi bastırmaktı. Bu saldırılar karşısında Sovyet Devleti’nin varlığını sürdürmek ve direnmek birincil görev olmuştu. Bu görevin yerine getirilmesi, Rus Devrimi’nin geleceği açısından çok önemliydi. Çünkü bütün umutlar, o dönemde dünya devriminin merkezi durumunda olan Avrupa devrimine bağlanmıştı. işçi sınıfının her alandaki çıkarlarını savunan Bolşevikler, Rus Devrimi’ni dünya devriminin bir parçası olarak değerlendirmişler ve proleter devrimin ulusal sınırlar içerisinde nihaî olarak başarıya ulaşamayacağına dair var olan en temel Marksist düşünceye bağlı kalmışlardı. Bu düşünce, Komintern’in IV. Kongresi’nde şu biçimde ifade edilmişti: «Dördüncü Dünya Kongresi, bütün ülkelerin işçilerine, proleter devrimin hiçbir zaman tek ülkede bütünüyle zafere ulaşamayacağını hatırlatır. Proleter devrim, uluslararası alanda dünya devrimi olarak zafere ulaşmak zorundadır»3
1929 YILI: BİR DÖNEMEÇ ● 21 Bu düşüncenin savunucusu olan Bolşevikler, Rus Devrimi’nin gerçekleşmesini, devrimin zaferi olarak görmezler. Çünkü dünya ölçüsünde var olan işçi sınıfının devrimi, ancak yine bu ölçüde zafere ulaşabilirdi. Lenin, bunu şu sözlerle gayet açık bir biçimde vurgulamıştı : «Bizim zaferimizin, davamız bütün dünyada zafere yol açarsa, zafer olacağını biliyorduk. Çünkü biz girişimimize dünya devrimi umuduyla başladık. Biz soruna enternasyonalist açıdan baktığımızı ve sosyalist devrim gibi bir girişimin tek ülkede tamamlanamayacağmı sürekli vurguladık»4. Bu sözlerin anlamı gayet açıktır: Rus Devrimi’nin gerçekleşmesi, sosyalist devrimin tamamlanması ve zafere ulaşması olarak görülmez. Ancak, sosyalist devriminin başlaması gündeme gelmiştir. Lenin, «Rus proletaryası, kendi öz-güçleriyle yalnız olarak sosyalizmi tamamlayamaz. Ancak devrim, öyle bir güç sağlayabilir ki, devrimin ancak bu anlamda başlayabilmesi sağlanabilir. Ve bu öyle bir şekilde olur ki, en sadık ve en sağlam yoldaşlarımız olan Avrupalı ve Amerikalı sosyalist yoldaşlar da mücadeleye katılabilirler»5. sözleriyle bu soruna açıklık getirmekteydi. Marksizmin klasik tezlerinden biri olan, sosyalist devrimin ulusal sınırlar içinde tamamlnamayacağı görüşü, böylece Bolşevikler tarafından devam ettirilir. Ve temel görev, Lenin tarafından ‘uluslararası devrim yardıma gelinceye kadar mücadele edilmeli’8 biçiminde tespit edilir. Bütün umutların bağlandığı 1914’ten itibaren giderek yükselen Avrupa devrimi dalgası, 1920’lerin başında geri çekilmeye başladı. Almanya’da, İtalya’da, Avusturya’da devrim atılımları yenilgiye uğradı. Macaristan’da gerçekleşen konsey iktidarı kısa bir süre sonra yıkıldı ve diğer Avrupa ülkelerinde yükselen işçi hareketleri de canlılıklarını kaybettiler. Bu koşullar altında Rus Devrimi yalnız kalmış ve Avrupa devriminden izole olmuştu. Diğer bir deyişle Rus Devrimi, uluslararası devrimin kendisini tamamlamasına kadar yalnız olarak varlığını sürdürecekti. Fakat böyle izole olmuş ve yalnız kalmış bir sosyalist devrimin, varlığını sürdürmesi zordu ve elde ettiği kazançları muhafaza etmesi uzun süreli
22 ● İŞÇİLER VE TOPLUM olamazdı. Bu durum Lenin tarafından da şu biçimde değerlendirilmişti: «Rus Devrimi kendi gücünü kullanarak zafere ulaşabilir, ama elde ettiği kazançları, batıda bir sosyalist devrim gerçekleşmedikçe yalnızca kendi gücüyle asla koruyup sağlamlaştıramaz»7. Rus Devrimi’nin Avrupa devriminden izole olmasına paralel olarak Sovyet toplumunda da değişiklikler ve çeşitli gelişmeler gerçekleşmişti. Her şeyden önce temel görev olarak ön plana çıkmış olan emperyalizmin saldırılarına karşı koymak ve içerde karşı-devrimi ezmek başarıya ulaşmıştı. Artık Rus Devrimi’ni yaşatmak ve varlığını korumak gerekliydi. Sovyet toplumunun içinde bulunduğu ekonomik ve siyasal koşullar ise bunu güçleştirmekteydi. Üretimin Durumu Ülkenin üretici güçleri her alanda tahrip olmuş ve üretimin gerçekleşme olanakları yok denecek düzeye gelmişti. 1913 yılı 100 birim olarak kabul edildiğinde, üretim 1920’de, büyük sanayide 12,8’e, küçük sanayide 44,1’e ve toplam olarak da 20,4’e gerilemişti. Sanayinin yaşamasını ve işlemesini sağlayan maddelerin üretimi ise şöyle bir gelişme göstermekteydi: 1913’te petrol üretimi 9 milyon 543 bin ton iken, 1920’de 3 milyon 837 bin tona; kömür üretimi 28 milyon 870 bin tondan, 8 milyon 483 bin tona; demir üretimi 4 milyon 207 bin tondan, 115 bin tona düşmüştü8. İşçi başına düşen üretim 1913’te 100 iken, 1920’de 24,4 olarak gerçekleşmişti9. Fabrikalarda üretimin gerçekleşmesi için ihtiyaç duyulan üretim araçları kullanılamaz duruma gelmiş ve üretilebilen ürünlerin ve hammaddelerin dağıtımı için gerekli olan bir bölgeden diğer bir bölgeye nakliyat ise yapılamayacak durumdaydı. Bu durum doğal olarak açlık ve sefaletin yaygınlaşması sonucunu üretmişti. İçinde bulunulan bu durumun aşılması, üretimin yeniden düzeltilmesine ve tahrip olan üretici güçlerin geliştirilmesine bağlıydı. Fakat en önemli ve belirleyici üretici güç olan doğrudan üreticilerin durumu da devrim öncesinden tamamen farklıydı. 1917 Devrimi’nde sanayi işçilerinin sayısı 3 milyon 240 bin olmasına rağmen, 1921’e gelindiğinde bu sayı 1 milyon 243 bine düşmüştü. Yani sanayi işçilerinin sayısı 1917’den 1921’e kadar % 60 oranında azalmıştı10. Böylece Sovyet Devrimi’nin öncülüğünü yapmış olan sanayi işçileri çözülme sü-
1929 YILI: BİR DÖNEMEÇ ● 23 recine girmişlerdi. Devrimin temelini oluşturan şehirlerdeki nüfus % 58 oranında azalmış ve bütün şehirlerdeki nüfus kaybı ise % 35 gibi yüksek bir düzeye ulaşmıştı. Hele Moskova ve Petersburg gibi, Bolşeviklerin örgütlenmesinin temelini oluşturan şehirlerin durumu daha da kötüydü. 1917’den 1920’ye kadar Moskova’nın nüfusu % 42,3, Petersburg’un nüfusu ise % 69,4 oranında azalmıştı11. Artık Petersburg ve Moskova birer ölü şehir durumundaydılar. Bu gelişmelerle birlikte işçi sınıfının öncü durumunda olan kesimi, İç Savaş sırasında Kızıl Ordu’ya girerek üretim sürecinin dışına çıktı. Yaklaşık 814 bin işçi İç Savaş’a katılmış ve 120 bini bu savaş sırasında yaşamını kaybetmişti. İşçi sınıfının bir diğer kesimi ise devlet kademelerinde memur olarak görev aldı. 191719 arasında bu sayı 150 bin dolayındaydı. Üretim birimlerinde kalanların bir kısmı ise açlık ve sefaletten ötürü kırsal kesime gitmiş ve burada tarımla uğraşmaya başlamıştı. Bu sayının da 400 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir12. Partinin Üye Yapısı İşçi sınıfının bu atomizasyon süreci, Bolşevik Partisi’nin gelişimini de doğrudan belirlemekteydi. 1917’de üyelerinin % 60’ı işçi olan Bolşevik Partisi, 1921’e gelindiğinde üyelerinin % 41’i işçi olan bir parti durumundaydı. Ancak bunların çoğunluğu gerçek anlamda işçi değildi. İşçi olarak görülen üyelerin çoğu memurdu. 20’li yıllarda tüm partide gerçek anlamda işçi olanların oranı % 8 dolayındaydı13. Diğer bir deyişle, işçi sınıfının partisi olan Bolşevik Partisi, 1920lerin başında devlet memurlarının partisi durumuna dönüşmüştü. Üyelerin geçmişi itibariyle de ilginç gelişmeler vardı. 1922’de yapılan bir araştırmaya göre, bu yılda partinin üyesi durumunda olan işçilerin sadece % 2,9’u 1905-17 arasında partiye katılmıştı. % 66’sı ise 1919’dan sonra üye olmuştu. Memur üyelerinin de % 70’i 1919’dan sonra partiye girmişti. Tüm parti üyelerinin % 2’si 1905-17 arasında ve % 80’i 1919’dan sonra üye olmuştu. 1922’ye göre ise işçi üyelerin üyelik geçmişi ortalama 3,3 ve tüm üyelerin ise 3 yıllıktı14. Bu sayılar da göstermektedir ki, Bolşevik Partisi, artık 1917 Devrimi’nde öncü olan işçilerin partisi olmaktan üyeleri itibariyle yeni bir partiye dönüşmüştü.
24 ● İŞÇİLER VE TOPLUM Devrim öncesinde ve sırasında işçi sınıfının organik parçası olan Bolşevik Partisi, bu özelliğini de giderek kaybetmekteydi. 1922 yılına göre Sovyet Rusya’da sanayi kesiminde 11-50 arasında işçi çalıştıran 14.645; 51-500 arasında işçi çalıştıran 3.280 ve 500’den fazla işçi çalıştıran 476 fabrika olmak üzere toplam 18.401 fabrika bulunmaktaydı. 1922 yılma, göre, Bolşevik Partisi’nin 11-50 arasında işçi çalıştıran fabrikalarda 69 hücresi, 500’den fazla işçi çalıştıran fabrikalarda 317 hücresi ve tüm fabrikalarda toplam 1043 hücresi mevcuttu. Fabrika hücresi bulunan fabrikalarda çalışan işçi sayısı 577.536’ydı. Bu sayı, toplam fabrika işçilerinin yaklaşık % 45’ini oluşturmaktaydı. Yani, Bolşevik Partisi’nin, fabrika işçilerinin yarıdan fazlasıyla ilişkisi yoktu. 11-50 arasında işçi çalıştıran fabrikalardaki işçi sayısı 160.522, Bolşeviklerin bu fabrikalardaki üye sayısı ise 432’ydi. 51-500 arasında işçi çalıştıran fabrikalarda işçi sayısı 479.479, Bolşeviklerin üye sayısı ise 8.309’du. 500’den fazla işçi çalıştıran fabrikalarda işçi sayısı 617.777, Bolşeviklerin üye sayısı ise 11.158’di. 1922 yılında tüm fabrika işçilerinin sayısı 1 milyon 307 bin, Bolşeviklerin fabrika işçisi olan üyelerinin sayısı ise sadece 19.899’du. Diğer bir deyişle, fabrika işçileri arasında üyelik oranı % 1,52’ydi15. Bolşevik Partisi, bir yandan üyelerinin sosyal konumu itibariyle devlet memurlarının partisi durumuna düşerken, diğer yandan da işçi sınıfıyla ilişkisi kopma sürecine girmiş ve üretim birimlerinin dışına çıkmış bir parti görünümündeydi. Yeni Ekonomik Politika (NEP) Yukarıdaki gelişmeleri belirleyen koşulları göz-önüne aldığımızda, Sovyet toplumunun çok sayıda sorununun olduğunu ve büyük güçlüklerin gündeme geldiğini görebiliriz. Beklenen Avrupa devriminin gerçekleşmemesi, Sovyet toplumunun doğrudan sosyalizme geçme şansını ortadan kaldırmıştı. Lenin, Sovyet Rusya’nın bu durumunu şöyle açıklıyordu: «Kapitalizmin, sanayi ve tarım alanında çalışan ücretli işçi sınıfının yeterli derecede gelişmiş olduğu ülkelerde kapitalizmden sosyalizme geçiş mümkündür. Biz birçok çalışmamızda, basındaki tüm açıklamalarımızda Rusya’nın durumunun böyle olmadığını ve sanayi işçilerinin Rusya’da azınlıkta olduğunu ve ezici çoğunluğun köylülerden oluştuğunu vurguladık. Böyle bir ülkede sosyal devrim, şu iki koşul altında nihai başarıya ulaşabilir: Birincisi, bu sosyal devrimin tam za-
1929 YILI: BİR DÖNEMEÇ ● 25 manında bir veya birçok gelişmiş ülkedeki sosyal devrimler tarafından desteklenmesidir. İkincisi ise, proletarya ile köylü nüfusun çoğunluğunun birbiri ile anlaşmasıdır. Öteki ülkelerde devrim gerçekleşmediği sürece, Rusya’daki sosyal devrimi ancak köylülük ile bir anlaşmanın kurtarabileceğini biliyoruz»16. Lenin’in öngördüğü ve belirleyici olan birinci koşul, Avrupa devrimiydi. Bu koşul olmadığı sürece, sosyalizme geçme sorunu değil, aksine devrimi kurtarma ve yaşatma ön plana çıkmaktaydı. Ekim Devrimi’nden hemen sonra bu koruma ve kurtarma sorunu dışarıda emperyalizmin ve içerde karşıdevrimin saldırılarına fizikî olarak karşı koymak biçiminde ortaya çıktı. Bu mücadeleye hizmet etmesi için gerçekleştirilen Savaş Komünizmi, savaşan ordunun ihtiyaçlarının her alanda karşılanmasına ve işçi sınıfının açlık ve sefaletten kurtarılmasına dayanıyordu. Bunların sonucunda karşı-devrim yenilgiye uğratıldı, ancak aynı süreçte Rus Devrimi de yalnız kalmıştı. İç Savaş bittikten sonra iktidarın varlığını devam ettirebilmesi, ekonomik ve siyasal alandaki başarılara bağlıydı. Daha önce belirtildiği gibi ülkenin üretici güçleri tahrip olmuş ve üretim durma noktasına gelmişti. Dolayısıyla ekonominin yeni baştan inşası zorunluydu. Kapitalist dünya pazarının varlığı, Sovyet Hükümeti’nin bu pazarla ilişkilerini geliştirmesini gündeme getirmekteydi. Çünkü ekonomi bu dünya pazarından soyutlanarak yeniden inşa edilemezdi. Fakat bu pazarla ilişkilerin kurulması da ancak meta ve para ilişkilerinin geliştirilmesiyle mümkündü. Bu ise bir anlamda ekonomik alandaki kapitalist kategorilerin varlığının sürdürülmesi demekti. Ayrıca Sovyet Rusya’daki köylü ekonomisi, ülke içindeki pazar ilişkilerinin yeniden canlandırılmasını da ön plana çıkarmıştı. Böylece sanayi ile tarım arasında meta-para ilişkilerine dayalı bir pazar ekonomisi gündeme geldi. Yeni Ekonomik Politika (NEP) olarak bilinen ve hedefi Sovyet Hükümeti’nin kontrolü altında devlet kapitalizmini gerçekleştirmek olan ekonomik politikalar uygulanmaya başlandı. Lenin’in deyişiyle, Yeni Ekonomik Politika, «doğrudan sosyalist inşa değildi»17. Aksine kapitalist dünya pazarının ortasında yalnız kalmış Sovyet iktidarının varlığını sürdürebilmesi için atmış olduğu geri bir adımdı. Ve bu geri adım, Lenin’e göre «ekonomik alanda kapitalizme geri dönüştü»18. Lenin, devlet kapitalizmine dayalı Yeni Ekonomik Politika’yı sosyalizmin örgütlenme prensibi olarak gören ekonomist anlayışı da
26 ● İŞÇİLER VE TOPLUM eleştirdi. RKP (B)’nin 11. Kongresi’nde şöyle diyordu: «Devlet kapitalizmi. Bu kapitalizmi belirli sınırlar içerisinde örgütlemek zorundayız ve şimdiye kadar da örgütlemeyi Öğrenemedik. Tarihte hiç yaşanmamış bir ortam içinde bulunmaktayız. Devrimci öncü proletarya bir yandan siyasal iktidara sahip, fakat diğer yandan da devlet kapitalizmi var»19 Lenin’in buradan çıkardığı sonuç, siyasal iktidarın proletaryanın elinde olması koşuluyla, ekonomik alanda gerçekleştirilen devlet kapitalizminin Sovyet iktidarına hizmet edeceğiydi. Dolayısıyla ekonomik alandaki bu önlemlerden sonra, siyasal iktidarın proletaryanın elinde kalması için mücadele birincil duruma geldi. Ancak bu alanda da Sovyet iktidarını çökertecek nitelikte gelişmeler olmuştu. Devlet - Parti - Sovyetler ve Bürokrasi Karşı-devrim bastırılmasına rağmen, asıl tehlike olarak Çarlık’tan devralman devlet aygıtı varlığını sürdürüyordu. Lenin’in deyişiyle bu devlet aygıtı parçalanmamıştı. Bolşevik Partisi de işçi sınıfının çıkarlarını savunan tek parti olarak kalmıştı. Çünkü öteki tüm partiler 1919’dan itibaren Sovyetlerden çekilmişler ve bu partilerden Kadetler ve Menşevikler, burjuva cumhuriyetin oluşması için savaşmaya başlamışlardı. Bolşeviklerle koalisyon hükümeti oluşturan Sol Sosyalist Devrimciler ise tüm halkın ve özellikle köylülüğün çıkarlarını savunarak, 1918 Sovyet Anayasası tartışmalarında genel oy hakkını gündeme getirdiler ve işçi sınıfı ile köylülüğün eşit oranda temsil edilmesini önerdiler. Bu kabul edilmeyince, köylülüğün çıkarlarını savunarak Sovyetlerden çekildiler ve Sovyet hükümetine karşı silâhlı mücadeleye giriştiler. Böylece Ekim Devrimi sonrasındaki gelişmeler, Sovyet toplumundaki çeşitli sınıfların çıkarlarını savunan partileri de ayrıştırdı. Bu ayrışma sürecinde işçi sınıfının çıkarlarını savunan tek parti olan Bolşevik Partisi, karşı-devrimin bastırılmasından sonra yalnız kaldı. Fakat siyasal alanda Rus Devrimi’nin geleceği için yeni bir tehlike ortaya çıkmıştı. Bolşevik Partisi, yönetici durumunda olan memurların partisine dönüşmüş, işçi sınıfıyla ilişkisi kopma düzeyine gelmiş ve kendine özgü bir aygıt oluşmuştu. Bu parti aygıtı, Çarlık’tan alman devlet aygıtıyla bütünleşince kendisini devlet olarak örgütlemiş oldu. Üyeleri üretim sürecinden koptuğundan, Bolşevik Par-
1929 YILI: BİR DÖNEMEÇ ● 27 tisi’nin devlet olarak örgütlenmesi, üretim sürecinde üretenler ve siyasal alanda yönetenler biçimindeki toplumsal işbölümünün ortaya çıkmasına neden oldu. Böyle bir işbölümü, Sovyet iktidarının doğrudan üreticilerin yönetimi olması özelliğini kaybetmesine neden oldu. Çünkü Sovyet Devleti, üretim sürecinde üretenler ve siyasal alanda yönetenler biçimindeki toplumsal işbölümüne son veren bir devletti. Bu gerçekleşmediği, yerleşmediği ve gelişmediği sürece, oluşturulan siyasal mekanizma, ne sosyalist demokrasi olarak adlandırılabilir ne de kapitalizme özgü olan toplumsal işbölümünün ürünü olan siyasal egemenlik biçimi ortadan kaldırılabilir. Daha önce gösterildiği gibi, Bolşevik Partisi bürokratlaşma sürecine girmişti. Bu süreci tersine çevirecek olan organlar üretim birimlerindeki taban örgütlenmeleriydi. Fakat bunlar da mevcut değildi. Yine aynı şekilde, partinin politikalarını kontrol etmek için doğrudan üreticilerin olanakları da ortadan kalkmıştı. Zaten 1923 ve 1924’-teki Parti Kongreleri’nde bulunan delegelerin meslek durumu da bunu doğrulamaktadır. 12. Parti Kongresi’ndeki delegelerin % 55’i parti ve sovyet memurlarından, % 29’u çeşitli kademelerdeki yöneticilerden oluşmaktaydı. Buna karşılık fabrika işçilerinden gelen delegelerin oranı % 5 civarındaydı. 13. Parti Kongresi’nde ise delegelerin % 65’i parti ve sovyet memurlarından oluşmakta ve fabrika işçilerinin oranı ise % 7’de kalmaktaydı20. Yani işçiler, parti kongrelerinde yok denecek kadar azalmışlardı. Aynı gelişme, devlet organları olarak örgütlenmiş olan Sovyetlerde de ortaya çıkmıştı. Öyle ki, sovyet seçimlerine olan ilgi azalmış ve bir anlamda sovyet örgütlenmeleri uykuya dalmıştı. 1922’de şehir Sovyetleri için yapılan seçimlere katılma oranı % 36,2 ve 1923’te % 38,5’tir. Kırsal alanda sovyet seçimlerine katılma oranı ise 1922’-de % 22,3 ve 1923’te % 35,8’dir21. Bu da gösteriyor ki, Sovyet Devleti’nin örgütlenmesinde doğrudan üreticilerin insiyatifi giderek azalmış ve devlet aygıtı bu üreticilerden bağımsızlaşma noktasına gelmiştir. Buna karşılık sınıftan kopmuş üye yapısıyla Bolşevik Partisi’nin devlet haline geldiğini görebilmekteyiz. Bütün halk komiserliklerinde çalışan kişilerin % 86’sı 1924’te parti üyesidir. Bölge düzeyindeki Sovyetlerin yürütme organında çalışanların % 89’u ve daha alt düzeydeki Sovyetlerde çalışanların % 87’si partilidir. 1924 yılının başında, Bolşevik Partisi’nin üyelerinin % 65’i devlet aygıtının çeşitli kademelerinde bulunmaktaydı22.
28 ● İŞÇİLER VE TOPLUM Parti ve devlet aygıtının sınıftan uzaklaşması hem sınıfın dışında yeni bir güç olarak şekillenmeye başlayan bürokrasiyi ortaya çıkarmakta, hem de Bolşevikler’in elinde kalmış olan devlet iktidarının işçi sınıfının iktidarı olmaktan hızla uzaklaşmasına yol açmaktaydı. Yeni Ekonomik Politika ile, ekonomik alanda devlet kapitalizmine dayanılarak sanayileşmenin Sovyet toplumunu yıkıma uğratmamasının tek garantisi, Lenin’in değindiği gibi, iktidarın proletaryanın elinde olmasıydı. Fakat 1921’den sonra bunun da tehlikeye girdiği görülür. Çünkü, hem parti aygıtında, hem de devlet aygıtında Ekim Devrimi’nin kazanmalarını ortadan kaldırabilecek ve Sovyet Devleti’nin varlığına son verebilecek bir bürokratik kast doğmuştu. Böylelikle Sovyet toplumunun geleceğini belirleyecek olan işçi sınıfı ile bürokratik kast arasındaki mücadele de gündeme gelmeye başladı. 1921’den sonra devrimin korunması artık bürokratik kasta karşı yürütülen mücadelenin başarısına bağlıydı. Bu mücadelenin başarısı için adımlar atılmaya başlandı. Bunların başında, parti aygıtının devlet aygıtından ayrıştırılması gelmekteydi. Sınıftan uzaklaşmış olan partinin, işçi sınıfıyla ilişkisi sağlanmaya çalışıldı ve parti yönetiminde düz işçilerin çoğunlukta olması için mücadele edildi. Sovyet demokrasisinin canlanması ve parti aygıtından ayrıştırılacak devlet aygıtının, üretim birimlerinde canlanacak olan Sovyetler tarafından yeniden örgütlenmesi hedeflendi. Bürokratik kastı altedebilmek için kitle insiyatifleri geliştirildi, anti-bürokratik ve kitle katılımlı çeşitli kampanyalar yürütüldü. 1921’den 1929’a kadar geçen süre içinde bürokratik kastla işçi sınıfı arasındaki mücadelenin nasıl bir görünüm kazandığı, 1929 yılındaki dönemeçte ortaya çıkar. Bu dönemecin Sovyet toplumu için hangi sonuçları yarattığını anlayabilmek, 1929’a kadar uzanan süreç içerisinde işçi sınıfının kazanımlarının bu yıldan sonra ne hale geldiğini ele almakla mümkündür. Sendikalar Tartışması 1921 yılında Yeni Ekonomik Politika’nın uygulanması, Sovyetler Birliği’ni hassas bir noktaya getirdi. Ekonomik alan-da sosyalizmin ilkelerinden geri adım atılmak zorunda kalınması ve ‘kapitalist ilişkiler’in tesis edilmeye çalışılması, Sovyet iktidarını her an çökertebilirdi. Lenin bu konuda şunları söylüyordu: «Satış özgürlüğü, ticaret özgürlüğüdür ve ticaret özgürlüğü kapitalizme
1929 YILI: BİR DÖNEMEÇ ● 29 geri dönüştür. Satışta ve ticarette özgürlük, tek tek küçük ekonomiler arasında meta değişimidir. Marksizmin ABC’sini bilen bizden herkes, satış ve ticaret özgürlüğünün meta üreticilerini sermaye sahibi olanlar ve bu sermayeyi yaratanlar olarak, kapitalistler ve ücretli işçiler biçiminde ayrıştıracağım bilir»23. Görüldüğü gibi Yeni Ekonomik Politika, doğrudan sosyalizmi he-deflememekteydi. Aksine Sovyet toplumunun ekonomik alanda gireceği ‘kapitalist gelişmeyi’ devletin kontrolü altına almaktaydı. Fakat bu ‘kapitalist gelişme’nin Sovyet iktidarını yıkmasına karşı da bir mücadele gündeme getirilmekteydi. Bunun için elde olan araç ise, yalnızca parti ve devlet aygıtıydı. 1921’den sonra parti ve devlet aygıtının sınıftan koparak bağımsızlaştığı ve bürokratik kastlaşmaya dönüştüğü görüldü. Dolayısıyla bu durum, ekonomik alanda ‘kapitalist gelişme’nin sonuçlarına karşı mücadele etmenin ve Sovyet iktidarını korumanın önündeki en büyük engeli oluşturmaktaydı. Çünkü teknik aydınlardan, yani burjuvazinin çeşitli kesimlerinden ve partiden oluşan ‘yeni bir sosyal bünye’ doğabilir ve Buharin’in 1923 yılındaki deyişiyle, bürokratik kastlaşma «yeni bir sınıfa»24 dönüşebilirdi. Bunu önlemenin tek yolu, partinin üretim birimlerine dönmesi ve yeniden sınıfın organik parçası olmaya çalışmasıydı. Fakat bunun için ilk önce atılması gereken adım, parti ile sınıf arasındaki kopuşu aşmak ve birliği yeniden sağlamaktı. İşte sendikalar sorunu da bu konuyla doğrudan ilişki içerisinde gündeme geldi. Bolşevikler arasında devrimin korunması üzerine tam bir görüş birliği mevcuttu. Ayrıca parti ve devlet aygıtında oluşan bürokratik kastlaşmanın tespiti üzerinde de ayrılık yoktu. Ancak devrimin korunması için alınacak önlemler, parti ve devlet aygıtının yeniden inşası için atılacak adımlar üzerine farklılıklar ortaya çıktı. 1920 yılının başında parti üç fraksiyona ayrıldı. Bu fraksiyonlar arasındaki mücadele, sendikalar üzerine olan tartışmalarda şiddetlendi. Troçki ve Buharin’in grubu olarak bilinen sol kesim, sendikaların devletleştirilmesini ve askerileştirilmesini savundu. Troçki’ye göre: «Genç sosyalist devletin, daha iyi çalışma koşulları için mücadelede sendikalara ihtiyacı yoktur... Aksine işçi sınıfını üretimin hedefleri için örgütlemede, eğitmede ve disipline etmede sendikalara ihtiyacı vardır...
30 ● İŞÇİLER VE TOPLUM Sendikalar otoritesini devletle elele uygulamalı ve işçileri tek bir ekonomik planın sınırları içerisinde yönetmelidir»25. Troçki’nin düşüncesine göre, sendikalar devlet aygıtıyla birleşmeli, otonom (özerk) Özellikleri kaldırılmalı ve devletin direktifleri doğrultusunda ekonominin askerileştirilmesinin araçları olmalıydılar. İkinci fraksiyon olan İşçi Muhalefeti, aslında parti ve devlet aygıtındaki bürokratlaşmanın tespitini yapan ve buna karşı mücadele için, önlemlerin alınmasını öneren ilk grup olarak görülebilir. Kollontay şöyle doğru bir tespit yapmaktaydı: «Devrimin son üç yılı içerisinde Sovyet mekanizmasını yarattık ve işçiköylü cumhuriyetini sağlamlaştırdık. Fakat işçi sınıfı, sınıf olarak Sovyet Cumhuriyeti’nde hâlâ küçük bir rol oynamaktadır ve politikanın belirlenmesinde az bir etkinliğe sahiptir» 26. Ancak Kollontay, parti ve devlet aygıtının bürokratlaşmasını önleyecek aracın sendikalar olduğunu söyleyerek, yanlış bir sonuca varmaktaydı. Bu anlayışın sonucunda İşçi Muhalefeti ekonominin yönetiminin sendikalara bırakılmasını önermekteydi. Diğer bir deyişle, ekonominin yönlendirilmesi ve örgütlenmesi sendikalar tarafından gerçekleştirilmeliydi. İşçi Muhalefeti, bürokrasiye karşı işçi sınıfının o günkü koşullarda yaşadığı atomizasyon sürecini ve Sovyet iktidarının ekonomik ve siyasal durumunu göz önüne almadığından önerisi ütopik düzeyde kalmıştı. Bu iki düşüncenin karşısında ise, Lenin’in sendikalarla ilgili belirlemesi yer almaktaydı. Lenin, Troçki’nin Sovyet Devleti’ni işçi devleti olarak değerlendirmesini soyut bulmakta ve bu devleti ‘bürokratik deformasyona uğramış işçi devleti’ olarak değerlendirmekteydi. Hatta Lenin, daha ileri giderek Sovyet Devleti’nin işçi devletinden ziyade, işçi-köylü devleti olduğunu söylemekteydi. Lenin de, İşçi Muhalefeti gibi, bürokratlaşmanın giderilmesini işçi sınıfının özeylemine ve etkinliğine bağlamaktaydı. Fakat o, Sovyet toplumunun ekonomik ve siyasal durumunu göz önüne alarak başka bir sonuca varmaktaydı. Lenin, işçi sınıfının atomizasyon sürecini görüyordu ve kendi deyişiyle, bu süreç proletaryanın deklase olmasıyla belirlenmekteydi.
1929 YILI: BİR DÖNEMEÇ ● 31 Bu durumda ise üzerinde düşünülmesi gereken şuydu: Parti ve devlet aygıtı sınıftan kopar ve bürokratik kasta dönüşürken, buna karşı koyabilecek olan işçi sınıfının sınıf şekillenmesi bozulmuşsa ne yapmak gerekir? Lenin’in, bu soruya cevabı, işçi sınıfının şekillenmesini yeniden canlandıracak araçların gerekliliği yönündeydi. Bunların aracılığıyla işçi sınıfı kendi kendini eğitecek ve gerçekleştireceği öz-eylemlerle birliğini sağlayacaktı. Parti ve devlet aygıtının yeniden düzenlenmesi de işte bu süreçte gerçekleşecekti. Lenin bu düşüncesini şöyle açıklamaktaydı: «Bizim şu andaki devletimiz, örgütlü bütün proletaryanın kendisini ona karşı savunmak zorunda olduğu bir devlettir. İşçi örgütlenmelerini, devlete karşı işçilerin savunulması için kullanmalıyız»27. Lenin’e göre sendikalar, devlet ve parti aygıtından bağımsız, özerk olmalıydılar ve ‘işçi devleti’ne karşı işçilerin çıkarlarını savunmalıydılar. Yani, sendikalar ekonominin planlanmasına ve yönetimine katılmalı, üretimi kontrol etmeli, ücretleri tespit etmeli ve devlete karşı işçileri savunmaya çalışmalıydı. Bunların gerçekleşmemesi halinde ise, Sovyet iktidarının çökebileceği Lenin tarafından belirtilmekteydi28. Troçki’nin ve İşçi Muhalefeti’nin önerileri karşısında, Lenin’in düşüncesi partinin çoğunluğu tarafından kabul edildi ve uygulanmaya çalışıldı. 1921-28 yılları arasındaki dönemde, Lenin’in önerilerinin olumlu sonuçları ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu dönemde üretim birimlerinde, üretimin örgütlenmesi için toplantılar yapılmakta, üretim komisyonlarında alman kararlar fabrika komitesine gönderilmekte ve bu komite ise kararları ve önerileri fabrika yönetimine sunmaktaydı. Dolayısıyla üretimin planlanması ve örgütlenmesi taban örgütlenmelerinde tartışılmaktaydı. Bu işleyişin işçi sınıfının gelişimi üzerinde nasıl bir etki yaptığını, üretimin örgütlenmesi için yapılan tartışma toplantılarına katılan işçi sayısının artışı açık bir biçimde göstermekteydi. 1925’te bu toplantılara katılan işçiler, işçi sınıfının bütününün % 6’sını oluşturmasına rağmen, bu oran 1926’da % 10’a, 1927’de % 15’e ve 1928’de % 30’a çıkmıştı29. Bu gelişme, taban örgütlenmelerinin işçi sınıfının şekillenmesini giderek hızlandırdığını ve işçilerin atomizasyon sürecini gidermeye başladığını açıkça ortaya koymaktaydı. Fakat işçi sınıfının toparlanmaya ve giderek ekonomik ve siyasal yaşama aktif olarak katılmaya başlaması, bürokratik kastın varlığını da tehdit etmekteydi. 1928 yılma gelindiğinde, parti ve devlet aygıtını elinde tutan bürokrasi işçi sınıfına
32 ● İŞÇİLER VE TOPLUM karşı açıktan saldırıya girişti. 1928 yılındaki 8. Sendika Kongresi’nden sonra, «sendikal aygıt yukarıdan aşağıya doğru tamamen değiştirilmelidir»30 çağrısı yapılarak sendikaların otonom (özerk) özelliğine karşı bir kampanya başlatıldı. Bu saldırıların sonucunda bürokrasi, sendikaları partiye bağımlı hale getirdi ve bu süreç sendikaların 9. Genel Kongresi’ne kadar tamamlandı. Parti aygıtının uzantısı haline getirilen sendikaların bu kongresinde: «Merkezi Konsey’in yeni yönetimi, partinin genel çizgisini sendikal hareket içerisinde koşulsuz uygulamaya sokmayı kendine temel görev olarak kabul eder»31 açıklaması yapılmış ve sendikaların özerkliğine son verilmişti. Zaten bu kongreden sonra 1949 yılma kadar, 19 yıl boyunca sendikaların genel kongresi yapılmadı. Sendikaların özerkliğine son verilmesi bir zafer olarak kutlandı: «Partinin genel çizgisinin sendikal hareket içerisindeki bu büyük zaferi, partimizin Merkez Komitesi’nin kararlı girişimleriyle ve yoldaş Stalin’in, sendikaların yönetimine müdahalesiyle gerçekleşmiştir:»32. Sendikaların bu özelliğini kaybetmesi, aynı zamanda işçilerin çıkarlarının devlete karşı savunulmasını da ortadan kaldırdı. Hatta sendikaların 9. Genel Kongresi’nde, sendikaların, işçilerin çıkarlarını devlete karşı korumalarım savunanların oportünist olduğu söylenmekteydi. Böylece, Lenin’in de oportünist olduğunu bürokrasiden öğrenmiş bulunuyoruz: «Sendikaların işçileri koruma işlevi olduğunu söyleyen ve bunların sosyalist üretime karşı bu çıkarları dile getiren kurumlar olduğunu iddia eden düşünce, merkezi konseyin eski oportünist yönetimine aittir». İşçi sınıfının, sendikal örgütlenmesi üzerinde karar verme ve bu örgütlenmeyi belirleme hakkını kaybetmesi, üretimin örgütlenmesi, planlanması, ücretlerin tespit edilmesi üzerindeki haklarının da bütününü yok etti. Bu, aynı zamanda işçilerin grev yapma ve sendikaları aracılığıyla toplu sözleşme bağıtlama hakkına da son verdi. Grevler ve Toplu Sözleşmeler
1929 YILI: BİR DÖNEMEÇ ● 33
Devrimden sonra, 1920 yılından İç Savaş’ın bitimine kadar, yani Savaş Komünizmi yıllarında, yeni devletin bütün olanaklarını karşıdevrimi yenmek için seferber ettiği yıllarda grevler ve grevler üzerine olan tartışma henüz şiddetlenmemişti. Bu tartışma 1920’den itibaren gündeme gelmeye ve o yıldan itibaren de grevler yaygınlaşmaya başladı. 1921-22 yıllarında toplam 447 grev gerçekleşmiş, bu grevlere katılan işçi sayısı 183.680’e ulaşmış ve 524.704 işgünü kaybedilmişti. Diğer bir deyişle, bu yıllarda ayda ortalama 37 grev gerçekleşmiş ve 15 bin işçi bu grevlere katılmıştı. 192223 yıllarında ise 505 grev olmuş, 154.278 işçi katılmış ve 322.035 işgünü kaybedilmişti. Yani ayda ortalama 42 grev gerçekleşmiş ve 13 bin işçi grevlere katılmıştı34. İşçilerin bu hareketliliği ve mücadelesi, Bolşevik Partisi’ndeki tartışmaları da etkileyerek grev sorunu üzerine somut bir kararın çıkarılmasını gündeme getirdi. 12 Ocak 1922’de Bolşevik Partisi, işçilerin kendi devletine karşı grev yapma hakkını kullanmasına dair bir karar çıkardı. Bu karara göre, işçiler hem devletin bürokratik çarpıklıklarına ve hatalarına karşı, hem de ücretler ve toplu sözleşmelerle ilgili sorunlarını çözümleyebilmek için grev yapabileceklerdi. Grev hakkının olması, doğal olarak toplu sözleşme bağıtlama hakkının da kullanılmasını sağlamıştı. Dolayısıyla ücretlerin tespiti ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi için alınacak önlemler, devlet işletmelerinde işveren durumunda olan İşçi devleti’ ile işçi örgütlenmeleri arasındaki anlaşmalara göre; özel işletmelerde ise doğrudan biçimde işverenle sendikalar arasındaki anlaşmayla belirlenmekteydi. Anlaşmazlık durumunda işçiler greve çıkabilmekteydiler. 1922-28 arasında bu hakların kullanılmasının sonuçlarını şu sayılar açıkça göstermektedir: Bu dönemde 2321 grev gerçekleşmiş ve bu grevlere yaklaşık 500 bin işçi katılmıştı. Yine 1923 yılında 4.088 iş anlaşmazlığı olmuş ve bu iş anlaşmazlığına düşen işçi sayısı 682.774’ü bulmuştu. 1924’te bu anlaşmazlıkların sayısı 4.134 ve 1925’te 3.427 ve 1927’de 3.561’dir. Anlaşmazlığa düşen işçi sayısı ise 1924’te 1 milyon 754 bin, 1925’te 1 milyon 571 bin ve 1927’de 2 milyon 608 bindi. Bu iş anlaşmazlıklarının yaklaşık % 80’i toplu sözleşmeler yoluyla çözüme kavuşturulmuştu35. 1929 yılında sendikaların özerkliğine son verilmesi, grev yapma ve toplu söz-
34 ● İŞÇİLER VE TOPLUM leşme bağıtlama hakkının da ortadan kaldırılması doğrultusundaki bir adımdı. Bu amaçla grev ve toplu sözleşmeden yana olan sendikalara karşı saldırıya geçildi. Ve 28 Eylül 1929‘da Pravda’da, ücretlerin devletin ekonomik politikasının sonucunda saptanacağı ve toplu sözleşme düzeninin sona ermesi gerektiği vurgulandı36. Ücretlerin ve üretim normlarının tespiti tamamen fabrika yöneticilerine bırakıldı. Sendikaların bu işe karışması oportünizm olarak değerlendirildi: «Fabrika yönetiminden başka hiç kimse normların ve ücretlerin tespitine karışmamalıdır. Bazı yoldaşların bilincinde sendikaların ücretler üzerinde karar verme yetkisinin olduğu yer almaktadır. Bu temelden yanlıştır ve sol oportünizmdir. Ayrıca bu, tek kişi yönetiminin çökertilmesi ve fabrika yönetiminin işlerine karışılması anlamına gelmektedir. Artık buna son verilmelidir». Toplu sözleşme düzeninin yok edilmesi, grev hakkına karşı da kampanyaların başlamasını gündeme getirdi. Devletin ve fabrika yönetiminin tespit ettiği ücretleri ve üretim normlarını kabul etmeyen işçiler, direnişe geçtiklerinde ‘karşı-devrimci’ olarak adlandırıldılar. «Üretim normlarının uygulanmasına karşı sınıf düşmanlarının direnişi artmaktadır. Sınıf düşmanlarının bu direnişlerinin hedefi, emek verimliliğini arttırmaya dayalı planı engellemektir».38 Böylece üretim normlarına ve tespit edilen ücretlere her karşı çıkış, karşı-devrimci bir girişimle özdeşleştirildi. Öyle ki, direniş yapan işçilerin işine son verilmekte ve bu işçilerin adları listeler halinde sendikaların gazetelerinde yayınlanmaktaydı. Böylece bu işçilerin işe alınmaması sağlanmaktaydı39. İş Yasaları Üretim birimlerindeki işçi örgütlenmelerinin bürokratik aygıtın uzantısı haline getirilmesinden sonra, sıra işçilerin direnişini kırmak ve sınıfı atomize etmek için iş yasalarının yeniden düzenlenmesine geldi. Bürokrasinin işçi haklarına ve örgütlenmelerine saldırısı, işçi direnişlerini ortaya çıkarmaktaydı. Bu direnişler, genellikle iş değiştirme ve işe gelmeme biçimin-
1929 YILI: BİR DÖNEMEÇ ● 35 deydi. 1928 yılında bütün sanayide iş değiştiren işçilerin sayısal oranı, çalışanların % 92,4’ünü, 1929’da % 115,2’sini ve 1930’da % 152,4’ünü oluşturuyordu. Bu oran kömür üretiminde 1928’de % 132, 1929’da % 192 ve 1930’da % 295,2’ydi. Demir üretiminde ise 1928’de % 141,6, 1929’da % 219,6 ve 1930’da % 288’di40. Bu sayılar, işçilerin çalıştıkları işletmelerden kısa bir süre sonra ayrıldıklarını göstermektedir. İşçi örgütlenmelerinin direnişini kıran bürokrasi, işçilerin bu tür direnişlerini de kırmalıydı. Bu ise işçi örgütlenmelerinin insiyatiflerinin yok edilmesiyle mümkün değildi. Çünkü işçiler bu tür direnişlerini ve protestolarını 1922 yılında uygulamaya sokulan demokratik haklarını kullanarak gerçekleştiriyorlardı. Bu haklara göre her işçi istediğinde işini terk edebilirdi. Dolayısıyla bu tür işçi direnişlerinin kırılması, 1922 yılındaki bu hakların varlığına son verilmesine bağlıydı. Gerçekten de 23 Eylül 1930’da çıkarılan yeni bir yasayla bunun ilk adımı atıldı. Burada şöyle denilmekteydi: «Kendi ‘isteğiyle veya iş disiplinini bozarak işine son veren kişiler özel bir muamele görürler. Bunların işsizlik yardımı talep etme hakları olmayacaktır ve bunlara karşı sıkı önlemler alınacak ve iş borsalarının listelerinden adları silinecektir»41. Bu maddeye 15 Aralık 1930’da yeni bir madde daha eklendi: «Üretimin örgütlenmesini bozan kötü niyetli kişiler, işletmelerde kendi istekleriyle hiçbir yeterli neden göstermeden işine son verip, toplumsallaşmış sektörü terk ederlerse ve arkasından yeniden iş bulmak için başvururlarsa bu kişilere 6 ay boyunca iş verilmeyecektir»42. Fakat bu maddelerin etkili olabilmesi, işini değiştiren veya işine kendi isteğiyle son veren işçilerin tek tek denetlenmesiyle ve haklarında gerekli bilgilerin toplanmasıyla mümkündü. Çünkü bu kişiler başka bir şehirde gidip iş bulabilirlerdi. Bunu engellemek için işçilere pasaport verilmeye başlandı. Ve bu işlem 1931 yılına kadar Sovyetler Birliği’nin bütün bölgelerine yayıldı. 28 Aralık 1932’de Pravda, bu Pasaport Yasası’nın getiriliş nedenini şöyle açıklamaktaydı : «Şu andaki işçilerin işe alınması yöntemi yanlıştır. Fabrika kimi işe aldı-
36 ● İŞÇİLER VE TOPLUM ğını bilmelidir ve tanınmamış kişileri işe almamalıdır. Her yeni işçinin yüzü fabrika yönetimi ve proleter kamuoyu tarafından tanınmalıdır. Bu, sadece sosyal kökeninin tanınmasıyla değil, aynı zamanda, işe alınacak kişinin üretim biyografisiyle de ilgilidir. Yani her müracaat eden bir kimlik kartı taşımak zorundadır. Bu kimlik kartında sadece kişiyle ilgili bilgiler değil, aynı zamanda üretimdeki durumuyla ilgili rapor da olmalıdır. Eski işyerlerindeki davranışları, nerede çalıştığı, neden çıkarıldığı, üretimdeki başarıları, sosyalist inşaya katkıları, tembel işçi olup olmadığı, gelir durumu, ne zaman ve nasıl yardım aldığı kayıt edilmelidir. Dolayısıyla üretim sürecindeki olumlu ve olumsuz yanları bu kimlik kartında belirtilmelidir. Bu kimlik kartı bir nevi pasaport olacaktır. Bu pasaport olmadan hiç kimse işe alınmayacaktır»43. Bu pasaportla birlikte, işçiler tek bir işyerine bağlanmaya çalışılmış ve iş seçme özgürlüğü de ortadan kaldırılmıştı. Pasaport uygulamasıyla birlikte, iş değiştirmeler bir ölçüde azalmış, fakat ortadan kaldırılamamıştı. Bütün sanayide 1930 yılında % 152,4 iken, 1931’de % 136,8’e, 1932’de % 135,3’e, 1933’de %122,4’e, 1934’te % 96,7’ye ve 1935’te % 86,1’e düşmüştü. Dolayısıyla iş değiştirmelerin tam anlamıyla yok edilmesi sağlanamamıştı. 1932 yılında iş disiplini ile ilgili bir yasa çıkarıldı ve bu yasa ile işe gelmeme önlenmeye çalışıldı. 1922 yılındaki iş yasası ise gayet liberal bir yasadır. Bu yasaya göre, bir işçinin işine son verilmesi, üç gün arka arkaya hiçbir neden göstermeden veya bir ay içinde 6 gün hiçbir neden göstermeden işe gelmemesi durumunda gerçekleşebiliyordu. Fakat 1932’de çıkarılan yasa ise şöyleydi: «Eğer bir işçi yeterli bir neden göstermeden bir gün işten uzak kalırsa, bu işçinin işine son verilir. Ayrıca yiyecek maddesi için kendisine verilen kartı geçersiz olur ve sanayi ürünlerini kullanma hakkını kaybeder ve kendisine verilen evi işletmeye geri vermek zorundadır»44. Bu yasa açıkça şu anlama gelmekteydi: İşçi, ya çalıştığı işyerinde kalmalı ya da açlığı ve izolasyonu tercih etmeliydi. 1930ların başında çıkarılan bu yasalar da bürokrasi için yeterli olmadı. Bunlara 1938’de yeni yasalar eklendi. 1938 yılında çıkarılan bir yasaya göre, işine kendisi son veren bir işçi veya memur, 2 aydan 4 aya kadar hapis cezasına çarptırılmakta ve geçersiz bir nedenden ötürü işe gelmeyen kişinin ücretinin % 25’i kesilmekteydi45. Yine 1938’deki başka bir yasaya
1929 YILI: BİR DÖNEMEÇ ● 37 göre, işe 20 dakikanın üzerinde geç gelen kişinin işine hemen son verilmekteydi46. Bütün bu gelişmeler dikkate alındığında, Ekim Devrimi’nden sonra işçilerin elde etmiş olduğu ekonomik ve siyasal hakların bürokrasi tarafından teker teker nasıl yok edildiği görülebilir.
II — ÇALIŞMA VE YAŞAM KOŞULLARI Üretimde Artış 1929’dan başlayarak 1930’lu yılların sonuna kadar uzanan süreçte Sovyetler Birliği’nin sanayileşmede hızlı adımlar atması, üretim artışının dev boyutlara varması ve eski kapitalist sınıf m hem sanayide hem tarımda tasfiye edilmesi, sosyalizmin gerçekleştiğine dair olan inanca temel teşkil etmiştir. Gerçekten de büyük sanayide üretim 1926 yılının fiyatlarına göre, 1913 yılında 10,3 milyar ruble iken, 1936’da 80,8 milyar rubleye yükseldi; işçi başına üretim, 1913 yılı 100 kabul edildiğinde 1936’da 331,9’a ulaştı. Değişik üretim sektörlerindeki gelişme ise şöyleydi: Petrol üretimi, 1913’te 2,2 milyon ton ve 1937’de 30,5 milyon ton; kömür üretimi aynı yıllarda 29,1 milyon ton ve 127,3 milyon ton; demir üretimi 4,2 milyon ton ve 14,5 milyon ton; makina ve metal üretimi 1,1, milyon ruble ve 27,5 milyar ruble olarak gerçekleşti. Ayrıca sanayi üretiminin 1929-38 arasındaki gelişimi, bazı gelişmiş ülkelerle kıyaslandığında, Sovyetler Birliği’nin ‘başarılı’ olduğu söylenebilir. 1929 yılı 100 kabul edildiğinde, sanayi üretiminin, Sovyetler Birliği’nde 1938 yılında 413’e, aynı yıllar arasında Almanya’da 126,2’ye, İngiltere’de 115,5’e, Japonya’da 76,1’e yükseldiği; Fransa’da 76,1’e ve ABD’de ise 80’e düştüğü görülür47. Aynı karşılaştırma ulusal gelirin gelişimi açısından da yapılabilir. 1913’te ulusal gelir toplam 21 milyar ruble iken, 1937’de 96,3 milyar rubleye ve kişi başına ulusal gelir ise 153 rubleden 589 rubleye ulaştı. 1923-30 arasındaki yedi yıllık dönemde ise kişi başına ulusal gelir % 185 dolayında artış gösterdi. Aynı dönemde bazı kapitalist ülkelerde kişi basma ulusal gelirin gelişimi ise şöyleydi: Japonya’da % 19,5, İsveç’te % 18,2, Norveç’te % 12,8, Almanya’da % 12,3, İngiltere’de % 5,7 oranında yükselmiş, Kanada’da % 9,6 ve ABD’de % 9,7 oranında azalmıştı48.
38 ● İŞÇİLER VE TOPLUM Sosyalizmin kuruluşunu bu gelişmelerle açıklayan anlayış, doğal olarak doğrudan üreticilerin durumunda nasıl bir gelişme olduğunu gizlemiş ve övülen gelişmelerin nasıl gerçekleştiğini bilinçli olarak açıklamamıştı. Dolayısıyla burada- yapılması gereken sosyalizm olarak sunulan gelişmelerin doğrudan üreticilerin yaşam ve çalışma koşullarında nasıl bir değişikliğe yol açtığını açıklamaktır. İşçi Ücretleri ve Fiyatlar Ekim Devrimi’nden hemen sonra gerçekleştirilmeye çalışılan, kapitalist ücret sistemine son vermek ve doğrudan sosyalizmin prensiplerini uygulamaya sokmaktı. Bu nedenle görev, ‘kapitalizme özgü olan ücret sistemini ortadan kaldırmak’ olarak belirlendi. Ayrıca işçi ücretleri arasındaki farklılıkların da tamamen silinmesi hedeflendi49. 1918 yılından itibaren bunların gerçekleştirilmesi için gerekli önlemler alınmaya başlandı. Bütün işçiler arasındaki ücret farklılıklarına son veren uygulamaya geçildi. Bununla birlikte ücret sistemi kaldırıldı ve ürünlerin toplumdaki sınıflara göre bölüşülmesi gündeme getirildi. 1918 yılında Petersburg’da yaşayan nüfus dört kategoriye bölünerek, toplumsal ürünler bölüşülmeye çalışıldı. Birinci kategoridekiler ağır iş yapan işçiler, ikincisi ise hafif iş yapan işçilerdi. Üçüncüsü aydınlar ve serbest meslek sahibi olanlar ve dördüncüsü hiç çalışmayanlardı (sanayici, ticaretle uğraşanlar ve ev sahipleri vb.). Ürünlerin bölüşümü, bu kategorilere göre 8:4:1 biçiminde yapılmaktaydı. Aynı sistem, Sovyetler Birliği’nin diğer bütün şehirlerinde yaygınlaştırıldı. 1920’ye gelindiğinde, ülke nüfusu üç kategoriye bölünerek 1. Sovyet işletmelerinde ve kurumlarında fiziksel olarak iş yapanlar; 2. Aynı işletmelerde ve kuruluşlarda kafa emeği harcayarak iş yapanlar; 3. Özel işletmelerde ve kurumlarda çalışan, fakat işgücü sömürmeyenler olarak tespit edildi. Hiçbir işte çalışmadan geçinenler ise bu nüfusa dahil edilmedi. Toplumsal ürünlerin bölüşümü, birinci ve ikinci kategori için 4:3 oranında belirlendi. Bu kategoridekilerin ihtiyaçları giderildikten sonra, geriye kalan ürünler üçüncü kategori arasında bölüştürülmekteydi. 1920’de Buharin’in deyişiyle, ‘bu sistemde işçiler ücret değil, aksine kooperatif bir pay alırlardı’50. Fakat bu sistem, Avrupa devriminin gerçekleşmemesi ve ülkenin üretici güçlerinin tahrip olması ve üretimin durma düzeyine gelmesi yüzünden başarısızlığa uğradı. Yeni Ekonomik Politika’yla birlikte yeniden ücret sistemine dönüldü.
1929 YILI: BİR DÖNEMEÇ ● 39 Ekonomik alanda ‘devlet kapitalizmi’ aracılığıyla ülkenin sanayileşmesi için adımlar atıldı. Hedef ülkenin tahrip olmuş üretici güçlerini onarmak, açlık ve sefaleti alt etmek ve doğrudan üreticilerin yaşam koşullarını iyileştirmekti. Böylece Sovyet iktidarının ekonomik alanda varlığını koruyabilmesinin koşullarını yaratmak ön plana çıkmaktaydı. Yeni Ekonomik Politika’yla, Sovyet toplumunun üretim alanındaki gelişmesinin sonuçları şöyleydi: 1913 yılı 100 olarak alındığında, büyük sanayide üretim, 1920’de 12,8 ve 1928’de 127,4; küçük sanayide 44,1 ve 95,1; bütün sanayide ise 20,4 ve 119,6’dır. Büyük sanayide aynı yıllarda, işçi başına üretim 27,1 ve 116,2 olarak gerçekleşmişti. Dolayısıyla tahrip olan ekonomi Yeni Ekonomik Politika’yla onarılmış, hatta 1913 yılının düzeyi de aşılmıştı. Ancak bu ekonomik politikanın başarısı sadece üretimin ve emek verimliliğinin artışıyla ilgili değildi. Bu sağlıklı sanayileşmeye paralel olarak, doğrudan üreticilerin gerçek ücretlerinin de yükseldiğini ve 1913 yılındaki düzeyi geçtiğini görebilmekteyiz. 1913 yılında 24,3 olan ortalama ücret, 1922’de 11,5 rubleye düşmüşken, 1928’de 70,1 rubleye yükselmişti. Diğer bir deyişle 1922-28 arasındaki sanayileşme politikası, gerçek ücretlerin de sürekli artmasını sağlamıştı51. Daha önce belirtildiği gibi, 1929 yılından itibaren bürokrasinin doğrudan üreticilerin ekonomik ve demokratik haklarına karşı saldırıları yükselen ücretlere karşı da yöneldi ve çalışanların yaşam koşullarında giderek bir düşüş başladı. 1928’de 70,1 olan ortalama işçi ücreti 1940’ta 323 rubleye yükseldi; fakat bir kişinin geçimi için gerekli olan gıda maddeleri toplam harcaması 1928’de 11,96 ruble iken, 1940’ta 165,22 rubleye tırmandı. Yani ücretler 1928-40 arasında 4,6 kat ve gıda maddeleri toplam harcaması 13,8 kat arttı. Bunun ücret olarak ifadesi ise şöyleydi: 1913 yılı 100 kabul edildiğinde, yiyecek maddeleri alım miktarı 54,1’e düşmüştü. Diğer bir deyişle, yiyecek maddelerinin karşılanması bakımından gerçek ücretler, 1913 yılının yarısına inmişti. Halbuki 1921-28 arasındaki sanayileşme döneminde, gerçek ücretler sürekli artmış ve 1928’de 1913 yılının düzeyini aşmıştı52. 1940 yılından sonra gerçek ücretler, 1913 yılındaki düzeyine ancak 1954 yılında ulaştı. Gerçek ücretlerin bu denli düşmesi, işçilerin üretim birimlerinde buna karşı koymasını gündeme getiriyordu. Fabrika yöneticileri üretimin düşmesini önlemek için ücretleri arttırmaya başladılar. Fakat 1931 yılının sonunda ücretlere ödenen harcamaların, tespit edilen fonları aştığı görülünce Sovyet hükümeti tarafından
40 ● İŞÇİLER VE TOPLUM yeni bir yasa çıkarıldı. Bu yasaya göre, hükümet tarafından tespit edilen sınırı aşan biçimde ücret ödeyen fabrika yöneticileri hakkında yasal işlem yapılacaktı. 3 Aralık 1932’de çıkarılan bir yasayla da bu durumdaki fabrika yöneticilerinin hapis cezası istemiyle yargılanmasına olanak tanındı58. Ücretlerin bu durumuna karşılık, bürokrasinin sözcüleri, sürekli olarak gerçek ücretlerin arttığını vurgulamaktaydılar. Bunu doğrulamak için, 1932 yılından sonra geçinme endekslerinin yayınlanması yasaklandı ve arkasından parasal ücretlerin artışından hareket edilerek, bu artışın sabit olan fiyatlar karşısında gerçek ücretleri arttırdığı belirtildi. Molotov, Mart 1939’daki Parti Kongresi’nde 193237 dönemindeki gerçek ücretlerin % 100 oranında arttığını açıklamaktaydı. Halbuki bu dönemde gerçek ücretler % 50 oranında azalmıştı54. Gerçek ücretlerin düşmesi çalışanları iki biçimde etkilemişti. Birincisi, işçilerin beslenme durumu kötüleşmiş, tüketilen et ve yağ miktarı azalmıştı. Bunu aşevlerindeki satışların artışı açıkça doğrulamaktaydı. Aşevlerinin geliri 1928’de 102 milyon ruble iken, 1932’de 4 milyar 385 milyon rubleye yükselmişti. Bu artış, fiyat artışları karşısında gerçek ücretlerin düşmesinin sonucuydu55. İkincisi, işçi aileleri giderek küçülmüş ve ailenin geçimini sağlamak için çalışanların sayısı artmıştı. 1927 yılında bir işçi ailesinin üyelerinin sayısı ortalama olarak 4,26 iken, 1935’de 3,8’e düşmüştü. Bir işçi ailesinde 1927 yılında çalışanların sayısı 1,23 ve çalışmayanların sayısı ise 3,03’tü. 1935 yılında çalışanların sayısı 1,47’ye yükselmiş ve çalışmayanların sayısı 2,33’e inmişti. 1927 yılında bir çalışana düşen çalışmayan sayısı 2,46 iken, 1935’te 1,59’a kadar gerilemişti56. Fabrika Yönetimi 1917 Ekim Devrimi, fabrikanın kapitalist örgütlenme yapısını baştan aşağıya değiştirdi. Devrim yıllarında üretim birimlerinde, işçi temsilcilerinden oluşan fabrika komiteleri, Ekim Devrimi’yle birlikte fabrikaların yönetimine el koydu. Henüz işçilerin eline geçmeyen fabrikalarda ise işçi kontrolü uygulanmaktaydı. Bu fabrikalar işçilerin seçilmiş temsilcilerinin denetimi altındaydı. Bu örgütlenmelerin aldığı kararlar bağlayıcı nitelikte olduğu gibi, nasıl üretileceğine, ne kadar üretileceğine de bu komiteler karar vermekteydiler. Fabrikaların mali defterleri ve raporları da bunların denetimi altındaydı. Yeni Ekonomik Politika’ya geçişle birlikte, bu yapıda geçici olarak değişikliğe
1929 YILI: BİR DÖNEMEÇ ● 41 gidildi. Bunun sonucu teknik elemanların, partinin ve sendikanın işbirliğine dayalı olan ve TROIKA denilen bir yapı oluşturuldu. Yeni Ekonomik Politika, ekonomik alanda ‘devlet kapitalizmi’nin yöntemlerini uygulayacağından, geçmişin teknik elemanlarına üretim birimlerinde sorumluluk verildi. Fakat bunun tehlikelerine karşı da mücadele etmek gerekliydi. Bu amaçla teknik elemanların çalışmalarını denetleyebilecek bir yapıya ihtiyaç vardı. Sınıfın taban örgütlenmelerinin, yeniden fabrikaların yönetimini üstlenme^ sine kadar bu görevi parti ve sendikalar yerine getirecekti. 1921-28 döneminde taban örgütlenmelerinin giderek canlandığını, üretim birimlerinde üretimin örgütlenmesine ve denetlenmesine katılımın giderek geliştiğini ve işçi sınıfının sınıf şekillenmesinin hız kazandığını daha önce belirtmiştik. Taban örgütlenmelerinin gelişmeleri ve fabrika yönetimine el koymaları, bürokrasinin varlığıyla bağdaşmazdı. ‘Sosyalizm plan demektir’ anlayışıyla ortaya çıkan bürokrasi, planın nasıl gerçekleşeceğini de şöyle ifade etti: «Sanayi planı aşağıdan yukarıya değil, aksine yukarıdan aşağıya doğru inşa edilir»57. Planla işçilerin ilişkisi ise şöyle açıklanıyordu: «Her işçi, planda öngörülenleri tam anlamıyla uygulamak zorundadır»58. Bu söylenenlerin gerçekleşmesi, Ekim Devrimi sonrasında oluşturulmuş olan fabrika örgütlenmelerinin ortadan kaldırılıp, yeniden düzenlenmelerine bağlıydı. Önce sendikaların otonom özelliğine son verilip bunlar TROIKA’dan dıştalandılar. Eylül 1929’da bir karar çıkarılarak, işçi komitelerinin, fabrika yönetimindeki rolleri ortadan kaldırıldı. Bu komitelerin görevi, fabrikalarda tek kişi yönetimini sağlamlaştırmak olarak tespit edildi. Çıkarılan yasalar, fabrikalardaki tek kişi yönetimini resmileştirdi. Tek kişi yönetimi fabrika yöneticilerine, işçilere karşı önlem alma hakkını da vermişti. 1929 yılındaki bir karara göre: «Fabrika yönetimi, disiplini bozan işçilere karşı serbestçe ceza verme hakkına sahiptir»59. 1929 yılında çıkarılan bir karar bu cezalara karşı işçilerin savunulmasını da engelliyordu:
42 ● İŞÇİLER VE TOPLUM
«Eğer fabrika yöneticileri, suçlu görülen işçilere ceza verip, bunları mahkemeye sevk ederlerse, sendikalar ve fabrika komiteleri, hem mahkeme önünde, hem de yüksek yargı organlarında bu işçileri savunmayı reddetmelidirler. Sendikalar fabrika yönetiminin işçilere vermiş olduğu cezaları onaylamalıdırlar. Buna işten çıkarmalar da dahildir»60. Görüldüğü gibi, fabrika yönetimi işçilere karşı özgürce önlemler alacak, fakat işçilerin savunulması sendikalar ve fabrika komiteleri tarafından üstlenilmeyecekti. Marks’ın Fourier’den aktardığı «fabrikalar ıslah edilmiş hapishaneler»dir ifadesinin 1929 sonrasında Sovyet toplumunda gerçekleştirilmiş olan fabrika örgütlenmesine tam anlamıyla uyduğu söylenebilir. Fordizm ve Sosyalist Rekabet Bu fabrika örgütlenmesine en uygun üretim tekniği Fordizm idi. Zaten bürokrasi, fabrikaları tek kişinin yönetimine bırakırken, Fordist yöntemlerin propagandasını yapmaya da başlamıştı. Bürokrasinin ‘iş bilimi’ uzmanları, sosyalizmin ve Fordizmin’ birbirini tamamladıklarım, hatta Fordizmin kopitalist ülkelerde başarılı biçimde uygulanamayacağını ve bu tekniğin en sağlıklı biçimde sosyalist üretimde gerçekleşebileceğini söylüyorlardı. 1928 yılında ortaya atılan görüş şöyleydi: «Taylorizmin ve Fordizmin örgütsel ve teknik prensipleri, bizim koşullarımızda ve işletmelerimizde bütünüyle uygulanabilir. Taylor’un ve Ford’un hedeflediği, genel refah artışı, iş verimliliğinin ve ücretlerin yükselmesi ve tasarruf rejiminin gerçekleşmesi, Sovyetler Birliği’nin toprakları üzerinde gerçekleşebilir. Dolayısıyla Taylor’un ve Ford’un prensipleri işçi sınıfının çıkarlarına hizmet eder niteliktedir »61. Fordizmin dayandığı montaj işi, üretim örgütlenmesinin en yüksek biçimi olarak görüldü ve Sovyet ekonomisinin her alanında uygulanmaya başlandı. Bu durumda, işçilerin fabrikalardaki çalışma koşullarının ne hale geldiği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Kapitalist iş örgütlenmesi muhafaza edilmekte ve işçinin makinanın uzantısı haline gelmesi gerçekleşmekteydi. Ayrıca el emeğinin zihinsel faaliyetten ayrılması ve ölü emeğin canlı işgücü üzerindeki egemenliği bürokratik diktatörlük altında da sürdü.
1929 YILI: BİR DÖNEMEÇ ● 43 Böyle bir üretim sürecinin gerçekleşmesi için, çalışanların bu sisteme uygun hale getirilmesi zorunluydu. 1929 yılında, 1. Beş Yıllık Plan’ın gerçekleşmesi amacıyla ‘sosyalist rekabet’ adı altında kampanyalar başlatıldı. Aslında bu rekabet altında gerçekleşen tek şey, aynı fabrikada çalışan işçilerin birbirine düşman olması ve fabrikalar arası rekabetin artması oldu. Bu rekabetin gerçek amacı, işçiler üzerindeki baskıyı arttırmaktı. Önce üretim normları arttırılmakta ve daha sonra rekabet gündeme getirilmekteydi. Bu normlara ulaşamayan işçilerin ücretleri azaltılmakta ve onlar daha alt düzeydeki ücret kategorilerine indirilmekteydi. Plan hedeflerine varamayanlar ise, ‘sınıf düşmanları’nın ve ‘küçük burjuvalar’ın olduğu fabrikalar olarak değerlendirilmekteydi62. Bu rekabeti hızlandırmak ve işçiler üzerindeki baskıyı arttırmak amacıyla, 1930’dan itibaren, ücretler arasındaki farklılıkların kaldırılmasını hedefleyen düşünceye karşı mücadeleye girişildi. Ücret farklılıklarının giderilmesini savunanların oportünist olduğu söylenerek, 1917 Ekim Devrimi’nin hedefi açıkça eleştirildi. Sendikaların 9. Genel Kongresi’nde bu, şu biçimde açıklanıyordu: «Sendikal hareketin teorisyenleri, küçük burjuva ve parti düşmanı olan eşitleştirme teorisini savunmaktadırlar. Gurewitsch ‘İşçi Ücretinin Teori ve Pratiğinin ABC’si’ adlı yazısında ‘ülkemizin işçi sınıfının ve sendikalarının hedefi, kapitalizm tarafından yaratılan ücret farklılıklarını ortadan kaldırmaktır’ diye yazıyor. Bu sağ oportünist bir eğilimdir»63. Aslında Gurewitsch’in sözleri, Bolşevikler’in, sosyalizmin temel prensiplerinden biri olarak gördükleri, ücretler arasındaki farkların silinmesi hedefini ifade etmekteydi. 1931 yılından sonra işçi sınıfının ücret farklılıklarına göre bölündüğünü görebilmekteyiz. Sanayinin bütün sektörlerinde, işçiler sekiz ücret kategorisine bölünmüştü. Metal sanayinde en yüksek kategoride bulunan işçinin ücreti, en düşük düzeyde bulunan işçinin ücretinden % 280 oranında daha fazlaydı. Bu farklılık maden sanayiinde %300, tekstil sanayiinde % 350’ydi. Aynı farklılık, kömür üretiminde saat ücretine göre çalışanlar arasında % 330, akort iş yapanlar arasında % 320 ve metal sanayiinde saat ücretine göre çalışıp en düşük ücreti alanla, akort iş yapıp en yüksek ücreti alan arasında ise %440’tı. Demir üretiminde bu farklılık sırasıyla %370, %375 ve %450 düzeyindeydi64. Bu ücret farklılıkları, aynı işletmenin çalışanları arasında da yüksek düzeydeydi. 1936 yılında sendikaların yayın organı olan Trud’da ‘Zentralnaya Irmino’ adlı
44 ● İŞÇİLER VE TOPLUM bir kömür işletmesine ait bir rapor yayınlandı. Bu rapora göre, 1935 yılının Eylül ve Aralık ayları arasında ödenen ücret miktarı 340 bin rubleden 500 bin rubleye yükselmişti. Bu işletmede çalışan 1.560 kişiden bazılarının Aralık ayında aldığı ücretler şu biçimde veriliyordu: 60 kişi 1.000-2.500 ruble, 75 kişi 800-1.000 ruble ve 400 kişi 500-800 ruble. Bu işletmede işçilere ödenen yüksek ücretler sendika yöneticileri ve çeşitli yayınlar tarafından övülmekteydi. Fakat geriye kalan 1.000 kişinin aldığı ücretler açıklanmamaktaydı. Bununla ilgili olarak kaba bir hesap yaparsak, şöyle bir görünüm karşımıza çıkmaktadır: Birinci grubun ücretlerini ortalama 1.200 ruble, ikincisini 800 ruble ve üçüncüsünü 600 ruble olarak kabul edersek, bu üç grubun, ödenen toplam ücret miktarının yaklaşık dörtte üçünü elde ettiğini görürüz. Diğer bir deyişle, Aralık ayında ödenen 500 bin rublenin 372.000 rublesini 535 kişi elde etmiştir. Geriye kalanlar ise ortalama olarak ayda 125 ruble kazanmışlardır65. Böylelikle bu işletmenin çalışanları arasındaki büyük ücret farklılığının boyutu da ortaya çıkıyor. En düşük ücret alanla, en yüksek ücret alan arasındaki farklılık ortalama % 1000 civarındadır. Bu kömür işletmesi, o dönemin Sovyet toplumunda bir istisna değildir. Bu tür ücret farklılıkları bütün sektörlerdeki işletmelerde geçerliydi.
III — SİYASAL HAKLAR Siyasal haklar, 1917 Devrimi’nin gerçekleştirdiği Sovyet Devleti’nin yapısına bağlı olarak değerlendirilebilir. Sovyet Devleti’nin örgütlenmesi, işleyişi ve dayandığı seçim sistemi anlaşılmadığı sürece, 1929 yılı sonrası başlayan sürecin 1936’da noktalandığında, Sovyet Devleti’nin nasıl bir hale geldiği anlaşılamaz. Sovyet Devleti’nin bütün temel özelliklerini, Ocak 1918’de kabul edilen Sovyet Anayasası açıkça ortaya koymaktaydı. Bu Anayasa’nın birinci maddesi, mevcut sistemi ‘İşçi, Asker ve Köylü Sovyetlerinin Cumhuriyeti’ olarak tanımlamakta ve bütün iktidarın hem merkezde hem de mahalli birimlerde bu Sovyetlere ait olduğunu belirtmekteydi66. 9. maddede ise bu sistemin görevi, «Burjuvazinin direnişini tam anlamıyla bastırmak, insanın insan tarafından sömürülmesine son vermek ve ne sınıfların ne de devlet iktidarının olduğu sosyalist toplum düzenini gerçekleştirmek»67
1929 YILI: BİR DÖNEMEÇ ● 45 olarak belirlenmekteydi. Dolayısıyla bu iki madde, Sovyet sisteminin doğrudan üreticilerin iktidarı olduğunu açıkça ifade etmekteydi. Siyasal haklar sorunu, doğrudan üreticilerin bu iktidarına bağımlı olarak gündeme geliyordu. Sovyet Anayasası’nın 14, 15 ve 16. maddeleri bu konuya açıklık getirmekteydi. 14. Madde: «Gerçek düşünce özgürlüğünü emekçiler için sağlamak amacıyla Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, basını sermayenin bağımlılığından kurtarır, bu basını işçi sınıfının ve yoksul köylülüğün eline verir; gazetelerin, broşürlerin ve bütün diğer yayınların ülke çapında, özgürce yayınlanmasını güvence altına alacak teknik ve maddî olanakları yaratır». 15. Madde: «Emekçiler için gerçek toplantı özgürlüğünü sağlamak amacıyla, Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, Sovyet Cumhuriyeti’nin vatandaşlarına, özgürce toplantı yapma, miting düzenleme ve taşınma hakkı tanır ve işçi sınıfına ve yoksul köylülüğe halk toplantılarının yapılması için uygun olanaklar sağlar». 16. Madde: «Emekçiler için gerçek örgütlenme özgürlüğünün sağlanması için, egemen sınıfların ekonomik ve siyasî iktidarına son veren Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, burjuva toplumunda işçilerin ve köylülerin özgürce örgütlenebilmesine engel olan bütün mekanizmaları ortadan kaldırır ve işçilerin ve topraksız köylülerin özgürce örgütlenebilmelerini sağlayacak olanakları yaratır»68. Bu maddelerden de anlaşılacağı gibi, siyasal haklar, (basın özgürlüğü, toplantı özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü vb.) özellikle doğrudan üreticiler için geçerliydi. 65. Maddede de burjuvazinin, toprak sahiplerinin ve herhangi bir biçimde ücretli emek çalıştıranların hiçbir şekilde seçme ve seçilme haklarının olmadığı vurgulanmaktaydı. Buna ek olarak geçmişin siyasî polis, jandarma ve buna benzer kurumlarında çalışmış olanlar da bu haklardan yoksun bırakılmıştı.
46 ● İŞÇİLER VE TOPLUM Fakat Anayasa’nın bu maddeleri, Sovyet sisteminin yapısını açıklamak için yeterli değildi. Bu nedenle Sovyet sisteminin yapısını açıklayan ve bu sistemin dayandığı seçim mekanizmasını ortaya koyan maddelere yer verilmişti. Sovyet sistemi, parlamenter sistemin karşıtı olarak, seçim sistemini coğrafî alan düzeyinden üretim birimleri düzeyine aktarmaktaydı. Çünkü doğrudan üreticilerin iktidarı, üretim ve siyaset arasındaki bölünmeye son vermekte ve doğrudan demokrasinin gerçekleşmesini sağlamaktaydı. Dolayısıyla üretim birimlerindeki seçimler, böyle bir sistemin inşa edilmesinin de temelini oluşturuyordu. 1918 Sovyet Anayasası tam da bunu gerçekleştirmişti. Bu Anayasa’nın seçimlerle ilgili 3. Bölümü, Sovyet sisteminin nasıl inşa edildiğini açıklamaktaydı. Bu bölümün maddelerine göre, fabrikalarda işçi Sovyetleri, kışlalarda asker Sovyetleri ve kırsal kesimde köylü Sovyetleri seçilmekteydi. Bu örgütlenmeler üzerinde ise delegelerin katıldığı kongreler yer almaktaydı. Yani, Sovyet sistemi aşağıdan yukarıya doğru inşa edilmiş bir sistemdi. Ancak aşağıdan yukarıya doğru inşa edilen sistemde, daha üst organlara delege gönderirken, şehir Sovyetleri ile köylü Sovyetleri, aynı oranda temsil edilmemekteydiler. 1918 Anayasası’nın 3. Bölümüne göre, şehir merkezi ile çevreyi birleştiren bölgenin Sovyet kongresine, şehir Sovyetleri 1.000 kişilik nüfus için bir delege gönderiyordu. Ancak daha sonra bölge Sovyetleri kongresine, şehir Sovyetleri 5.000 seçmen için bir delege gönderiyor, fakat köy Sovyetleri bu biçimde delege gönderemiyordu. Onlar bunun yerine merkezlerle çevreyi birleştiren bölgenin Sovyet Kongresi’ne 25 bin kişilik nüfus için bir delege göndermekteydiler. Ulusal Sovyet Kongresi’ne ise, şehir Sovyetleri 25 bin kişi için bir delege, köylü Sovyetleri 125 bin kişi için bir delege gönderebilmekteydi69. Bu seçim sistemiyle 1918 Anayasası, kırsal nüfusun çoğunlukta olduğu Sovyetler Birliği’nde işçi iktidarını garanti altına almaktaydı. Görüleceği gibi, sosyalist demokratik devlet tipi olan Sovyet Devleti’nde: 1. Coğrafî temelde seçim birimleri yoktu, 2. Genel oy hakkı yoktu, 3. Aşağıdan yukarıya doğru işleyen bir mekanizma söz-konusuydu. Böyle bir mekanizma seçilenlerin her an için geri çağrılabilmesini de sağlamaktaydı. Çünkü temel olarak alman en alt birimlerde, Sovyetler oluşturulmakta ve bunların üzerindeki organlar ise delegelerin oluşturduğu kongreler olmaktaydı. Dolayısıyla seçilenlerin seçenler tarafından geri alınabilmesi gerçekleşmekteydi. 1929’dan sonra üretim birimlerindeki son derece önemli temel haklarını kaybeden işçi sınıfının, siyasal alanda da yönetimden uzaklaşması kaçınılmazdı. İşte 1929-36 döneminde bu süreç tamamlanmış ve 1936 Anayasası’yla, Sovyet Dev-
1929 YILI: BİR DÖNEMEÇ ● 47 leti’nin varlığı sona erdirilmişti. 1936 Stalin Anayasası’nın getirdiği değişikliklerden bazıları şunlardı: 1. Seçimler üretim birimlerinden coğrafî birimlere aktarıldı, 2. Genel oy hakkı getirildi, 3. Yukarıdan aşağıya doğru gerçekleşen bir işleyiş hakim oldu. Seçimlerin üretim birimlerinden mahallere aktarılması, sovyeti parlamentoya dönüştürdü ve doğrudan üreticileri devlet iktidarından soyutladı. Genel oy hakkının sağlanması, demokratik gibi görünmesine rağmen, işçi demokrasisine son verdi, yönetenler ve üretenlerin farklılaşmasını en yüksek hukuksal-siya-sal belgenin hükmü haline getirdi. Yukarıdan aşağıya doğru işleyiş ise, seçilenlerin geri çağrılabilmesinin ortadan kaldırılmasıyla mümkün hale geldi. Çünkü, en alt düzeydeki birimlerin, üst organlarını oluşturan delege kongreleri sona ermiş ve bu da seçilenlerin geri alınmasına dayalı olan sistemin varlığını ortadan kaldırmıştı. 1929-36 döneminde, siyasal alandaki gelişmeleri şu biçimde özetlemek mümkündür: Üretim sürecinde, üretim -araçlarından ayrıştırılan doğrudan üreticiler, siyasal alanda da devlet iktidarından kopmuşlar, yöneticiler ve üreticiler biçimindeki toplumsal işbölümüne dayalı egemenlik ilişkisi yeniden geçerlilik kazanmıştır. 1936 Stalin Anayasası bu egemenlik ilişkisine «tüm halkın devleti» adını vermiştir. 1917 Ekim Devrimi’nin Sovyet Devleti, yerini bu devlete bırakmıştır. SONUÇ 1929 yılı, 1917 Ekim Devrimi’yle birlikte doğmuş olan Sovyet iktidarı aracılığıyla, işçi sınıfının kurtuluşunu sağlayacak, insanın insan tarafından sömürülmesine son verecek ve sosyalizmi gerçekleştirecek olan Sovyet toplumunun gelişim süreci içindeki bir dönüm noktası olarak değerlendirilebilir. 1929’da başlayıp 1936’da tamamlanan süreçte, - tarihsel ve toplumsal gelişmenin merkezine işçi sınıfı konularak değerlendirildiğinde - işçi sınıfının son derece önemli temel kazanımlarını kaybettiği görülecektir. Bu bakış açısıyla hareket edildiğinde bu dönem, ne revizyonizmle, ne basit bir biçimde ekonomizmle ne de sadece üst yapıda gerçekleşmiş bürokratik bir dejenerasyonla açıklanabilir. Bu biçimdeki açıklamaların, sosyalizmi işçi sınıfının bağımsız eyleminden farklı olarak değerlendiren bir anlayıştan kaynaklandığı açıkça ortadadır. 1929 sonrasındaki dönemin gelişmeleri gözönüne alındığında, gerçekleşmiş olan değişikliklerin gerek ekonomik, politik, sosyal alanlar, gerekse
48 ● İŞÇİLER VE TOPLUM tüm bir üretim sürecinin özelliklerini kapsadığı görülecektir. O nedenle süreç içinde ciddi yapısal oluşumlara yol açan bu değişikliklerle birlikte yeni bir toplumun ve egemenlik ilişkilerinin ortaya çıktığı saptanacaktır. Önemli olan da bu ilişkileri doğru bir analizden geçirerek kendi sosyalizm projemiz için önemli olan dersleri çıkarabilmektir. Tarihsel yanlışlardan kaçabilmenin gerekli olan, ama yeterli olmayan yan koşulu budur.
NOTLAR 1. L. Troçki, Schriften Über Deutschland, cilt 2, S. 744, Frankfurt/M. 1971 2. J. Ellenstein, Geschichte des Stalinismus, S. 83, Berlin 1977 3. Die Kommunistische Internationale, Thesen und Resolutionen (1921-22), cilt 2, S. 192, Dortmund 1978 4. V.I. Lenin, Werke, cilt 25, S. 90, Berlin 1969 5. V.I. Lenin, a.g.e., cilt 23, S. 384 6. V.I. Lenin, a.g.e., cilt 28, S. 23 7. V.I. Lenin, Ausgemaehlte W erke, cilt 1, S. 334 8. S.N. Prokopovicz, Russlands Volksıoirtschaft unter den Soıojets, S. 181, Zü-rich/New York 1944 9. N.G. Strumilin, Na Planovom Fronte, S. 97, Moskwa 1963, Akt. H. Altrichter/ H. Hauman, Die Soutjetunion von der Oktober revolution bis zu Stalins Tod, cilt 2, S. 521, München 1987 10. H.H. Schröter, Gesellschaftliche Funktion und innere Entuıicklung der bol-schemistischen Partei in den Jahren der NEP 1921-28; G. Erler/W. Süss (Ed.), Stalinismus, Probleme der Sotvjetgesellschaft zmischen Kollektivisi-erung und Weltkrieg, Frankfurt/M. 1982 içinde, S. 90 11. S.N. Prokopovicz, a.g.e., S. 11-12 12. H.H. Schröter, a.g.e., S. 116 13. G. Meyer, Zur Sozialstruktur der KPdSU Ende der Zwanziger Jahre; P. Brok-meier/R. Killing (Ed.), Beitraege zur Sozialismusanalyse 3, Köln 1981 içinde, S. 61 14. N.G. Strumilin, Izbrannye vroizvedeniya v pyati tomach, cilt 1, S. 299, Moskwa 1963. Akt. H. Altrichter/H. Hauman, a.g.e., cilt 1, içinde, S. 343 15. H.H. Schröter, a.g.e., S. 93 16. V.I. Lenin Werke, cilt 32, S. 316-17 17. V.I. Lenin, a.g.e., cilt 33, S. 75 18. V.I. Lenin, a.g.e., cilt 28, S. 128, Akt. Prokopovicz, a.g.e., S. 102 19. V.I. Lenin, a.g.e., cilt 33, S. 265 .20. H.H. Schröter, Arbeiterschafi, Wirtschaftsführung und Parteibürokratie uıaehrend der Neuen Ökonomischen Politik, Eine Sozialgeschichte der bol-scheıoistischen Partei 1920-28, S. 366, Wiesbaden 1982 21. E.G. Gimpelson, Sovıetskaya istoriçeskaya enciklopediya, cilt 13, S. 192, Moskova 1971, Akt. Altrichter, a.g.e., cilt 1, S. 341 22. H.H. Schröter, a.g.e., Erler/Süss, a.g.e., s. 110 23. V.I. Lenin, a.g.e., cilt 28, S. 128-9, Akt. Prokopovicz, a.g.e., S. 102 .24. N. Bukharin, Proletarische Revolution und Kuttur (Rede vom 3.2.1923), S. 47, Frankfurt/M. 1971 :25. L. Troçki, Dictatorship vs Democracy, S. 143, Akt. R.V. Daniels, Das Gewissen der Revolution, S. 151, B. Berlin 1978 26. A. Kollontai, Die Arbeiteropposition, F. Kool/E. Oberlaender (Ed.), Arbeiter-demokratie öder Parteidiktatur, cilt 2, S. 182, Frankfurt/M. 1968 27. V.I. Lenin, Werke, cilt 26, S. 64, Akt. R.V. Daniels, a.g.e., S. 163
1929 YILI: BİR DÖNEMEÇ ● 49 28. V.I. Lenin, Werke, cilt 32, S. 42 29. W. Süss, Die Arbeiterklasse als Maschine, S. 87, Berlin 1985 30. Trud, 5.2.1930, Akt. S. Plogstedt, Arbeitskaempfe in der Somjetischen Industrie (1917-33), S. 130, Frankfurt/M. 1980 31. Svernik, Die Gewerkschaften der Somjetunion am Vorabend des 2. Plan-jahrfünfts, S. 20, Moskova 1932, Akt. S. Plogstedt, a.g.e., S. 130 32. Svernik, a.g.e., S. 23, Akt. Plogstedt, a.g.e., S. 130 33. D. Mischytin, Der Kolîektivvertrag in der Rekonstruîerungsepoche, S. 13, Moskova 1931, Akt. Plogstedt, a.g.e., S. 131 34. Voprosy Truda, Nr. 7-8, Ağustos 1924, Akt. Plogstedt, a.g.e., S. 54 35. S. Plogstedt, a.g.e., S. 112 36. Pravda, 29 Eylül 1929, Akt. S.M. Schwarz, Aroeiterklasse und Arbeıtspolitik in der Soıojetunion, S. 196, Hamburg 1953 37. Trud, 8 Temmuz 1933, Akt. Schwarz, a.g.e., S. 199 38. Trud, 6 Nisan 1933, Akt. Schwarz, a.g.e., S. 201 39. Trud, 7 Eylül 1931, Akt. Schwarz, a.g.e., S. 201 40. S.M. Schwarz, a.g.e., S. 99 41. S.N. Prokopovicz, a.g.e., S. 201 42. Prokopovicz, a.g.e., S. 201 43. Pravda, 28 Aralık 1932, Akt. Schwarz, a.g.e., S. 110 44. Sovetskaya Justiciya, Nr. 2/3, S. 48, Akt. M. Hackenberg, Die Entıoicklung der Diziplinar - und Strafmassnahmen im soıojetischen Arbeitsrecht im Zusammenhang mit der forcierten Industrialisierung 192535, S. 160, Berlin 1978 45. Prokopovicz, a.g.e., S. 201 46. W. Leonhard, Somjetideologie Heute, S. 198, Frankfurt/M. 1962 47. Prokopovicz, a.g.e., S. 285 48. Prokopovicz, a.g.e., S. 286 49. Prokopovicz, a.g.e. S. 286-289 50. N. Buharin, Die Ökonomie der Übergangsperiode, S. 135, 1920, Akt. Prokopovicz, a.g.e., S. 288 51. Prokopovicz, a.g.e., S. 195-196 52. Prokopovicz, a.g.e., S. 306 53. Prokopovicz, a.g.e., S. 140 54. Prokopovicz, a.g.e., S. 308 55. Soıvjetskaya Torgoıolya, Nisan 1934, Akt. Schwarz, a.g.e., S. 158 56. Ekonomitscheskoye O’bosreniye, Mart 1930, S. 85, Akt. Schwarz, a.g.e., S. 159 57. W. Süss, a.g.e., s. 195 58. W. Süss, a.g.e., S. 219 59. Trud, 7.3.1929, Akt. Plogstedt, a.g.e., S. 123 60. Trud, 26.3.1929, Akt. Plogstedt, a.g.e., S. 123 61. Vestnik Truda, 1927/28, S. 58, Akt. Süss, a.g.e., S. 217 62. Plogstedt, a.g.e., S. 127 63. S.M. Schwarz, a.g.e., S. 162 64. S.M. Schwarz, a.g.e., S. 162 65. Trud, 20 Ocak 1936, Akt. Schwarz, a.g.e., S. 180 66. Manfred Hellmann, Die Russiche Revolution 1917 (Dokumente), S. 358, Münih 1977 67. M. Hellmann, a.g.e., S. 358 68. M. Hellmann, a.g.e., S. 359 69. Hermamı-Otto Leng, Die Allgemeine Wahl im bolschemistischen Staat, S. 140, Meinsenheim am Glan 1973
SOHBET - TARTIŞMA: Ertuğrul KÜRKÇÜ — İstersen iki ayrı konuda sohbet edelim. İlk olarak, Gorbaçov döneminden başlayarak geriye, 1917 Ekim Devrimi’ne doğru gidelim ve bu sürecin çeşitli dönemlerini ele alalım. İkinci olarak da Türkiye sosyalist hareketinin yakın dönemine, bugününe ve yarınına değinelim. Gorbaçov, Sovyetler Birliği’nde iktidara geleli beri ,orada bir takım değişiklikler oluyor. ‘Reform politikaları’ adı altında bazı uygulamalar gündeme geliyor. Bu sürecin gerek Avrupa’da gerekse Türkiye’de bir takım yansımaları oluyor. Detaylı olarak tartışılması gereken bir dönem diye düşünüyorum. Nasıl değerlendiriyorsun Gorbaçov dönemini? E. Kürkçü. Geçenlerde ‘İşçi Dünyası’na da yazmıştım, bununla ilgili olarak. Orada söylediklerimle başlayabilirim. Sovyetler Birliği’nde olan her şey dünyadaki tüm insanları ilgilendiriyor. Sovyetler Birliği’nin, dünyanın en büyük ülkelerinden biri olması nedeniyle, orada değişen her şey dünyada birçok şeyin değişmesine bir şekilde yol açıyor. Bu bakımdan çok önemli. İkincisi, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin gidişatında bir değişiklik olduğunda, dünyadaki sosyalist hareket bundan etkilenmeksizin kalamıyor. Bundan önceki dönemleri başkanlarla ya da parti önderleriyle belirleyecek olursak, Bolşevik Hükümeti’nin iktidara gelmesiyle, Lenin’in izlediği politikalar dünyayı bir şekilde etkilemişti; ardından Stalin iktidarı dünyayı ve sosyalizmin gidişatını bir başka şekilde etkiledi; ardından Kruşçov, Brejnev ve nihayet Gorbaçov dönemlerindeki bütün değişiklikler, sosyalist hareketin gidişatı üzerinde çok ciddi etkilerde bulundu. İşte bu bakımdan, hiç hafife almamak gerektiğini düşünüyorum,
SOHBET - TARTIŞMA
● 51
Gorbaçov’un yeni tutumlarını. Ama biz şimdi bir genel dünya politikasından çok, bu dönemin sosyalizmin içine olan etkilerini ele almalıyız. Şimdi Gorbaçov’un iktidara ve SBKP’nin önderliğine geldiği dönemden beri, Sovyet toplum ve devlet hayatında başlıca iki slogan etrafında bazı değişiklikler meydana geldi. Birincisi, glasnost politikası aracılığıyla devletin, partinin ve toplumun ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi; ikincisi, perestroyka politikası aracılığıyla da ekonominin, ekonominin yönetiminin ve dolayısıyla yine toplum hayatının yeniden şekillendirilmesi gibi iki politika söz konusu. Şimdi bütün dolaysız ve hemen önümüzdeki etkileri açısından bakarsak, doğrusu ben Sovyetler Birliği dışında yaşayan insanlar açısından glaşnost’un perestroyka’dan daha önemli olduğunu düşünüyorum. Bunun etkileri daha dolaysız olarak gözüküyor. Glasnost ile Sovyetler Birliği’ndeki toplum hayatında açıklık ve saydamlık talep ediliyor. İşte bu talep, bugüne kadar SBKP’nin hem yaşanmış tarihi, hem de bugün sürmekte olan etkinliklerinin kavranması bakımından çok önemli. Birincisi, Sovyetler Birliği dışındaki sosyalistlerin bir bölümü için gerçi pek bilinmez olmayan bir sürü hakikatin, Sovyetler Birliği komünistleri, işçileri ve nihayet tüm halkı için açığa çıkmasının, bilinir olmasının adımları atıldı. Yani resmi tarihin, devlet tarafından yazılmış bulunan tarihin, aslında bu halkın gerçek tarihi olmadığı ortaya çıktı. Gerek Sovyet entelijansiyasının, gerekse Sovyet halkı’nın aslında derin bir şok yaşadığını düşünüyorum. Bunun ayrıca kültürel ve ahlaki sonuçlarının da olacağını düşünmek kabil. İkincisi, glasnost süreci, esas olarak SBKP’nin resmi görüşlerinin, yani parti görüşünün dışında sosyalist perspektifler de olabileceğini kabul etti. Bunun dünya ya da Türkiye sosyalistleri açısından bence en önemli tarafı, SBKP’nin görüşlerini paylaşan grupların, kendi dışlarındaki gruplara karşı olan yaklaşımlarını olumlu olarak etkilemesi. Bu yaklaşım sosyalistler arası diyalog ve medeni tartışma yürütme imkanını çok fazla teşvik edebilir. Bunlar olumlu noktalar ve bunları da hemen hissettiğimizi söyleyebiliriz.
— Bilmiyorum sen nasıl değerlendiriyorsun ama, bence bu glasnost ve perestroyka politikaları Gorbaçov’un kişisel tercihinden ya da bürokrasinin bir kanadının tercihinden daha çok, toplumsal gelişmenin dayattığı bir zorunluluk. Sovyetler Birliği’nde üretimdeki ve teknolojideki geriliğin iç piyasada ve hatta dünya piyasasındaki hareket alanını kısıtlamasının yarattığı bir dayatma, bir zorunluluk olarak değerlendiriyorum. Glasnost politikası genellikle Sovyetler Birliği’nde herşey demokratikleşiyor, biçiminde ele alınıyor. İlk bakışta eleştirinin, çok görüşlülüğün olabilirliği ve tek gerçeğin partinin tekelinde olmadığı gibi ifadeler çarpıcı geliyor, ama zaten sosyalizmin özünde ve temel düşüncesinde böyle faktörler olduğunu düşünüyorum. Ayrıca bunların bugün Sovyetler Birliği’nde nasıl yaşadığı da epey tartışmalı. Ama bugün bunların ileri sürülmesi, bugüne kadar yaşananın son derece çarpıtılmış, dejenere edilmiş bir süreç olduğunun da açık işareti olarak görünüyor bana. Konuyu bu açıdan tartışmak gerekmiyor mu?
52 ● İŞÇİLER VE TOPLUM E. Kürkçü: Bunu konuşacağız zaten. Ben şimdi bir ilk gözlem yapmak istedim. Glasnost’un güncel etkileri karşısında takınılacak iki temel tavır var. Biri buna karşı çıkarak «kapalılık ve gizlilik devam etmeliydi, her şey böyle ortaya dökülemezdi, kol kırılır yen içinde kalır» gibi bir tavır. İkincisi ise, bu süreci hiç değilse bu verdiği ürünler bakımından olumlayan bir tavır. Ben ikinci tarafı tutanlardanım. Yani bu politikanın nesnel sonuçları şimdilik olumlu gözüküyor. Ama ‘bu politika neden bir ihtiyaç haline geldi?’ konusuna geldiğimiz zaman, tabii ben de aynen senin gibi, soruları kendime ve uygulanan politikaya doğru yöneltiyorum. Aslında üzerinde çok fazla yorum yaptırmayacak kadar açık olarak Gorbaçov’un kendisi tarafından da ifade edilen durum şu: Ya bu politikalar tutacak ya da Sovyetler Birliği çökecek. Böyle bir noktaya gelindiğinde, Gorbaçov’un ve sistemin zaten enerjik davranmaktan başka yapabileceği bir şey yok. Bu yüzden de onlar, sadece tarihsel olarak dayatılan zorunluluğun bu sistem içerisinde kabul edilebildiği nispette özümsenmesi gibi bir gaye içinde. Şimdi glasnost sürecinin sosyalizmin idealleri bakımından ne ifade ettiğini tartışmak gerekir. Ben doğrusu şöyle düşünüyorum. Türkçe’deki deyimiyle, ‘Allah fukarayı sevindirmek isterse, önce eşeğini kaybettirir, sonra buldururmuş’. Sovyetler Birliği’nde olup biten her şey, işçi sınıfının ve öteki çalışanların 70 yıl sonra siyasal olarak Ekim Devrimi’nde başladıkları noktadan daha geriye itilmiş olduklarını düşündürtüyor. Eğer bugün Sovyetler Birliği’nde demokrasi yeniden fethedilmek isteniyorsa, eğer toplum ve devlet hayatında açıklığın hakim kılınması talebi ortaya çıkmış ve bu bizzat devleti yönetenler tarafından bile dile getiriliyorsa, o zaman şu sorunun sorulması gerekir: Bu nasıl bir «olgun sosyalizm»dir ki, 70 yıl içerisinde işçi sınıfını kendi Özgürlüğünden yoksun bırakmış, işçi sınıfına Ekim Devrimi’nde kazanılanlardan daha ilerde bir demokrasi sağlayamamış ve üretimi kapitalist emek verimliliğinden daha yüksek bir noktaya çekememiştir? Bu soruları sorduğumuz zaman, tabii ki glasnost sürecinin sadece ilk ve dolaysız sonuçlarına bakarak bizi çok fazla sevindirmemesi gerektiği gibi bir başka noktaya doğru geliyoruz. Ben doğrusu Sovyetler Birliği’nde uygulanmak istenen bu yeniden yapılanma ve açıklık politikasını, sistem için kabul edilebilir nispette açıklık ve yeniden yapılanma olarak ifade etmek gerektiğini düşünüyorum. Kelimelerin anlamlarını son sınırına kadar taşıdığımızda, sistemle bunun bir yerde çeliştiğini de göreceğiz. Bu bence kendisini tarihin yeniden yorumunda gösteriyor. Bütün bu açıklık politikasının tartışıldığı süreç içerisinde şunu gördük; açıklık bugün Gorbaçov’un temsil ettiği güçlerin karşısındaki güçleri tesirsiz hale getirmeye yardım ettiği nispetteki bir açıklıktır. Yoksa devletin genel biçimlenişi, parti ve devlet arasındaki münasebetler, halk ve işçi sınıfı ile parti arasındaki münasebetler bakımından çok fazla bir reform önerisinin ileri sürülmüş bulunduğunu söylemek bence mümkün gözükmüyor. Bir Paris Komünü’nün ve Ekim Devrimi’nin ideallerine bu devleti ve toplumu yaklaştıracak tedbirlerin alınmakta olduğunu söylemek, bence mümkün gözükmüyor.
— Şöyle bir farklılığı da var. Diğer Doğu Avrupa ülkelerinde olan bitene bakarsak, ister 1953 Berlin ayaklanması veya 1956 Macaristan’ı olsun, isterse Polonya veya 1968 Çekoslovakya baharları olsun, hepsinin ortak özelliği işçi sınıfından ve tabandan gelen bir muhalefetin varlığı ve sokaklara dö-
SOHBET - TARTIŞMA
● 53
külme-siydi. Burada ise tam tersine, bugüne kadar tabandan ve işçi sınıfından gelen bir çaba yani bir kitle desteği şu ana kadar görülmüş değil. Diğer ülkelerle karşılaştırdığımızda, bürokrasinin bir kanadının tepeden gelen reform çabalarını izliyoruz. Söylemek istediğim sonuç da şu : Böylesine doğrudan üreticilerin kitle desteği olmadan senin de bahsettiğin Paris Komünü veya 1917 Ekim Devrimi’nin temel özelliklerine ulaşmak galiba mümkün değil. E. Kürkçü: Tabii, bence de mümkün değil. Ben de zaten gelişmelerin böyle bir noktaya doğru taşınmak istendiğinden o kadar emin değilim, hatta taşınmak istenmediğini düşünüyorum. Bütün esnekliğini kaybetmiş, kendini yenileyeme-yen bir yapının, şimdi kendi çerçevesi içersinde yeniden yapılanması söz konusu. Paris Komünü’nün veya Ekim Devrimi’nin idealleri bunlar değildi elbet. Senin söylediğin Doğu Avrupa’daki kitle hareketlerinde taleplerin aşağıdan gelmiş olması, bir ölçüde işçi sınıflarının belli rahatsızlıklarını açığa vurmaları için iktisadi, entelektüel ve siyasi şartların bir araya geldiğini gösteriyor. Ancak burada bir başka önemli faktör var. Bütün bu ülkelerde, sosyalizm daha çok Sovyetler Birliği’nin müdahaleleriyle şekillenmekte olan bir süreçti. İkinci Savaş sonrasında Doğu Avrupa’daki bütün siyasi rejimler, daha çok Yalta-Tahran-Potsdam konferanslarında büyük güçler arasındaki güç ilişkileri çerçevesinde şekillendi. Dolayısıyla bu ülkelerdeki siyasi rejimler gerek maddi gerçekleşme süreçleri gerekse uygulanan modeller bakımından bir şekilde Sovyetler Birliği’nin damgasını taşır oldular. Öte yandan, bu ülkeler bütün 19. yy. boyunca Rus İmparatorluğu’nun Hinterland’ı içinde kalmış ve buralardaki devrimci-demokratik her başkaldırı Çarlık orduları tarafından ezilmişti. Dolayısıyla bu ülkelerin tümünde Doğu’dan gelen müdahalelere karşı içgüdüsel bir tepki hep olagelmişti. Hoşnutsuzluğa yol açan bürokratik rejimlere karşı muhalefet başladığında bu tarihsel içgüdülerin de harekete geçmesi, milliyetçi tepkilerin sosyalist muhalefetle karışmasına imkân verdi ve bu nedenle o ülkelerdeki yönetici zümreye karşı baş gösteren muhalefet, bir şekilde milliyetçi renklere de büründü. O yüzden bu ülkelerde işçi sınıfının dışında kalan muhalefet hareketlerinin mutlaka sosyalist özlemlerle hareket ettiğini de düşünemeyiz. Sovyetler Birliği’nde ise bu glasnost sürecinden sonra yine kitlesel hareketliliğin ortaya çıktığı yerlere bakarsak, bunların genellikle Azerbeycan, Gürcistan, Ermenistan, Letonya, Estonya gibi geçmişte Sovyet egemenliğinin bir ulusal probleme yol açmış bulunduğu yerler olduğunu görürüz. Ama genellikle Rus ya da Slavik halkların Sovyetler Birliği’nde bu bakımdan bir probleme sahip olmadıklarını düşünmek mümkün. İşin sanıyorum böyle bir boyutu da var. Ama onun dışında bir başka şey daha var. Geçen 70 yıllık sürenin - özellikle son 60 yılının - Sovyet halkına politik uyanıklık, politik seferberlik ve politik idealler üretme reflekslerini yitirttiğini düşünüyorum. Siyaset sahnesinden ve siyasi faaliyetten uzağa atılmış ve en çoğundan sadece dar üretim sorunlarıyla, dar toplumsal’ sorunlarla ilgilenmiş olan topluluklar, şimdi yukarıdan aşağıya ‘kaderlerinizi ellerinize alınız’’ dendiğinde neden kendi kaderlerini kendi ellerine alacakları konusunda bir sürü soru işaretiyle yüklenmiş oluyorlar. Sovyetler Birliği’ndeki tüm reformların yukarıdan aşağıya doğru geliyor olması halkın edilgenliğinde
54 ● İŞÇİLER VE TOPLUM de bu anlamda kendisini gösteriyor. Bir de glasnost sürecinin getirip önümüze koyduğu vahim bir soruna daha işaret etmek gerekiyor. Perestroykayla glasnost, aslında çöküntüye doğru gitmekte olan bir ekonomiyi yeniden canlandırmak temel amacını güttüğü için, işçilerin daha çok çalışmalarını, devlet tarafından daha az korunmalarını ve işten atılmalarını da beraberinde getiriyor. İşletmelerin atıl kapasitelerinin harekete geçirilebilmesi ya da demode olmuş teçhizatın yenilenmesi gibi bütün hu süreçler işçiler için daha çok çalışma ve daha zor hayat koşulları anlamına geliyor. Bu yüzden apolitize edilmiş, çok yüksek ideallere sahip olmayan, günübirlik yaşayan işçiler açısından eski sistem belki de daha makbul. Ve bu yüzden, birçok işçinin ‘eskisi iyiydi, ne var bunu değiştirecek’ şeklinde tepkiler gösterdiğini de işitiyoruz. Çünkü glasnost sürecinin görünürdeki olumluluklarına rağmen aslında perestroyka ve glasnost birlikte bizi bir şekilde yeniden üretilmiş bir NEP siyasetine doğru götürüyor ki, NEP siyaseti en başta kapitalizm karşısında bir geri adım demektir ve işçi sınıfının böyle bir siyaseti büyük bir heyecanla karşılaması da herhalde beklenemez. İlk NEP de büyük bir heyecanla karşılanmamıştı. Fakat çok yüksek düzeyde politik bilinçle donanmış ve tarihin aktörleri olduğunu hissetmiş olan işçiler, bu politikayı kendilerine uyarlamakta belli bir fedakârlık yaptıklarını bilerek davranmışlar ve NEP sürecinin getirdiği tüm olumsuzluklara ve eşitsizliklere rağmen, kendi günübirlik çıkarlarını sosyalizmin kurulması büyük amacına feda etmişlerdi. Ama bugün aynı şeyi söyleyemeyiz. Ve bu süreci Sovyet işçilerinin büyük bir coşkuyla selâmlamaları için çok fazla bir neden olmadığını da düşünebiliriz. Çünkü hâlâ işçi sınıfının altta ve yöneticilerin üstte yaşadıkları bir süreçte böylesi bir coşku söz konusu olamaz.
— Yanlış hatırlamıyorsam, Gorbaçov’un iktidara geldiği sıralarda, glasnost ve perestroykanın henüz çok fazla afişe edilmediği günlerde ilk söylediklerinin başında çalışma disiplininin arttırılması geliyordu. Özellikle çalışma disiplininin ve üretimin arttırılması konusunda bürokrasinin tüm kanatları hemfikir. Tartışılan konu bunun nasıl yapılacağı. Muhafazakarlar diye adlandırılan eski Stalinist ekip - Ligaçev galiba bunun başını çekenlerden biri -bu işi Stalin döneminde olduğu gibi yine kırbaçla halletmek gerektiğini, 1930lardaki uygulamalara geri dönmek gerektiğini düşünüyor. Gorbaçov ekibi ve bir başkaları ise, bunun böyle olamayacağını düşünüyorlar. Teknolojik gelişmeyi de bu tartışmanın içine katmak gerek. Yani bilgisayar teknolojisinin üretime girmesi halinde, kırbaçla herhangi bir şeyin yürütülmesi mümkün değil gibi. Dolayısıyla glasnost biraz da bu duruma cevap veriyor sonuçta, değil mi? E. Kürkçü: Evet, ben buna katılıyorum. Zaten muhalif kanadın da çaresizliği buradan geliyor. Yani Sovyetler Birliği’ndeki maddi üretici güçlerin teknolojisini, dünya kapitalizminin bugün erişmiş bulunduğu bir düzeye doğru sıçratmak yönündeki bütün çabalar hem maddi faaliyet
SOHBET - TARTIŞMA
● 55
olarak yığınların katılımını, hem de bilgi sürecinin demokratikleştirilmesini gerektiriyor. Çünkü bugün erişilmiş bulunulan düzeye sıçramak demek, zaten üretime bilgisayar teknolojisini sokmak demek oluyor. Bu eski çerçeveleri parçalamadan sokulamaz. Yani iletişimi sonsuz miktarda arttırdığınız zaman, kırbacın hiç bir değeri kalmaz. Buna uygun tedbirleri ön görmeniz gerekir. Bu yüzden devletin yaşatılması, ekonominin ilerletilmesi ile olacağı için, ekonominin ilerletilmesi ise bütün bu süreçleri gerektirdiği için son derece paradoksal bir görüntü ortaya çıkıyor. Aslında bu paradoksal görüntü, bizzat bu taleplerin aşağıdan değil de yukardan dile getirilmesine yol açıyor. O anlamda Ligaçevler’in de çok fazla yapabilecekleri bir şey yok. O yüzden herkes glasnost ve perestroyka sürecinde müttefik gibi. Daha çok bu sürecin tamamlanması halinde, bürokrasinin bir bölümünün de tasfiyeye uğraması ihtimaline karşı bir şeyler yapma mücadelesi veriliyor. Bu yüzden Stalin dönemi üzerine yoğunlaşan kavganın da bu temele dayandığını düşünüyorum. Çünkü Stalin’in eleştirildiği noktalar genellikle hukuki ve ahlaki süreçler. Yani ne siyasal ne de ideolojik süreçler büyük ölçüde tartışma konusu değil. Ama glasnost kaçınılmaz olarak bütün tartışan güçlerin elini belli oranlarda az veya çok çözdüğü için, şimdi her şey bir şekilde ortaya dökülmeye başlandı. Ama yönetimin talebi ideolojik pozisyonların tartışılması değil. Yani onlar ve kendi kavramsal dünyalarını Sovyet devletine bağlı bir biçimde oluşturmuş bulunan bütün devletler hâlâ esas olarak Stalin tarafından ya da Stalin döneminde ileri sürülmüş bulunan iktisadi ve siyasi kavramlar çerçevesinde düşünüp hareket ediyorlar. Bu anlamda çok fazla bir çelişki olduğunu söylemek mümkün değil. Ama bütün yükselişlerini ve güçlenişlerini Stalin dönemi uygulamalarından almış olan pozisyonlarını bu dönemdeki gelişmelerden sağlamış bulunan ekip şimdi kendi konumlarının tasfiyeye uğramasını engellemek bakımından o dönemi yüceltmek, Gorbaçov ve diğerleri de onları tasfiye edebilmek için o dönemi alçaltmak ihtiyacındalar. Sanki ideolojik ve tarihselmiş gibi süren bu tartışma, bence aslında böylesine güç ilişkilerine bağlı. Netice olarak şu denebilir: glasnost süreci devletin, yani bürokratik bir çarpılmaya uğramış bulunan eski Sovyet devletinin hakiki temelleri üzerinde yeniden inşa edilmesinden çok, bu çarpıklıkların, çok fazla imtiyaz kayıplarına yol açmadan ve işçi sınıfı karşısındaki üstünlük konumlarını elden çıkartmadan, üretimin gereklerine uygun hale getirilmesi çabası. Böyle gözüküyor. Ama şunu söyleyebiliriz buna ek olarak. Bu niyetlere bağlı bir mesele olmaktan şöyle çıkıyor. Bir kere gerçek güçler hareket imkanı buldukları zaman, yöneticilerin iradesi ne yönde tecelli etmiş olursa olsun, ortaya yeni, denetlenemez faktörler çıkarır. İşte glasnost sürecini nesnel olarak olumlamamın gerekçeleri de burada aranmalıdır. Ben şahsen şöyle düşünüyorum. Bu süreç bugüne kadar kendi düşüncelerini ve çıkarlarını açıklıkla dile getirememiş olanların -bunların hepsinin mutlaka ilerici olması da gerekmiyor, ama ben meseleye şimdi ilericiler noktasından bakıyorum - kendilerini ifade etme imkânına nesnel olarak kavuşmuş olmaları anlamına geliyor. Bunu olumluyorum. Bunun dışında, tabii şunu da söylemek lâzım. Sovyet devletinin çöküntüye uğruyor olması, kısa vadede aslında dünya sosyalizminin kazançları bakımından bir geriye gidiş olarak da
56 ● İŞÇİLER VE TOPLUM görülebilir. Çünkü neticede bu devletin nesnel varoluşu, emperyalizm karşısında belli bir karşı-ağırlık yaratıyor. Bunun şimdiden biçimlenemeyecek bir mücadelenin sonucunda felce uğraması da, o kadar talep edilecek bir şey değil. Çünkü şunu söylemem gerekir burada. Ben Sovyet devletinde reformlar yoluyla, yani sistemin kendi içersinde, devlet alanının kendi içersinde işçi sınıfının siyasal reformlar yoluyla, yitirmiş olduğu pozisyonların kazanabileceğine inananlardanım. Yani, Sovyetler Birliği’nde siyasi devrimin gerekmediğini düşünenlerdenim. Bunun nedeni, içi ne kadar boşalmış olursa olsun, ne kadar deforme olmuş olursa olsun, ne kadar başka güçler tarafından işgal edilmiş olursa olsun Ekim Devrimi’nde kazanılmış bulunan aygıtların Sovyetler Birliği’nde formal olarak ve hukuken hâlen yaşıyor olmalarıdır. Bu yüzden işçi sınıfının ve devrimci sosyalistlerin, Bolşevik geleneğine bağlı kadroların sistemin içini yeni bir özle doldurabilmek bakımından hâlâ imkânları olduğunu düşünüyorum. Glasnost buna ne dereceye kadar yardımcı olabilir, o Sovyetler Birliği’nin içindeki ilişkileri bilmeye bağlı. O kadar bildiğimizi söyleyemeyiz, ama yöneticilerin talebi de bu değil.
— Ama bu talebe sahip olmayan yöneticilerin, bir kitlesel İşçi hareketi ile karşı karşıya kaldıklarında örneğin Polonya’da daha evvel de Çekoslovakya ve Macaristan’da olduğu gibi, ne yaptıklarını biliyoruz. O zaman bu yöneticiler, kitlesel harekete karşı tavır alıyorlar ve bir tarafta devlet, parti ve bürokrasi oluyor, diğer tarafta ise doğrudan üreticiler. Dolayısıyla o kadar da kolay reforme edilir bir sistem değil bu. 1950’lerin başından beri özellikle Doğu Avrupa ülkelerinde olanları hatırlamak yeterli. Egemenliği elinde bulunduran zümre mi, bürokrasi mi, kast mı ne dersen de, sonuç olarak konumu ve gücü yitirmemek için gerektiğinde Polonya’da olduğu gibi askerî bir darbeyi bile kullanabiliyor. Yani şu reforme edilmeyi belki biraz daha açman lâzım. Hiç de tereyağından kıl çeker gibi bir süreç değil bu. Basbayağı bir toplumsal altüst oluş dönemi söz konusu. Ve toplumsal egemenlik ilişkilerinin her altüst oluşu aynı zamanda bir devrimci sürecin ürünüdür. E. Kürkçü: Bence bütün reform süreçleri bir çeşit altüst oluşa tekabül etmiştir. Bütün reformlar devrim süreçlerinin yan ürünüdürler, dolayısıyla gerçekten köklü devrimci bir işçi faaliyeti söz konusu olmadan, bütün bu yapılarda reform sağlamanın da çok fazla bir olanağı olacağını düşünmek güç. Güçler öylesine seferber edilebilir ve gerçekten işçi sınıfları kendi geleceklerini, kendi kaderlerini Öylesine büyük bir güçle ele alabilirler ki, bu noktada yönetici zümrenin buna karşı çok fazla zora başvurması mümkün olamayabilir. Yani Sovyetler Birliği’nde açılan kapıdan sadece bürokrasinin talepleri değil, aynı zamanda işçilerin talepleri de girebilir.
— Bir de Ekim Devrimi kazanımlarının, dediğin gibi ne kadar içi boşaltılmış, deforme edilmiş ve başka güçlerce işgal edilmiş de olsa temel olarak yaşadıkları tespitini ben epey tartışmalı buluyorum. 1920’lerde başlayan, 20’Ü
SOHBET - TARTIŞMA ● 57 yılların sonlarında hızlanan ve 1936’lara kadar uzanan bir süreçte bir çok kazanımın ve hakkın parça parça yitirildiğini düşünüyorum. Örneğin sendikalar konusunda son derece geri adımlar atılıyor ve sendikaların özerkliğine son veriliyor, devlet sendikaları oluşturuluyor, keza çalışma yasalarında da son derece büyük kayıplar yaşanıyor. Üretim sürecine işçilerin müdahalesi açısından bakarsan, fabrika yönetiminin işçilerden ayrıldığını görüyorsun, yani işçiler yönetemez hale geliyor. Siyasal haklar açısından bakarsan, Ekim Devrimi sonrasında sınırsız örgütlenme, gösteri yapma vs. gibi özgürlükler var, ancak sonraki dönemde 1929’a kadar bütün bunlar önemli Ölçüde tasfiye edilmiş oluyor. Örnekleri arttırıp bir dizi kayıp daha saymak mümkün. Lâfı uzatmayayım, ama ben öyle çok rahatça kazanımların korunduğu ifadesinin kullanılmasını sorunlu görüyorum. Yani bir Sovyet seçimi hâlâ oluyor, ama tek kişinin aday gösterildiği ve tek kişinin seçildiği seçimler oluyor. Yani bu şekli ile bu seçimin her tarafından formellik akıyor. E. Kürkçü: Ama tak bu siyasal yapıdan çok bir tür siyasal kültürle ilgili bir şey. Neyin kazanıldığını ve neyin korunduğunu soracak olursak, bugün korunan kazanımların şunlar olduğunu düşünüyorum: Birincisi, mülkiyet biçimleri. Bunlar muhafaza ediliyor, yani Sovyetler Birliği’nde özel mülkiyete hiç bir zaman geri dönülmedi. Bu bugüne kadar sürdürdü varlığını.
— Ama burasını perestroyka bağlamında tartışmak gerek, istersen sonradan dönelim yine. E. Kürkçü: İşçi sınıfları için var olan imkanlar açısından bakarsak, ikinci olarak, Sovyetler tamamen birer idari organa dönüştürülmüş olsalar bile, devlet hayatının yığınsal katılım mekanizmaları olarak varlıklarını sürdürüyorlar ve Sovyetler etrafında dönen bir devlet hayatının hâlâ yaşar kalması bence önemli. En ciddi fark tabii devlet ve partinin münasebetlerinde görülüyor. Lenin’in sağlığı sırasında parti devletten nispeten bağımsızken, şimdi devletin en merkezi organı haline dönüşmüş vaziyette, ki bu parti işçilerin temsilinden çok işçilerin yönetimi için bir vasıta haline gelmiş vaziyette. Sorun da burada düğümleniyor. Bu iki özelliğin, mülkiyet biçimlerinin ve işçilerin devlete kitlesel katılımı mekanizmalarının muhafazasının epey hareket kabiliyeti yeterliliğinde olduğunu düşünüyorum. Bunlar şimdi açılan kapıdan geçilerek, işçilerin insiyatifleri ellerine almaları halinde başka bir biçimde doldurulabilir ve buradan pekâlâ devrimci sonuçlar çıkabilir. Ama Sovyetler Birliği’nde halkın bugünkü politikalar etrafında insiyatif gösterme ihtimallerinden bahsettiğimde bunun nispeten düşük olduğunu konuşmuştuk, Hâlâ parti içinde faaliyet sürdüren Bolşeviklerin ya da o Bolşevik geleneğin Sovyetler Birliği içinde hâlâ yaşayan temsilcilerinin bu imkânları nasıl değerlendirecekleri önemli. Bu konuda bir öngörüde bulunmak benim açımdan güç olsa gerek. Bu imkân denenmeden, kullanılmadan, kullanılmaya çalışılmadan kestirme ola-
58 ● İŞÇİLER VE TOPLUM rak her şeyin bürokrasinin tayin ettiği yolda gideceğini ve glasnost ve perestroyka süreçlerinin onların öngördükleri sonuçları vereceğini söylemek bana biraz güç geliyor.
— Sorun bürokrasinin tayin ettiği biçimde gidip gitmeyeceğini söylemek değil elbette. Bürokrasinin gitmek istediği yer neresi, işte bunu tahlil etmek gerek. Öyle mi gidecek, yoksa kitlesel bir işçi müdahalesi bunu başka bir tarafa doğru çevirebilir mi, bunun falcılığını yapmak pek mümkün değil. Konuşmanın başında senin de değindiğin bir nokta vardı. Stalin döneminde oluşturulmuş olan kurumlar, ideolojiler ele alınmıyor ve eleştirilmiyor. Stalin yalnızca hukuki ve ahlaki yönden eleştiriliyor demiştin. Burası bence son derece önemli, çünkü bazı yapılar ve ideoloji korunmak isteniyor gerçekten. Stalin’in şahsına yöneltilen eleştiriler - ki bunların haksız olduğunu iddia etmiyorum - onun döneminde oluşturulmuş yapılara uzanmıyor. E. Kürkçü: Böyle bir durumun olduğunu ben de düşünüyorum. Meselâ Kruşçov döneminde de benzer şeyler yaşandı. Brejnev döneminde de her ne kadar onlar şimdi Stalinciler olarak adlandırılıyorlarsa da bir şekilde resmi Stalin eleştirisi süregelmişti. Bu da bir devlet tavrıydı. Stalin’in eleştirisi şimdi de sürüyor. Bence Stalin döneminde yaşanan ahlaki, kültürel meseleler de önemli. Ama asıl önemli olan bir şekilde Lenin’inkinden, dolayısıyla Marks’ınkinden farklı olan bir sosyalizm anlayışının sürmesidir. Anayasaları açıp baktığımız zaman, devletin temel siyasal münasebetlerinin 1936 Anayasası’yla tarif edildiğini görüyoruz. Parti-devlet münasebetlerine baktığımız zaman, bunların da 1936’dan beri süregeldiğini görüyoruz. Keza Sovyetler Birliği’ndeki işçi sınıfı hareketinin, dünyadaki öteki işçi hareketleriyle bağı noktasına baktığımız zaman veya Sovyetler Birliği’nde işçi sınıfı egemenliği kurma da yine aynı politikaların süregeldiğini görüyoruz. Dolayısıyla Stalin’in Marksizm’e eklemlediği kavramsal tavrın, Sovyetler Birliği’nde bütün değişmemiş olduğunu söylemek bence mümkün ve gerekli. Şimdi bunu söylediğimiz ve bu tespitin doğruluğu ya da yanlışlığı üzerinde konuştuğumuz zaman gelecek için kestirimlerde bulunmak mümkün. Bürokrasinin, parti yöneticilerinin bugünkü tavrı nereye kadar gitmeye el veriyor? Bu demin çizdiğimiz temel güç ilişkilerine bağlı ve bu güç ilişkileri Stalin’in çizdiğinden çok farklı olarak tarif edilemiyor. Bu ifadesini örneğin devletsiz bir sosyalizm değil, devletli bir sosyalizm tarifinde buluyor. Devletli bir sosyalizm tarifi, Marksizmin bir çeşit tahrifatı ile mümkün olmuştu. ‘Bütün halkın devleti’ teorisi, Stalin döneminde yaratıldı ve bu Marksizme bir şekilde eklemlenmiş oldu. Stalin döneminin perspektifleri ile sosyalizmle tanışan insanlar için, ‘bütün halkın devleti’ diye bir kavram vardı ve bu kavram bugün de değiştirilmemiş olarak duruyor. Oysa sosyalizmin kendisi, devletin işlevlerinin kerte kerte topluma terk edilerek, devletin söndüğü bir süreç olarak ifade edilir ve bu sosyalizmin kurulmaya başlanmasıyla beraber olan bir şeydir. Dolayısıyla devletli bir sosyalizm ya da devletsiz bir sosyalizm gibi iki temel tercih açısından ya da iki temel toplum durumu açısından, ben bugünkü yöneticilerin de Stalin’le aynı dünyayı paylaştıklarını düşünüyorum. Zaten o yüzden reformlar böyle yukarıdan aşağıya talep ediliyor, yani devlet halka ‘reform yapın’ diyor.
SOHBET - TARTIŞMA
● 59
Keza dünya sosyalizmine bakışta da çok fazla değişen bir şey yok. Bütün dünyayı kapsayan bir sosyalist süreçten çok, herkesin kendi işine baktığı ve her bir milletin kendi sosyalizmini kendi kendine düşündüğü bir süreç söz konusu. Şimdi bu yaklaşım aslında paradoksal olarak sosyalizmin gidişatına şöyle olumlu bir etkide bulunuyor. Geçmişte kendilerini Sovyetler Birliği Komünist Partisi’ne göre tarif etmiş olan diğer ülkelerdeki partilerde, şimdi daha özgürce düşünme süreçleri başlıyor. Bu olumlu bir sonuç yaratabilir. Ama öte yandan gerçekte, sosyalist mücadelenin ‘Bütün ülkelerin işçileri birlesiniz!’ çağrısında ifadesini bulan temel ve bence vazgeçilmemesi gereken kavranışından da uzağa gitmek gibi uzun vadeli bir sonuç yaratıyor. Şimdi bugünden sonra sosyalizmin milli sınırlar dahilinde tarifi imkânları daha çok güçlenecektir. Dolayısıyla bu aslında Stalin döneminde ortaya atılmış bulunan tariften de çok farklı bir şey değildir. Yalnız Stalin döneminde bu tarif daha çok Sovyet Hinterland’ı içerisinde yapılıyordu. Dolayısıyla tüm öteki ülkelerin komünist partilerinin görevi, Sovyetler Birliği’ndeki süreçleri olumlamak idi. Bu yüzden onlar bütün etkilerini ve donanımlarını bir şekilde Sovyetler Birliği’nden alıyorlardı ve Sovyetler Birliği’nde bir şey yanlış gidince bu öbür taraflarda da her şeyin yanlış gitmesi sonucuna yol açıyordu. Şimdi belki bundan kurtulun-muş olunuyor. Ancak öbür taraftan da, sosyalizmin uluslararası değil, ulusal bir çerçevede düşünülmesi, tartışılması ve kavramlaştırılması bakımından çok daha derin ve temelli bir etki gelişiyor. Burada ikisinden birini tercih etme durumunda olmadığımızı düşünüyorum. Ama bunun bir tehlikesinin daha karşımıza çıktığını görüyorum. Netice olarak Stalin dönemindeki perspektiflerin, bugün devletin temel yönelimleri bakımından çok fazla elden çıkartılmadığını ve gözden düşürülmediğini düşünüyorum. O nedenle tartışmayı belki de daha çok bu noktalara çekmek, glasnost sürecinden diyelim ki - olumlu bir tartışma ortamı yaratma imkânı varsa - böylece yararlanmak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü neticede bu problem, Stalin’in ‘fenalıklarının’ tartışılması noktasına indirgenecek olursa bu bizi kaçınılmaz olarak volontarist bir tarih anlayışına doğru taşıyacaktır. Bu ise determinizme imkân veren maddi tarihsel şartların düşünülmesi olanağını ortadan kaldıracaktır. Dolayısıyla Stalin’i elimine ettiğimiz zaman, Sovyetler Birliği’nde sosyalizm bakımından ortaya çıkan tuhaflıkların ve yanlışlıkların da elimine edilebileceği gibi bir yanılsama doğabilecektir. Bu doğru değil tabii, yani Stalin’i var eden koşullar vardı ve asıl önemli olan bunların tartışılmasıdır.
— Bir de onun arkasından kalmış olan ve onunla birlikte oluşmuş olan bir yapı var. E. Kürkçü: Bu yapı var ve bu yapının irdelenmesi imkânını ortadan kaldıracak ve sadece Stalin ile sınırlanmış bir tartışmanın bizi gerçeği kavramaktan uzaklaştırabileceğini düşünüyorum. Konunun daha çok bu noktaya doğru taşınması gerek. Sosyalizmin Marks‘ın, Engels’in, I. Enternasyonal’in, II. Enternasyonalin, III. Enternasyonal’in Bolşevik Partisi’nin, Lenin’in vs. metinlerinde sahip olduğu bir kavranışı ve açıklanışı var, bir de ondan sonraki deformasyonlar var. Bu tanımlar, bizim için önemli başlangıç noktaları sağlıyor olmaları bakımından önemli. Sosyalizm, kapitalizmin feodalizmden çıkışı gibi kendiliğinden ve nesnel süreçlerin dolaysız işleyişi sonucunda değil, tersine ondan çok farklı olarak bilinçli insan
60 ● İŞÇİLER VE TOPLUM müdahalesi ile ortaya çıkan bir sosyal tarihsel süreç. Dolayısıyla burada olayı inşa eden bütün faktörler çok önemli. Ve dolayısıyla sosyalist topluma dair tasavvurların kendileri son derece önemli. Bu nedenle biz bütün dünyada sosyalizmin kapitalizme galebe çalmasını istediğimiz noktada, bu tasavvurun Sovyet devletine özgü nedenlerle Stalin tarafından kavranışı ile tarihin ve dolayısıyla teorinin kendisinden çıkan kavranışı arasındaki farkı irdelemek mecburiyetindeyiz. Bu çok önemlidir. Konjunktürel tavır alışların, konjunktürel gelişmelerin geçici olumlu etkilerine çabucak teslim olup şimdi bu ortaya çıkan durumu yaratan insanların ağızlarından çıkacak her sözü tekrarlamak çözüm değil.
— Biraz evvel bir noktaya değindin, istersen oradan devam edelim. Devletli sosyalizm veya devletsiz sosyalizm. Bütün bu sosyalizm tartışmalarının, ‘nasıl bir sosyalizm?’ tartışmalarının, ‘tek ülkede sosyalizm’ tartışmalarının gelip düğümlendiği bir nokta bu. Senin söylediğinden benim çıkardığım, Marks ve Lenin’in, sosyalizmi aslında bir geçiş süreci olarak düşündükleri, yani devletin görevlerinin topluma devredildiği bir geçiş süreci olarak tasarladıklarıydı. Bu konuyu biraz açalım istersen. Çünkü 70 yıllık resmi tarihten sonuç olarak öğrendiğimiz ordusu, polisi ve bürokrasisi ile güçlü bir devletin sosyalizmin olmazsa olmaz koşulu olduğu idi. Yani yine tepede bir devlet aşağıda ise üretenler. Bu ise üreten-yöneten toplumsal işbölümünü aşma yönünde değil, bunu kökleştiren ve sürdüren bir eğilim oluyor. E. Kürkçü: Şimdi Marks’tan, Lenin’den, şundan bundan yapılacak alıntılar kitaplarda var, insanlar açıp bunları kolayca görebilirler. Burada iki ayrı görüş olacağını da, doğrusu düşünmüyorum. Çok açık bir şey ki, sosyalizm tasavvuru kapitalizm gerçeğinin karşısına konan dünya-tarihsel bir süreçtir. Kapitalizmin imkân verdiği şey dünya ölçeğinde bir dönüşümdür, dolayısıyla sosyalizmin de böyle tasavvur edilmiş olmasına hiç şaşmamak gerekir. Bunu Marks, Engels keşfetmeseler, bir başkası keşfedecek ve bu ilişkiler içinde izah edecekti. Nitekim izahlar da bu çizgi üzerinden yapıldı. Ben devletli sosyalizm tasavvurunun daha önce başka vesilelerle de söylediğimiz gibi garip bir tanım olduğunu düşünüyorum. Yani hem sosyalist, hem de ulusal sınırları var, bu ulusal sınırları koruyan mekanizmaları var ve ayrıca dünyadaki aktüel güç ilişkilerine baktığımızda, bunun uzun süreli bir statüko olarak da muhafazası diye bir tespitle karşı karşıya kalıyoruz. Hadi burada sosyalizmi, komünizmden farklı bir şey olarak kavradığımızı düşünelim, bir süre için böyle bir şeyin olabileceğini farz edelim, ama Sovyet Devleti’ni yönetenler komünizmin de devletli olacağını varsaymışlardır. Asıl problem de burada. Yani. sosyalizm tek ülkede olur muydu olmaz mıydı, kurulur muydu kurulmaz mıydı? tartışmalarının bugün de bir geçerliliği olduğunu kabul edelim. Ama geçmişte bütün bu tartışmalar sürerken dahi, nihai aşamada, bir sınıfsız toplumda, herkesten yeteneğine, herkese ihtiyacına göre ilkesinin geçerliliği olacağı konusunda herkes müttefikti. Böyle bir toplumun ancak dünya ölçeğinde olacağı konusunda hiç bir ihtilâf yoktu. Ancak Sovyetler Birliği 2. harpten muzaffer çıktığından ya da muzaffer çıkacağı anlaşıldığı günden beri, nihai aşamanın da Sovyetler Birliği sınırları içinde gerçekleşebileceğine ve gerçekleşeceğine dair bir teori getirildi, sosyalizm anlayışına bağlandı bırakıldı. Bunu ilk Stalin yaptı, onun
SOHBET - TARTIŞMA ● 61 arkasından gelenler de. Kendi glasnost’una, perestroykası’na, görünürdeki güler yüzlü yumuşak sosyalizmine vs.’ye rağmen aslında Kruşçov’da bunu sürdürdü. 1980’lerde Sovyetler’de komünizmin kurulmuş olacağını vaaz etti. Şimdi çok ciddi bir paradoksla karşı karşıya kalmış bulunuyoruz. Eğer böyle idiyse, sosyalizm hakkında geçmişte savunulan ve kapitalizmin kendi işleyişinden ve doğasından çıkartılan bütün sonuçlar yanlıştı. Marks ve Engels yanlış ya da tarihen artık geçerli olmayan şeyler söylemişlerdi. Şimdi ben tabii bunun doğru olmadığını düşünenlerdenim. Sosyalizmi kapitalizmden çıkarak başlayan bir süreç olarak kavramak lâzım. Kapitalizm, ilk defa yalnızca bu toplum biçimi ve bu iktisadî ilişkiler toplamı, komünizmi gerçek kılacak imkânlar doğurdu ve bunun bütün sonuçlarının yalnızca dünya ölçeğinde değeri var. Şimdi bu noktadan uzaklaştığımız zaman, besbelli bir ulus-devlet sınırlarına kapatılmış bir sosyalizmin, bir devleti gerektireceğini düşünmek akla ilk gelecek olan şey. O zaman da bizim tasavvurlarımız ordulu, polisli, devletli, bürokrasin bir sosyalizm noktasına gelir oturur. Sovyet yöneticilerinin de bu teoriyi ihdas etmiş olmalarında şaşıracak bir nokta yok, ama şaşılacak olan şey bütün o devasa beyinleriyle beraber III. Enternasyonalin bütün önde gelen insanlarının da böyle bir teoriye kendilerini kaptırmış olmaları. Meselâ izaha çok muhtaç olarak gördüğüm bir sürecin bu olduğunu düşünüyorum. Sovyetler Birliği’nde olan biteni Sovyetler Birliği’nin tarihi şartlarıyla, köylülüğün durumuyla, işçi sınıfının tükenmişliğiyle, partiden başka işçi sınıfı denecek bir şey kalmamış olmasıyla, iç savaşın yarattığı iktisadi, moral, siyasi ve entelektüel çöküntüyle vs. ile açıklayabiliriz. Bundan da böyle bir doktrinin doğmuş olacağını kabul edelim. Fakat ben gerçekten Almanya, İtalya, Fransa, bir dereceye kadar İngiltere ve öteki Avrupa ülkelerinde sosyalist hareketin kaymak tabakasını oluşturan tüm beyinlerin nasıl olup da bu teoriye bir meşruiyet uydurmuş bulunduklarını gerçekten açıklamakta çok güçlük çekiyorum. Biraz da Sovyet yöneticilerine, iş akıl muhakemesine geldiğinde ihtiyat kaydı ile yaklaşmak mümkün, ama bütün bir uluslararası hareketin böyle bir noktaya gelmesinin sorumluluğunu yalnızca onlara bağlamak mümkün değil ve bu açıklamaya muhtaç bir şey olarak kalıyor. Bu bütün Avrupa’daki sosyalist ve komünist harekete içkin bir anlayış olarak günümüze kadar geldi ve ancak Sovyetler Birliği’nin dünya sosyalist hareketi üzerindeki egemenliği sorgulanmaya başladıktan sonra, bu konuda tartışma savları ileri sürülmeye başlandı. Bir yandan Troçkistler, öbür taraftan yeni sol ve Maocular vs. bu tartışmaları bir şekilde gündeme getirdiler. Bunların tamamen doğru teorik sonuçlar çıkarmış olduklarını bir kenara koysak bile, nihayet böyle bir tartışma noktasına gelinmiş bulunuyor. Burada meselâ Troçkizmle, meselâ yeni solculukla veya Maoculukla ve hatta burjuva ideologlarıyla sürdürülecek bir sosyalizm tartışmasının ve Marksizmin geçerliliği ve meşruiyeti mücadelesinin böylesine devletli ve ulus-devlet sınırları içerisine kapatılmış bir sosyalizm kavrayışı üzerinden mümkün olamayacağını düşünüyorum. Bütün bu saydığım akımların Leninizmin olumlu mirasının ya da Leninizmin bütün mirası bakımından bağdaşamayacağımız kimi politikalara sahip olduklarını düşünmekle birlikte, onların Stalinci ya da bu Kominternci perspektif karşısında, mâkul bir tartışmaya daha sağlam bir pozisyonda başlamış olduklarını düşünüyorum. Onlarla olan tartışmanın kazanılması bakımından da Marks’ın ve Lenin’in sosyalizm kavrayışlarına geri dönülmesi gerektiğini düşünüyorum. Demek ki iki şey söz konusu: Birincisi, bir sosyalizm projesinin, işçilerin gerçekten onun için savaşacakları bir ideal haline dönüştürülmesi söz konusu olduğunda, devletli bir sosyalizmin terk edilmesi gerekiyor. İkincisi, bu noktada bilimsel olmayan perspektifleri sunanlarla tartışabilmek bakımından da
62 ● İŞÇİLER VE TOPLUM projenin bu şekilde yeniden üretilmesi gerekiyor. Bu noktanın bizim için son derece önemli olduğunu düşünüyorum. Şimdi bütün bunların ‘bir ülkede sosyalizmin kurulmasının imkânı ya da imkânsızlığı ile ilgisi nedir? Şu noktaya hemen dikkat çekmek zorundayım. Böyle bir tartışma, Lenin ölene kadar marksist - sosyalist hareket içerisinde yürüyen bir tartışma değildi. Böyle bir tartışmanın öncülleri, ipuçları hiç bir zaman olmamıştı. Ekim Devrimi’nden önce tartışılan, daha çok sosyalist bir proletarya ihtilâlinin bir tek ülkede gerçekleşip gerçekleşmeyeceği tartışması noktasıydı. Lenin bunu emperyalizmin eşitsiz gelişmesi bakış açısından mütalaa ederek, geri bir ülkede sosyalist devrimin başlayabileceğini ifade etmiştir. Nitekim, onun dediği olmuştur. Devrim ilkin Rusya’da gerçekleşti, yani geri bir ülkede ve uzun bir süre onun arkasından da hiç bir başka ülke gelmedi. Ama sosyalist devrim gerçek olarak ortada bulunmaya devam etti ve bu anlamda Lenin’-in öngörüsü doğruydu. Ama Lenin’in burada tartıştığı şey sosyalist toplumun gelişmelerinin bütün aşamalarına bir tek ülkenin sınırları içinde varılacağı noktası değildi. Devrimin muzaffer olması, yani burjuvazinin iktidardan uzaklaştırılması ve işçilere iktidarın geçmesi noktasıydı bu. Geçmişte Troçki ve Lenin arasında bu noktada bir tartışma olmuştu. Troçki’nin değil, Lenin’in doğru düşündüğü ortaya çıkmıştı. Nitekim bu Lenin ve Troçki tarafından da teslim edildikten sonra, Lenin ve Troçki hizipleri Bolşevik Partisi’nde bir araya geldiler ve sonra Troçki Bolşevik Partisi’nde ve Sovyet Devleti’nde durmaksızın fonksiyonlar üstlenmeye başladı. Ama öbür taraftan sosyalizmin nihai zaferi denilen sosyalist toplum kurulmasının kültürü, ahlâkı, ekonomisi, siyaseti ve her şeyi ile gerçekleştirilmesi bakımından, soruna özellikle Rusya ya da genel olarak bütün dünya açısından bakıldığında Rusya’nın tek başına kaldığı takdirde muzaffer olamayacağı Lenin dahil herkes tarafından teslim edilen bir durumdu. Burada Troçki, Stalin ve Lenin arasında bir görüş ayrılığı yok benim izleyebildiğim kadarıyla. ‘Leninizmin İlkeleri’ risalesinin ilk versiyonunda Stalin’in kendisinin de Rusya gibi geri bir ülkede nihaî zaferin elde edilemeyeceğini söylemiş olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla Leninizmin kendisinden çıkan bir şey değil bu tek ülkede sosyalizm tartışması. Bu daha çok Lenin sonrası ‘interregnum’ denilen dönemdeki güç mücadelesinin yarattığı bir zorunluluğun ortaya çıkarttığı bir tartışma. ‘Tek ülkede sosyalizm kurulamaz’ diye ilk ağzını açan da Troçki değil. Bunun Troçki’nin eski tezlerinin kendisine hatırlatılması ve dolayısıyla Troçki’nin gözden düşürülmesi kampanyasının bir parçası olduğunu düşünüyorum ben doğrusu. Bu tartışmanın iktidara bağlı olarak güç mücadelelerine göre cereyan ediyor olması, tarafları kendi perspektiflerini iyice eğip bükmeye, kendi perspektiflerinden aslında tamamen çıkartılamayacak sonuçlara doğru, tamamen saldırganca ve teorinin kendi üretilme koşullarından bağımsız bir tavra doğru sürüklediğini düşünüyorum. Çünkü bizzat Troçki’nin kendisi, sosyalist ekonominin kurulabilmesinin imkânlarını yaratmak açısından en ciddi tasarımlara sahipti. Sovyet Devleti’nde bir pozisyona sahip bulunduğu sürece Troçki’nin beş yıllık plan önerisi, sendikaların askerileştirilmesi planı, üretimin askerileştirilmesi planı vs. böyleydi. Bunlar bu kadar geri bir ülkede sosyalizmin, ancak ‘force’ edilerek, yani her şeyin zora koşularak bir maddi taban sağlayacağını ve işçi sınıfının sayıca ve güççe de böyle arttırılacağını düşünen bir kafanın ürünüydü. Troçki’nin kendisinin sosyalizmin kuruluşunun başlangıcı bakımından Rusya’da yapılacak bir şey olmadığını ileri sürdüğünü söylemek, bir realiteyi inkâr etmek olur. Nitekim Troçki’nin beş
SOHBET - TARTIŞMA ● 63 yıllık plan önerisinin bir dönem sonra Stalin tarafından yürürlüğe sokulmuş olması buna dair bir işarettir. Bu yüzden Troçki’nin, sosyalizmin bir tek ülkede kurulmaya başlanamaz gibi bir şey söylediği doğru olmadığı gibi, Stalin’in her zaman sosyalizm bir tek ülkede kurulur ve kurulacaktır dediği de başlangıçta doğru değildi. Ama iş geldi bu noktaya bağlandı. Ondan sonra da Troçkistler bir taraftan, Stalin diğer taraftan tarihin şekillendirdiği “bir tartışma süreci içerisinde saf fikirler ve saf tartışmalar olarak değil, basbayağı Sovyetler Birliği dahilindeki ve haricindeki güçleri seferber edip etmeme ve kendi yanma çekip çekmeme noktasında bir tartışma yürüttüler. Bugün artık bir ülkede sosyalizm tartışmasının aşılmış bulunduğunu, sosyalizmin dünya ölçeğinde çok fazla alan kazandığını düşünüyorum. Bu noktada sosyalist ekonominin tek tek ülkelerde kurulup kurulamayacağı tartışmasının artık geçmiş olacağını düşünüyorum. Ayrıca sorun şimdi bunun üst evre açısından tartışılmasını gerektiriyor. Gerektiriyor ama, bu noktada yine devletli mi -devletsiz mi? tartışması ortaya çıkıyor. Ben sosyalizmin nihai zaferi kazandığının ancak devletin ortadan kalktığı noktada söylenebileceğini düşünüyorum, çünkü sosyalizm yalnızca üretici güçlerin bilinçli örgütlenmesi süreci değil, yeni bir toplumsal yaşama biçiminin de örgütlenmesi demek, yani zorunluluğun egemenliği alanından özgürlüğün egemenliği alanına geçilmeye başlanması ve geçilmiş olması demek. Devletle özgürlük birbiriyle çelişen iki kavram ve devletin olduğu yerde özgürlük yoktur, özgürlüğün olduğu yerde de devlet yoktur. Dolayısıyla insanlığın ve emekçilerin nihai kurtuluşlarının içinde gerçekleşecek olan özgürlüğü sağlayabilmeleri devletin kendisini ortadan kaldırmasıyla mümkün olacaktır ve bunun sağlanmadığı hiçbir yerde sosyalizmin nihai amaçlarına ulaştığını söylememiz mümkün değildir. Tartışmaya şu eklemenin de yapılması gerekir. Sınai gelişme bakımından dünyanın bugünkü durumunda üretici güçlerin nispeten geri bir gelişme evresinde bulunduğu ‘sosyalist’ ülkelerde de bu amaca ulaşmak mümkün değildir. Çünkü buralarda hâlâ çalışmanın bir zorunluluk değil, bir ahlaki ilke haline gelmesi şartı doğmamaktadır. Bu şartlar ve imkânlar meselâ ABD’de, bugün Sovyetler Birliği’nde olduğundan daha çok vardır. Yani Sovyetler Birliği’ndekinden çok daha büyük bir süratle ABD”de komünizme geçişi sağlayacak imkânlar vardır. İkinci nokta ise, ABD ve emperyalist kampın bütün öteki güçlü devletleri var oldukları sürece, bürokrasi vs. gibi problemlerin de çözülebileceğinden şüpheliyim. Çünkü bizzat emperyalizmin kendisi, işçi sınıflarının iktidarı fethetmiş bulundukları ülkelerde yine buna karşı güçler yaratmalarını zorunlu kılıyor. Teknolojinin “bugün erişmiş bulunduğu düzey teorinin ilk dönemlerinde tasavvur edildiği gibi, sadece «silâhlı halk» formülüne dayanarak bu güçle baş edilemeyeceğini gösteriyor. Son derece ince ayrıntılı bir ihtisaslaşmayı ve bunun etrafında güçler toparlamayı gerektiren, çok kompleks mekanizmalar kurulması icap ediyor. İşte bu baskı altındaki ‘sosyalist’ ülkeler hem kendi üretimlerinin önemli bir bölümünü üretici olmayan tüketime ayırmak, hem de diğer taraftan çok kompleks devlet mekanizmaları kurmak zorunda kalıyorlar. Bu bir kere ortaya çıktığı zaman, bunun ideolojisi de çıkıyor. Bütün bu problemlerin nihai olarak çözümlenmesi, kapitalist Avrupa’da ve ABD’de bir sosyalist devrimle bağlanabilecek olan bir şey. Burada Troçki’nin haklı olduğu bir noktayı belirtmek mümkün. Troçki de bütün tartışmaları yürütürken bu noktanın altını önemle çizmişti, ki bu yaklaşım yalnız Troçki’ye özgü değildi, daha sonra Stalin tarafından gönüllü olarak Troçki’ye devredilmişti ve sanki Bolşevik sosyalizm anlayışının kendisinden değil,.Troçki’den kaynaklanan bir iddiaymış
64 ● İŞÇİLER VE TOPLUM gibi ele alındı. Oysa bu, Komintern’in belgeleri ile de ortaya çıkabilecek olan bir şeydi. Tabii bu tasavvur, bir dünya sosyalizmi uğruna mücadele için o ölçekte örgütlenmek noktasına da getirir. Burada böyle bir problemle daha karşı karşıya kalırız. Biliyoruz ki, böyle bir örgütün önce içi boşaltılmış, sonra da kendisi lağvedilmişti. Komintern’in lağvının kendisi zaten statükonun egemenliği anlamına geliyordu. Statüko çevresinde sosyalizme yaklaşış, Sovyetler Birliği ve öteki sosyalist ülkelerin ve onların paralelindeki partilerin yöneticilerini iki kamplı bir dünyanın ebediyen süreceğine dair bir tasavvura doğru getiriyor. Böylesi bir tasavvur da kaçınılmaz olarak devletli bir sosyalizm tasavvurunu durmaksızın pekiştiriyor. Yani devletli sosyalizm kavrayışı bir zihin oyununu düşünürken yanlış yapma değil, iktidarı ele geçirmiş bulunan unsurların kendi varlık şartlarını korumalarının ifadesi olarak ele almak gerek. Öyle düşünüyorum ki, bir dünya devrimi Önce bürokrasiyi, sonra gücünü bürokrasiden alan her şeyi gereksiz kılacağı içindir ki, bir dünya devrimi perspektifi statükoya feda edilebilmektedir. Bu bayağı birbirini besleyen karşılıklı bir süreç gibi geliyor bana. Tüm bunların şimdi yeniden gerçek zeminlerine oturtulması ve teorinin kendi tarihine doğru iade edilmesi bana son derece önemli gözüküyor. Şimdi bunun üzerinde tartışma ve polemik yürüdüğünde, bu şöyle bir anlama gelmez: Bugünden yarma yapılacak hiç bir şey yoktur ve o yüzden ABD’de bir devrim olana kadar, ne biz sosyalizme doğru bir adım atabiliriz, ne de bu ülkelerde bürokrasi problemleri çözülebilir gibi bir mütalaa ileri sürülüyormuş izlenimi doğabilir, ancak burada söylenen bu değil. Tarihin mantıki açıklanışı bize bu sonuçları veriyor, ama tarihin kendi gidişi içinde demin söylediğimiz gibi insan bilincinin şimdi bütün bunları yaşamış, görmüş ve neleri yapmayacağının farkında olarak bir sosyalizm tasavvuru içinde adımlar atması, henüz devrim yapmamış öteki ülkeler açısından önemli bir imkân anlamına geliyor. Şimdi artık Sovyetler Birliği’nde yapılmış olan hataların yol açmış olduğu sonuçları bilerek adım atmak, bürokrasi problemini çok daha az sancılı bir tarzda yaşamak için onun tedbirlerini çok daha önceden, yani devrimden önce almaya başlamak, böyle bir bilinçle insanları donatmak halinde bütün bu mesafeleri çok daha kısa kat edebileceğimiz anlamına varır. Yoksa Sovyetler Birliği’nde bürokrasinin varlığı ve ABD’de bir devrimin hâlâ gerçekleşmiyor olması öteki ülkelerde bir devrim imkânını ortadan kaldırmadığı gibi, devletsiz bir sosyalizm tasavvurunu gerçekleştirmek bakımından da doğru adımlar atılmasını engellemez diye düşünüyorum.
— Bu son söylediğin tüm bu tartışmaları sürdürmemiz açısından son derece önemli gibi geliyor bana. Çünkü bütün bu tartışmaları sadece bir tarih tartışması olarak değerlendirmemek gerek. Bunlar bir yandan tarih tartışması, ama bir yandan da bizim sosyalizm projemizi şekillendirecek olan tartışmalar. 70 yıllık bir tarihten ders çıkartıp kendi sosyalizm projemizi şekillendirmeye başlamamız gerekiyor, o nedenle bir yandan tarihi tartışırken öte yandan bundan çıkardığımız sonuçları da gündelik politik mücadelemize tercüme edebilmeliyiz. Yani bürokratizme karşı mücadele nasıl olur, ikameciliğe karşı mücadele nasıl olur? gibi soruların cevaplarını, gündelik politik mücadelemizde yaşatabilmeli ve geliştirebilmeliyiz. Birdenbire tarihten günü müze geldik, ama tekrar geri dönebiliriz. Şimdi bu açıdan baktığımızda ne gibi adımlar önerilir veya bir başka deyişle sosyalist top-
SOHBET - TARTIŞMA ● 65 lumsal projenin içinde bu tür eğilimlere karşı ne gibi garantiler önerilebilir, ne düşünüyorsun bu konuda? E. Kürkçü: Şimdi ilkin neyi düşünmemek gerektiği konusunda bir atıfta bulunmak istiyorum. Geçmişte kendisini çok fazla güçle hissettirmemiş olmakla birlikte, Birikim dergisi çevresinde toplanan arkadaşların, sosyalizmi bugünden inşa etmeye başlamak ve sosyalist bir toplum projesinin modellerini bugünden kapitalist toplum içerisinde kurmaya başlamak gibi bir tasavvurları olmuştu.
— Şu ‘adacıklar’ oluşturma eğilimi... E. Kürkçü: Evet, adacıklar içinde. Bunların yağ lekeleri gibi daha sonra birleşip bütün yüzeyi kaplamaları gibi bir tasavvur söz konusuydu. Böyle bir tasavvurun gerçeğe hiç bir zaman dönüşemeyeceğini düşündüğümü söylemeliyim. Sosyalist münasebetler, ancak sosyalist bir ekonomi, sosyalist üretim üzerinde vücut bulabilir. Bu yüzden aslında kendileri burjuva toplumuna ait bulunan iktidar, parti vs. gibi kategorilere, sosyalizmin modelleri anlamını yüklemek bana tuhaf geliyor. Meselâ komünist partisi, sosyalist ve komünist toplumsal münasebetlerin bir modeli olamaz diye düşünüyorum veya sosyalist sendika, bir sosyalist toplum modeli olamaz. Çünkü bunların hepsi güç, iktidar, hiyerarşi, iş bölümü vs. gibi sosyalizmin son gelişme noktasına varıldığında ortadan kalkacak olan burjuva hukukuna ait kategorilerdir. Bu nedenle böylesine düşler kurmamak gerek. Düşler kurmayalım, ama gene de alınacak bazı tedbirler var. Bu biçimler içerisinde sosyalizmin gelişmesini sekteye uğratabilecek olan eğilimlerin kökleşmeleri halinde bunların bir işçi devletine ve daha sonra sosyalizm ilişkilerine aktarılabilecek biçimlenişlerin önünü kesmek yönünde bazı tedbirler gerekiyor ve bu tedbirler sosyalizmin temel güçlerinin hareket imkânlarını arttırmaya yönelik olmalıdır. Özetle şunu demek istiyorum. Meselâ bir parti söz konusu olduğunda, ilişkilere yukarıdakilerin değil, aşağıdakilerin bakış açısından bakılmasının problem için çözüm yollarını bize vereceğini düşünüyorum. Yani merkez komitesinin değil, basit üyelerin çıkarları bakış açısından partiye bakmak; yürütme kurulunun değil, sıradan işçilerin bakış açısından yığınsal örgütlere bakmak; yöneticiler açısından değil, yönetilenler açısından tedbirler geliştirmek. Marks’ın ve Lenin’in çok güzel formüle ettikleri gibi, «herkesin yönetici olmasını, dolayısıyla kimsenin yönetici olmamasını» sağlayacak koşulları getirmek ve böylece aslında, tarihen burjuva olan kategorilerin içerisine sosyalist münasebetleri sokabilmek meselesi bence önemli. Yoksa bunun dışında gettolar, adacıklar, komünler veya başka izole edilmiş formlar halinde cemaatler kurarak, . sosyalizmi bugünden yarma inşa etmenin ben kapitalist toplum içerisinde mümkün olamayacağını düşünüyorum.
— Yani demokrasi, çoğulculuk, tartışma ve eleştiri platformlarının korunması, parti veya sendikalardan bahsediyorsak bilginin yaygınlaşması vs. gibi temel bir takım ilkeleri yaşatmak, geliştirmek ve korumak mümkün. E. Kürkçü: Şüphesiz. Bütün bunlar ayrıca partinin önderliği, veya parti içerisinde ileri un-
66 ● İŞÇİLER VE TOPLUM surların önderliği gibi imkânları ve zorunlulukları da ortadan kaldırabilecek şeyler değil. Yani, önderlik ancak ve ancak yığın ile çiftleştirile-bildiği takdirde bir anlam taşır. Kendi konuştuğunu kendisi dinleyen bir önderlik, aslında bir önderlik değil anlamına gelir. Böyle bir merkez komitesi merkez olamaz, çünkü çevreleri yoktur. Yine eskiden Aybar çevresinin savunduğu bir perspektif vardı. Sovyet Devleti’nin aldığı şekil, Lenin’in parti öğretisinin dolaysız sonucuydu. Niçin böyleydi? Çünkü bu bir profesyonel devrimciler örgütünü öngörüyordu ve profesyonel devrimciler örgütü de netice olarak bir dizi bilginin tek elde toplanması, seçkinlerin otoritesi vs. gibi ilişkilere tekabül ediyordu. Ve bütün bunlar daha sonra kurulan sovyet kuruluşuna da yansıdı. Şimdi devrim tarihi, sadece bir profesyoneller örgütüne dayalı bir tarih olmuş olsaydı, bütün bu söylenenlere bir pay biçmek mümkün olabilirdi. Ama bu tarihin kendisi, bu profesyonel devrimciler örgütünün yalnızca kitlesel işçi örgütleri içerisinde bir anlam taşıyacağına dair genel bir planın içerisine oturuyor. Şüphesiz tüm varlıklarını ve güçlerini parti içerisindeki varlıklarından alan insanların kafasında, kendilerinin işçi sınıfının yerini tutmuş oldukları yanılsaması doğabilir. Ama bence bu Lenin’in ya da Leninist partinin sorumluluğu değil. Bu ilişkilerin gerçek kılınması bakımından, meselâ Lenin’in göstermiş olduğu gayretlerin, sonradan bilinçli olarak ortadan kaldırılmasının ve ikinci olarak da iç savaş ve onu takip eden dönemlerde yaşanan tarihsel süreçlerin bir rolü oldu. Bir çok yazı, parti tutanakları, parti komiserlerinin raporları vs. bize gösteriyor ki, aslında Devrim sonrasında, iç savaş ve «savaş komünizmi» döneminde parti yanlış yönetildiği için değil, tarihsel şartlar işçi sınıfını dağıttığı için, işçi sınıfsız kaldı. Yani bilinçli işçi sınıfı tabanını, tarihsel rolünün idrakinde bulunan ve organik ilişkilerle toplumun bağrında faaliyette bulunmakta olan bir işçi sınıfını iç savaş ve müdahale koşulları ortadan kaldırdı. En seçkin unsurlar fiziken yok oldular ve toplum bir çeşit yorgunluk içersine düştü vs. Burada parti kendisi arzu etmiş ve teoriden bu sonuçları çıkarmış olmasa bile İngilizcesi ile «necessary evil» denilen, kaçınılmaz bir kötülük olan kendini proletaryanın yerine ikame etmek durumu ile karşı karşıya kaldı. Şimdi burada problem bu durumun tarihen ortaya çıkmış olması değil, geçici olan bir şeyin kalıcı bir konum olarak Marksizme içselleştirilmesi çabalarıydı. Bence Stalin ve diğerlerinin günahı burada başlıyor.
— Yani bu durum teorik hale getirildi, sistemleştirildi ve kurumsallaştı. E. Kürkçü: Bu teorileştirildi. Ama böyle bir dönem de yaşandı. SBKP kazanılmış bulunan pozisyonu muhafaza etmek için ya böyle davranacaktı, ya da o pozisyonu muhafaza edemeyecekti ve o zaman da Menşevikler’in öngördüğü sürece girilmesi gerekirdi. Bütün bunlara bir dünya devrimi için katlanılıyordu ama şimdi dünya devrimi perspektiften dışlanınca, o bir kaçınılmaz kötülük değil, bir mutlak kötülük haline gelmeye başladı. Dolayısıyla Lenin’in parti öğretisinin kendisinden çıkan böyle bir sonuç yoktu. Bence Stalinciler de, burjuva ideologları da, liberterler de aynı yerde buluşuyorlar. Var olan yapının Leninizmin zorunlu sonucu olduğu noktasına hepsi de tarihin maddeci olmayan yorumundan çıkarak varıyor ve burada hepsi buluşmuş oluyor.
SOHBET - TARTIŞMA ● 67 Şimdi bütün bunları görmüş olarak bu noktaların altının daha kuvvetle çizilmesi, Lenin’in tabiriyle konuşacak olursak, demirin şimdi bu tarafa bükülmesi önem taşıyor. Ama demirin bu tarafa bükülmesi, hâlâ her yerde yaşamakta olan aparatçiklerin huzurunu kaçırıyor ve kaçırmaya da devam edecek. Çünkü probleme çoğunluğun yani aşağıda olanların bakış açısından değil de yukarıdakilerin ve azınlığın bakış açısından bakmaya eğilimli olan bu unsurlar, şimdi bu eleştiri süreçlerinde bir çeşit Troçkizm, bir çeşit sivil toplumculuk vs. gördüklerini söyleyebilirler, ama bunlar günah korkusuyla Marksistleri ürkütme teşebbüsleridir: Bütün bunlara karşı direnebilirsek, göğüs gerebilirsek şuna inanıyorum ki, hem sosyalizmin yeniden bir meşruiyet elde etmesi bakımından daha çok bilinçli imkâna sahip olacağız, hem de geçmişte bu eleştirdiğimiz tarzdaki ilişkilerin hakimiyeti yüzünden sosyalist hareketin nispeten uzağına kaymış, ama aslında sosyalizme içten bağlı bir çok unsurun tekrar geri dönüşlerini sağlamış olacağız. Burada aparatçikin doğuracağı problemlere teslim olmadan bu noktaların altını çizmek gerekiyor.
— Konuşmanın başına kısaca dönelim, sonra bir başka konuya atlayabiliriz. Glasnost üzerinden gittik ve epey bir şeyler konuştuk. Biraz da perestroyka-ya değinmek gerek. Bugün Sovyetler Birliği’nde son derece ciddi tartışmalar oluyor bu konuda. Biraz da Türkçe kelime oyunuyla piyasatroyka gibi laflar ediliyor ve sonuç olarak bir piyasa sosyalizmi tartışması gündeme geliyor. Hem de sadece Sovyetler Birliği’nde değil Çin’de de böyle. Bu tartışmalarda çeşitli kavramlar geçiyor: Piyasa güçleri kuvvetlensin, iç pazar yabancı rekabetlerine açılsın, ruble konvertibl olsun, tüm ekonomi öznelerine özgürlük, üretim araçlarına serbest ticaret, borsa -yani sermaye piyasası -olmalı, kırmızı rublenin tadına varmak vs. gibi. Adeta bir piyasa fetişizmi esiyor ve ne kadar sorun varsa piyasa tarafından çözülebilir gözüküyor. Geçenlerde bir Avusturya dergisinde Jiodorow adlı bir bilim adamı ile yapılan söyleşiyi okudum. Kendisi Moskova’da Plekhanov Enstitüsü, Ekonomi Yüksek Okulu Rektör Yardımcısı, iddiası ise şu: Planlama ve piyasa bir teraziye konmalı, planlamanın alt sınırı % 51, piyasanın üst sınırı % 49 olmalı. Kapitalizm ile sosyalizm arasındaki fark da zaten bu % 2’lik farktır. Şimdi bunlar sadece bazı örnekler. Bunları nasıl değerlendiriyorsun? Bu sürece ekonomik açıdan bakarsak, bunun ne tür gelişmelere açık olduğunu düşünüyorsun? E. Kürkçü: Başında teslim edeyim ki, iktisat eğitimi görmüş olmadığım gibi, çok fazla saf iktisatla da meşgul olmadım. Ancak iktisadi süreçler hakkında bazı öngörülerde bulunacak kadar bir şeyler bildiğim söylenebilir. Şu temel noktadan hareket edebiliriz ve biraz önceki tartışmaya da belki buradan bağlanabiliriz. Tek bir dünya ekonomisi çerçevesinde, sosyalizmin bütün öteki istemlerinin ve taleplerinin sınırlı ve yalıtılmış bir alanda gerçekleşip gerçekleşemeyeceğine dair çok ciddi bir tarih sorunumuz var. Şimdi bir düşünelim. Sovyetler Birliği’nde gerçekte cereyan eden süreçler nelerdir? Burada bir yanda büyük ölçekli sınai üretimi, sanayileşmiş tarım ve gene sanayi ve tarımın bu seviyesine tekabül eden bir hiz-
68 ● İŞÇİLER VE TOPLUM metler, öte yanda da ekonomik devlet aygıtlarının işleyişleri vs. var. Bütün bunların işleyişleri, çalışması vs. bir tek sistem içinde otarşik tarzda ve dünyadan yalıtılmış bir zemin üzerinde cereyan etmiyor. Dünyanın kapitalist ülkelerinde de karşılıklı bağımlılık ilişkisi içerisinde yürüyen bir sanayi ve ticaret hareketi var. Sosyalizmin sonunda varacağı noktayı, insanın doğa üzerindeki hakimiyeti, bütün üretim süreçlerine hakimiyeti, anarşinin sona erip, planlı bir üretime doğru geçmenin imkânlarının ortaya çıkması olarak tanımlıyoruz. Dünya pazarıyla bu kadar yakın ilişkiler içersinde olan bir ekonominin dünya pazarının dalgalanmalarından ve onun yaratacağı bütün öteki sonuçlardan bağımsız kalması düşünülemez. Yani, Sovyet beş yıllık planları hiçbir zaman öngörüldüğü gibi sonuçlanmaz. Çünkü o planların önemli bir bölümü, dünyanın öteki taraflarında üretilen mamullere ve hizmetlere dayanırlar. Dolayısıyla Sovyetler Birliği ekonomisinin yalıtılmış, kendi içine kapalı bir ekonomi olmadığı noktasının altını kalınca çizmek gerekiyor. Şimdi durum böyle olunca, kapitalizme karşı üstünlük sağlamak ve kapitalizmin yarattığı bütün öteki imkânları yaratıyor hale gelmek, onun üretim teknolojisiyle ve öteki sonuçlarıyla yarışmayı, mücadeleyi ve ilişkiyi gerektirir. Bu noktadan baktığımızda, Sovyetler Birliği’nin iktisadî gelişmesi, daima sosyalizmin üstün olması gerektiğini peşin olarak varsayıyor. Geride seyretmiş olan Sovyet ekonomisinin bu durumu dünya pazarı içerisindeki rolünü durmaksızın tehdit ediyor. Şimdi bunun yakalanması gerekiyor. Bu böyle olunca birçok şeyi birden yapmak gerekiyor. Birincisi, bütün eskimiş donanımı değiştirmek, ikincisi üretim örgütlenmesini elden geçirmek, üçüncüsü, insan gücünü buna göre seferber etmek, dördüncüsü üretim artışını kısa zamanda maksimuma çıkarmak. Tüm bunların merkezden planlanan bürokratik bir ekonomide yürümeyeceği hep söylenen ve tartışılan bir olguydu. Ve nitekim yürümedi de. Üreticilerin ve tüketicilerin talepleriyle toplumsal üretim arasında daima bir çelişki oldu ve nitelik düşüklüğü, yokluk gibi sorunlarla her zaman yüzyüze gelindi. Ama burada en önemli faktörlerden bir tanesi, tüketicilerin taleplerinin üretim süreci içinde herhangi bir şekilde ifadesini bulamamasıydı. Bu iki yoldan olabilir. Bir tanesi, kapitalizmin işleyişi çerçevesinde olduğu gibidir, yani tüketicinin talepleri üretim süreçlerini doğrudan etkiler ve tüketicilerin talepleri yönünde bir mal ve hizmet üretimi başlar. Ancak, buraya doğru tahaccüm olduğunda talep edilenden çok üretim ortaya çıkar, işletmeler krize girerler, kesinti olur, arkasından bu süreç böylece devam eder. Şimdi Sovyet ekonomisine seyyaniyet ve işlerlik kazandırılması açısından piyasa mekanizmalarını sokmak, aslında bence Sovyet toplumsal hayatı üzerinde tıpkı kapitalizmde gördüğümüz etkileri uyandıracaktır. Bunun örnekleri meselâ Çin’de görüldü. Kısa zamanda köylülük arasında bir farklılaşma doğdu. Keza büyük kentlerde gerek hizmetlerde, gerek küçük ölçekli üretimde serbest fiyatların ve özel teşebbüste üretimin aynı şekilde burada çalışanlar üzerinde sömürücü baskılara yol açtığı biliniyor. Bu da işçi sınıfı arasında yeniden bir tabakalaşmayı doğuracaktır diye düşünmek mümkün. Şimdi salt iktisadi açıdan baktığımızda belki de bütün bu mekanizmaların ortaya getirilmesi, gerçekten üretimi hızlandırabilir ve verimliliği arttırabilir. Ama öbür taraftan, sosyalizmin beklentileri noktasından baktığımızda bunun Sovyetler Birliği’nde gerek üreticiler arasındaki gerekse üreticilerle tüketiciler arasındaki münasebetleri yeni bir gerilim içine sokacağı söylenebilir. Eskiden tek üretici olarak devletle, bütün malların tüketicisi olan işçi sınıfı ve köylüler arasında bir ger-
SOHBET - TARTIŞMA ● 69 ginlik vardı. Ama şimdi meselâ köylülerin birbirleriyle ve işçilerin birbirleriyle rekabet edecekleri ve bunu da kâr motifinden başka hiç bir şeyle yapmayacakları bir düzene doğru geçişin, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmi daha çok mümkün kılacağını düşünmek için çok fazla iyimser olmak gerektiğini düşünüyorum. Bu süreçler işçi sınıfının demokratik yeniden örgütlenmesi ve onun sosyalist ideallerinin canlandırılması, bunun ciddi bir şekilde motive edilmesi, bürokrasinin tasfiye edilmesi, teknolojinin yarattığı yeni imkânların kitleler arasındaki iletişim imkânlarını arttırması noktasından hareketle, kitlelerin daha çok katılımının sağlanması gibi bir faktörle beraber ele alındığında, geçici olarak belki böyle bir yönteme iltica edileceği düşünülebilir. Ama benim gördüğüm kadarıyla iktisattaki liberalleşme, teorideki bir liberalleşmeyle de beraber gidecek gibi. Meselâ NEP döneminde, yanlış hatırlamıyorsam, iktisatta bir liberalleşme, bir devlet kapitalizmi işleyişinin getirilmesi, sosyalist ekonomik birimlerin yanma, devlet kontrolü altındaki kapitalist ekonomik birimlerin de sokulması SBKP’deki ideolojik ve teorik çabaları, moral cepheden süren mücadelenin çok daha fazla tahkim edilmesi şartıyla da az çok belirledi. Sonuçta hangisinin üstün geldiğini söylemek pek kolay olmayabilir. Partide yaşanan süreçlerin de, bu süreçlerle ilişkili olup olmadığı ve kimin kimden nasıl etkilendiği ayrı bir tartışma konusu, ama hiç değilse bunun böyle tedbirleri ön gerektirdiği biliniyor. Sovyetler Birliği’nde bugün, geçmişte devrimci ideolojilerin, üzeri çizilen ya da güdükleştirilen bileşenlerinin önünün parti tarafından açıldığı bir süreçle karşı karşıya olunmadığını düşünüyorum. Eğer bu ikisi atbaşı gitseydi ve perestroyka sürecinin geçici olumsuzluklarına rağmen sağlayacağı yüksek üretkenlik düzeyi üzerinde proletaryanın kazandığı mevzileri korumuş olsaydı, bunun pekâlâ ciddi imkânlar doğurduğunu düşünmem için yeterli sebep olacaktı. Fakat şimdiki durum son derece belirsiz, hatta bu yönde hiç bir işaret yok. Ancak öbür tarafta Sovyetler Birliği ekonomisi de kendisini yeniden üretme noktasının sonuna doğru yaklaşıyordu ve bir tedbirin de alınması gerekiyordu. Sovyetler Birliği’nin GSMH’nin % 1’lik bir artış sağlayabilmesi için devletin ilk yıllarında olduğundan çok daha yüksek ve yeni sermaye kapasitelerini devreye sokması gerekli. Bunların da bir şekilde yakalanması lâzım. Yani böylece saf iktisadi zorunluluklarla, toplumsal hedefler arasında da bir çelişki doğmuş oluyor. §imdi tutulan yolun tam olarak nereye gittiğini kestirmek mümkün değil. Ayrıca gelen haberler merkezden başlatılan bir reform sürecinin, tıpkı üretimin merkezden yönlendirildiği dönemde olduğu gibi sonuçlar verdiğini gösteriyor. Şunlar Sovyet partisinde ve merkeze uzak birimlerde herhangi bir hareket yaratmıyor ve yukardan verilen emirlerin hepsi uygulama birimlerine gidinceye kadar aşmıyor, deforme oluyor ve sonuçta her şey eskiden olduğu gibi gidiyor. Yani ortadaki mekanizmanın hantallığı, onun içinden geçilerek girilecek yeniden yapılaşma süreçlerinin de aslında böylesine bir liberal perspektiften de olsa alacağı epey yolu olduğunu düşünüyorum. Bu ikisi arasında bir bağlantı var. Yani glasnost için gereken kitle seferberliği aynı şekilde perestroyka için de geçerli ve gerekli. Bu ikisi atbaşı gitmediği zaman ve uygarlığın en yüksek nimetlerinden yararlanmak bakımından bizzat işçilerin kendilerini kışkırtan yeni yaşama talepleri olmadığı sürece, böylesine bir perestroyka sürecine aktif katılmak için de çok fazla bir itkiye sahip olmayacaklardır. Sovyetler Birliği’nde işçiler bürokrasinin buyruklarına üretime kayıtsız kalarak cevap veriyorlar ve bir şekilde durumu idare ediyorlar. Ama perestroyka süreci işletmelerin küçültülmesi, yeni-
70 ● İŞÇİLER VE TOPLUM den yapılandırılması gibi önlemlerle işçilerin önlerine yeni çalışma ahlakı, iş disiplini ve iş imkânları getirmeden onları işsiz kalma tehlikesi, dolayısıyla işlevsiz kalma tehlikesi ile karşı karşıya getiriyor. Yani perestroyka sürecinin, işçi sınıfını kışkırtan ve onu yanma çeken önemli bir gücü yok diye düşünüyorum.
— İşçileri yanına çekmesi bir tarafa, tam da işçi sınıfını yeniden şekillendirecekmiş gibi geliyor. Biraz evvel sözünü ettiğin Sovyetler Birliği’nin içine yönelik önlemler, ve keza dünya kapitalist sistemi ile daha sıkı bir bağlantıyı getirecek olan dışa yönelik önlemler sonuç olarak işçi sınıfının kendisini şekillendirmeye itecek gibi. Sovyetler Birliği’nde bana kalırsa şöyle bir durum görülüyor. Bir tarafta nesnel ve potansiyel olarak son derece geniş bir işçi sınıfı var. Ancak bu işçi sınıfı 1930’lardan bu yana fiilî olarak ne kendi örgütlenmesi, ne de kendi eylemi ile ortada yok. Yani nesnel olarak var olan sınıf, kendini fiilî olarak ortaya koyamıyor. Diğer doğu Avrupa ülkelerinde ise durum böyle değil. Çekoslovakya, Macaristan, Polonya’da işçiler kendilerini gösteriyorlar; grevler, yürüyüşler, işgaller, sendikalar, hatta bazen de işçi konseyleri örgütlüyorlar. Yani sınıf bir şekilde kendi varlığını fiilen gösteriyor. Ama Sovyetler Birliği’nde böyle bir duruma yok. Perestroyka süreci belki de Sovyet işçi sınıfının kendin şekillendirmesi ve bir ölçüde kendi eylemini örgütleme olanaklarını ortaya çıkaracak. E. Kürkçü: Tabii, işçilerin nihayet tüm Sovyet Devleti ve Sovyet toplumu bakımından hayatmemat meselesi haline gelmiş bir olaya yani bu aşamada iktisadın yeniden biçimlendirilmesine kayıtsız kalması düşünülemez. Belki onların kayıtsız kaldığı bürokrasinin planlarıdır. Ama bıçak kemiğe dayandığında, yani bürokrasinin önlemlerinin neticede bir çeşit kapitalist ilişkileri gündeme getirmesi karşısında işçilerin bir tavır alması gerekir ve bunu kabul etmiyorlarsa, o zaman kendi çözümlerini üretmek zorunda kalacaklar. Gerek1 kendi hareket biçimlerini, kendi örgütlenme biçimlerini gerekse de bunun bilinç şekillerini ortaya koymaları, yeni projeler ve yeni tasarılar ortaya atmaları gerekecek. Bu hem parti içersinde bir tartışmaya yol açabilecek, hem de parti dışında, partinin sosyalizm kavrayışlarının kendisini daha büyük bir güçle ifade etmesine yol açacaktır. Bu noktadan sonra yöneticiler umduğundan farklı sonuçlar görebilir. Yani bir kere devin sihirli lâmbadan çıktıktan sonra büyücünün istediği gibi hareket edeceğini düşünmek o kadar kolay değil. Ama buna dair işaretler var mı? Şimdilik benim gördüğüm kadarıyla bu süreci büyük bir heyecanla karşılayanlar daha çok Sovyet aydınları. Bunun da anlaşılabilir bir nedeni var. İşçilerin şimdiye kadar Lenin sonrasındaki 60 yıllık tarih içinde gördükleri her yeni yönetimin çalışma şartlarını işçiler için daha zahmetli hale getiren planlara sahip oldukları şeklinde. Dolayısıyla böyle bir bilinçleri var ve yeni plana o kadar büyük bir güvenle yaklaşmıyorlar. Gerçi Sovyet işçilerinin Gorbaçov’u öteki liderlerden farklı gördüklerini düşünüyorum. Ama ona da belli bir temkinle yaklaşıyorlar. Çok fazla toplumsal ideali yakalama perspektifi olmadan, böyle bir heyecanla beslenmeden, sadece kendi çıkarını düşünerek üretim sürecinde
SOHBET - TARTIŞMA ● 71 bulunmayı huy edinmiş insanların, şimdi bütün bunların bana getireceği nedir? diye düşünmeleri son derece doğal. Ay-uca bunu düşünmemeleri düşünülemez zaten. Ancak görülüyor ki, Gorbaçov ABD ve öteki kapitalist devletlerle olan ilişkileri geçmiş dönemlere göre önemli ölçüde iyileştirerek, zaman kazanıyor. O yüzden belki zaman içerisinde bu değişiklikleri benimsetmek için bir imkânı olacak. Ama gene de her şey bir tek noktada düğümleniyor. Bürokrasinin varlığı ve tavrı. Bu varlık ve bu tavır kaldığı sürece, işçileri mobilize etmeye imkân yok. İşçileri mobilize etmeye kalktığınızda, bunu bürokrasiyi aşarak yapmak zorundasınız. O zaman da Sovyet Devleti Ölçeğinde hareket kabiliyetiniz yok. Yani son derece paradoksal bir durum aslında. Yani partinin ve devletin dışından işçilere ulaşılamıyor. Ama işçilere ulaşmadıkça, işçilerin mobilize edilmesi söz konusu değil. Varsayalım ki, Gorbaçov’un tüm perspektiflerine katılıyoruz. Bu noktada dahi son derece ciddi bir problem var. Şimdi bu aydınların etkileri ne olabilir, aydınlara ne kadar güvenilebilir, bunlar ne kadar teorinin tarihten taşıyıcıları rolünü üstlenebilirler? Bu noktada çok fazla bilgiye sahip olduğumu söylemem güç. Bunlar yaşanmalı ve görülmeli. Yani şimdiden varsayımlarda bulunmak, az tanıdığımız ve az bildiğimiz bir zemin üzerinde konuşmak tehlike içeriyor ve ben buradan Sovyet işçilerine akıl öğretmek gibi bir davranışın tuhaf olacağını düşünüyorum. Öyle bir şey söyleyemem, ama bazı öngörülerde bulunmak pekâlâ mümkün. Örneğin Ermenistan ve öteki ülkelerde ortaya çıkan olayların özgürleşme sürecini yaşayan insan kitleleri için çok farklı anlamlara tekabül ettikleri görülüyor. Yani eskiden bastırılmış, uykuya dalması sağlanmış olan bütün güçler şimdi tarihsel olarak kendilerini tüketmek üzere - onun bilincinde olarak değil ama - o noktaya doğru sürüklenmeye başladılar. Hiç birimiz böyle bir sürecin sonunda, örneğin Ermenistan’da milyonlarca insanın grev haline gelebileceğini ve Karabağ gibi bir sınır problemi yüzünden böyle bir noktaya sürükleneceğini doğrusu düşünemezdik. Düşünen vardıysa, onu da bilmiyorum. Ama şu var, tencerenin kapağını kaldırıyorsun, içinden nelerin nereye doğru fışkıracağını önceden öngörmek mümkün değil. Şimdi şu söylenebilir: Tarihsel olarak kendini tüketmemiş olan bütün ilişkiler, eskiden toprağın altından işlerken, şimdi açıktan işlemeye başlayacaklar. Dolayısıyla tüketilmemiş ne varsa, örneğin köylünün varoluşuna ilişkin biçimler belki ortaya çıkacak. Kapitalizm eğer tam olarak tüketilmemişse ki, burjuva hukukunun içersinde bulunuyor demek bir anlamda kapitalist toplum alanı üzerinde bulunuyor demektir. Bu alanda tüketilmemiş olan her şey, bence sahneye çıkacak. Demokrasi bu demek zaten, yani karşıt çatışan güçlerin bütün bu çatışmaya açıktan dahil olması. Demokrasiyi başka bir şey diye anlamıyorum. Ama bu da tabii daha az devlet egemenliği demek. Demokrasi her ne kadar bir devlet biçimi ise de, demokrasi olmayan devletlerde nasıl devletin toplum üzerindeki denetimi çok fazla ise ve tersi de doğru ise, burada da öyle şeyler olacağını düşünüyorum. Bu anlamda Marks’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’sının önsözünde söylediğinin bir kere daha doğrulandığını düşünüyorum. Bir toplum biçimi, gelişmesinin bütün imkânlarını tüketmeden, bir başka toplum biçimine evrilemez. Bu bence burada doğrulanmış olacak. O yüzden piyasa iktisadının Sovyetler Birliği’nde uygulanabilmesinin maddi ya da bununla beraber manevi imkânları olmasaydı hiç kimse piyasa ekonomisinin uygulanmasına dair bir plan yapamazdı. Yani böyle bir şeye imkân olmazdı. Nasıl ki, kapitalist devletlerde feodalizme geri dönme planının herhangi bir uygulama olasılığı yok ise, aynı şekilde olması ge-
72 ● İŞÇİLER VE TOPLUM rekirdi. Ama benim görebildiğim kadarıyla Sovyetler Birliği’nde buna imkân veren münasebetler hâlâ kendini tüketmiş değil. O yüzden bunlar geçerli. Burada o zaman iki tercih vardır. Bunları tüketmenin yolu ya bizzat piyasa ilişkilerini toplumun bütün düzeylerine ve bütün katlarına yansıtmak olacaktır, veya proletaryanın kazandığı üstünlük muhafaza edilerek bunların kesilmesi için bir kanal açılacaktır. Ben ikincisinin olması gerektiğini düşünüyorum. Ama bu da Sovyetler Birliği’ndeki bütün siyasal, entelektüel, iktisadi hayat sürecini başka türlü şartlayan perspektifleri gerektirir, o zaman işte bir sosyalizm tasavvuru üzerinde yeniden konuşmak ihtiza eder diye düşünüyorum. Meselâ rublenin konvertibl hale getirilmesi, dünyadaki diğer kapitalist iktisadi teşebbüslere Sovyetler Birliği’nin üye olması, mal ve hizmet akışının dünya ekonomisi üzerindeki tesirlerini incelemekten belki biraz uzağım ama şunu sezebildiğimi söylemeliyim. Eğer materyalistsek ve maddi süreçlerin her zaman belirleyici rol oynadığını düşünüyorsak, bu kadar geniş ölçüdeki bir zemin üzerinde, şimdi kapitalizme ait maddi münasebetlerin hayat imkânı bulmasının kendi iç yapısını da beraberinde getireceğini ve buna mukabil mücadelelerin de ortaya çıkacağını düşünmek için çok da sebebimiz var. Şimdi burada bürokrasi nasıl bir rol oynayacak? Bütün bunların üzerinde bir mutavassıt rol mü oynayacak, yoksa bunların birinden yana tavır alarak kavgaya mı girecek? Meselâ Gorbaçov’un tam olarak böyle bir çatışmanın seyrinde ne tarafta duracağını şimdiden kestiremeyebiliriz. Sovyetler Birliği’ndeki bürokrasinin bence bir özel mahiyeti var. Kendi gücünü ve imkânını kolektif mülkiyetten alıyor. Dolayısıyla bürokrasinin, meselâ bu güçler arasında bir çelişme kendisini kuvvetle duyurmaya başladığında blok olarak bir tavır almayabileceğim de söylemek mümkün. O zaman buradan hangi noktalara gidilir, onu da ben şimdiden kestirebileceğimi söyleyemem. Bir tek şey bütün bunların sonucunda söylenebilir. Sovyetler Birliği’nin uzun erimli geleceği bakımından müphem ya da kimi olumsuz gelişme belirtileri taşımakla birlikte, bu sürecin şimdiki konjunktürel sonuçları bence hayırlı. Başladığımız noktaya dönecek olursak, meselâ şimdi özellikle Türkiye’deki sosyalistler bakımından, gündelik endişelere kendisini kaptırmamış, tarih bilincine sahip her insan geçmişte Sovyetler Birliği’ni ABD’ye ve bütün öteki emperyalist devletlere karşı savundu. Ama Sovyetler Birliği’ndeki süreçleri, işçilere karşı savunabilmek bakımından son derece güç durumlarda kalmıştık. Sovyetler Birliği’nin Afganistan’a, Polonya’ya, Çekoslovakya’ya müdahalesi gibi şeyleri izah etmekte çok ciddi zorluklar içersindeydik. Bu yüzden de Türkiye’de anti-sovyetizm, her zaman anti-komünizme tekabül ettiğinden ve bu aslında bir anti-rus gerici milliyetçiliğin kalıbına döküldüğünden vs., biz buralarda meseleleri susarak ya da bir şekilde aslında gerçeğe çok tekabül etmediğini bildiğimiz izahlarla geçiştirmek durumunda kalıyorduk. Şimdi bu gelişme bizi hiç değilse bir dönem için bundan kurtarıyor. İkincisi, bu sürecin dünyadaki iklimi genel olarak yeni bir yumuşama çizgisine çekmiş bulunması, karşı-devrimci kamptan gelen ideolojik saldırının en azından belli bir dereceye kadar kesilmesine yol açıyor. Ama her şeyin sakin gözüktüğü, meselâ Türkiye’de işler hızlanacak olsa, işte bu genel sakinlik kalmayabilir. Öbür taraftan Sovyetler Birliği’nin kendi geçmiş politikalarına, hem Gorbaçov öncesi, hem de Stalin sonrası dönemi bakımından yönelttiği eleştiriler tüm perspektiflerini SBKP’den çıkaran sosyalistlerin kendi yollarını ken-
SOHBET - TARTIŞMA ● 73 dileri çizmek için yeniden düşünmeye başlamalarına yol açıyor. Böyle bir sürecin başlamış olması ile farklı sosyalizm perspektiflerinin olabileceğine dair - isterse sağdan söylenmiş olsun - yaklaşım sosyalistlerin kendi aralarındaki münasebetlere daha çok bir barışçı hava getiriyor. Bence bütün bunlar konjunktürel olarak olumlu şeyler. Bu sürecin belki de en olumlu yanı, sürece en sert eleştirileri yöneltme imkânı ile donatmasıdır. Ben bütün bunlarla birlikte gerek Sovyetler Birliği’nde, gerekse Türkiye’de ve diğer ülkelerde sosyalistlerin daha zengin ve daha özgür bir tartışma zeminine doğru geliştiklerini düşünüyorum ve bu yüzden de bu süreci güncel sonuçları itibariyle olumluyorum. Bu ikisi de bir paradoks değil. Şöyle “bir örnek vereyim. Cumhuriyet nasıl krallığa göre insanları daha çok özgürleştirirse ve bu bakımdan onun daha ileri olduğu söylenirse, bu bizim cumhuriyet rejimi altında o rejimin sahiplerini eleştirmemiz imkânım ortadan kaldırmaz. Sovyetler Birliği’ndeki süreç için de tüm tarihsel farklılıkları korumak kaydıyla, bunu söylemek mümkün.
—
Ama tabii kendini resmî tarih yorumundan, resmî sosyalizm sürecinden özgürleştirme niyetine sahip olan insanlar için bu böyle.
E. Kürkçü: Şüphesiz.
— Türkiye’de ve muhtemelen bazı Avrupa ülkelerinde Gorbaçov’a karşı Ligaçev’i destekleyen kişiler de var. Yani sonuç olarak Gorbaçov’u sağ bulup, resmî tarih yorumuna biraz daha güçlü sarılma eğilimi de görülüyor. E. Kürkçü: Evet, bu doğru. Ayrıca şimdi insanların kendi tarihlerini, kendi gözlerinde meşru kılmaları bakımından da bir sürü ahlâkî, insanî vs. ihtiyaçları var ve o nedenle böyle yaklaşımlar da söz konusu olabilir. Ama benim gördüğüm kadarıyla, Sovyetler Birliği’nin kendi içinde süren eleştiri süreci çok yeni ve o yüzden bunu söyleyenler biraz güdük kalıyorlar ve pek inandırıcı olmuyorlar.
— Burada kendini resmî tarih yorumundan özgürleştirebilmiş marksistlere bu sürece müdahale edebilmek ve bunu olumlu yöne çevirebilmek için ciddi görevler düşüyor. E. Kürkçü: Kesin olarak. Bugün Sovyetler Birliği’nin içinden başlamış olan eleştiri süreci, geçmişte Sovyet düşmanlığı yapmaksızın Sovyetler Birliği’ni eleştirmiş olan insanlar için, şimdi çok güçlü imkânlar yarattı ve bunları değerlendirmek gerek. Not: Bu sohbetin Türkiye sosyalist hareketinin dünü, bugünü ve yarını üzerine olan ikinci bölümü İşçiler ve Toplum’un bir sonraki sayısında yayınlanacaktır. Yer darlığı nedeniyle başvurduğumuz bu uygulamayı sohbet edenlerin ve okurların anlayışla karşılayacaklarını umuyoruz.
YENİ BİR ÜRETİM TARZINA GEÇİŞ SÜRECİ ÜZERİNE BİR TEORİK DENEME Nihat ÇINAR GİRİŞ Bilimsel sosyalizm kapitalist topluma karşı mücadele eden bir siyasal akım olarak ortaya çıktığından beri, bu akımın taraftarlarını en çok meşgul eden konuların başında kapitalizmden yeni bir üretim tarzına geçiş sorunu gelmiştir. Çünkü, kapitalizme karşı yürütülecek etkin bir mücadelenin teorisi ancak ve ancak bu toplumun aşılma ve yerini yeni bir topluma bırakma sürecinin özellikleri üzerine düşünülebilirdi. Ve böyle de olmuştur. Bu geçiş sürecinin karakterinde anlaşamayanlar sınıf-tarihsel açıdan farklı mücadele yöntemleri ve taktikleri üretmişlerdir. Örneğin, bu geçişin parlamenter yolla olacağını düşünenler burjuva parlamenter sistemine katılmakla kalmamışlar, bu süreci sosyalist politikaların hayata geçirilmesindeki yegâne veya en belli başlı süreç olarak görmüşlerdir. Yeni bir topluma geçiş için kapitalizmin, ancak zor yolu ile aşılabileceğine inananlar ise, taktiklerini ve çalışma tarzlarını buna göre ayarlamışlardır. Bunlar ya burjuva parlamenter sisteme hiç katılmamayı tercih etmişler, veya katıldıkları hal-
GEÇİŞ SÜRECİ ● 75 lerde de bu süreci esas olarak tali ve propaganda faaliyetinin bir parçası olarak değerlendirmişlerdir. Bir başka ayırım da kapitalizmin aşılmasında bu toplumdaki çeşitli sınıfların üstlenecekleri işlevlerin teorize edilmesi üzerine çıkmıştır. Örneğin, kapitalizmin aşılması ve yerine yeni bir toplumun kurulmasının işçi sınıfının kendi eseri olacağını ve bu sınıfın, bu yeni topluma geçişte yaşanacak olan sürecin hem öznesi hem de nesnesi olacağını düşünenler, çalışma tarzlarını, taktiklerini ve programlarını hep bu sınıfın özelliklerine göre inşa ederler. Buna karşılık günümüzde işçi sınıfının artık yok olmakta olduğunu, toplumsal bir güç olarak önemini yitirdiğini düşünenler ise taktiklerini, toplumdaki tüm muhalefet hareketlerinin, tüm ezilenlerin tepkilerinin özelliklerine göre inşa ederler. İşçi sınıfının toplumun en temel sınıfı olduğu fikrini yanlış ve ‘eskimiş’ bulanların bir kısmı da yeni bir sınıfsız toplum fikrinden tümden vazgeçerek, kapitalist toplumun ‘kötü’ yanlarının tasfiye edilmesi, daha adil ve yaşanabilir bir topluma dönüşmesi fikrine ulaşarak, bu duruma uygun çalışma tarzı ve mücadele yöntemleri geliştirmeye yönelirler. Bu ayrılıkların yanı sıra - ve çoğu zaman bu ayrılıkların birine veya diğerine temellik eden- bir başka nokta daha görülmektedir. Bu da geçmişte yaşanan sınıfsız topluma geçiş denemelerinin çeşitli yorumlamalarından doğan ayrılıklardır. Örneğin Rus Devrimi’nin bir türlü yorumu, bu deneyi klasik ve gelişmiş kapitalist ülkelere özgü sayar. O nedenle işçi meclisleri deneyine özgü olarak gördüğü genel işçi ayaklanmaları yerine, uzun süreli halk savaşlarını günümüzdeki ‘emperyalizme bağımlı ve azgelişmiş ülkeler’ için daha uygun bir mücadele tarzı olarak değerlendirir. Bu anlayışa göre Çin ve Vietnam deneyleri bu gibi ülkelere çok daha uygun ve esas ders çıkarılması gereken örneklerdir. Yine bu geçmişteki deneylerin yorumlanmasına, özellikle Rus Devrimi süreci sırasında gündeme gelen demokratik devrim-sosyalist devrim tartışmalarına bağlı olarak, bir başka ayrılık noktası daha eklenmektedir. Demokratik devrim stratejisi ve halk savaşı taktik adımı etrafında geliştirilen teoriler ve programlar, sosyalist devrim adımına göre büyük farklılıklar oluşturmaktadır. İşçiler ve Toplum dizisinin birinci kitabındaki popülizm tartışmaları etrafında ele alınmış olan ve tartışılan bu halk savaşçısı ve halkçı akımların, aynı işçi sınıfının toplumsal öneminin azaldığını düşünenler gibi, ama bu sefer işçi sınıfının ‘henüz’
76 ● İŞÇİLER VE TOPLUM yeterli toplumsal güce ulaşmadığından hareketle tüm muhalefet hareketlerine ve bir demokratik (bazen burjuva demokratik, bazen özü itibariyle burjuva demokratik, bazen de halk devrimi olarak formüle edilen) devrim mücadelesine yönelen taktikleri doğal ki bunun aksini düşünenlerden farklı olmaktadır. Soruna (...) kapitalizmden, yeni bir üretim tarzına ve topluma geçiş perspektifinden bakanlar için çalışma tarzı ve taktikler bütünü ise işçi sınıfının muhalefetine ve bunun burjuvazi ile olan mücadelesine tâbi olarak oluşturulmaktadır. Bu yukarıda ele alınan noktalarda ortaya çıkan ayrılıklar etrafında doğan başka akımlardan da bahsetmek mümkündür. Öncü savaşını (bazen kırdan, bazen şehirden başlamak üzere) esas alanlar; her şeyi kadroların belirleyeceğine inanarak esas olarak gizli, yarı-askeri ve darbeci çalışmaları uygun görenler; silahlı kuvvetlerin vurucu gücünü ve aydınların düşünme yeteneğini öne çıkararak bunlardan «özellikle» faydalanmak isteyenler; gençliğe özel görevler yükleyenler vb. bu bağlamda sayılabilir. Tüm bu ayrılıkların hepsini birden ortadan kesen bir temel ayrılık daha vardır. Bu da kapitalizmden yeni bir üretim tarzına ve topluma geçiş sürecinde ülke çapında yaşanan devrimin uluslararası boyutları, önemi ve genel olarak geçiş sürecindeki statüsü üzerine çıkan ayrılıktır. Kısaca «tek ülkede sosyalizm olur mu olmaz mı?» sorusuna verilen çeşitli cevaplar üzerine ortaya çıkan bu ayrılık, yine geçiş sürecinin özelliklerinin kavranmasındaki farklılıklardan doğmaktadır. Bu tartışmanın tarihi, detaylı bir şekilde İşçiler ve Toplum’un 5. sayısında ele alındığı için, ben burada bu konuya girmeyeceğim. Ama şunları not etmek tartışmamızın bundan sonraki kısmı için önemli. Bugün, «tek ülkede sosyalizm olur mu olmaz mı?» sorusuna Stalin tarafından verilen «olur» cevabı tüm sosyalist hareket içinde Kautsky ve Bernstein’dan sonraki en büyük farklılaşmayı doğurmuştur. Bir yanda Stalinist akımlar, prosovyet veya orta yolcular, diğer tarafta da Troçkist hareket bugüne kadarki bu farklılaşmanın iki tarafını oluşturmuştur. Ancak Troçkist hareket - Stalinist hareketin dünya çapındaki politik baskılarının olumsuz etkilerinin sınırlayıcılığını bir kenara bırakırsak- konuyu ele alışta oldukça bulanık bir teorik hat izlemiş ve Stalinizme karşı kendisinden beklenen teorik üstünlüğü kuramamıştır. Bunun temelinde bence birkaç eksiklik yatmaktadır:
GEÇİŞ SÜRECİ ● 77 1. Troçkist hareketin teorisyenleri Stalinistlerle sürdürdükleri tartışmalarda esas olarak Lenin’den yapılan alıntılara dayanmışlardır. Bu noktada gerek Lenin’de gerekse Troçki’de zaman zaman sosyalizmin, yeni -sınıfsız- toplum anlamında, zaman zaman siyasal bir akım anlamında, zaman zaman da tarihsel bir süreç olarak kullanılmasından dolayı, Stalinistlerin karşı alıntılarla sürdürdükleri tartışmada ortalık karma karışık olmuş ve tartışmanın kaderi alıntıların farklı yorumlanmasına bağlı kalmıştır. (Örneğin bkz: Troçki, 11 Aralık 1922] «Sosyalist Devrim Açısından Sovyet Rusya’da Ekonomik Durum Üzerine Tezler» Enternasyonal 4. Kongresi, S. 336-340, 343-345. Theses, Resolutions and Manifestos of the First Four Con-gresses of the Third International, London 1980) 2. Troçkist hareketin, özellikle de IV. Enternasyonal’in yeni üretim tarzının kuruluşunun alt ve üst aşamaları konusundaki kafa karışıklığı, işçi iktidarı ve demokrasi konularının buna bağlı olarak yanlış yorumlanması, Stalinistlere büyük avantajlar sağlamış ve tartışmayı karmakarışık etmiştir. Bu arada Stalinistlerin, aslında bu yeni üretim tarzının kurulmasındaki bir alt aşamadan başka bir şey olmayan sosyalizmi, kapitalizm ve feodalizm gibi temel bir toplum biçimi olarak ele almalarının yanlışlığı ve bunun getirdiği sorunlar gözden kaçmış ve teşhir edilememiştir. Ayrıca bu akım SSCB’yi tahlil ederken, işçi iktidarı koşulları ile geçiş sürecinin sıkı bağlantısını - akımın kurucusu Troçki’nin aksine - kavrayamamış ve bu yüzden Nikaragua, Küba gibi ülkelere de aynı sıfatı - işçi devleti sıfatını- yakıştırmıştır. Bu teorik zaaftan dolayı Stalinistlerin bu karışıklığı istismar ettikleri oranda da, tek ülkede sosyalizm tartışması başarılı bir şekilde sürdürülememiştir. 3. Rus Devrimi’nin kendine özgü süreçlerinin teorize edilerek geçiş tartışmalarında genel evrensel özellikler olarak sunulması da tartışmaları çıkmaza sokmuştur, örneğin, Rusya’da Çarlığın yıkılmaya ve (...) yeni bir devletin kurulmaya başladığı, ama henüz istikrara kavuşmadığı süreç -iç savaş ve NEP dönemlerini kapsar -teorize edilerek proletarya diktatörlüğünden önceki bir işçi devleti aşaması olarak sunulmaya çalışılmış ve böylece Rusya’da sosyalizmin inşası tartışması karmakarışık edilmiştir. Çünkü bu tespit belki dejenere işçi devleti tartışmalarında bu teorinin taraftarlarını biraz olsun rahatlatır gibi gözükmektedir, ama bununla, birlikte aslında geçiş süreci iki aşamadan - alt ve üst - üç aşamaya çıkarılmaktadır. (...)
78 ● İŞÇİLER VE TOPLUM
4. ‘Tek ülkede sosyalizm olur mu olmaz mı?’ tartışması, kapitalizmin bir üretim tarzı olarak tarif edilmesi ile bu üretim tarzının g çekte varoluş koşulları arasındaki soyutlama düzeylerinden kaynaklanan farkın anlaşılamaması yüzünden teorik bir zeminden, bir çerçeveden yoksun kalmıştır. Bu noktaları göz önüne alarak ve Türkiye’de sol hareketin içinde Stalinizmin etkilerine karşı sürdürülen mücadelenin öneminin gittikçe arttığını düşünerek yazının bundan sonraki kısmında kapitalizmden yeni üretim tarzına geçişin teorik çerçevesini tartışmaya çalışacağım. Mademki geçiş sürecinin bir teorik çerçevesini kurma denemesine girmeye niyetleniyoruz, öyleyse konuya kapitalizmin genel özelliklerini, varlık koşullarını inceleyerek başlamalıyız. Amacımız ‘Kapitali yeniden yazmak olmadığına göre en temel noktaları hatırlatmakla yetineceğiz. I — KAPİTALİST ÜRETİM TARZININ TEMEL ÖZELLİKLERİ A. Kapitalizm bir meta üretimidir. Kapitalizm doğarken bir meta üretimi ilişkileri zemini üzerinde doğar. Demek ki, çok sayıda meta üreticisinin rekabetini ve bireysel özel mülkiyeti ön şart koşar. Fakat bir meta üretimi biçimi olması onun tarihsel özgüllüğü değildir. Kapitalist üretim tarzının tarihsel özgüllüğü, onun meta üretiminin özgül bir aşamasına, doğrudan üreticinin işgücünün meta haline gelmesine denk düşmesidir. Demek ki, kapitalizm işgücünün meta haline geldiği özel bir meta üretimi biçimidir. Bu noktadan hareket ettiğimizde, kapitalist üretim tarzında doğrudan üretici ile üretim araçlarının özgül birleşme biçiminin -işgücünün ve üretim araçlarının pazarda satın alınarak bir araya getirilmesinin - incelenmesi bizi bu üretim tarzının merkezi ilişkisinin emek-sermaye ilişkisi olduğu sonucuna götürür. Bunun sosyal görüntüsü ise kapitalist ve işçi sınıfları arasındaki çelişkidir. Demek ki, kapitalizmin merkezi çelişkisi bir sınıf çelişkisidir. Kapitalizmin bir diğer özelliği de onun işgücünün, yani kendi değerinden (yeniden üretilmesi için, tüketilmesi gereken metaların değerinden) daha fazla değer yaratma kapasitesine sahip bir metanın kullanılması üzerinde yükselme-
GEÇİŞ SÜRECİ ● 79 sidir. Kapitalist üretimin tüm amacı bu fazlalığın işçiler tarafından üretilmesi ve kapitalist sınıf tarafından mülk edinilmesidir. Kısaca artı-değer üretimi ve bunun üretim araçlarının sahibi - kapitalist - tarafından mülk edinilmesi, kapitalist üretim tarzını kendisinden önceki üretim tarzlarından ayıran en temel özelliğidir. Bu özelliğinden, yani işgücünün meta olmasından dolayıdır ki, kapitalist üretim tarzı aynı zamanda üretimin ve dolaşımın çelişkili birliği üzerinde yükselir. Bir diğer açıdan bakılınca da artı-değer üretimi kapitalist üretim tarzını oluşturan unsurların bir arada durabilmesi için gerekli içsel zorunlu bağlantı olarak ortaya çıkar. Sonuçta denebilir ki, artı-değer üretimi aksamaya başladı mı, bu üretim tarzını bir arada tutan unsurların arasındaki ilişki de zayıflar ve bu üretim tarzı dağılma tehlikesi ile karşı karşıya kalır. Bu bize meta üretimi içinde bulunan, satın alma ve satma ilişkisinin her an koparak üretimi ve dolaşımı aksatması ve bir krizin ortaya çıkabilmesi potansiyelinin, kapitalist üretim tarzında, bu üretim tarzına özgül bir şekilde nasıl gerçekleşebildiğini açıklayan özgül koşulları verir. Kapitalist üretim tarzının varlık koşullarının tartışılmasında üretim ilişkilerinin özellikleri kadar, yeniden üretim ilişkileri de önem taşır. Meta üretimi ilişkilerinin sürdürülmesi ve işgücünün pazarda meta olarak bulunması ve bunun kapitaliste artı-değere el koymasına izin verecek koşullarda satılabilmesini sağlayan ve sürdürülmesini garanti altına alan ilişkiler kapitalist üretim tarzının yeniden üretim ilişkileridir. Yeniden üretim ilişkilerinin temelinde kapitalizme özgü bir meta olan işgücünün istikrarlı bir şekilde pazarda bulunmasının sağlanması yattığına göre, işçi sınıfının işgücünü satmaya hazır olması ve bunu da kapitalist üretimin «yeterli» miktarda artı-değer üretebilmesine izin verecek koşullarda kabul etmesi gerekir. Yani işçiler kapitalistin uygun gördüğü koşullarda üretim yapmayı kabullenmiş olmalıdırlar. İşçi sınıfının bunu kabul etmesi ideolojik ilişkiler (meta fetişizmi vb..) ve politik ilişkiler (kapitalist devlet) tarafından garanti altına alınır. Demek ki, kapitalist üretim tarzının varlık koşulları, meta ilişkilerini, rekabeti, kapitalist üretim araçlarının özel mülkiyetini, artı-değer üretilmesini ve bunların yeniden üretim ilişkilerini sağlayan özgün ideolojik ve politik şekillenmeleri gerektirir.
80 ● İŞÇİLER VE TOPLUM Tüm bu üretim ve yeniden üretim ilişkilerinin istikrarı, işçi sınıfı ile burjuva sınıfı arasındaki mücadelenin dinamikleri tarafından tayin edilir. Burjuva sınıfının ideolojik ve politik egemenliği, kapitalist üretim tarzının yeniden üretimi için olmazsa olmaz koşuldur. Diğer taraftan artı-değer üretiminin istikrarlı bir şekilde sürmesi veya sürememesi bu politik ve ideolojik egemenliğin maddî temelini oluşturur. Artı-değer üretiminin sınıf mücadelesi temelinde sadece ekonomik düzeyde bile olsa aksamaya başlaması, hızla politik yansımalarını bulur ve yeniden üretim ilişkilerini tehlikeye atar. Bu noktada özetle, kâr oranlarının düşme eğilimine ve karşıt eğilimlerine ilişkin yasanın sınıf mücadelesinin değer-teorik ifadesi olduğunu, yani sınıf mücadelesinin ekonomik ve politik sonuçlarını yansıttığını vurgulamak gerekir. B. Buraya kadar kapitalizmin varlık koşullarından üretim tarzı düzeyinde bahsettik. Bu teorik bir düzeydir ve ancak bir soyutlama olarak vardır,1 o nedenle kapitalizmin gerçekte varoluş koşullarının tüm özelliklerini bize vermez. Bunun için kapitalizmin doğuşunun tarihsel koşullarını incelemek gerekir. Kapitalizmin pre-kapitalist bir ortamda nasıl doğduğu ve diğer üretim tarzları ile nasıl eklemlenerek geliştiği esas olarak yazımızın konusu değildir. Bu yüzden burada sadece sürecin bazı özelliklerini hatırlatarak geçeceğiz. Önce bugüne baktığımızda kapitalizmin dünya düzeyinde, ama farklı ulusal ekonomilere bölünmüş olarak var olduğunu görürüz. Bu farklı ulusal ekonomiler ise sermaye devrelerinin, önce meta-sermaye devreleri, sonra para-sermaye devreleri ve nihayet son 30-35 yıl içinde de üretken-sermaye devrelerinin uluslararasılaşması ile birbirine bağlanmış ve bugün bir bütün oluşturur bir duruma gelmiştir. Yani, tüm ulusları kapsayan bir dünya kapitalist üretim ve yeniden-üretim ilişkilerinden bahsedebiliriz. Emperyalizmi de bu uluslararası yeniden-üretim ilişkileri bağlamında ele almak gerekir. Buna üç kısa örnek vermek ve bu konuyu geçmek istiyorum. Birincisi, sermayenin uluslararasılaşmasında ulaşılan düzey, üretken-sermaye devrelerinin uluslararasılaşması ile artık sadece ulus çapında değil, dünya ekonomisi çapında faaliyet gösteren büyük şirketlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bunlar hem birçok ülkeyi içine alan pazarlar için üretim yaparlar, hem de üretimlerini birçok ülkede birden örgütlerler. İkincisi, bu şekilde örgütlenen sermaye, sadece bir ülkede değil birçok ülkede ve esas olarak dünya ölçeğin-
GEÇİŞ SÜRECİ ● 81 de işçi sınıfı ile karşı karşıya kalır ve ilişkiye geçer. Demek ki, sermaye açısından artı-değer üretilmesi için satın alınması gereken meta, artık dünya düzeyindeki bir pazardan ve nerede koşullar uygunsa oradan satın alınmaktadır. Üçüncüsü, işgücünün yeniden üretilmesi için tüketilmesi gerekli olan metalar, beslenme, giyinme, barınma ve eğlenme malları, tüm dünya ölçeğinde üretilmekte ve uluslararası dolaşım yolu ile farklı ülkelerdeki işçilere ulaşmaktadır. Bunun doğrudan sonucu ise, bir ülkedeki işgücünün değeri belirlenirken, bunun belirlenme sürecine bir başka ülkedeki işçi sınıfının üretkenliği, savaşkanlığı vb.’nin de katılmakta olmasıdır. Yani artık işgücünün değeri de uluslararası bir düzeyde belirlenmektedir. Bunlar bize bir dünya ekonomisi ile karşı karşıya olduğumuzu gösteren en önemli göstergelerdir. Daha önemsiz bir gösterge ise, bir dünya ekonomisinin nasıl entegre olduğuna ilişkin olarak örneklenebilir. Son Ekim 1987 borsa krizinde, kapitalist dünya ekonomisinin belli başlı merkezleri -New York, Londra, Tokyo, Honkong, Frankfurt, Paris, Milano- kendi ulusal ekonomilerinin o andaki özgül koşullarından nispî bir bağımsızlık içinde, hep birden bir çöküş yaşamışlardır. Yine bugün bir Avrupa ülkesinde ortaya çıkan ciddi bir grev, bir başka Avrupa ülkesindeki fabrikada hammadde kıtlığı veya talep kıtlığı yarattığı için üretim aksaması da yaratmaktadır. Kapitalizmin varlık koşulları açısından, artık ulusal ekonomilerin bağımsız analiz üniteleri olmasından bahsedilemez. Dikkat edilmesi gereken nokta, bu durumun esas olarak dün ortaya çıkmış olmadığıdır. Kapitalizm, feodalizmin 14. yy.’daki genel krizi sırasında Akdeniz çevresinde var olan bir bölgelerarası meta dolaşımı ilişkileri, yani pre-kapitalist bir pazar temelinde doğmuştur. Hangi ülkenin daha hızlı geliştiği ve sanayi devriminin önce nerede gerçekleştiği ise, ülke içinde sürmekte olan ve bugün de hâlâ önemini taşıyan sınıf mücadeleleri, diğer doğal kaynaklar ve pre-kapitalist ilişkilerin özgül çözülüş biçimleri gibi etkenler tarafından belirlenmiştir. Demek ki, hem bugün hem de doğmaya başladığı zamandan beri kapitalizm bölgelerarası bir sistem olarak var olmuştur. Önce pre-kapitalist dünya pazarını, kapitalist bir dünya pazarına dönüştürmüş, sonra da üretken sermaye devrelerinin uluslararasılaşması ve işgücünün yeniden üretiminin uluslararasılaşması ile, bunu son 30-35 yıl içinde kapitalist dünya ekonomisine dönüştürmüştür. Demek ki, kapitalist üretim tarzı gerçekte dünya düzeyinde var olur ve yine bu
82 ● İŞÇİLER VE TOPLUM düzeyde yeniden üretilir. Kapitalizmin üretici güçleri bugün her zamankinden daha fazla uluslararası bir ölçekte üretim yapmaya göre örgütlenmiştir. Bu bir gelişmişlik düzeyinin ifadesidir ve bu bize aynı zamanda kapitalizm altındaki üretici güçlerin genel gelişme yönünü gösterir. «Tek ülkede sosyalizm olur mu olmaz mı?» tartışmasına doğru bir cevap verebilmek için bu gerçeği iyi kavramak gerekir. Bu gerçeğin bir diğer yüzü de kapitalist dünya ekonomisinin daha önce bahsettiğimiz gibi birçok ulusal ekonomiden oluşmuş olmasıdır. Ulusal ekonomiler ve ulusal dinamikler, âdeta bir zemine konmuş ızgaranın gözleri gibi dünya ekonomisini parçalar, bölerler. Dolayısıyla -her ulusal ekonomi genele bağlı olmasına rağmen-farklı hızlarda ve özelliklerde sürmekte olan sınıf mücadelelerinden bahsetmek gerekir. Bu ulusal temele hapis edilmiş sınıf mücadelelerinin günümüzde birbirlerini gittikçe daha fazla etkilemelerine rağmen, bunların birbirlerinden olan göreli bağımsızlıkları da «tek ülkede sosyalizm olur mu olmaz mı?» sorusuna cevap verebilmek için ikinci kavranması gereken gerçektir. Şimdi buraya kadar söylediklerimizi kısaca özetleyelim: 1. Kapitalist üretim tarzının temel ilişkisi emek-sermaye ilişkisidir ve bunun sosyal görüntüsü burjuva ve işçi sınıfı arasındaki mücadeledir. 2. Kapitalist üretim tarzı gerçek hayatta uluslararası düzeyde, yani bir dünya ekonomisi düzeyinde var olur. Kısaca varoluşundaki belirleyici düzey budur. 3. Buna karşılık dünya işçi sınıfı, ülke düzeyinde ulusal devletler altında lokalize olmuştur ve dolayısıyla sınıf mücadeleleri bugün hâlâ esas olarak ulus sınırları içinde ve belirli burjuva devletler altında sürer. 4. Ancak bu mücadelelerde işçi sınıfı ve burjuva sınıfı birer dünya sınıfı, ama bunların ulusal müfrezeleri olarak mücadele ederler. II — KAPİTALİZMİN VAROLUŞUNUN SINIRLARI VE AŞILMASININ KOŞULLARI
GEÇİŞ SÜRECİ ● 83
A. Burada tekrar kapitalist üretim tarzı düzeyine geri dönmek durumundayız. Önce bu noktada tartıştıktan sonra bir alt düzeye, gerçek var olma düzeyine ineceğiz. İşçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki mücadelede, işçi sınıfının şekillenmesindeki gelişmeler (bunların nasıl ve hangi koşullarda olduğu konumuzun dışında kalmaktadır) giderek üretim düzeyinden, dolaşım ve bölüşüm düzeyine kadar sermaye birikim sürecinin kendini «çevresine uydurma» yeteneğini azaltır. Bu şekillenme, üretim sürecinde yeni yeni makinaların işçilerin yerine geçmesini, yeni teknolojilerin iş sürecine sokulmasını engeller; iş disiplinini arttıran yeni uygulamalara karşı çıkar veya eskiden var olan uygulamaları değişmeye zorlar; böylece de üretkenliğin ve artı-değer üretiminin artmasını sınırlar hatta yavaşlatır. Bölüşüm düzeyinde ise sınıf mücadelesi sonucu ücretlerin düşürülmesini engeller, hatta ücret artışları kazanır. Böylece artı-değerin dolaşımında da sermaye sınıfının kârlarını sınırlayabilir. Kısaca, artı-değer üretiminin yavaşlaması, işçi sınıfının sınıf şekillenmesi ile ters orantılıdır. Bunu bir başka şekilde söylersek: işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesindeki kazanımları, artı-değer üretimini azaltır. Bunu bir de kâr oranları genel düşme eğilimi çerçevesinde söylersek: işçi sınıfının mücadelesi kâr oranları düşme yasasının, karşıt eğilimlerini işlemez hale getirir ve potansiyel eğilimi gerçek bir duruma dönüştürür. Sınıf mücadelesi artı-değer üretimini geriletir ve dolayısıyla kapitalist üretim tarzının içsel zorunlu bağlantısını zayıflatır. Böylece krizlere ve yok oluş konjunktürlerine yol açar. Kısaca söylersek: kâr oranlarının düşme eğilimi yasası, kapitalizmin çökmesinin yasasıdır ve işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki mücadeleye bağlıda. Kâr oranlarının gerçekte ne zaman düşmeye başlayacağına, sınıf mücadelesinin artı-değer üretimi üzerindeki etkileri karar verir. B. Peki kapitalizmin yok olmaya başlaması ne demektir? Kapitalizmin yok olmaya başlaması, her şeyden önce onun merkezi ilişkisinin dağılmaya başlaması, yani emek-sermaye arasındaki ilişkinin kopmaya başlaması ve doğrudan üreticilerle üretim araçlarının özgül birleşme biçiminin yeniden kurulmaya başlaması demektir.
84 ● İŞÇİLER VE TOPLUM
Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, merkezi ilişki bir politik-ideolojik çerçeve içinde yeniden üretilmektedir. Öyleyse merkezi ilişkinin kopmaya başlaması bu politik-ideolojik çerçevenin kırılması ile bağlantılıdır. Yani politik-ideolojik çerçevenin kırılmasını ön şart olarak koşar. Dikkat edilirse, kriz kavramı sadece işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki değil, tüm sınıflar arasındaki mücadelenin keskinleştiği; sermaye birikiminin kendini değişen koşullara uyduramadığı; emek-sermaye arasındaki çelişkinin salt ekonomik yollarla pazar ilişkileri içinde düzenlenemez hale geldiği koşullarda ve bu çelişkinin düzenlenmesi ve sermaye birikiminin istikrara kavuşturulması için doğrudan politik müdahalelerin olduğu ortamlarda, günlük hayatın bir parçası haline gelmektedir. Gerçekten de kapitalist üretim tarzının içsel zorunlu bağlantısının yani -artı-değer üretiminin- zayıfladığı ve merkezi ilişkinin kopma durumu ile karşı karşıya geldiği durumlarda, politik düzey öne çıkar, ekonomik ve ideolojik düzeyler üzerinde egemen olur. Bu aşamada henüz üretim tarzı düzeyinde konuştuğumuz için, bu çerçevenin bir noktadan mı yoksa birçok noktadan mı kırılması gerektiği sorusuna bir cevap aramıyoruz. Şu aşamada tespit etmek istediğimiz şu: kapitalizmden çıkabilmek veya kapitalist üretim tarzının krizine, kapitalizmin aşılması yönünde son verebilmek için, önce kapitalist yeniden üretim ilişkilerinin ideolojik-politik çerçevesi kırılmalıdır. Yukarıda kapitalizmin merkezi ilişkisi ve içsel zorunlu bağlantısı üzerine hatırlattıklarımız temelinde kolayca söyleyebiliriz ki, bu çerçeve merkezi ilişkinin bileşenleri bağlamında, ancak ve ancak işçi sınıfı yönünden kırılabilir veya ancak bu yönde kırıldığı takdirde kapitalist üretim tarzı bir yeni üretim tarzına dönüşebilir. Yukarıda söz konusu ettiğimiz politik-ideolojik çerçevenin, çelişkinin işçi sınıfı yönünde ve yeni bir topluma doğru gelişmeye izin verilecek şekilde kırılabilmesinin bazı temel koşulları vardır. Bunları şöyle özetlemek mümkündür sanırım: 1. Bu çerçevenin kırılması birey ve toplum çelişkisini, kadın ve erkek çelişkisini ve cinsel sorunu çözecek bir yönde olmalıdır.
GEÇİŞ SÜRECİ ● 85 2. Bu çerçevenin kırılması devletin sermaye ilişkisi olmaktan çıkması yönünde gelişmelidir. Kapitalist devletin ve burjuva yönetim formatının yerini, yönetenlerle-üretenler ayırımım kaldıracak bir (...) gövde almalıdır. (...) (...) 3. Yukarıda bir ve iki’de işaret ettiğimiz bu yeni politik şekillenme kapitalist üretim tarzının ideolojik-politik çerçevesinin kırılmaya ve doğmaya başladığı noktadan itibaren ekonomik üretimin, dolaşımın ve değişimin işçi sınıfının kontrolüne geçmesinin dolayımı olmak zorundadır. Gelişmesi, yaygınlaşması ve yetkinleşmesi bu yönde olmalıdır. (...) (...) Bu düzeye ise, ancak tüm kapasiteleri ile çalışan işçi meclisleri aygıtları ile ulaşılabilir. Demek ki, kapitalizmden çıkış süreci aslında birbirine paralel işleyen - belki aynı hızla gelişmeyen ama her aşamada birlikte bulunan -süreçlerden oluşmaktadır. Bu birbirine paralel işleyen süreçlerin gelişmeleri arasındaki uyum ne kadar bozulursa, genel süreç de o kadar sapmalara ve hatta çarpılmalara uğrayabilir ve nihayet kesintiyle sonuçlanabilir. Örneğin, cinsel sorunun çözülmeden kalması, kadın ve erkek arasındaki eşitsizliğin ve egemenlik-bağımlılık ilişkisinin ortadan kalkma sürecine girmemesi halinde, kapitalizmden çıkışın ideolojik süreçleri çarpılmaya başlayacaktır. Buna bağlı olarak işçi sınıfı açısından ataerkillikten kurtulmak geciktikçe, sınıf içi ilişkilerin demokratikleşmesi ve sınıfın (...) kendi koşullarını topluma (...) benimsetme süreçleri aksayacaktır. Ataerkillik, sınıf içi politik eşitliği, dolayısıyla bilginin ve kültürün yayılmasını etkileyecek, bunların sınıf içinde veya dışında belli noktalarda yoğunlaşmasına ve giderek özerkleşerek iktidar kaynakları haline dönüşmesine zemin hazırlayacaktır. Yine aynı şekilde kapitalizmden çıkarken (...) (...) bir süre için ister istemez katlanılmak zorunda kalınan burjuva mirası aygıtlar ve ideolojik şekillenmeler, yani bürokrasi -veya nomenklatura- ve ona ait (esas itibariyle burjuva) ideolojik biçimler hızla tasfiye edilemezse, yönetenlerle-üretenler ayırımı ortadan kalkmayacaktır. Bürokrasi günlük pratiğinde sermaye ilişkisini kurumsal ve ideolojik olarak içinde barındırır ve yeniden üretir. Bürokrasinin personelinin değişmesi, ise buna asla çözüm değildir. Sorun yapısaldır ve burjuva devletinin sermaye ilişkisi olmasından kaynaklanır. Böylesi bir durumda tüm üretim araçları devlet mülkiyetine geçmiş bile olsa, burjuvaziye özgü ilişkiler yaşamaya devam edecektir. İşte bu anlamda kapitalist üretim tarzı ideolojik ve kurumsal
86 ● İŞÇİLER VE TOPLUM düzeylerde varlığını sürdürmeye devam edecek, devlet içindeki her imtiyaz ilişkisinde, bürokrasinin yan ısıra gelişen her karaborsa alış-verişte (ister mal ister imtiyaz alış-verişi olsun) yaşamaya devam edecektir. Aynı şekilde devlet düzeyinde de, ideolojik düzeydeki kapitalizmden çıkış süreçlerinin yavaş işlemesi, ekonomik düzeydeki değişimleri yavaşlatacaktır. İlk anda doğrudan üreticilerin denetimine geçen üretim araçları, zamanla politik ve ideolojik düzeydeki çarpılmalarla, bilgiyi ve bürokratik ilişkileri kontrol edenlerin denetimine geçecektir. Ataerkil ilişkilerden dolayı işçi sınıfı içindeki demokratikleşme (işçi demokrasisinden bahsediliyor) gelişme yavaşladığı, hatta durduğu için üretim araçlarının denetimi kolayca doğrudan üreticilerin elinden çıkacak ve bir azınlığın elinde toplanabilecektir. Ekonomideki denetimi elinden kaçıran bir işçi sınıfı, ezen-ezilen ilişkisinin, işbölümüne bağımlılığın (...) ortadan kaldırılmasını yerine getiremeyecektir. Bu süreçlerin birbirine paralel olarak işlemesi için bu işleyişin düzenlenmesi ve buna bilinçli müdahale edilmesi gerekmektedir. Burada bahsedilen bilinçli müdahale, bireylerin veya dar grupların büyük plan ve programları değil - ki bunların olumlu veya olumsuz önemli etkileri olduğu bir gerçektir- daha ziyade işçilerin sınıf olarak giderek homojenleşen bir bilinçlilik içinde müdahale etmesidir. Bu müdahalenin bilinen mekanizması ise işçi meclisleridir. Özetlersek, kapitalist üretim tarzının aşılması ve yeni bir üretim tarzına geçiş, 1) kapitalist üretim tarzının ve yeniden üretim ilişkilerinin politik-ideolojik çerçevesinin kırılması, 2) üretim araçlarının kullanımını, artı-değerin dolaşımını ve bölüşümünü örgütleyecek ve geçiş sürecini düzenleyecek bir (...) gövdenin kurulması ile başlayabilecektir. Bu yöndeki gelişme (...) bu gövdenin toplumun bütün alanlarında giderek burjuva yönetim formatının kalıntılarını ve alanlarının tümünü işgal ve fetih etmesi ile sürebilecektir. III — ÜRETİM TARZLARININ DÖNÜŞÜMÜ AÇISINDAN GEÇİŞ SORUNU Bir önceki kısımda, kapitalizmden çıkış ve yeni bir üretim tarzına geçişte, bu geçiş sürecinin düzenlenmesi ve sürdürülmesi açısından işçi sınıfının yönetim-denetim ve örgütlülüğünün (...) (...) varlığının vazgeçil-
GEÇİŞ SÜRECİ ● 87 mez önemini saptadık. Şimdi daha geniş bir sürece, bir üretim tarzının egemen olduğu bir toplumdan bir diğer üretim tarzının egemen olduğu bir topluma geçişin özelliklerine kısaca değineceğiz. Doğal ki, geçiş süreci bir yeni üretim tarzının şekillenmeye ve kurulmaya başlaması ile gündeme gelir. Doğası gereği bu yeni üretim tarzının ilk unsurları ortaya çıkmaya başladıkları andan itibaren, diğer üretim tarzları ile birlikte ve yan yana bulunurlar. Onları etkilerler ve onlardan etkilenirler. Bu birlikte var oluş, ki bu çelişkili bir varoluştur, eklemlenme tabiri ile ifade edilir. Bir üretim tarzından bahsettiğimizde, üretim ve yeniden üretim ilişkilerinin bütünlüğünü ele aldığımız için, eklemlenmenin dinamikleri açısından üç düzeyden söz etmek gerekir: ekonomik, politik ve ideolojik. Bunlardan birincisi olan ekonomik düzeydeki eklemlenmede yeni üretim tarzının ekonomik ilişkileri, üretici güçleri, dolaşım ilişkileri vb. önceden var olan üretim tarzının (veya tarzlarının) ekonomik ilişkileri ile birlikte bulunur ve birlikte işler. Doğmakta olan üretim tarzının üretici güçlerinin ve ekonomik ilişkilerinin yeniden üretimi hem var olanların yeniden üretimine tâbidir hem de onların yeniden üretimi ile çelişir. İdeolojik düzeydeki eklemlenmede, var olan üretim ilişkilerinin yeniden üretiminin üzerinde şekillenmiş ahlâkî, hukuksal vb. kavramlar ve anlayışlar yeni doğmakta olanın gelişmesine ve yeniden üretimine ilişkin fikirlerle tanışır ve bir ilişkiye geçerler, bundan öte birbirlerini etkiler ve yeniden şekillendirirler. Politik düzeydeki eklemlenme, ideolojik eklemlenmeye benzer. Ama bu sefer söz konusu olan kurumlar ve bunların birbirini etkilemesine temellik eden sınıf ittifaklarıdır. Yeni doğmakta olan ilişkileri taşıyan sınıflarla, eskinin sınıfları ittifaklar kurarlar. Genellikle bu ittifak ilişkileri, egemenlik ve bağımlılık matrisine bağlı olarak şekillenir. Örneğin, kapitalistlerle -toprak sahipleri ve yoksul köylülerle- işçilerin ittifak yapması gibi. Buraya kadar anlattıklarımızın konumuzla ilişkisine geçmeden önce tespit etmemiz gereken bir nokta daha var. Üretim tarzlarının birbirleri ile, her ne kadar bu üç düzeyde eklemlendiğini kabul etmek gerekirse de, bu eklemlenme iki üretim tarzının karşılaşmasına, yenisinin doğuş koşullarına ve eskisinin yaşa-
88 ● İŞÇİLER VE TOPLUM makta olduğu krizin özelliklerine bağlı olarak şekillenir. Eklemlenme bu düzeylerin bir veya ikisinden başlayabileceği gibi, sadece birinden başlayıp uzun süre bu düzeyle sınırlı da kalabilir. Ayrıca eklemlenme, herhangi bir düzeyden başlayabilir ve giderek öbür düzeyleri de kapsar. Şimdi bu söylediklerimizin ışığında konumuza dönelim. Kapitalizm bir üretim tarzı olarak, birçok başka üretim tarzının beraber bulunduğu bir ortamda doğmuş ve onlarla eklemlenerek gelişmiştir. Bu, kapitalizmden önceki üretim tarzlarının hepsi için geçerli olan bir süreçtir. Böyle bir teorik şema yeni bir üretim tarzının doğuş ve gelişmesi için de geçerli olmalıdır. O da, birçok üretim tarzının bulunduğu bir ortamda doğacak ve gelişecektir. Bu yeni üretim tarzı da kendisine özgü koşullarda ve kendisinden önceki üretim tarzları ile bir eklemlenme içinde gelişme sürecine başlayacaktır. Ve zaman içinde diğer üretim tarzlarını dönüştürecek ve önce egemen sonra da tek üretim tarzı haline gelecektir. Tek üretim tarzı haline gelebilmesinin sebebi ise, kendisinden önceki tüm üretim tarzlarının sınıflı toplumlara ait olmasından doğan çelişkileri ortadan kaldıracak, bundan sonra da doğa ile insan arasındaki çelişkinin tek egemen çelişki biçimi olarak kalacak ve giderek insanın daha şimdiden başlamış olan doğa üzerindeki egemenliğinin daha da pekişecek olmasındandır. Burada hemen dikkatimizi çeken şey, aslında iki varoluş aşamasından bahsetmekte olduğumuzdur. Birincisi, yeni üretim tarzının doğuşunda ortaya çıkan, onun diğer üretim tarzları ile bir arada eklemlenmiş ve mücadele halinde bulunduğu varoluş aşamasıdır. İkincisi ise bunun diğer üretim tarzları üzerinde hegemonyasını kurduğu ve kendi temelleri üzerinde gelişmesine devam ettiği varoluş aşamasıdır. Bu durumu daha iyi izah edebilmek için bir benzetme yapabiliriz. Kapitalizm, feodalizmin krizi sırasında 14.-16. yy. aralığında doğmaya başladı. İlk önce kapitalizmin doğmasına yol açacak olan ticaret ilişkileri ortaya çıktı, sonra da ücretli emek meta haline geldi, kapitalizm bir üretim tarzı olarak doğdu ve diğer üretim tarzları ile eklemlenerek gelişmeye başladı. Bu gelişme aşamasını, örneğin İngiltere ve Fransa’da 19. yy. ortalarına kadar, Almanya’da 20. yy.’in ilk çeyreğine kadar izleyebiliriz. Bu süreçte kapitalizm, aynı yukarda bahsettiğimiz yeni üretim tarzının ilk varoluş aşamasındaki gibi, başka üretim tarzları
GEÇİŞ SÜRECİ ● 89 ile ilişkili olarak ve onlarla karşılıklı etkileşim içinde gelişmektedir. Daha sonra, örneğin günümüze gelirsek, bu ülkelerde kapitalizmin gelişmesini bu sefer tümden veya esas olarak (dünya düzeyinde başka ulusal ekonomilerdeki eklemlenme durumlarını göz önüne almazsak) kendine özgü temellerde ve başka pre-kapitalist üretim tarzlarından etkilenmeden sürdürdüğünü görürüz. Bu da yukarıda bahsettiğimiz yeni üretim tarzının ikinci varoluş aşamasına benzer bir durumdur. Nitekim Marks, kapitalizmden yeni topluma geçiş sürecini teorize ederken, bu iki aşamayı dikkatle tespit etmektedir: «Burada karşılaştığımız şey kendine özgü temeller üzerinde gelişmiş olan bir [..,] toplum değildir. Tersine, kapitalist toplumdan çıkıp geldiği şekliyle bir [...] toplumdur. Dolayısıyla iktisadî, manevî, en-tellektüel, bütün bakımlardan bağrından çıktığı, eski toplumun damgasını hâlâ taşıyan bir toplumdur». (Gotha Programının Eleştirisi, Sol Yayınları, s. 29) Lenin de bu konuyu tartışırken bu iki aşamaya değinir ve kapitalizmden, bu yeni üretim tarzına geçiş sürecini ele alırken her iki üretim tarzının özelliklerini birleştirmesi gereken bir toplumdan bahseder ve bunun «...Yenilmiş ama yok edilmemiş kapitalizm ile, doğmuş ama henüz çok zayıf olan» bu yeni üretim tarzı arasındaki bir mücadele dönemi olması gerektiğini söyler (bkz. İşçi Sınıfı ve Köylülük, Sol Yayınları, S. 281). Hem Marks’ta hem de Lenin’de kapitalizmle bu yeni -sınıfsız- üretim tarzının birbirine eklemlendiği ve birbiriyle mücadele ettiği bir geçiş dönemi anlayışı vardır. Bu geçiş döneminde her iki üretim tarzının özelliklerinin birlikte oluşturdukları topluma - yani özgün bir sosyal formasyonu nitelemek için- sosyalizm demişlerdir. Sosynlizm, bu yeni üretim tarzının doğuş ve gelişmesinin ilk aşamasıdır. Ne zamanki, bu yeni üretim tarzı kendine özgü temeller üzerinde gelişmeye devam edecektir, işte o zaman onun üst aşaması yaşanacaktır. Demek ki, Marks ve Lenin’de sosyalizm tabiri, bir siyasal akım anlamında değil de bu yeni üretim tarzına atıfla kullanıldığında, bir geçiş süreci veya bir sosyal formasyon anlamında kullanılır. Sosyalizmin böyle kullanılması, hem
90 ● İŞÇİLER VE TOPLUM «tek ülkede olur mu olmaz mı?» türünden sorulara doğru bir cevap vermemize imkân tanır, hem de tarihteki şekillenmeleri tartışırken bize gerekli olan teorik çerçeveyi verir. Ne zamanki, sorun Stalin tarafından çarpıtılmış ve sosyalizm yanlış bir anlam yüklenerek özgün bir üretim tarzı anlamında kullanılmaya başlanmıştır, işte o zaman ‘tek ülkede sosyalizm’ sorunu içinden çıkılmaz bir hale gelmiştir. Önce Stalin’in sorunu nasıl ortaya koyduğuna bir bakalım: «Bu dönem... Sovyet iktidarının, bir yandan sosyalizmi geliştirmek için elinden gelenin azamisini yaparken, kapitalizme de bir ölçüde yeniden yaşama hakkı tanıdığı iki ekonomi sistemi arasındaki (kapitalizm ile sosyalizm) yarışma sırasında sosyalist sistemin kapitalist sistem üzerindeki üstünlüğünü örgütlemeyi kendine iş edindiği dönemdi. Görev, bu yarışma sırasında sosyalizmin mevzilerini sağlamlaştırmak, kapitalist unsurların tasfiyesini sağlamak ve sosyalist sistemin (ulusal ekonominin temel sisteminin) zaferini tamamlamak idi» (abç). (Leninizmin Sorunları, Sol Yayınları) Görüldüğü gibi yukarıdaki alıntıda Rus toplumunun o günkü temel sistemi «sosyalizm» olarak tespit ediliyor. Yani, sosyalizm bir üretim tarzı olarak saptanıyor. Lenin ise, yukarıda atıfta bulunulan makalesinde toplumsal ekonominin temel biçimlerinden bahsederken, bunları küçük meta üretimi ve komünizm olarak saptıyor ve burada üretim tarzları düzeyinde konuşurken sosyalizm değil komünizm kategorisini kullanıyor (bkz. Lenin, a.g.e., S. 381-382). Demek ki, Lenin ve Marks’da, geçiş süreci, yani kapitalizmle yeni -sınıfsıztoplumun eklemlenmesi durumu, anlamında bir sosyalizm anlayışı varken, Stalin’de ise sosyalizm özgül bir temel toplum biçimi, bir üretim tarzı olarak kullanılıyor. Şimdi Stalin «tek ülkede sosyalizm olur» derken acaba neyi kastediyordu? Eğer sosyalizmi, yeni bir üretim tarzı anlamında kullanıyorsa, o zaman ortaya bir saçmalık çıkmakta ve herhangi bir alt aşama, eklemlenme vb. olmadan bir ülkede bu yeni üretim tarzı hemen kurulabilmektedir. Yani bu yeni üretim tarzının kapitalizmi nasıl tasfiye edeceği gibi bir sorun doğmamakta ve devrimden sonra, yeni üretim tarzı hemen kurulmaktadır. Bu yorum ise Stalin’in tarihi ele alırken yukarıda anlattığı geçiş süreciyle çeliştiği gibi, diyalektik mantık açı-
GEÇİŞ SÜRECİ ● 91 sından da bir saçmalıktır. Bir diğer yorum ise (ki bence Stalin’in kafasındaki modele en yakın olanı budur) üretim tarzı ve toplum ayırımının teorik olarak yapıl-mamasından dolayı, sosyalizmin özgün bir üretim tarzı olarak saptanmasıdır. Stalin, meşhur Diyalektik ve Tarihî Materyalizm kitabında, toplumsal gelişmenin içyapısının şemasını çizerken, üretim güçleri ve üretim ilişkilerinin bütününe üretim tarzı demekte ve buna da üst yapıyı ekleyerek sosyal formasyonu tarif etmektedir. (Ayrıca bkz. Oskar Lange, Ekonomi Politik I. cilt ve tüm Sovyet kaynaklı ekonomi-politik kitapları). Bu tespit hem üretim tarzını özgül siyasal biçimler ve ideolojik formlardan ayrı, yani yeniden üretim ilişkilerini göz önüne almadan, tarif ettiği için ekonomist bir yorumdur (bu tespit ile hareket edersek, örneğin fabrika tek başına bize kapitalist üretim tarzını verir) ve yanlıştır, hem de Stalin’in çarpık sosyalizm anlayışına teorik kılıf dikmektedir. Stalin’in anlayışına göre, üretim araçları devlet mülkiyetine geçince ve merkezi plana bağlanınca sosyalizm kurulmuş olmaktadır. Bu bir zamanlar hepimizin hemen hiç sorgulamadan kabul ettiği bir formülasyondur. Bu formülasyondan dolayı Sovyetler Birliği’nde sosyalizm, üretilen demir ve çimento miktarına ve teknolojik kalkınmaya indirgenmiştir. Bu formülasyonun en önemli eksiği ise ‘sosyalizmin’ (Stalin’e göre yeni üretim tarzının) yeniden üretim ilişkilerini gündeme getirmemesi, yeni toplumla kapitalizmin eklemlenmesinin nasıl düzenleneceği sorusunun etrafından dönmesidir. Böylece devlet üzerinde işçi kontrolü, üretimin işçi sınıfı tarafından örgütlenmesi ve denetlenmesi gibi sorunlar sosyalizmin varlığı veya yokluğu tartışmasının dışına çıkmaktadır. Nitekim ‘tek ülkede sosyalizm’ sorunu aslında bir başka konu ile yakından ilgili olarak tartışılmaktadır. Bu ise sosyalizmin inşasının tamamlanmış ve geri dönüşün imkânsızlaşmış olduğu anlayışıdır. Stalin’in, herkesin çok iyi bildiği yazılarında sosyalizmin 1936larda artık geri dönülemeyecek sağlamlıkta kurulduğu anlatılırken, bunun temel garantisi olarak üretim araçlarının üzerindeki devlet mülkiyetinin kurulmasının tamamlanması ve iktidar ilişkilerinin sağlamlaştırılması ileri sürülmektedir. Kısaca, Stalin’in sosyalizmi (...) (...) ayrı özgül bir üretim tarzı olarak saptaması ve bunun üzerine kurulan teorilerin, tek ülkede sosyalizmin kurulabileceği anlayışına teorik kılıf hazırlamaktan başka bir anlamı yoktur ve teorik olarak da yanlıştır.
92 ● İŞÇİLER VE TOPLUM
Demek ki, «tek ülkede sosyalizm olur» iddiası, Stalin’in ileri sürdüğü şekli ile hiçbir teorik temele sahip değildir. Dayandığı teorik varsayımlar ise tamamiyle yanlıştır. Çünkü, 1 — Sosyalizmi bir üretim tarzı olarak düşünmek yanlıştır; sosyalizm bir geçiş sürecinin adıdır. 2 — Stalin’in üretim tarzı ve toplum teorileri anti-diyalektik, mekanik ve ekonomisttir. «Tek ülkede sosyalizm kurulur» teorisi esas olarak parti içi mücadelelerdeki bir dönemeçte ve Rus milliyetçiliğinin etkileri altında geliştirilmiş, daha sonra ise işçi sınıfından siyasal iktidarı geri alan ve giderek (...) hegemonyasını kuran bürokrasinin resmî ideolojisi haline dönüşmüştür. Şimdi biz «tek ülkede sosyalizm olur mu olmaz mı?» sorusuna verilmesi gereken bir cevap üzerinde yoğunlaşalım. Yazımızın önceki bölümünde, kapitalizmden yeni bir üretim tarzına geçişin nasıl teorileştirilmesi gerektiği üzerinde durmuştuk. Bu konuda ulaştığımız sonuçları kısaca bir hatırlayalım. 1 — Kapitalizm ile bu yeni üretim tarzı eklemlenir ve birlikte çelişkili bir varoluş sürecine girerler. Yeni üretim, kapitalizmi dönüştürdüğü oranda toplumsal hareket sınıfsız toplumun doğuşunun alt aşamasından, üst aşamasına doğru ilerler ve gelişir. Aksi halde kapitalizm bu yeni doğmuş ve henüz zayıf olan üretim tarzının gelişmesini durdurur ve giderek yok edebilir. 2 — Yeni üretim tarzının doğduktan sonra, kapitalizmle eklemlenmesi sürecinde gelişmesine devam etmesi ve kapitalizme galebe çalması için bu sürecin politik olarak yönlendirilmesi ve korunması gerekmektedir. (...) (...) İşçi sınıfının yönetim ve denetim mekanizmasının örgütlenmesi bunun aldığı kurumsal biçimdir. Bu yeni üretim tarzı, kapitalizmle ekonomik olarak eklemlenmeden önce, politik olarak eklemlenir. Bu yüzden ekonomik geçiş süreci, aynı zamanda bir politik gelişme sürecine de tekabül eder.
GEÇİŞ SÜRECİ ● 93 SONUÇ Buraya kadar özetlediğimiz sonuçlar en üst soyutlama düzeyine aittir. Halbuki ele almak zorunda olduğumuz sorun «tek ülkede sosyalizm olur mu?» sorusudur. Bu ise zorunlu olarak ülke ekonomisi, toplumsal şekillenme ve dünya ekonomisi sistemi gibi çok daha somut bir düzeye inmemizi gerektirir. Şimdi ilk başlangıçta tartıştığımız, kapitalizmin gerçekte varoluş koşullarına geri dönerek işe başlayabiliriz. Önceki bölümde bu konuyla ilgili sonuçlarımızı hatırlayalım: 1 — Kapitalizm ulusal ekonomilere bölünmüş de olsa, bütünlüğü olan bir dünya ekonomisi ve sistemi ölçeğinde var olan bir üretim tarzıdır. Şimdi buna, kapitalizmin dünya çapında yeniden üretilmesinin koşullarına ilişkin olarak emperyalizmi ve devletlerarası egemenlik/bağımlılık ilişkilerini ekleyebiliriz. 2 — Kapitalizmin dünya ölçeğinde yeniden üretilmesi, bu üretim tarzının üretici güçlerinin bu ölçekte gelişmiş ve gelişmekte olmasındandır. Ama bu üretim tarzının gerçekte varoluş koşullarında, ulusal devletlere bölünmüş bir dünya pazarı, özel mülkiyet ve bununla çelişen uluslararası üretim ağı gibi etkenlerin, üretim ilişkilerinin ve üretici güçlerin gelişmesinin önünde engeller oluşturduğunu bize göstermektedir. Bu bağlamda kapitalizmin yerini alacak yeni üretim tarzı, üretim güçlerinin önündeki engelleri kaldırabilmek için bu ilişkileri de ortadan kaldırmalıdır. Kısacası, işçi sınıfının mücadelesi giderek uluslara bölünmüşlüğü, özel mülkiyetin sınırlayıcı etkilerini dünya ölçeğinde kaldırarak yeni üretim tarzına geçiş sürecini ilerletmek zorundadır. Dünya çapında gelişmiş üretici güçlerin bu özelliklerinden geri dönülmemelidir ve zaten üretici güçler tahrip edilmeden bundan geri dönülemez. Bu üretici güçlerin daha hızlı gelişmesi için, parçalanarak ulusal sınırlara geri hapsedilmesi değil, aksine ulusal sınırların kaldırılmasını gerekli kılmaktadır. Buradan hareketle görürüz ki, yeni üretim tarzı doğduğu andan itibaren kapitalizmle hem kendi ülkesinde hem de dünya ölçeğinde eklemlenir ve mücadele eder. Ülke temeli, kapitalizme karşı mücadeleyi başarı ile sürdürmek
94 ● İŞÇİLER VE TOPLUM için yeterli bir zemin değildir. Kapitalizmin gücü, onun dünya sistemi olmasından gelir ve bu güç ulusal alt sistemlere kapanmış ekonomileri ve toplumları kolayca kendi etkisi altına alabilir. (...) Ulusal temelde kapitalizmin ideolojik ve kurumsal özelliklerinin muhafaza edilebilmesi olasılığı, burada kapitalizmin zaferi için yeterli maddî zeminin var olmasının devam edeceği anlamına gelir. İşçi sınıfı ulusal sınırlara sıkışıp kaldığı oranda, devrim ile elde ettiği kazanımları giderek kayıp edebilir ve ezilen-sömürülen sınıf durumuna gelebilir. Tek ülkede sosyalizmin kurulamayacağı eleştirisine Stalinci akımın cevabı şöyle olmaktadır: «Sosyalizm kurulamayacaksa, niye devrim yapılıyor?» veya «Devrimin birdenbire bütün ülkelerde olacağı zamana kadar ulusal devrimler erteleniyor ve devrimden vazgeçiliyor.» Önce devrimleri kimsenin erteleyemeyeceği gibi Marksizmin temel gerçeklerinden birini hatırlatalım. Sonra da bu iddiaya cevap verelim. Öncelikle şunu söyleyelim ki, devrimler elbette ki tek tek ülkelerde olabilir. Hatta kapitalizmin politik-ideolojik çerçevesi önce tek tek ülkelerde (koşullar elverişli ise birden fazla ülkede aynı anda) kırılır. Bu hâlâ kaçınılmaz gözükmektedir. İşçi sınıfının bir parçasının bir tek ülkede kapitalizmin politik çerçevesini kırmaya başlaması ile, işçi sınıfı sadece o ülke düzeyinde değil, dünya ölçeğinde de kapitalizmle mücadeleye başlar ve geçiş sürecim dünya çapında düzenlemeye çalışır. Bu demektir ki, yeni üretim tarzı ilk ülke çapındaki devrimle birlikte dünya ölçeğine politik olarak çıkar ve kapitalizmle bu ölçekte eklemlenir. İşçi sınıfı üretim araçları üzerindeki kontrolünü geliştirdiği ve üretimi-ekonomiyi örgütlemeye başladığı ölçüde, bu politik eklemlenme ekonomik eklemlenme ile tamamlanır. Kapitalist üretim tarzı ile yeni üretim tarzı arasındaki eklemlenme zaten çok önceden başlamıştır. İşçi sınıfı tarih sahnesine çıkıp, sosyalizm için mücadele etmeye başladığından beri burjuva ideolojisi artık yalnız değildir. 1871 Paris Komünü, 1917 Rus Devrimi, 1919 Alman Devrimi, İtalya’daki konsey hareketleri vb. insanlık tarihinde hatırlandığı müddetçe de burjuvazi açısından bu ideolojik eklemlenmeden kurtuluş yoktur.
www.solyayin.com
tarafından hazırlanmıştır
YH , VFL O HU 7RSO XP .ú 7$3 'ú =ú 6ú
İşçi Hareketi: Bu Bir Başlangıçtır Ortalıkta Dolaşan Hayalet: Popülizm Gorbaçov Ne Vadediyor? İspanya İşçi Hareketi ve Comisiones Obreras Türkiye’de Neler Oluyor?
Sosyalist Bir İşçi Hareketi İçin İslami Hareket ve İşçi Sınıfı İşçi Sınıfı Bu Bir Saplantı mı? Referandum Kadınlar ve Özgürlük İngiliz İşçi Partisi’nin Seçim Yenigisi
YH , VFL O HU 7RSO XP
YH , VFL O HU 7RSO XP
.ú 7$3 'ú =ú 6ú
Seçim Sonuçları ve Yeni Dönem Grevler ve Sosyalistler Ekim Devrimi ve Sosyalist Demokrasi Çekoslovakya 68-69 Parti Tartışmalarında Bir Yönelim Rus Marksistleri ve Öğrenci Hareketi Demokrasi Hareketleri
1750 TL
(KDV DAHİL)
İşçi Hareketi ve Sosyalistler Stalin ve Bürokrasinin İktidarı Sohbet - Tartışma: Yıldırım Koç Tarihten Yapraklar: Tek Ülkede Sosyalizm 1936 İspanya Yenilgisi