HAZİRAN 1995
SAYI 10
ANCAK KENDiN iSTERSEN ÖZGÜR OLABiLiRSiN. VE ÖZGÜR OLMAK ZORUNDASIN. ÇÜNKÜ SEN ÖZGÜR OLMADIGIN SÜRECE BEN DE ÖZGÜR OLAMAM. B.E.T. BÜLTEN-1 dergimizle birlikte.
NEREDESİNİZ? Türkiye’nin ilk ve tek GL dergisinden 10. kez merhaba! İlk ve tek GL dergisi... 10 aydır bu etiketi taşımak belki övünülecek bir olay. Ama biz üzülüyor ve anlamaya çalışıyoruz. Neden İLK ve TEK! Hadi, neden ilk sorusuna verilebilecek cevaplar kabul edilebilir. Hadi başka yayınların olmamasını da anlayalım. Peki neden insanlar ilk ve tek GL dergisine bu kadar uzak duruyorlar? Sanki yeni sayılar çıkmasa bir kişinin çıkıpta “neler oluyor?” diyeceği yok gibi geliyor bazen bize. Zorluklarla boğuşurken böyle düşüncelere dalınca tüm umutlarımız, heyecanımız boğazımızda düğümlenen bir yumru oluyor. Derken kulağımıza gelen bir iki söz, posta kutumuzdan çıkan bir mektup “BU DERGİ ÇIKMALI” dedirtiyor bize. “Bir kişi için bile olsa BU DERGİ ÇIKMALI ve ÇIKACAK!” Evet sevgili okurlar, söyler misiniz neden bu kadar suskunsunuz? Bizler de Türkiye koşullarını biliyor ve yaşıyoruz. Bir çok okurumuzun dergiyi alıp eve götürmedeki azminin bile ne büyük bir azim olduğunu biliyoruz. Kişilerin kendi özel odasının varlığının bile bir lüks olduğu bu ülkede, bir çok okurumuz dergiyi saklayacak bir dolaba bile sahip değilken, elbette dergiyi alıp evine götürmede büyük zorluklar yaşıyor. Kendince ne badireler atlatıyor. Ankara ve İstanbul dışındaki okurlarımızın çoğu (hatta bu iki şehirdekilerden bazıları da) partner ve arkadaş sorunu yaşıyor. Bunlar küçümsenecek şeyler değil. Hayır, bize sırf bunun için yazan arkadaşları küçümsüyor değiliz, buna hakkımız da yok. Ama partner ve arkadaş sorunu çözüldüğü taktirde, bu insanlar için hayat günlük gülistanlık ise bir yerlerde yanlışlık var demektir. Kaldı ki bizler partner bulup bu insanlara tepside sunmayı düşünmedik. İnsanların tanışması, iletişim kurması, sevişmesi elbette güzel ve bizim aracılığımızla bu güzelliklerin yaşanması bizi mutlu eder. Ama bunların gerçekleşmesi zaman, güven ve karşılıklı tercih gerektirir. Bunları gözardı edip bir-iki mektup sonrası iletişimi koparmak ne derece acı. “Ailen Biliyor mu?” dedik; ses yok. “Tartışma”ya çağrı yaptık; kısıtlı sayıda görüş dışında tık yok. “Yaşamın İçinden Kartpostallar” yollanmasını bekledik; tanınırım korkusuyla insanlar suskun kaldı. Bunların dışındaki yazılar ağır, karamsar v.b. bulundu. Kulağımıza onlarca öneri, eleştiri v.s. geldi. Gelin, şu söylediklerinizi yazılı hale getirin, dedik; ben beceremem ki dendi. Neden bu sessizlik? Neden bu çekimserlik? Neden bu korku? Sizlerden beklediğimiz edebi yazılar değil. Sizlerden bilimsel görüşler, teknik yazılar da beklemiyoruz. Samimi görüşlerinizi, hayatınızın sizce etkili olaylarını bekliyoruz. KAOS GL’yi birlikte yaşatmayı bekliyoruz. Bizim onlarca sayı KAOS GL yapacak yazılarımız, materyallerimiz var. Ama sizlerden katkı olmazsa tek sesli bir yayın olmaz mı? Yazımız başında “ilk ve tek” diye belirttik ya, düşünüyoruz bazen; ikinci bir GL dergisinin çıktığını. Kesinlikle, diyoruz bir-iki ay sonra KAOS yine tek GL dergisi olur. Ve bu bizi sevindirmiyor. Çünkü bu durum kendine güvensizlik ve sorumsuzluktan dolayı gerçekleşecektir. Çünkü biz ticari bir iş yapmıyoruz. Tiraj kaygımız yok. Bu arada belirtelim ki dergimizi çoğunluğu GL olmak üzere en az 200 insan okuyor. Elbette daha fazla insana ulaşma kaygısını taşıyoruz. Niyetimiz, kendini bu dünyanın tek eşcinseli sanan insanlara “hayır, yalnız değilsin” demek. Niyetimiz kendini sarsılmaz ve tek geçerli varoluş gören heteroseksizmi sarsmak ve bir gün yerle bir etmek. Bizlere bu dünyayı yaşanmaz kılanlara dünyayı başlarına geçirmeye ne dersiniz? Çok mu saldırganca buldunuz? İyi o halde, sizin istediğiniz nedir, onu yazın! Ey GL’ler söyler misiniz; NEREDESİNİZ?
KAOS GL
KAOS GL AYLIK POLİTİK DERGİ HAZİRAN 1995 SAYI 10 İLETİŞİM İÇİN SADECE P.K. 53 CEBECİ / ANKARA YAZINIZ.
lezbiyenlere baskı mı var? diyenlere ↓ PRİDE*a neden ihtiyacımız olduğunu hatırlayın... Dünyanın her yerinde lezbiyenler baskı altında. İnsan Hakları Derneği, bildirgesine hapisteki lezbiyenleri düşünce suçlusu olarak kabul ettiklerini ekledi. Ama bir kadının cinsel yönelimi yüzünden tutuklandığını kanıtlamak her zaman o kadar kolay değil. Birçok toplumda lezbiyenlerin varlığı inkar edildiğinden dolayı, lezbiyenler genellikle başka suçlardan tutuklanıyor. Örneğin, Rus hapishaneleri adi suçlardan hüküm giymiş lezbiyenlerle dolu. Petersburg’daki lezbiyen ve gay Çaykovski Vakfının başkanı Olga Zhuk eşcinsel ilişkiye girdiği gerekçesiyle tutuklandığında, lezbiyenlerin tanınması için bir girişimde bulunulmuştu, ama dava delil yetersizliğinden düştü. Orta Doğu’da kanunlar lezbiyenleri olumsuz yönde etkiliyor. En kötü cezalandırma yöntemleri İran’da görülmekte. Lezbiyenler ve gay’ler cinsel ilişkide bulundukları insanların isimlerini vermeleri için işkence ediliyor. Bazıları ölümle cezalandırılıyor. Öldürülmek için şöyle seçenekler var: asılmak, kurşuna dizilmek, taşlanmak veya bir uçurumdan atılmak. Çoğu son seçeneği tercih ediyor. Ülkeden kaçanlar da güvende değil, yurt içi ve yurt dışındaki “sapkın”ları yoketmek isteyen aşırı dinci örgütlerin tehdidi altındalar. Bu tür cezalar uygulamayan ülkelerde de lezbiyenler korkusuzca yaşayamıyorlar. Latin Amerika’daki yarı-askeri ölüm mangaları temizlik operasyonları yapıyor. Kolombiya’da 1986 ile 1990 yılları arasında 300 eşcinsel öldürüldü. Peru’da Sendero Luminoso iki lezbiyeni kadın hareketinde uluslararası bir üne ulaşmalarından hemen önce Maria Elena Moyano’yu öldürmek suçundan ölüme mahkum etti. Maria Elena Moyano, heteroseksüel olduğu halde bağımsız kadın örgütleriyle çalışmaya cesaret etmişti.. Başka cezalandırma yöntemleri de var. 1988’de Meksika’da toplam 20 lezbiyen polis tarafından tutuklandı ve tecavüz edildi. Küba ve Mozambik önce eşcinselleri “iyileştirmeyi” denedi. Bunda başarılı olamayınca sınır dışı etmeye başladı. İskandinav ülkeleri dışında, ülkeleri dışına sürülmüş lezbiyenlere vatandaşlık hakkı veren hiçbir ülke yok, çünkü cinsel yönelim, sığınma hakkı istemek için yeterli koşul sayılmıyor. Dikkate değer bir istisna Almanya’nın 1991’de, ülkesine dönmesi halinde öldürülecek olan İranlı bir lezbiyene sığınma hakkı vermesiydi. Hollanda ve Avusturya da gaylere sığınma hakkı tanıyabiliyor ve belki de bu hakkı lezbiyenlere de tanımaya başlar. İngiltere’de eşcinsellerin sığınma hakkı yok. Londra’da yaşayan Güney Amerikalı bir lezbiyen ancak politik baskı altında olduğunu söyleyerek sığınma hakkı alabildi. Oysa cinsel yönelimi yüzünden ölümle tehdit ediliyordu. Bu şiddet tehditlerinden kaçış yok. Baskı sadece batılı olmayan ülkelerde söz konusu değil. Almanya’da ırkçı saldırılar ve özürlülere karşı şiddetin artışıyla beraber lezbiyenlere ve gay’lere karşı saldırıların da arttığı gözlemleniyor. San Fransisco’da (Amerika’nın lezbiyen ve gay “mekke”si) bile, lezbiyenlerin %40’ının fiziksel şiddet tehditi aldığı biliniyor. 1992’de Oregon’daki homofobik kanunları protesto eden bir lezbiyen öldürüldü. 1950’lerde cezalandırma yönetemi daha farklıydı: elektroşoklar, hormon aşılama gibi tedaviler, en popüler baskı şekilleriydi. Sonra Evelyn Hooker eşcinselliğin hastalık olmadığını kanıtlayınca, tıp kurumunun bu deneyleri zamanla 1950’lerdeki ilgiyi kaybetti. Bu tür “iyileştirme” yöntemlerinin gölgesi günümüzde bile hala üstümüzde dolaşıyor. Norveçli bir kadının bildirdiğine göre 1976’ya kadar Norveç’te tecavüz, lezbiyenleri “iyileştirmek” için kullanılan en geçerli yöntem olmuş. Daha kurnazca olan duygusal şiddeti de unutmamak lazım. Warren ve Trenchard’ın 1984’te yaptığı araştırma sonucu şöyle: İngiltere’de her 10 genç eşcinselden 7’si psikoloğa, ve 5’I doktora gönderilmiş. Kanuni cezalandırmadan olduğu kadar tıp kurumlarından da kurtulmak istiyoruz. Dr.Monika Reinfelder, Lip adlı lezbiyen dergiden bir makale, İngiltere, 1993 *Pride: Eşcinsellerin her yıl haziran ayında dünyanın bir çok ülkesinde varolduklarını kanıtlamak ve kendilerine yapılan baskıyı protesto etmek için düzenledikleri yürüyüş. Çeviri: Venüs’ün Kızkardeşleri
YAŞAMIN İÇİNDEN KARTPOSTALLAR... transseksüel, 24 yaşında, öğrenci Yirmidört yıllık hayatımın en önemli, öncelikli ve kilit konusu cinselliğimdi, halen de bu özelliğini koruyor. Aslında cinselliğim, hatırlayabildiğim en eski günümden beri benim için sorundu. Çevremi, dış dünyayı tanıdıkça, içsel varoluşumda da gelişme doğal olarak kendini gösterdi. Bugün bir yetişkinim, yaşantım üzerinde de tam ve ilk yetkili. Hemen her gün öyle ya da böyle üzerinde kafa yormak, irdelemek, çözümlemek zorunda kaldığım geçmişimden ve geçmişteki benden söz etmek istiyorum. Üç kardeşiz. Bir abla ve bir erkek kardeşin ortasındayım yani ortancayım. Kardeşlerim heteroseksüel, ben de bir çok konuda olduğu gibi, cinsel yönde ve yolda da onlardan farklı bir yapı içindeydim. Ailemde herkes sevgi doluydu. Hepimiz emindik bundan ama öyle pek elle tutulur, gözle görülür somut bir sevgi ifadesi kullanılmazdı. Duyarlı, hassas, sakin, yumuşak ve zeki bir çocukmuşum. Konuşmaya başladığımdan itibaren herkesi soru yağmuruna tutmaya başlamışım. Üç yaşında ablamın puantiyeli elbisesini giydiğimi, sıcak sarı askılı pantolonumu çok sevdiğimi hatırlıyorum. Aşırı duygusaldım. Hayalim ve kurgularım çok güçlü ve renkliydi. İlkokuldan beri iftihara geçen bir öğrenci oldum hep. Ama ilk tepkileri, daha doğrusu beni kısıtlayan ve sınırlandıran toplumsal davranışları bu dönemde algılamaya başladım. Çok temkinli olmayı hemen öğrendim. Bu yüzden hemen hemen üniversite yıllarına dek memleketimde kendimi açığa vermedim, aşırı bir tepki de aldığımı söyleyemem. Tüm tepkilere karşı çok esnek, hazmedici ve sabırlı olup, çocuk aklım ve kalbimle o günlerde anlamlandıramadığım saygısızlıklara, küstahlıklara ve yanlış yönlendirmelere katlandım. Kimi zaman iyiden iyiye sıkıldım, ürktüm, üzüldüm hatta bazen derinden bunaldım. Tabii ki yapılacak pek birşey yoktu. Tanıdığım ve alıştığım ailem, yakın akraba çevrem ve komşularımızın ardından başlayan ilkokul hayatım, yepyeni bir boyuta çekmişti beni. Kendime orada gerek öğrenim dalında gerekse sosyal faaliyetlerde kolayca yer edindim. Utangaç ve çekingen olmamla (oldurulmamla) beraber, yeni ufuklar keşfetmeye öyle hevesli, öyle heyecanlı ve ümitliydim ki... Ailemizin, çevremizin, okulumuzun üzerimizdeki söz hakkı, maddi ve kültürel seviyesi, değerlendiriş biçimi ve de niyeti öyle baskın ve yaptırıcı oluyor ki, bu dönemde çocuğun yapabileceği bir şey kalmıyor. Ben de kendi payıma düşen insanlar, ortamlar içinde pür dikkat her şeyi izledim, kabullenir gibi oldum. Pasif bir konumdaydım. Fakat yıllar ilerledikçe bedensel ve zihinsel gelişim devam ettikçe, her şey hem zorlaşıyor, ağırlaşıyor hem de benim lehime seçenekler ve yetkiler artıyordu. Ama rüşdün yani erginliğin müjdesini epey geç aldığımı söylemeliyim.
İlkokul döneminde gösterdiğim davranış biçimim pek problem çıkarmasa da, kaygı ve hoşnutsuzluk taşıyanlar, zamanla ortalama bir erkek çocuk haline geçeceğime dair ümitlere kapılmışlardı bile. Yaşamımda bana en yakın olan ve beni her yönden besleyen kişi sevgili annemdi. Doğduğum gün oğul sahibi olmanın sonsuz sevincine gark olan babacığım, her geçen yıl benden uzaklaşıp, yabancılaştı. Son zamanlardaki, durumumu tamamen açıklamadan yaptığım tüm olumlu yakınlaşma çabalarıma rağmen, hala soğukluğu, hoşnutsuzluğu ve kaygısı devam etmekte. Bundan sonra da sevgime ve saygıma yaraşır dost bir baba için elimden geleni yapmaya kararlıyım. Eskiden, çocuk olmanın da avantajıyla kadınların içindeydim. Erkeklerden de beni yaşıtlarımdan ayıracak derecede uzak değildim. Yine gözlem ve algı sonucu hayatı ve içindeki her şeyi kadınca kucaklamaya hayran kaldım. Bunu farkettiğim yıllarda ben ne kadındım, ne de erkektim. Saf ve duru bir benliğim vardı. Beni erkek kılan, sadece fizyobiyolojik yapımdı. Ben Ege kültürü içinde büyüdüm. O kültürün de son dalgalarını en iyi özümseyen, yaşayan ve yaşatan kişiler de ya yaşlı kadınlar ve bazı yaşlı erkekler ya da sadece genç kadınlardı. Çocukluğumun yetişkin kadınları, geçmişle gelecek arasında, donanımlı olmasa da bir köprü gibiydiler, gergin ve yüklü. Ben çocukken bile erkek grubun pek ilgilenmediği ve yadırgadığı şu konularla ilgiliydim: Dini gelenekler, dinler, yerel ve batıl inançlar, söylenceler, klasik ve halk müziği, folklorik danslar, Rumca, Rumlar’dan miras kalan evler, zeytinlikler, bağlar, su kuyuları, küpler, bakır kaplar v.s., kadının ev işi denen gün boyunca süren çilesi, hayvanlar, bahçe çiçekleri, yaşlılar ve ölüm... Biraz açacak olursam eğer, üvey babaannemin (ben nine derdim, 85 yaşındaydı) hiç çocuğu olmamış. Ama o bu yaşta ve kısırken bile, doğuran her kadınla, hayvanla, mevsimlerle beraber doğurur; doğanın doğurganlığından kendine pay çıkarır, doğurandan daha heyecanlı ve mübarek olurdu. Çok etkili(!) kocakarı ilaçları yapar, muntazaman dikiş dikerdi. Zengin köy kültürü vardı ninemin. Şimdiki köylerden ne kadar farklı?!! Son dostları olan tavukları ve kedisiyle o değil, onlar gelip ninemle adeta konuşurlardı. Yazın sıcak günlerinde yüksek tavanlı, demir kapaklı, büyük pencerelerinden bol ışık alan, kolonlu kapılı, kenetlerle tutturulmuş blok taşlı merdivenleriyle korunaklı Rum evlerinde pek mesut idim. Sessiz, temiz, bir kaç parça antika mobilyalar ve el örgüsü perdeler, kolalı bembeyaz dantellerle süslenmiş o evlerden çıkmak istemezdim. Rum evlerinin rahatlığını, sular kesildiğinde başvurduğumuz vefakar yüzlerce kuyunun suyunu, zeytini, üzümü kullanırken, Rum’u aşağılayıp dışlayanlara hatırlatmalarda bulunurdum.
Bıraktıklarından dolayı Rumlar’a derin bir sevgi ve saygı yeniden sahip olabildiğim ve yeşertebildiğim için besler, Girit’ten göç eden yaşlıların bana Rumca kendimi şanslı ve kutlu sayıyorum. öğretmeleri için, başlarının etini yerdim. Epey de Okul hayatımdaki üstün başarı, sahip olduğum Rumca öğrenmiştim ama. tek övünç kaynağımdı ama öğrenimin sonunda ne Bunlara benzer beni matrak, tuhaf ve antika olacağım daha geçen yıla kadar kesinleşememişti. gösteren sayfalar dolduracak anılarım var çocukluğuma Çünkü ne olarak, nasıl, ne şekilde, kimlerle beraber, dair. Mahallemizde hiç bir bebeğin sevilmediği kadar hangi coğrafya ve kültür alanında mutlu sevilmişim. Paylaşamazlarmış beni. yaşayabileceğime dair sağlam bir Doğduğumda 4,5 kilo ağırlığım ve de bilgim ve oturmuşluğum yoktu. ensemi örten simsiyah ipek saçlarım Nerdeyse tümüyle şans eseri varmış. Fakat yıllar geçtikçe her şey kendimi hayatın getirdiklerine Hiçbir zaman değişmeye, bozulmaya başlamıştı. bırakmıştım. çocuğun olmayacak Bugünkü cinselliğime dair Cinselliğime gelecek peygamberlik olarak gördüğüm iki olursak, buluğ çağına kadar diyenlere, ölümden anım var benim. İlkokulun sonlarına arkadaşlarımla yaşadığım her şey kurtardığım ve beni doğru bir arkadaşım grup içinde bir bir anılara karışıyordu. Spordan özellikle takım sporlarından hiç benim için “Onun yarısı erkek, yarısı bundan sonra hoşlanmaz, müzik ve resimle kız” diye ünlemişti. O güne kadar yaşatacak olan ilgilenirdim. Okul dışı oyunlarda da neysem öyle olmaktı niyetim. Ama, şarkıcı, doktor, hemşire, öğretmen, varoluşumu izleyen ve yargılayan içimdeki çocuğu anne(karı), v.b. rollerde kem bir çevrenin varlığını görme anlatmaya arkadaşlarımla oynardım. Yaşlar vakti de gelmişti; kaygılanmıştım. ilerledikçe, karakterlerin psikolojik İkinci anım ise şu: Anneannem başlıyorum. yönü derinleştiği kadar bedensel ablamla bana coşkun sevgisinin temas da artmıştı. Bütün çocuklar göstergesi olarak çiçek ismi vermişti. kendi dünyamızda çok neşeli ve Ablam sümbülteber, ben ise salliko-filiko diye bir şeydim. Bizi koklayarak öperdi. Yıllar sonra öğrendim ki şendik. Herkes rolünden memnundu. Fakat yaşlar bu çiçeğin Türkçe adı kadın-erkek çiçeği imiş. ilerleyince o düzen sarsıldı, kızlar derlenip toparlandı, Yunanca’da arseniko-thiliko yine aynı anlama çeki düzen geldi; ne de olsa genç kızlığa giriyorlardı. Hem kızın aklığı bir başka önem taşıyordu. Oğlanlar geliyormuş. İlkokul bahsini bir başka önemli olayla ise delikanlılığa paldır küldür bir geçiş yaptılar. kapatmak istiyorum: Sünnet düğünümde kafam çok Sonraki yıllar boyunca onları tanıyamadım. karışmıştı. “Erkekliğe” adım attığıma inanan onca İçlerindeki gerçeği ise son yıllarda farkettim. Ne kalabalığın gözbebeği ve törenin as kişisi olduğumda göründükleri gibiydiler ne de öyle adam olmaktan cidden bunalmıştım. Yaşamın içinden geçiyordum; memnundular. Tabii grup içindeki hallerine diyecek kaygı ve korku ile de olsa, nasıl yaşandığına pek yok: Başları dik, gözleri pek! Teen-ager yıllarım meraklıydım. Ama artık yepyeni bir dönem başlıyordu. “herkes gitti yalnız kaldım mahallede” diyerek geçti. O güne kadar kendince yaşayan ben, artık ne olduğunu Belki de bozulan, yıkılan ve kaybettiğim ilk köklü dahi bilmediğim toplumun komutasına girecektim. O dünyam, kuruluşu bize yıkılışı büyüklere ait, günler hayatımın en buhranlı ve karanlık sürecinin çocukluğumun arkadaşlık mahallesiydi. Onun başlangıcıydı. yerinde bomboş ve bombok bir yapıyı; bir zamanlar Çocukluğumda güçlü, güvenilir ve yaratıcı rengarenk komşuluk ilişkileri yerine, kavgalı ve sorunlu bulduğum kadınların tavırları değişiyordu artık. Onlar da yetişkin ilişkilerini sezinledikçe uğradığım hayal bu sürecin gereğine boyun eğerek beni dışlamaya kırıklığının acısıyla, bir gün anneme var gücümle başlamışlardı. Benimle önceden paylaştıkları haykırmıştım: “Nefret ediyorum bu insanlardan, (bastırılmış) hazlarını, (gizlice) sahip oldukları lezzetleri, yaşamak istemiyorum bu mahallede; çekip gidelim (yaşam güveni veren) anılarını ve (gelecek ümidi burdan ne olur?” Çünkü tüm zorluğa rağmen, kimsenin taşıyan) hayallerini, tensel sevgi iletilerini ve sırlarını kılı kıpırdamıyordu bir şeyleri daha güzelce, insanca artık benden esirger olmuşlardı. Belki kendilerince bana yaşamak için. Çoğu farkında bile değildi ama benim gibi yardım ettiklerine inanıyorlardı. Neden böyle diye annem de sadece uygun fırsatı kolluyormuş. Fakat soramamıştım ne yazık ki... İşte yine bir bildikleri vardır bacak kadar çocuğa ne desin? Annemi kaybettiğimi diye düşünmüştüm. Dizginler onların elindeydi hala. zannetmiştim. 10 yıl böyle hissettim. Hem de kalplere Bunun gibi, çekirdeğini kendimce oluşturduğum her gömülmüş onca karşılıklı sevgiye rağmen... konudaki görüşlerim yerlerini, toplumun dayattığı Lise yıllarında depresyon hakimdi. Bana kalıplara terk etmekteydi. Başlangıçta bunun sunulan yolların ağzında tutulmuş kalmıştım. Kabus dayatma olduğunu bilmemekle birlikte, ilk sonuçlar gibiydi hayatım. Her konuda olduğu gibi cinsellik yolu da pek fena sayılmazdı?! Fakat bir türlü arkası da kapalıydı; yönelimim kesinlikle erkeğe idi. Ben ne gelmiyordu, gelemiyordu. Çünkü ben “çekirdekleri” olarak erkeğe uzanıyordum, o erkek ne tür erkek bozulmayacakları bir yere saklamıştım. Bugün bile olacaktı bilemiyordum. Bunu deneyip tartabileceğim yerlerini unutup da hatırladığım bazı çekirdeklere uygun koşullar içinde değildim çünkü. Heteroseksüel
sosyalisazyona adapte olan kişilerin gözünde, o yaşta o konumda olmak acınacak bir haldi ama, benim açımdan her şeyin nasıl göründüğü sorusu akıllarının ucundan bile geçmiyordu. İşin kötü yanı, benim aklımın “ucundan” geçmesiydi. Heteroseksist fikirler beynimin içinde yüksek sesle çınlarken, özümün cılız sesi duygularımı, hayallerimi avutmaya çalışıp, olan bitenden mızırdanıyordu. Çünkü hergün özüm hırpalanıyor, azarlanıyor, gıkını çıkaramıyordu. İyi bir üniversiteyi kazanıp memleketimden ayrıldığımda yepyeni bir sayfa açıldı hayatımda: Serbestçe(?) her konuda olduğu gibi cinselliğim üzerinde de düşünme fırsatı ve özgürlük buldum. Gay ve lezbiyen arkadaşlarım oldu. İkinci senemin sonunda pratik gay hayatına geçtim. Hemen cennete kavuştuğum zannedilmesin çünkü özgürlüğüne kavuştuğum her konuda sorumluluk ve bilinçle hareket etmeye çalışıp ince eleyip sık dokudum. Üstelik onca gecikme ardından metropol hayat şartlarındaki bu deneyimlerden geçmek hiç de tatlı ve kolay bir iş değildi. Öyle ki öğrenimime devam edemedim. İki yıl boyunca eşcinselim diyerek, o kültür içinde bulundum. Beni hemencecik eşcinsel kılan şey, erkeğe olan ilgimle aslında bir türlü oldurulamayan erkeklik fikrimdi. Ne de olsa fizyobiyolojik yapım kusursuz bir erkekti. Bahtıma çıkan gay grubun da etkisiyle ilk etapta gay’likte karar kılmıştım. Doğal olan ilk basamak buydu. Bilinçsiz gay’ler için de problem yoktu; karşılarında duranın erkek fiziği yeterliydi, kişiliğe bakan kimdi? Bir çok büyük şehirdeki gay merkezleri dolaştım. En son Almanya’da bir süre bulundum. Tüm yaşanmışlığın ardından gay olmadığımı farkettim. Tam bana göre değildi! Denemiştim, olmamıştı. Sonra sırada denenecek ne vardı diye sorulabilir. İşte bence de bu, bir başka yanlıştı. Sunulan kimlik ve gruplara uyum sağlamanın, onları benimsemeye çalışmanın yerine, kendi özgün ve özgür yapısını oluşturmanın ve onu gün be gün yaşatıp geliştirmenin, birey için daha sağlıklı bir yol olduğu görüşüne ulaştım. Bu çabalar içinde psikiyatriye ihtiyaç duymaz oldum. Pek de faydaları dokunmuyordu zaten. Zararları ise işin cabası. Artık hayatımla ilgili yönetim hakkı ve gücü elime geçiyordu. Fakat hiç bir şey o kadar kolay düzene girmiyor, zaman hızla akıyordu. Zaman zaman pes etme duygusu dolduruyordu içimi. Bu dönemde mantıktan yoksun duyguların insanı hüsran ve ölüme götürdüğünü de çok iyi biliyordum. Mantık ve aklın acısı hayat veriyordu. 2,5 yıl önce transseksüelliğe eğildim. Gay’liğe olduğu gibi değil elbette. Özellikle Türkiye’deki transvestit ve transseksüellerin tecrübe ettiği bunalım ve yanlışlara götüren düşüncesizce işlerden kendimi sakındım. Yine bir havari gibi ortamdan ortama koştum durdum, okudum, düşündüm. Bu arada geçmişimle ilgili hesaplaşma ve düzenleme sona ermiş, barışıklık yüzünü göstermişti. En büyük güven ve desteği, hatta cesareti çocukluğumun risklerin gerektirdiği derinliklerindeki gerçeklerden buldum. Sakladığım çekirdeklerin yerini hatırlamam zor olduysa da şimdi
onları büyütmekteyim. Onlar benim her şeyim, hepsi de bir tek bana ait... Artık geçmişe bakıp geçmişte yaşamıyorum. Geçmişime sırt dayayıp geleceğe bakarak bugünümü yaşıyorum. Zorlu ve sıkıntılı olsa da, anlamlı ve şevk içinde yaşanacak bir gelecek için mücadele ediyorum. Herkes kendi payına sahip olsun, ortak paydada buluşsun diyerek önce evliliğine son veren anneme açıldım. Bu sefer iki yetişkin olarak gönül ve fikir birliğine kavuştuk, kenetlendik. Bu birliğe evli ablam da severek katılıp bizi destekledi. Ardından geçen yıl ilk ve tek tercihim olan bölümü kazanarak tekrar üniversiteye geri döndüm. Hocalarımdan ve arkadaşlarımdan güvendiklerime durumumu açtığımda beni saygıyla karşılayıp, yanımda yer aldılar. Şimdiye kadar okulda hiçbir sorunla karşılaşmadım diyebilirim. Son olarak da bir üniversite hastanesinde yaklaşık bir yıldır psikoterapi görmeye başladım. Transseksüelliğin de tanımlayamayacağı, bana özgü kadınca forma ve yaşam düzenine kavuşabilmem için birlikte çalışıyoruz. Bu yolda bana destek olan çok değerli gay, lezbiyen ve transseksüel arkadaşlarım var. Bir de iki yıldır birlikte olduğum sevgilim. Nerden nereye varıldı, burdan da nerelere gidilecek diye düşünüyorum sık sık. Hala düşünebilmek ve soru sorabilmek ne kadar güzel. Çünkü bu sorun sadece ne benim, ne transseksüellerin ve GL’lerin ne de heteroseksüel dostlarımızın sorunu. Bu, insanlığın ve toplumun sorunu. Bugüne dek hep benim işim-bizim işimiz zordu. Gelecekte de zor olabilir. Fakat bundan sonra işi zorlaşacak ve kafaları ağrıyacak olanlar, sanırım özellikle bu sorunu yaratan ve yaşatanlar olacak. Ben kimsenin işi ters gitsin, başı ağrısın istemem. Aynı duygu ve temennileri benim-bizim için taşıyanlarla (annem, ablam, arkadaşlarımla olduğu gibi) sorunların çözülemeyeceğini hiç sanmıyorum. Aslında kimseden lütuf, acıma ve hoşgörü beklemiyoruz. Bunu beklemek o insana hakarettir bence. Ancak kopukluğu ve yabancılığı ortadan kaldıracak sevgi, bilgi ve iyi niyete dayalı iletişime karşılıklı ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. İşte, yaşantımdan sunduğum geniş kartpostal böyle. Hiçbir zaman çocuğun olmayacak diyenlere, ölümden kurtardığım ve beni bundan sonra yaşatacak olan içimdeki çocuğu anlatmaya başlıyorum. Sezen Aksu’nun dediği gibi “Kalbini bir mektup gibi buruşturulup fırlatılmış; kendini kimsesiz ve erken unutulmuş hissediyorsan, içindeki çocuğa sarıl, sana İNSAN’ı anlatır.” Çünkü o, beni yarına taşıyan, her şeyi aşan kutsal varlığım. Bu nedenle ve bundan böyle yaşama dair her konuda son söz O’na yani bana aittir. Bu yazının da son sözü, kendimi yeniden keşfettiğim günlerde dile getirdiğim şu tatlı söz olsun: “Gerçekleşen her umudumu, her planımı ve yerine gelen her beklentimi yaşıyor olduğumda, aslında o an ben, anılarımı duyumsamanın hazzını yudumluyor olacağım.”
WALT WHITMAN ya da İYİ GRİ ŞAİR 19. yy’da yaşamış ve hayatı boyunca yalnızca tek kitap yazmış olan WHITMAN çağdaşları ve daha sonra gelenler tarafından eşcinsel olarak nitelenmiştir. Alışılmış, geleneksel şiir kalıp ve konularını kişiye indirgemiş ve şiirlerinde kendini tanıma macerasına da atılmış olan ilginç bir şairdir Whitman. Aslında eşcinsel olduğunu açıkça söylemese de şiirlerinde kendi cinsine olan ilgi ve beğenisini yansıtan pasajlar vardır. Kimilerince kadın ve erkek cinslerini reddedip insana insan olarak yaklaşan bir şair olduğu iddia edilse de “erkek” imajı şiirlerinde daha baskın ve ipucu pasajlar birleştiğinde de eşcinselliği oldukça muhtemel bir şairdir. Hayatı boyunca hiç evlenmemiş ve Amerika İç Savaşı zamanında cephe gerisindeki hastanelerde sağlık gönüllüsü olarak çalışmış ve iyileştirici bir vücut elektriği olduğu -ki doğa üstü bir güçtür bu- iddia edilen sır dolu bir şairdir. Tek kitabı “Leaues of Grass” yani “Çimen Yaprakları”dır ve en ünlü şiiri de “Song of Myself” yani “Kendi Şarkım”dır. Siyah ve Beyaz arası bir renk olan “Gri” bu şaire belki de doğada zıt görünen yapıların ortasında, arabulucu ve sevgi dolu bir uzlaşımı savunan bir kişiliğe sahip olmasındandır. Kadın ve Erkek, Düşman ve Dost, gece ve gündüz. Walt Whitman işte bu zıtlıkların ikisinin de değerini bilen ilginç bir şairdir. Ona göre gündüz kadar gece de önemlidir çünkü gece olmasaydı gündüzün kıymeti de olmazdı. Şiirlerinde kendisinin kim olduğunu anlamaya çalışan özgür düşünceli ve sevecen, hayatın anlamını ve insanın içgüdüsel özelliklerinin güzelliğini, doğanın saf, temiz ve baş döndürücü büyüsünü anlatan Whitman ölçü ve uyaklarını kendi nefesi olarak düşünmüş ve dünyanın, gerçek anlamda, ilk serbest kalıplı şiirlerini yazmıştır. Aslında şiirlerinde sembolik olmayıp yalın ve düz anlatımı savunan Whitman dönemin baskılarından korkmuş olsa gerek cinsel ilişki ve şehveti çağrıştıran sahnelerde sembolik kelimeler ya da kapalı çağrışımlar kullanmıştır. (Bir çok edebiyat akademisyenleri bunun aksini iddia etse de özellikle Amerikan eşcinselleri Amerika Edebiyatının “Walt Amcasına” liderleri gözüyle bakmaktadırlar. Walt Whitman ayrıca “Ölü Ozanlar Derneği” filmindeki Modern öğretmen Keating’in devamlı tekrarladığı bir şairdir. Yan tarafta şiirlerin cinsellikle ilgili kısımlarından örnekler verdiğimiz Walt Whitman yeni bir dünya görüşünü benimsemiş ve uygulamış bir şair olmasından dolayı kendisinden sonra gelen bir çok şairi etkilemiştir.
C.A.
Yirmisekiz genç adam kıyıda yüzüyor, Yirmisekiz genç adam ve hepsi de dostça, Yirmisekiz yıllık kadınsı yaşam ve tümü de yalnızlık --------Ormanın bir köşesinde giderim Ve kılık değiştirmeyip çırılçıplak kalırım Ve bana dokunması için çıldırırım. -------Kendi nefesimin dumanı Yankılar, dalgalanmalar, vızıldayan fısıltılar, aşk kökü, ipeksi iplik, çatal ve asma, ... Bir kaç küçük öpücük, bir kaç kucaklaşma ve sımsıkı bir sarılma... ---------Her cins kendisi için ve kendisinin, benim için erkek ve kadın -------Genç erkeklerin sakalları parıldadı ıslaklıktan, ve aktı saçlarından, Küçük ırmaklar saçlarının her yerinden. --------Genç erkekler yüzdüler sırtüstü, bembeyaz karınları güneşe açıldı, bilmiyorlardı kim sarıyordu onları çabucak. Çeviri: CAN ARIKAN
SAPPHO Sappho de Mytilène şiir ve müziğin muhteşem buluşması. Türkiye’de bulamayacağınız bu albümün CD prospektüsünün çevirisiyle birlikte Sappho’yu anıyoruz. ANGELİQUE IONATOS: Atina’da doğdu. Onbeş yaşında Yunanistan’dan ayrılarak önce Belçika’ya gitti. Sonra kesin bir şekilde Fransa’ya yerleşti. Uzun yıllardır, beste çalışmalarını çağdaş büyük Yunan şairlerinin eserlerinin müziklendirilmesi üzerine yoğunlaştırmıştır. Olysseus Elytis’in yapıtları üzerine yaptığı iki beste kariyerinin dönüm noktasıdır. Bunlar 1984 yılındaki Marie des Brumes ve 1987’deki Le Monogramme’dır. Her iki yapıt da Théâtre de santroville ve Théâtre de la Ville tiyatrolarının ortak yapımıydı ve Auvidis firması tarafından kaydedildi. Sappho de Mytilène albümünde de aynı yapımcılarla çalıştı. 1972 ve 1978’de Charles Cros Akademi Ödülünü; 1984’de ise Marie des Brumes adlı yapıtıyla da Audiovisuel de l’Europe Büyük Ödülünü kazandı. Plakları: Résurrection. Prix de l’Academie Charles Cros. 1972 I Palami sou. Prix de l’Academie Charles Cros. 1978 La Forêt des hommes.1981 O Héllos o héllatoras. 1983 Marie des Brumes. Grand Prix Audiovisuel de l’Europa. 1984. Théâtre de Sartrouville /Auvidis Récital. 1986. Théâtre de sartrouville /Auvidis Le Monogramme. 1988. Théâtre de sartrouville /Auvidis Archipel. 1989 NENA VENETSANOU: Çağdaş Yunan müziğinin büyük seslerinden biridir. Atina’da 1955 yılında doğan sanatçı, müzik eğitimine altı yaşındayken başladı. 1973/77 yılları arasında Besançon Üniversitesinde sanat Tarihi ve Arkeoloji okudu. Aynı zamanda Paris’te Irma Kolassi ile şan çalıştı. 1980’de Atina’da besteci olarak meslek yaşamına başlayan sanatçı daha sonra Manos Hacıdakis ve Nikos Mamangakis’le turne, kayıt ve konserlerde yorumcu olarak çalıştı. Çağdaş Yunan bestecilerinin bir çoğuyla ortak çalışma yürüten sanatçı kuşağının çok yönlü yorumcularından biridir. Önemli Plakları: Nena Venetsanou chante Paul Eluard et six chansons grecques. Musique:N.Venetsanou La Boite de Pandora. Recueil de chansons sur des poèmes de femmes grecques des années 30. Musique:N.Venetsanou. Les treize chansons populaires espagnoles de Federico Garcia Lorca. Adaptation: Nikos Mamangakis. Les Ballades de la rue Athena. Musique:Manos Hadjidakis. Odyssée. Musique de Nikos Mamangakis d’après le poème de Nikos Kazantzakis. Erotokritos. Opéra de Nikos Mamangakis d’après le poème de la Renaissance crétoise de Vincenzo Kornaros. Noces de sang de Federico Garcia Lorca. Musique de Manos Hadjidakis.
CHRİSTİAN BOİSSEL: Müzisyen, besteci ve orkestra uyarlamacısı. 1951’de Kazablanka (Fas)da doğdu. Yedi defa konservatuvar birincilik ödülü kazandı. 1980-86 yılları arasında bir Ortaçağ müziği topluluğu olan Loinhdana’yı kurdu ve yönetti. 1981’de Patrice Chéreau ile Peer Gynt adlı yapıtı ortaya çıkardı. 1982’de Avignon Festivali için F.B. Mache Temboctou adlı operayı hazırladı. 1986-1990 arasında Mikis Théodorakis ile çalıştı. 1989’da Lyon’da sergilenen Maimone ve Georges Lavaduan’ın Malcom adlı operasının orkestrasyonunu yaptı. Aynı yıl Nena Venetsanou ile tanıştı. Onun için Yunan şarkıları ve bir çağdaş müzik yapıtının orkestrasyon ve aranjmanını yaptı.
Sappho de Mytilène (Midilli’li -Lesbos- Sappho) Angélique Ionatos’un 2.500 yıl önce yazılmış mısralar üzerine yaptığı beste. O çağlardan bugüne ne kaldı ve bizi hala etkileyen nedir? Zaman kendi yapıtını oluşturdu. İşte bize ulaşan parçalar. Yaşamın bu elemesi bize evrensel ve çağdaş olanı bıraktı. Bu her zamanki sorgulamalarımızın heyecanlarımızın apaçık, kısa, yalın ve saf özü: Doğa, yaşam, aşk, yaşlılık ve ölüm. M.Ö. 6. yüzyılın mısraları üzerine Ionatos’un yaptığı müzik, bu mısraların yoldaşıdır, onlarla aynı berraklığa ve öze sahiptir.
Biri antik, diğeri çağdaş olan iki kültür arasında köprü kuran bu yeni yaratı soylu anlamıyla halk ezgilerinin kaynağına uzanır. Bu ezgileri herkes hiçbir dil engeline çarpmadan anlar ve özümser. Bu çalışma, son olarak, iki büyük sesin, Angélique Ionatos ve Nena Venetsanou’nun buluşmasıdır. Asya’nın tam karşısında büyük bir Yunan adası, 2.500 yıl Martine Spangara öncesinin Lesbos’u. Bu çağdan, bu adadan elimizde ışıltılı bir
İLK KADIN ŞAİR
Doğa kendi hısımlık bağlarını yaratır. Bunlar bazen kanla biçimlenmiş olanlardan daha güçlüdür. 2.500 yıl öncesinde, Midilli’de, uzak bir kuzenim olarak Sappho’yu görür gibiyim. Onunla aynı bahçelerde, aynı nar ağaçlarının etrafında, aynı kuyuların üzerinde oynuyoruz. Benden yaşça biraz daha büyük, koyu tenli, saçlarında çiçekler ve dokunmama asla izin vermediği şiirlerle dolu gizli bir defterle. Gerçi onunla aynı adada yaşadık. Dünyayı aynı şekilde duyumsadık. Fakat herşeyden önce, herbirimiz kendi ölçüsünce, aynı temalar üzerinde çalıştık, aynı sözcüklerle çalışmasak da: Gökyüzü ve deniz, güneş ve ay, bitkiler, kızlar, aşk. O zaman, ondan çağdaşımmış gibi söz edersem, bana kızmayın. Şiirde de, düşlerdeki gibi kimse yaşlanmaz. Odysseus Elytis Nobel Edebiyat Ödülü Yazarın Sappho-Recomposition et Restitution adlı yapıtının ön sözünden Éditions Icaros, Atina 1984
güzellik hazinesi kaldı. Bu güzellik en hayranlık uyandırıcı bir mermer ya da seramik yapıtından daha duygu yüklü: İlk bir Yunanlı ağızdan çıkmış aşk, başkaldırı, bunaltı çığlıklarıyla dolu 650 mısra ve bu ağız Sappho adında bir kadına ait. Oysa zaman kendi eserini örerken, o yalnız adıyla anılır oldu. Kimileri için büyüleyici olan zehirli gizemi ve yasak aşklar anlatan yapıtının varlığı bile görmezden gelindi. Fakat kadın ve şair olan o, nerede? O kim? Yapıtları, taşa tutulup, dağıtılıp, Mısır mezarlarının karanlığında kumlara gömüldükten sonra, o tüm şiirlerinden soyutlandı, tarihsel gerçeklikten yoksun bırakıldı. Çağdaş yazarlar onu efsaneden doğmuş hayali bir şair gibi ele aldılar. Oysa, yapıtların, sanatların, törelerin ve fikirlerin arasında 2.500 yıllık bir yolculuk, onun parlak bir üne sahip olduğunu ve ilk modern şair olduğunu gösteriyor. Onun ancak birkaç mısrasını bildiği halde Baudelaire, bunu hissetti ve Sappho’yu Kötülük Çiçekleri’nin bahçesine buyur ederken sevgiliyle şairi ayırmak istemedi. Eskilerin ona duyduğu hayranlığa rağmen, Sappho ancak günümüzde bütünüyle anlaşılabilmiştir. Sappho’yu günümüzün bilindik şair imajından ayıran sadece yapıtının parçalı ve eksik yapısı değildir. Bundan da önce, kişisel şiiri gerçek anlamda icat eden bir kadının bu şiirleri ilk biçimleriyle de son derece kısaydılar, dört ila otuz mısra arasında. Destanlara, büyük adlara ya da trajedilere alışkın bir kültürde başka hiçkimse onu bu dar yolda izleyemezdi. Antik yazının oluşturduğu bu hayranlık uyandıran evrende, Sappho tek dişi ses, ancak erkekler aracılığıyla tanıdığımız antik dünyaya düşen tek kadın bakışıdır.
Öte yandan garip bir rastlantıyla, bu kadın bir isyancı. O, hayır diyor. Kadınların aşık olma hakkını reddeden erkeklere hayır. Saygın bir üyesi olduğu aristokratik toplumu yıkan ve onu sürgüne yollayan demokrat tirana hayır. Dahası bazen tanrılara hayır. Son olarak, Sappho, töreyle dehanın karşı karşıya geldiği yargılamaların sanıklarının genellikle trajik olan tarihini ilk başlatan kişidir. Söylencede Orfe’nin parçalanışı gibi o da yapıtlarında yakıldı ve taşlandı. Fakat nasıl bir tanrı heykelini kırarak onu yok edemezseniz, bir şairin yapıtını parçalayabilseniz bile onun sesini susturamazsınız. Edith Mora “Sappho-Histoire d’un Poete” Flammarion, 1966
Çeviriler İlker KARESİ tarafından yapılmıştır.
*∇*∇*∇*∇*∇*∇*∇*∇*∇*∇*∇*∇*∇*∇*∇*∇*∇*∇*∇*∇*∇*∇*∇*∇*∇
KAOS GL İNGİLTERE’DE! KAOS GL LONDRA ÖZEL SAYISI ÇIKTI. MAYIS-HAZİRAN 1995
TARTIŞMA “Önce, herkes bir serseme dönmeli, temelinden sarsılmalı ortalık.” NEDEN BAKIŞIK? Kafalarımız düşünceler yön değiştirebilsinler diye yuvarlaktır. PICABIA Bakışık kelimesini daha önceleri de okumuş ve duynuştum ama üzerinde durmamıştım. Birinin bu sözcük üzerinde durup düşünüp bizleri ifade etmek için kullanması ve bizlere de önermesi dikkatimi çekmişti. Tıpkı sizler gibi aklıma neden diye başlayan bir yığın soru gelmişti. Tahmin edersiniz, “neden”le başlayan sorular genelde bir olup-biten karşısında şaşkınlığa düşmekten doğar. Her şey bekleyişimize uygun gitseydi şaşırmayacak, dolayısıyla “neden?” sorusunu sormayacaktık. Kendimce düşünerek bulduğum cevaplar şaşkınlığımı giderdi. Zaten Başak Upar derginin 3. sayısında kısa da olsa bu konuyu (ya da mesele mi diyordunuz?) açıklamıştı. Tabi mektubunun yalnızca bir bölümünü okuduğum için “kısa da olsa açıklamıştı” diyorum. Mektubu boyunca ya da mektupları boyunca da kapsamlı ve uygun bir şekilde açıklamış olabilir, bilemem. O kısa açıklama da düşüncelerime yeterince yön vermişti sonuçta. Ama yanlış anlaşılmasın “neden” diye düşünerek bulduklarım doğrudur, sizlerin düşünceleri yanlıştır demiyorum. Ben başka türlü düşünüyorum yalnızca hepsi bu. Ama yanılıyor da olabilirim. Yanıldığım da çok olmuştur. Eğer yanılıyorsam doğrusunu öğrenmek isterim. Dediğim gibi “neden” sorusunu adım adım ilerledikçe farklı noktalara geldim. Aklıma gelen bir kaç soru-cevabı yazayım; -NEDEN bakışık kelimesini hiç düşünmeden papağan gibi ezberleyip kullanmıyorum veya kafa yormadan reddetmiyorum? -Çünkü ben ne bir papağanım ne de düşünmeden öğrenmek isteyen ya da reddeden bir insan. -NEDEN bakışık kelimesini kullanıyorum zaman zaman? -Çünkü bakışık kelimesi bizler için uydurulmuş diğer kavramlar gibi yeri geldiğinde küfür amacıyla söylenmeyecek kadar yeni ve heteroseksist eli değmemiş... -NEDEN bakışığı kullanıyorum? -Çünkü henüz kirletilmedi, eskimedi, bir çok anlam yüklenmedi, çelişkiler yaratmıyor beynimde. -NEDEN diğer kelimeleri kullanmıyorum ya da tercih etmiyorum? -Belki de bir çok anlama geldiklerinden, temizlenmeyecek kadar kirlendiklerini düşündüğümden, belki de onları tertemiz birer sıfat ve isim olarak alıp, onurla, gururla kullanmada zorlandığımdan. -NEDEN bakışık kelimesini kullanmayı düşünüyorum? -Anlamını daha iyi kavramak için araştırma yaptığımda bulduklarımdan utanç ve sıkıntı duymadığımdan. Çelişki içinde kalmadığımdan. -NEDEN bakışık kelimesi yine de beni düşündürüyor? -Bakışık kelimesini öneren arkadaşı hangi sebeplerin yeni bir kelime aramaya ittiğini tahmin edebildiğimden ve daha çok da “bakışık” kelimesinin bile insanları “ben sen o, biz siz onlar” diye ayırdığını ve duvarları biraz daha kalınlaştırdığını düşünüp tüm bunlardan bıkıp usandığımdan belki... -Bu kelimeleri kullanmaktan hoşnut muyum? -Hayır değilim! Ben insan denildiğinde hepimizi ayrıntılarıyla, farklılıklarıyla kapsadığı gibi anlatsın da isterdim. Olamaz mı yani? “İnsan” dediğimizde “gay’i, lezbiyeni, bakışığı, transseksüeli...” anlatamayacak mıyız? Anlattığımızda anlamayacaklar mı? Komik... oysa meyve dediğimde elmayı, armutu, şeftaliyi çok iyi anlayabiliyorlar. Görüyorsunuuuz, ne çok neden var sorabileceğimiz. “Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde lezbiyen sözcüğünü karşılayan “sevici” gibi bir sözcük var” diyorsunuz. ÜLKÜ YALIM-ÖZCAN YALIM’ın tüm sözlükleri tarayarak (T.D.K.S. dahil) -ve daha çok kavram ilişkileri ve anımsatma olarak- hazırladıkları “TÜRKÇE’DE EŞ VE KARŞIT ANLAMLILAR SÖZLÜĞÜ”ne göz attığımda (sf.99) homoseksüel kelimesi için kaç çeşit eş ve karşıt anlamlı sözcük bulduklarını gördüm: HOMOSEKSÜELLİK: -eşcinsellik -ibne -kulampara -luti -meb’un -oğlan -oğlancı -mahbupperest -puşt -sevici zürefa -cinsel sapık -cinsi sapık -o biçim -ablacı -ametçi -anasının rahminde babasına götünü dönmüş -as solist babuk -beşlik -beş yıldız -Bursalı -çocukçu -düğme -dümbelek -ellisekiz -esnaf -folluk -götlek -götoş -götveren hafız -halka -ibnetor -inek -kayarto -kayartonun son turfandası -keçi -kekez -keriz -keskin -kıçının kılları enginar çiçeği gibi ağarmış -kova -kovan -kuzu -lağımcı -lubun -lubunya -nakko -solucan -sapçı -şişeci -tayıncı -tekerlek tünek -üçkuyucu -verek -yatık -yavşak -bkz. ALÇAK (sf. 22)
Bu kelimelerden hangisini tertemiz sıfat olarak üzerimize alıp, gurur ve onur duyabiliriz sizce? Ya da tüm bunlarla uğraşacağımıza yeni bir kelimeye neden evet demeyelim? (tabi kendimizi ifade etmek için illede “insan” dışında başka bir kelimeye gereksinim duyuyorsak) Böyle bir gereksinim duyuyorsanız “bakışık”ı kullanmak rahat olma açısından daha iyi. En azından sözlüklere, kitaplara baktığımızda yüzümüzü buruşturmak yerine içimiz açılır. Bakışık= bakışım =simetri “Simetrik estetiğin kriterlerinden biridir” demişsiniz. Estetikse hassasiyet anlamına gelen Yunanca’da “aisthesis” kelimesinden geliyor ve harfi harfine tercümesi “his ilmi”dir. Günümüzde daha çok “güzel”den bahseden ilme deniliyor... Neden estetiğe önem veriyoruz? Çünkü insanlık dünyada yalnız “doğruyu” ve “iyiyi” değil, “güzel”i de arıyor da ondan. Estetik de bir ilim olarak henüz felsefeye muhtaç. (ESTETİK -Suut Kemal Yetkin 1938 İst. Dev.Basımevi) Felsefe ise düşündürüyor. Ama Başak Upar’ın filozofluk tasladığını düşünmeyin. Hatta, bize daha çok “karşı” olan tüm sözcükleri “bakışık” ile kurmaya çalışan arkadaşımıza destek vermeliyiz. tabi zorunlu değilsiniz. O, bu kelimeyi önerdiğinde daha çok düşünülür, düşündükçe düşünceler bölünür ve her bölünen düşüncenin içinden bir şeyler çıkarılabilir diye düşündü sanıyorum, ne dersiniz? Konumuz estetikten açıldıkta yazma gereği duyuyorum. “DİYALEKTİĞİMİZ VE ESTETİĞİMİZ-S.Ahmed Arvasi / Burak Yayınevi” kitabının bir bölümünde şöyle diyor: “... H.E. Garett’e göre “ikili mukayese metodunda” insanlara iki resim verilir, yahut iki şiir dinlettirilir ve sonra “hangisi daha güzel?” ya da “hangisi daha çirkin?” diye sorulur ve binlerce kişinin tercihleri “istatistik metoda” göre değerlendirilir. Oysa herkes bilmektedir ki “istatistiğin tesbit ettiği güzel” ortalama insanın bu konuda idrakini ortaya koymaktadır. Ortalama insan dehaya yabancıdır, hatta o dehayı yadırgar, belki de süslü püslü bir binayı, belki de Selimiye Camii’ne tercih edebilir, bir sokak adamının kahvehane duvarına yaptığı gözalıcı resimleri, Albrecht Dürer’in veya Rembrandt’ın eserlerinden daha çok beğenebilir. Yine ortalama bir insan minibüslerde çalınıp duran “arabesk şarkıları”, İtrı’nin, Dede Efendi’nin, Hacı Arif Bey’in bestelerine tercih edebilir. Bizler bütün insanlarda “estetik heyecan” bulunduğunu elbette kabul etmekteyiz. Fakat yine görmekteyiz ki, insanın “güzellik” duygusu yaşına, kültürüne, sosyal ve ekonomik çevresine, aldığı eğitime, sahip olduğu dini ve felsefi inançlara göre esaslı bir biçimde değişebilmektedir. (İsterseniz bu konuda da biraz düşünelim). Ben yine kelime ve kavramlara dönmek istiyorum. Aslında demeye çalıştığım şu; eğer hepimiz yalnızca insan diye adlandırılsaydık kendimizi ifade etmek için başka sözcüklere gerek duymazdık. Oysa şimdi... Tüm bu kavramlar heteroseksüeli heteroseksüel olmayandan, homoseksüeli homoseksüel olmayandan ayırmaktan başka neye yarıyor? Hangi kimlik insanı diğer insandan üstün tutuyor? Ya da tutmuyor? Kimlik neye yarar, neyi değiştirir? Kimlikler olmalı mı(ydı)? Bilemiyorum belki de bu sözcükleri, kelimeleri, kavramları kullanmak, bir takım kimlikleri benimsemek de yaşanması gerekli süreçlerdir. Unutmayın ki tüm sözcükler sizlerin bir ölçüde benimsemesiyle ortaya çıkabilir ancak. Burada bile birliktelik gerekiyor aslında. Önemli olan bunların tek tek kişilere ne anlattığı değil, önemli olan hepimize neyi algılatıp anlattığıdır. Yoksa sözcükleri kendimize göre (bana göre, sana göre, ona göre diye) algılarsak ileriye gidemeyiz. Hiç bir şeyi de kavrayamayız. Ortak noktamızın, kelimelerin ve kavramların göreceliği olmamasını diliyorum. Bizlerin hiç bir kavrama takılı kalmadan düşünebilmesi gerekiyor. Gerekmiyor aslında, ben böyle olmasını arzu ederdim. Her şekilde yenilenmek ve yeniliklere açık olmak yarar getirirdi zarardan çok. İnsanın kendini yenilemesinin de dört boyutu vardır. 1.Bedensel 2.Zihinsel ve kişinin bu dört boyutta dengeli olarak gelişmesi yararına Başak Upar’ın 2. ve 4. 3.Sosyal boyutta yenilendiğini seziyorum. (“bakışık”ı tercih ederek). Hem bakışığı erkeklerimiz de 4.Manevi kullanabilirler. Neden sorusunu sormanız gerçekten övgüye değer. Arasıra düşler de kurup “NEDEN OLMASIN?” da diyebilmeniz ve yenilenmeniz dileğiyle hepiniz hoşçakalın.
DERYA KURAT
KAOS GL AYLIK POLİTİK DERGİ Türkiye’nin ilk ve tek GL Dergisi Her ayın 20’sinde çıkar. Özel bir anlamı yok. Öyle başladı, öyle devam ediyor.
M E K T U P -lar- D A N İnsanca ve özgürce yaşamak için, heteroseksist toplumun kendi değerlerimize saygı göstermesini istiyorsak önce birlik olmalıyız. Ben, kendimce birlik içinde olmayı, sevgi, saygı ve birbirine benzer yaşantıların tek bir vücut işlevini sürdürmesi diye tanımlamak istiyorum. Aramızda saygı eksikliği var. Gay arkadaşlar birbirine destek olacağı yerde, heteroseksist inanca bilerek ya da bilmeyerek yardım ediyor konumuna düşmüşlerdir. Haklarımızı savunmak, insanca yaşamak istiyorsak, önce birbirimize karşı saygı duyup bütünleşmeliyiz. Bir barda, bir parkta ya da bunlara benzer herhangi bir yerde, gay arkadaşlarımızı çekiştirerek, kendi içimizde dışlayarak hareket edersek, çözülmeyi kendi içimizde yaşar, heteroseksist inanca hizmet etmiş oluruz. Ama ne yazık ki bunu yapmaktan vazgeçmeyen arkadaşlarımız var. Aşağılamayı önce kendi aramızda birbirimize karşı yapıyoruz. Kim kiminle çıkıyor? Kim kimi götürüyor? Kim kimi düzüyor? Kiminki büyük? Kim yatakta daha iyi gibi olur olmaz yerlerde konuşan-artık bu bir merak mı yoksa başka bir şey mi içte yaşanan bilmiyorum- yüze gülüp arkadan çekiştiren arkadaşlara sesleniyorum. “İlişkilerimiz ayağa düşmemeli. Sen ben ikilemini bırak. Biz varız. Mücadele edip daha huzurlu daha onurlu yaşamak istiyorsan, sosyal haklarına sahip çıkmak, bizden sonra gelecek olanlara daha huzurlu ve özgür bir ortam bırakmak istiyorsan, eminim yaşadığın sıkıntı ve baskılardan bunalarak, kendini dışa böyle vurduğunu yüreğinde hissederek bunu değiştirmek istiyorsan, hemcinslerine sevgi ve saygı ile yaklaşmayı dene. Heteroseksistlerin döndürdüğü çarkın dişlileri arasında ezilme. Senden daha zayıf bir hemcinsinle karşılaştığında yol gösterici ol. Ona elini uzat. Öğren ve öğret bir bütün olmayı.” Karşılaşabildiğimiz, beraber oturup yaşayışlarımızın o anını paylaşabildiğimiz sayısı yok denecek kadar az olan yerlerde dedikodu ve kirden uzak yaşamak çok mu zor? Olayın önemini bir kaç örnekle açıklamak istiyorum. Amacım şahsi olarak hiç kimseyi incitmek değil. Üzerine alınan arkadaşları düşünmeye davet ediyorum. * -Şu çocuğu birkaç gündür burada görüyorum. Tanıyor musun? -Evet! Ortalık malı! (Soruya ve cevaba bakın.) * -Ha onu mu diyorsun. Hiç boş kalmaz. Nasıl beceriyor bilmiyorum. Her gelişinde mutlaka birini götürür! (Bu arkadaşın dedikodu muhabirlerinden ne farkı var acaba?) * -Çok hoş çocuk. -Geçen gece onu götürdüm. (Maganda gay kavramını yakında bu tip arkadaşlar vasıtasıyla duymaya başlayacağız galiba.) * -Yeni sevgilisini getirmiş. -Boy gösterisi yapıyor. (İlkel dürtülerden biri sanırım çekiştirmek.) İki insanı düşünün. Her ikisi de birbirini tanımıyor. Birbirleriyle selamlaşmaları bile yok. Fakat bu iki insan çevrelerindeki insanların hayal güçlerinin ürünü olaylarla ve sözlerle yüzyüze kalarak birbirlerine nefret duygusu geliştiriyorlar. Sözgelimi bu iki birbirini tanımayan insan bir masada ortak dostları vasıtasıyla karşılaştıklarında birbirlerine karşı alaycı ve iğneleyici laflarda bulunuyorlar. Bütünlüğün, birliğin parçaları bu zıtlaşmalarla yerle bir oluyor. Tartıştığım bir arkadaş oyunu kurallarına göre oynamamı söylüyor. Okey 13 taşla oynanır, 14. taşa yer yoktur diyor. Nedense benzetmeyi kavrayamıyor, kendimi ve düşüncelerimi taşlaştıramıyorum. Her gece biri olmalı, acı çekmek istemiyorum diyor. Acı çektiği gözlerinden, hatta ellerinin titrek devinimlerinden bile anlaşılıyor. Onu böyle düşünmeye kim ya da ne itiyor? Bir aşk başlar, sürer ve biter. Acı çekersin ya da çekmezsin. Yeni bir aşk için kendine şans tanımak yerine her gece gönlünü bezginlikle neden hovarda edesin? Aşıksın, seviyordun, sevildin ve bitti.Karşındakine öfke ve kin duydun diyelim. Ama neden yeniden başlayacak gücü kendinde bulamıyorsun? Zaten yeterince baskı varken üzerinde, bedensel hazları her gece, kim olduğunu farketmeksizin yaşayarak, heteroseksistlere bunlar böyledir, yüz karaları deme fırsatını veriyorsun. Tamam herkes özel yaşamında özgürdür. Fakat hareketlerinin sonucunda küçümsenemeyecek bir azınlığı da yargılatıyorsun. Neden uzun, sevgi ve saygı dolu ilişkilerimiz olacağına insanlar inanmak istemiyor? Neden sınıflandırma ve bizlere ad bulma yarışına giriyorlar? Bu yazıyı okuyanlar arasında elbette kızanlar, karşıt görüşlere sahip olanlar çıkacaktır. Arkadaşlar, oturup düşünelim ve medeni sınırlar içinde tartışalım. El ele olmanın zamanı gelmedi mi sizce? Oyunun kurallarını bir iki kişi koyuyorsa, azınlık da olsa biz bir topluluk, hatta bir aile isek buna nasıl izin veririz? Herşeyden önce biz okey taşları değil, İNSANIZ. Sizleri seviyorum.
PHILADELPHIA
Elime Kaos GL geçince dünyanın en mutlu insanı oldum. Çünkü yapayalnızdım. Eşcinselliğimi hiç tanımıyordum. Saçmasapan ilişkiler kurdum. Sinemada, parkta ya da başka açık mekanlarda erkeklerle (biseksüel olduğunu kabul etmeyen!) tanışıp, inanılmaz kötü yerlerde birlikte oldum. Cinsel yaşam tarzımdan nefret ediyorum. Çünkü sevmeye ve sevilmeye ihtiyacım var. Aşık olmak istiyorum. Tanrıdan tek dileğim bu! İnsan aşık olunca nasıl dünyayı görmez, nasıl içini yaşam sevinci kaplarsa ben de bunu yaşamak istiyorum. Birisi eşcinsel ya da ibne diye bana bağırdığında boynum bükülmemeli, karşısında durmalıyım! Kendim gibi arkadaşlar bulamıyorum. Çünkü kendimi saklamaya çalışıyorum. Etrafımda hep heteroseksüeller var. Ailemden ayrıyım, okuyorum. Ev arkadaşlarım benden habersizler. Derginin bir sayısını okudum. Benim sınırlarımı genişletecek biçimdeydi. Yalnız eşcinselliği bir ideolojinin duvarlarına hapsetmemeliyiz. Ya da kapitalizmi ve onun değişmiş biçimini yaşıyan Avrupa’da eşcinsellerin durumlarını sadece sisteme yüklememeliyiz. Çin’de, Küba’da ve eski S.S.C.B.’de ise ne yazık ki eşcinseller çok kötü bir deneyim yaşadılar. Eşcinsellik demek, insan hakları demek. Kadınlarla bir aradayız. Eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplum için çabalamak hepimizin görevi ama ben kendimizi ideolojilerin içine hapsetmeyi doğru bulmuyorum. Onlar insan ufkunu geriletiyorlar. Hiçbiri yazıldığı gibi uygulanmıyor! Kendimi çok iyi anlatamadım bu yazıda. Çünkü hala böyle bir dergiyi okumanın sevinci içindeyim. Kendime daha fazla güveniyorum. Kendime daha fazla ulaştım. Dileğim, Türkiye’de eşcinseller kendilerini daha rahat tanımlama imkanı bulabilirler. Hepinize sevgiler.
Bir üniversiteli erkek eşcinsel, 22, Ankara Sevgili arkadaşlar; Sizlere en içten sevgilerimi sunuyor, ortak mücadelemizde başarılar diliyorum. KAOS GL’yi incelediğimde çizginizde pek farklılık görmüyor, oluşacak yeni görüşlerin ise, bizleri daha sıkı dayanışma ve zengin bir kültüre ulaştıracağını umuyorum. Değişen değerler, sosyolojik yapıda farklılaşan düşüncelerle birlikte, subjektif bakış açıları, bireyleri dar kalıplarda tutarak, hoşgörüsüz bir ortama itmektedir. Her alanda olduğu gibi, düşünsel alandaki baskıcı kurallar, bireysellikten sıyrılıp, kitlelere ulaşmanın ne kadar gerekli olduğunu ortaya koydu. Siz buna ister hukuksal kurallar, isterse geleneksel yargılar deyiniz; her baskıcı tutum, davranış ve kaideler insancıl yaşayışları bunalıma sevkedeceklerdir. Kabuğunu kırıp, dış dünyaya olduğu gibi açılmak isteyen her düşünce, mahkum olmak zorunda değildir. Yaşam tarzlarını seçmiş-özel, genel-birey kitlelerin, bakış açılarını, siyasetlerini, tercih ya da yönlemlerini belirlemiş bireylerin -diğer düşüncelerle uyuşmasa da- yok sayılmaları, haksızlıklara maruz bırakılmaları, çifte standart, saygısızlık değil de nedir? Bizler cinsel kimliklerini belirlemiş bireyler olarak hayata gay kültürü çerçevesinden bakıyoruz. Yeni yeni yapılanmaya çalışan bu kültür elbetteki kendini tanıtmak zorundadır. Fakat yadsınamaz bir gerçek varki OBJEKTİF CİNSEL EĞİTİM eksikliği, toplumun bizlere olan yargılarının sağlıklı olmamasına yol açmakta. Bu yüzden biz B.E.T. üyesi gay’ler olarak, oldukça geniş alanlara yayılmış taraflı, önyargılı düşüncelerin bilinçlendirilmesi çabası içinde olacağız. OBJEKTİF CİNSEL EĞİTİM’in verilmesi gerekirliğine inanıyor-çabalıyoruz. Sağlıklı düşüncelerin, hoşgörülü bireylerin oluşumu için bu bir zorunluluktur. Hangi görüş olursa olsun -sağ, sol, laik, antilaik, heteroseksist, G, L + ...- tüm görüşlerin bildiği gerçek, cinsel eğitimin verilmediği ülkemizde, toplumsal yapıda, dolayısıyla aile ve kişinin özel dünyasında açtığı yaralar gün geçtikçe artmaktadır. Bireyin özel kimlik ve tercihleri, hayatında ne kadar önemli yer tuttuğu düşünülürse, hiç kimsenin onu zedelemeye, bunalımlara itmeye, incitmeye hakkı yoktur. Çok söz söylemeye gerek yok, cinsel eğitim verilmedikçe, cinsel tercihlerini belirlemiş biz GL’lerin her kesimden hoşgörülü yaklaşımlar beklemesi belki de hayalcilik olacaktır. Altını çizerek yeniden belirtelim, OBJEKTİF, BİLİMSELLİKLE YOĞRULMUŞ CİNSEL EĞİTİM şarttır. Toplumsal dayatmalar, siyasal yasaklar, özgür kimliklere pranga vurabilir mi? Bizler kendimizle ve toplumla barışık GL’ler bireylerin her türlü cinsel konu ve problemlerinde de yakınlarında olacağız. Daha hoşgörülü, kişinin özel hayatına saygılı, cinsel bakış açıları gelişinceye dek mücadelemizde kararlıyız. İyi dileklerimle, KAOS GL dostlarına sevgiler.
Ü.Z., B.E.T. üyesi
Ailen Biliyor mu? Bir Lezbiyen (Bursa) yanıtlıyor. Siz ne yanıtlayacaksınız? Kendi gerçeğim konusunda ailem beni asla anlamayacak. Onlardan ayrıldığım takdirde bana asla konuşmayacaklarını ama bildiğim gibi, istediğim gibi yaşamakta ısrar ettiğim sürece benimle asla iletişim kurmayacaklarını ve o andan itibaren kendimi her anlamda ailesiz bir birey olarak görmem gerektiğini söylediler. Benim kendimi kandırdığımı, aslında çok normal! olduğumu, yalnızca psikolojik tedaviye ihtiyacım olduğunu da eklediler. İlk tepkileri bu değil tabii. Bu son halleri. Ben mi n’aptım? Şimdilik geri çekildim. Ailem tüm heteroseksüel arkadaşlarımı (erkek-kız) tanır. Tanır derken bir-iki defa görmüş ve konuşmuşlardır. Ben de onların iyi taraflarını ortaya koyarım. Özellikle son dönem annem bana inanmış gibi. Onlara “ÖSS stresinden bunaldığımı, aslında erkeklerden hoşlandığımı, hatta ...... isimli arkadaşın arkadaşlık teklifini kabul ettiğimi söyledim. (Etmedim!) Şimdi ...... sürekli telefonla arıyor. Niye mi arıyor? İki yıldır beni seviyor ve bir gün arkadaşlık teklifini kabul edeceğimi düşünüyor. Annem önceleri onun aramasına da
sorumuzu zaman
kızardı. Şimdi bu olaylardan ötürü serbest bırakıyor. Hatta ciddiysek akşam üstleri bile çıkabileceğim. Ben, şu son zamanlarda kendimi ikiye, hatta üçe dörde bölünmüş gibi hissediyorum. Hatta hiçbir şey düşünmek, yapmak bile istemiyorum. Neyi isteyip neyi istemediğimi de bilmiyorum... “Ailen Biliyor mu?” sorusuna uygun bir cevap yaşadıklarım. Ailemle aram iyileşti. Ama iki ruhlu insanlar gibi davranmak zorunda bıraktılar beni ve bana ruhsal yönden ne kadar zarar verdiklerinin farkında bile değiller, ne hazin! Psikoloğa gittiğimde... tanrım sanki hastaymışım gibi! Eşcinsellik bir hastalıkmış, ama ben hasta değilmişim. Daha çok ummaymışım. Bir şey anladınız mı? Yani eşcinsellik konusunda konuşa konuşa, yazışa yazışa kendimin böyle olduğunu düşünüyormuşum. Aslında akıllıymışım ama kendimi harcıyor ve harcatıyormuşum. Oysa pırlanta gibi bir insanmışım. Eğer anarşistlerle yazışsaymışım kendimin anarşist olduğunu sanırmışım, ya da fahişelerle iletişim kursaymışım kendimin fahişe olduğunu düşünürmüşüm. Ee deliyiz ya! Akıllı onlar! Herşeyi bilen onlar. O kadar yaş yaşamışlar, saç ağartmışlar, ben dünkü çocukmuşum. Ben asla pes etmeyeceğim. Çünkü haklı olan benim. Ben sadece dürüst davrandım. Tolerans gösterebileceklerini düşündüm. Yanılmışım ama yine de her şey yolunda sayılır. Bundan sonra onlara bu konuda onlar isteseler de hiçbir şey söylemeyeceğim... Ne dediniz? Haklısınız, daha kötüsü mutlaka başka birinin başına gelmiştir (umarım gelmemiştir!). Ben bir ibne olmadığımdan işim daha kolay olabilir mi? Hiç sanmıyorum erkek de olsaydım tepkileri yine aynı olurdu. Ben onlara zamanında tüm bunları defalarca ayrıntılarıyla anlatmama rağmen onlar için hala erkek olsun kız olsun kendi cinsiyle ilgilenen kişi “ibne”dir. Hatta bir kız bir erkekle ters ilişkiye girerse o kız bile “ibne” oluyormuş. Yaa! Neler varmış bilemediğimiz. Haklısınız dünyada ciddi bir heteroseksist terör var. Nasıl başa çıkacağız bilemiyorum. Ömrümüz vefa edecek mi mutlu, özgür günlere ulaşmaya, yoksa örneğin herşey 60-70 yıl sonra mı iyi olacak bizler için? Olsun bizlerden birilerinin çektikleri azaplar sona ersin de, mezarda kemiklerim harmandalı oynarlar valla! Belki 60-70 yıl sonra hala hayatta da olabiliriz. Sizi bilmem ama GL’lerin mutluluğunu görünce dardanel Ton’daki nine gibi dans edeceğim, o kesin. (Ben de oyuna taktım!)
EDİRNE’den ARDAHAN’a ADIM ADIM Eskişehirli Eşcinselleri Selamlıyoruz. Eskişehirli Gay ve Lezbiyenler B.E.T.’i (Bilinçli Eşcinseller Topluluğu) oluşturdular. B.E.T. bir bültenle kendini duyurdu. (M.P.K. 194 ESKİŞEHİR’den ulaşılabilir.)
KIZILAY’DAKi PARKTA NELER OLUYOR? Yaz mevsiminin gelmesi ile birlikte hepimiz kendimizi kapalı mekanlardan (bar, sinema v.s...) dışarı attık. Ve parklar bizlerle yine cıvıl cıvıl oldu. Ancak, bu güzel park (özellikle Kızılay’daki) görüntüleri son bir kaç haftadır tam bir gerilim-korku türü film gösterisine dönüştü. Özellikle buraya dadanan paparonlar, eşcinsel olarak bizlere nefes aldırmıyorlar: sürekli kimlik kontrolü yapıp, “şüpheli(!)” gördüklerini gözaltına alıyorlar. Kimi dayak yedikten, kimi cinsel tacize ve hakarete uğradıktan ve kimi de fişlendikten sonra serbest bırakılıyor. Tam bir baskı ve şiddet politikası uygulanıyor bizlere. Oysa ki: -HİÇBİR İNSANA, “GECEYARISI PARKTA NE OTURUYORSUN, EVİN YOK MU? YOKSA İBNE MİSİN?” DİYE SORMAYA KİMSENİN HAKKI YOKTUR! ÇÜNKÜ: Canınız sıkılmış olabilir, arkadaşınızla/ailenizle kavga etmiş olabilir veya yalnız kalmak istemiş olabilirsiniz. Parklar oturmak ve dolaşmak için yapılmıştır. Ve hiçbir parkın girişinde “burada şu saatlerde oturulur ve gezilir” diye bir levha bulunmaz! -Hİ KİMSE SİZİ, EŞCİNSEL OLDUĞUNUZ İÇİN PARKTAN (BARDAN ,........v.s.) ATAMAZ! YA DA GÖZALTINA ALAMAZ” ÇÜNKÜ: Umuma açık park, bar, sinema v.s. yerlerde ilişkiye girdiğiniz anda yakalanma(!)dığınız takdirde, eşcinselliğin suç sayılmasına ilişkin yasa yoktur bu ülkede! UNUTMAYIN! TÜM BU BASKI VE ŞİDDETİ YOKEDEBİLMEK VE PARKLARDA DAHA ÖZGÜRCE DOLAŞABİLMEK İÇİN: Size uygulanacak tehdit, dayak, hele hele cinsel tacize/tecavüze ASLA BOYUN EĞMEYIN! BUGÜN SESİNİZİ ÇIKARMAZSANIZ YARIN YİNE AYNI UYGULAMALARA MARUZ KALIRSINIZ. 8. sayıdaki “Eşcinsellere Yönelik Şiddete Karşı Ne Yapmalı?” başlıklı yazıyı bir kez daha baştan sona dikkatlice okuyun ve kendinize güvenin! KENDİNİ SEV, KENDİNE GÜVEN! TEK BAŞINA KARŞI DURAMIYORSAN, KENDİN GİBİLERİ ARA, BUL! ARTIK KARŞI DUR VE SESİNİ YÜKSELT!
amblem yaratma sürecinde farkına vardığımız gerçekler Amblem yaratma sürecinde göz önünde tutulmasını istediğiniz en önemli iki kriteri, “üçgen ve Kaos GL yazısının yer alması” şeklinde sıralıyorsunuz. Daha sonra, 6. sayfada (Kaos GL sayı 7) Pembe Üçgen’in Nazi toplama kamplarındaki eşcinseller tarafından kullanıldığını belirtip, anlamını açıklıyorsunuz. Kanımca, burada bir eksiklik, bir yanlışlık yapılıyor. Çünkü birincisi, Pembe Üçgen, Musevi Yıldızı ve diğer tutsakların ait oldukları grupları simgeleyen işaretler, tutsaklar tarafından gönüllü seçilmiş olmayıp Nazi’lerin onlara yakıştırdıkları ve insanlara zorla taşıttırdıkları birer simgedir. Bu işaretlerin, Nazi’lerin “en aşağı ve değersiz buldukları insanların” bir bakışta ayırtedilebilmelerini sağlamak gibi bir görevleri vardı. Holocaust’tan sonra bunların içerdikleri anlamların derin bir acıma, büyük bir insanlık suçunun göstergesi olarak belirli yeni anlamlara dönüştüğü tabi ki bir gerçek, ama yine de bu işaretlerin ait oldukları gruplar tarafından seçildiğini söyleyemeyiz. İkinci söylemek istediğim şey ise, Pembe Üçgen’in gay ve lezbiyenler için değil, yalnızca erkek eşcinseller için kullanıldığı. Holocaust’un ırkçı ülkesi Almanya’da lezbiyenler yok sayıldığı, görmezden gelindiği için lezbiyenler o zamanda ne ayrı takibe uğramışlar ne de “aşağılık insanlar” kategorisinde ayrı bir grup oluşturmuşlar. (Bugün ve o zaman da bunu büyük bir şans olarak değerlendiriyoruz.) Lezbiyenler genellikle, lezbiyen oldukları gerçeğiyle, ama başka kulplar takılarak toplama kamplarına konmuşlar. Resmi nazi dosyalarında, dökümanlarında “politik sistem karşıtı, komünist, asosyal” gibi kayıtlarla tanımlanmışlar. Tabii ki, buna bağlı olarakta yakıştırıldıkları grupların işaretini taşımışlar göğüslerinde. İkinci dünya savaşının bitiminin 50. yılı kutlandığı bu günlerde Alman kamuoyunun duyarlı kesimi anma toplantıları, sayısız araştırma ve “bir daha olmayacak” sloganlarıyla meşgul şu sıra. Bu bağlamda, bugün yaşayan lezbiyenler o zaman yaşamış lezbiyenlere ait her türlü araştırma ve bilgi toplama işleriyle haşır neşir. Lezbiyen bir tarihçinin 1994 yılında (5 yıl süren) sonuçlandırdığı bir araştırmaya göre, Rauensbrück Kadın toplama Kampı’nda kayıtları bulunan 230.000 tutuklu kadından yalnızca ikisinin kayıtlarında lezbiyenliklerinden dolayı tutuklandıkları notuna rastlanmış. Bu verilere göre, lezbiyenlerin Pembe Üçgen’i taşımadıklarını biliyoruz. Böyle olunca da, Üçgen’in lezbiyenleri de içermediğini, yalnıca erkek eşcinselleri simgelediğini. Burdan yola çıkarak, KAOS GL’nin ambleminde üçgen’in yer alması kriterinin kaldırılmasını öneriyorum. Çünkü bu (yukarıda belirttiğim nedenlerden dolayı) GL’nin yalnızca G’sini simgeleyecektir.
ve bu gerçekler ışığında KAOS GL Hamburg’dan yazan okurumuz S.T.’nin önerisini dikkate alarak tüm okurlarını sınırlama olmadan kendi yaratıcılığını kullanmaya çağırıyor: Haydi amblem’imizi kendimiz, tümümüzü kapsayacak şekilde ve özgürce yaratalım. Haydi kalemlere sarılalım. Yaratım gücünüze güvenin ve biraz acele edin!
TÜRKİYE’DE EŞCİNSELLİĞE PSİKİYATRİSTLERİN BAKIŞI NASIL?... BÜLENT KARADOĞAN Bu konuda yaşadığım deneyimlerimden söz etmek istiyorum. Kendim ve toplum ile girdiğim savaşımlar sonucu, psikiyatristler ile yoğun sayılabilecek etkileşimlere ihtiyaç duydum. Farklı farklı yaklaşımlar ile karşılaştım. Bunlardan söz etmek istiyorum. Ayrıca şunu belirtmek istiyorum ki; hiçbir psikiyatrist, gerek mesleği, gerek maddi çıkarları ile bir eşcinseli yadsıyamaz. Bir dialog amacını taşır yine de. Bir psikiyatristin tavrı, kişinin kararlılığı ile olumlu bir sürece doğru yol alır diye düşünüyorum. Kişi kararsız ise veya bir yaşam alanı bulamamış ise terapi süreci kitleniyor ve istenmeyen dialoglar geçiyor. Burada amcım; psikiyatristleri tamamen suçlamak değil, birçok faktörü göz önüne alıp objektif sonuçlar elde etmek. Genellikle beni eşcinsellikten soğutmaya çalıştılar. Bence bunun nedeni, Türkiye’de eşcinsellerin, travestilerin ve transseksüellerin (eşcinsellik geniş bir yelpazeyi kapsıyor bence) çok zor yaşam şartları altında yaşıyor olmaları ve bu yaşantıların hekim tarafından bilinmemesinden kaynaklanıyor olması.... Gelişmiş ülkelerde çözüme çok daha olumlu bir pencereden bakılıyor. Konuyu bilimsel ve sosyal açılardan detaylı bir şekilde ele alıyorlar. Örneğin eşcinsellik bilimsel ve sosyal açıdan geniş bir şekilde değerlendiriliyor. Genetik ve hormonal incelemeler yapılıyor. Tedavinin sonuçları ise istatistiksel olarak, bilinçli bir şekilde gözden geçiriliyor. Türkiye’de klasik psikoterapi kalıplarının dışına çıkılamıyor. Birkaç araştırıcı psikiyatristin dışında olanların, pek sağlıklı yaklaşımlar ortaya koyabileceklerini zannetmiyorum. Bu değerlendirmelerin ışığında, gittiğim psikiyatristlerin bana çarpıcı gelen olumsuzluklarından, bir parça da olsa söz etmek istiyorum. Eşcinselliğimi anlattığım ilk psikiyatrist; Prof. Dr. Salih BATTAL (GATA): Muayenehanesine ilk gittiğimde çok erkeksi bir kıyafet içinde idim. Ayağımda postal, üzerimde parka vardı. (Kendimi bu şekilde gizleyebiliyordum.) Geçmişteki eşcinsel deneyimlerimden söz ettim ve ağlamaya başladım. Neden ağladığımın birçok nedeni olabilir tabii ki... Hemen; -Sen eşcinsele benzemiyorsun. Hem kimse anlayamaz, dedi. Sağlıksız ve derinliği olmayan bir yaklaşımdı bence. Herşeye rağmen kullandığım ilaçlar ve bir profesör ile konuşmamın etkisi ile deprosyonum bir anda geçmişti. Hiçbir eşcinsel arkadaşım olmadığı için yine nüksetti. Tedavinin sonuç vermemesi gayet normaldi. İlaç kullanmak istemediğimi iyi bir terapiste ihtiyacım olduğunu söyledim. Bana başka bir doktoru tavsiye etti. Prof. Dr. Ünsal SÖYLEMEZOĞLU (GATA): Onunla yine kendi yalnızlığım ile 5 yıllık bir çalışmam oldu. Benim bir “heteroseksüel” olmam onun ideali idi. Çünkü ne ben, ne de o, eşcinsellik hakkında yeterli bilgi ve deneyime sahip değildik. Ankara’da ben bir eşcinsel olarak, uzaydaki tek bir nokta gibi yapayalnızdım. Çok zor!... Bu süreç içinde “mecburen” karşı cins ile bazı ilişkiler oluşturma şansını elde ettim. Hiçbir anlamı ve doyurucu yanı olmamasına rağmen, bir eşcinsel için şanslı bir deneyimdi. Terapiler ister istemez bu yönde devam etti. Sorunlar ortaya çıktığı zaman, ki hep çıkıyordu, terapiler hiçbir işe yaramıyordu. -”Sen ibne misin?”, diyerek beni baskılamaya çalışıyordu. Bu arada askerliğim dolayısı ile Tuzla Piyade Okulu’na gittim. Yalnızlığım beni sürekli bunalıma sokuyordu. Askeri hastanede bir psikiyatriste gittim. Doktorun ismini bilmiyorum. Rütbesi asteğmen. Yani benim gibi askerliğini yapıyordu. Bana dedi ki; -”Bu senin özel yaşantın istediğin gibi yaşayabilirsin. Şu an bulunduğun ortam ile yaşantını birbirinden ayır yeter.” Olumlu bir yaklaşım ama, zaten benim özel yaşantım hala yok. Söylediği literatürden alınmış bir cümle sadece. Fazlaca öneride bulunamadı. Kura sonucu Bursa Işıklar Askeri Lisesi’ne gittim. Korkunç baskı altında ve bağnaz bir ortamdaydım. Bir psikiyatriste gittim yine. Bana grup terapi önerdi. Sonucunu göremedim. GATA’ya sevk alıp gittim. Orada 15 gün yattım. Eşcinselliğim ile ilgilenen hiçbir doktor yok. Sadece ilaç veriyorlar. Belli kurallar altında yaşamaya zorlayarak disipline sokmaya çalışıyorlar. Uğraşı salonlarında sıkıntılarımdan kurtulmamı umuyorlar. Yine sonuç yok. Bursa’ya geri döndüm. Bir müddet sonra başka bir psikiyatriste gittim. Dr. Taner ÖZEK. İçimdeki eşcinsel duygulardan sözettim. Bu beni çok rahatlattı. Ancak yaşantıma geçirmem benim için büyük problemdi. Asıl sorun bu idi. “Konuşmamız sırasında bana bir eşcinsel arkadaşından sözetti. Kendisi üniversite öğretim üyesiymiş. Eşcinselliğini içinden geldiği gibi yaşarmış. Sohbet ihtiyacını barlarda arkadaşları ile giderirmiş. Gündüzleri iş hayatına devam edermiş. Benim de böyle yapabileceğimi söyledi.” Olumlu bir yaklaşım sayılabilir. Ancak tek deneyimi sözünü ettiği arkadaşı idi. Terapiler pek olumlu olamadı yine. Zaten ben korkunç gerginim. Ben, daha sonra, 1994 yılında benim ile benzer duyguları yaşayan insanlar ile tanışma fırsatı buldum. Herşey çok ani oldu. Yeni yaşantıma uyum sağlamam bir süreç gerektiriyordu. Tekrar eski psikiyatristim olan Prof. Dr. Ünsal SÖYLEMEZOĞLU’na gittim. Bana; -”Ortamdan uzak kalmamı, henüz onlar ile görüşmeye hazır olmadığımı” söyledi. Yine çok yüzeysel ve amaçsız bir cümle. Ben hala eşcinselliğimin türünü (aktif, pasif veya travesti) tam olarak değerlendiremediğim için başka bir psikiyatriste gittim. Bir önceki doktorumu bıraktım. Çünkü ona duygusal bir bağ ile bağlanmıştım. Çalışmamız olanaksız bir hale gelmişti. Yeni doktorum; Prof. Dr. M.Orhan ÖZTÜRK. Akdeniz ülkeleri psikiyatri birliği başkanı. Zeki bir insan. Sorunuma olan yaklaşımı şöyle idi; -Eşcinsel ilişkilere devam etmek istiyor isen, senin bileceğin konu. Karşı cins ile yakınlaşmak istiyor isen her zaman yardıma hazırım. Ayrıca kadınsı duygular taşıyıp taşımadığımı sordu. Ben de o an taşımadığı söyledim. Yaklaşımı, bir psikiyatrist olarak çok olumlu idi. Ancak ben maddi problemlerim ile devam edemedim. En son olarak Hacettepe Üniversitesi Psikiyatri A.B.D. Başkanı Prof.Dr. Ahmet GÖĞÜŞ ile bir görüşmem oldu. -”Bu ortamdan uzaklaş, sonu hastalık veya ölüm” dedi. Oysa benim problemim sadece cinselliğimi netliğe kavuşturamamaktı. Sonuç olarak Türkiye’deki psikiyatristler, eşcinselliğin, travestilik ve transseksüelliğin sosyal potada ne olduğunu bilmiyorlar. Yaklaşımlar, mekanik kuralların uygulanmasından öteye geçemiyor. Türkiye’deki psikiyatri bilimi, otomotivdeki montaj sanayiinin bir benzeri bence.
150.000.-TL
YENİ BİR OLUŞUMA DOĞRU-HERKESE MERHABA.
Giriş. Kısa zamanda çok şey değişti ülkemizde. Gittikçe de değişmekte. Sanırım değişimin gerçekleşmesini sağlayan en önemli faktör zaman. Bunu en çok kendimden biliyorum. Çünkü bende de zamanla zincirleme değişiklikler oldu. Ben
zaman bir önceki yüzyılın son yıllarındaki birikimler tarafından yaratılır. Bu yüzden 20. yüzyılın son yıllarını yaşadığımız bu günlerde, değişim potansiyelleri oluşturulamazsa, büyük bir tarihi fırsat kaçırılmış olabilir. Önümüzdeki günlerin bize ne göstereceğini hep birlikte
POETİKA VE ETİKA ÜSTÜNE NOTLAR Konstantinos Kavafis
IV. Sık sık gözlemlerim; Sözcüklere pek önem vermez insanlar. Açıklayayım. Sıradan bir insanın (sıradan sözcüğüyle aptal demek istemiyorum, yalnızca özellikleri olmayan birinin) bir kanısı vardır, bir kurum ya da basmakalıp bir düşünceye karşı çıkar; ama büyük çoğunluğun tersini düşündüğünü bildiği için susar; konuşmanın gereksiz olduğuna ve hiçbir şeyi değiştiremiyeceğine inanmıştır çünkü. Oysa büyük bir yanılgı bu. Ben başka türlü davranırım. Diyelim ki ölüm cezasına karşıyım. İlk fırsatta söylerim bunu; söylediklerimin, egemen güçleri hemen yarın ölüm cezasını kaldırmaya iteceğini sandığımdan değil; bunun benim düşüncemin utkusuna katkıda bulunacağına inandığım için. Kimsenin benimle aynı düşüncede olmaması pek önemli değildir. Sözlerim yitip gitmez nasıl olsa. Belki biri yineler onları, dinleyecek ve hesaba katacak birilerinin kulaklarına ulaşırlar. Belki birgün aynı düşüncede olmayanlardan biri, daha sonra, başka ya da daha uygun koşullarda anımsar onları; belki aklı yatar ya da en azından sarsılır. Eylem’i gerektiren başka toplumsal konulariçin de bu böyle. Çekingen biri olduğumu biliyorum ben, eyleme geçmek elimde değil. Ama sözlerimin yararsız olduğunu sanmıyorum. Bir başkası eyleme geçer birgün ama benim, bu çekingenin sözleri, onun eylemini kolaylaştırır. Araziyi temizleyip düzler. 09.11.1902 “Sanat Her Zaman Yalan Söylemez Mi?” kitabından. bunu, bir meyvanın giderek olgunlaştıktan sonra, bir an artık -daldan kurtulma anı- bir devinimde, bir eylemde bulunma zorunluluğuna benzetiyorum. Bu kendim için olduğu gibi eşcinsel hareket için de sözkonusu. Türkiye ne gerçek bir Batılı ülke, ne de gerçek bir Doğulu ülke. Her zaman Doğu’dan bir adım ileride -ki bu sevindirici-, Batı’dan ise bir adım geride -ki bu da eşcinsel hareket için üzüntü verici-. Batı’da 1968’lerde pik yaparak belirgin bir başlangıç gösteren cinsel özgürlük hareketine paralel gelişmiş olan eşcinsel hareket, birkaç yıldır -hatta daha uzun zamandır- meyvalarını toplamaya başladı. Oysa Türkiye’de bu hareket yeni yeni -daha önceleri irili ufaklı birkaç girişim vardı elbette- gündeme gelmeye başladı. Madem Türkiye her konuda Batı’yı izliyor, bu takip bu konuda da kaçınılmaz olacaktır. Her yeni yüzyıl büyük değişimleri de beraberinde getirir. Tıpkı 20. yüzyılın ilk diliminde olduğu gibi, 21. yüzyılın ilk diliminde de Dünya’da ve Türkiye’de büyük ve köklü değişiklikler olması muhtemeldir. Ve benim düşüncem -ki varolan süreç de bunu kanıtlar doğrultuda- 21. yüzyıl özgürlük ve demokrasi hareketlerinin dönüm noktası olmaya gebe. (Konu dışı olsa da burada belirtmek istiyorum. Ayrıca doğa bilinci ve çevrecilik hareketleri için de önemli bir yüzyıl olacak. Ve tabii kiher yeni zaman dilimi gibi, bilimin daha da ivmelendiği yıllar olacak yakın geleceğimiz.) İşte bu noktada, eşcinsel hareket de tüm bu gelişmelerden payına düşeni alacak. Fakat unutulmaması gereken çok önemli bir nokta var. Yüzyıl başlarında olagelen tüm büyük değişimler, her
göreceğiz. Eşcinsel Hareket. İşte bu noktadan itibaren artık Türkiye’de bilinçli, örgütlü ve güçlü bir eşcinsel hareketin başlaması gerekiyor. Eşcinsellerin de kendilerini ifade etme ve temsil etme-edilme haklarını kazanmaları ve bu doğrultuda bazı çalışmalar sürdürmeleri gerekmekte. Rahatça toplanıp, sorunlarını tartışabilecekleri, bu sorunlara çözümler üretebilecekleri ve birbirleri arasında iletişimi koordine edecek platformları, kulüpleri ve dernekleri olması gerekiyor. Hem devletin, hem siyasi partilerin, hem de medyaın baz alabileceği bir yapılanmaya ihtiyaç vardır. Hiçbir zümre başka bir zümrenin haklarını savunmaz, onlar için mücadele etmez. İşte bu nedenle, artık eşcinseller kendi haklarını arama ve elde etme yollarına başvurmalı ve bu yolları zorlamalılar. Bu noktada iki reforma gereksinim duyuluyor. Bunlardan ilki; eşcinsellerin kendi içlerinde yapmaları gereken reformlar. Öncelikle hem gay’lerin hem de lezbiyenlerin iletişim ağlarını kurmaları ve kendi bilinçlenme süreçlerini başlatmaları gerekir. Bu da, eşcinselliğin sadece bir cinsellik türü değil bir kültür olduğunun öncelikle eşcinsel bireyler tarafından benimsenmesiyle olacaktır. İkinci nokta ise toplumsal reform. Toplumun eşcinsellik hakkında doğru bilgiler edinmesi ve önyargılarından arındırılması gerekir. Toplumdaki bakış açısının kolay kolay değiştirilemeyeceği bir gerçek. Fakat şu da bir gerçek ki, bu iş ertelemekle hiçbir zaman çözüme
ulaşmaz. Bu yüzden bu konu da, eşcinsellerin bilinçlenmesine paralel olarak, bir takım adımlar atılmalıdır. Durum böyle olunca toplumun her kesimine görev düşüyor. Öncelikle Türk Medyası’nın bu konuya dikkati çekilmeli ve medya ile işbirliği yapılarak, konu sürekli gündeme getirilerek, halkı doğru bilgilerle bilgilendirme, siyasi partilerin dikkatini konu üzerine çekme ve devletin bir takım girişimlerde bulunması sağlanmalıdır. Ayrıca “Demokrat” sloganlarıyla ortaya çıkan ve bu sloganları çokça kullanan bir takım siyasi partilerin, eşcinselliği yok saymayıp, bu konudaki teorik ve pratik düşüncelerinin oluşması yönünde çalışmalar sürdürülmelidir. Üniversiteler gibi bilim kurumlarından ve devletten, toplumun her kesiminin, eşcinsellerin ve ailelerin bilinçlenmesi ve bilgilenmesi yönünde tarafsızca adımlar atılması istenmeli ve sağlanmalıdır. Türkiye’de cinsel eğitimin heteroseksist ideolojiye saplanıp kalmadan, bir an önce okullarda verilmeye başlanması için, toplumun her kesimiyle işbirliği yapıp, ilgili merciilere baskı yapılmalıdır. Tüm bu noktalarda asıl görev yine eşcinsellere düşüyor. Öncelikle kendilerini bilinçlendirme yoluna gitmeleri, birbirleriyle çok sıkı ve sağlam iletişimler kurmaları ve diğer eşcinsel ve heteroseksüellere ulaşmaları, onlarda da bir bilinçlenme-bilgilenme sürecine katkıda bulunmaları gerekiyor. Bilinçli Eşcinseller Topluluğu (B.E.T.) Yukarıda saymaya, kısaca özetlemeye çalıştığım
PARKTAKİ SİZ İÇİN SONAT Devrederken tutkular bir önceki geceden; Siz her zamanki parkta, aynı bankta oturun. Dilerseniz akşamdan bir duble içmiş olun Ya da bir şişe şarap yuvarlayın önceden. Saatiniz durmuştur ben oraya gelmeden... Yanınızdan geçerken bir sevdaya tutulun; Bir sigara uzatın ya da saati sorun, Gözlerimle sevişin endişeye düşmeden. Rahatlayınca biraz, oluşunca güvenim; Sizsiniz artık benim bu gecelik sevgilim. Ay doğmuştur geceye tükenince korkular. Yüzlerdeki gölgeler yavaş yavaş silinir. Bir sonraki geceye devrederken tutkular; Yaşadığım aşkların hepsi parkta gizlidir. Hasan Seyhan K. Aralık’92. Eskişehir
tüm noktalardan hareketle, artık Türkiye’de bazı dalgalanmalar başladı. Bunlar özellikle büyük şehirlerde
olmak üzere, öncelikle kendi içlerinde, daha sonra da birbirleriyle kurulan iletişimlerle, şimdilik ufak oluşumlar. Bunlardan ilki Ankara’da oluşturulan KAOS GL adlı bir dergi bünyesinde ve ÇIĞLIK adlı bir bülten çevresinde oluşan yapılanmalar. İstanbul’da şimdilik öğrenebildiğimiz kadarıyla, Venüs’ün Kızkardeşleri adıyla bir lezbiyen yapılanması ve onların çevresindeki gay’lerle kurulmuş bir bağlantı, ayrıca yeni yeni oluşturulmaya çalışılan bir gay topluluğu... İzmir’de ve Bursa’da da bu türden yapılanma çalışmaları son hızıyla sürmekte. Birbirinden öncelikle bağımsız oluşan bu gayrette bulunma birliktelikleri, Eskişehir’de de bir süredir oluşturulmuş durumda. BİLİNÇLİ EŞCİNSELLER TOPLULUĞU., kısa adıyla B.E.T., Eskişehir’de bir grup gay ve lezbiyenden oluşuyor. Amacı öncelikle daha bilinçli olmak. Ayrıca Eskişehir’deki diğer gay ve lezbiyenlerle buluşmak ve bilinçlenme sürecine onları da çekmek. Yine, diğer illerdeki yapılanmalarla, tek tek bireylerle iletişim ağını oluşturmak ve gerek bilinçlenme, gerekse dayanışma bağlamında şartların elverdiğince elden geleni yapmak. B.E.T. isimlerin, kimliklerin ve özel bilgilerin tamamen gizliliğine önem veren, eşcinseller arasında seksüel beraberlikler değil, dostluklar kurmayı amaçlayan bir yapılanma. Kendini ve kimseyi deşifre etne çabası olmayan bir topluluk. Eşcinsel hareketin şimdilik sadece ilk adımında, yani bilinçli ve saygın birer eşcinsel bireyler yaratılması aşamasında yer alıyor. Bu arada şartlar elverdiğince de diğer aşamalarda, zaman zaman önayak, zaman zaman da destekçi olmayı hedefliyor. Bu bülten ise, “Türkiye’de biz de varız”, Türkiye’de ve Eskişehir’de bilinçli eşcinsellerden oluşan bir topluluk da var” demek ve diğer (ulaşılabilinen) eşcinselleri bu konuda bilgilendirmeyi amaçlayan bir çalışma. Bilinçli Eşcinseller Topluluğu Mayıs’95/Eskişehir
Bu iki sayfa Eskişehirli arkadaşların hazırlamış olduğu B.E.T. BÜLTENİ-1’deki yazılardan oluşturulmuştur.