KaosGLD100

Page 1

eşcinsellerin kurtuluşu heteroseksüelleri de özgürleştirecektir

KAOS GL

100. as yı

Eşcinsel Kültür/Yaşam Dergisi

MAYIS - HAZİRAN 2008

yüz

5 YTL


3.

uluslararasi homofobi karsiti bulusma

INSAN HAKLARI & AYRIMCILIK

12-19 mayis 2008, ankara

Buluşma katılımcıları: Aija Salo,

13 Mayıs, Salı Hacettepe Üniversitesi Beytepe Kampüsü

14 Mayıs, Çarşamba Ankara Üniversitesi Cebeci Kampüsü

15 Mayıs, Perşembe Ortadoğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ)

16-19 Mayıs Cuma-Pazartesi Ekin Sanat Merkezi

www.kaosgl.org

Aksu Bora, Ali Erol, Anette Trettebergstuen, Anja Meulenbelt, Ayşe Gül Altınay, Bawer Çakır, Begüm Topbaşlı, Belgin Çelik, Burcu Ersoy, Buse Kılıçkaya, Carina Martenson, Diego Mellado, Emine Bozkurt, Erdal Matur, Esin Düzel, Esmeray, Hande Öğüt, Hülya Adak, Hülya Gülbahar, Jenny Sundén, Juliano Cano Nieto, Kerem Altıparmak, Kürşad Kahramanoğlu, Mehveş Bingöllü, Melek Göregenli, Mete K. Kaynar, Michael Cashman, Mithat Sancar, Murat Çelikkan, Murathan Mungan, Nazik Işık, Nilgün Bayraktar, Oral Çalışlar, Oya Aydın, Özlem Altıparmak, Özlem Çolak,

www.antihomofobi.org


Kaos GL

bi dına Sahi Derneği a cu Ersoy Bur rg @kaosgl.o oyaburcu

Müdürü ve i Yazı İşleri Sorumlu el Yayın Yönetmen s el Gen Uğur Yük osgl.org ugur@ka

rulu Yayın Ku Safoğlu, an yk A , l o r A li E Çakır u, Bawer , Barış Sul Esra Çınar , oy rs E er Burcu Umut Gün a, ov an C Salih ları anışman Hukuk D ırım, d ıl Y an Av.Hak ydın, Av.Oya A in Öz em as Y v. A rım Sayfa Tasa nt Emir Bira emir@kao

sgl.org

ü oordinatör Finans K caoğlu la A l ai m İs gl.org os

ismail@ka

orumlusu Abone S ol Semih Var semih@ka

osgl.org

lunanlar Katkıda bu zbaş, Ö li A , ra o B ldız, Aksu üzkan, Adnan Yı laş Cüce, Ayşe D U , Buse tıl ce A u r, br a ve L Ü nıl ruce aoğlu, A Dorsay, pbaşlı, B e To c E m , ü er Anıl Alac eg ez al Şansal, B Birgül, Devrim S uncu, Erd Barbaros mre Koy , Cahide nlügür, E üm Abla ö z ö G Kılıçkaya, G re y, m nso , zkaya, E vren Güve oç, Hande Öğüt E a, Emine Ö v o dan K Işıl rden Kos ner, Han nrıöver, Matur, E zin Yama , a Uğur Ta uban, Gü an, Hüly ll, Kutluğ Ataman k z ü D Güner K e iran l, on Mitch ner, Haz met Bilâ eh M , g Hande Ye türk, John Camer ie Feinber elikkan, Özgen oğlu, Lesl Arıkan, Murat Ç ahraman ikçi, Naim eltem pl M İ , r Kürşad K e ge ü om M zlem Murat S Mungan, Kayalı, Ö Mehmet urathan , Nilgün cim pamuk M azik Işık oğan, Ta N , rd Murat Öz er E aş ol B , Şen min , Nami rmelican lan, Yase ü S rs Dilmener A , an ay , , Tüm en Doğ Başaran Çakır, Sel a, Tuğrul Eryılmaz klu, Yeşim ksoy ıl Bor şar Çabu eynep A Z k, Açık, Tan ö Sevval, Ya ag afer Arac Türker, Z Yeri Yıldırım Yönetim Kaos GL /12 Bulvarı 29 tafa Kemal - ANKARA Gazi Mus y ıla ız 06440 K 230 03 58 +90 312. Telefon: 230 62 77 2. 1 3 0 Faks: +9 osgl.org editor@ka g E-posta: .kaosgl.or w w w // p: URL: htt ik el Abon i one bedel 6 sayı) ab ( k llı ı y 45 YTL 1 Yurt içi ne bedeli 1 yıllık abo da 70 $ Yurt dışı 45 € ya 1 year or 70 $ as wing nsfer 45 € ollo Please, tra tion period to the f count bank ac subscrip esi işehir Şub en Y ı as ank 054 Garanti B 411 6297 o: N s. H TL 309 No: 9089 USD Hs. 334 90 90 o: N EUR Hs. 25015 ISSN 130

rihi Basım Ta 2008 n a is N 25 Baskı sımevi Ayrıntı Ba si ayi Bölge anize San İvedik Org 770. Sok. No: 105 . ad C ara 28. Ostim Ank 55 90 4 39 2. 0 31 Telefon: rü Yayın Tü (2 aylık) li re sü l e Yer iran 2008 Mayıs-Haz Dağıtım . Yaysat A.Ş

HIV

isteklerde Tek sayılık deriniz. n gö lu pu posta 5 YTL'lik cilere ve te ül a, m Tutsaklar derilir. retsiz gön üc e er l l + eşcinse L, Kaos G en ve Lezbiy Kaos Gey Dayanışma e tırmalar v li yayınıdır. aş r A el Kültür in süre Derneği'n

Kaos GL’den kaos gl 100. kez şanlıyor 10 sene önce merakla karışık 1 korkuyla çalmıştım Kaos GL'nin kapısını. Ne yapacağımı, kendimi nereye koyacağımı bilmiyordum ve ilk cümlem “Ben heteroseksüelim, yanlış anlamayın, araştırma yapmak için geldim sadece” olmuştu. Kimse inanmadı tabii ki söylediklerime ama yine de ses çıkarmayıp aldılar beni içeriye. Orada oturmuş sokaktaki insanlardan ne kadar farklı olduğumu, “onlar”ı anladığımı, “onlar”a destek olarak “onlar”ın yanında olduğumu düşünüp yaptığım şeyden gururlanıyordum ki 1 çift gözle karşılaştım. Öyle kalakaldım. Alamıyordum gözlerimi ondan. Dünya dönmüyor, onun etrafında titriyordu. Bedenim sarsılıyor, aşağıya düşüyordu. (uçurumumla tanıştım) Ağızlar oynuyordu, farkındaydım ama söylenen hiç1 şeyi anlamıyordum. Yalnızca o 2 gözü izliyordum. Kendimi nereye koyacağımı artık biliyordum. İlk erkek aşkımın tarihidir o gün; o adamla olmasa da Kaos GL ile 10 yıl sürecek 1 aşkın başlangıcının da… Aşık olduğum adamlarla nasıl yaşadıysam onunla da öyle yaşadım bu ilişkiyi. Çok sevdim onu, gündüzlerimi de gecelerimi de verdim ona, çok kavga ettim onunla, küstüm sonra, gittim, terk ettim ve tabii ki unutamadım, bende yarattıklarını, ben de yıktıklarını; geri döndüm. Neyse ki son geri dönüşümde kendimi törpülemiştim de, hep kaldım. İyi ki kalmışım dedim sonra. Ve bugün... Bu gururun içinde olduğum için 1 kez daha “iyi ki” diyorum. Pippa Bacca'nın yolunun yarım kaldığı bu ülkede 15 sene boyunca sansürlere, yasaklamalara karşı aralıksız çıkmış, “Eşcinsellerin Kurtuluşu Heteroseksüelleri de Özgürleştirecektir” diyerek erkekliğe, homofobiye, her türlü şiddete karşı söz üretmiş, mücadele vermiş, alanlara çıkıp “biz de varız” demiş, hayatımızı 1 kaosa çevirip kökünden değiştirmiş dergimizin 100. sayısında adım yazılı olduğu için “iyi ki” diyorum. *** 1 ve iki 0 yan yana gelince ne güzel duruyorlar değil mi? Ya kapaktaki 100 yüzün 1 araya gelmesine ne demeli? 15 sene öncesine kadar ancak hayalini kurabileceğimiz bu görüntü bugün derginin kapağını süslüyor işte. Kapağıyla, ismini ve sözünü yanımızdan eksik etmeyen onlarca yazarıyla bu sayı 1 düş gibi… 1 yanda 100. sayısına erişen dergisi, diğer yanda 12-19 Mayıs tarihleri arasında düzenleyeceği 3. Uluslararası Homofobi Karşıtı Buluşma'yla Kaos GL 2008 mayısına, bahara haklı 1 gururla giriyor. *** “Ten ve Tutku” konulu gelecek sayıda görüşmek dileğiyle…


içindekiler

03 05 08

lgbt gündem havadis BÜLENT ERSOY'UN CESARETİ söyleşi 20. AVRUPA LEZBİYEN/TRANSGENDER VOLEYBOL TURNUVASI

46 47

DOSYA: 100'e ÖZEL 10

11

12 13

14 15 16

17 18 19

20 21 22 24

25 26 30

32 35 36 39 40 41 44

36

sırf yazılmak için değil okunmak için de AYŞE DÜZKAN küçük bir kutlama yazısı MURATHAN MUNGAN tarihimizi kendimiz yazıyoruz YILDIRIM TÜRKER haydi gel bizimle ol SÜRMELİCAN buluşma AKSU&TANIL BORA mahreme elde kazmayla dalıvermek NAZİK IŞIK alternatif habitat düşleri ZEYNEP AKSOY britanya 1971, türkiye 2008 TUĞRUL ERYILMAZ klişe gelecek belki ama: bir dönüm noktası işte! YEŞİM BAŞARAN bazen gerçekler düşleri aşar YASEMİN ÖZ uyanış yılları DEVRİM SEZER toplumun kabuğunu kırmak EMRE GÖNLÜGÜR ben kimim? EMİNE ÖZKAYA lgbt politik mi olmalı? KÜRŞAD KAHRAMANOĞLU yolunuz açık olsun! HANDAN KOÇ eylem planı ADNAN YILDIZ bir 'yağmur' yağsa ANIL ALACAOĞLU “herkese sağlıklı bir yaşam diliyorum!” IŞIL ÖZGENTÜRK hep inandım ATIL ULAŞ CÜCE 1969 mayısından bir 'gay manifesto'su MURAT ÇELİKKAN söyleşi ALİ EROL&ALİ ÖZBAŞ: “BUGÜNLERİ HEDEFLİYORDU” söyleşi EKİBİ KAOS GL DERGİSİNİ ANLATIYOR selam canlarım... GÖZÜM ABLA tarihimizin 100 akı BEGÜM TOPBAŞLI çiftlik ve çokluk üzerine EMRE KOYUNCU&ZAFER ARACAGÖK size mektup BAWER ÇAKIR hayat bir düş olsa NİLGÜN KAYALI mektup

48 50

05

53

54 57 58

03

60

62

64

66

70

69

70

74 78

81 81 82 84 85 86

74

89

90

92 94

60

96

“KARDEŞİM EŞCİNSEL” eski püskü kot ECE DORSAY sevdaysa yeni başlar… GÜNER KUBAN duvarlar ve aynalar HÜLYA U. TANRIÖVER poster 100 kitap okudum, hayatım değişti SALİH CANOVA hikâye GÜZİN YAMANER SADAKATİN KIZI truman capote'nin trajedisi HANDE ÖĞÜT bir aşkın izinde… CAHİDE BİRGÜL hikâye MEHMET BİLÂL ÜVEY san francisco'dan kadıköy'e bir allen ginsberg 'uluma'sı ŞENOL ERDOĞAN hikâye MÜGE İPLİKÇİ HER YARA KAPANMAK İÇİNDİR söyleşi LESLIE FEINBERG: “KAZANILACAK ÇOK HAK VAR” şarkılar bizi söyler BAWER ÇAKIR kalbimiz yara, içimiz hasret doludur NAİM DİLMENER söyleşi HANDE YENER: “BEN HAYALİMDEKİ BENİM” ortalığa (s)açılmış 100 film AYKAN SAFOĞLU söyleşi JOHN CAMERON MITCHELL: “BAZEN BİRKAÇ POLİS ARABASI YAKMAK GEREKEBİLİR” ruhuma asla KUTLUĞ ATAMAN kılçıklı duygular, kiç ve piç TÜMAY ARSLAN makul surette ERDEN KOSOVA sanat risk içerir mi? MELTEM ARIKAN erkek dansçı ve modernlik YAŞAR ÇABUKLU "kürklü merkür" ve daha birçok oyun üzerine NAMİ BAŞER hop-çiki-yaya mealleriyle isimler sözlüğü “a” MEHMET MURAT SOMER disco pavyon TACİM AÇIK karikatür ECE DORSAY 100'e özel BARBAROS ŞANSAL

66


lgbt gündem

yerelden kaos gl'ye söz ve ses Kaos GL Derneği'nin eşcinsel hak haberciliğini güçlendirmek ve yereldeki eşcinsellerin sesi, sözü olmak için geçtiğimiz sene başlattığı “Yerel Gey-Lezbiyen Muhabir Ağı” projesinin ikinci eğitimi 2324 Şubat tarihlerinde Ankara'da Kaos GL Kültür Merkezi'nde yapıldı. Eğitime Adıyaman, Antalya, Diyarbakır, Eskişehir, Isparta, İzmir, Kayseri, Muğla'dan 15 muhabir adayı katıldı. Kaos GL'den Burcu Ersoy, Uğur Yüksel ve Umut Güner'in eğitmen olarak katıldığı eğitimde Uçan Süpürge editörü Selen Doğan da toplumsal cinsiyetin yaygın medyada nasıl kurulduğunu anlattı. Eğitimde İsveç'in önde gelen eşcinsel örgütü RFSL'nin web sayfası editörlerinden Alexandra Larsson ise deneyimlerini aktardı.

beni yeniden yarattı murat özpamuk, diyarbakır bu eğitim sayesinde yaşadığım bu şehirde nasıl bir dinamik olacağımı ve neler yapabileceğimi gördüm. bu iki gün, içimdeki sindirilmiş beni, yenilgiyi yakıp yıktı, beni yeniden yarattı. neler yapabileceğimi sorgulamamı sağladı.

bir büyünün etkisinde salih canova, izmir çok garip, çok anlaşılmaz bir büyünün etkisindeyim iki gündür. inanın yıllar yılıdır bu tur etkinliklere giderim gelirim, bu yaz düzenlenen pride etkinlikleri dahil (ki muhteşemdi), bu kadar etkilendiğim, kendimi bu kadar iyi hissettiğim ve iyi ki gelmişim dediğim bir organizasyon daha olmadı. (ilk katıldığım baharankara'yı listeye dahil etmedim çünkü onun yeri apayrı.)

iki güne 15 yaşamı sığdırdık evren güvensoy, ankara bu iki güne o kadar çok şey sığdırdık ki, eminim anlatmaya kalksak iki günden fazla sürer. çünkü biz bu iki güne 15 yaşamı sığdırdık, 15 yaşamın tecrübelerini, sorunlarını, düşüncelerini ve 15 yaşamın ortak hayali olan eşit ve özgür bir dünya umudunu sığdırdık.

yalnız değilmişim erhan, muğla bir buçuk yıl gibi kısa bir süreçte hem aileme açılmış, özgürlüğümü de elime almıştım. bu eğitim içimde bastıramadığım "sesimi duyurma" isteğini gerçekleştirebilmek için kaçırılmayacak bir fırsattı. hiç tereddüt etmeden daveti kabul ettim. eğitime gittiğim zaman, gördüğüm samimi ortam ise daha da ısıttı içimi. çünkü benimle aynı durumu yaşayan aynı sıkıntıları çeken ve aynı paylaşımı göstermek isteyen; benden başka 16 insan daha vardı. yani yanlız değildim. eğitim başladıkça, aslında "doğru" bildiğimiz şeylerin ne kadar "yanlış" olduğunu; bunların bize tamamen heteroseksist düşüncelerin dayatmaları olduğunu acı bir şekilde öğrendim. bunun yanı sıra, yazarken hangi kelimeleri kullanıp kullanmamam gerektiğini, hangi kelimeleri kullandığımda ayrımcılık, haksızlık ya da aşağılama olabileceği konusunda fikir sahibi oldum. hepsinden önemlisi, eğitim boyunca oluşan o sıcak ortamı, hayatımdaki hiçbir şeye değişmezdim.

çözüm: taraf olmak erdal matur, ankara muhabir ağı eğitimi'nde kazandığımız en büyük şey tersten bakabilmek/dil temizliği oldu. eğitim boyunca günlük dilimizde şiddeti ve cinsiyetçiliği meşrulaştırdığımızı ve yeniden ürettiğimizi gördük. ve evet çözüm taraf olmaktan geçiyor. ne kadar çok haber üretirsek yaygın medyanın bizi kaynak alacağına ve temiz bir dil yaratmak adına üzerimize düşeni yapacağımıza inanıyorum.


lgbt gündem Lambdaistanbul LGBTT Dayanışma Derneği'ne 19 Temmuz 2007'de "genel ahlaka aykırı" olduğu gerekçesiyle açılan kapatma davasında beşinci duruşma 17 Nisan'da görüldü. Bundan önceki iki duruşmada bilirkişinin raporunu hazırlamaması nedeniyle ertelenen davadan yine karar çıkmadı.

21 Mart'ta Diyarbakır'da düzenlenen Newroz kutlamalarında eşcinseller de vardı. PiramidGL Diyarbakır'dan gey ve lezbiyenler kutlama alanında gökkuşağı bayrağı açtılar. “Barış Gelini” projesi için 8 Mart'ta sanatçı arkadaşı Silvia Moro ile Milano'dan yola çıkan İtalyalı sanatçı Pippa Bacca Türkiye'de tecavüz edilerek öldürüldü. 33 yaşındaki sanatçının cesedi Gebze'de bir ormanlık alanında bulundu.

04

Uluslararası Gey ve Lezbiyen İnsan Hakları Komisyonu tarafından LGBT bireylerin ve HIV statüsü veya cinsellikleri nedeniyle kötü muameleye uğrayan diğer bireylerin insan haklarını geliştiren grup veya liderlere verilen “Felipa Ödülü”nün bu seneki sahipleri belli oldu. Şili'de transeksüellerin hakları için mücadele eden ilk örgütün kurucusu olan aktivist Andres Ignacio Rivera Duarte ve İran'ın yok saydığı binlerce eşcinseli temsil etmeye çalışan İran Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Travesti, Transeksüel (LGBTT) Örgütü, Iranian Queer Organizyonu (IRQO) 5 bin dolarlık ödüllerini 28 Nisan'da New York'ta aldılar.

Pembe Hayat LGBTT Tiyatro Topluluğu 'Pembe Gri' oyununu bu kez İstanbul'da sahneledi. 20 Mart'ta İtalyan Kültür Merkezi'nde oynanan oyuna ilgi büyüktü.

Lezbiyenler, biseksüel ve transeksüel kadınlar bu sene de 8 Mart için alanlardaydı. Kaos GL İzmir İzmir Bornova'da, MorEl Eskişehir Yediler Parkı'nda, Kaos GL Abdi İpekçi Parkı'nda erkek egemenliğe, heteroseksizme, cinsiyetçiliğe, homofobiye, transfobiye, ırkçılığa, savaşa HAYIR dediler.

Kaos GL Derneği, "Türkiye'de Eşcinsel Olmak" başlıklı söyleşi dizisine başladı. 9 Mart'ta Ayşe Düzkan ve Burcu Ersoy'un konuşmacı olarak katıldığı “Türkiye'de Kadın ve Eşcinsel Olmak” başlıklı söyleşiyle başlayan dizi 14 hafta sürecek. Ankara'da her ay iki kez yapılacak söyleşilere işçi, modacı, öğrenci, sanatçı, HIV +, gazeteci, Kürt, azınlık, yoksul, mülteci, tutsak eşcinseller konuşmacı olacak. Dernek bu programla, hayatın her alanından ve toplumun her kesiminden lezbiyen, gey, biseksüel, travesti ve transeksüel bireylerin çeşitliliğini ortaya çıkarmayı amaçlıyor. Kaçıranlar için söyleşiler bir hafta sonra www.kaosgl.org adresinde yayınlanacak. 27 Mart'ta Endonezya'nın başkenti Cakarta'da düzenlenen Endonezya Dinler ve Barış Konferansı'ndan "Eşcinsellik İslam'da caizdir" fetvası çıktı. Pek çok İslam uzmanının katıldığı toplantıda konuşan ilahiyat akademisyeni Dr. Siti Musdah Mulia, Kuran'daki Hucurat Suresi'ni esas aldığını ve eşcinselliğin yalnızca şehvetten kaynaklanmadığını vurgulayarak, "Eşcinselliğin Allah'tan geldiğinin, doğal olduğunun göz önüne alınması gerekir. Allah'ın gözünde insanlar dindarlıklarına göre değerlendirilirler" dedi. Pek çok katılımcı da bu görüşe destek verdi. Esmeray 'çok kişilik' gösterisi 'Cadının Bohçası'nı bu kez 14 Mart'ta İzmir'de, 30 Mart'ta da Diyarbakır'da açtı.

13 Mart'ta Eskişehir'de Belma adlı transeksüel gündüz vakti sokak ortasında beş kişi tarafından saldırıya uğradı. Saldırganların zorla ilişki teklifini reddetmesi üzerine dövülen Belma'ya Adli Tıp kurumundan 10 günlük iş göremez raporu verildi. MorEl Eskişehir LGBTT Oluşumu saldırıyı protesto etmek amacıyla Eskişehir adalar Migros önünde bir basın açıklaması düzenledi.

FIFA Başkanı Sepp Blatter, The Times gazetesine verdiği söyleşide, futbolun herkese hitap ettiğini belirterek, “Birçok gey futbolcu olduğunu düşünüyorum. Ancak böylesine maço bir organizasyonda kabul görmeyeceklerini bildikleri için bunu açıklamıyorlar” diye konuştu.


hadise

bülent ersoy'un cesareti Yılların Bülent Ersoy'u, 24 Şubat gecesi yayınlanan bir programda öyle antimilitarist laflar etti ki hepimiz neye uğradığımız şaşırdık. Yalnızca biz mi, tüm Türkiye Ersoy'un laflarıyla sallandı. Medya anında ikiye bölündü: Ersoy'un sözünün cesaret işi olduğunu söyleyenler ve onu vatan haini ilan edenler. Eşcinsel örgütlerinden aydınlara pek çok kişi ve kurumdan Ersoy'a destek gelirken, milletvekillerinden medyada köşesi olanlara kadar pek çok kişi Ersoy'a etmedik hakaret bırakmadı. Bu ülkede geçmişini unutturmayı bu kadar iyi başarmış birini yakın zamana kadar “diva” deyip başlarına koyanlar, eski defterleri açmaya ve onun bir zamanlar erkek olduğunu hatırlamaya, hatırlatmaya başladılar. Sanıyorlardı ki ona yapılabilecek en büyük hakaret bu! Ama öyle olmadı. Her gün gazetelerde Bülent Ersoy'un canını yakmaya çalışanlar kadar onunla 'barışanlar' da vardı. Sonuç mu? Tatlıya bağlandı tabii ki. Bülent Ersoy mal varlığını askere bağışladığını söyledi ve ortalık sakinleşti.

bir düşe ağıt sürmelican “Gören bir göz için fazla çılgınlık, en ilahi duyudur. Fazla duyarlılık da tam bir çılgınlık.” Emily Dickinson Bülent Ersoy'un sadece popüler bir figür olmadığını biliyorduk. Ne de olsa döneminin devrimci ruhundan nasibini almış, ender sanatkârlarımızdandı. Takındığı mafyavari duruşla bir patroniçeyi andıran Ersoy, zamanla eğlence dünyasının raconuna ayak uydurmayı bilmişti. Kendi gibi kadınların hayatta kalmasının hayal olduğu bir ülkede cinsiyetini değiştirmiş, kariyerine kaldığı yerden devam etmişti. Onu bizden ayıransa sadece sesi değil, karizmasıydı. Ne kendinden öncekilere ne de sonrakilere benzeyecek olan Ersoy, tüm zamanların ikonuydu. Hatta bu duruşuyla Rolling Stones dergisinin arıza kadınlar listesine, beşinci sıradan girmeyi başarmıştı. Birinci sırada ise elbette Madonna vardı. Zaten ülkemiz coğrafyasında Ersoy gibisi bir daha çıkmayacaktı. Her şeyin orijinalini bulunduran bir antikacı misali ülkemiz, bir Ersoy vakasına daha izin vermeyecekti. 89'daki doğu-batı bloğunun kalkması, bize birçok olaya gebe kalacağımızın habercisiydi. Bunlardan biri Ersoy'un sahnelere geri dönmesiydi. Çünkü ortadan kalkan sadece bloklar değil, erkeklikti de. En azından bize öyle geldi. Hatta sonraki yıllarda yeni oluşumlar olarak karşımıza çıkacak olan Lambdaistanbul ve Kaos GL gibi örgütler bu olayın tezahürüydü. Yalnız her şey sandığımız kadar tozpembe değildi. Bir Özal mucizesiyle bir gecede kalkan Ersoy'a sahne yasağı gibi eşcinsellere açılan sözde nefes alma alanları da giderek daralacaktı. Birçok susulurluk vakası gibi Ersoy'a yasak, münferit olarak kalacaktı. 96'daki Ülker Sokak olayları bunu doğrularken, olan birçok travesti ve transseksüel arkadaşımıza olacaktı. Böylelikle 90'lar, 80'leri mtv'den izleyeceğimiz bir nostalji kuşağına döndü. Ersoy'un jüri üyesi olduğu programda yaptığı çıkış ise hiç de tesadüf değildi. Kadın olmanın bedelini sürekli ödeyen Ersoy için bu, hiç doğurmadığı oğluna bir ağıttı. Tıpkı senelerce bu topraklarda aynı ağıtı yakan nice ana gibi. Hiç kuşkusuz, “o ve onun gibiler” için bu doğa olayı, kendilerini “gerçek kadınlıktan” ayıran yegâne özellikti. Hâlbuki aynı gecenin sabahında düşük yapmak kaydıyla travesti ve transseksüeller için gebe kalmak olanaksız değildi. Kaldı ki evleri basılan, saçları kesilen, her türlü işkenceye maruz kalan, kazıklara oturtulan, sakatlanan, sürülen ve öldürülen travesti ve

transseksüeller için düşük yapmak zaten kaçınılmazdı. Yitirdikleriyse sadece bir cenin değil, kayıp giden zamanları, umutlarıydı. Fakat Ersoy, bu mateme hiçbir zaman ortak olmayacaktı. Aynı programın başka bölümlerinde sivri çıkışlarıyla dikkatleri üzerine toplayan Ersoy, kimsenin bayraktarlığını yapmadığını söyleyecekti. Hatta şiddet düzeninin içine hapsolmuş bir kadın olmasına rağmen, muadili olduğu Zeki Müren'in izinden gidecek ve mirasının azımsanmayacak bir bölümünü Mehmetçik vakfına vereceğini söyleyecekti. Kaldı ki bu açıklamalar bile onun malum operasyonundan önce çekilmiş filmlerin tekrar gösterilmesine engellemeyecekti. Sanırım onun için en kötüsü, bu saatten sonra istese de o kurumun, bu teklifi değerlendirmeyeceğiydi. Ne İsa'ya ne Musa'ya yaranamayan Ersoy için belki artık tek bir çıkış yolu var. O da kendiyle ve kendi gibilerle barışması. Belki o zaman ancak içindeki gerçek vicdana ulaşıp, huzura kavuşabilecek. Benim “olayımsa” ünlü ya da ünsüzlerle ve tüm içtenliğiyle eşcinsel (lgbtt) muhalifliğin yürütülmesi. Muhalif diyorum çünkü yukarda örnek teşkil ettiği gibi bu ailenin parçası olmak, aynı zamanda muhalif olmayı gerektirmiyor. Hatta kimi zaman faşizan çıkışlar yapma pahasına. Hâlbuki mücadeleyi dürüst bir şekilde yerine getirenlerin izinden gitmek en doğrusu. Kendisi eşcinsel olmamasına rağmen, bütün ötekilere örnek olan Martin Luther King, hiç kuşkusuz bunun sayılı örneklerinden. Çünkü o, bir düşün peşinde koşarak sadece siyahlara değil, tüm insanlara özgürlük talep eden biri: “Bir düşüm var. Günün birinde Georgia'nin kızıl tepelerinde eski kölelerin oğullarıyla, eski köle sahiplerinin oğullarının birlikte kardeşlik masasında oturacaklarına ilişkin bir düşüm var... Bir düşüm var. Günün birinde adaletsizliğin ve baskının sıcaklığında susuzluktan ölen Missisippi eyaleti'nin bile bir özgürlük ve adalet vahasına dönüşeceğine dair bir düşüm var.” Eminim, birçoğunuz onun gördüğü bu düşe inanıyorsunuz. Çünkü onun gördüğü kızıl tepelerde hepimize yer olduğunu biliyorsunuz. Ben bu düşü, Hrant Dink'in katıldığı bir programda, eşcinsellerle kurduğu duygudaşlıkta görmüştüm. Belki King gibi onu da bu yüzden katlettiler. İşte tarih bir kez daha tekerrür etti ve bir vakit, ülkedeki ötekileri sindiremeyenler, savaş karşıtı bir transseksüel'in feryadıyla karşılaştı. Tıpkı dün, tüm gacıların feryatlarıyla karşılaştıkları gibi.

05


ne de

06

24 Şubat Star TV'de yayınlanan “Popstar Alaturka”da şu diyaloglar yaşandı: Bülent Ersoy: Şimdi masa başında entrikalarla savaşlar yapılıyor. Orası yazıyor, herkes de onu oynamak zorunda kalıyor. Benim doğurganlık özelliğim olsaydı, ben çocuk doğurmuş olsaydım, yani birileri kalkacak masa başında sen şunu yapacaksın, o da bunu yapacak ve ben onları bu şekilde kuvvetsiz duruma düşüreceğim diye öyle bir durum sergileyecek. Ben de doğurduğum çocuğu toprağa vereceğim. Var mı böyle bir şey ya... Yani tamam, vatan bölünmez ama göz göre göre de bütün çocukları. O zaman bütün analar doğurun, verin toprağa. Normal şartlar altında bir savaş değil bu, entrika var bu işin ucunda. Bir çocuğun ne demek olduğunu sizler gibi bilemem, ben anne değilim ve olamayacağım da hiçbir zaman. Ama insanım, insan olarak onları o toprağa vermek, o anaların yüreğinin nasıl alev alev, cayır cayır yandığını ben anlayamam ama anneler anlar. Ebru Gündeş: Allah inşallah bana da asker annesi olmayı nasip eder. Benim de bir oğlum olur da inşallah, anlı, şanlı bir şekilde onu askere yollarım. Bülent Ersoy: Ondan sonra da ölüsünü eline alırsın. Ebru Gündeş: Bu millet için, bu devlet için, bu topraklar için ben kadın olarak ne gerekiyorsa yapabilirim. Benim oğlum da aslan gibi yapar. Eğer bunun için kaderde ölüm varsa, alnımıza yazılan neyse onu da yaşayacağız. Şehitler Ölmez, vatan bölünmez. Bülent Ersoy: Hep bunu söylüyoruz zaten. Söylüyoruz. Çocuklar gidiyor, kanlı gözyaşları, feryatlar, cenazeler. Klişeleşmiş. Ben sizlerle aynı fikirde değilim. Osmantan Erkır: Ama öyle diye diye bu bayrak dalgalanabiliyor. Bülent Ersoy: Tamam, tamam, niye oyuncak oluyoruz, neden buna bir köklü çözüm olamıyor. Ben bunun hırsındayım. Yoksa pabucumuzu giymeden elimizden ne geliyorsa yaparız. Bayrağın rengi bizim kanımızdan alınmış. Ama... İşte o 'ama' bizi rahatsız eden. Neden hep boşa kürek sallıyoruz. 26 Şubat Ersoy, Vatan ve Posta gazetelerine açıklama yaparak sözlerinin arkasında olduğunu söyledi. Annelerin kendisini anladığını ve destek verdiğini söyleyen Ersoy sözlerine şöyle devam etti: “Ben ne söylediğimi iyi biliyorum. Kimse benim söylediğim şeyi söyle-yemiyordu. Korkuyordu. Ben tabuları yıktım. Sanatkarlar ve aydınlar yön veren aydınlık kişilerdir, öyle olmalıdırlar. Tribünlere oynayıp da üç alkış daha fazla almak için öyle konuşmak olur mu.” Taraf gazetesi Bülent Ersoy'un sözlerini manşetten “Doğurmadan 'Cesaret Ana'” başlığıyla duyurdu. Haberde “Bu militarist iklimde bu lafı etmek kolay değildi. Omuz veren, arkasında duran olmayacak mı diye soruşturduk. Yoktu. 'Arazi'ydiler...” dendi. Bakırköy Cumhuriyet Savcılığı, Ersoy'un söylediği sözlerin Türk Ceza Yasası'nın “Halkı askerlikten soğutma” başlıklı 318. Maddesiyle suçlanıp suçlanamayacağının araştırılması için soruşturma başlattı. Sezen Aksu, Ersoy'u telefonla arayıp “Birçok aydın sana ulaşamadığı için beni aradı; sözlerinden dolayı seni tebrik etmek istiyorlar. Ben onlar adına seni kutluyorum” dedi. 27 Şubat Türkiye Büyük Millet Meclisi İdare Amiri ve Adalet ve Kalkınma Partisi Adıyaman Milletvekili Hüsrev Kutlu, Demokratik Toplum Partisi'nin grup toplantısında konuşan Ahmet Türk'ün “Bülent Ersoy kadar cesur olamadılar” sözleri için “Doğruyu söylemiş. Bülent Ersoy kadar cesur olsaydık, biz de bir yanlarımızı kestirirdik” dedi. 29 Şubat İTTİ, Kaos GL, Kaos GL İzmir, Lamdaistanbul, MorEL

uydurmasyon kahramancılar makine başında

diler?

perihan mağden - radikal Buyrun bakalım! Karşımızda feci şekilde haklı bir Bülent Ersoy! Jüride 'Eşlikçi Kız' rolünü oynamaktan iyice sincaplaşmış Ebru Gündeş'in, Nasyonel 1 Abide'ye dönüştüğü anların buzdan heykeller misali bu ultra gerçekçiliğin ısısı karşısında eriyip yok olduğunu ümid edeceğimiz anlar! Dünyaca Tanınmış Sayılı 1 (Numerolu) Türk Transseksüeli olarak Bülent Ersoy HAKİKİ BİR ANANIN vereceği cevabı vermekten, söylenmesi mecburi olanı değil, içinden pek tabii olarak geçecek duyguları haykırmaktan (gözlerden on sekiz bininci kez düşmek pahasına) imtina etmiyor- Edemiyor. Hakiki 1 Kadın+Potansiyel 1 Anne olduğunu varsaydığımız E.Gündeş ise klişe mi klişe/duygusuz mu hakikatlerden uzak bir amigoluğu yapı yapıvermekten vazgeçmiyor. Tribünlere. Birkaç albüm satar bu sayede, dileriz ki. OYSA Ebru Gündeş'in oğlu olsa, yurdumuzun yakasına kene gibi yapıştırılmış BU savaş, (Allah korusun ama) hâlâ bitirilememiş, tercihen bitirilmemiş olsa; çocuğunu kaplanlar gibi koruyacağına: diyelim Kentucky Fried Chicken Üniversitesi'ne mastır/kastır yapmaya, ya da Dubai'ye (d)işçilik kariyeri yapmaya filan, yollayacağına sular seller gibi eminim amaHiçbir ünlümüzün, güçlümüzün, zenginimizin, pozisyon sahibimizin, medya badanacımızın, köşe tacirimizin evladı/yakını/akrabası vs. şehit düşmedi şimdiye kadar. HİÇ! Orta ve üst orta sınıflar bir yolunu buluyor, evladlarının şehitlik 'mertebesine' yükselmesine mutlaka mâni oluyor.Lar. Bu yüzden ve her yüzden, boşşş laflar bunlar Ebru hanımkızım. Ve de içiboş mu, afâki, her yüzden de ayıplı, kusurlu laflar.

bülent ersoy gibi 10 tane olsa ahmet altan - taraf Savcı hemen soruşturma açmış. Gazetelerin internet siteleri “tepki yağıyor” başlıkları atmışlar bile. Savaş isteseydi, alkışlayacaklardı. Barış istediği için lanetliyorlar. “Çocuklar ölmesin” dedi diye bir linç hareketi başlatmaya hazırlanıyorlar. İtiraf edeyim ki böylesine saygıdeğer bir cesareti bu toplumda az gördüm. Eğer bir tane Bülent Ersoy yerine on tane Bülent Ersoy çıksaydı, onun gibi şöhretini, kariyerini sırf “çocukları kurtarabilmek” için tehlikeye atmaya razı, onun çapında ve onun şöhretinde on insan çıksaydı, bu ülkede daha az çocuk ölürdü.

büyük bir cesaret yasemin çongar - taraf Birinin söylemesi gerekiyordu, Bülent Ersoy söyledi. Bir annenin oğlunu toprağa verirkenki acısını anlayıp anlatmak ona düştü. En yalın, en doğrudan, en sahici duyguları ifade etmenin en zor olduğu bir günde, büyük bir cesaretle, oğlu olsa “başkalarının savaşı” dediği bu savaşta ölmeye göndermeyeceğini dile getirdi. “Şehitler ölmez, vatan bölünmez” klişesinin klişe olduğunu teslim edip “Hep bunu söylüyoruz. Çocuklar gidiyor... Niye oyuncak oluyoruz? Niye köklü bir çözüm bulunmuyor?” diye sordu. Sorabildi. Bu soruları yüreğinde hisseden çok


anne-baba var bu ülkede. İş, yüreğindekini sorabilenlerin sayısının artmasında. Ancak o zaman bu savaşı bitirecek bir üslupla konuşmaya, barışın dilini kurmaya başlayabileceğiz.

bundan daha doğal ne olabilir oral çalışlar - cumhuriyet Bir sanatçı sonuç olarak insanların ölmemesini, savaşların olmamasını isteyen ve kendi düşüncesini açıklayan bir tutum ifade etmiş. Demokratik bir ülkede insanların askere gitmeme ve vicdani ret hakkı var. Kaldı ki Bülent Ersoy, insani bir duyarlık dile getirmiş. Savcının durumdan hemen vazife çıkarıp böyle bir soruşturmaya başlaması gerçekten demokratikleşme yolundaki Türkiye için pek de iyi sayılacak bir gelişme değil. İnsanlar sorunun savaş değil barışla çözüleceğini söyleyemeyecekler mi, buna hakları yok mu?

ersoy haklı, tartışmanın tam zamanı hülya gülbahar - KA-DER genel başkanı Bülent Ersoy çok haklı bir noktaya işaret ediyor. Konuyu klişelerin dışında soğukkanlı bir şekilde düşünmekte yarar vardır. Anayasa tartışmalarının da yapıldığı bir dönemde bu konunun da tartışma gündemine gelmesi yararlı olmuştur. Kişisel görüşleri ya da dinsel inançları nedeniyle vicdani ret ya da total ret haklarını kullanmak isteyen insanların Türkiye'de de olduğu bir gerçektir. Herhangi bir amaç uğruna ölmek ya da öldürmek istemeyen insanlar var. Dolayısıyla zorunlu askerlik kavramının tartışılmasının tam zamanıdır.

o derece açık sözlüydü fatih özgüven - radikal Hem Bülent Ersoy'dan bahsetmek istiyorum hem Türk sinemasından, ne yapmalı? O halde Bülent Ersoy'un o tarihi sözleri sarfettiği programda, her zamanki çikolata kutusu tuvaletlerinden birini giymediğini, hatta neredeyse Türkan Şoray'a ('Mine' zamanları?) benzediğini, üzerinde bir hoşluk olduğunu söyleyeyim. Tesadüf mü acaba? Ya yarın gider de şuursuzca bambaşka bir şey söylerse? Yapmadığı şey değil. Öte yandan, internette birileri 'bundan sonra gidip tam tersini söylese de kabulüm, farketmez' demiş. Bence de, o derece açıksözlüydü.

soruşturma şaşırtıcı değil murat belge - radikal Türkiye'de, savaşmak kötüdür, savaş adam öldürmek anlamına gelir, dediğiniz zaman halkı askerlikten soğutuyorsunuz. Soruşturma açılması sürpriz değil. “Halkı askerlikten soğutma” suçu dünyanın hiçbir yerinde demokrasiye de çağın gelişmesine de uygun değil. Bütün dünya artık 'savaşların faciasını ortadan kaldırıp barış içinde nasıl yaşarız' üzerine kafa yoruyor. Dünyadaki gelişimde birbiriyle savaşan devletlerin orduları kavramı değişti. Dünya düzenini bozan birileri her zaman olabilir, bu devletlerde polis bu görevi icra ediyor. Bizim 19. yüzyıldan kalma askerlik anlayışımız, ilelebet devam edecek gibi görünüyor. 'Halkı askerlikten soğutma' çağın ana akımlarına uymamaktadır.

Eskişehir, Pembe Hayat ve PiramidGL Diyarbakır'ın ortaklaşa yaptıkları basın açıklamasında “Bülent Ersoy'un cesaretini destekliyor, Hüsrev Kutlu'nun transfobisini kınıyoruz” dendi. Örgütlerin açıklamasında şunlar söylendi: “Transeksüelliği 'bir yerlerini kestirmek' zanneden milletvekillerinin olduğu bir ülkede transeksüel olmak gerçekten de zordur ve CESARET İSTER… Cinsiyet değiştirme sürecine sürekli vurgu yapılarak kadın varoluşunun yok sayılmasına rağmen bir transeksüelin dimdik ayakta kalması zordur ve CESARET İSTER… Fuhşa zorlanırken transek-süellerin varoluşuna sahip çıkması zordur ve CESARET İSTER… Transeksüelleri gecelere hapis eden bir zihniyete inat gündüz de var olmak zordur ve evet, CESARET İSTER… Yukarıda imzası olan bizler, Kutlu'nun açıklamasını kınıyor ve Bülent Ersoy'un bu ülkedeki bütün zorluklara karşı cesur ve güçlü bir figür olduğunu düşünüyoruz. Sayın Kutlu'nun hiçbir eşcinsel ve transeksüele eşcinsel, transeksüel varoluşunu NE UNUTTURMAYA NE DE ZORLA HATIRLATMAYA hakkı yoktur. Kutlu sadece, kendisi gibi düşünenlerin değil, toplumun her kesiminin milletvekili olduğunu unutmamalıdır. Kutlu, milletin vekili olarak insan haklarına duyarlı, vatandaşlarına saygılı olmak zorundadır. Sokakta konuşur gibi Meclis'te konuşmaya hakkı yoktur. Hüsrev Kutlu'nun yaptığı transfobik açıklamalarını geri almasını ve Bülent Ersoy başta olmak üzere bütün transeksüel yurttaşlarından özür dilemesini istiyoruz.” 4 Mart ATV'de yayınlanan 'Gazi' adlı dizide terhis olmuş bir gaziyle komutanının konuşmasında şu diyaloglar geçti: Komutan: Hani o canlı yayınlarda çıkıp, 'Oğlum olsa askere göndermem' diyorlar ya! Gazi: O p...... cüzamlıdan başka ne beklenir komutanım. Beklemek hata olur. 7 Mart Bakırköy Cumhuriyet Savcısı Ali Çakır, Bülent Ersoy hakkında soruşturma başlatılmasına karar verdi. Çakır Ersoy'a davetiye göndererek ifade vermeye çağırdı. 12 Mart Bülent Ersoy, sözlerinin “halkı askerlikten soğutma” suçu kapsamına girip girmediğinin araştırılması için başlatılan soruşturma çerçevesinde Bakırköy Adliyesi'nde ifade verdi. Ersoy, adliyeden ayrılırken gazetecilere yaptığı açıklamada, şunları söyledi: “Ne söylediysem aynen hissiyatımı, duygularımı, düşüncelerimi, devletin savcısına da ifade etmeye çalıştım.” 14 Mart Basında çıkan bir haberde şunlar yazıyordu: “Ersoy'un ifadesi sırasında, “Türk milletini ve Türk askerini seviyorum. Mal varlığımı Mehmetçik Vakfı'na ve Türk Eğitim Vakfı'na bağışladım" dediği öğrenildi. Bunun üzerine Savcı, Ersoy'dan belge istedi. Ersoy'un da "önümüzdeki günlerde bağış belgelerini savcılığa iletirim" dediği bildirildi.” 15 Mart Mehmetçik Vakfı'ndan yapılan açıklamada “Bizim kayıtlarımızda, Bülent Ersoy'a ait, menkul, gayrimenkul bir bağışa rastlanmadı" dendi. Bülent Ersoy yaptığı açıklamada bağışın vasiyetinde yer aldığını ve Türk Silahlı Kuvvetleri'ne yapıldığını söyledi ve "Bir insanın vasiyeti ölümünden sonra açılıp yürürlüğe konulması için son derece gizlilikle saklanmak üzere hazırlanır. Ben daha ölmediğime göre, böyle bir açıklama yapıldıysa buna bir mana veremedim. Kaldı ki ben vasiyetnamemi Mehmetçik Vakfı değil TSK adıyla maddelendirdim" dedi.

07


spor

bütün kızlar toplandık Yaş sınırı yok... Boy sınırı yok... Kilo sınırı yok... Kılık kıyafet sınırı yok... Bu turnuvada kuralları kadınlar belirliyor... Bu yıl 20.si düzenlenen turnuvaya Viyana'nın lezbiyen/queer voleybol derneği Marantana ikinci kez ev sahipliği yaptı. Toplam dört gün süren turnuvada maçlar sadece haftasonu yapıldı. Almanya, Belçika, Hollanda, İngiltere, Fransa ve Avusturya'dan toplam 44 takım, 400 oyuncu turnuvaya katıldı. İki gün boyunca dört ayrı spor salonunda çekişmeli maçlar oynandı. “En İyi Takım” (A+) kategorisinde final karşılaşması Hamburg'dan “Elbperlen” ile Amsterdam'dan “Netzo” takımları arasında yapıldı. Maç tam bir curcunaydı, turnuvaya katılan takımlar bu sefer tribünlerde taraftar olarak yerlerini almışlardı. Profesyonel lig maçlarını hiç aratmayan bir final maçı sonunda kazanan taraf Almanya oldu. Dört gün boyunca turnuvada resim çekip notlar alan bendeniz, bu güne kadar hayatında, bırakın lezbiyenini, hiç bu kadar çok kadını bir arada bir etkinlikte görmemişti. Katılımcıların yaş ortalaması 35, boy ortalaması 1,70'ti ve oyuncuların çoğu yıllardır turnuvaya katıldıklarından birbirlerini tanıyorlardı. Eh, ben de boş durmadım; resimler çektim, röportajlar yaptım.

anıl üver

"voleybol almanya'da çok oynanan bir spor"

viyana / 21-24 mart

20. VOLEYBOL TURNUVASI

AVRUPA LEZBIYEN/TRANSGENDER

08

Şampiyon takımın oyuncularından Anne Weiss beni kırmadı ve sorucuklarımı yanıtladı. Ne zamandan beri voleybol oynuyorsun ve turnuvaya katılıyorsun? Tam olarak hatırlamıyorum, ama turnuvaya 16 yıldır katılıyorum. Yani ilk turnuvadan beri katılanlardansın. Evet, benim gibi yıllardan beri turnuvaya katılanlar var. Mesela finaldeki rakibimiz “Netzo” takımında oynayanların birkaçını çok iyi tanırım. Sizler bu turnuvaya ev sahipliği yaptınız mı? Evet, Münih'te organize etmiştik 1990 yılında. İki yıl önce de Hamburg'da organize edilmişti. Viyana'daki organizasyonu nasıl buldun? Harikaydı. Aslında katıldığım bütün turnuvalarda organizasyonlar harikaydı. Ev sahipliği yapan takımdaki kadınların sevgi ve itina ile her şeyi ayarlamaları çok güzel. Tek fark, geleneksel olduğu üzere akşam yemeklerinin birlikte yenmemesi oldu; bu da büyük bir sorun değil, zira böylesi büyük bir turnuvayı organize etmenin kolay olmadığını biliyoruz. Diğer yandan, maçları tek bir spor salonunda oynayabilseydik ya da izleyebilseydik daha güzel olurdu. Tabii bu da organizesi kolay olmayan bir iş, çünkü turnuva ilk zamanlara oranla çok büyüdü. Ayrıca, büyük şehirlerde de çok geniş oyun alanına sahip spor salonları bulmak her zaman mümkün olmuyor. Finali kazandınız ve bu seneki turnuvada A+ kategorisinde şampiyon oldunuz. Duyguların nedir? Muhteşem bir duygu. Netzo çok profesyonel bir takım. Takımda Hollanda profesyonel liginde oynamış oyuncular da var. Maç, taraftarlar için de bizim için de çok heyecan vericiydi, atmosfer güzeldi. Netzo ile yaptığımız maçlar zevkli oluyor, bir onlar kazanıyorlar bir biz kazanıyoruz. Listeye baktım ve Almanya'dan katılan

B+ kategorisinde birinci olan Almanya'nın Dresden şehrinden Queerpass Dresden'le ben...

takımların ezici çoğunluğu dikkatimi çekti: 26 takım. Bunu Almanya'nın büyük bir ülke olmasına bağlayabilir miyiz? Bu yıl turnuvaya Münih, Hamburg, Köln, Bremen, Dresden, Düsseldorf, Stuttgart ve Berlin şehirlerinden takımlar katıldı. Bu aslında ülkeden ülkeye de değişiyor. Bir ülkede bir sporun ne kadar sevilip oynandığı veya izlendiğiyle de alakalı. Voleybol Almanya'da çok oynanan bir spor. Ama mesela İngiltere'de değil. Londra'dan katılan takımlar, ilk başta çok zorlandılar takım kurmakta.

"organizasyonu çok iyi buldum" Bu kısa röportaj için Anne'e teşekkürler edip gelecek turnuvalarda başarılar diledikten sonra bir başka takıma doğru yöneldim. Yine son derece başarılı bir takım olan “BGS Poulettes”ten Susana Perez Diaz da sorucuklarımı yanıtlama nezaketini gösterdi. Maçlarınızı izledim, takımınız oldukça iyi. Takım hakkında kısa bilgi verebilir misin? Bizler 1991'den beri faaliyet gösteren ve merkezi Brüksel'de olan bir spor kulübünün parçasıyız. "BGS" Brüksel Gey Sporları'nın kısaltması. Yaklaşık 400 kadar üyesi var ve çoğunluğu kadınlar. Kulüpte altı çeşit spor dalı var; ama kadınların çoğu tenis ya da bedminton gibi sporlarla ilgileniyorlar. Kulübümüz tamamen karışık; lezbiyenler, geyler. Antrenmanları birlikte yapıyoruz, organizasyonları birlikte yapıyoruz. Ben ise beş yıldır kulüp başkanlığını yürütüyorum.


Belçika'dan BGS Poulettes takımıyla birlikte ben.

Ne zamandan beri turnuvaya katılıyorsunuz? Eğer doğru hatırlıyorsam, Amsterdam'da başladık, yani turnuvaya en azından on yıldır katılıyoruz. Viyana'daki organizasyonu nasıl buldun? Ufak sorunlar yaşadık, ama genelde çok iyi buldum. Seremoni sonunda, gelecek turnuvanın Belçika'da yapılmasına yönelik tezahuratlar yapıldı. Hmmm, demek beni bunun hakkında konuşturacaktın. Hayır, bir şey söylemeyeceğim. Dürüst olmak gerekirse, bize yaptıkları bu baskı hiç de adil değil. Daha önce bize hiçbir şey söylenmedi. Eğer iki ay ya da iki hafta önce bize gelip deselerdi ki, "Biliyoruz, geçen sene başvurmuştunuz ama olmamıştı. Bu sefer gönüllü başka takım yok, seneye organize etmek ister isiniz? " O zaman düşünmek ve yanıt vermek için zamanımız olurdu. Ama son gün gelmek ve herkesi de bizim organize etmemiz için yönlendirmek bence haksızlık. Samimi söylüyorum, bu gerçekten dürtükleyici bir olay, sanırım biz organize edebiliriz ama kesin bir yanıt veremem, çünkü bunu yapıp yapamayacağımızdan emin olmak için maddi olanakların kontrol edilmesi lazım vs. Normalde gelecek turnuvanın organizasyonu için takımlar önceden kendileri başvururlar. Böylelikle bir sonrakinin nerede olacağı bilinir. Bu sefer bir takım yoktu, ama bize de önceden bir şey söylenmedi. Belli ki tezahüratlar sizi cesaretlendirmek için yapıldı. Bu çok büyük bir iş. O gün de dediğim gibi, asıl mesele bizim bir derneğin parçası olmamız. Biz zaten her Eylül ayında bu turnuva kadar büyük, 3 ayrı spor dalında bir turnuva organize ediyoruz. Aynı yıl içinde iki büyük turnuva organize etmek bizim için çok büyük bir iş. Bunu yapmak istemediğimizi söylemiyoruz, sadece bunu yapıp yapamayacağımızı değerlendirmek için zamana ihtiyacımız var.

"elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalıştık" Susana'ya da bu kısa sohbet için teşekkür ettikten sonra kayıt cihazımı organizatör takım “Marantana”dan Lilly Axster'e yönelttim. Sevgili Lilly, kaç yıldır Marantana'dasın? 16 yıldır. Bu ikinci organizasyonunuz. İlk organizasyon ile bu yılkini karşılaştırırsan... İlkini bundan 14 yıl önce yapmıştık. O zamanlar turnuva biraz daha küçüktü, yaklaşık 300 katılımcı vardı ve bütün maçları çok büyük bir spor salonunda düzenleyebilmiştik. Onun dışında hemen hemen her şey aynıydı. İşte, takımlara, kayıtlar vs hakkında bilgilerin olduğu davetiyeler göndermek gibi prosedürler. Ama en zoru ve en çok zaman alanı, oyunların oynanabileceği büyük spor salonlarını ayarlamak oluyor, çünkü aynı tarihte boş olan salonlar bulmak hiç de kolay değil ve bu nedenle

araştırmalara hemen başlanması ve salonların en az bir yıl önceden rezerve edilmeleri gerekiyor. Görev dağılımı yaptınız aranızda... Evet, kimimiz salonları ayarladı, kimimiz katılımcıların kalacak yerlerini, kimimiz takımların oyun planlarını, kimimiz kapanış partisini... Peki, turnuvaya sponsor ararken ne gibi zorluklar yasadınız? Mesela, lezbiyen/queer bir turnuva düzenlediğiniz için geri çevrildiğiniz oldu mu? O zamanlar çok iyi hatırlamıyorum; ama bir keresinde bir bankadan sponsor olmalarını istemiştik, orada da bunun lezbiyen/queer bir turnuva olduğunu söylemememiz tavsiye edilmişti. Bu sefer böyle bir şey yaşamadık. Gerçi ben sponsor aramaktan sorumlu değildim, ama bununla ilgilenen arkadaşımız mektuplaşmalarda bunun lezbiyen/queer bir turnuva olacağını açıkça yazmıştı. Bizler de salt bu nedenle sponsor bulamayacağımızı düşünmedik. Bu bence daha çok aktiviteyle ilgili. Voleybol için firmalar sponsorluk yapmaya pek meyilli değiller. Turnuvaya sadece Almanya, Belçika, Hollanda, İngiltere ve Fransa'dan takımlar katıldı. Ama biliyorum, Marantana daha çok ülkeden katılım bekliyordu. Evet, gerçekten yazık, bu beklentimiz gerçekleşmedi. Doğu Avrupa'dan ve Türkiye'den de takımların olması bizi çok sevindirirdi. Macaristan, Romanya, Polonya, Yunanistan gibi ülkelerdeki gruplara da davetiyeler gönderdik. Hatta senin yardımınla Türkiye'dekilere de ulaşmaya çalıştık. Ama her sene katılan takımların dışında başka takımlar gelmedi. Oysa turnuvanın ekstra rezerve edilen bir bütçesi var. Bununla gelmek isteyip de ulaşım, vize gibi birtakım masrafları karşılayamayacak olan takımlara yardım ediliyor. Ama maalesef bu yıl bu isteğimiz olmadı. Bu organizasyonda en kötü ve en güzel deneyimin ne oldu? İnsanlar gelip de birtakım önemsiz şeyler hakkında şikayet ettiklerinde hiç de hoş olmuyor. Bizler sonuçta profesyonel seyahat acentesi ya da organizatörler değiliz, olmak gibi de bir amacımız yok. Sadece elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalıştık. En güzel tarafı ise, ortamın sıcak olması, herkesin geldiğine memnun olması, uzun zamandır görmediğin arkadaşları tekrar görmek... Bütün bunlar harika!

dilerim ki... Sevgili arkadaşım Lilly'e de teşekkür ettikten sonra paparazzilik görevime biraz daha devam ettim. Gönül isterdi ki “Amsterdam'ın Laleleri” (Tulips of Amsterdam) ve “Fransız Öpücüğü” (French Kiss) takımlarıyla da sohbet edeyim. Ama takımların çoğu evlerine dönmüşlerdi. Ben de yine, disiplinli oyunlarına hayran kaldığım, beş yıllık bir geçmişe sahip olan “Queerpass Dresden” ve Almanya'da kurulan ilk lezbiyen/queer takımlardan; yirmi yıllık bir geçmişe sahip olan “Amazonlar” (Amazonen) takımlarıyla lafladım. Umarım gelecek turnuvalarda Türkiye'den de takımlar olur, İstanbul ya da Ankara'da böylesi bir turnuvaya ev sahipliği yapar. Amen. Organizatör takım Marantana

09


kahvehane sırf yazılmak için değil

okunmak için de

ayşe düzkan ayseduzkan@hotmail.com

yüzüncü sayı… vay be, o kadar mı oldu? yani yüz sayıdır, yok sayılanlar birbirinin varlığından haberdar olmuş, yüz sayıdır piyasanın, kimsenin meydan okumaya cesaret edemediği çelikten kurallarını bile hiçe sayan inat; yani bütün devrimlerin hammaddesi galebe çalmış… çatlasınlar! bağımsız bir dergide, ilan verenlerin çıkarları, patronun öncelikleri, diğer okurların dar mezhebi gibi sebeplerle okuyamadığınız haberlere, bilgilere, görüşlere ulaşabilirsiniz. editörler daha özgürdür, yazarlar ellerini korkak alıştırmamıştır. iyidir yani, yazmak da okumak da insanı tazeler.

bağımsız bir dergi, gerçekleri yazan bir dergidir. bizi de ilgilendiren gerçekleri. o yüzden incil'den beri bütün bağımsız yayınlar 'burada anlatılan senin hikâyendir' şiarıyla yazılmıştır. ama kendi hikâyemizin o kadar içindeyizdir ki, onu ilk bakışta tanıyamayabiliriz. tıpkı hiç dışına çıkmadan hapsedildiğimiz bir evi damından tanıyamamamız gibi. o yüzden, sen de bize, kendi hikâyemizi anlamamızı ve tanımamızı kolaylaştıracak, kendi hikâyeni ya da kendin, benliğin olacak kadar iyi bildiğin başka hikâyeleri anlat. ama ne olur bunu yaparken habire kendinden bahsetme; ki senin hikâyendeki kendimizi görebilelim.

ve yazdıklarını sıkılmadan okuyabilelim. hepimiz, geçen sabah yaptığımız sakarlık, biranın köpüğüne olan bağlılığımız, en sevdiğimiz reçel, kepçe kulaklara olan alerjimiz gibi kendimizle ilgili eften püften konuları zevkle dinleyecek insanların olmasını isteriz. zaten gerçek dostluğun, aşkın ve benzeri insani yakınlıkların yarattığı büyü, sevdiğimiz insan hakkında bu türden yüzüncü sayımızda bağımsız yayınlarda yazan ayrıntıları sıkılmadan dinleyecek muhabbeti sunar bize. arkadaşlarımla yarım yamalak da olsa edindiğim bu ama bu muhabbet hiç tanışmadığımız okurlarla tecrübeyi paylaşmak istiyorum. aramızda mevcut değildir. o yüzden, sevgili yazar bağımsız medyanın ruhu özgür, kardeşim, eğer en azından henüzvicdanı hür yazarı, sana ilk bir magazin figürü değilsen, hatırlatmak istediğim şu örneğin; yazında anılan üslup olayı olacak; imaj hiçbir şeydir, şarkıcının ilk albümünü ilk sevgili yazar arkadaşım, üslup bilgiye duyulan susuzluk dinlediğin gün üzerinde yapma, üslup yapmaya takılma, bu bir yazarın ise her şey. yani, şu ara olan tişörtü ve içinde olan samimiyetini silen şeylerin başında gelir. herkesin başkalarıyla paylaşman duyguları sakın tarif kullandığı ifadelerden kaçın, herkesin anlayabileceği gereken bilgi ve fikirlerin etme. bunları kaleme şekilde yaz. bu yeter. yoksa lütfen... bir sonraki dökmeden duramıyorsan, örneğin, eğer gülben ergen veya demet akalın sayı yazarsın. arkadaşlarına mektup yaz değilsen ve olmayı düşünmüyorsan, 'adına' demekten kuzum. sonra, eğer yazılarının kaçın, şu mütevazı 'için' inan ki onun kadar etkilidir. akılda kalmasını istiyorsan bağımsız dergileri, 'tadında', 'kıvamında' gibi benzetmeleri ne kadar sık sevgili yazar arkadaşım, piyasaya adım atmak için duyduğunu fark ediyor musun? derdini anlatırken yazmak için değil, bir basamak olarak görme bunlara başvurmak yazını sıradanlaştırır. bir de şey, okunmak için yazmaya nolur; piyasaya meydan yazıda argo ve küfür kullanmanın tabu kırmak öncelik ver. bir yazı, okumak için bas ayağını anlamına geldiği zamanların üzerinden elli yıl falan yazarken seni buraya. geçti. hani yapma demiyorum da, bunu bilerek yap. eğlendirebilir, ve unutma, yazarken sık sık 'dair' demek seni şiirsel bizi şaşırt, zorla, kendini rahatlatabilir, içini kılmaz. evet, nazım hikmet de bu kelimeyi pek sık zora sok ama dökmeni sağlayabilir. kullanmış ama inan ki şair kişiliği bundan sıradanlaşma. bunları günlüğünle paylaş. kaynaklanmıyor. ama bir dergide basılacak ve nolur, bu derginin; inat sonra, duygu yerine his; his yerine hissiyat; fikir yazı, yazanı değil ve emekle çıkartılan yerine fikriyat demek seni daha derin kılmaz. lütfen, okuyanı rahatlatmalı, herhangi bir bağımsız sadeleş. bak göreceksin, süslenmemiş fikirlerinin bilgilendirmeli, derginin her satırının, her sağlamasını almak da daha kolay olacak. eğlendirmeli sayfasının kıymetini bil. değil mi? ben şanslıydım, yazmaya bağımsız yayınlarda başladım, doğru düzgün yazmayı da oralarda öğrendim. daha sonra, yine oralarda daha önce hiç makinenin başına oturmamış insanların gayet güzel yazı yazmalarına şahit, elimden geldiğince de destek oldum.

10

bir de; yazı yazandan bağımsız bir varlıktır, ona lütfen bu varoluş hakkını tanı, yazıya, kendini tanıtmak ve ifade etmek için değil, fikirlerini ve bilgilerini aktarmak için başvur. yazıyı kendine, benliğine alet etme.


yeryüzü

küçük bir kutlama yazısı murathan mungan Sancılı yılların çetin koşullarında “fanzin” sayılarından başlayarak, kendi içinde epey yol alan, okurlarını ve yol arkadaşlarını yaratarak ilerleyen, birçok konunun konuşulmasında, dile getirilmesinde, tartışılmasında önemli katkı ve yarar sağlayan Kaos GL dergisini, 100. sayısı nedeniyle kutlamak isterim. Sebat, mücadele direnci, tutum sürekliliği, gelişme arzusu ve var olma ısrarının bir harekete neler kazandırabilmiş olduğunu derginin serüveninden izlemek mümkün. Cinselliğin politik düzlemde konuşulup tartışılmasında, eşcinselliğin örgütlü bir mücadele biçimine dönüşmesinde önemli bir buluşma noktası oluşturan Kaos GL'nin dergicilik açısından da önemli bir dönemeç aldığı kanısındayım. Birçok konuda olduğu gibi, cinsellik konusunda da dünya gündemini geriden takip etmek zorunda kalan bir ülkede, tartışma basamaklarının çoğu kez alçak eşiklerden başlaması kaçınılmazdır. Cinsellik bağlamında hem ülkeye özgü sorunlarını konuşmak, hem dünyadaki gelişmeleri yakalamak her zaman mümkün olamaz. Çoğu kez koşullar gereği bir yandan en ilkel sorunlarla boğuşurken, çağıyla örtüşen bir yeryüzü söylemi tutturabilmek, bir politika geliştirmek; dünyanın en köklü, en çetin, en teçhizatlı düşmanlık çeşidi olan homofobi karşısında sadece halkanın dışındakilerle değil, halkanın içindekilerle de mücadele etmek kolay değildir. Umarım hem bir hareket, hem bir dergi olarak Kaos GL yolun bundan sonrasında daha gelişkin, daha donanımlı ve güçlenmiş olarak yoluna devam eder ve diyelim 1000. sayısına geldiğinde, dergi artık çağına yakışır sorunlar hakkında konuşuyor, söz alıyordur.

tarihimizi kendimiz yazıyoruz yıldırım türker Merhaba. Artık bu dergide yazacağım. Çıktığı günden beri sevinçle izlediğim; kimileyin beni öfkelendiren, kimileyin coşkuyla gönendiren ama her sayısını gördüğümde mutlaka sevindiğim Kaos GL'de. Bu dergide, gey olmanın imkânları üstüne düşüneceğim. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde, gençyaşlı, çalışan-işsiz, sevgilisi olanyalnız, varsıl-yoksul gey olmanın bize sunulmuş kalıpları üstüne hep birlikte düşünmekte yarar var çünkü. Birbirimize kulak vermekte. Gey olma halinin geniş alanına cinsellik odaklı siyasi militandan evli kaçamakçı örtük eşcinsele kadar çeşitli varoluş biçimleri giriyor. Doğal olarak gey olmanın yollarını tartışırken bizi kuşatan heteroseksist dünyanın düsturlarını da didiklemek, hayatımızı iğdiş etmeye ant içmiş olan o zulüm dilini biçimden biçime girdiği bütün deliklerden çıkarıp hayatımızı sakınmamız gerek. Çünkü gey olmak, bütün olmaklar gibi politik bir sorunsaldır öncelikle. Yıllar önce, 'Bir kadın bir kadını sever, bir erkek, bir erkeği sever. Kuracağımız ikinci cümle mutlaka politik olacaktır' derken anlatmaya çalıştığım buydu.

Çünkü hak ve özgürlüklerden, eyleyen bir kimlik edinebilme mücadelesinden söz ediyoruz. Sözgelimi, sivil bir Anayasa'nın yanındayız. Bu konuda AKP'nin topluma vermiş olduğu sözlerin takipçisi olmak zorundayız elbet. Ama AKP'nin gözbebeklerinden, TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu'nun partisi ve kendisinin kırmızı çizgisinin nereden geçtiğini belirtmek için kullandığı örnek olduğumuzda şaşırmayacağız. ('Eşcinseller de eşitlik istiyor, verecek miyiz? Tabii ki vermeyeceğiz!') Çünkü bu topraklarda, hak ve özgürlükler mücadelesi ne kadar yükselse de geyler teferruat, can sıkıcı bir batılılaşma sorunu olarak görülecektir. Buna hazırlıklı olmak zorundayız. Sevilmediğini, kabul görmediğini, küçük görüldüğünü, alay malzemesi, küfür barutu olduğunu bile bile sesini dolaşıma sokmak, evet açıkca söyleyelim, cesaret ister. Bu efendiler, onlardan öncekiler ve büyük ihtimal onlardan sonra gelecek olanlar gibi, bizim hak ve özgürlüğümüzü onlardan dilendiğimizi düşünüyorlar elbet. Oysa biz onlardan haklarımızı talep ediyoruz. Özgürlüğümüzü kendimiz kazanacağız. Siyasetin dili, başımızı dik tuttuğumuzda devreye giriyor. Kaos GL'nin 100. sayısı hepimize kutlu olsun. Artık tarihimizi kendimiz yazıyoruz.

11


yeryüzü

haydi gel bizimle ol sürmelican surmelican@kaosgl.org

12

Lambaistanbul'da çalıştığım dönemlerde birçok akademisyen, araştırmacı, öğrenci vb. bilim insanıyla tanıştım. Bunlardan biri, adli tıpta çalışan bir kadın görevliydi. Hararetli toplantılarımızdan biri sona erdiğinde bana, “bak ben bu kitabı okudum, sen de mutlaka oku” demişti. Aktivistlerle akademisyenler arasında çıkan büyük tartışmaların ardında yatan nedenlerden biri, bu gibi üstten dayatmacılıktır. Bana tavsiyede bulunan araştırmacının niyeti elbette kötü değildi. Önerdiği kitapsa “Eşcinselliğin Doğal Tarihi” adlı, Francis Mark Mondimore'un kitabıydı (şu anda bu kitabı ara ki bulasın). Bu kitabın onda bu kadar heyecan uyandırmasının nedeni ise etkileyici anlatımıydı. Kitap gerçekten bir eşcinsel tarihi antolojisiydi. Yani gerçek bir hazine. Özellikle ülkemizde çıkan bu gibi eserlerin azlığını düşününce, türünün en iyi Türkçeleşmiş örneği olduğunu söyleyebilirim. Benim araştırmacıya tavrımsa biraz mesafeli ve asabiydi. Çünkü ben o kitabı okuyalı yıllar olmuştu. Nerdeyse her sayfasını ezberlemiştim. Bana emir kipiyle sözde tavsiye boyutunda kitap önerilince de gücüme gitmişti. Aslında kendisine, “hanımefendi ben eşcinselliğin kitabını yazarım” demek geldi içimden ama efendilik yine bende kalsın dedim kendi kendime. Peki, neydi beni bu küstahça çıkışa iten? Nereden geliyordu bu birikim? Elbette bu konu hakkında düşünmekten. Sadece düşünmek değil, onu her şeyiyle özümsemekten. Bir eşcinsel aktivist için eşcinsel olmak, ne bir tez konusuna sığdırılacak kadar hafif, ne de bir yatak edimine sıkıştırılacak kadar sığdır. Aynı dönem bir arkadaşımla sohbet esnasında geçen, eşcinsel hareketin kısır bir kimlik arayışına dönüştüğü inancı sonrası yaşadığım sinir krizi de bunun bir yansımasıydı. Hâlbuki ona anlatmak istediğim şuydu: Eşcinsellik üzerine sürekli kitaplar yazmak, filmler çekmek, şarkılar söylemek, konuşmak, tartışmak ve ona dinamizm katmak sığlık değildir. Çünkü eşcinsel hareketin de, diğer tüm ideolojilerde olduğu gibi çevresine göre kendini merkeze alan ve her şeye eşit bakan bir ideolojik dünyası vardır. Belki beni asıl sinirlendiren, üzerine defalarca düşünülmüş ve referans alınmış birçok hareket varken, bizimkinin tekrarlandıkça değerinin yitiriliyor görülmesiydi. Bir kitapçıda gördüğüm “Marksizm'e dair mutfak sanatları” kitabı, bu hezeyanıma tercüme olurken, eşcinsellikle ilgili her hangi bir yapıtın sürekli ve/veya süreli çıkması neden birilerini rahatsız eder, canını sıkardı. Sanırım bunun cevabını hepimiz biliyoruz: Heteroseksizm. İşte son günlerin meşhur sloganıyla “ezber

“Yine özgürlük! Yine senin bayrağın, yırtılmış ama uçuyor, Rüzgâra karşı yıldırım gibi dalgalanıyor.” Lord Byron bozmak” bu yüzden bizim işimizdir. Çünkü nasıl feminizm tüm erkek tarihine bir kadın bakışı, dili, öznesi getirmişse, eşcinsel hareket de heteroseksüel dünyaya bir farkındalık katmıştır. Bu, elbette sancısını da yanında getirmiştir. Kimi zaman muzır görülüp poşete konan Kaos GL dergisi, kimi zaman kapatılmaya çalışılan Lambdaistanbul derneği, bu sancının tezahürleri olarak yaşamımızda yer etmiştir. Eşcinsellerin özel ve kamusal hayatının cehenneme çevrilmesini hiç hesaba katmıyorum. Belki o yüzden Kaos GL'yi inatla okuyor, sahipleniyoruz. Sahiplenmeliyiz. Biraz “iktidar” sahibi olmak adına okumak, her ne kadar bir orta sınıf alışkanlığıyla paralellik gösterse de, eşcinsel hareketin bir burjuva geçmişi olduğu yok sayılamaz. Bizi okumaya iten, düşündüren, politika üretmeye yönelten de bu hukukumuzdur. Acısını arabeskleştirmeden vakar bir tavırla kitlesine seslenen Kaos GL, bunun en somut göstergesidir. Beylik laf ebelikleri yerine, kendi tarihine sahip çıkmayı bilmiştir Kaos GL. Belki biraz kaçamak ama alttan derin bir oyuk kazarak sistemi alt etmeyi başaran eşsiz rehberdir. “Biz de insanız” zavallılaşmasından uzak, mağduriyeti mücadeleye dönüştüren bir akımdır. Belleğimize kendini bir dergiyle yer etme nedeni, sebebidir. Üstelik bu sözde sığlığın ötesinde, dimağı açan bir anahtar olarak bize sayısız kapı açması da cabası. Arzu edilen nihai ülkümüz bir yana, sekter kimi örgütler gibi aşırılığa kaçmadan, kendi kimlik sorununu anlatma gayesinde olan eşcinsel hareket ve özneleri, zamanla içlerinde bir takım sorunlar yaşamadı değil. Bu da zaten sorunun sadece sınıfsal değil, psikolojik yanı olduğunun bir belirtisiydi. Hâlbuki bu belirti üzerinden çıkış yapan eşcinsellerin hasta görülmesi, bir heteroseksizm ezberiydi. Oysa zihniyet sorununu aşmak, gerçeğe giden yolda cesur adımlar atmayı gerektiriyordu. O yüzden eşcinseller bir varoluş sorunuyla insanlığın karşısına çıktı. Her ne kadar bunun cinsel, toplumsal, sınıfsal yanı ağır bassa da sorunun özüdür aslında: Var olmak. Hayatta bir karşılığını bulmak. Belki küresel düşünüp yerel davranmak. Belki başarmak adına çeşitlilik barındıran ittifaklar yaratmak. Hepsi bu kurtuluşa özlem. Hepsi, bu mücadele azminin bir tercümesi. Trikotaj atölyesi gibi savrulmamızın nedeni belki. Hep yere sağlam basma isteği. Hiçbir şeyin gediklisi olmadan ayakta kalma mücadelesi. Sezen ikiyüzlülüğüyle Ajda yapaylığında gidip gelmelerdir biraz bu mücadeleyi anlamlı kılan ya da bir onur savaşıdır, bu sonlanmayan filmin kısa alt yazılarında kalan. Şimdi artık zoraki tecrübelerden sıyrılma, hoşgörü delaletinden arınma vaktidir. Devir, yüze aşkın sayı çıkaranların; gün, tüm ezilenlerindir. Gelecek ise, bir olanların. Haydi, gelin bir olalım. Gelin, Kaos GL okuyalım.


yeryüzü

buluşma

aksu & tanıl bora bora.aksu@gmail.com & tbora@iletisim.com.tr

Kaos GL dergisini tek bir sözcükle tanımlamamız gerekseydi, bu sözcük “buluşma” olurdu. Hem farklıyız, hem de birbirimizle ilgili Bir araya gelmek istiyoruz Birbirimize söyleyeceklerimiz var Birbirimizi dinlemek istiyoruz Kendimizi kendimize kapatmak istemiyoruz Bazen dosta yaranı göstermek, iyileşmenin başlangıcıdır Birbirimizin acısını duyabiliyorsak, umut var demektir Birlikte gülebiliyorsak, umut var demektir Buluşma, böyle bir şeydir. Ancak buradan başlayarak politika yapabiliriz, değilse, yaptığımız şey mevzi savaşıdır. Kaos GL dergisi ile buluşmak, bizim için böyle bir şey. Yüz sayı olmuş. Daha nice sayılara; hep böyle dik, hep akıllı, hep eğlenceli…

mahreme elde kazmayla dalıvermek nazik ışık nyisik@gmail.com

Bu sayıya iki satır olsun yazmak için acayip bir telaşa düştüm. Dün Uğur'un, “Zaman bulup da yazamadın di mi?” diyen e-postasını aldığımdan beri… İçimdeki kıpırtı, “Bu sayı bensiz olmasın” diye seslendi gün boyu. Aslında bir durup saysan, Dergi'ye bir şeyler yazdığım sayı 2-3'ü geçmez. Sanki bundan önceki 90 küsur sayı bensiz çıkmamış gibi… Bir telaş içimdeki. Ama bir de şu tarafından bakalım: O fotokopiyle çoğaltılan bültenlerden başlayarak, “Valla, aferin çocuklara, yine çıkardılar” diyerek takdir etmekten ibaret de olsa, çıkmış sayıların hemen hepsinde duygudaştım. Bu anlamda oradaydım. Peki bu sayıda da bu içinden içinden takdirle yetinemez miydim? Yok, gerçekten olmaz. Bu kez illa iki satırım olacak. Şöyle demek için: “Merhaba! 100.sayıda bir merhabası olsun olanlar arasında bulunmayı çok istedim. Çünkü, bu sayı bir tarihe bir virgül atış. Ben de bu virgül atılırken burada, yanınızda olmak, sizinle olmak, sabrınız, çalışkanlığınız ve başarınızdan gurur duyuyorum diyebilmek istiyorum. Gözlerimi yaşartıyorsunuz. Başardınız, 100. sayıya vardınız. Ayaktasınız. Ve, devam ediyorsunuz. Sizi çok çok kutluyor, daha nice başarılı çalışmalar diliyorum.” Bu vesile ile, uzun zamandır durup durup dile getirdiğim, beni içten içe inciten bir konuya değinmek istiyorum. Kadın toplantılarında hep bir, bilemedin iki lezbiyen kadın olur aramızda. Bu bir-iki kadın da, daha tanışma aşamasından başlayarak “lezbiyen” olduklarını söylemek zorundadırlar. Sadece onlar cinsel yönelimlerinden söz ederler. Etmek zorundadırlar.

Başka da kimse, “heteroseksüelim” falan demez, demek zorunda da değildir zaten. Bu “zaten”in anlamı, cinsel yöneliminden, cinsel kimliğinden söz etmeyenin derhal “heteroseksüel” sınıfına yazıldığı gerçekliğidir. Bir lezbiyenin “lezbiyenim” demeden bir kadın toplantısına katılması, onun cinsel yönelimini olduğundan farklı bir yere kodlayıvermemiz demektir. O susarsa, bu dünyadaki tüm kadınların aynı cinsel yönelime sahip olmayabilecekleri gerçeği de sessizleşir. Lezbiyen olanımız oradadır, ama aynı zamanda yoktur. Bu beni hep incitti, incitiyor. Hep şöyle düşünüyorum: Neden benim varlığımın fark edilmesi için söylemek zorunda olmadığım bir şeyi eşcinseller söylemek zorundadır? Biliyorum, “Ne var bunda, bu zaten böyle bir şey, görünürlük için söylemek zorundayız”, diyorsunuz içinizden ya da sesli olarak. Tabii, öyle, ben de bunu biliyorum, buna çok tanıklık ediyorum. Bunun adı, “Söylemeden var olamamak” olsa gerek. Bir anlamda da “mahreme elde kazmayla dalıvermek”. Ve, o kazmanın vurduğunu her duyduğumda, inciniyorum. Suratıma bu anlamdaki ayrımcılığım çarpıyor. Çok utanıyorum. Elbette biliyorum, kadın hareketinden, ayrımcılığı aşmanın yolu hep uzun. Hayal ediyorum: Bir gün, “KAOS GL adına buradayım” demek yeter olacak. Bu ses, bu sesin sahibinin yönelimi, cinsel kimliği her ne olursa olsun, bu dünyanın sadece heteroseksüellere ait olmadığını, farklıların da var olduğunu anımsamaya yetecek. 100. sayıda, KAOS GL'nin böyle bir simge haline gelmesini diliyorum. Ankara, Nisan 2008

13


yeryüzü

alternatif habitat düşleri zeynep aksoy z_aksoy@yahoo.com

14

Uzun zamandır yaşadığım şehirden (İstanbul) memnun değilim. Bu ülkedeki demokrasi, kültür ve farklılık yoksulluğundan doğduğumdan beri şikâyetçiyim zaten; ama son yıllarda, özellikle de İstanbul'un gerçek metropollere benzer bir yapıda gelişme göstermesiyle birlikte “lezbiyen görünmezliği” de iyice batmaya başladı bana. Kendimi her zamankinden daha yalnız, daha izole hissediyorum. Bir sürü gey ve lezbiyen arkadaşım var, yalnızlığım sosyal çevremle değil, şehrin dokusunun özellikle lezbiyenleri içine almamasıyla ya da lezbiyenlerin görünmezliği seçip şehre nüfuz edememeleriyle ilgili daha çok. Evden çıkıp Beyoğlu'na her uzandığımda Cihangir'deki küçük kafelerin, Çukurcuma'daki antikacıların ve ikinci el eşya satan butiklerin, güzel kitapçıların önünden geçerek Tünel'e çıkarken kendimi New York'un aşağı doğu yakası'nda ya da Londra'nın Soho'sunda kadar “evimde” hissetmeme yetecek kadar alternatif kültür oluşumu göstergesine rastlıyorum; ama eksik olan bir şeyler var: El ele dolaşan kadınlara rastlamıyorum. Çok ender el ele dolaşan erkeklere rastlıyorum. Bazen de el ele dolaşan travestilere. En çok rastladığım ise şehrin daha “homojen” semtlerinde rastladığımın aynısı: El ele erkek ve kadınlar ve sık sık da bebekleri. 15 milyonluk şehrin alternatif yaşam biçimlerinin toplanmış olduğu varsayılan semtinde bile hayat “çekirdek” familya etrafında dönüyor. Eşcinsel hareketin bu ülkede 90'lı yıllardan bu yana harcadığı olağanüstü çabadan ve elde ettiği bir sürü çok önemli kazanımdan sonra bile, hala görünmez olacak kadar azız demek ki. Ve ben artık bu kadar azınlıkta olduğum bir yerde yaşamak istemiyorum. Kendimi nesli tükenmekte olduğu için başka bir türün habitatına fırlatılmış bir hayvan kadar yabancı hissediyorum. Öyle bir imkanım olduğu için değil de, sadece hayal kurmak için bir dostumla 'dünyanın hangi şehirlerinde yaşamak isteterdik'i konuşurken bir gece, bana 6 ayını geçirdiği ve benim nedense hiç gitmediğim Berlin'i anlattı. Ne kadar “lezbiyen dostu” bir şehir olduğunu… Ne kadar geniş bir lezbiyen topluluğunun bu şehri kendilerine “ev” edindiğini, işçi

mahallesinden geçerken sabahın 3'ünde lezbiyen çiftleri el ele vardiyalarına giderken ya da vardiyadan dönerken görmenin onu nasıl mutlu ettiğini ve erkek olmasına rağmen Berlin'in ona kadınları en çok seven ve koruyup kollayan şehir hissini verdiğini, orada kendini nasıl “evinde” ve “huzurlu” hissettiğini. Ve Berlin aklıma düştü. Hep sonradan “Canım, ben aslında heteroseksüelim” diyen kadınlardan çok çekmiş biri olarak bir sevgili bulma ihtimalim orada daha yüksek olduğu için değil (ki olsa tabii ki iyi olurdu), bir sürü tek gecelik ya da kısa süreli macera yaşamak istediğim için de değil (tabii o da çok iyi olurdu), sadece ve sadece sokağa çıktığımda bir sürü el ele tutuşmuş kadın, çift olduğu belli olan ve bunu sergilemekten hiçbir rahatsızlık duymayan, toplumun her kesiminden, her sınıfından kadın görmek istediğim için. Başka bir türün egemenliğinde bir habitata fırlatılmış ender bir tür gibi hissetmekten bıktığım, kendi habitatıma büyük bir özlem duyduğum için. Artık, 21. yüzyılda, cinsel yönelimimle ilgili kimseye açıklama yapmak zorunda kalmadan ve bu yüzden hiçbir ayrımcılık, moronluk ve cehaletle karşılaşmadan yaşamak istediğim için. Bütün bunlar için, bu yaz bir yolunu bulup 1-2 ayımı Berlin'de geçirmeye karar verdim. Belki çok sıkılacağım. Belki şehri sevmeyeceğim. Beklediğim, dostumun engin düş dünyasının bir yansıması belki de, gerçekliği çok daha alelade. Çok beğensem ve kendimi çok ait hissetsem de, Berlin'e devamlı yerleşmem de çok. Yani büyük bir ihtimalle, “cennet” de olsa o habitat, orada birkaç ay geçirdikten sonra bu heteroseksüel habitatına geri dönmek zorunda kalacağım. Sıradanın ve ortalamanın başkentine. Parti kapatmak, başörtüsü vs. gibi çoktan çözülmüş olması gereken ilkel meselelerle uğraşan bir ülkede yaşayan bir lezbiyen olarak “İstanbul da bir Berlin olsa” düşünün, adı üstünde, en azından önümüzdeki 50 yıl için, bir düşten öte bir şey olmadığını gayet iyi biliyorum. Yine de bir şeyi kırk kere söylersen olurmuş derler… Öyleyse başlıyorum: “İstanbul da Berlin gibi dünyanın en “lezbiyen dostu” şehirlerinden biri olsun, sokaklar el ele yürüyen lezbiyenlerle dolsun”, “İstanbul da Berlin gibi dünyanın en “lezbiyen dostu” şehirlerinden biri olsun, sokaklar el ele yürüyen lezbiyenlerle dolsun”, “İstanbul da Berlin gibi dünyanın en “lezbiyen dostu” şehirlerinden biri olsun, sokaklar el ele yürüyen lezbiyenlerle dolsun”… 200. sayıya daha umutlu bir yazı yazmak dileğiyle…


yeryüzü

britanya 1971, türkiye 2008 tuğrul eryılmaz teryilmaz@milliyet.com.tr

Yıl 1972, belki de 71 sonları. Britanya'nın ortasında University of Keele'deyim. Lisansüstü yapıyorum. Tek kişilik odalarda kalıyoruz (tabii parasıyla) ama mutfak komünal. 68'in özgürlük rüzgarları hâlâ güçlü. Sabah mutfakta bir kaç kişi kahvaltı yaparken, şimdi soyadını unuttum, Les adlı bir öğrenci içeri giriyor ve bize küçük bildiriler dağıtıyor. Tepesinde Gay Liberation Front (GLF) / Eşcinsel Kurtuluş Hareketi logosu var. Önce “Stonewall” diye Amerika'da meydana gelen bir olaydan bahsediyor. Bir barda eşcinsellerin polisle çatışması olmuş, onu anlatıyor. Gözlerim yerinden fırlıyor. "Bizdekiler gibi sessiz sakin oturup yaşayacaklarına polisle çatışmaya giriyor bu herifler" diye kendi kendime söyleniyorum. Öyle ya karışan görüşen yok, daha ne istiyorlar? Birkaç hafta sonra, bir öğleden önce kampüste bir toplantı var. Tarık Ali "Üçüncü Dünya"daki mücadeleler üzerine konuşuyor. Les ve bir kaç arkadaşını orada görünce hafiften şaşırıyorum. Hele bir de emperyalizm ve kapitalizm üzerine soru sorduklarında şaşkınlığım iyice artıyor. Üstelik çok genç de değilim, yaşım 25. Aynı gün öğleden sonra üniversitede yeni kurulan GLF'nin toplantısı

olduğunu orada öğreniyorum. Tabii hemen gidiyorum. Toplantıda bir iki hoca ve de el ele heteroseksüel çiftleri de görünce yine şaşırıyorum (zaten o sömestr benim için sürekli şaşırma dönemi oldu. O yüzden başka fiil kullanamıyorum). Homofobiye ilişkin ilk cümleleri orada duyuyorum. Ardından sistemle olan dertlere geçiyorlar. İlk sırayı aile, okul ve kilise baskısı alıyor. Heteroseksist bir toplumun kendine benzemeyenleri nasıl dışlayıp ezdiği örneklerini ağzım bir karış açık dinliyorum. Bir karış açık; çünkü benim gibi kendi çapında sosyalist teoriyi azıcık bilen biri için, çok yeni şeyler bunlar. Neler mi? Medyanın (hele bir de 70'leri hatırlarsanız) kullandığı, homofobiyi güçlendiren dil, geniş kitleler tarafından eşcinselleri tanımlamak için kullanılan aşağılayıcı cümleler, iş bulma zorluğu, iş bulunursa işyerinde küçümsenme ve tabii ki yasalardaki ciddi ayrımcılık. Birdenbire kafama bir şey dank ediyor: Buradaki “eşcinsel” sözcüğünü çıkar ve herhangi bir azınlık grubunu koy, hiçbir şey değişmiyor. Neyse uzatmayayım, bunlar tam 35 sene önceki olaylar. Neee? Siz bunları bir yerden biliyor musunuz? Nasıl yani? Türkiye 2008 mi? Bu konuda bir şeycikler diyemem. Gazeteciyim ve tarafsızlığımı her durumda korumalıyım. Üstelik bu kadar önemli sorunlar varken bir-iki milyon gey ve lezbiyenin sözü mü olur? Hele önce bir demokrasi gelsin, herkesin hakkı boy sırasına göre lütfedilecek. Şimdiden sorun çıkarıp Meclis'e partilere gitmenin ne alemi var...

15


yeryüzü klişe gelecek belki ama: yeşim başaran

bir dönüm noktası işte!

yesim_tuba@yahoo.com

16

Kaos GL grubunun varlığından çeşitli yerlere astıkları duyurular sayesinde haberdar olmuştum. Yıllar içerisinde başka insanların da yaptığına tanık olduğum şekilde, onlarla tanışmayı geciktirmiştim. Daha doğrusu çok istememe rağmen tanışmaya cesaret edememiştim ve ömrüm boyunca de cesaret edemeyeceğimi düşünüyordum. Ardından Kaos GL diye bir derginin çıktığını duydum ve kitapçıya giderek yanılmıyorsam 7. sayısını aldım. Derginin içeriğinin bana verdiği güven ve cesaretle dergiyi çıkaran insanlarla tanıştım. O ana kadar lezbiyen kelimesini hiç kullanmamış olduğumu hatırlıyorum. Şu an kendimi biseksüel olarak tanımlasam da, o yıllarda lezbiyen olduğumu zannediyordum ve kendi olduğum şeyi dile getirmeye bile cesaretim yoktu. Kaos GL dergisini çıkaran arkadaşlarımızla tanışmaya çantam makale dolu gitmiştim. İsterlerse dergi için çeviririm, diye düşünmüştüm. O yıllarda mücadele, özgürlük gibi kavramlar zihnimde net olmadığı halde, dışlanarak ve korkarak yaşamanın bende yarattığı “yeter artık” duygusuyla tanışmıştım onlarla. Kaos GL'den buluştuğum ilk kişi (Ali Erol'dür kendileri ) sanayi devrimi sonrası toplum, modernizm, ataerkillik, kapitalizm, vs. bir şeyler anlatmıştı bana. Bir mühendis adayı olarak, normalde içeriğine hakim olmadığım sosyal ve politik kavramlarla konuşan insanları çok fazla takip edemezdim. Ama Ali'yi can kulağıyla dinlediğimi hatırlıyorum o gün. “Şu koca dünyada benim gibi başka biri yoktur” düşüncesinden o kadar bunalmıştım ki, hissettiklerime, yaşadıklarıma, yaşayamadıklarıma dair her tür bilgiye aç susuz kalmıştım. Kaos GL sayesinde lezbiyen kelimesini kullanmaya başlayabilmiştim ama “benim gibi başka biri var mıdır şu dünyada” hissim pek geçmemişti. Çünkü tanıştığım onlarca geye karşılık sadece bir lezbiyen arkadaşım olmuştu Kaos GL çevresinde. Dergiye yazı gönderen kadın arkadaşlar vardı, çok olmasa da. Ama onlar İstanbul'da yaşıyorlardı. Kaos GL bir yandan yaşamımda hayal bile edemeyeceğim açılımlar gerçekleştirirken, kadın olmak üzerinden yalnızlığım bir süre daha devam etmişti. Yaşamıma hızla nüfuz eden dergi çalışmalarını, sıradan bir dergi çalışması olarak tanımlamak haksızlık olacaktır. Kaos GL benim için bir okuldu. Hiç bilmediğim şeyleri öğrendiğim, hayal bile edemediğim şeyleri yaşama geçirdiğim, bir yandan her yapıp ettiğimi tekrar tekrar gözden geçirip bilgeleşmeye adım atarken, bir yandan da sonrasında çok üzülüp pişman olacağım hatalar yaptığım bir okul. Çocukken bir cennet hayalim vardı. Bir şezlongda oturuyorum, hemen yanıbaşımdaki sehpanın üzeri kitap ve dergi dolu, ayağımın ucunda bisikletim, istediğim zaman binebileceğim bir salıncak ve ne kadar yersem tükenmeyecek miktarda çikolata. Yıllar geçtikçe cennet benim için tanımsızlaşmaya başladı. Kim nasıl bir cennet sunarsa sunsun önüme, yüzümü buruşturup iç çekecek hale gelmiştim. Ne de olsa artık kitap

bulamadığım taşra şehrinde yaşamıyordum, ve bisikletime, çikolatama, salıncağıma karışan kalmamıştı artık. Cennet hayalim çocukluktakiyle sınırlı olunca, artık bir cennet kalmamıştı benim için. Ta ki Kaos GL önüme hayal edilebilecek bir dünya ve bu hayal için harcanabilecek çabaya dair yollar serene kadar. Bu yolda neler neler oldu, ne hayaller, ne hayal edilemeyenler gerçekleşti... Henüz 33 yaşındayım. Bir zamanlar bana da geldiği gibi, kimilerine bu yaş çok büyük gözükecek elbette. Ama toplumun geneline baktığımızda, 33 küçük bir yaş. Şimdi ölüp gitsem, “vah vah gençmiş de” diyecekler. İşte ben bu genç yaşımda “imkânsız” kelimesinin nasıl da geçersizleşebileceğini öğrendim, bu duruma tanıklık ettim. Kaos GL ile tanıştığımda 21 yaşındaydım. Benim için bu arada geçen yıllardaki en büyük aktörlerden biri, Kaos GL idi. Kaos GL deyip duruyorum. Ne ki Kaos GL? Böyle bir kelime ile işaret ederek bahsedince anlaşılmaz, soyut kalıyordur muhakkak. Açmak lazım öyle değil mi? Kaos GL bana göre hayallerinin izinden giden insanların ortak çabası. Hayallerinin izinden gitmek isteyen insanlara bir umut kaynağı. Kimi zaman olduğunca uçarı, kimi zaman yaşamın tüm ağırlığını üzerinde hissettiren olgun bir çaba. O sırada bulunduğun noktadan olaylara baktığında, sabah kalktığında yapman gerekenler listesinde yerini almış olan sıradan bir çaba elbette. Ama tarihe -yani takip edilip de sonrasında söz edilene- bakmak için zamanın ve mekanın dışına çıktığında hiç de sıradan değil. Toplumsal yaşamda bir kırılım Kaos GL. Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını söylemek için insanları omuzlarından sarsarak hayatın günlük akışını bozan, kimsenin aklına gelmeyenleri bir çırpıda söyleyen, kendinden emin, vakur bir kişilik Kaos GL. Gün geçtikçe sayısı artan insanların ortak düşü, ortak çabası, ortak cankurtaranı. Bir yandan nefes almak, kendine gelebilmek için bir kaçış, bir yandan da cengaverce ortaya çıkan, her şeyi göze alan bir başkaldırı. Bize ait tek mekân olduğu yıllarda şaşkınlıktan duvarlarını öptüğüm bir kültür merkezi; meydanlara çıkarak gökyüzünün, kaldırımların, yolların bize de ait olabileceğini gösteren, özgüveni kendinden menkul bir eylemci. Bunları Kaos GL'den bahsederken söylüyorum. Çünkü Kaos GL benim ilk gözağrım. Eylemcilikle, mücadelecilikle, kendine ve insanlara inanma duygularıyla Kaos GL'de tanıştım. Ancak artık bu duyguları Türkiye'deki, hatta diğer ülkelerdeki LGBT örgütlerine karşı da hissediyorum. Sadece LGBT örgütlerine değil; kendisi hakkında tekrarlana gelen yalanlara karşı ortaya çıkan, yaşamın kendisine altın bir tepside sunulmadığı şu dünyada var olmaya çalışan herkese, her örgüte karşı benzer duygular hissediyorum. Mücadele etmek, mücadele etmek için örgütlenmek, günlük koşturmaca ve yüzeyselleşme içerisinde imkânsızmış gibi görünebiliyor bazen. Yoruluyoruz, umutsuzluğa kapılıyoruz, vazgeçiyoruz, siniyoruz, köşemize çekiliyoruz. Böyle zamanlarda eğer ki zamanın ve mekânın dışına çıkarak bakabilirsek her şeye, kendimize, başka insanlarla beraber ortaya koyduğumuz emeğe, şöyle bir nefes alıp film şeridi gibi gözümüzün


önünden geçirirsek kısa zamandaki değişimi, kendimize gelip ayağa kalkarak devam etmemek için hiç bir gerekçe göremeyiz. İşte Kaos GL'nin 100. sayısı bizlere bu imkânı sunuyor. Yenilenme, Türkiye'deki LGBT hareketinin kısa tarihini ve yarattığı etkileri yeniden gözden geçirme ve “vay be, helal olsun, hiç de boşuna değilmiş yaptığımız şeyler” deme imkânını. Bu imkânı değerlendirmek, hayallerimizin

peşinden koşmayı günlük hayatın sıradanlığında unutup gitmemek bizim elimizde artık. Elinizdeki dergiye şöyle bir bakın. 1994 yılında etrafta hiç bir kıpırtı yokken ortaya çıkan insanların ve sonrasında onlara katılan insanların inancı, azmi, istekliliğinin sonucu değil mi? Hakkını vermemiz gerekmez mi? Evet hakkını verelim. 100. sayın kutlu olsun Kaos GL. Nice yeni sayılara, nice yeni eylemlere, nice yeni etki ve değişimlere...

bazen gerçekler düşleri aşar yasemin öz yaseminsevval@yahoo.com

Kaos GL dergisinin 100. sayısı bende çocukça bir coşku yarattı ve iyi ki hala hayatımda böyle çocukça coşku yaratabilecek şeyler var dedim. Pek çok süresiz yayının bu istikrarda okuyucuyla buluşma şansı olmadığı bir ülkede, eşcinsellerin çıkardığı bir yayının bu başarıyı yakalamış olması kesinlikle hafifsenecek bir durum değil. Homofobinin, eşcinsellere yönelik türlü şiddet ve baskının bu kadar yaygın olduğu bir toplumda eşcinsellerin kendi sözlerini ürettiği bir yayının 100. sayısına ulaşabilmesi, gerçekten de coşkuyla karşılanacak bir şey. Pek çoğumuza için aşina olsa da, Kaos GL dergisinin tarihini kısaca bir hatırlayalım isterseniz. Ben kendi deneyimim üzerinden, size bu tarihçenin kendi penceremdeki yansımasını aktarmaya çalışayım. Kaos GL dergisi ile ilk tanıştığımda 1995 yılıydı. Dergi bir yıldır çıkıyordu. Kaos GL dergisini çıkaran Kaos GL grubu ile tanıştığımda, basından tanıdıklarımı saymazsam, kendisine eşcinsel diyen insanlarla ilk defa karşılaşıyordum. Öyle ki, o güne kadar kendimi eşcinsel olarak adlandırma gücü bulamadığımdan, ilk toplantıda cinsel yönelimimi bilmediğimi söylemiştim; bilmediğimi sanıyordum. Çünkü Kaos GL dergisinden önce eşcinseller kendi sözlerini üretemediklerinden, eşcinselliğe dair üretilen sözler genellikle homofobik basın tarafından üretiliyordu ve bu da eşcinsel de olsak homofobik olmamıza ve kendimizi kabullenemememize yol açıyordu. O yıllarda dergi, oldukça amatör ama bir o kadar da heyecanlı bir ruhla evlerimizde bilgisayarda diziliyor, çıktıları alınarak fotokopi yoluyla siyah beyaz olarak çoğaltılıyordu. Fotokopiciye dergiyi ilk almaya gittiğim gün yaşadığım açık olma gerginliğini hatırlıyorum. Sonra yine evlerimizde (daha çok Ali Erol ile Ali Özbaş'ın ortak evinde) her bir sayfayı katlıyor, harmanlıyor, dergi haline getirip ortasından zımbalıyorduk. Sonra da Ankara'daki kitapevlerine dağıtıyor ve şehir dışındaki kitapevlerine de postalıyorduk. Şehir dışında dergiyi satmayı kabul eden kitapevlerini, o şehirlerdeki eşcinseller buluyor ve ikna ediyordu. Gerçekten çok emek gerektiriyordu her bir sayının çıkıp dağıtılması ve insanlara ulaşması. Üstelik dergi satmak asla para kazandıran bir iş olmadığından, dergi kendisini finanse edemiyordu ve

aramızda para topluyorduk derginin her sayı çıkabilmesi için. Bütün homofobiye rağmen, 100 sayı boyunca dergi bir kez poşete girdi (bu poşetlenme bir yanlış anlaşılma yüzünden birkaç sayı sürdü) ve bir kez de pornografiyi tartışan sayısı ironik biçimde pornografik bulunarak toplatıldı ve zarfta satılmasına karar verildi. Bunun dışında tüm ekonomik ve sosyal olumsuzluklara rağmen, Kaos GL dergisi inatla ve inançla kendini var etti. Sonra Kaos GL dergisi matbaada çoğaltılmaya başlandı, sonra renkli hale geldi; bugün ise ulusal olarak dağıtılıyor ve Türkiye'nin her yerine ulaşıyor. Kaos GL dergisi yaşamıma girdikten sonra benim için de yaşam tümüyle değişti. Önce eşcinselliğimi kabul ettim ve keşfettim. Bu, yıllarca korkularıma boyun eğip saklanmaya devam etmemi engellemese de, Kaos GL'nin varlığı hep güç almamı sağladı. Sonra her geçen gün daha da açık bir eşcinsel olmaya başladım. Açılma biten değil hep devam eden bir süreç; her gün açılmaya devam ediyorum ve bir gün tüm insanlar karşılaştıkları her insanın heteroseksüel olmayabileceğini bilene kadar da devam edecek. Kaos GL'ye ilk kez yazı yazdığımda, Yasemin Özalp adıyla yazmıştım çünkü açılmaktan korkuyordum. Bu korkumu da yazdığım köşeye “Artemis'in Tapınağı” adını vererek ifade etmiştim ve bir gün tapınaklarda saklanmadığım bir dünya istediğimi söylemiştim. Sonra Yasemin Şevval Özalp adıyla yazmaya devam ettim, daha da gizlenebilmek için kendime başka bir ad daha koydum. Adımın bir önemi yok; ama bugün burada adımla yazıyor olmak, benim için gizlenme korkularından kurtulmak için önemli bir adımı ifade ediyor. Kaos GL dergisi benim yaşamımda böyle radikal bir değişime neden oldu. Pek çok eşcinselin yaşamında da benzer sonuçlar doğmasını sağladı. Ben Kaos GL dergisini ilk okuduğumda, ne bir gün açık olacağımı, ne binlerce insana ulaşabileceğimizi, ne uluslararası konferanslarımızı, ne yüzlerce kişi yürüdüğümüz onur yürüyüşlerini, ne de bir gün dernekleşip devletin muhatap olmak zorunda kalacağı sivil toplum kuruluşları olarak Türkiye'nin dört bir yanına yayılabileceğimizi hayal edebiliyordum. Ama aslında belki birileri ediyordu ve o inancı birbirimize geçiriyorduk. Bu sayı hayal ettiklerimin de ötesinde. Ve bazen gerçeklerin düşleri bile aşabileceğini görmek umut verici. İyi ki varsın Kaos GL.

17


yeryüzü

yılları erkek dansçıuyanış ve modernlik

devrim sezer devsezer@yahoo.com

1970'leri 'cinsel devrim'in beraberinde getirdiği kültürel dönüşümden pek nasiplenmeden 'uyuklayarak' geçiren ve muhtelif darbelerle kamusal hayatı tasfiye edilen bir ülkeye doğan kuşaklar için 1990'lar 'uyanış yılları' oldu. Türkiyeli eşcinsellerin politikleşerek topluma 'açıldığı' dönemin de aynı yıllara rastlaması pek şaşırtıcı değil. Eşcinsellerin örgütlenmeye yönelik cesur hamlelerle kamusal tartışma sahnesine çıkarak görünürlük kazanmaya başladığı ve ayrımcılığa karşı özgürlük ve eşitlik talebini dillendirdiği bir döneme böylelikle girmiş olduk. Kaos GL ve Lambdaistanbul gibi 'öncü metropol gruplar'ın peşi sıra bazı üniversitelerde ve kısa bir süre içinde de farklı kentlerde LGBTT topluluklarının kurulması, atılan ilk adımların kalıcılığının ve dönüştürücü etkisinin ispatı olarak okunmalı.

18

Türkiye toplumuna derinlemesine nüfuz eden heteroseksizmin kamusal tartışmalara konu olduğunu veya homofobiyle mücadelede epey yüksek bir eşiğin geçildiğini söylemek için henüz çok erken. Tam tersine, eşcinsellerin kamusallaşmasına koşut olarak, homofobinin kıyıcı dilinin de sesini yükseltişine sık sık tanık oluyoruz. Hadi, bir kez daha yüzleşelim: Homofobi ve heteroseksizm, taşradan kente, 'alt sınıflar'dan entelijansiya ve siyasal partilere kadar Türkiye toplumunun farklı kesimlerini buluşturan ve 'sıradan faşizm'le flört eden bir ideoloji. Çeşitli homofobi örnekleriyle yüklü hafızamızı tazelemek için bazı olgu ve olayların hızla üzerinden gidelim. LGBTT bireylere yönelik nefret söyleminin olumlanarak sık sık medyada kendine yer bulabildiğini de, sağ ve sol kanaat önderlerinin veya medyatik figürlerin buram buram homofobi kokan görüşler dile getirebildiklerini de gayet iyi biliyoruz. Eşcinsellerin medya tarafından zaman zaman açıkça sansürlendiğini de unutmamalıyız: Geçtiğimiz yıl İstanbul'da düzenlenen 'Onur Yürüyüşü'nün hemen ardından bir kez daha fark ettiğimiz gibi, eşcinselliğin magazin malzemesi yapılabildiği durumlarda son derece iştahlı olan medya, LGBTT bireylerin politikleşmesi söz konusu olduğunda eşcinselleri görmezden gelebiliyor. Yüksek bir katılımla İstanbul'un kalbinde gerçekleşen bir eyleme ana akım medyanın büyük ölçüde kayıtsız kalışı başka nasıl yorumlanabilir? Doğrudan şiddete meyleden örneklere de sıkça rastlıyoruz: Bursa'da kısa bir süre önce travesti ve transseksüelleri hedef alan linç girişimi ve kabaran öfke nöbeti, LGBTT bireylerin, militarist ve milliyetçi bir dünya tahayyülüne yaslanan 'sıradan faşizm'in hedefi haline gelebileceğinin açık bir kanıtı. Bu gibi linç girişimlerinin 'münferit' olaylar olduğunu iddia eden ve muhafazakâr ve/fakat hoşgörülü bir toplumdan dem vuranlara da anımsatalım: Geçtiğimiz yıllarda Türkiye toplumunun muhafazakârlık haritasını çıkarmak için yapılan bir akademik araştırma, % 80'lere varan bir

kesimin, eşcinselleri komşu olarak dahi görmek istemediğini göstermişti. Homofobi ve muhafazakârlığın farklı tonları ile kuşatılmış bir hayatın üzerine 'tuz biber ekenler' de yok değil: Mesela “eşcinseller de eşitlik istiyor, onların taleplerini de ciddiye alacak değiliz herhalde” gibi doğrudan ayrımcılık içeren sözler edebilen hukukçu-politikacılar! Dahası, üniversitelerde LGBTT öğrenci kulüplerinin kurulmasına şiddetle itiraz eden akademia üyeleri de mevcut. Toplumsal önyargılara karşı mesafeli ve eleştirel olması gereken üniversitelerin bu tavrı, homofobinin Türkiye toplumundaki derinliği ve pervasızlığı konusunda epey fikir veriyor. Dolayısıyla Türkiyeli eşcinselleri zorlu bir maceranın beklediğini görmemek çok yersiz bir naiflik olur. Fakat öte yandan 1990'larda başlayan dönemle birlikte önemi yadsınamayacak bir adımın atıldığına ve geri dönüşü olmayan bir yola girildiğine de hiç şüphe yok. Kaos GL dergisinin, eşcinsellerin 'uyanış yılları'nda azımsanamayacak bir etkisi oldu. Dergi, ilk çıkmaya başladığı günlerden itibaren, bir yandan LGBTT bireyleri yerel düzeyde ve Türkiye genelinde buluşturan bir dayanışma platformunun oluşmasına katkıda bulundu; öte yandan eşcinsellerin kendi sözlerini üretmeleri ve özgürlük ve eşitlik talebini Türkiye toplumuna duyurmaları için harikulade bir fırsat sundu. Kaos GL dergisinin göz ardı edilemeyecek bir başka başarısı ise Türkiyeli eşcinsellerin enternasyonalleşmesine olan katkısı. Doğrudan bir etkinin yanı sıra derginin sebep olduğu bir 'bilinç sıçraması'nı ve LGBTT'leri ilgilendiren sorunlara ve memleket meselelerine enternasyonal bir ufuktan bakabilmek konusunda eşcinsellerin kısa sürede geliştirdiği kabiliyeti kastediyorum. LGBTT bireylerin Türkiye'de henüz yeni yeni birbirleriyle iletişime girdiği bir dönemde, birçok dergi okuru, eşcinsel özgürleşme hareketinin tarihinden, çeşitli ülkelerdeki hak ve özgürlük talepleri üzerine olan kamusal tartışmalardan Kaos GL dergisi vasıtasıyla haberdar oldu. Bu anlamda, Türkiyeli eşcinsellerin gözlerinin dünyaya çevrilişinde ve homofobi ile mücadele eden derneklerin oluşturduğu uluslararası dayanışma ağına temas edişinde, derginin büyük bir payı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Kaos GL dergisinin kısa tarihi, yani fotokopi ile çoğaltılarak kitapçılara binbir güçlük ve özveriyle dağıtıldığı günlerden bugünkü haline evriliş serüveni, Türkiyeli eşcinsellerin 'büyüme öyküsü' ve herkes için bir 'öğrenme süreci' olarak yorumlanabilir. Homofobinin bu ülkedeki muazzam derinliği ve kuşatıcı etkisi reddedilemez bir gerçek. Fakat kamusal alanda eşcinsellerin yaratıcı ve dönüştürücü bir etkisi olmaksızın bu durumun değişmesi mümkün değil. Bu yöndeki her çaba, eşcinsellerin mücadelesini Türkiye toplumu için de bir büyüme öyküsüne ve öğrenme sürecine çevirebilir. Yazarın sözünü anımsayalım: İnsanlar birlikte yaşamayı öğrenmek ve insani açıdan olgunlaşmak için birbirlerinin sözüne muhtaçtır. Kaos GL dergisi, kamusal alandaki varlığıyla, bu sözün üretilmesini ateşleyen bir kıvılcım olmadı mı?


yeryüzü

toplumun kabuğunu kırmak emre gönlügür gonlugur@yahoo.com

Henüz internetin günlük hayata nüfuz etmediği yıllarda kabuğunu kırmış olanlar hatırlayacaktır: Kaos GL dergisi, homofobinin düstur edinildiği bir kültürel iklimde eşcinsel bireylerin kendilerini ve birbirlerini tanıyabilecekleri; cinsel kimliğin başka coğrafyalarda nasıl yaşanıp sorgulandığından haberdar oldukları; dahası kendi cinsel kimlikleri üzerine söz aldıkları, toplumsal önyargıları deşifre eden bir platform olageldi. Eşcinselleri buluşturan bu söz alanı hiçbir zaman tek sesli olmadı. Aksine, vesile olduğu düşünsel ve duygusal alaşım, Türkiye'deki eşcinsellik deneyiminin birebir yansıması; ve ancak bu deneyimin çeşitliliği ve içinde barındırdığı farklılıklardan hareketle toplumda kurumsallaşmış, tek ses olmuş homofobiye karşı söz üretilebilir.

Toronto'da katıldığım 'Eşcinsel Onur Yürüyüşü'nde geylezbiyen katılımcılarla birlikte pankart açan kimi gruplar zihnimde yer etmiştir: eşcinsel ebeveynlerin çocukları, çocukları eşcinsel olan anne-babalar, sivil toplum kuruluşları, dostları-iş arkadaşları gey-lezbiyen olanlar, vesaire. LGBT hareketinin toplumsal tahayyüle yaptığı olumlu ve köklü müdahalenin belirtisi olarak görüyorum bu çeşitliliği ve dayanışma ruhunu. Türkiye'deki LGBT hareketinin tarihi Kanada'daki kadar eski değil. Ancak ilk sayısından bugüne Kaos GL sadece eşcinsel bireylerin hayatlarına temas etmedi. Derginin okuyucuları arasında, toplumdaki içselleştirilmiş cinsiyet rollerini sorgulamayı şiar edinen nice heteroseksüel birey var. Onların temas ettiği sayısız başka hayatlar da, tabana yayılmış kökten bir dönüşümün habercisi. Böylelikle Kaos GL toplumda homofobi karşıtı eleştirinin mayalandığı ender nüvelerden biri olageldi. Elinizde tuttuğunuz 100. sayı, Kaos GL'nin göle çaldığı mayanın tuttuğunun işaretidir.

Kaos GL dergisi, homofobinin düstur edinildiği bir kültürel iklimde eşcinsel bireylerin kendilerini ve birbirlerini tanıyabilecekleri; cinsel kimliğin başka coğrafyalarda nasıl yaşanıp sorgulandığından haberdar oldukları; dahası kendi cinsel kimlikleri üzerine söz aldıkları, toplumsal önyargıları deşifre eden bir platform olageldi. 19

emine özkaya

ben kimim?

chunkymonkeyz@yahoo.co.uk

Kaos GL'nin “yüzünüz” adlı kapak çalışmasına, bir yüz de ben gönderdim. Bu eylemimin arkasında yatan duyguları kısaca özetlemeye çalışacağım. Kaos GL adını ilk kez Londra'da duydum. 1990'lı yıllardı. TürkçeKürtçe konuşan arkadaşlardan oluşan “küçük” anarşist komünden, 5 Mayıs Grubu'ndan arkadaşım Gün Zileli sayesinde tanıştım dergiyle. Gün bu dergileri eşe dosta yaydığı gibi, bazen de bisikletine atlayıp, 'Ateş Hırsızı' ve diğer anarşist yayınlarla birlikte, o zamanın sert, erkek egemen, Marksist, Stalinist derneklerine de taşıyordu, kovulma, dövülme riskine rağmen. Siyah-beyaz erotik dergi kapaklarının, el emeği, göz nuruyla, özenle hazırlandığını daha elinize alır almaz anlardınız bu dergileri. Hâlâ özlerim onları. O günden bu güne Kaos GL ile olan bağlarım belli

bir ritimde, akıcı, dostane, gönüllü bir katılım ve paylaşmayla bugünlere kadar sürdü ve sürecek. Hele Türkiye gibi, küçük büyük demeden, her alanda iktidar kavgalarının sürdüğü bir toplumda, benim gibi uzakta yaşayan bir kadının, bir grupla ilişkisini kesintisiz sürdürmesi olağanüstü bir şey! Bu, hayatımda ilktir. 1997 yılında, Ankara'ya ayak basar basmaz, Kızılay'daki bürosunda ziyaret ettim Kaos GL'yi. Güler yüzlü karşılandım. Resimler çekildik birlikte. Sevgili Ali Erol'la da o zaman tanıştım. Türkiye gibi, cinsiyetçi, militarist, homofobinin katmer katmer ağırlıkta yaşandığı bir coğrafyada, yılmadan, azimle sürdürdükleri mücadele, gerçekten örnektir. Daha söylenecek çok şey var ama… Bitirirken, Kaos GL'nin yaşamasının sırrı bana kalırsa şurada yatıyor: Önce insan, sonra kimlik-sıfat. Örneklersem, “kim bu kadın, hani şu tanıştığımız?” diye sorulduğunda, cevap “Emine” olacaktır; “heteroseksüel Emine” ya da “lezbiyen Emine” değil.


yeryüzü

lgbt politik mi olmalı? kürşat kahramanoğlu kursad255@hotmail.org

Bu yazıyı, Türkiye'nin ilk ve yegâne LGBT dergisi “KAOS GL'nin” 100. sayısı için yazıyorum. Bu harflerin açılımıyla ortaya çıkan gruplardan herhangi birine dâhil veya yakın veya “interseks” veya “cinselliğini sorguluyor”, “kafası karışık”, “öyleyim de korkuyorum veya utanıyorum”, veya “toplumda, çevremde, aile ve arkadaş grubumda aşağılanmaktan ve dışlanmaktan korktuğum için sesimi çıkarmam” kategorilerinde ne kadar insan varsa, okumalarını; açık açık okuyamıyorlarsa gizlice, kimse görmeden okumalarını umarım!

20

Başlıktaki soruya cevap vermeden önce, “politik” kelimesinden ne anladığımız konusunda anlaşalım. Ben, 'politik' dediğimde hayattan bahsediyorum. Aklımda siyasi parti falan yok. Tabii ki LGBT bireyler veya gruplar bir partiye destek veya üye olabilirler; ama ben “politika” deyince dar anlamda siyaset kelimesini düşünmüyorum. Var olmayı, nasıl var olduğumuzu, bizlere yapılan dayattırmaları, seçimlerimizi, bu seçimleri ne kadar hür yapabildiğimizi düşünüyorum. Böyle baktığım için de, her LGBT üyenin politik olmaktan başka çaresi olmadığı sonucuna varıyorum. Bu “çoğunluktan farklı cinsellik” bir mit mi? Her amatör psikolog bilir, hatta birçok profesyonel psikolog açık açık söyler: Birçok insan, ergenlik çağlarında karşı cins yerine kendi cinsine ilgi duyabilir. Bu, tabiatın bir yanılmasıdır ve ergenlik bitince işler normal(!) seyrine döner ve gençler heteroseksüel olurlar! Ya bu düzelme(!) gerçekleşmezse? Ya ergenlikten yetişmişliğe geçen birey, hala karşı cins yerine kendi cinsine ilgi duymaya devam ediyorsa? Veya kendini yanlış bir cinse ait bedende hapsedilmiş hissediyorsa? Veya zaman zaman hem karşı cinse hem de kendi cinsine ilgi duyuyorsa? Al başına püsküllü belayı! İşte o zaman toplumlar, aileler, psikologlar, doktorlar, ordu, eğitim sistemi, din, nerdeyse herkes devreye girer. Bu yanlışlık(!) düzeltilmelidir. 'Düzelmem' diye, direnenler varsa yasaklanmalıdır. Yasaklara baş kaldırılıyorsa ezilmeli, yok edilmelidirler. Yani anlayacağınız, istemeseler de heteroseksüelliğin dışındaki değişik cinsellikteki insanlar, tabiatları icabı doğuştan anarşistler. Sisteme hiçbir şey yapmadan, hatta çoğu farkında bile olmadan sistemi tehdit ediyorlar! Düzen bekçileri çok kızıyorlar ama maalesef, bu “çoğunluktan farklı cinsellikteki” insanlar, hiç de sanıldığı kadar az değil, bayağı ciddi bir azınlık! Biz de bunlara “hasta”, “dejenere” diyelim! Tabii ya düzelmiyorlar, eksilmiyorlar, gittikçe dilleri bir karış! İnsan hakları diye bir şey tutturmuşlar,

bazıları “ayrım yapmayın, bize de her insana davranılması gerektiği gibi davranın” falan diyorlar. Hasta ilan edersek, tedavi ederiz! 'Yozlaşmışsınız' dersek, sindiririz. Utanmaları arlanmaları kalmamış. 'Ahlaksız' ilan edersek, yok etme ehliyetimiz olur. Adamın insanlığından utanası geliyor, kadın gibi erkekler, erkek gibi kadınlar, silikonlu hilkat garibeleri! Hastalıklarını kabul etmezlerse, hele hele hak hukuk diye, ortalara dökülürlerse yok ederiz. Bize çocuk doğuracak kadınlar, baba olacak erkeler lazım; bu hastalık bulaşıcı mı ne? Ya herkese geçerse? İnsanların üremesi durur, insanlığın sonu gelir! Bunlar anarşistlerden de beter, sabotajcılar… E yani siz de fazla oluyorsunuz… Bu ülkede eşcinsel olanı yasaklayan bir kanun yok, hiç de olmadı, ameliyatla kadın olana pembe cüzdan bile veriliyor, evlenmesine müsaade ediliyor. Sessiz sedasız özelimizi yaşayalım, suyu bulandırmaya ne gerek var? Memleketin bu kadar sorunu dururken, cinsel azınlıklara haklardan bahsetmek biraz lüks olmuyor mu? Allah'a çok şükür internet var, insan oradan istediği kadar seks partneri bulabiliyor. Yuh artık, daha ne istiyorlar? Bunlar hep politik ibnelerin başının altından çıkıyor! Politika iğrenç bir şey. Hele bir de o transeksüel ve travestiler politikleşirse yandık valla. Ben zenginim, şöhretliyim, güçlüyüm… Bana ne ya, param var, pulum var. İstediğim zaman yurt dışına giderim, kurtlarımı orada döker, sauna sauna gezerim. Türkiye'de gurur yürüyüşü mü olurmuş, ben Barcelona'dakine katılırım. Hem dışarıdakiler daha hoş oluyor, orada beni kimse görmez. Kaldı ki, ailem zengin ve güçlü, iktidar partisinin bütün başlarını şahsen tanıyoruz, bana zaten dokunamazlar. Bir de şöhretim var; hakkımda laf çıkarsa, dedikodu, iftira, kıskançlık derim. Zekiyim (kurnazım)… Bu kadar zekâ bir işe yaramalı, değil mi ya? Köşeye sıkıştırılırsam, ben de heteroseksüeller gibi eşcinselliğe, 'hastalık' derim. “Günümüzde artık böyle farklar kalmadı, herkes biseksüel” diye kıvırtırım. “Karşı cinsten sevgilim var, görmüyor musunuz?” diye sorarım. “Özelime karışmaya utanmıyor musunuz?” diye kızarım. “O benim yeğenim, öğrencim, müridim, yanımda çalışan insan, utanmıyorlar da” diye, zeytinyağı gibi üste çıkarım. “Bizim camiada böyle şeyler olmaz” derim. Zaten Avrupa Birliği baskıları ve değişen dünya şartları ile bu ülke de, ister istemez değişecek, ben salak mıyım, kurban olmaya gerek yok. Ben korkağım, kendime sevgim, saygım yok ki… Ben yıllardır, bana dayatılmış önyargılarla şartlanmışım. Homofobimi içselleştirmişim. Acaba bu arkamdan fısıldanan şeyler 'doğru mu' diye, şüphelerim var. Hakikaten ben aşağılık ve zayıf karakterli bir insan olduğum konusunda şüphe sahibiyim. Kendime saygım yok, kendimi sevmiyorum. Kaldı ki, bunların doğru


olduğuna inanmasam bile, ben korkak ve bencilim, neden kökleri asırlara varan önyargılarla ben mücadele edeyim? Belki de evlenir, çoluk çocuğa karışırım geçer. Belki de Hacca gidip tövbe etsem, heterolaşırım. Annemi, evlatlarımı üzmeye değmez… Zaten hayat zor. Üç tane ne idüğü belirsiz insan için annemi, ailemi üzdüğüme değer mi? Bana dokunmayan yılan, bin yaşasın. Samimi olarak da korkuyorum, bu vahşi ülkede kendime ve aileme zarar gelebilir. Veya ailem bana zarar verir. Babam bir duysa, beni öldürür. Memleketimden manzaralar Otuz sene İngiltere'de yaşayıp 3 sene önce döndüğüm Türkiye'den, memleketimden manzaraları böyle görüyorum. Tabii, albümde bir sürü başka fotoğraf kareleri de var. Hepsini buraya sığdırmak mümkün değil; umarım üzerinde çalıştığım kitabımda daha başkalarını da görürüsünüz. Benim anladığım politika, hayatın ta kendisi. LGBT'nin de, istesek de istemesek de politik olmaktan başka çaresi yok, çünkü yukarıdaki

her bir paragraf bir politik duruş. Benim tercih ettiğim ve hepimizin yararına olduğuna inandığım ve bir asgari müşterek olarak anlaşabileceğimizi düşündüğüm politik duruş ise, “olduğun gibi görün, göründüğün gibi ol” olarak özetlenebilinir. Sempati duyduğumuz partiler, rejimler, hayat tercihlerimiz, zevklerimiz, inançlarımız farklı olabilir, ama politik olarak; en tahammül edemediğimiz gey, en tatsız lezbiyen, en banal travesti veya transeksüel, en kaypak biseksüel bile bize varlığımızı yok sayan veya bizleri aşağılayan bir heteroseksüelden daha yakın. Toplumdaki ağırlığınız ne olursa olsun, bireysel olarak bir gey, lezbiyen, biseksüel, transeksüel ve travestinin bu mücadeleye yapabileceği en büyük katkı, kendini deklere etmektir. Hepimizin bizi seven, sayan, bizlere ihtiyacı olan, bize değer veren annesi, babası, oğlu, kızı, diğer akraba ve yakınlarımız, arkadaşlarımız var ve biz o kadar çoğuz ki yarın hepimiz “olduğumuz gibi görünüp göründüğümüz gibi olabilsek” bu iş bitmiştir.

yolunuz açık olsun! handan koç handanella@yahoo.com.tr

Yüzüncü sayınız şerefine sizlerle bir anımı paylaşmak istiyorum. 1987 yılında 12 Eylül sonrası ilk defa kapalı bir salonda da olsa 1 Mayıs kutlanıyordu. Emek sineması tıklım tıklımdı. Ben de arkadaşım ayşe (düzkan) ile ordaydım. O akşam çok önemliydi; birçok insan için bir tür “toplama kampı” ruhundan çıkış anlamı taşıyordu. Bir süredir İstanbul'da bir direniş örgütleyen eşcinsel bir grup da o 1 Mayıs'a destek mesajı yollamıştı. Mesaj okunmadı ama. Biz, iki arkadaş, mikrofonu ele geçirip “Herkesinki destek de onların ki değil mi?” diye bağırmayı ciddi ciddi düşünmüştük. 17 gün sonra Kadıköy Yoğurtçu Parkı'nda gerçekleşecek 'Dayağa Karşı Miting'in hazırlıkları içinde olduğumuz günlerdi. Bunu yapabilirdik, gayet antrenmanlıydık; ama o gece olmasın dedik. Sorumlularla gidip konuştuk, “Böyle bir not görmedik” dediler; oysa mesajı gönderenler mücadele arkadaşlarımızdı ve biz o kâğıtçığın sunucuya iletildiğini görmüştük. Feminist dergisinin ikinci sayısına, 1987'nin mayıs ayında, hayatımda ilk defa bir haber yazdım. Baslığı “bir direniş”ti. Girişi ise şöyleydi: “İstanbul'da bir grup erkek eşcinsel, transeksüel ve travesti son haftalarda iyice yoğunlaşan baskılara karşı seslerini duyurmak amacıyla bir açlık grevi başlattı. Grevleri sürerken kaldıkları ev dayanışma duygularını ifade etmek isteyen çeşitli ziyaretçilerle doldu taştı. Bu, Türkiye'de

eşcinsellerin giriştikleri (benim bildiğim) ilk eylem. Bu gruptan bir kısmı nisan ayı içinde gece kulüplerinden, sokaktan, bakkaldan, evlerinden, hiçbir gerekçe gösterilmeden alındıklarını, saçlarının kesildiğini, cop, sopa, demir çubukla dövüldüklerini ifade ederek olaya karışan görevliler hakkında kovuşturma isteğinde bulundular.” Haber yazım eşcinsellerin nasıl yok sayıldığı üzerine verdiğim örnekler ve yorumlarımla devam ediyor ve Emek sinemasında okunmayan mesajı aktarmamla sona eriyordu. Yirmi bir yıl önce sahnede okunmayan ama hala ve bugün 1 Mayıs'ın arifesinde olduğumuz şu ara, iyice anlamlı olan o kısa mektupçuk şöyleydi: “1 Mayıs 1987'ye merhaba! Bizler üzerimizdeki antidemokratik polis baskısını protesto etmek amacıyla halen açlık grevi sürdürdüğümüzden şu anda aranızda bulunamıyoruz. Ancak biz kendimizi Türkiye'deki barış, özgürlük ve demokrasi mücadelesinden soyutlamadığımız gibi içinde bulunduğumuz koşullara rağmen grev için mücadele eden yiğit işçilerin, dernek kurma özgürlüğü için yola çıkan üniversite gençliğinin ve tüm demokrat güçlerin yanında olduğumuzu bildirir, özgür bir Türkiye'de yeni 1 Mayıs'lar kutlamak umuduyla yürekten selamlarımızı sunarız. Açlık grevini sürdüren eşcinseller: Kemal Yılmaz, Asuman Deniz, Deniz Işıl, Can Ceylan, Beyhan Arslan, Aslı Türksoy, Şebnem Demir.” (O yazıyı) Daha güzel bir dünyanın, bütün ezilenlerin mücadelesi ile kurulabileceğini düşünen bir feminist olarak (diye başlayan bir paragrafla bitirmişim) herkese selamlar. Yolunuz açık olsun…

21


yeryüzü

22 adnan yıldız, italya, kalbinin kırıldığı bir zaman

eylem planı adnan yıldız filamingokolu@gmail.com

Kaos GL'den Uğur 100. sayı için “bize birşeyler yap!” diye e-mail atınca, vakti zamanında İtalya'da çektiğim bu fotoğrafı Kaos GL okurlarına hediye etmek istedim. Yani artık herkes baktığında ne görüyorsa önce kendine söylesin. Gibi. Adnan'ın amacı sadece üzüm yemek. -Niye illa ki bu fotoğraf, diyene kesin bir cevabım yok. Hani hem zararsız, benim yüzümden dergi poşete filan girmez, et-değil-taşmermer felan ya! Hem de bizzat kendisi taş gibi! Okumaya başladığınız yazı ise bu fikirle geçirdiğim birkaç günden sonra bana kalanlardan oluşuyor; bunlara bir nevi düşünce ve duygu patikaları demek daha doğru; Türkan Şoray göbeği, Zeki Müren kirpiği gibi, zihin örgüsü. Bir daha bakın şu resme. Maksat gözler-gönüller açılsın. Ama bu gözün-gönlün açılması her zaman şişede durduğu gibi durmuyor. Bazen işler maksadını aşıyor, başka durumlara neden oluyor. Bakın, iki sene önce pornografi sayısı yaptınız, pornografiyi gözün-gönlün açılması (buna bağlı olarak yükselen libido basıncı) olarak bilen bir arkadaşımızın gözümüzü-gönlümüzü açmak üzere basılan resimleri üzerine dergi toplatıldı. Allahtan arkadaşımız masummuş, o hakim karşısına çıkınca adalet tecelli etti, salıverildi. O, derginin 18 yaşından küçüklere -poşetsiz- (de) satıldığını nereden bilsin, yemek tarifi yazıyoruz ya biz de burada, haberi


yokmuş. Mahkeme derginin o -içinde o arkadaşımızın resimlerinin olduğu- sayısını poşete soktu. Ar da, namus da kurtuldu. O da artık poşete koyup satıyordur resimlerini, üzerinde kocaman ismi yazılı naylon poşetlerle şehrin en yüksek galerisinden çıkanlar gözümün önüne geliyor. Bizim devlet ne acayip, bienalde gösterilen resimlere pornografi dedi geçti, oysa her pornografik olan illa porno olmak durumunda mıdır sayın hakim bey? Evet, sevgili Hıdır, sen bilmez misin ki burası Muş'tur, yolu hukuku gibi- yokuştur. Neyse, geçelim, ben uzun süre atamadım bunun acısını üzerimden. Hani devletimiz kırk yılda bir saklandığı bürokrasi mağarasından çıkıp, güncel sanata bakmış, eline gey-lezbiyen dergisi almış, ajanlar hayata sızmış ve literatürde “gaze” dediğimiz bu anasının-gözünü açık etmiş-ti. -Gelin pornografiyi tartışalım, ben desen olarak yüzeyini yapıyorum, kimliğini araştırıyorum, deseydi arkadaşımız... Ama ne gerek var yaş tahtaya basmaya, yaralı parmağa işemeye. Herkesinki yemiyor. Aynı yüksekliklerdeki devlet büyüklerimiz neredeyse

lafı buralara kadar getirdi: “ısrarla hayatta kalan Kaos GL”.. Yaşadığımız ülkede verdiğimiz var oluş savaşlarını herhangi bir savaşa-duruma indirgemek imkansız. Sadece türban mı, parti kapama mı, eğitim hakkı mı, kimlik kavgası mı? Biz 301. maddeye hayır derken, sevgili bakan “bir avuç entelin derdi” dediği bu durumu şimdi unuttu, kendi partisine açılan kapatılma davasını antidemokratik buluyor. Daha önceleri nerelerdeydiniz efendim? DTP'den duruma ilişkin şahane bir fıkra geldi, AKP'ye nazire. İlk gün “Fransızlar Urfa'ya doğru geliyor” diyerek koşup meclisine gelen adamına tepki vermeyen ağa, iki gün sonra “Fransızlar Urfa'ya girdiler” diyene de dönüp bakmaz. Üçüncü gün “Ağam, isot tarlamıza girdiler” diyen adamını duyunca deliye döner; “Davranın silaha, namus elden gidiyor.” der. O misal. Tamam, herkesin kendi hayatı, kendi özel alanı, kendi hikâyesi var, başka başka... Kimsenin sürecini kesip, bozup, başa sarıp, öne alıp “gel, sen de bize katıl” demenin alemi yok. Dolaplar, kişisel sınırlardır ve kimsenin alanına zart diye giremezsin. Ama diğer yandan, birlikte alınması gereken yollar, birlikte

Tamam, herkesin kendi hayatı, kendi özel alanı, kendi hikâyesi var, başka başka... Kimsenin sürecini kesip, bozup, başa sarıp, öne alıp “gel, sen de bize katıl” demenin alemi yok. Dolaplar, kişisel sınırlardır ve kimsenin alanına zart diye giremezsin. Ama diğer yandan, birlikte alınması gereken yollar, birlikte verilmesi gereken kavgalar var. 23 doğduğumuzdan beri “prime time”da sürekli gördüğümüz Seyfi Dursunoğlu'nun Huysuz Virjin'liğini bu kez yasaklamış, bizi kötü örneklerden korumuştu. Allah göstermesin, içinizdeki huysuz ortaya bir pörtlerse! Ama ondaki Allah vergisi “performativity” herkeslerden sağlam çıktı, kendisinin ancak geç saatte (23:00'ten sonra) yayınlanmasına izin veren RTÜK'e “ben o saatte uyuyorum...” dedi-geçti. Oysaki insan “asla bir daha çıkmam o kılıkta, siz nasıl uygun bulursanız sayın büyüğüm” demeliydi. Di mi Karanfil Hasan? Senin de kalbin kırık mı?

verilmesi gereken kavgalar var. Dövülen travestilerle Çin baskısı altında “Tibet'e özgürlük” savaşı veren budistlerin arasında bir fark var mı? Benim için yok. Anayasaya cinsel yönelim maddesinin eklenmesini istiyorsan türbanıyla derse girmek için çabalayan arkadaşının hakkını da aynı hassasiyetle savunmalısın! Bence abece-değil-öyle! AKP'ye açılan kapanma davasının DTP'ye açılandan bir farkı olmamalı bizim için. “Ama onlar bizi desteklemedi...” ile başlayan cümleler sadece kitleleri birbirinden uzaklaştırır, herkesin yalnızlığını ve çaresizliğini daha da pekiştirir. Çünkü herkes -sadece ve sadece- kendi cephesini açmaya kalkarsa, aynı zamanda kendi savaşına da gömülür... Kimse sadece Müslüman, sadece Kürt, sadece gey-lezbiyen değildir. Bir kadının başını zorla örtmekle zorla açmak arasında fark yok, sadece ZORLA var. Bunun gibi.

Daha sonra Diva'nın da başı derde girdi. Bizzat canlı yayında, yanındaki MHP Kültür Elçisi Ebru Gündeş'in provakasyonlarına ve terörizmine hiç fırsat vermeden, Irak'ta süren operasyonla ilişkili olarak “...bu şavaş değil, entrika. Oğlum olsa, askere göndermezdim” diye kükreyerek-kendinden geçti. Bülent Ersoy'a inceleme başlattılar. O, akıllı davrandı, “aaa ben bir ara mal varlığımı Mehmetçik'e bağışlamıştım” diyerek, galiba kendisini yuhalayanların vicdan azabı çekmesini filan istedi, ama galiba bağış meselesi de yaş çıktı. Ya diva Mehmetçik'e tutulmuş bir kere ama mirasını asıl Kaos'a felan bıraksa ya! Mehmet-cik! Ç'siz.

Anayasanın enine boyuna tartışıldığı bugün, Fransa anayasa tarihinin ilham kaynağı Jean Antoine Condorcet'in ünlü cümlesini unutmayalım: “her nesle kendi anayasasını” verelim. Ya da kendi anayasamızı alalım. Bu 100. sayı şerefine bir parti yerine, eylem planı yapalım.

Uğur'un bana attığı emailde bir yan cümlecik var ki,

...ümüz yiyorsa. İyi ki doğdun -yaratıcı- Kaos!


yeryüzü anil alacaoğlu

bir 'yağmur' yağsa

anilalacaoglu@gmail.com

Bir kadın düşünün; kimseye ihtiyaç duymayan, güzelliğiyle büyüleyip herkesi kendine âşık eden, gülümsediğinde gülümsemenizi sağlayan, annenizin yaptıklarından daha güzel yemek yapabilen ve adı Yağmur olan bir kadın. Onun adı doğmadan önce konuldu. Annesi kız olsun diye çok dua etmişti. Dokuz ay boyunca batıl inançlarla tahmin etmeye çalıştı çocuğunun cinsiyetini. Bütün batıl inançlara göre çocuğu kız olacaktı. Annesi mutluydu, onu bekliyor, karnını sıvazlıyordu. En küçüğü kendinden dokuz yaş büyük üç kardeşi ona bakabilmek için yarışıyorlardı. Daha doğmadan bütün ailesini heyecanlandırmış, kendisi güzel ama kaderi çirkin bir bebekti o. Bir gün doğdu. Apış arasındaki şey annesinin görmek istemediği şeydi. Erkek olmuştu. Oysa yüzyıllardır hep inanılan ve yanıltmayan inançlara göre onun kız olması gerekiyordu. Hep altında makasın olduğu koltuğa oturmuştu annesi. 'Kızım Yağmur' diye seslendiğinde

tepki veriyordu henüz içindeyken. Kesinlikle bir kız bebekti o. Adı Yağmur olmalıydı. Doğduğu gün boyunca yağmur yağdı. Ama kendisini akıllı zanneden insanlar bunu anlamadılar. 'Sağlıklı olsun, cinsiyeti önemli değil' dediler. Gerçekten önemli değil miydi cinsiyeti? Eğer öyle olsaydı o bebek ağlayarak büyümezdi. Adının önüne ona ait olmayan sıfatlar konulmaz, gitgide görünmez hale gelmezdi. Bebeğin cinsiyeti kesinlikle önemliydi. Erkek veya kız olmalıydı. Başka türlüsü düşünülemezdi bile. Ama gerçekler düşüncelerle biçimlenmiyordu. Onlar o bebeğin erkek olduğunu düşündüler ama değildi. O bebek bendim. Bana ait olmayan bir bedenin içinde ağlayarak büyüdüm. Yakıştıramadım bedenimi ruhuma. Boyun eğmedim buna ve günah işledim. Kadın olma özlemim beni yiyip bitiriyor. Aynaya baktığımda kendimi görmek istiyorum. Aynaya baktığımda şu hayalinizde canlandırmanızı istediğim kadını görmek istiyorum. Şimdi bütün gerçekleri bir kenara bırakın. Çünkü yağmur yağıyor üzerime. Benim o kadın olduğumu varsayın. Açmış bütün çiçeklerimi soldurun. Sonra ben yeni tohumlar verirken gelin ve bana âşık olun.

"herkese sağlıklı bir yaşam diliyorum!" 24

ışıl özgentürk isilozgenturk@gmail.com

“Herkes için sağlıklı bir yaşam dileyerek ölüyorum.” Bu sözler Türkiye'de 13 yıl boyunca HIV virüsüyle birlikte yaşamaya çalışan ve sürekli tedavi sorunlarıyla karşılaştığı için 32 yaşında ölen Birol Kaya'nın son sözleri. Ben onu 28 yaşında, insan haklarıyla ilgili bir çalışma sırasında tanımıştım. Hemen HIV virüsü taşıdığını söylemişti; şimdi utanarak itiraf ediyorum, ilk anda elini sıkmaya çekinmiştim. Bu davranışımı daha sonra doktor arkadaşlarıma anlattığımda normal olduğunu söylediler, bu hemen herkesin verdiği bir reaksiyonmuş. Doktorların bile. Bu konuda en bilgisiz toplumların başında geliyormuşuz. Bu utanç verici durumu özellikle anlattım, başkaları bu tür utançları yaşamasınlar diye. Gelelim Birol Kaya'ya… Birol Kaya içimizden biriydi. Hayata sıkı sıkı bağlıydı. Eğlenmeyi, türkü söylemeyi severdi. Çocukluğu ve ilk gençliği Almanya'da geçmişti. Oralarda sevmediği şeyler vardı. İnsanlar birbirlerine uzaktı, yabancıydı. Bu nedenle dostluk, sevgi Birol Kaya için çok değerliydi. Aşk onun için hayatın anlamıydı. Hayatı güzelleştiren tek şeydi. Ve aşk gelip onu bulmuştu. Partneri, yaşamak için

seks işçiliği yapan bir travestiydi. Aşk güzeldi, bütün kırılmaları, bütün örselenmeleri yumuşatan umut dolu bir mucizeydi. Ama HIV virüsü acımasızdı, partneri kendisinde HIV virüsü olduğunu söylediği ve “korunalım” dediği halde, Birol bunu önemsememişti. Virüsün ona bulaşmayacağını düşünmüştü; daha da önemlisi, partnerinin üzüleceğine, incineceğine inanmıştı. Onu üzmek istememişti. Ve Birol iki yıl sonra yaptırdığı testte artık HIV virüsü taşıdığını öğrenecekti. Ama o günlerde kendisiyle uğraşacak durumda değildi. Aşık olduğu kişi artık son aşamadaydı yani AIDS diye bildiğimiz öldürücü süreç ve hiçbir tedavi olanağı olmadığı için usul usul ölüyordu. Çünkü onların, çok pahalı olan HIV tedavisi için paraları yoktu, o günlerde başvuracakları hiçbir kurum, hiçbir sığınma evi de yoktu. AIDS'ten ölen bir travestinin haberi, bu tür olaylara, ne yazık ki, sadece popüler açıdan yaklaşan gazeteler için önemli bir haberdi. Olay gazetelerde yazılıp Birol'un da adı geçince, Birol'un en istemediği şey oldu. Ailesi olayı duydu. Aile önceleri çok tepki gösterdi ama hasta bir çocukları vardı, bu hastalığı ne yolla almışsa almıştı, bu yüzden onu sevmeyi ve korumayı iş edindiler. Bu, Birol'un kendini güvende hissetmesine neden oldu. Tedaviye başlamak istedi ama işler onun umduğu gibi gitmedi. Bilinçli olarak önce zührevi hastalıklar


polikliniğine gidip HIV virüsü taşıdığını tescil ettirdi ve gittiği hastanelerde ilk önce bunu belirtti. Ama yanlış yapmıştı; gittiği hastanelerde onun HIV+ olduğunu duyanlar, buna sağlık personelleri de dahil, ondan hemen uzaklaşmaya başladılar. Birol onların yüzünde şu ifadeyi kolaylıkla okuyordu: “Allah'ın cezası yine mi sen geldin!”. Bu nedenle hemen müdahale edilmesi gereken rektum kanseri iyice ilerledikten sonra ameliyat edildi ve bu da zaten Birol'un ölüm nedeni oldu. Birol, hastalıkla geçen on üç yıl boyunca hiç yılmadı. Sağlığı elverdiği sürece ülkemizde adeta bir tabu olan HIV virüsü ve AIDS üzerine üniversitelerde, televizyonlarda uyarı mesajlarıyla dolu konuşmalar yaptı. En çok üstünde durduğu şuydu: “Biz HIV taşıyıcıları, şeytanın çocukları değiliz; sadece hastayız ve bizim elimizi sıkabilirsiniz, bizi öpebilirsiniz. En çok ihtiyaç duyduğumuz; şefkat ve anlayış, her insan gibi.” Birol, sağlığı elverseydi 1 Aralık 2004 yılında Foça'da düzenlenecek AIDS Kongresi'ne katılacaktı. Onu bu kongreye davet eden zarfın üstüne koskocaman harflerle AIDS yazısı yazılmıştı. Yaşadığı mahallede

atil ulaş cüce

Birol'un hastalığı konusunda kuşkular vardı ama işte artık kuşkuya yer kalmamıştı, mahallelinin elinde bir kanıt vardı. “O bir AIDS'liydi.” Bu Birol'u yaşamı boyunca en çok üzen olay oldu. Anılarına şöyle yazdı. “Mahalledeki çocuklar beni severdi, ben de onları severdim; ama şimdi benimle konuşmalarını bile yasakladılar. Bu, beni ölümden önce öldüren bir olay oldu. Şimdi yazdıklarıma son verirken, eğer elinizden geliyorsa benim durumumdaki insanlara yardım etmenizi, bu virüs hakkında doğru bilgiler edinip tanıdığınız insanlara bu bilgileri aktarmanızı rica ediyorum. Anlatmaya çalıştığım gibi, HIV'e ülkemizde yeterli ilgi gösterilmiyor. İleride bu virüsün ülkemizde yayılmaması, daha fazla insanın üzülmemesi için herkes bir şeyler yapmalı. Bu düşünceler içerisinde hepinize sıhhatli, neşe dolu, kedersiz ve sağlıklı bir yaşam diliyorum.” Ve Birol Kaya öldü. Aşka ve hayata inanan birisi daha dünyamızı terk etti. Belki bir gün birileri çıkar ve onun hayat hikâyesini film yapar; çünkü her hayat bir filmdir ama Birol'unki biraz daha film.

hep inandım

atil@middleearthtravel.com

Kaos GL dergisi çıkmadan Ali ve Ali'yle tanıştım. 1994 yılının sonbaharında Necatibey'de bir çay ocağında. O güne kadar eşcinsel olan insanlarla tanışmış görüşmüş olsam da, kendisini politik olarak böyle tanımlayıp bunu kendine dert edinen kimseyle tanışmamıştım. Anarşizm üzerinden başlayan dostluğumuz, komşuluğa ve benim bir Kaos GL üyesi olmama dönüştü. Önce Demirlibahçe'de aynı apartmandaki boş bir daireye taşındık. Orası Kaos'un ilk sayısının şanladığı yerdi. Güzel ve kötü günlerimiz geçti orada. Birçok arkadaşla toplanıp muhabbet ettiğimiz güzel günler de oldu, polis tarafından gözaltına alındığımız da. Tabii ki bunlar bizi biz yapan şeyler. Sonra ben Kaos GL'yi Hacettepe'de elden satmaya başladım. Herhalde memlekette bu işi ilk yapan benimdir. Keşke bunu bir gün hepimiz Kızılay'da, İstiklal'de ya da daha iyisi Cebeci'de beraber yapsak. Gerçi o gün de devrimci kardeşlerimiz benim arkamdan kıs kıs gülüyordu ama yüzümüze pek bir şey söylemezlerdi. Sonra Psikoloji Topluluğu'yla beraber, herkesin katılımına açık ilk toplantıyı yapmıştık. Sanırım 1994 Aralık'ıydı, o gün daha sert devrimci bir şahıs; Ali'ye, hakarete varan şeyler söyledi. Adına homofobi deniyor. Kızın biri de kalkıp “Herkes sizin gibi olsa biz nasıl üreyeceğiz” dedi? Ali de, 'olma' dedi. Bir ara İstanbul'dayken bir toplantıya katılmıştım, orada da eşcinsel olmadığımı öğrendiklerinde ortamda buz gibi bir hava esmişti. Sanki ben onları kandırmışım gibi.

İlk duyduğum ve tartıştığım andan beri: “Eşcinsellerin kurtuluşu heteroseksüelleri de özgürleştirecektir”. Hep inandım. Çünkü hepimiz bu bedenlerde tutsağız ve bize verilen toplumsal kodlarla yaşıyoruz. Bunun değişmesi gerektiğine bütün kalbimle inandığım gibi, her zaman mücadele ettim. Sonra eğlenceli günler başladı; Kaos GL dışa açıldı: Hep beraber pikniğe gittik. İlk sene sadece 20 kişi katıldı, benim de ilk dağcılık yıllarım, piknik yeri güzel olsun diye Karagöl'e gidiyoruz. Yürü yürü bitmez, milletin ayağına kara sular indi, bana bol bol küfrettiler. Ama ikinci sene bizim Kızılcahamam'da linç edilmeden geldiğimizi görünce 120 kişi katıldı. 3 otobüs gittik. Çok güzel bir gündü. Sonra ben Ankara'dan ayrıldım. Şu anda çalıştığım (yürüyüş rehberliği) işe yoğunlaştım. Ama ne ben Kaos GL'yi ne de Kaos beni unuttu! Kapadokya'da 2 gezi düzenledik, onlar da keyifliydi. Özellikle gece termal havuz keyfi. En sonunda 2006 yaz kampı geldi. İlk defa bu kadar çok insan bir arada, tatil yapıp gezdik. Ama devamı gelmedi ve bu konuda çok üzgünüm. Tabii tek bir nedeni yok ama bence devam ettirilebilirdi ve ettirilmeli. Tüm bunları yazarken farkına varıyorum ki Kaos GL hayatımda çok önemli bir yer tutuyor. Birçok ilki karşılıklı beraber yaşamışız. Ne iyi yapmışız. Kaos şu anda 100. sayısına geldi, ilk günde vardım, sonuna kadar buradayım. Umarım sonunu beraber görürüz ve bu dergiyi çıkarmaya gerek kalmaz. Ama o güne kadar yola devam.

25


gün yüzü

1969 mayısından

erkek dansçı ve modernlik

bir 'gay manifesto'su murat çelikkan mcelikkan@gmail.com

26

Yazı yazan ve hayatını büyük ölçüde yazdığıyla kazanan biri olarak, yazı yazmaktan hoşlanmadığımı belirtmeliyim. İnsan, para kazanma aracı olan şeyleri çok fazla sevemiyor galiba. Bu nedenle Kaos GL'nin 100. özel sayısı için bir yazı istendiğinde zorlandığımı itiraf edeyim. Ne yazmalı? Hangi konu hem bu güne hitap edip hem de kalıcı olabilir? Ne ilgi çeker? Bu sorularla boğuşurken Kaos GL'nin LGBT konusunda çok ciddi bir arşiv olduğunu hatırladım. Bu alanda yapılan araştırmalar, önemli makaleler, kişisel deneyimler, Kaos GL olmasa dağılıp gidecek; kimse bu alanda çalışmak için bir teşvik de hissetmeyecek. Böyle düşününce dünyada eşcinsel özgürlük hareketinin önemli metinlerine bir göz attım. Toplumsal hareketin yükseldiği 60'lar sonu ve 70'ler başında bir ilk kabul edilen Carl Whitman'ın kaleme aldığı "Amerika'dan Mülteciler: Bir Gay Manifesto"nun çevirisinin olmadığını fark ettim. Ya da varsa da ben bulamadım. Bu sayı için bu metni çeviriyorum. Bundan 30 yıl önce kaleme alınmış. Bazı kavramlar, eskimiş olabilir ama yine özgürleşme hareketinin temel taşlarından biri olma özelliğini koruyor. Carl Whitman komünist bir anne babanın çocuğu. 14 yaşında erkeklerle yatmaya başlamış, üniversitede öğrenci birliklerinde; Amerika'nın güneyinde insan hakları mücadelesinde, San Fransisco'da Vietnam savaşına karşı örgütlerde faaliyet göstermiş. Eşcinsel hakları aktivisti olarak çalışmış. Yaşlı eşcinsellerle genç radikaller arasında toplumdan hak ettikleri payı almak veya topyekûn karşı çıkma tartışmasında "Sorun pastadan hak ettiğimiz payı alma sorunu değil. Pasta kokuşmuş vaziyette" diyerek 1969 Mayıs'ında bir 'gay manifesto'su yazmaya başlamış. Metin ilk olarak 1970 Ocak ayında Red Butterfly Collective'de yayımlandı. 80'lerde AIDS'e yakalandı. Hastane tedavisini reddetti ve 1986 Ocak ayında sevdiklerinin yanında evinde aşırı dozda ilaç alarak yaşamına son verdi. Yer (Kaos GL açısından) ve zaman (benim açımdan) nedeniyle bazı küçük kısaltmalar yaptım, affedile!

İlk işimiz kendimizi özgürleştirmek San Francisco eşcinseller için bir mülteci kampı. Ülkenin her yanından kaçarak buraya geldik ve her yerdeki mülteciler gibi burası çok şahane olduğu için değil; ama orası çok kötü olduğu için geldik. On binlerce kişi, kendimiz olmanın işlerimizi tehlikeye atacağı ve düzgün bir hayat umudunun olmadığı küçük şehirlerden kaçtık; bize şantaj yapan polislerden, bizi reddeden veya “müsamaha” eden ailelerimizden kaçtık; silahlı kuvvetlerden, okullardan atıldık, işlerden kovulduk, polis ya da serserilerden dayak yedik. Ve kendimizi korumak için bir getto oluşturduk. Bu özgür bir bölge olmaktan çok bir getto, çünkü hâlâ onlara ait. Devriye gezen hetero polisler, hetero yasa koyucular da bizi yönetiyor. Bizi hetero işverenler hizaya sokuyor ve hetero para da bizi sömürüyor. Her şey yolundaymış gibi davrandık, çünkü bunu nasıl değiştirebileceğimizi göremiyorduk; korkmuştuk. Geçen yıl eşcinsel özgürlüğü fikirleri ve enerjisinin uyandığı bir yıl oldu. Nasıl başladığını bilmiyoruz; günün moda devriminden -miş gibi davranmaya son vermeyi öğrendik. Amerika, savaş ve ulusal liderlerin katkısıyla bütün çirkinliğiyle su yüzüne çıktı. Ve getto yaşamımızın kalitesinden midemiz bulandı. Bir zamanların hayal kırıklığı, yabancılaşma ve sinizminin yerini yeni özellikler aldı. Birbirimize karşı aşkla doluyuz ve bunu gösteriyoruz; bize yapılanlar karşısında öfkemiz artıyor. Uzun yılların kendini sansürleme ve baskısını anımsadıkça gözümüz yaşarıyor. Ve yeni doğan bir hareketin coşkusuyla keyifliyiz, mağruruz. Kafamızı toplamalıyız: ilk işimiz kendimizi özgürleştirmek; bu, kafamızı içine boşaltılan çöpten kurtarmak anlamına geliyor. Bu makale, bazı sorunlara dikkat çekmek ve eskilerin yerini alması için bazı yeni fikirler öne sürmek üzere bir girişim. Öncelikle bizler için yazıldı, bir tartışma başlangıcı olsun diye. İyi niyetli heteroseksüeller de özgürlüğün ne olduğunu anlamak üzere bunu yararlı bulurlarsa ne âlâ. Bunların sadece eşcinselliğimle değil; beyaz, erkek ve orta sınıf olmamla da belirlenen bir tek insanın görüşleri olduğu da unutulmamalı. Bu benim bireysel bilincim. Bir araya geldikçe grup bilincimiz de gelişecek. Daha işin başındayız. I. Yönelim üzerine 1. Eşcinsellik nedir: Doğa, cinsel arzunun nesnesini tanımsız bırakır. Bu nesnenin toplumsal cinsiyeti, sosyal olarak şekillendirilir. İnsanlar eşcinselliği tabu ilan ettiler,


çünkü üremek ve çocuk büyütmek için enerjilerinin son damlasına ihtiyaçları vardı. Aşırı nüfus artışı ve teknolojik değişimlerle bu tabu artık sadece bizi sömürmek ve esaret altında tutmak üzere sürdürülüyor. Eşcinsellik, pek çok şey değildir. Karşı cinsin olmadığı zamanlar için geçici bir çözüm değildir; karşı cinsin reddedilmesi ya da nefret edilmesi değildir; yıkılan evliliklerin ürünü değildir. Eşcinsellik aynı cinsten birini sevebilme yeteneğidir. 2. Biseksüellik: Biseksüellik iyidir; her iki cinsi de sevebilme yeteneğidir. Çok azımızın biseksüel olmasının nedeni; toplum eşcinselliği öyle lanetledi ki kendimizi heteroseksüel ya da eşcinsel olarak görmek zorunda bırakıldık. Karşı cinsle yatsak dahi kendimize biseksüel değil eşcinsel diyoruz, çünkü "ben biseksüelim" demek geyleri zor durumda bırakabilir. Kadınlarla yattığımız sürece erkeklerle de yatabileceğimiz söylendi bize; bu da eşcinselliği aşağılamak demek. Herkes bunun bir mevzu olduğunu unutuncaya kadar gey olmaya devam edeceğiz... 3. Heteroseksüellik: Münhasıran heteroseksüellik berbattır. Aynı cinsten olanlara karşı bir korkuyu ifade eder, eşcinsel karşıtıdır ve hayal kırıklığı yüklüdür. Heteroseksüel seks de berbattır. Hetero erkeklerin yatakta nasıl olduğunu kadın özgürlükçülerine sorun. Seks, erkek şovenist için saldırganlıktır, geleneksel kadın için ise bir yükümlülük... Bizim için erkek ve kız kardeşlerimiz gibi hetero olmak bir tedavi değil bir hastalıktır. II. Kadınlar Üzerine 1. Lezbiyenlik: Çok uzun süredir erkek egemen bir toplumuz, bu durum hem erkekleri hem de kadınları çarpıttı. Bu nedenle eşcinsel kadınlar eşcinsel erkeklere göre farklı değerlendirmeler yapacak; kadın olarak da küçümsendiklerini hissedecekler. Özgürleşmeleri hem eşcinsel özgürlük hareketine hem de kadın özgürlük hareketine bağlı. Bu makale eşcinsel erkek bakış açısına sahip. Bazı fikirler eşcinsel kadınlar için geçerli olsa da, bunun lezbiyenler için bir manifesto olduğunu düşünmek fazla kibirlilik olurdu. Lezbiyen özgürlük sesinin yükselmesini hasretle bekliyoruz. New York Eşcinsel Özgürlük Cephesi bünyesinde bir lezbiyen çevrenin olması, geyler arasında erkek şovenizmiyle olduğu kadar, kadın özgürlük hareketinde de gey karşıtı hislerle mücadele edilmesini sağladı. 2. Erkek şovenizmi: Bütün erkeklere erkek şovenizmi bulaşmıştır. Öyle büyütüldük. Bu, kadınların daha düşük rol oynadıkları, bizlerden daha az insan olduklarını varsaydığımız anlamına geliyor. (Eşcinsel özgürleşmesinin başlangıçtaki toplantılarından birinde çocuklardan biri, 'kadın hareketini niye davet etmiyoruz kahve ve sandviç getirirlerdi,' demişti.) Gruplarımız içinde çok az eşcinsel kadının faal olmasına şaşacak bir şey yok. Erkek şovenizmi bizim için temel bir mesele değil. Bundan heteroseksüel erkeklerden çok daha kolaylıkla

kurtulabiliriz. Çünkü baskı nedir biliyoruz. Kadınları her gün ezen bir sistemden vazgeçtik. Ayrıca erkeklerin çoğunlukta olduğu bir ortamda yaşadığımız için farklı rolleri üstlenme alışkanlığımız var; kendi boktan işlerimizi kendimiz görüyoruz. Ve son olarak ortak bir düşmanımız var: büyük erkek şoven, aynı zamanda büyük gey düşmanı. Ama aramızdaki hem yaklaşım hem de davranışlara egemen olan erkek şovenizmini temizlemek zorundayız. Fıstık eşittir zenci eşittir ibne. Düşünün. 3. Kadın özgürlüğü: Onurları ve eşitlik için mücadele ediyorlar ve bunu yaparken bizim de sorguladığımız şeyleri sorguluyorlar: Rolleri, azınlıkların kapitalizm tarafından sömürülmesini, heteroseksüel, beyaz, erkek, orta sınıf Amerika'nın kibirli kendini beğenmişliğini. Onlar mücadele kızkardeşlerimiz. Birlikte çalışmaya başladığımızda sorunlar ve farklılıklar daha açık ortaya çıkacak. Bir temel sorun bizim kendi erkek şovenizmimiz. Bir diğeri, birçok kadında içselleşmiş olan eşcinsel düşmanlığı ve tutuculuk. Bu, içlerindeki hetero. Üçüncü bir mesele seks konusunda farklı görüşler: Seks onlar için baskı anlamına geldi, bizim içinse özgürleşmemizin bir sembolü. Birbirimizin tarzını, söylemini, mizahını anlamamız lazım. III. Roller Üzerine 1. Heteroseksüel toplumun taklidi: Biz heteroseksüel toplumun çocuklarıyız. Hâlâ heterovari düşünüyoruz: Bu da uğradığımız baskının bir parçası. Heteroseksüel kavramların en kötülerinden biri eşitsizliktir. Heteroseksüel (aynı zamanda beyaz, İngiliz, erkek, kapitalist) düşünce biçimi, şeyleri düzen ve mukayese içinde düşünür. A, B'den öncedir; B, A'dan sonra. 1, 2'nin altındadır; 2 3'ün. Eşitliğe yer yoktur. Bu yaklaşım, erkek/kadın, üstte /altta olmak, eş/eşsiz olmak, heteroseksüel/eşcinsel, patron/işçi, beyaz/siyah ve zengin/yosul'a uzanır. Sosyal kurumlarımız bu sözel hiyerarşiye hem neden olur hem de yansıtır. Bu Amerika'dır. Biz tüm yaşamımız boyunca bu kurumlar içinde yaşadık. Doğal olarak rolleri taklit ederiz. Çok uzun zaman bu rolleri kendimizi korumak adına taklit ettik. Bu bir hayatta kalma mekanizması. Artık, bizi hapseden kurumlardan aldığımız bu rolleri dönüştürecek kadar özgürüz. "Heteroseksüelleri taklit etmeye son verin, kendimizi sansürlemeye son verin" 2. Evlilik: Evlilik rol yapma ile yüklü heteroseksüel kurumun temel örneklerinden biri. Geleneksel evlilik, çürümüş, baskıcı bir kurum. Heteroseksüel evlilikler içinde olan bazılarımız geyliğimizi evliliğin bozulmasının nedeni olarak gördü. Hayır. Evlilikler, bu kurumun, her iki insanı da boğan, gereksinimleri reddeden ve her iki insana da olanaksız talepler yüklemesinden bozulur. Evet, bizden istenen rollere teslim olmayı reddecek güce sahibiz. Eşcinseller, heteroseksüel evlilikleri ne kadar başarıyla taklit ettikleri üzerinden kendilerine saygılarını ölçmekten vazgeçmeli. Eşcinsel evlilikler de heteroseksüel evliklerle aynı sorunlara sahip olacak. Şahane bir eş bulmanın mutluluğunu kabul etmek, dünyaya "biz de sizin gibiyiz" demek esas sorunları

27


28

görmezden gelmenin ve kendinden nefret etmenin bir göstergesi olacak. 3. Evliliğe alternatifler: İnsanlar birçok iyi nedenle evlenir. Ancak evlilik çoğu zaman ihtiyaç ve arzulara yanıt olmaz. Hepimiz güvence, aşk, birine ait olma ve ihtiyaç hissedilmenin peşindeyiz. Bu ihtiyaçlar, bazı sosyal ilişkilerle de giderilebilir. ... Kendimiz için rol yapmaktan uzak, çoğulcu bir sosyal yapı tarifi aramalıyız. Bu yapı, hem çift ya da daha fazla sayıda yalnız, bir süre birlikte, uzun süre birlikte yaşamak için özgürlüğü ve fiziksel mekânı, hem de gereksinimlerimiz değiştikçe bir durumdan öbürüne geçebilecek olanağı taşımalı. Eşcinsellerin özgürleşmesi, ilişkilerimizi heteroseksüel ilişkiler ve değerlerle karşılaştırmaktan değil; kendimiz için nasıl ve kimle yaşadığımızı tanımlamaktan geçiyor. 2. Gey klişeler: Heteroseksüel dünyanın gey imgesi, heteroseksüel rolleri ihlal edenlerimiz tarafından belirlendi. Eşcinsel toplulukta görünür roller oynayan lubunya ve gacıları küçümseme eğilimi yaygın. Özgürleşmiş geyler olarak açık bir duruşumuz olmalı. a) Ortaya çıkan geyler bizim ilk şehitlerimizdir. Hepimizden önce ortaya çıkıp onaylanmamayı göğüslediler. b) Açık oldukları için acı çektilerse suçlamamız gereken lubunyalar değil, heteroseksüel toplumdur. 3. Örtük lubunyalar: Bu sözcük Tom Amca ile eşanlamlı kullanılmaya başlandı. Cinsel olarak heteroseksüel taklidi yapmak veya sosyal olarak heteroseksüelmiş gibi davranmak gettodaki en zarar verici davranış biçimi. Bir köşede gizlice işini halleden evli adam; bir kez yatağa giren ancak gey ilişki kurmayı reddeden çocuk; işte ya da okulda arkadaşından bahsederken cinsiyetini değiştiren sahtekâr; çalıların arasında ağzına almaktan çekinmeyen ama yatmayı reddeden genç. Eğer özgürsek cinselliğimiz hakkında da açık oluruz. Örtük lubunyalık artık sona ermeli. Açığa çıkın! Ama açıklayın derken bazı konulara netlik kazandırmak lazım. 1) Örtük lubunyalar bizim kardeşimizdir ve hetero insanların saldırılarına karşı korunmaları gerekir. 2) Açıklama korkusu paranoya değildir; bedel ağırdır: Aile ilişkilerinin kopması, işten olma, heteroseksüel arkadaşlardan olma; bunlar baskının sadece kafamızda olmadığının göstergeleri. Her birimiz açıklığa giden yolda kendi hızımıza ve içgüdülerimize göre ilerlemeliyiz. Açık olmak özgürlüğün temel taşıdır; sağlam kurulmalıdır. 3) Örtük lubunya, savunmanın, kendinden nefret etmenin, güçsüzlüğün ve alışkanlıkların birçok biçimini kapsayan geniş bir terim. Hepimiz bir açıdan örtük lubunya sayılabiliriz; hepimiz açıklamak zorunda kaldık. Pek azımız 7 yaşındayken barizdi. Kendimiz için gösterdiğimiz sabrı, kız ve erkek kardeşlerimiz için de göstermeliyiz. Onların örtük lubunyalığı bizim uğradığımız baskının bir parçası olsa da, daha çok kendilerinin uğradığı baskının bir göstergesi. Ne zaman ve nasıl açıklayacaklarına bir tek onlar karar verebilir. IV. Baskı Üzerine Baskılanmamızın değişik yüzlerini ortaya koymak ve anlamak çok önemli. Baskının dereceleri hakkında

tartışmanın yarattığı bir ufuk yok. Birçok "mücadele yanlısı tip", bir dizi boktan yaklaşım sergiliyor; eşcinsellerin siyahlar, Vietnamlılar, işçiler ya da kadınlar kadar ezilmediğini iddia ediyor. Onların sınıf ve kast kategorilerine girmiyoruz. S.ktirsinler! İnsanlar baskı görünce bu duygu ile hareket eder. Baskı görüyoruz. Siyahların özgürlüğü veya emperyalizmin sona erdirilmesinin öncelliği hakkındaki konuşmalar, eşcinsel karşıtı propagandadan ibaret. 1. Fiziksel saldırılar: Saldırıya uğruyoruz, dövülüyoruz, iğdiş ediliyoruz ve öldürülüyoruz. Son bir kaç yılda sadece San Francisco parklarında faili meçhul yarım düzine katliam var. Özellikle azınlık gruplarına mensup ve kendilerinden sosyal olarak daha aşağıda birilerini arayan serseriler, "ibne"leri dövmeye eğilimli oluyor ve polisler buna kafalarını çeviriyor. Buna eskiden "linç" adı verilirdi. Birçok şehirde polis buluşma yerlerimize baskınlar düzenliyor. Barlara, parklara, saunalara. Bize tuzak kuruyorlar. Bize atılan iftiraların en kötücüllerinden biri, hapishanelerde gerçekleşen "toplu tecavüz"ler. Bu tecavüzler, kendilerini heteroseksüel olarak kabul edilenlerce yapılıyor. Bu tecavüzlerin mağdurları ya biziz ya da kendilerini koruyamayan heteroseksüeller. Toplu tecavüzleri eşcinsellikle bağlantılandıran basın kampanyaları, heteroseksüellerin bizden korkmasını ve nefret etmesini, böylece daha çok ezilmemizi hedefliyor. 2. Psikolojik savaş: Başlangıçtan beri heteroseksüel propagandaya maruz kalıyoruz. Ebeveynlerimiz başka eşcinsel tanımadığı için; yalnız olduğumuzu, farklı olduğumuzu, sapkın olduğumuzu düşünerek büyüdük. Okul arkadaşlarımız "ibneliği" kötü davranışla özdeşleştirdi. İlkokul öğretmenlerimiz, yabancılarla konuşmamamızı öğütledi. Televizyonlar, billboardlar ve dergiler, erkek kadın ilişkisinin sahte bir yüceltmesiyle dolu. Bu da bizde, "keşke farklı olsaydım", "keşke onlardan olsaydım" duygusu yaratıyor. 3. Kendini bastırma: Eşcinsel özgürlük hareketi güçlendikçe, gettomuz üzerinden para kazanan gergin kız ve erkek kardeşlerimizin statükoyu savunma konusunda daha kararalı olacaklarını göreceğiz. Bunun adı 'kendini bastırma'; "sandalı sallama", “San Francisco'da işler yolunda", "ben baskı görmüyorum". Bu sözler heteroseksist düzenin ağzı. Gördüğümüz baskının büyük kısmı, kendimizi ve onurumuzu çiğnetmekten vazgeçtiğimizde kalkacaktır. 4. Kurumsal: Gözlerimizi açarsak, eşcinsellere yönelik ayrımcılığın bariz olduğunu görürüz. Eşcinsel ilişki yasal değil; bu yasalar çok yaygın uygulanmasa bile, örtük lubunyalığı cesaretlendirip güçlendirmeye yarıyorlar. Sosyal çalışma ve psikiyatri alanlarındakilerin büyük bir bölümü eşcinselliği bir sorun olarak kabul ediyor ve bize hasta muamelesi yapıyor. İşverenler, cinselliğimiz gizli tutulduğu sürece yeteneklerimizin kabul göreceğini dayatıyor. Büyük sermaye ve devlet namlı hak ihlalcileri. Silahlı Kuvvetler ve askere alma konusundaki ayrımcılık geylere yönelik genel tavrın temel direği. Kendimizi kamusal alanda yalnızca eşcinsel değil ama hasta olarak da adlandırmayı kabul edersek, askerliğin z)


ertelenmesine hak kazanıyor ve 'efendi' (yani samimiyetsiz) olmazsak ordudan atılıveriyoruz. Tanrının belası, gitmeyeceğiz, katılmayacağız ama ordunun bizi bu şekilde de becermesini kabul edemeyiz. V.Seks Üzerine 1. Seks nedir: Hem yaratıcı ifade hem de iletişimdir: Bunlardan biri olduğunda iyi, ikisi de varsa daha iyi olur. Seks saldırgan da olabilir, bu tarafların birbirini eşit olarak görmediği durumlarda genellikle böyledir; dikkatimiz dağıldığında veya kafamız meşgul olduğunda baştan savma da olabilir. Bu durumlarda sekste iyi olanı elden kaçırmış oluruz. İyi seksi keman çalma gibi düşünürüm: iyi çalındığında öteki bedenin güzellik yaratabileceğini kabul eden iki insanın bir düzeyde olması. İkinci düzeydeyse ortak üretimlerinden ve güzelliği takdir etmekten kaynaklanan bir iletişim içinde olmak. İyi bir müzik eserini tamamiyle hissedersiniz. Bu bilinç düzeyinden çıkmak ya da geri dönmek bir sanat eserini bitirmek veya asit veya mesalin kafasından çıkmak gibidir. Benzerliği zorlamak gerekirse: oyuncuların yeteneklerine bağlı olarak, her ikisinin de özne ve nesne olabildiği durumlarda müziğin çeşidi çok ve sonsuzdur. Sololar, düetler, quartetler (Romantik müzikten hoşlanıyorsanız senfoniler) mümkündür. Cinsiyette, karşılık vermekte ve vücutlardaki çeşitlilik, farklı müzik enstrümanlarına benzer. Ve belki de 'cinsel yönelim' adını verdiğimiz şey, muhtemelen müziksel ifadenin bütün dağılımına cevap vermeyi öğrenemediğimiz içindir. 2. Nesneleştirme: Bu tasarımda, insanlar cinsel nesne, ama aynı zamanda özne. Kendilerini özne ve nesne olarak seven yaratıklar. İnsan bedeninin nesne olarak kullanılması, sadece karşılıklılık çerçevesinde meşrudur. Bir insan her zaman özne, diğeri de nesne oluyorsa, bu her ikisindeki insanı bastırır, boğar. Nesneleştirme aynı zamanda açık ve dürüst yapılmalı. Sessizlikle genellikle seksin bir bağlılık olarak algılanmasına izin veriyoruz: Öyleyse mesele yok! Ama değilse söyleyin. Gey özgürlüğüne katılanlar, kadınların özel olarak ve ahlaksızca cinsel obje olarak muamele gördüğünü anlamak zorunda. Özgürleşmelerinin önemli bir bölümü, cinsel nesneleştirmeye karşı çıkmak ve çok uzun zamandır bastırılan başka özelliklerini geliştirmeye dayalı. Buna saygı duyuyoruz. Ayrıca az sayıda özgür kadının, seksi hayatımızın açık ve göze çarpan bir yerine katmamız karşısında şaşkınlığa düşüp tepki duyabileceklerini de anlıyoruz. Bu onların deneyimlerinin doğal bir tepkisi olsa da, bizim için bunun ne anlama geldiğini öğrenmek zorundalar. Bizim için cinsel nesneleştirme özgürlük arayışımızın bir odağı. Birbirimizle paylaşmak zorunda olmadığımız şey bu. Birbirimizle cinsel olarak iyi ve açık olmayı öğrenmek özgürlüğümüzün bir parçası. Açık bir farklılık ise: Seksin nesneleştirilmesi, bizim birbirimizle yapmayı seçtiğimiz bir şey; kadınlar içinse, zorbalar tarafından dayatılan bir şey. 3. Pozisyonlar ve Roller üzerine: Cinselliğimizin büyük bölümü heteroseksüelleri taklit etme nedeniyle saptırılmış ve kendi kendinden nefret duygusuyla

çarpıtılmıştır. Bu tür cinsel- sapmalar temelde gey karşıtıdır: "ben hetero erkeklerden hoşlanırım" "gey değilim ama yapılmaktan hoşlanıyorum" "s.kmeyi seviyorum ama s.kilmekten hoşlanmıyorum" "boynumun yukarısına dokunulmasından hazzetmiyorum" Bunlar rol yapmanın en kötü örnekleri arasındadır. Bu rollerin üzerine çıkmamız lazım. Demokratik, müşterek, karşılıklı cinsellik için gayret ediyoruz. Bu, yatakta birbirimizin aynadaki yansıması olduğumuz anlamına gelmiyor ama bizi tutsak eden rollerden kurtulmamız anlamına geliyor. Yatakta heteroseksüellerden daha iyi olabiliyoruz, birbirimize eskiden olduğumuzdan daha iyi davranıyoruz. 4.Piliçler ve Aygırlar: Kabul edin güzel ve genç vücutlar bir vasıf, şahaneler. Sanat, ruhsal yüceltme ve iyi seks için ilham kaynağı. Bu sadece aynı yaştan insanlarla veya iyi bir vücudun plastik klişelerine uymayan biriyle ilişki kuramadığınızda sorun olur. Bu noktada nesneleştirme insanı avucuna alır ve kendinden nefrete dönüşür: "Geylerden nefret ediyorum. Kendimi de sevmiyorum. Ama bir aygır ya da bir piliç benimle yapmak isterse, kendimden başka biriymiş gibi davranabilirim." Çocuk istismarı konusunda bir not: Çocuklar kendilerine bakabilir ve kabul etmek istediğimizden çok daha önce birer cinsel varlık olur. Bizim gibi erken ergenlikte çarka çıkmaya başlayanlar bunu bilir. Çarka çıkmak deyince, bizim çıktığımızı, kirli yaşlı adamlarca baştan çıkartılmadığımızı vurgulayayım. Çocuk istismarına gelince; büyük ölçüde küçük kızları istismar eden heteroseksüellerdir; özel olarak bir gey sorunu değildir ve cinsellik karşıtı püritenizmden beslenmektedir. 5. Sapkınlık: Kelimenin her türlü kullanımından şüphe etmekte haklı olacak kadar böyle isimlendirildik. Yine de çoğumuz belli cinsel uygulamalar konusunda çekimseriz; hayvanlarla seks, sado/mazoşizm, kirli seks (sidik ve bok da dahil). Bunlardan herhangi biri hakkında daha fazla bilgi edinmeden bazı şeyleri ortaya koymak lazım. Cinsel hayatlarını anlamadığımız ya da paylaşmadığımız geyler konusunda heterolara karşı özür diler bir halde olmayalım. Sonuç: Eşcinsel Özgürleşmesi İçin Zorunlulukların Bir Özeti 1. Kendimizi Özgürleştirmek: Her yerde kendinizi açıklayın; kendini savunma ve siyasal eylemliliği başlatın; karşı toplumsal kurumları oluşturun. 2. Öteki eşcinselleri heyecanlandırın: Her zaman konuşun; anlayın, bağışlayın, kabul edin. 3.Herkesin içindeki eşcinseli özgürleştirin: Tehdit edilen örtüklerden çekeceğimiz var. Kibar olun, özgürce konuşmaya ve davranmaya devam edin. 4. Kendin ol: Çok uzun zamandır bir oyun oynuyoruz, bu nedenle mükemmel oyuncularız. Artık kendimiz olmaya başlayabiliriz, emin olun iyi bir şov olacaktır.

29


yüz yüze

“türkiyeli eşcinseller başardı"

30

Ali ve Ali. 1992'de tanıştılar. 1994'te Türkiye'de bir ilki gerçekleştirip eşcinsel dergisi Kaos GL'yi çıkarmaya başladılar. Bugün o dergi 14. yılını kutlarken onlar da birlikteliklerinin 16. yılını doldurdular. Pek çoğumuzun hayatını değiştiren Kaos GL dergisinin yaratıcılarıyla ilk sayıdan 100. sayıya nelerin değiştiğini konuştuk. ismail alacaoğlu & umut güner

Kaos GL'nin ilk sayısını hazırlarken bugünlere geleceğini düşünmüş müydünüz? Ali Özbaş: Aslında, en azından 3 sayı çıkartabilirsek devamı gelir diye düşünüyorduk. Yani dördüncü sayıyı çıkardığımız gün, 100. sayıya da ulaşmamak için bir engel görememiştik. Ali Erol: İlk sayının hazır taslağı, bir sürü olanaksızlıklardan dolayı çok uzun süre bekledi. Düzenli çıkan bir dergi olmasını çok istiyorduk. Çünkü sadece dergi değil, eşcinsel varoluş mücadelesinin de uzun bir süreç olacağını biliyorduk. Tabii bu süreçte bir sürü iniş çıkışlar, molalar olabilirdi; öyle de oluyor, ama derginin periyodu özellikle ilk yıllarda aksarsa, değil bugünleri yolun başını bile göremeyiz diye düşünüyorduk. İlk sayıyla başlayan yürüyüş bugünleri hedefliyordu. İlk sayı 20 Eylül 1994'de yayımlandı; peki, Kaos GL fikri ilk ne zaman doğdu? AÖ: 1992 yılında Ali ile tanıştığımız günlerde örgütlenme, bir araya gelme üzerine konuşmalar yapıyorduk. Bunun için de insanlara ulaşmak gerekiyordu. Tamam, görüştüğümüz, geyik yaptığımız arkadaşlarımız hayli fazlaydı ama bizlerin kendi adımıza bir çıkışımız olabileceğine inanan ve çalışmak isteyen en geniş kesime ulaşarak bir başlangıç yapmak gerekiyordu. AE: Bir söz söyleme, eşcinsel varoluşlarımız üzerinden kendi sözümüzü söyleme fikri çok daha önceye gidiyor. Daha isim olarak Kaos GL'yi telaffuz etmeden önce okulda, 8 Mart ve başka anmalarda eşcinsellik üzerinden sloganlarımızı yüksek sesle atmaya başlamıştık. “'kaos' evrenin ilk oluşma haliydi” Neden Kaos GL? AÖ: Kaos'un anlamı, bize göre, evrenin ilk oluşma halindeki olumlu anlamıydı. Her şeyin birlikte evreni oluşturduğu ama sıkıcı bir düzenin olmadığı. AE: Seksenlerin ikinci yarısı, doksanların başını coşkulu dönemler olarak hatırlıyorum. O zamana kadar kendini ezeli ve ebediymiş kuran, daha doğrusu öyle sunan pek çok kategorinin, pek çok halin sorgulandığı dönemlerde, kendi cinsimize olan aşklarımız sürekli bir hareket halinde akacak, ortaya çıkacak kanallar arıyordu. Kaos düşüncesinin, içinde bulunduğumuz ve hayal ettiğimiz hali çok iyi tanımladığını hatırlıyorum. Mevcut sosyal kültürel ahlaki hiçbir kalıp bizi tanımlamıyordu; biz de bu kalıpların içinde yuvarlanıp gitmeyi zaten istemiyorduk. Kaos halinin akışkanlığı ve sürekli değişim hali bize her zaman yeni olanaklar sunacaktır. tek bir kişi için bile olsa… Dergi nasıl hazırlanıyordu? AÖ: Yazıların çoğu posta ile geliyordu ve bilgisayara dizmek gerekiyordu. Ben işyerinde


bunları dizmek zorunda kalıyordum ve büyük bir stresti bu. Gelen yazılar çoğalıyordu ve biz elemek zorunda kalıyorduk. Bir yandan da her ay “bu ay dergiyi çıkaracak parayı bulacak mıyız” sıkıntısı yaşıyorduk. Dergi ile insanları nasıl etkilediğinizi görebiliyor muydunuz? AÖ: İlk sayılarda bir üniversite öğrencisinin her ay Kaos GL'nin çıkmasını sabırsızlıkla beklediğini duymuştuk. Bizle iletişim kuramıyordu ama derginin kitapçıya gelmesi onun için önemliydi. Bu, yaptığımız işin, tek bir kişi için bile olsa, önemli olduğunu, bizim doğru bir şeyler yaptığımızı gösteriyordu. AE: Mektuplar, tanıklıklar, yaşamın içinden kartpostallar olsun, hikâyeler olsun dergi ile hayatın her katmanından kadın ve erkekler karşılıklı birbirlerini harekete geçiriyordu aslında. Kaos GL süreciyle birlikte Türkiye toplumundaki eşcinsellik halleri de dönüşmeye başladı. Doksanlarla birlikte ortaya çıkan eşcinsel varoluşlar ile yeni bir nesil şekillendi. Kendi cinsini arzulayan kadın ve erkekler hem kendi bedenlerini, cinselliklerini hem de arzuladıkları bedenleri ve cinselliklerini dönüştürdüler. Haliyle yeni bir kuşak oluştu bu süreçte. “amacımız kendi sözümüzü direkt söylemekti” Kaos GL senin hayatının neresinde duruyor? Sen Kaos GL'nin neresindesin? AÖ: Dergiliğimde duran diğer dergilerle (ki bunların hepsi sinema ile ilgili) aynı ayarda görüyorum. Satış sayısının hâlâ az olması nedeniyle mahzun oluyor, ama bunun nedenlerini anlayabiliyorum. Dergiyi baştan sona okumuyorum. Ama bu bence en sağlıklısı. Sana hitap eden bir yerleri, senin ilgini çekmeyen ama başkasının okuyacağını düşündüğün yerleri olduğunu biliyorsun. AE: Tabii süreci kendimizce biraz okuyabiliyorduk. Biraz anarşinin bize kazandırdığı sezgilerle olsun, biraz yaşamak istediğimiz hayata dair kararlılığımızla olsun… Ancak yaptığımız bu seçimle hayatın güncel akışında pek çok şeyden de vazgeçmiş olduk. Diyebilirim ki Kaos GL özellikle çıkış yıllarında benim ve Özbaş'ın hayatının tam da ortasında şekillendi. Artık kurumsal bir hal alması, kendi kanallarının ortaya çıkması ile bizler Kaos GL'nin sadece birer parçası olduk. Kaos GL sürecinin her kanalının kendi içinde özerkleşmesi organik veya teğellenmiş ağlarla yan yana ilerlemesi, bunca yılın sonunda olumlu ve arzulanır bir gelişme olarak tanımlanabilir. Kaos GL çıkma misyonunu yerine getirdi mi ya da getiriyor mu? AÖ: İlk çıkışta amacımız kendi sözümüzü direkt söylemekti. Artık bunu, birçok kanaldan gerçekleştirebilmekteyiz. Ama bu, derginin artık misyonunu tamamladığı anlamına gelmez. Aksine, doğru yolda olduğunu, devam ettiği sürece diğer kanalların da açık kalacağını gösterir. Ha, olur da bir şekilde kendini

kapamak zorunda kalırsa her şey bitmez. Ama yeri doldurulamaz bir eksiklik olacağı da kesindir. AE: Kaos GL sürecinin çok katmanlı bir misyonu olduğunu söyleyebilirim. Bunlardan ilki bizatihi bir eşcinsel dergisinin çıkışı olarak kendini gerçekleştirmesiydi. Bu çok anlamlı ve önemliydi. Çünkü okur-yazar eşcinseller arasında bile dergi fikrine dair bir inançsızlık bulunuyordu. Kaos GL dergisin ilk sayısı bu anlamda çok katmanlı bir şok etkisi yarattı. Sanki artık hiçbir şey eskisi gibi olamazmış gibi bir his yarattı ve öyle de oldu. Derginin şu ya da bu aşamasında bazı renkler daha ağır bastı, evet, ama derginin çeşitlilik arayışı ve tüm bu çeşitli hallerin ve yaklaşımların yan yana birlikte akması gayesi hep birincil oldu. Onun için tüm bu süreçteki dalgalanmaları bir sapma olarak değerlendirmeyi tercih etmem. “şu light/ağır muhabbeti hiç bitmeyecekmiş gibi” Derginin son iki yıldır çıkan sayıları hakkında ne düşünüyorsun? Bazı insanlar okumasının kolaylaştığını düşünürken, kimileri fazla “light” bir dergi olduğunu düşünüyor? AÖ: Dergi olarak light'laştığını sanmıyorum. Evet, yazılar içinde fikir anlamında da edebi anlamda da beğenmediklerim çıkabiliyor ama bence dergiyi şekillendiren de yazar/okur kesimi. AE: Ben Türkiye toplumunun eşcinsel çeşitliliğini yansıtıp yansıtmadığına bakmayı tercih ederim. Elbette ki eşcinsel olma hallerine dair her pratiği dergiye almak, eleştirel yaklaşmayı ortadan kaldırmaz. Ama eleştirel yaklaşım, politik irdelemenin, seçimin ötesinde bir kapalı devre yaratıyorsa, bu, bir yayın için problem olabilir. Evet, sanki son dönemde, kendi sesini doğrudan dergiye iletme, katma anlamında bir yabancılaşma yaşayan, arada bir mesafe açıldığını söyleyenler oluyor. Bana öyle geliyor ki şu light/ağır muhabbeti hiç bitmeyecekmiş gibi. Birinci sayıdan 100. sayıya kadar her sayı veya "dönem" için bu tür ifadeler telaffuz edilebilir ve herkes de kendince temellendirebilir. Tersi de yapılabilir pekâlâ. Kaos GL... AÖ: Hep var olacak ilkler birlikteliği. AE: Eşcinsellerin Kurtuluşu Heteroseksüelleri de Özgürleştirecektir! Dergi... AÖ: Vay be 100. sayı! Aslında daha önce bekliyorduk kendilerini ama neyse AE: Söz uçar yazı kalır: Türkiyeli eşcinseller bunu başardı! Ali... AÖ: Şans, böyle örtüşeceğim birini bulamadım halen. Çok farklılığımız var; buna rağmen ya da bu sayede hâlâ devam eden birlikteliğim. AE: Varlık sebebim. Aşkım.

31


yüz yüze

Bu kez “biz bize” söyleşelim dedik ve… yazmakla ilişkimi taze tutuyor aykan safoğlu 100 sayıda en çok neyi kıskandın? “Şu yazıyı keşke ben yazsaydım” dediğin oldu mu?

Sanırım Naim Dilmener'in yazmaya niyet ettiği, Türk Popu ile alakadar yazıyı yazabiliyor, yazabilmiş olmayı dilerdim. Asla öyle yetkin bir birikimim olmayacağını bilerek sahnelere buradan veda ediyorum Türkiye'den, keşke söyleşi verse ya da yazı yazsa dediğin biri var mı?

Neşe Düzel'in erkeklik üzerine Mehmet Ağar ile yapacağı bir röportajın Kaos GL'de yayımlanmasını dilerdim. Hukuk ile alakadar da Adnan Ekinci yazsa keşke dediğim bir an olmuştu. Söyleşi vermesi elzem kişilerden en önemlisinin ise Taner Ceylan

olduğunu düşünüyorum. Sansür sürecinde, hangi doğrultuda ve neden o yönde (poşet) kararını savundu? Neden dergi ile organik bağını kesti, bu kadar gayr-i insani olmaya neden gönül indirdi? Açık kalan sorulara yanıt almak lazım. Bülent Ersoy'un da Türk Sanat Musikisi üzerine yazmasını öneriyorum… Kaos GL senin hayatının neresinde duruyor?

Yazmakla ilişkimi taze tuttuğu için epey hayati bir yerde olduğunu düşünüyorum. Vazgeçmek istemediğim bir uğraş. Kalemim döndüğünce yazmak istiyorum. Yazıyla, kitapla, araştırmayla, haberle, kısacası insanla aramdaki bağı güçlendiriyor.

hayatımdaki en önemli çizgi barış sulu

Türkiye'den, keşke söyleşi verse ya da yazı yazsa dediğin biri var mı?

Kaos GL'nin en sevdiğin ve en çok “keşke olmasaydı” dediğin kapakları?

Olmaz olur mu? Sezen Aksu, Ajda Pekkan, Şebnem Ferah, Göksel, Türkan Şoray, Halil Ergün gibi “ünlü” isimler söyleşi verse gayet şık olur.

Tüm kapakları çok iyi hatırlamıyorum ama en sevdiğim kapak inanır mısın son dönemde çıkan tüm kapaklar oldu. “Erkeklik” konulu kapak, “puzzle erkek” özellikle enfesti. Keşke olmasaydı dediğim kapak olmadı cidden ama “açılmak, dolaptan çıkmak” konulu derginin kapağı daha iyi olabilirdi. Şu turuncu zemin üzerinde duran bir dolap.

32

Kaos GL senin hayatının neresinde duruyor?

Kaos GL bazı zamanlarda hayatımın en can alıcı noktasında duruyor. Hayatımdaki en önemli çizgileri çizdiğini düşünüyorum ama bu kadar Kaos GL odaklı yaşamak da bana biraz sorunlu geliyor.

şerefe kaos gl! bawer çakır Kaos GL'nin en sevdiğin ve en çok “keşke olmasaydı” dediğin kapakları?

Şekerim en güzel kapak yapılmadı henüz. Çünkü henüz bendeniz derginin kapağını süslemedim. Ancak ille de olanlardan söyle dersen Merlın Monrolu kapak benim favorim. Hem pempe hem de göz alıcı. 'Feminizm & Eşcinsellik', 'Erkeklik' ve 'Pornografi' sayılarının kapakları da güzel. 1 mayıs ertesi çıkan Kaos GL'nin de kapağı heyecan verici. Tarihsel önemini düşününce ilk sokak eylemimizin fotosu bir milat bile sayılabilir dergi için… kötü kapaklara gelince, salih'in olacağı herhangi bir kapak kötü benim için. Doğruya doğru şimdi. Kalemi güzel çocuğun ama lubunya çirkin. Yani elbette benden güzeli yok, kimi koysan kötü olur ama Salih'in olacağı bir kapak kesin toplatılır. Tori

Amos, ev dosyalı son sayı, Hande Yener ve eskilerden birçok kapak kötü diyebileceğim kapaklardan ayrıca. Amma velakin dönem düşünülünce eskileri madilemek saçma. 100 sayıda en çok neyi kıskandın? “Şu yazıyı keşke ben yazsaydım” dediğin oldu mu?

Hayatta tatmadığım 2 duygu kıskançlık ve riya. Bu nedenle hiçbir ölümlüyü kıskanmam. Kıskansam da söylemem. Ancak 100. sayı şerefine birkaç tane yazıp sansasyon yaratayım; Aykan'ın fotoromanını, Bawer Çakır'ın '3 oda 1 salon'unu yazmayı isterdim. aaa! Onu ben yazmıştım zaten. Geçelim… Kaos GL senin hayatının neresinde duruyor?

Şu an hayatımın merkezinde diyebilirim. Çünkü bir sürü şeye dair motivasyonumu kaybetsem de Kaos GL'ye yazmaktan alıkoyamıyorum kendimi. Sürekli düşünüyorum dergiye dair. Kafam hep dergiyle

meşgul. Anlayacağınız Hande Yener'den sonra ben de 'nasıl delirdim? bak: Kaos GL' adında bir albüm yapabilirim.


yaşlanmıyor, gittikçe gençleşiyor.. burcu ersoy 100 sayıda en çok neyi kıskandın? “Şu yazıyı keşke ben yazsaydım” dediğin oldu mu?

Yayın kurulunda olmanın avantajıyla hepinizden önce okuduğum, okurken ve okuduktan sonra da gözyaşlarımı uzun süre tutamamama neden olan 100. sayıdaki, Nilgün Kayalı'nın yazısı.. “Keşke benim annem de yazsaydı benim için” dedim; çok kıskandım.. Ne güzel bir insanmış; ne güzel bir anne dedim.. 2003'te oturup anneme uzun uzun anlattığım cinsel yönelimimi keşfetme hikayemi

bitirdikten sonra, sarılıp “şimdi sen benim daha güzel annemsin” demiştim. Onu hatırladım tekrar. Türkiye'den, keşke söyleşi verse ya da yazı yazsa dediğin biri var mı?

Annem Gerçekten! İki kez teklif de ettim; birinde söyleşi yapmayı, birinde yazı yazmasını. Ama öyle kolay değil; sabretmek lazım. Kaos GL senin hayatının neresinde duruyor?

Hazırlarken gecelerimde.. sabaha karşılarımda.. Elime aldıktan sonra, en çok yolculuklarımda.. Hayatımın sessiz köşelerinde..

iz bıraktığımı hissediyorum emir birant 100 sayıda en çok neyi kıskandın? “şu yazıyı keşke ben yazsaydım” dediğin oldu mu?

“Bazen Bir Mezar İstiyorum!...” bu kadar kendime ait hissettiğim bir başka yazı yoktur herhalde. Halen her okuyuşumda gözlerim dolar. İçimize yer etmiş acıları, yaşanmamışlıkları, ya da yaşayamayacaklarımızı buluyorum o yazıda. Türkiye'den, keşke söyleşi verse ya da yazı yazsa dediğin biri var mı?

Hani eşcinsel olduğunu bildiğimiz ama kendini açık etmeyen bir dünya insan vardır ya. İşte onların kendilerini açık ederek verdikleri röportajları görmek istiyorum sayfalarda. Bir de kazanımlar. Haksızlığa uğrayan, ya da öldürülen

100. sayısı çıkarken bir parçası olmak gurur verici ismail alacaoğlu 100 sayıda en çok neyi kıskandın? “Şu yazıyı keşke ben yazsaydım” dediğin oldu mu?

İlla ki olmuştur. Şu an hatırlayamıyorum şunu ben yazsaydım ya da şu söyleşiyi ben yapsaydım dediğim. Mesela “Ev” dosya konulu sayının orta sayfasında Aykan'ın yaptığı bir foto hikaye var; onu çok çok beğendim ve fotoğraf benim de ilgi alanıma girdiği için, onu ben yapmak isterdim diyebilirim net bir şekilde. İtiraf ediyorum seni kıskandım Aykan! Kaos GL tarihinde en sevdiğin yazı, söyleşi ya da bölüm ne?

Bu uzun bir liste haline dönüşebilecek bir soru. Ben yine de kısa tutacağım. Mesela bir dönem “Gözüm Abla” köşesi çok iyiydi. Yine son birkaç sayıdır yayınlanan “Birlikte” söyleşileri çok güzel. Mutlu LGBT birlikteliklerin hikâyelerini

okumak keyifli ve insana umut veriyor. Son sayıda Salih'in yazdığı öykü var mesela “Yırtılmaz Bir Kağıt Zarf” çok güzel. Yalnızlık sayısında Uğur'un hazırladığı “Beyaz Perdenin Yalnızları” bölümü güzeldi, keşke birkaç sayfa daha olsaydı. Bunlar bir çırpıda hatırladıklarım. Yazıların geneli güzel zaten, sonuçta bir emek harcanıyor. Kaos GL senin hayatının neresinde duruyor?

Kaos GL dergisi ile tanıştığımdan beri önemli bir noktada benim için ama son 2,5 yıldır hayatımın merkezinde duruyor. Çünkü dergiye çok sık yazmasam da, birçok aşamasında yer alıyorum derginin ortaya çıkma sürecinin. Burada hepimiz elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyoruz her seferinde biraz daha iyi bir dergi çıkarmak için. O yüzden önemli. Hele derginin 100. Sayısı çıkarken bu derginin bir parçası olmak çok gurur verici.

eşcinsellerin hakkını arayan sayfalar. Bir kapak vardı, 51. derginin kapağı. Matthew isminde bir gey öldürülmüştü. “Sadece ve sadece eşcinsel olduğu için öldürüldü” yazıyordu altında. Ama Baki Koşar için aynısı gelmedi. Bu acının kapağa taşmasını isterdim. Bir de eski dili arıyorum aslında biraz. Mesela gayefendisiz'in o inanç dolu, ateşli, allah allah yazılarını... Birşeylerin altını dolduruyordu o yazılar. Kaos GL senin hayatının neresinde duruyor?

Hayatıma anlam katıyor. Birçok şeyle uğraşıyorum, ama çoğu boş ya da yapmak zorunda olduğum işler... Kaos GL aracılığıyla yaptıklarımda ise iz bıraktığımı hissediyorum. Adımın mezar taşımdan başka bir yerde de geçecek olması bana haz veriyor sanırım.

33


hayatımdaki birkaç hevesten biri salih canova 100 sayıda en çok neyi kıskandın? “Şu yazıyı keşke ben yazsaydım” dediğin oldu mu?

Olmaz mı, çok oldu hem de. İlk aklıma gelen yine yedinci sayıda “İşkin” rumuzlu yazarın yazdığı “Bazen Bir Mezar İstiyorum!...” başlıklı anlatıdır. Çok naif, çok içten, çok içimden çıkmış gibi bir metindir o. Dönüp dönüp okuduğum, okudukça hüzünlendiğim “keşke her sayıda en az bir tane benzer metin olsa” diye düşündüğüm bir yazıdır. Diğer yandan hem o sayının kapağıyla çok uyumludur hem de eşcinsel bir çiftin yaşadıklarını çok gerçekçi ve samimi bir dille anlatır. Yusuf Eradam imzalı “Mursal Dağlar: Durumu Vahim Bir Yusuf'tan Bir Şimdiki Zaman Tevatürü” ve Gay'e Efendisiz imzalı hemen her yazı da, “hayır hayır bunu ben yazmalıydım” diyerek kıskançlık krizlerine girdiğim yazılardır. Türkiye'den, keşke söyleşi verse ya da yazı yazsa dediğin biri var mı?

Eğer yaşasalardı Bilge Karasu ve Baki Koşar'a ait yazılar görmek isterdim dergi sayfalarında doğrusu

ama bu artık maalesef mümkün değil. Yaşayanlardan Birhan Keskin'in şiirlerini, Bülent Ersoy'la yapılmış bir söyleşiyi, Ali Poyrazoğlu ve Güner Kuban'ın (Kuban'ın bir söyleşisi yayımlanmıştı ama) tanıklıklarını okumak isterdim. Bir de yaşlı eşcinsellerin anılarını okumak, hiç varolmadığımız bir zamanda yaşanan eşcinselliğin izlerini sürmek ne hoş olurdu. Bir ara Jozef Amca'nın benzer yazıları vardı ama başka da kimse çıkmadı benzer yazılar yazan. Kaos GL senin hayatının neresinde duruyor?

Ben biraz siz Türkler ne diyorsunuz slow mowşın yaşayan bir insanım. Ve hep de böyleydi, her zaman bir geçmişin içinde, yaşadığım çağdan on sene öncesindeydim. Bunu teknolojik ilerlemelere uyum sağlayamama gibi sığ bir ölçüt üzerinden söylemiyorum; romantik bir durum bu benim için. Kaos GL de, beni bu geçmişin içinde tutabilen en önemli araçlardan biri, dönüp dönüp eski sayıları okumak, o sayıların çıktığı dönem yaşadıklarımı anımsamak, onları iyisiyle kötüsüyle yeniden yaşamak çok keyifli birer

deneyim benim için. Bir de hayatımda çok az heves var, belki otuz yaş depresyonundayım bilemiyorum ama “heves”le yaptığım çok az şeyden biri Kaos GL için bir şeyler hazırlamak, bu noktada yaşamın bunca yüküne rağmen beni heveslendirebilen bir şeylerin varlığı bana güç veriyor.

hayatımın büyük bir kısmını oluşturuyor

34 semih varol

Kaos GL'nin en sevdiğin ve en çok “keşke olmasaydı” dediğin kapakları?

En sevdiğim kapak “Feminizm Ve Eşcinsellik” dosya konulu sayı. Daha az sevdiğim kapak ise 31. Sayı, “Erkeklik!” 100 sayıda en çok neyi kıskandın? “Şu yazıyı keşke ben yazsaydım” dediğin oldu mu?

Aslında her sayıdan bazı yazarların

hayatım Kaos GL ile dönüştü umut güner

Türkiye'den, keşke söyleşi verse ya da yazı yazsa dediğin biri var mı?

100 sayıda en çok neyi kıskandın? “Şu yazıyı keşke ben yazsaydım” dediğin oldu mu?

Kaos GL'ye düzenli yazsalar dediğim birkaç isim var; Murathan Mungan, Fatih Özgüven, Yıldırım Türker bunların başında yer alıyor. Kaos GL'ye söyleşi verse dediğim insanlar, Huysuz Virjin, Bülent Ersoy, Cemil İpekçi, Tarkan, Recep Tayyip Erdoğan.

Keşke dediğim hiç yazı olmadı ama birkaç isim ve yazı var. Salih Canova'nın “orada bir dergi var uzakta” yazısı, Sürmelican'ın gay ikonlar sayısındaki yazısı, Bawer'in de ev sayısında “3+1 yazısı” iyi ki yazmışlar dediğim yazıların arasında yer alıyor. Bir de keşke yazmaya devam etse dediğim birkaç eski yazarımız var; Ali Erol, Murat Yalçınkaya bunların başında yer alıyor.

Kaos GL senin hayatının neresinde duruyor?

2001 yılından beri her günümde Kaos GL var. Böyle de olması gerekiyor çünkü Kaos GL'nin hayatı dönüştürmek gibi bir çabası var. Benim hayatım Kaos GL ile dönüştü ve kuruldu diyebilirim.

benim bazı düşüncelerimi dile getirmesi noktasında “ben de bunu yazabilirdim” dediklerim oldu. Kaos GL senin hayatının neresinde duruyor?

Şu andan itibaren Kaos GL gerçekten hayatımın büyük bir kısmını oluşturuyor. Başka yerlerde uyum sağlamak (her alanda) bu kadar kolay olmuyor.


yüzsüz

Selam canlarım, Yüzüncü sayımızdayız. Yüzüncü sayı diyince tabi aklım hemen eskilere gidiyor. Aradan çok yıllar geçmese de ben sanki hakikaten yüz yıl geçmiş gibi hissediyorum. Bilenler bilir ben genç kızlığımı Ankara'da yaşadım. Daha sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin ısrarı ile İstanbul'a geldim. Ama hala Ankara dendiğinde gözlerim yaşarır, dış dudaklarımı ıslatma ihtiyacı duyarım. İstanbul'da yeni yerler açıldı gey kardeşlerimiz tanışsın, sosyalleşsin, aşktan aşka yelken açsınlar diye. (Bu satırları silah zoru ile yazdım) Bir tanesi ayı kardeşlerimizin açtığı Bearphouros adında bir yer. Sanırım gizlenmek için bir dinozor adını anımsatan Latince bir isim gibi bir ad altında örgütlendiler. Ayıları çok severim bilirsiniz. Doğal hayatın korunması, en azından kanserojen ilişkilerin en aza indirilmesi adına tercih edilmesi gerekli, sağlıklı bir tutumdur. Ben de bu anti-aging felsefesi gereğince ve yaşımın da icabınca büstiyerimin altına hafif pullardan işlenmiş valentinli, barok esintileri rokokolaştırılmış, robuna ve degajesine püsküllettoların yerleştirildiği (aslında ayı kardeşlerimizin naturel eğilimleri düşünülerek giyilmiş günlük kıyafetimle) yeni publarına gittim. (ahh bu kavramlar, ahh bu kavramlar. Kelimelerin, özellikle cümlelerin içinde anlamsız olduğunu söyleyen Madonna'yı saygı ile anıyorum.) Amma velakin gitmez olaydım canlarım. Oraya kadınların alınması yasakmış diyerek geri çevrildim. Siz siz olun sakın kadınlarla oraya gitmeyin. Bari kapının önünde kadın arkadaşlarımızı, oyalanmaları için bırakabileceğimiz bir dantel örme, tahta boyama, gergef işleme alanları yapılsa değil mi? Ne gezer? Kös kös geri dönüp, rahmetli dedemin Halayık Remzi Efendi ile buluşmaya giderken giydiği ceketi, pantolonu ayağıma geçirip yeniden oraya döndüm. Allah aşkına erkek erkeğe ne olabilir de kadınlar alınmıyor diyerekten de bir takma bıyık, burun ve gözlük takıp içeri girdim. HİÇ! Ne bir grup seks var, ne taciz eden, ne elleyen… Cidden sinirlendim. Ve bir başka yeni açılan yere, Geyik'e gitmeye karar verdim. Kapalı bir spor salonu büyüklüğündeki Geyik'e girdiğimde aniden, öldüm de cennete gittim hissine sahip oldum. İçeri girer girmez bir sürü gılman tarafından karşılanıyorsunuz ve eller üzerinde çekiştirilerek sağ salim bir masaya yerleştiriliyorsunuz. Aynı şeyi Tekyön'de de yaşıyorsunuz ama Geyik yeni açıldığı için kendinizi daha fazla önemli hissediyorsunuz. Tüm bunlar olurken canlarım, yani Geyik'e girdiğimde hangi yakışıklı garsona hangi içkiyi ısmarlarsam hangi birini ağıma düşürürüm diye düşünürken aklıma eski bir anı geldi. Sene 1900'lü yıllarda, Ankara'dayız. O zamanlar geyler ne yapar? Şimdiki gibi seçenek bolluğu, uyaran yokluğu içinde değiller. (Ay biliyorum garip

bir cümle oldu. Bahsetmeye çalıştığım duygu, tek kanallı siyah beyaz televizyonun, çok kanallı ve renkli yayınlara üstünlüğü gibi tercüme edilebilir. Amma velakin kimse renge ve çok kanala itiraz etmiyor bu arada. Artık yaratıcılığın ve hazzın yerine geçen yan yana on tane dönerci baygınlığındaki iştahsızlaştırıcı seçenek bolluğu ve uyaran yokluğundan bahsediyor.) İşte o dönemlerde bir hamam var Ankara'da. Efendim adını zikretmekte bir yasal sakınca görüyorum. Ama böyle “şen gül”ler gibi gidiyoruz o hamama. Pazar bir çeşit kutsal gün. Çünkü hamam günü, derken, hamamın en kabalık olduğu gün yani. Ama Gözüm Ablanız haftanın diğer günleri de orada ne cevherler olduğunu keşfettiği için deliye her gün bayram modunda haftanın herhangi bir günü orada olmakta sakınca görmüyor. O dönem bu “işler” gizli saklı yapılıyor. Öyle ben geyim, giderim, gelirim muhabbeti yok. Tarih vakt-i evvel yani. (Büyük Kaos'tan önce. Biz K.Ö. diyelim) Bir de bir saf ve temiz arkadaşımız var, adı lazım değil her zamanki gibi. Ona dedik ki “Ayol bu hamam da tellaklar bile “eğer senden hoşlanırsa” tenine yabancı değil.” (Vallahi yalan! Hiç de bu zarafette ifade etmedik. Çünkü üzerimizden bir yüz sayı daha geçmesi gerekiyor ki bu toplumun hamamcıbaşı ölsün ve bir Murat Belge çıkıp tarihi yazın.) Neyse, bu arkadaş tellakların büyüsüne kapıldı ve bir hafta sonu kervanımıza katılarak, şen güller gibi kıkırdayarak mezkur hamama doğru yola bizimle yola çıktı. Ona denmişti ki hoşlandığın bir tellak olursa sana kese yapması için onu çağır. (Bilmeyenler için: Kese, ketenden yapılan ve terli tene usta ellerde sürülünce sülük büyüklüğünde kirlerin toparlanması ve dolayısı ile gözeneklerinizin açılmasını sağlayan eldivenimsi cisim. Sülük ise hala Eminönü açık pazarında satılan hayvan. AYH! Yeni kuşağa bir şey anlatmak ne zor.) O zamanların tek kanallı televizyonundaki Dallas ile haftasını anlamlı kılmayı başarmış arkadaşımız, artan şehveti ile ama kesinlikle bizim abartımızla değil- bütün tellakları parasını ödeyip kese yaptırma bahanesi ile dokunabileceği kişiler diye dünmüş olsa gerek, mezkur hamama gidince hoşuna giden bir tellakla kese için anlaşmış. Vakt-i kese gelince de adamcağız işini yapmak için onu bir odaya almış. Kese yapma işlemi bitince de masaj, çay ya da zeytinyağlı dolma ister mi anlamında sormuş. (Çünkü aslında emin değiliz ne sormuş. Hamamcıbaşı ölsün, Murat Belge yeniden doğsun öğreneceğiz.) : “Başka bir şey ister misiniz?.” Bizim mahcup arkadaş da bizden aldığı abartılı bilgiler ışığında tüm cesaretini toplayarak “Siz de isterseniz olur.” demiş Tellak gülümsemiş ve odadan çıkmış. Hem de ne naifçe… Çok şey değişti. Artık tek kanallı televizyon yok (bunu savunan da yok), üstelik renkli televizyonlar var ve lazer televizyonlardan sonrası 3 boyutlu tv'ler… (Bu yazıyı yazarken Yıldız İbrahimova'yı dinliyorum. Entelliğimden değil; Zeki Müren'i, Dilber Ay'dan “Meyrik”'i, Sabahat Akkiraz'ı, Carlos Saura'dan “Salome”yi, Aynur'dan “Ahmedo” adlı şarkıyı sevdiğim için. Ve ayrıca youtube.com'dan hepsini bulabileceğiniz için yazıyorum) Bugünün gey barlarında çevremi sarıveren, 9 liralık biranın %10'nu olan 90 kuruş haricinde hiçbir maaş almayan ve sigortaları bile yapılmayan ama gene de her bara gireni 90 milyarlık adam gibi hissettiren tüm gey bar çalışanlarını o tellak naifliğinde görmek nasıl bir iştir? Yüzüncü sayımızı yüz sayı geçmesine rağmen değişen ve değişmeyen ama değişecek her şeyimizle kutlamak istiyorum.

35


yüzakı

tarihimizin 100 akı hazırlayan:

36

begüm topbaşlı

MARC ALMOND: 'Gey misiniz?' diye soran bir gazeteciye “Bu, Steve Wonders'a 'Siyah mısın?' diye sormaya benziyor” cevabını vermiş, İstanbul tutkunu ünlü jazz-rock şarkıcısı, söz yazarı. JOAN BAEZ: Soprano hippi, 'Alter Boy and The Thief' parçasını bizler için yazmış ve bize adamıştır. ZEYNEP AKSOY: Bir toz tanesinden insana dönüşen, doğuştan muhalif bir kızın, Deniz'in öyküsünü 'Denizkızı' romanında anlatmış, yüzümüzü güldürmüştür. GREG ARAKI: 'Tam Anlamıyla Düzülmüş', 'Splendro', 'Tenin Gizemi'ni yönetmiş “yeni queer sineması”nın en başarılı isimlerinden. JOSEPHINE BAKER: 'Croix de Guerre', 'Légion d' Honneur', 'Rosette of the Résistance' nişanlarına sahip, çok kökenli on iki çocuk evlat edinmiş ve ailesine 'gökkuşağı kabilem' diyen ünlü 'Muz Dansı'nın sahibi, unutulmaz 'Siyah Venüs' revü sanatını baştan yaratan kadın. KUTLUĞ ATAMAN: Murat'la beraber nefessiz bıraktı, Handan'ın dudaklarıyla 'Behiyem' dedirtti, Lamia Hanım'la İstanbul'un karanlık sularına eğilip yansımalarımızı izletti, Veronica olduk, dört mevsim, dört yanımızı saran ikiyüzlülüğü, sapıklığı okuttu. FRANCİS BACON: Önce 'Sir' unvanı aldı, sonar 1606'da başsavcı, 1618'de ise İngiltere başyargıcı oldu. Dönemin en önemli politikacılarından ve filozoflarındandı. JAMES BALDWIN: 'Giovanni'nin Odası' kitabında eşcinselliği yazdığı için değil, “beyaz bir eşcinselin öyküsünü” yazdığı için eleştirildi; çünkü o, 'zenci' ve eşcinsel bir yazardı. Kendisi de eşcinsel bir yazar olan Truman Capote'den tutun, siyahi birçok yazar, oyuncu ve sanatçı onu aşağılamaya çalıştı. Hayatı boyunca, derisinin rengi ve cinsel yönelimi nedeniyle sorgulandı. ANN BANCROFT: Öğretmen, yazar, maceracı. Özgür ruhuyla kuzey kutbuna ulaşmış ilk kadın. Eşcinsel ve kadın hakları için mücadele eden açık bir lezbiyen. DREW BARRYMORE: E.T. filminin sevimli yüzü, aynı zamanda 'Donnie Darko', 'Charlie'nin Melekleri' filmlerinin yapımcısı, oyuncusu. Birleşmiş Milletler iyi niyet elçisi olan da o, Dünya Gıda Programının Açlıkla Mücadele elçisi de... JEAN- MICHEL BASQUAIT: Graffiti'nin özgür ve normsuz yaratıcısı. DIRK BOGARDE: İngiliz sinema oyuncusu ve yazar. 'Venedik'te Ölüm'ün Gustav'ı. JANE BOWLES: Avangard romanın kilometre taşlarından 'Ağırbaşlı İki Hanımefendi'yi yazdı. PİYOTR İLYİÇ ÇAYKOVSKİ: Sekiz senfoni, on bir opera, üç bale, üçü piyano, biri keman olmak üzere dört konçerto, üç yaylı dördül, çeşitli oda müziği eserleri besteledi. Kuğu Gölü, Fındıkkıran, Uyuyan

Güzel'i yarattı. BOY GEORGE: Dünyanın en büyük gay ikonlarından olan İngiliz şarkıcı. Culture Club döneminde "cici kız" imajıyla ortalığı sallamış, sonrasında gayet nahoş skandallarıyla "ben hep buradayım ve böyleyim" mesajını insanların gözüne sokmuştur. WILLIAM S. BURROUGHS: Beat kuşağının yaratıcılarından Amerikalı yazar. MONTGOMERY CLIFT: On üç yaşında çıktığı Broadway sahnesinden Hollywood'a etkileyici bir geçiş yaptı. Marlon Brondo, James Dean gibi isimlerin arkadaşı, ilhamı oldu ve canlandırdığı karakterler gibi hep kırgındı. TRUMAN CAPOTE: 20. yüzyıl Amerikan edebiyatının en önemli yazarlarındandı. Yıldızının parladığı zamanlar da oldu, itibardan düştüğü zamanlar da. Yakın arkadaşı Tenesse Williams'la birlikte çok sayıda skandala imza atmış, ancak buna rağmen sosyete içinde özel bir yer edinmişti. Öyle ki, onun verdiği partilere davet edilmek ya da edilmemek, sosyeteden sayılmak ya da sayılmamakla eş anlamlıydı sanki... RUPERT EVERETT: 'En İyi Arkadaşım Evleniyor'la ünlenen yakışıklı aktör. Hollywood'un ender açık gey oyuncularından. Wilde ve Shakespeare uyarlamalarının vazgeçilmezlerinden. Madonna'nın kankası. JEAN COCTEAU: Fransız şair, yazar, yönetmen. Filmleri ve şiirleriyle modern sanatın şekillenmesinde çok etkili olmuştur. MICHAEL CUNNINGHAM: Pulitzer ödüllü 'Saatler', 'Dünyanın Ucundaki Ev', 'Günbatımı' romanlarını sinema çok sevdi. GEORGE CUKOR: 'Kadınların Yönetmeni'ydi. Müzikallerin efendisiydi. 'My Fair Lady' ile Oscar kazandı. STEPHEN DALDRY: LGBT sinema klasiklerinden 'Billy Elliot' ve 'Saatler'i yönetti. ELLEN DeGENERES: Amerika'nın en komik insanlarından biri. Cinsel yönelimini açıkladıktan sonra şovu yayından kaldırıldı ama o inat etti ve bugün Amerika eğlence dünyasının en güçlü insanlarından biri oldu. 2007 Oscar törenini o sundu. ANI DIFRANCO: Rock müziğin en iyi kadın vokallerinden biri. Kariyerine 19 albüm sığdırmış, üretkenliği ve feministliğiyle öne çıkan bir ikon. TODD HAYNES: 'Yeni Queer Sineması'na erken bir giriş olarak görülen 'Poison', glam müziğe ağıt 'Velvet Goldmine', kocasının eşcinsel olduğunu öğrenen bir kadının hayatındaki sarsıntıyı anlatan 'Cennetten Çok Uzakta' ve Cate Blanchett'tan Bob Dylan yaratan 'I'm Not There' filmlerinin yönetmeni. ANGELINA JOLIE: On üç dövmesinden biri Tennesse Williams'dan bir alıntı: “Vahşi yürekli olup da kafeslerde tutulanlar için bir dua.”


VLADIMIR LUXURIA: İtalya şov dünyasının renkli simasıyken İtalyan Yeniden Kuruluş Komünist Partisi'nden, parlamentoya milletvekili olarak giren transeksüel. 2007 yılında İstanbul'da yapılan Onur Yürüyüşü'ne katılmıştı. ERROL FLYNN: Beyazperdenin ilk Robin Hood'u. Sinemada 'star' kavramını yaratan oyunculardan biri. Korsan rollerindeki karizmasıyla döneminin Johnny Depp'i. SERGEI EISENSTEIN: Gelmiş geçmiş en büyük sinema kuramcılarından, sinema tarihinin en önemli filmlerinden 'Potemkin Zırhlısı'nın yönetmeni. BÜLENT ERSOY: Türkiye'nin 'Diva'sı. MELISSA ETHERIDGE: Eşcinsel hakları aktivisti, iki Grammy sahibi, şarkıcı ve söz yazarı. 'Uygunsuz Gerçek' filminde söylediği 'I Need To Wake Up' şarkısıyla Oscar kazanmış, ödülünü alırken eşi Tammy Etheridge'e teşekkür etmişti. JODIE FOSTER: 14 yaşında oynadığı 'Taksi Şoförü' filmindeki fahişe rolüyle Oscar'a aday gösterildi. Bu ödülü yıllar sonra 'Sanık' ve 'Kuzuların Sessizliği' filmiyle aldı. Hollywood'un en güçlü insanlarından biri. VLADIMIR HOROWITZ: 'Piyanistler üçe ayrılır: Yahudi piyanistler, eşcinsel piyanistler ve kötü piyanistler' diyen, çağının en büyük piyanistlerinden. E.M FORSTER: İçlerinde Virginia Woolf'un da bulunduğu Bloomsbury Grubu'nun üyelerinden, modernist akımın temsilcilerinden. Modern gey-kurtuluş perspektifini kendi döneminin hayal gücü yüksek diğer bütün yazarlarından daha dolu şekillendirmiştir. MICHEL FOUCAULT: 20. yüzyılın en önemli filozoflarından. Cinselliğin Tarihi'nde, cinselliğin baskıcı bir iktidara karşı özgürleşme mücadelesi veren bir güdü değil, yeni bir iktidar biçiminin işlemesinde merkezi rol oynayan bir tertibat olduğu düşüncesini anlatır. JEAN-PAUL GAULTIER: Pedro Almodavr'ın 'Kötü Eğitim'in sonunda teşekkür ettiği Fransız modacı. '5. Element', 'Kayıp Çocuklar Şehri' gibi filmlere yaptığı tasarımlar hayranlık uyandırdı. Hayatındaki en büyük acıyı on beş yıl boyunca sevgilisi ve ortağı olan Francis Menuge'yi kaybettiği zaman yaşamıştı belki de. ROCK HUDSON: Şehir efsanesi: 'Rock Hudson yetmişlerde Jim Nabors'la evlendi.' JEAN GENET: Piç, hırsız ve fahişe. Lanetli yazar. Avangart tiyatronun öncülerinden. ANDRE GIDE: 'Kalpazanlar'da insanın geleneklere değil kendi duygularının sesine uyarsa mutlu olabileceğini işleyen Nobel ödüllü yazar. ALLEN GINSBERG: Kendini deli olarak tanımlayan, tuhaflığı hayat biçimi olarak seçen, Beat kuşağının en önemli şairlerinden. SİR NIGEL HAWTHORNE: En İyi Erkek Oyuncu Ödülü dalında Oscar'a aday gösterilmiş ilk açık gey aktör. ALP ZEKİ HEPER: Türk sinemasının ilk deneysel filmi 'Soluk Gecenin Aşk Hikâyeleri'nin yönetmeni. URSULA K. LE GUIN: Yerdeniz'i yaratan, Mülksüzler'le distopyanın en karanlığını yazan, başka dünyalardan sesler, sözler getiren kadın. PATRICIA HIGHSMITH: Edebiyat dünyasına unutulmaz Ripley karakterini armağan eden, polisiyenin sıra dışı yazarı. TOM HULCE: Amadeus'ta Mozart'ı oynayan Emmy ödüllü oyuncu, Quasimodo'nun sesi.

ALANIS MORISSETTE: Kanadalı şarkıcı, şarkı sözü yazarı ve sinema oyuncusu. Günümüz rock divalarından biri. KÜÇÜK İSKENDER: Türk şiirinin sokak çocuğu. DANA INTERNATIONAL: İsrail topraklarında 'erkek' bedeninde dünyaya gelir ve o bebek, güzeller güzeli 'Diva'ya dönüşüp 1998 yılında Eurovision'da birinci olur. JAMES IVORY: 'Manzaralı Oda', 'Maurice', 'Günden Kalanlar', 'Howard'ın Sonu'nun yönetmeni. 2005'te kaybettiği sevgilisi Ismail Merchant'ın yapımcılığında yaptığı edebiyat uyarlamaları eşsizdi. DEREK JARMAN: Eşcinsel bir çifti İsa ile özleştirdiği 'Garden', Latince çekilen ilk film, İncil'deki azizlerden Sebastian'ın öyküsünün eşcinsel uyarlaması olan 'Sebastian', 'Caravaggio' gibi filmlerin yönetmeni, oyuncu, yazar, sahne tasarımcısı. SİR ELTON JOHN: İngiliz şarkıcı. Yaşayan en büyük gay ikonlarından biri. JANIS JOPLIN: Müziği her zaman dönemin bir ötesinde olan, tüm zamanların en önemli kadın rock şarkıcılarından BİLGE KARASU: “Ne kitapsız ne kedisiz” demiştir. Türk edebiyatının en önemli yazarlarındandır. GÜNER KUBAN: 'Sevişmenin Rengi' adlı kitabı ile Türkiye'de lezbiyen olduğunu açıkça dile getiren ilk kadın. TRACEY CHAPMAN: Boğulursunuz ve içinizden bağırırsınız 'Give Me One Reason To Stay Here' diye ama iç sesiniz bile onunki gibi çıkmaz. TONY KUSHNER: Pulitzer' 'Angels in America'nın yazarı, Spielberg filmi 'Münih'in senaristlerinden. K.D. LANG: Evi Grammy'den Birt'e pek çok ödülle dolu Kanadalı şarkıcı. Eski aşklarından birkaç isim: Martina Navratilova, Madonna, Leisha Hailey, Ellen… LEONARDO DA VINCI: İtalyan mimar, mühendis, mucit, geometrici, anatomist, müzisyen, heykeltıraş ve ressam. 'Da Vinci Şifresi' kitabına ilham olmuş tabloları o yaptı. FEDERICO GARCIA LORCA: İspanyol şair ve oyun yazarı, ressam, piyanist ve bestecidir. Şiirde, politikada ve ahlak anlayışında modernliğin savunucusuydu. Cinsel yönelimi nedeniyle Katolik Kilisesi ile arası açıktı. Tiyatro tarihinin en önemli oyunlarından 'Yerma', 'Kanlı Düğün' ve 'Bernarda Alba'nın Evi'ni yazmıştır. FREDDIE MERCURY: Queen grubunun efsane solisti. ANJA MEULENBELT: 'Utanç Bitti', 'Gündelik Mutluluğa Alışma', 'Hayranlık' gibi kitaplarıyla tanınan Hollandalı feminist yazar. 3. Homofobi Karşıtı buluşma'nın da konuklarından. GEORGE MICHAEL: 80'lerin ünlü grubu 'WHAM!'in kurucularından İngiliz şarkıcı. 1996'da çıkardığı 'Older', AIDS nedeniyle ölen sevgilisi Anselmo'ya yazılmış bir ağıttı. DIVINE: “Ben yaşayan ahlakı en bozuk insanım” diyen gerçek adıyla Harris Glenn Milstead. Yönetmen John Waters ile birlikte yarattığı travesti 'Lady Divine' karakteriyle tanındı. 'Hairspray'deki anne rolü daha sonraki sahne ve film uyarlamalarında erkekler tarafından canlandırıldı. JAMES DEAN: Oynadığı ilk başrolle Oscar'a

37


38

aday gösterildi. Asi genç imajının yaratıcısıydı. Genç yaşta ölümü onu efsaneye dönüştürdü. KATE MILLETT: Feministlerin kutsal kitaplarından 'Cinsel Politika'nın yazarı. YUKIO MISHIMA: Japon yazar. 24 yaşında yazdığı, dünya edebiyatı şaheserlerinden kabul edilen "Bir Maskenin İtirafları" adlı otobiyografik romanında kendi eşcinselliğini yazdı. JOHN CAMERON MITCHELL: 'Hedwig ve Kızgın Çıkıntısı', 'Shortbus' filmlerinin yaratıcısı Amerikalı yönetmen, senarist ve oyuncu. MURATHAN MUNGAN: Erkek erkeğe aşkı Türkçede en güzel yazan kişi. FRANCOIS OZON: Fransız sinemasının haşarı çocuğu. 20'li yaşlarında yaptığı kışkırtıcı filmlerle çok tartışılan, 30'lu yaşlarında olgunluğunu konuşturan yönetmen. FRIEDRICH WILHELM MURNAU: Alman dışavurumcu ekolünün en önemli yönetmeni. 'Nosferatu' adlı sinema tarihinin ilk Dracula filmini çekmiştir. ZEKİ MÜREN: Türkiye'nin 'Sanat Güneşi'dir. MARTINA NAVRATILOVA: Oynadığı 32 Grand Slam finalinin 18'i dışında 9 kez de Wimbledon tenis turnuvasını kazanmış Çek tenisçi. Steffi Graf'ın ardından 20. yüzyılın en iyi kadın tenisçisi sayılır. RUDOLF NUREYEV: Tüm zamanların en iyi dansçısı sayılan Tatar asıllı Rus balet. Balenin prensi. Ken Russell'ın 'Valentino' filminde Rudolph Valentino'yu oynaması 'gay ikonu'na dönüşmesine yeti. TYRONE POWER JR.: 1939'da oynadığı ünlü soyguncu Jesse James'le efsaneye dönüşen Hollywood'un yakışıklı jönü. KLAUS NOMI: Androjen görüntüsü, cinsiyetsiz vokali, teatral sahne performansları ile Klaus Nomi müzik dünyasının ayrıksı isimlerindi. SINEAD O'CONNOR: Prince bestesi “Nothing Compamres 2U” şarkısını söyleyen dazlak şarkıcı. IRA'yı destekleyen açıklamalarda bulunması, canlı yayın sırasında Papa'nın resmini yırtması gibi dünyayı şoke eden eylemlerin sahibi. ROSIE O' DONNELL: sivri dili ve keskin zekasıyla Amerika'nın en çok sevdiği komedyenlerden. 6 kez “en iyi talk showcu” dalında Emmy ödülü aldı. Madonna'nın kankası. ANDY WARHOL: Amerikalı ressam, yönetmen, film yapımcısı ve yayıncı. Pop Art'ın Tanrısı. MARGUERITE YOURCENAR: Académie Française'e seçilmiş ilk kadın yazar. 'Alexis ya da Beyhude Mücadelenin Kitabı', 'Bir Ölüm Bağışlamak', 'Hadrianus'un Anıları', Femina Ödülü'nü kazanan 'Zenon' ve 'Ateşler'i yazdı. GREG LOUGANİS: Amerikalı yüzücü, dalma şampiyonu. 3 metre ve 10 metre atlayışlarında peşpeşe Olimpiyat rekorlarını kırdı. Tüm zamanların en özgün stil atlama yeteneğine sahip olarak adını tarihe yazdırdı. KIMBERLY PEIRCE: Her izleyişimizde paket paket mendil kullandığımız 'Erkekler Ağlamaz' filminin yönetmeni. ANTHONY PERKINS: Hitchcock'un 'Sapık'ında oynayıp kabuslarımızdan hiç çıkmamış usta oyuncu. VITA SACKVILLE-WEST: Virginia Woolf'a sayfalar dolusu mektupların yanında 'Orlando'yu yazdıran kadın. Woolf'un kendini öldürmeden önce geride bıraktığı iki mektuptan

biri yine ona yazılmıştı. BRYAN SINGER: 1995'te yönettiği 'Olağan Şüpheliler' filmi başyapıt sayılan, 'X-Men'i sinemaya uyarlayan, Superman'i geri döndüren Amerikalı yönetmen. GUS VAN SANT: 'Benim Güzel Idaho'm' gibi bir gey sinema klasiği dışında 'Fil', 'Dişi Kovboylar da Hüzünlenir', 'Drugstore Cowboy', 'Paranoid Park' filmlerini çekmiş Amerikalı yönetmen. KEVIN SPACEY: 'Olağan Şüpheliler' ve 'Amerikan Güzeli'yle iki Oscar aldı. Oynadığı karakterlere verdiği derinlikle çağımızın en iyi oyuncularından biri sayılıyor. GERTRUDE STEIN: 19. yüzyılın yazın geleneklerini yıkmayı başaran 'Sevecen Düğmeler', 'Amerikalıların Oluşumu', 'Alice B. Toklas'ın Özyaşamöyküsü' kitaplarının Amerikalı yazarı. GORE VIDAL: İlk romanı 1946'da, yirmi bir yaşındayken yayımlandı. Tarihsel romanlar, kurmacalar, otobiyografiler, televizyon ve sinema için senaryolar, oyunlar ve eleştiriler yazdı, Fellini'nin Roma'sında ve Gattaca gibi filmlerde de aktör olarak yer aldı. LUCHINO VISCONTI: İtalyan Yeni gerçekçilik akımının usta yönetmenlerinden. Venedik'te Ölüm'ün sinemaya etkileyici bir dille uyarlamıştı. RUFUS WAINWRIGHT: Müzisyen. Müzisyen demişken, bu sizi yanıltmasın; o şarkı söylemek ve beste yapmak için doğanlardan. Artık herkesin ümidi kestiği şarkıyazarlığı geleneğinin sağlam taşlarından biri. Şarkı sözlerine ayrıca göz atacağınız, klasik formu benimsemiş yegane temsilcilerden. PIER PAOLO PASOLINI: Gazeteci, filozof, dil bilimci, yazar, senarist, film yapımcısı, yönetmen, aktör, ressam, politik figür, entelektüel. Sade'ın 'Sadom'un 120 Günü' romanını sinemaya uyarlamaya onun dışında kim cesaret edebilirdi ki? JEANETTE WINTERSON: 26 yaşında yazdığı ilk romanı 'Tek Meyve Portakal Değildir' lezbiyen edebiyatının kilometre taşlarından biri kabul edilir. MICHELANGELO: İtalyan ressam, heykeltraş, mimar ve şair. Rönesans sanatının harikalarından biri olarak kabul edilen David'i yaratır. JOHN WATERS: Amerikan sinemasının en sıradışı yönetmeni. 'Polyester', 'Cry Baby', 'Hairspray' ve efsane 'Pembe Flamingolar'ı yaratan kişi. OSCAR WILDE: Eşcinsel edebiyatının ilk akla gelen ismi. 1891'de yayımlanan 'Dorian Gray'in Portresi' içerdiği homoerotik öğeler nedeniyle olay yarattı. Alfred Doglas'la yaşadığı aşkın karşılığ kürek cezası ve hapis oldu. 'Reading Zindanı Baladı' sevgilinin sırtımızda bıraktığı hançeri anlatan ilk şiirdi. TANITA TIKARAM: İngiliz pop-folk şarkıcısı ve şarkı sözü yazarı. TENNESSEE WILLIAMS: Tony Ödüllü 'Gül Dövmesi' oyununu sevgilisi Frank Merlo' ya ithaf etmişti. İlk ses getiren oyunu 'The Glass Menagerie' E.e Cummings'in 'Hiç kimsenin yağmurun bile böyle küçük elleri yoktur' dizeleriyle başlar. VIRGINIA WOOLF: 'Orlando', 'Dalgalar', 'Deniz Feneri', 'Mrs. Dalloway'… Nihayetinde ceplere doldurulan taşlarla nehre bırakmak kendini… FRIDA KAHLO: Picasso der ki: 'Biz onun gibi insan yüzleri çizmeyi bilmiyoruz.' Frida der ki: 'Ben hiçbir zaman düşleri resmetmedim, ben kendi gerçeğimi resmettim.'


yüzey

çiftlik ve çokluk üzerine emre koyuncu & zafer aracagök Çiftlikte yaşayan bir at, inek ve de bir yarış atından en çok hangi ikisi benzeşir birbirine? Bu soru Deleuze ve Guattari'nin akıllarına takıldığı zaman, kuşkusuz, biyolojik cins ve taksonominin ötesine geçebilecek bir tekilliğin peşine düşmüşlerdi. Bu tip sınıflandırmalar, şu ya da bu durumda birtakım işlere yarasa da, böyle bir beden anlayışı, çiftlikte yaşayan at ve ineğin, yarış atına pek yabancı birçok duygulamı (affect) paylaşabileceğini yadsır. Bu sebeple Deleuze ve Guattari, bedeni, kendisini oluşturan parçaların birbirleriyle olan hareket ve hız ilişkileri üzerinden tanımlarlar, ki esasında bu ilişkiler sayesinde bedenler başka bedenlerle bağlantılanabilir, başka tekillikler kazanabilir. Sosyal, galaktik ya da biyolojik bedenleri tanımlayan bu kinetik ilişkiler böylece bir bedeni, duygulamlanma ve duygulamlandırma gücüyle birlikte kavramaktadır. Spinozist bir çizgiyle, “Beden nedir?” sorusu, “Bir beden neler yapabilir?” sorusuna denk düşmekte ve bu bilinmez alan Kantçı bir duvar örmektense, etik ve politika için yeni bir deneyim alanı açmaktadır. Dolayısıyla, bir bedenin tekilliği türsel ya da organik değil; duygulamsaldır, hız ve hareket ilişkilerinin mümkün kıldığı bir oluş alanında cereyan eden bir güçtür. Oluş, bu anlamda, duygulamların karşılaşmasını ve başka duygulamların ortaya çıkmasını sağlayan bir 'süre', gerçek bir deneyimdir; taklit ya da fantastik bir özdeşleşmeden ziyade. Böyle bir beden algısı, cinsellik çalışmaları açısından yeni ve geniş bir ufuk yaratıyor kuşkusuz. Çünkü böylece beden, hem cinsiyet hem de toplumsal cinsiyetin varsaydığı birtakım limitleri, bağlayıcı koşulları geçersiz kılarak bütün sabit ve tıkanık kimliklerin, yaşantıların ötesine geçmeyi, kişinin hem kültürün hem doğalın belirleyici tahakkümlerinden kurtulmasını sağlıyor. Deleuze'un sıklıkla ve bazen çeşitli edebi eserlere referansla bahsettiği kadın-oluş, hayvan-oluş, bitki-oluş, balina-oluş, fare-oluş hep böyle bir kaçış imkanı sunmaktadır bize. Kültürellik ve doğallığın varsaydığı insan kategorisini, insan-olmayan yaşambiçimleriyle çarpıştırarak üstelik. Bedenin neler yapabileceğinin bilinmez zenginliği, bu çarpışmaların, karşılaşmaların sonucudur. Bu oluşlar, kimlikleri, halleri ve vaziyetleri reddetmemekte ve fakat bunları bir sınır ya da sınırlayıcı olarak da almamaktadır. Bu anlamda cinsellik, bir kadın-erkek zıtlığından öte, kişinin ya da şeylerin bir oluş içersinde başkalaşmalarıyla ilgili bir sürece işaret eder, dolayısıyla bu süreçler önceden kestirilemez, belirlenemez. Bu açıdan cinsellik, bir cinsel kimlikten ziyade bir yaşantı ifade eder Deleuze ve Guattari'nin düşüncesinde. Cinsellik, Freudyen kıskaçlardan, eril-dişil karşıtlığının prangalarından kurtarılmış, çoğalmış, binlerceleşmiştir. Böyle bir açılımla, yaşantımızı sınırlayan haklarımız için her koşulda mücadele etmeyi sürdürürken, bu karşıtlıkları, bu kimlik kategorilerini ve buna dayalı söylemleri yeniden çalıştırmamanın politikası önemli bir taktik halini alır. Dolayısıyla kadın olmak, yahut lezbiyen, gey ya da queer olmak, ya da Deleuze ve Guattari'nin terminolojisini takip edecek olursak herhangi bir azınlık olmak (ki bu azınlık hiçbir şekilde nicel bir referans barındırmaz, kadınlar erkeklerden, eşcinseller

düzcinsellerden çoktur diye vurgular Deleuze ve Guattari, sivrisinekler ise en çok!) baskıcı olmamak için hiçbir garanti teşkil etmez. Kadın-oluş, bu anlamda, sonu olmayan bir kaçış çizgisidir ve yukarda saydığımız bütün kategoriler için geçerli ve gereklidir, cinsel kimliklerin zorunlu baskıcı şemalarını geri getirmemek için elzemdir. Kaldı ki, Deleuze ve Guattari için cinsellik bir beden ya da bir “biraraya-geliş”in (assemblage) binbir akışından yanlızca birini teşkil etmektedir ve bir tek akış hiçbir zaman için bir çokluğu nitelemek için yeterli değildir. Yani diğer akışları domine eden ya da belirleyen, onlarla ilişkisiz bir yapısı yoktur bir akış olarak cinselliğin. Dolayısıyla her şeyin cinselliğe indirgenmesi probleminden de itina ile imtina edilmiştir. Cinsellik sorunsalı, politik ya da etik, tarihsel ya da fiziksel problemlerin ötesinde ve öncesinde bir sorunsal değildir ve esasında bunlar arasındaki rezonatif ilişkiler dikkat gerektirmekte... Kavramsal olarak “homofobi” sorunsalına Deleuze ve Guattari açısından baktığımızda karşımıza işte tam da bu türde rezonanslar çıkıyor; yani bu rezonanslar sadece heteroseksüel ve homoseksüel kutuplaşması olarak değil; aynı zamanda temelinde insan'ın, “homo”nun olduğu politik, etik, tarihsel, fiziksel rezonansların yarattığı bir rezonans alanı. Daha da açacak olursak, biz, homofobi tartışmalarının yanlış bir alanda kavramsallaştırılıp tartışıldığını düşünüyoruz... Atın ve yarış atının, ineğin, kadın ve erkeğin, hetero ve queer kimliklerle aynı çiftlikte yaşadığını önerip tartışmanın temelini homofobiden antropofobi diye adlandırdığımız bir alana kaydırmak istiyoruz. Homofobi sözcüğünü etimolojik olarak ele aldığımızda şöyle bir durum oluşuyor: homofobi “insandan nefret” mi; yoksa “eşcinselden nefret” anlamına mı gelir? Ve yanıtımız “her ikisi de” ise, Avustralya'da yaşayan Lir kuşu çalılıklardan bize bakıyor. Kendine has bir şarkısı olmayan ama etrafındaki her türlü sesi taklit edebilen Lir kuşu, doğa ve kültür arasında ayrımla alay edercesine, “her kuşun kendine ait bir sesi vardır” gibi önermeyle dalga geçerek, gerçek öz diye bir şey olmadığına, “öz”ün her an, tekrar tekrar nasıl kurulabileceğine işaret ediyor. Her sesi taklit edebilme yeteneği, Lir kuşunu “her kuşun kendine has bir sesi vardır” önermesinden nasıl kurtarıyorsa, bizim de homofobi tartışmalarını “İnsanı insan yapan nedir?”, (insan değil midir?), “İnsanın kendisine duyduğu nefret, kendisine, kendisini insan yapan şeye duyması gereken nefret değil midir?” gibi soruların rezonansı içine sokmamız gerekiyor. Yani antropofobi: homofobinin işaret ettiği alanı genişletip, temel sorunun “insan” denen canlıdan kaynaklandığı vurgulayarak, homofobi tartışmalarını insanın kendisine duyduğu ve kendisine duyması gereken bir nefret, bir korku alanına taşımayı amaçlıyor. Tam da yüzyıllar önce, Plato'nun “insan iki bacaklı, tüyleri olmayan bir yaratıktır” önerisi karşısında, Diyojen'in bir tavuğun tüylerini yolup Plato'ya götürmesi ve “Yani bu mu?” diye sorması örneğinde olduğu gibi önce ve en önce “insan” denen şeyin darbelere tabi tutulması, dağıtılması, yok edilmesi, “tüylenmesi,” her türlü şarkıyı, kimliği taklit edebilir hale gelmesi gerektiğini düşünüyoruz.

39


gökyüzü bawer çakır

size mektup

bawer@kaosgl.org

40

cinsel yönelimi ve cinsiyet kimlikleri nedeniyle öldürülmüş ya da toplumdaki homofobi, transfobinin getirdiği yalnızlık ve çaresizlik hissi ile hayatına son vermiş tüm lezbiyen, gey, biseksüel, travesti ve transseksüellerin anısına… … sevgili siz, sana/size yüzünü bahara çevirmiş bir yarım kürenin görece kalabalık bir şehrinden yazıyorum. bizi duyduğunuza ve gördüğünüze dair sıkıca tutunduğumuz umutla… herhangi bir sohbetimizde asla cümle içinde kullanmadığımız bir rakamın hissettirdikleri ile kalbim/iz kadar temiz bir sayfaya mücadelemiz kadar zor satırlar döküyorum. ve adresine ulaşacağını var sayıyorum. ulaşsın istiyorum… hatırlarsınız muhakkak, yıllar önce ankara'da siyah beyaz kâğıda basılmış yazıları içeren bir dergi çıkmıştı. adına kaos gl demişlerdi. kimileri hemen, kimileri ise yıllar sonra “hâlâ” çıkan o derginin sayfalarını çevirdiler. ve her çevirdikleri her sayfada kendilerini okudular. bizler “bir ben, bir bülent bir de zeki”li günleri yaşarken, aniden üç kişiden fazla olduğumuzu fark etmiştik cümle cümle. ve fark ettikçe de içimizde tarifi zor bir mevsim yaşanmıştı. altı ay kış yaşayan ve dört yanı ayrımcılık, yalnızlık ve korkaklıkla çevrili hayatlarımızdan başka hayatların da yaşanabileceğine dair gerçekçi bir hayale yüzer olmuştuk. içine düştüğü bedeni sevmeyen ve onu değiştirmek isteyenlerin, kendileri gibi cinsel organlara sahip cinsdaşlarını sevenlerin yaşadıkları ülkede artık bir kutsal kitapları vardı. ve zorla okumamız emredilenlerin aksine bizler bu kitabı zorla değil, bile isteye, seve seve okumaya başlamıştık. jeton düşmüş, aradığımız kişiye ulaşılmıştı. ne yanlış, ne de yalnızdık… … bazılarınızı tanıyamadım. bazılarınızla ise çay içtim, sohbet ettim, sokaklarda yürüdüm, kahkahalar attım, seviştim, eyledim, eğlendim, sustum. ama bir şekilde hayatıma soktum hepinizi. her birinizin yarım kalan hikayesini öğrendiğim anda siz oldum. bazı akrabalarıma üzülmezken sizler için günlerce gözyaşı döktüm. sizi sevdim… bir otel odasında, izbe bir evde, soğuk bir parkta, bir tuvalette bıraktığınız ömrünüzü kendi ömürsüzlüğüm sayıp kocaman bir aile yarattım. sizi sevdim/k… ama asla sahip olmadığım/ız o inada sahip olmaya başladığımız da sizin için de, benim/bizim için de değişti her şey. biz sizin yarım kalan hikayenize kaldığı yerden devam etmeye koyulduk… her sayfasına birkaç yaşımızı döktüğümüz yazılar yazmaya, o yazdıklarımızın ulaştığı insanlardan bir o kadar büyük/kocaman/çok/fazla/şahane şeyler duydukça çoğalmaya, çoğaldıkça da kalabalıklaşmaya başladık. sayısız kalem oynadı bu dergi için ve sayısız kalem de oynayacak muhakkak. ve kağıda düşen her harf bizlerin duası olacak. ve o duaların hepsi de sizin… ardınızdan yiyemediğimiz helvaların ve sarılıp ağlayamadığımız soğuk bedenlerinizin hatırına, bizler yüzlerce sayı daha yayınlayacak, yüzlerce sayı için yazılar yazacağız. lütfen kabul edin… kabul edin ve bizi gördüğünüzü, işittiğinizi fısıldayın kulağımıza. çünkü gün gün aramızdan

ayrılırken sizler, biz en çocuk hallerimizle çaresiz hissettik ve “tüh”lerle dolu cümlelerimiz hep o yarımlığa, yarım kalmışlığa hayıflandı. en başta da dediğim gibi bir umut ektik saksılarımıza ve nar gibi bir taneden binler olduk. inanmazsınız geçen temmuz'un birinde 1500 kadardık ve hepimiz kocaman bir gökkuşağının ucundan tutuyorduk. inanın lütfen. çünkü hiç olmayacak kadar gerçek şeyler yaşıyoruz… … adınızın geçtiği cümlelerimiz oluyor. resimlerinize bakan mona lisa gülüşlerimiz. bazen birlikte söylediğimiz şarkılarımızı ithaf ediyoruz size. farkında olmadan hala sizlerle konuştuğumuz anlarımız oluyor. deli denmeyi göze alarak ölmediğinizi düşünüyoruz… ruhunuzu bedeninizden ayıran o soğuk elleri bulmak istiyoruz. ancak hala devam eden olumsuzluklarımız var hayatta. ama onlarla canınızı sıkmayacağım. çünkü size anlatacak güzel şeylerimiz var. çok güzel şeyler… kocaman olmasalar da geldiğimiz yol düşünülürse anlamı çok şeyler… sertap, sadi, binnur, saim, murat, deniz, abdullah, ece, baki, mehmet, funda, simge, baki, asya, özlem, nedim ve adını yazamadığım/ız hepiniz… lütfen burasını iyi okuyun: kaos gl'nin 100. sayısı çıkıyor. inanılmaz değil mi? tam 100 sayı. tam 100 ömürlük sayı. her sayfası çirkin ördek yavrularının büyüyüp güzel kuğulara dönüşmesini anlatan koca bir masalın parçaları olan 100 sayı. hepsinin ruhunuza değdiğini umduğumuz 100 sayı. bizi yüzsüz kılan, yüzsüz gören dünyaya inat yüzlerimizle çıkardığımız, kendimize yüz ettiğimiz 100 sayı. sizi öldüren o kirli zihnin karanlığına rağmen çıkan 100 sayı. ve en güzeli bu 100leri 1000 yapacak kadar çok inancımızın ve umudumuzun olması. istanbul'dayız. mevsim bahara gebe. ölüm en son konuşmak istediğimiz şey ama işte lanet olsun ki sizlerle el ele tutuşmamıza mani olan da o. her ölüm erken ölümdür diyenleri doğrulayarak bitirmek istiyorum satırları. zira size bunu getirecek bir postacı bulmalıyım. bulmalı ve kurutulmuş kır çiçeklerimizi de kattığım zarfı ona vermeliyim. havaların ısındığı günlerde, serin bir sahilde okumanızı hayal ederek uykulara dalmalı, uykulardan uyanmalı, sokaklara çıkmalı ve bize reva görülen kaderi değiştirmek için çalışmalıyım. hepinizi aydınlık alınlarınızdan, kırmızıya çalan yanaklarınızdan, en insan yanlarınızdan öpüyor ve sarılmak istiyorum. kulağıma güneşli şeyler haykırmanızı, sırtımı sıvazlayıp bendimi çiğneyip taşmama dair inancımı perçinlemenizi istiyorum… sizi özlüyoruz… bazı günler düştüğünüz akıllarımız sizi özlüyor. burunlarımızın uçları sızlıyor. evet, ölenle ölünmüyor ama ölenler özleniyor. bu sayfalarda yer alan her satır sizin için yazılıyor. evet bu sayı türkiyeli lezbiyen, gey, biseksüel, travesti ve transseksüellere ithaf olunur. lakin en çok hikayesini yarıda kalmış sizlere… en çok sizlere… lütfen ruhunuza değsin… değsin ki altından geçmeyi hayal ettiğimiz gökkuşağını yakalamak için aşacağımız tepeleri tırmanırken bize de güç versin… nice 100. sayılara… aşk, umut, cesaret ve mücadeleyle… hoşça kalın… şimdilik… mart 2008


gökyüzü

hayat bir düş olsa nilgün kayalı penceremdenbak@hotmail.com

bir dünya düşlesem düşüncemde. sonra resimlesem düşümü. önce güneşinden başlasam. güneşi sevgi olsa dünyamın. sevginin rengi turuncu. en sıcak haliyle resmin en orta yerinde. sonra boyasam, renklere boğsam tuvalimi. ruhu saran tüm sıcaklığı ile sevgiyi hissederek. düşünmem ki rengin erkeğini, dişisini. sevdiğimi seçerim, en çok sevdiğimi. bana coşkuyu, duyguyu en yoğun hissettireni. formlar şekillenir hissettikçe sevgiyi. ille de figür olsun isterim resmimde. kadın olur, erkek olur, ama önce insan olur. cinsiyeti yoktur ki aşkın, sevginin, rengin. boya tüpleri patlar. coşkuyla resim olur. bir bakarsın aşk olur. benim penceremden bir şeyler yazmak istedim, uzun zamandır isteyip de yazamadığım. belki kısa bir hikaye; hayata, anlamlara dair. en çok da anneliğime… 20 yaşındaydım anne olduğumda. başlangıçta kendimi hiç hazır hissetmesem de, onunla birlikte büyüyüp yol aldıkça daha iyi anladım oğlumun benim için ne kadar vazgeçilmez ve değerli olduğunu. bugün artık kırklı yaşlarımın başındayım, ve anneliğimin belki de en anlamlı yıllarını yaşadığımı düşünüyorum. zaman nasıl da geçiyor baksanıza. en büyük annelik hayalimdi oğlumla sağlam bir ilişki kurabilmek. her şeyin ötesinde sırdaşı olduk birbirimizin. evet, maalesef uzun yıllar fark edemediğim eşcinsellik gerçeği ile çocuk yaşta tek başına mücadeleye başlamıştı benim oğlum. ama, küçücük omuzlarına yüklediği ve hepimizden yıllarca büyük bir ustalıkla gizlediği çocukluk sırrına rağmen her zaman öylesine sevgi dolu ve neşeli, çalışkan ve başarılıydı ki, her şey yolunda sanıyorduk. o yüzden giderek bizden uzaklaştığını ve içine kapandığını fark ettiğimde hem bir anlam verememiş, hem de uzun bir süre ne yapacağımı bilememiştim. bundan 4 yıl kadar önce, liseyi bitirmek üzere olduğu zamanlardı. ona ulaşmak gittikçe güçleşiyordu. bir şeyler artık yolunda gitmiyordu. belki o ana kadar zaman zaman kendini hissettiren acabalarla yaşanan uzun bir süreç vardı ama, nedense adını bir türlü koyamamıştım. ve işte, ne kadar zor olsa da artık bazı şeyleri kelimelere dökmenin zamanı gelmişti. bir gün bile birinden hoşlandığını dile getirmemişti, üstelik ne zaman bu konuyla ilgili bir şeyler sorsak hep tepki ile karşılık veriyordu. geç ergenlik durumu olabilirdi, ya da içinden çıkamadığı bir aşık olma hali. bir şekilde öğrenmem gerekiyordu. sorduklarıma verdiği aşırı tepkilerin yanında söylediği bazı şeyler, ister istemez yıllar önce okuduğum bir yazıdan aklımda kalan eşcinselliği düşündürmeye başlamıştı. ama konuya nasıl gireceğimi bilmiyordum. belki de annesi olduğum için benimle rahat konuşamıyor olabilir diye düşündüğümde, ilk aklıma gelen onun da çok sevdiği yakın bir arkadaşım oldu. nitekim, üstü kapalı da olsa, yaptıkları konuşmadan birtakım ipuçları yakalamıştık. arkadaşımı dinlerken eşimi düşündüm bir yandan. işi gereği o dönemde hep uzaklardaydı. böyle bir konu telefonda da konuşulmazdı ki. tek başına kalmıştım. bildiğim tek şey, çok dikkatli hareket etmem gerektiği idi.

başlangıçta sükunetle karşıladığım duyduklarım giderek kulaklarımda uğultu, beynimde sürekli akan düşünceler, ve boğazımda bir düğüm haline geldi sanki. adeta kilitlenmiştim. aslında yaşadığım stresin gerçek sebebinin oğlumun eşcinselliğini öğrenmekten öte ona nasıl yardım edeceğimi bilmemekten kaynaklandığını fark ettim. yıllarca içinde yaşadığı çelişkileri, kimlik bunalımlarını hiçbir şekilde bize yansıtmamıştı. ve ben yaşadığı şey hakkında en ufak bir fikre sahip değildim. bir insanın eşcinsel olmasına sebep olan şeyler nelerdi? acaba çocukluktan beri yaşadığı şeyler mi etkilemişti? değişebilir miydi? belki öyle olduğunu sanıyordu. gibi gibi gibi bir sürü şey geçiyordu aklımdan. bugün artık, öğrendiklerimle, sizleri sinirlendirdiğini bildiğim bu soruların hepsi benim de ilk aklıma gelenlerdi. bir şekilde anlamaya çalışıyordum. çocukların küçük yaşlardan itibaren böylesi sorunlarla sıkışıp kalabileceklerinin, böylesi duygu çıkmazları yaşayabileceklerinin hiç farkında değilmişim. maalesef pek çok anne-babanın da farkında olduğunu sanmıyorum. ne yazık ki o duyarlılıkla ya da o bilgi donanımıyla yetiştirilmedik hiç birimiz. insan yaşamadığı bir duyguyu da bilemiyor haliyle. hele bir de hiç ipucu yoksa. kaçırdığım şeylerin farkına vardıkça kendimi nasıl da kötü hissettiğimi anlatamam. meğerse sürekli yanlış olduğuna inandığı duygularını bastırmaya çalışarak yaşamış çocukluğunu benim oğlum. hissettiklerinin sebebini bir türlü anlayamadan. her yıl okula başlarken karşı cinsten bir sevgili bulacağım diye söz vermiş kendine. yıllar böyle geçmiş, hiçbir şey değişmeden. baş edemediği duyguları, en sonunda patlama noktasına gelmişti ve biz yüz yüzeydik. 'tanrı beni neden böyle yarattı sanki' diye başlayıp bitiremediği cümlesi ve gözyaşları karşısında kendimi ne kadar da çaresiz hissetmiştim. ölmek istiyordu. o an'a kadar yaşadığımız her şey nasıl da sıradanlaşmıştı. yıllarca oğlumun yaşadığı çıkmazlarını fark edememiş, onun yanında olamamıştım. hep özlediğim şeydir onun o çocuk anları. belki de çok genç anne olduğum için farkına varamadığım, kaçırdığım annelik anlarıma geri dönebilseydim keşke, derim bazen. keşke her şeyi bilerek yeniden başlayabilseydik, derim. ama böyle bir şey imkansız olduğuna göre, önemli olan şimdi'yi gerçek anlamda paylaşarak yaşamak. çok zor bir süreçti benim için ama artık üstesinden geldik. en azından ikimiz adına, anne-oğul anlamında ki paylaşımlarımız adına. artık biliyoruz ki, eşcinsellik oğlumun gerçeği, annesi olmak benim gerçeğim. bilgilenme süreci çok korkularım vardı oğlumun yaşayacakları anlamında. bu gerçekle yüzleştiğimiz dönemde çok mutsuzdu. inanılmaz içki içiyordu, kendini unutmak istercesine. ve ben hiç birşey yapamıyordum. aklımdan neler geçiyordu, tanrım. başına her şey gelebilirdi. eşcinsellerin maruz kaldığı saldırılar, tecavüzler, cinsel yolla geçen hastalıklar. düşünmeden edemiyordum.

41


42

tüm bunlar hakkında onu doğru şekilde bilgilendirebilmek adına, baskıcı olmadan bir şeylerin kontrol altına alınması gerekiyordu. oğlumun eşcinsel olduğunu öğrendiğim ilk andan itibaren tüm çabalarım onu anlamaya çalışmak ve mümkün olduğunca, destek olabilmek yönünde oldu. elimden geldiğince bilinçli hareket etmeye çalıştım. öncelikle kendimi bilgilendirmem gerekiyordu. ancak bu şekilde onu anlayabilir, onunla yakınlaşabilirdim. benim için işin en zor tarafı duygusal yanıydı. aşırı hassas bir yapım olduğu için onu anlamaya çalışırken kendimi de iyileştirmek zorundaydım. bir kere anne-babaların, bunun gençlerin bir tercihi olmadığını anlamaları ve kabul etmeleri gerekiyor. çünkü, eğer eşcinselliğin tercih edilen bir durum olduğuna inanırsanız, sonucunda tedavi edilebilir bir hastalık olduğunu düşünebilirsiniz. ve çözüm arayışlarınız, çocuğunuzu psikoloğun ellerine teslim edip iyileştirmesini beklemekten öteye geçemez. belki de verilen hormon ilaçlarıyla durum daha da kötüye gidecektir. aslında bu noktada, gerçekten bu konu da bilinçli bir psikolog bulabilmek çok önemli. hem annebabayı, hem de çocuğu, ya da genci doğru yönlendirebilmek adına. ayrıca, toplumun dayattığı kurallar mı, yoksa çocuklarının duyguları mı önce geliyor anne-babalar için. işte bu da çok önemli. çünkü birincisinde genç hasta ruh, sapık muamelesi görürken; ikincisinde anlayışla karşılanıp destek olunacak çözüm yolları aranabiliyor. biz bu konuda çok şanslıydık. Konuya önyargısız bakabilecek bir psikolog arıyordum ve bir takım araştırmalardan sonra doğru kişiyi buldum. önce ben görüştüm kendisiyle. hani o nefes alamadığım, panik hallerimin olduğu ilk zamanlardı. oğlumun eşcinsel olduğunu öğrendiğimi söyledim ilk. ne hissettiğimi bile aslında tam olarak bilmediğimi, ama ona ihtiyacı olduğu anlamda yardımcı olmak istediğimi söyledim sonra. bunun için de onun tam olarak kendini nasıl bir çıkmazda hissettiğini bilmem gerekiyordu. kendisinden bir şekilde bu konuya girip oğlumun ona açılmasını ve bu şekilde rahatlamasını sağlamasını istedim. psikoloğun ilk söylediği hep oğlumla ilgili konuştuğum, ama aslında benim de hiç iyi olmadığım, önce kendimi iyileştirmem gerektiği idi. ama oğlumu iyi görmeden ben zaten tam anlamıyla iyi olamazdım ki. benimle birlikte onunda iyileşmesi gerekiyordu. oğlum, psikolog önerimi hemen kabul etti zaten ve başlayan seanslar bir buçuk yıl kadar sürdü. zaman içinde rahatladığını görmek, beni de rahatlatmaya başlamıştı. her fırsatta kendisiyle bu konuda konuşmalar yapmaya, bana da kendi isteği ile kendisini anlatmasını sağlamaya özen gösterdim. her zaman da konuya girmek kolay olmuyordu tabii. ama ne olursa olsun, konuştukça yakınlaştığımız ve kendimizi daha iyi hissettiğimiz bir gerçekti. oğlum yanında onu anlayan ve destek olan bir annesi olduğunu bilmeliydi. bu benim için çok önemliydi. kafamda hep, ikimiz için bunu başardıktan sonra konuyu babasına açmak vardı. onunla da benzer bir süreç yaşanacaktı, belki de daha zorlu bir süreç. ve biz buna hazırlıklı olmalıydık. sürekli araştırıyordum. eşcinsellik üzerine kitaplar aradım, buldum, okudum. bilgilendikçe bazı şeyleri anlamam daha kolay oldu. bir kere kişisel bir tercih değil, bireyin kendinde zaten var olan, genetik temelli biyolojik bir özellikti. yani sonradan olunmuyordu. 'tercih' dediğinizde, bundan pek çok anlam

çıkarabilirsiniz. evet, cinselliği yaşamanın tercih edilebilen pek çok şekli olabilir. ama eğer bu konuda bilgi sahibi değilseniz eşcinselliği de bunlardan biri gibi algılayabilirsiniz. işte anne-babaların en çok yanılgıya düştüğü nokta da burası sanıyorum. çünkü eğer eşcinselliği sadece bir cinsel yaşam şekli olarak düşünürseniz kabul etmeniz ve anlamanız zorlaşacaktır. ama işin duygu yönü tercih edilebilir bir şey değildir. duygularınızı tercih ederek yaşayamazsınız. onları kontrol edemezsiniz. “neler anlatabilirim ki size ben, gözleriniz görmüyorsa eğer.” gogol insanlığın ilk varoluşundan beri yüzyıllardır bazı insanların değiştiremediği gerçeğidir bu durum. ama nedense hep saklanmıştır. ya da saklanmak durumunda bırakılmıştır. okuduğum bir çok açılma hikayesinde dikkatimi çeken bir şey vardı. başlangıçta herkes sadece kendisinin öyle olduğunu sanıyordu. sonra, zaman içinde kendileri gibi hisseden başkalarının da varlığını öğrenmek onları nasıl da rahatlatıyordu. aynı durum anne-babalar için de söz konusu aslında. geçen yıl doktorumun bekleme odasındaki dergileri karıştırırken bir anda karşıma çıkan 'benim oğlum bir eşcinsel' başlıklı yazıyı gördüğümde, o birkaç sayfayı nasıl da fark ettirmeden yırtıp çantama tıkıştırdığımı hatırlamıyorum bile. ellerim titriyordu ve daralan nefesimi, gözlerimin dolmasını kontrol edemiyordum. yazıyı okuduğumda benimle aynı duyguları yaşayan başka anneler de olduğunu bilmek iyi gelmişti. sanki beni, bizi anlatıyordu. uzun bir süre o yazıyı her okuyuşumda boğazıma hep bir şeyler düğümlendi ve ağladım. bunun sebebi oğlumla aramızda her şeyi çözümlemiş olmamıza rağmen, aynı şeyi babasıyla tam olarak gerçekleştirememiş olmamızdı. kendimle kaldığım zamanlarda sürekli aklımda bu vardı. galiba babalar için her şey daha zordu. babayla yaşananlar ilk söylediğim gün inanmak istemedi oğlumuzun eşcinsel olduğuna. böyle bir şey duymayı hiç beklemiyordu zaten. sonrasında da kabullenmesi zorlu bir süreç gerektirdi. bilmesi gerektiğini düşündüğüm konularda anlattıklarımı dinlemek zorunda kaldıkça, aslında daha çok, duymaya dayanamadığını fark ettim tüm bunları. kendi içindeki hassasiyetini fark ettim. oysa oğlumuz babasına da açık olmak istiyordu. ona yalan söylemek, ya da ondan gizli yaşamak istemiyordu hayatını. üçlü konuşmalarımız her defasında tartışmalı geçiyordu. sevgilisini ilk öğrendiğinde tepkisi çok ağır olmuştu, ama sonrasında yaptıkları uzun konuşmanın sonunda artık onu anladığını söylemişti. gene de her şey gizli kalsın, gizli yaşansın istiyordu. “iki yürek seç kendine/biri yaşamak için/biri gizlenmek” murathan mungan belki de söylemek istediği çok şey vardı oğluna. ama asla kolay konuşmaz, söylemezdi duygularını. sadece duyulmaması konusunda çok hassastı. “bir gün biri senin hakkında ters bir şey söylerse buna dayanamam, sessiz kalamam” diyordu. bazen kendi içinde hala tam olarak kabullenemediğini düşünüyorum. ona anlatmak istediğim o kadar çok şey olduğu halde kendini sürekli kapalı tutması, yaşadığımız her şeyi yok sayarak kolay yolu seçtiğini düşündürse de; aslında onun açısından hiç de o kadar kolay olmadığını biliyorum. ve elinden geldiğince oğluna destek olmaya çalıştığını da. belki de sadece biraz daha zamana ihtiyacımız vardır, kimbilir.


sevgili evet, üniversite yılları başlamış, yaşadığımız şehirler ayrılmıştı. her telefonda sesi mutsuzdu. mutsuzluğu beni de etkiliyordu. karşısına birileri çıksa bile günübirlik ilişkiler yaşayacak yapıda değildi, biliyordum. tanrıya onu mutlu edecek bir sevgi, bir aşk vermesi için dua ediyordum hep. hayatında bir sevgili olmalıydı artık. çok güzel bir rüya gördüğümü hatırlıyorum. güzel bir başlangıcın habercisi gibiydi. beklemeye başladım. birkaç hafta sonra, bir gün telefonda konuşurken 'hala bir sevgili bulamadın mı?', diye soruvermiştim aniden. 'biriyle tanıştım anne', dedi. 'ama telefonda anlatamam, ne olur sorma, ben çok iyiyim'. cevabımı almıştım. ama meraktan ölüyordum. o sıralar yurtta geçen ikinci yılın ortalarıydı. ara tatil için yanımıza gelmişti. çekingenliğini atması birkaç gün alsa da, sonunda uzun uzun nasıl tanıştıklarını anlattı bana. heyecanlıydı. mutluydu. çok özlüyordu. bu arada eve çıkmaya karar vermişti. babası da onayladıktan sonra, sıra eşyaları taşımaya geldi. nihayet oğlumun sevgilisi ile tanışacaktım. karmakarışık düşüncelerle dolu uzun bir yolculuğun ardından o'nu ilk gördüğüm an hissettiğim tek şey, yüzündeki sıcacık gülümsemesiyle bir anda rahatladığımdı. taşınma bittiğinde saat çok geç olmuştu. ve onun evinde kalabileceğimize dair beklemediğim bir davet geldi. düşünmeden kabul ettim. çünkü hem onu, hem yaşadığı yeri çok merak ediyordum. salona ilk girdiğim andan başlamak istiyorum. belki garip ama öyle tanıdık, öyle ben gibiydi ki her şey, ve gözlerim detaylarda gezindikçe onu kendime daha da yakın hissettiğimi fark ettim. sanki çok önceden tanıdığım ve zaten sevdiğim biri gibiydi. derken sıcak bir sohbet başladı. yarı çekingen yarı meraklı bakışlarla da olsa tüm duygular karşılıklıydı, bu çok belliydi. birbirimizi sevmiştik. oğlumla konuşurken beni incelediğini biliyordum. çünkü fırsat buldukça ben de onu inceliyordum. bu kaçınılmazdı. birbirlerine nasıl baktıklarını gördüm bir an, nasıl sıcak ve sevgi dolu. işte o an 'evet', dedim. 'artık rahat bir uyku çekebilirim'. aralarındaki sevgiyi hissetmek bana çok iyi gelmişti. tüm endişelerimden kurtulmuştum sanki. güzel bir rüyada gibiydim. esas güzelliği ise gerçek oluşundaydı. birlikte uyumalarıysa beni sadece gülümsetti. sabah erken uyanmıştım. bahçenin yüksek duvarlarını fark ettiğimde aylar önce gördüğüm rüyayı hatırladım. ve gözlerim gezindikçe salonun duvarlarında, rüyamın detaylarını. yaşayan bir evdi burası, asla sıradan değil. ve sahibinin ruhunu yansıtan bir ev. birbirine takılı resimlere baktıkça duvarlarda, biraz daha tanıdım onu. minik notları, kağıt parçalarına yazılmış şiirleri, sözleri okudukça biraz daha. sabahın erken saatlerinde yakaladığım bu yalnız anlar benim için hem çok keyifli hem çok anlamlıydı. eğlenceli bir oyun gibiydi sanki her şey. ben de onlarla çocuk olmuş ve büyüklerden gizli oynanan oyunlardan birinin içinde buluvermiştim kendimi, çevremdekilerden sakladıklarımla. o günden bu güne bir yıldan fazla bir zaman geçti. aynı eve taşınıp birlikte yaşamaya başladılar. birbirimizi tanıdıkça daha çok sevdik. tatillere çıktık birlikte. sabahlara kadar filmler de izledik. uzun sohbetlerimiz de oldu, dertleştiğimiz de. evet, ara sıra misafir oluyorum onlara uzak bir şehirden, ve paylaştığımız her şey benim için çok anlamlı. o'nunla birlikte daha çok bilgilendiğimi söyleyebilirim

eşcinsellik konusunda. kaos gl ile tanıştım. homofobi karşıtı buluşma'ya katıldım. yaşadıkları zorluklar ve mücadele ettikleri şeylere daha yakından tanık oldum. geçen yıl buluşma'da bir sergi vardı, yüzünü artık saklamak istemeyenlerin fotoğraflarından oluşan. hepsi çok etkileyiciydi. ama bir tanesini unutamıyorum. 'annem, bari yüzünü saklasaydın kızım, diyor' 'daha ne kadar yüzsüz yaşayabilirim ki'. bir anne olarak yaşadığım süreci düşündüğümde o anneyi de anlayabiliyorum. ama içimde giderek büyüyen bir duygu var ki; o da haykırmak istediğim, belki de oğlumdan daha çok. çünkü ayrımcılık düşüncesi üşütüyor ruhumu. bilgisizlikten kaynaklanan önyargılı yaklaşımlara dayanamıyorum. bu yüzden gizli yaşanmak zorunda kalınan durumlara da. tüm bu yaşadıklarımız, başlangıçta gizli yaşanması gerektiği duygusu ile, zaman içinde beni de herkesten uzaklaştırmıştı. bir yandan da kafamda hep, 'insanların eşcinsellere ön yargılı yaklaşımlarını engellemek için ben ne yapabilirim' düşüncesi vardı. sonunda en sonunda yakın çevremde paylaşabileceğimi düşündüğüm kişilere, oğlumun da iznini alarak, yaşadıklarımızı anlatmaya karar verdim. kafamdaki şey şuydu; oğlumu tanıyan arkadaşlarım, yakınlarım zaten onu seven, ona değer veren insanlardı. amacım; eşcinselliğe hiç düşünmeden, ya da farkında olmadan verilen tepkileri biraz olsun engellemekti. bir kişinin bile fikrini değiştirmek, onu bu konu üzerinde düşünmeye itmek, hem de tanıdığı ve sevdiği biri üzerinden düşünmesini sağlamak önemliydi bence. çünkü biliyordum ki çevremdekilerin çoğu bu konuda yaşanan sıkıntının farkında bile değildi. sonuç olarak, bugüne kadar aldığım tepkilerin hep olumlu olmasının benim açımdan gerçekten sevindirici olduğunu söylemek istiyorum. küçük adımlarla da olsa, kendimce bir çözüm bulmuştum. ve sevgi üzerinden anlatıldığında her şey hak ettiği karşılığı buluyordu.

desen: nilgün kayalı

43


gökyüzü

Merhaba Salih,

ba mü geliştirmek için ça ları anlayabilme gücü çeği ger n ke e ger an Hayatım boyunca insan şm a ayl p ım boyunca benimle harcadım ve yine hayat i fark ettiğin halde, edim. Her şeyi bildiğim ekl b ü paylaşacağın gün ac i ıya boğuyordun. baka gizleyerek kendin gözlerimin içine baka ye hakkın bile yoktu. me çek cı a k tek başına Yıllarca bu sırrı taşıyara ? dik zin yanında değil miy Her konuda birbirimi iğim n seyretmedim, belirtt i hiçbir zaman uzakta de ben , m di n Bilmeni isterim ki sen re ğ ö u n uğu d l m. Artık mutlu o gibi senden bekliyordu olursa olsun tek dileğim şekli nasıl n a m a z r He . mutluyum şeyse onca acıyı ğüm ldü ü masıydı. Şimdi üz sevdiklerimin mutlu ol k ve insanın en doğal yanında bulunamama mak çekerken birbirimizin aması, böyle gizli yaşa kkını özgürce yaşayam ha a şam a y n ola ı akk h zorunda kalması. olsa ı biliyorum ama geç de sonra da zor olacağın yıldır kaç r i b son Zor olduğunu bundan kü n Çü . ndiğim için mutluyum eşcinsel olduğunu öğre bizden kurtulmak imize düşünüyordum, iğ t t e b y ka seni tamamen nedenlerle beraber k acıydı. Benzer başka ço de k me n şü ü d ini ğ istedi en biri buydu. en önemli nedenlerind İzmir'e gelme isteğimin ama sen um açıklayamıyordun ı Hazırlıklıydım, biliyord için daha iyi olacağın n i n e s n i im gelip görmem açıklayamıyorsan ben m. temediğin için gelmedi şüphe düşünmüştüm. Sen is ık senin de sevginden art e v m ru iyo l bi ni i niden ye i Sen . z i Artık her şeyin sebeb eğ c ile dar seni seviyorum diyeb iz aynı m gi an h , etmeden dilediğimiz ka tik ş de r ka n a k gerçi biz her zam kazandık! Yenideni yo ğına eminim. zin farklı davranmayaca mi i er diğ a s a ş um. Ben durumu ya yor mı z ya ni mutlu etmek için pimiz seni çok Yazdıklarımı sadece se e H . m ru üyo gör e yl ö gerçeğini b uz. penceremden hayatın r o yuy du iz olduğun için gurur seviyoruz ve kardeşim

44

Öpüyorum. Ablan… Eylül 2006

salih canova salih@kaosgl.org

“Ablacığım, seni çok seviyorum, asla kalbini kırmak istemiyorum ama sana anlatamayacağım bazı şeyler var, bu nedenle bazen birbirimizi yanlış anlıyoruz ve hayatın bana oynadığı bu kötü oyuna ne kadar üzüldüğümü bir bilsen…” yazmışım günlüklerimden birine… 21 Ekim 1998 tarihli bir not. Ablam… Bana sakız şişirip patlatmayı öğrettiği o sıcak bozkır ağustosundan (nedense, bir avlunun üzerinde sakız şişirmeye çalıştığımız o günün pusu hiç silinmiyor belleğimden) bugüne hayatıma çok şey katan, hayata dair çok şey öğreten kadın. En umutsuz anlarımın tanığı, en güçsüz yanlarımın dayanağı… Günün birinde ablama eşcinsel olduğumu söyleyebileceğimi hiç düşünmemiştim; oysa hayat ablamdan öğrendiğim gibi “hiç aklımıza gelmeyenleri” yapabilmekle anlamlanıyor biraz da. Ablama, “ona anlatamayacağım bazı şeyleri”, yani eşcinsel olduğumu söylediğimde, önce aşağıdaki satırları yazdı bana, sonra Kaos GL'de yayımlanmak üzere “hissettiklerini” aktardı…


kardeşim eşcinsel bir sırrı olduğunu hissediyordum ailemizde en sevdiğimiz kişiydi salih. son bir kaç yıldan beri bizimle ilişkilerini koparmıştı. çok özlüyorduk onu ve bu kopukluk bize çok acı veriyordu. ailevi nedenlerden dolayı bizden uzak yaşamayı tercih ettiğini düşünüyorduk. çoğu zaman kendimi ifade edebildiğim tek kişiydi kardeşim. hayatım boyunca bir sırrı olduğunu çok net hissediyordum. bu sırrın da eşcinsellik olduğunu anlıyordum. ama emin olabilmem için bunu ondan öğrenmem gerektiğini ve buna hazır olmam gerektiğini sürekli kendime hatırlatıyordum. her ne kadar onun yaşadıkları kadar zor olmasa da, bize dayatılan kültürel ve geleneksel yaşamımızdan dolayı, benim için de kolay bir durum desem önce kendimi kandırmış olurum; elbette zordu. “abla, abim eşcinselmiş!” en küçük kardeşimiz üniversiteyi salih'in yaşadığı şehre yakın bir yerde kazanınca sık sık onun evine gidip gelir oldu. onunla her konuşmamızda nasıl olduğunu, nasıl bir hayat kurduğunu sorup duruyordum. bir gece yine konuşurken, üzülerek neden hiç bizi ziyarete gelmediğini sordum. “abla, abim gelmeyecek. beklemeyin, umudunuzu kesin” dediği anda “işte yılların sırrı geliyor” diye içimden söylendim. şüphelerimde yanılmadığımı, cevabın ne olduğunu bildiğim halde, “neden aramayacak?” diye sordum. sorarken de yüreğim yerinden fırlayacak gibi oldu; belki hayatımda sorduğum en zor soruydu bu. kardeşim, “abla, abim eşcinselmiş” dedi. “peki mutlu mu?” o anda beynim allak bullak bir şekilde ilk yaptığım şey, “biliyordum evet yanılmadım biliyordum” diye söylenip durmak oldu. ardından, “peki şu an mutlu mu?” dediğimi hatırlıyorum. doğduğu günden bu güne tüm yaşamının resmini gözümün önünde görür gibiydim; acı, korku, kırgınlık, sevinç aynı anda bedenimi, beynimi kapladı sanki. korku, sevinç, acı, kırgınlık korkum: bundan sonra tamamen hayatımızdan çıkmak istemesi; onu kaybetmeye dayanamazdım. sevincim: eşcinsel olduğunu öğrenmemizin bu güne kadarki kopukluğun sonu olması umudu. acım: hayatı boyunca onun çektiği acıların canımı yakması. kırgınlığım: bunu paylaşmayıp yıllarca tek başına üstesinden gelmeye çalışması. kendimle hesaplaştım günlerce, aylarca ve hatta hala bugün, tek başına kim bilir ne zorluklar yaşarken ona hiç bir şekilde destek verememenin acısıyla kavruldum. “kim bilir ne acılar çekerken ihtiyaç duydu da ben yanında yoktum” düşüncesiyle kendime lanet ettim. ben bu muyum, bu muydum; yanı başımda, en doğal hakkı olduğu halde dilediği gibi yaşamamış, yaşayamadığı gibi kim bilir ne bedeller ödemiş canım ciğerim kardeşim kendisiyle boğuşup çabalarken, ben, yeri gelmiş varlığım ve anlayışımla övünmüşüm, pehh! nasıl olmuş da onunla bu zorlukları paylaşma şansına sahip olamamıştım. onunla gurur duyuyorum şu anda tek hissettiğim şey; varlığını ve mutlu olduğunu bilmek hayatımın en büyük sevincidir. onunla gurur duyuyorum. ablasıyım derken gururumda duyduğum mutluluk ifade edilemez. onu kaybetmedik ya, şu an yanımızda ya, bundan daha güzel ne olabilir ki?

eşcinsel bir kardeşe sahip olmak eşcinsel bir kardeşimin olması bana, var olan her şeyin insana dair ve insanın en doğal hakkı olduğunu ifade ediyor. bununla ilgili herhangi bir korkum yok. yeryüzünde korkulacak onca şey varken, kardeşimin eşcinsel olması beni nasıl ve neden korkutsun ki? bir eşcinsel, kime, nasıl ve neden zarar versin? biz ona kendi dengesiz hayata bakış açımızla zarar verip korkutmayalım da, onun eşcinsel olması ne duygusal ne psikolojik vs. hiçbir şekilde bana korku vermeyecektir. korkularım yok ama kaygı ve endişelerim var; çünkü korkumu denetleyebilirim ama kaygılarımın sebepleri benim dışımda gelişiyor. kaybetmek istemediklerini eşcinsel olmak bir suçmuş gibi sırf eşcinsel olduğu için kaybetmesi ve hayatının geri kalanında eşcinsel olduğu için karşılaşacağı zorluklar benim tek endişem ve kaygımdır. sevgilisiyle şu an mutlu görünüyorlar sevgilisi ve hayatı sadece onu bağlar. kardeşim gündelik ilişkilerinde de yanlış kişileri hayatına almadı zaten. birini aynı çatıyı paylaşacak kadar hayatına almışsa inanıyorum ki o insan da en az onun kadar iyi ve sevgi doludur. ayrıca onunla, birlikteliğiyle gurur duymalı, çünkü kardeşimin bir insan olarak birçok kişinin birlikte olmak isteyebileceği biri olduğunu düşünüyorum. şu an birlikte mutlu görünüyorlar, dilerim bu mutluluklarını bozacak bir sorun yaşamazlar ileride de. kızım da bilsin çünkü… kızımın dayısının eşcinsel olduğunu öğrenmesini isterim ancak doğrusu bunu nasıl ve ne zaman öğrenmesi gerektiğini ben de kestiremiyorum. kolay desem sahtekarlık olacak; elbet zor olacak ama bir şekilde öğrenecek. şimdilik akışına bıraktım. bunu bir sorun ya da suçmuş gibi dizinin dibine oturup tane tane anlatmanın yanlış olduğunu düşünüyorum. yaşayarak öğrenmesi daha doğru olur galiba. neden mi bilsin? tüm sevdikleri hakkında nasıl her şeyi öğrenmişse ve biliyorsa bunu da sadece bu nedenle bilmesi gerektiğini düşünüyorum. eşcinsellerin sorunları da diğer sorunlar kadar önemli maalesef duygusuz ve duyarsız bir toplumuz ki, ailemizden biri eşcinsel olduğunu söyleyinceye kadar eşcinsellerin varlığından bile habersiz yaşayabiliyoruz. bu nedenle eşcinsellerin ne gibi zorluklarla yaşadıklarını ancak kısmen tahmin edebiliyoruz. ülkemizin durumu ortada. türkiye'nin sorunlarını sıralamaya kalkışacak olursak, çözülmesi gereken o kadar çok sorun var ki, maalesef eşcinsellerin sorunları en hafif ve en son sorun olarak değerlendiriliyor. oysa bence herkesin sorunu önemli ve bunları sıralamamak gerekiyor. hepsini birden çözebilecek şeyler düşünmek, bütün sorunları çözmek gerekli. eşcinsellerin sorunları da bu anlamda diğer sorunlar kadar önemli bence. son söz onu çok seviyoruz ve hayatı boyunca mutlu olmasını istiyoruz; çünkü o hepimiz için her zaman bunu istedi ve hayatı boyunca kimseyi mutsuz etmeye çalışmadı. bunu yaptığını sandığımız zamanlarda bile kendi içinde ne kadar acı çektiğini ancak şimdi öğrenebildik. bütün insanlar kardeşleri, ağabeyleri, arkadaşları onlara eşcinsel olduklarını söylediğinde onlara destek olmalı ve zaten zor olan hayatlarına yeni zorluklar yaratmamalılar. insanlar ancak her şeyi birbiriyle paylaştıklarında gerçekten kardeş ya da arkadaş olabilirler; diğer türlü, birbirilerini kandırırlarsa kimse kimseyi gerçekten sevemez.

45


gökyüzü

ece dorsay ecedorsay@gmail.com

46

eski püskü kot

Eski püskü bir kot pantolon kadar güvenilir ne vardı ki dünyada? Kendini yırtan parçalayan, adeta bir sidik yarışına alıştırılmış insanların arasında dolaşırken beynin hücrelerini tazelemek zordu. Çimlere uzanıp sadece gökyüzünün hafifliği ve beynindeki bilgilerin ağırlığı ile baş başa kalmak istiyordu. Bazen bu da yetmiyordu. Öksüz bir ruhun, sel olmuş gözyaşlarını nereye akıtacağını bilmez halde doğadan medet umması bilindik bir sahneydi. Şair ruhlu olmanın avuntusu ve yumruk izlerinin acısı vardı. Rengi sönmüş kot pantolonu, dünyaya bir meydan okuyuşun aynası gibiydi. Vefalı bir dostun bıraktığı izler gibi sıcak bir karşılama hissi veriyordu ona kot pantolonunu giymek. Beklemek... Saatlerce beklemek. Bir ses gelir de belki bir kibrit çakar ve alev alır her şey birden. Tekrar tutkuların içinde yüzerdi, yücelirdi ruhu. Girdapların içine atlardı ve herkesin korktuğu maceraların ortasında bulurdu kendini. Eskisi gibi. Evet, böylesine tutku dolu bir yaşamın izinde yaşamak, hayat durakladığı zaman yorucu oluyordu ama yaşanan görkemli saniyelere değerdi. Sinema salonunda gibi hissetmek ne büyük bir lütuftur az insana verilmiş. Tek istediği böyle anları çoğaltmaktı. Kırmızıya boyanmış evler gördü rüyasında. Gül kırmızısı bir kadın... Kırmızı dudaklar... Kan yoktu; sadece tutku vardı rüyalarında. Terk edilmiş bir sokağın büyülü evlerinden eser yoktu dışarda. Her yer inşaat halinde, herkes çöp toplar gibiydi. İnsanın kendi kalbindeki tozları silmek bazen zordur ama buna değdiğini biliyordu. Bir çırpıda saçmalamaya hakkı vardı bazen ve anlaşılma çabası beyhude diye düşündü. Kelimeler kendi kendilerini imha ediyorlardı zaten her telaffuz

edildiklerinde. Sürekli geviş getiren yaşamların ortasında olmak istemediğine karar verdi. Bu dünyada amatör bir şizofren olmayı başarabilmek belki de bir nimetti. Kuyruğunu kovalayan bir köpek gibi yaşamaktansa, katmanlı iç dünyalara sahip olmak yeğdi. Zehir gibiydi bazen gündelik yaşamın ritmine ayak uydurma anları. Bazen de fişek gibi. Denge en zoruydu, fizikselin ağır bastığı dünyanın kenara itilmiş ruhlarında. Öfke, gerekli bir benzindi yola çıkmak için ama ölçüsü kaçınca yıkıcı oluyordu. Sigara içmek sabaha kadar... Hiç de yaptığı bir şey değildi. Enstrümanlarını seyretmek daha ilham vericiydi. Kendini çıkışsız hissettiği her anı kendi kurtuluşuna çevirmek tamamen beyninin devrelerini kontrol edebilmesiyle ilgiliymiş meğer. Bunu anladığında insan, hem çok aciz hem de çok güçlü hissediyordu. Bugün de riskler alacak mıydı? Küçük ateşler yakacak mıydı? Sabahın erken saatlerinde bunu henüz kestiremiyordu. Yine hayata sarılma gücünü bulacak mıydı kendinde? Öğlene doğru birden fırlayıp gidecekti hedefine. Özlemini duyduğu yere ve insana… Küçücük işaretler ve karşılıklar gününü kurtarmaya yetecekti. Bir bakış, bir gülüş, bir ima ile yetinecekti gene. Ta ki bir hafta geçip onu delicesine özleyene kadar. Parçalanmış bulutlar, yıkılmış binalar, kan akıtan çiçekler vardı. Ama elindeki boyalar ve gözlerindeki ışıkla onların siluetini yok edecekti. Yabancılaşma çağında yaşamanın omuzları toprağa çeken ağırlığına inat, yüreğindeki fişekleri fırlatacaktı gökyüzüne ve salon ışıkları yanacaktı yine. Mavi, eskimiş kot pantolonuna baktı. Birkaç tane daha alması lazımdı. Kendisine yakışanı bulabilirse tabi, bütün kadınların minyatür varsayıldığı bu şehirde… Sinemada kimse arkasına oturmak istemiyordu farkındaydı. Ama artık bu onu ilgilendirmiyordu.


gökyüzü sevdaysa yeni başlar… güner kuban guner@gunerkuban.com

“Bir dal verdi sevdiğim Üstünde sarıçiçekler Yol dediğin gelir geçer Sevdaysa yeni başlar.” Brecht'in bu şiirindeki “Sevdaysa yeni başlar” mısrasının her yaşta geçerli olabileceği aklımdan bile geçmezdi. Hollanda televizyonun benimle yapmış olduğu söyleşide; “Yaşlı insanların aşık olabileceğine inanmıyorum” dediğim zaman ne kadar yanılmış olduğumu anlamam için gerçekten çok yaşlanmam gerekiyormuş. Geçen ay 73 yaşıma bastığım halde ruhsal ve bedensel duygu ve isteklerimde hiç eksilme olmadı. Bu haberi verirken, sizleri benim gibi büyük konuşmamanız için uyarıyor; yaşlanmaktan korkmayın hatta sürprizlere hazırlıklı olun diyorum. Aşk her yaşta varmış… Yaşamımı, üzerinde yaşadığımız planetin değişik ülkelerinde geçirdim. Çocukluğumdan bu yana, aile, sosyete, gelenek ve kanunların bana biçtiği rolü oynamayı aklımdan bile geçirmeden kendi doğru ve güzellerimi yaşadım. Hayatım boyunca insanlar var olan şeyleri yaşarken ben, olmayan şeyleri hayal ederek “neden olmasın?” dedim ve onları gerçekleştirmeyi başardım. Çünkü ancak düşlerde yaşamaya devam edenler onları gerçekleştirebilirler. Yaşamın sonunda duyulacak pişmanlıklara, yaptıklarımızın değil, yapamadıklarımızın neden olacağını hiç unutmadım. Benim ilişkilerim hiç bitmediği için, yaşamıma giren dost ve sevgililerim hep kalıcı oldular. En yakın dostlarım eski sevgililerimdir; aslında eski dostlar da bir tür eski sevgili sayılmazlar mı? Yaşamım boyunca benimle yapılan söyleşilerde en sık karşılaştığım sorulardan biri de şuydu; “Evli, bekâr, eşcinsel, biseksüel veya hetroseksüel hiçbir kadın tarafından reddedildiniz mi? Yanıtım, “hayır”dı. Albert Camus cazibeyi “Daha soruyu sormadan evet yanıtını almanın yolu” diye tanımlamıyor mu? İlk baskısı 1982'de yayımlanmış olan 'Sevişmenin Rengi' adlı kitabımın ondan sonraki baskılarının ön sözünde, yazılış amacını şöyle tanımlamıştım: “Ulusal bir tabuya karşı çıkmak görevini yüklenen bu kitapçık amacına başarıyla ulaştı. Yaşamımda özel anılarımı paylaştığım kişilere yönelik duygularımı ölümsüzleştirme olanağını da sağladı.” Bu kitabın yayımlanışından bu yana 26 yıl geçti. Hâlâ aldığım yüzlerce mailden gençlerin de bu kitabı okuduklarını, orada sergilediğim yaşamım ve onu yazarken gösterdiğim yürekliliğin onlara güç verdiğini anlıyorum. 'Sevişmenin Rengi'nin binlerce okuyucunun yaşamlarına yön vermelerine olumlu katkısı olduğunu her okuyuşumda, “'Sevişmenin Rengi' homofobi savaşında neden yalnız kaldı?” sorusuna yanıt arıyorum. Tıbbın, insanların genlerinin bazı hastalıklara neden olan bölümlerini ayıklayabildiğini hepimiz biliyoruz. Özlediğim özgür, gerçek ve güzel yaşamın, ancak insanlardaki kötülük geni çıkarılabildiği zaman gerçekleşebileceğine inanıyorum. Ah keşke, insanların birbirilerine, hayvanlara ve doğaya verdikleri zararın sonu gelebilse… Cinsel yönelimi ne olursa olsun, bu planette yaşayan insanların misyonu, savaşsız, sınırsız, sınıfsız ve özgür bir dünyanın gerçekleşmesine katkıda bulunmaktır. Bahar geldi, çok sevdiğim bir şairin, P. Neruda'nın mısralarıyla size veda ediyorum: “Kral, eşek ve ben Sabaha sağ çıkmayacağız Eşek açlıktan Kral can sıkıntısından Bense aşk ateşinden Aylardan mayıs.” Sayısız imkânsızlıklarla savaşan Kaos GL dergisinin 100. sayısına ulaşabilmesi için gereken fedakârlıklara katlananlara hepimizin teşekkür borçlu olduğuna inanıyorum.

duvarlar ve aynalar hülya uğur tanrıöver hulyatanriover@gmail.com

Şimdi seninle biz, karşı karşıya iki duvar gibiyiz. Yağmur, dolu ve fırtınanın her çeşidiyle yıpranmış, dökük sıvalarımız, güneşe kapalıyız. Aramızda türlü çeşit ayna var, yüzlerce duvarı yansıtıyorlar. Ancak o aynalarda, Kıpırdamadan ve bilmeden Birleşebiliyoruz seninle. Çatı yok, taban yok, Ne de pencere. Ağlamaklı bir suskunluk aramızda. Seninle biz Karşı karşıya iki duvar Aynalarda kendimizi çözeceğiz. Paris, 1982

47




yüzde yüz

100 kitap okudum, hayatım değişti hazırlayan: salih canova

50

bella - stella acıman "benim kitabımın iddiası cinsiyetler arasında sınır olmadığıdır. bir kadın bir erkekle de birlikte olabilir, bir kadınla da.” adresinde bulunamadı - mehmet bilâl “volker'i nihayet gördüm! gördüm ve âşık oldum! yollara düşmüş bir meczup gibi ilerlediğim, nereye gittiğimi bilmeden elden ele dolaştığım, hırpalandığım, sararıp solduğum ve kendime acıdığım günlerdi. o anda anladım gönderenle mektubun, zarfın kaderleri birbirine benziyordu. gönderenin ruhu, kokusu, kişiliği, dili, kederi zarfa yansıyordu. ve yine o anda anladım ki, birinin ardına düşmek insanı kendinden ediyordu…” yolda - jack kerouac 1950'lerin ilerlemeci ama bir o kadar da 'maddeci' amerikan toplumunda bir 'arınma' arayışının, üç hafta süren bir yaratıcılık patlaması döneminde, kahve ile zinde ve ayık tutulmaya çalışılan bir bedenden kağıda dökülüşü. eşcinsellikten sözedilen bölümleri 2008'e kadar türkçe'ye çevrilmemiş bir başyapıt. solmaz hanım ve kimsesiz okurlar için - selim ileri sevdadır - arkadaş z. özger "güneşe ve erkekliğe büyüyen vücudum / düşüverecek ellerinizden ve / bir gün elbette /zeki müren'i seveceksiniz / (zeki müren'i seviniz)” bilitis'in şarkıları - pierre louys ''ben, bilitis, kaynaklarin denizden fışkırdığı, ırmakların tas yataklarda aktığı ülkede doğdum... şafak gibi hüzünlü byblos şarkılarını annemden öğrendim...kypre'de astarte'ye taptım. lesbos'da psappha'yi tanidim. hep sevdalarımın şarkılarını söyledim. yolcu, iyi yasamamışsam kızına söyle...'' bir maskenin itirafları - yukio mişima ''mişima'nın yapıtlarının özünde ölümden kan ve intihar saplantısına, eşcinsellikten modern yaşamın kısırlığının yadsınmasına uzanan dipsiz derinlikler yatar” (celal üster)

oscar wilde

stilist - aleksandra marinina çıplak şölen - william s. burroughs “metro şafaklarının ve ucuz otellerin manzaraları, uyuşmuş bir bekleyiş, yakalanamaz bir cinsel mutluluk. ve işte çıplak şölen: herkesin her çatalın ucunda ne olduğunu gördüğü, donmuş bir an.” çiçeklerin meryem anası - jean genet “jenet'in tüm dünyada cinsel kültürün şekillenmesinde etkili olan, en kışkırtıcı ve orijinal eseridir. romanda tarif ettiği bir gruba bağlıdır zira genet de: "birer hayvan gibi avlanan, yüzleri erken kırışan, yanardağı andıran çocuklar ırkı..." (hande öğüt) kent ve tuz - gore vidal renklerin moru - alice walker “sessiz olmanı isteyen dostun değildir…” sapık sevgi - andre gide “kurulu ahlak düzeninin dışına çıkarak 'sapık' denilen sevgileri bilimsel olarak ele alıp insan özgürlüğü açısından tartışan gide, ahlak yönünden en tutucu kişileri bile düşündürecek kanıtlar ileri sürüyor.” orlando - virginia woolf "cinsiyetini düşünmek yazı yazan herkes için öldürücüdür. katışıksız ve basit bir biçimde kadın veya erkek olmak yazıyı öldürür. kişi, erkeksikadın ya da kadınsı-erkek olmalıdır." üçüncü tekil şahıs - mehmet bilâl tek başına bir adam - christopher isherwood alexis ya da beyhude mücadelenin kitabı marguerite yourcenar kalpazanlar - andré gide mrs. dalloway - virginia woolf tek meyve portakal değildir - jeanette winterson giovanni'nin odası - james baldwin “sadece cinsel kimliği değil bütün hayatı paramparça olan david özelinde beyaz erkek ideolojisiyle biçimlenen toplumsal yapıya radikal bir eleştiri olarak okumamak gerekir giovanni'nin odası'nı. yalnızca cinsel kimliklerini gizlemek zorunda kalıp toplumsal baskılarla evlenen, kimliğini karısının 'suç ortaklığı' sayesinde gizleyebilenler değil 'aktif' eşcinselliklerini erkekliklerinin kanıtı sayan maço 'normal'ler de, bütün bunların farkında olsalar bile susmayı seçen ya da bu özel ve gizli düzene rıza gösteren diğerleri de nasiplerini alıyorlar toplumsal ve ahlaki şizofreniden.” (a. ömer türkeş) kilidi sırlı anahtar - baki koşar "hayatlarımızın birbiriyle kesişen kavşaklarında çoğu kere acı, kimi zaman buruk da olsa mutluluk vardı. anladım ki 'azınlık' olan herkes, hayatın ve dünyanın neresinde olursa olsun, neresinde durursa nihayetinde 'azınlıktır'. ve en küçük bir ayrıntıda, sıradan bir kıvrımda veya alelade bir diyalogda, bunu bir 'yazgı gibi taşımak zorunda olduğunu bazen yüreği sızlayarak, bazen sarsılarak bazen de öleyazarak kavrar..." troya'da ölüm vardı - bilge karasu “bu odada, hepsinin içinde yabancılığımı, onlardan olmayışımı duya duya, yabancılıklarına, düşmanlıklarına katlana katlana, hepsinden uzakta yıllarca bağrıma taş bastım…” dorian gray'in portresi - oscar wilde


brokeback dağı - annie proulx çocukluğun soğuk geceleri - tezer özlü “süm, kuzenlerim ve benim aramdaki cinsel ilişki, çocukluktan çıkışımıza dek sürüyor. yalnız kalabilmek için olanaklar yaratıyoruz. sonra soyunup birbirimizin üstüne çıkıyoruz. kuzenimin toplu gövdesi, karnı ve kabarık, kılsız kadınlık organı ve organlarımızı birbirine sürtüp eriştiğimiz boşalmayı uzun yılalr unutamıyorum. sevişmelerimiz çok doğal. boşalır boşalmaz biraz utanıyoruz, ama hiçbir şey olmamış gibi davranıyoruz.” yağmur gibi söyle bana - tennessee williams williams'in insana dair karamsarlığını yansıtan bir oyunu "gecen yaz birdenbire"yi barındıran kitabı. tutkuyla arzuladığı genç çocuklar tarafından vahşice öldürülen sebastian. arzunun nesneleri tarafından barbarca öldürülmek... homofobi ve şiddet sarmalından fazlası var bu hikayede: insanlık durumunun karanlık bir yanına, insanin kıyıcılığına dikkat çekmek sanki yazarın amacı. (devrim sezer) denizkızı - zeynep aksoy kurbanlık koyun - jeremiah healy londra yanıyor - peter ackroyd de profundis - oscar wilde imparatorun çocukları - claire messud timurlenk ölmeli - louise welsh pinhan - elif şafak aşık kadınlar - d.h. lawrence başka sesler başka odalar - truman capote erkekler için divan - murathan mungan “bazı yaralar merhem kaldırır / bazı yaralar açılır / bir uçuruma…” kabul edilmiş dualar truman capote saatler - michael cunningham kılavuz - bilge karasu “ama beni şaşırtan, çıplaklığa, daha doğrusu çıplaklığına ilişkin davranışıydı. bunu ben de ilk kez görüyordum galiba. çıplaklığından sıkılmıyor, çıplaklığını sergilemiyordu. denize çıplak arkadaşlarıyla giren çıplak bir çocuk gibiydi…” örümcek kadının öpücüğü - manuel puig “çevirmenlik hayatımda bazen kendi inisiyatifimi kullandığım oldu. örneğin 'örümcek kadının öpücüğü'nü çevirirken, kitapta yazar iki erkek arasındaki üç-dört satırlık sevişme sahnesinin oldukça grafik bir şekilde anlatır. manuel puig benim çok sevdiğim bir yazardır, onu türk okuruna ben sunuyordum, bir kazaya uğramasın istedim. bu üç-dört satırlık anlatım pek önemli değil diye düşündüm. belki de hiçbir şekilde metine müdahale edilmemesi ve kimsenin kendinde o hakkı görmemesi daha doğru. bunun sonu yok.” (nihal yeğinobalı) salomé - oscar wilde eşcinsel bir rahibin itirafları - marco politi gülün mucizesi - jean genet samuraylar arasında aşk - ıhara saikaku "geçen nisanın on birinde, herkes at sırtında beyin yanına çağrıldı. tarozayemon setsubara beni tuttu ve, 'eteğin çamur olmuş,' dedi. ve eliyle sildi. sen tam arkamdaydın ama umursamamış gibi yaptın. eteğime sıçrayan çamura dikkat edecek yerde tarozayemon'la birlikte bana güldün. bence bu davranışın doğru değildi, o kadar yıldır aşığınım." yarın yapayalnız - selim ileri "'bir daha hiç kavga etmeyelim...' ne vardı bu sözde? hiçbir şey. her şey. öylesine içten söylenmişti ki, öylesine içten bir dilekti ki, masumiyetle, arınmışlığıyla alıp götürüyordu sizi, insanın insan olduğu bir an'a, duyarlığa. sonra her hatırlayışta içimi sızlattı. her hatırlayışta, bu sözü

söyleyebilecek kadar kimsenin beni sevmediğini hissettim, en çok bu koydu bana, bu sözü yitirmiş olmak, bu sözün bir daha kimse tarafından söylenmeyeceğini bilmek. elem, sen de bir daha öyle sevemeyeceksin. ne beni, ne bir başkasını. " volkan'ın romanı - ahmet tulgar "bu vakalar, toplumun bir gerçeği ise dile getirilmeleri gerekiyor. sürekli bir takım şeylerin halının altına süpürülmemesi gerekir. okunup, yazılması lazım." (eşcinsel bir polisin hikâyesini anlattığı gerekçesiyle 18 yaş sınırı konulması istenen kitabı yayımlayan everest yayınları'nın sahibi akp milletvekili faruk bayrak) maurice - e. m. forster "mutlu son zorunluydu. yoksa bu kitabı yazmazdım. hiç değilse edebiyatta, iki erkek birbirlerine aşık olsunlar ve edebiyatın izin verdiğince sonsuza dek öyle kalsınlar istedim." son istanbul - murathan mungan siborg manifestosu - donna harraway travesti pinokyo - sibel torunoğlu akron kıyısı - adrienne miller leyla ile şirin - hülya serap doğaner “karşıcinselci dayatmalarla sürekli bize empoze edilen leyla ile mecnun, ferhat ile şirin hikâyelerinin gizlenmek zorunda bırakılmış ikilisi.” (kuesta - homoloji) geçmiş zaman peşinde - marcel proust hırsızın günlüğü - jean genet sosyal yardım yetkilileri tarafından işletilen bir klinikte, baba hanesine 'meçhul' yazan bir bebek olarak doğmuştu o, polisler ceplerinde vazelin bulurdu, ve kafasının girdiği her delikten bütün bedenini de sokabilirdi içeriye. hırsız, piç ve eşcinseldi! ahlak kavramından yoksun bir yazarın ahlaksız başyapıtı… hop-çiki-yaya polisiyesi serisi - mehmet murat somer serinin tüm kitaplarının merkezinde kahramanların çalıştığı travesti kulübü vardır. ana karakterlerini travestilerin, geylerin ve transesksüellerin oluşturduğu dizi edebiyat tarihimizin ilk travesti dedektifinin maceralarını içerir. zevkle ve bir solukta okunan kitaplardır. hararetle tavsiye edilir. (frigoferio homoloji) vampirle görüşme - anne rice haco hanım vay - attila ilhan osmanlı'nın son dönemlerinde izmir'de emrullah raci bey, kendisine 3. eş olarak haco hanım'ı almıştır ama... bundan asıl amacı, lezbiyen eşi 'katır' müzeyyen hanımın gönlünü yapmaktır. haco hanım, aslında kocasına değil de, kocasının ilk hanımına 'eş' olacağını anladığında aslında pek fazla seçeneği de yoktur. lezbiyen kavramı türk edebiyatı'nda ilk kez telaffuz ediliyor… yetenekli bay ripley - patricia highsmith piç - violette leduc "fransa demokratik ve laik, violette leduc kitabını serbestçe patricia highsmith

51


52

yayımlamış: beğenen övmüş, beğenmeyen yermiş, kimse 'ahlak' elden gidiyor telaşına düşüp, yasaklar koymaya kalkışmamıştır”. (atilla ilhan) patty diphusa - pedro almodovar tutku - jeanette wınterson venedik'te ölüm - thomas mann erkek doğrama cemiyeti manifestosu - valerie solanas burç hikâyeleri - küçük iskender denizci - jean genet düş kurma. Olacak mıydı bu? “O” her akşam karaya çıkıyor. Döndüğünde, mavi yünlü kumaş pantolonunun yönetmeliğe karşın geniş olup ayaklarını örten paçaları leke doludur. Saçaklı kenarıyla süpürdüğü yolların tozunun gelip üstüne yapıştığı ersuyu lekesidir belki bu. Pantolunu benim görüp göreceğim en pis denizci pantolonudur. Kalkıp bunu açıklamasını isteseydim “Ondan”, beresini arkaya atarak gülümseyecek: “bu var ya,” diyecekti “O”, “orta bacağımı ağzına alan heriflerin marifeti. Benimkini emerken onlar da otuzbir çekip pantolonuma akıtıyorlar. Onların atmığı bu. Başka bir şey değil.”Bundan ötürü pek gururlanmış görünecek. Görkemli bir utanmazlıkla taşıyor “O” bu lekeleri: Nişanları, madalyalarıdır bunlar. görünmez canavarlar - chuck palahniuk palahniuk'un eşcinsel olduğunu açıkladığı dönemlere denk düşen ve bir moda dergisi gibi kurgulanmış bu yapıbozumcu kitapta, basmakalıp kavramlar anlamını fazlasıyla yitiriyor, kesinlikle queer. (yavuz cingöz) elde makas koşmak - augusten burroughs hergele aşıklar - niyazi zorlu “okuyanı daha ilk sayfalardan içine çeken bir roman. niyazi zorlu, inanılmaz dil yeteneğine sahip bir yazar. bu romanda argoyu, şiirsel ve gerçeküstü ile karıştırıp önümüze atıyor. "önümüze atıyor" diyorum, çünkü roman boyunca anlayıp anlamamamızı hiç umursamadan yazıp durmuş. belki de bu yüzden uzun zamandır okuduğum en şaşırtıcı romanlardan biri. üstelik şaşırtıcı olmasının nedeni anlattığı eşcinsel aşkta gizli değil sürekli konu içinde sıçramalar, deforme edilmiş bir yapı içinde okuyanı sanki bir yandan diğerine savuruyor. konunun can alıcı bir noktasına ulaştığımızda ve tam da konuyu çözdüğümüz hissine kapıldığımızda, asıl anlaşılacak şeyin bizden uzaklaştığını görüyoruz, hem de öylesine uzaklaşıyor ki absürd bir noktada bırakıyor bizi.” (asuman kafaoğlu büke) teorema - pier paolo passolini pasolini aimee & jaguar - erica fischer wittgenstein'in yeğeni - thomas bernhard ağırbaşlı iki hanımefendi - jane bowles justine - lawrence durrell manzaralı bir oda - e.m. forster “duygularını en iyi piyano çalarken ifade edebilen lucy, yaşamında olağanüstü bir şeylerin olmasını istiyor ve soruyor, "niçin? niçin olağanüstü şeylerin çoğu kibar hanımlara yakışmıyor?" (nalan söylemez) oscar wilde'ın son vasiyeti - peter ackroyd merhamet sokağı - adolfo caminha sodom ve gomora - marcel proust teleny - oscar wilde virginia woolf, sackville-west mektuplaşmaları - derleyenler: louise desalvo, mitchell leaska alice b. toklas'ın öz yaşam öyküsü - gertrude stein bir şey oldu - fatih özgüven sır - nermin bezmen

erdişi - alperen yeşil “cinsiyetin biyolojik bir şey olduğuna inanmıyorum. bizim coğrafyamızda roller önceden belirlenmiş. her şey ezbere, erkeklik de. doğu ya da batı erkeği diye ayrım yapmak hoş olmaz belki ama şiirim gibi yüreğimin de yüzü doğu'dan taraf. doğu bana daha sahici, daha el değmemiş ve daha kendiliğinden geliyor. batı'da insanlar egolarıyla var olurken doğu'da yürekleriyle kendilerini var edebiliyorlar. bu çok ürpertici geliyor bana...” iki genç kızın romanı - perihan mağden evsiz ülke hikâyeleri - ahmet tulgar hadrianus'un anıları - marguerite yourcenar kadınlar kulesi - zoe fairbairns bir başka ülke - james baldwin 1950li yılların new york ve paris'inde geçmesine karşın bugün de yaşayan bir roman… amerikalı zenci yazar james baldwin'in (1924-1987) istanbul'da tamamladığı bir başka ülke'de bu kente dair hiçbir iz yok, ama caz müzisyeni rufus'a, kız kardeşi ida'a, yazar vivaldo'ya, eşcinsel eric ve fransız sevgilisi yves'e, greenwich village'da yaşayan evli çift cass ile richard'a ve romanın diğer unutulmaz karakterlerine bugün beyoğlu'nda yürürken de rastlayabilirdiniz. bir başka ülke bu denli sahici ve çağdaş. (ride ekşisözlük) myra - gore vidal ne zaman gitti tren - james baldwin lucifer'in bisikleti - küçük iskender romantik salgın - ibrahim altun trompet - jackie kay üç aynalı kırk oda - murathan mungan "bazı anlarda yüzün aldığı bir ifade, sevenin belleğinde sonsuzlaşır, insan o ifadeyi herşeyden çok daha fazla özler. o yüzün sahibiyle günün birinde darıldıktan, ayrıldıktan, hatta ondan nefret ettikten sonra bile, o ifadeyi özler. bir andır o ama bütün zamanlara siner…" sevişmenin rengi güner kuban sevici türküsü/bir sevicinin romanı - leslie feingber açık havada bir gün - jane bowles mavi mucize - ildikó von kürthy “ıldikó von kürthy mavi mucize ile, bir zamanlar türkan şoray ve filiz akın'ın başını çektiği eski sevgiliyi kazanmak için yaşanan büyük değişimli yeşilçam filmlerini ve şimdilerde ise ally mcbeal'in maceralarını hatırlatmıyor değil. neticede kürthy'in hikâyesi, yazarın mizahi tarzı ve erdal karakteriyle kendi farkını yaratıyor. romanın başkarakterlerinden biri olan erdal, türk ve eşcinsel.” (burcu aktaş) y'ol - birhan keskin “mutfakta reçel yapan iki kadın / kırmızı biberleri filan / rüzgar alan biraz tepe bir yer / bakınca iki yandan da uffffffuk filan / dünya yuvarlak değil de elipsmiş gibi / kaldı ki iki kadın dünyanın yuvarlağını zaten anlamayan…”

birhan keskin


gökyüzü

sadakatin kızı güzin yamaner guzinyamaner@hotmail.com

Annem, geyik olmadan önce, bazen yaşlı bir kadın oluyormuş babamı görmediği zamanlarda. Babamı görme ümidi olduğunda ya da ihtimali, derhal gençleşiyormuş. Yıkanıyormuş. Temizlenip genç oluyormuş. Ama eğer babamı göremiyorsa, yine yaşlı bir kadın oluyormuş. Onu ne kadar gün görmeyecekse o kadar gün yaşlı bir kadın. Yapyaşlı bir kadın. Annem, babamı görmediği günlerde yaşlı bir kadınmış, yapyaşlı yalnız bir kadın. Annem en çok bayramlarda, yapyaşlı yapyalnız bir kadın olurmuş. Yapayalnız bir kadın. Deli gibi bir kadın. Çünkü babam bayramlarda bizi hiç yanına almazmış. Bayramlara, “kriz günleri!” dermiş. “Bayramlar önemli değil” dermiş. Anneme hep, başka günler için randevular verirmiş. Mesela bayramın ilk ya da ikinci günleri değil, son günleri buluşalım dermiş. Hem de benimle değil, sadece annemle buluşurlarmış. Anneme de hep, “biz buluşuyoruz ya yeterince” dermiş. Annem, kırılır, parça parça olurmuş. Ülkemizde bayramlar çokmuş. Peşpeşe iki tane! Biri biter biri başlarmış. Annem, beklermiş. Biri bitsin biri başlasın o da bitsin diye. Annem beklermiş. O sene bitsin diğer senenin bayramı gelsin diye. Çünkü yine aynısı olsun ama en azından bitsin diye. Annem beklermiş, bir gün bütün bayramlar bitsin diye. Annem, geyik olup dağlara kaçmadan önce, aklını babam ona bir gün; “açıkçası yalnız kalıp çalışmak isterim!” dediği gün yitirmiş. Aslında annem aklını parça parça yitirmiş. Ama en çok da o gün! Son parçayı o gün! Babam ona, “açıkçası yalnız kalıp çalışmak isterim!” dediğinde. Annem geyik olup dağlara kaçmadan önce, en çok bu sözden yitirmiş aklını. Annem, henüz gençmiş, ama aklı yaşlanmış. O anda! Birden bire! Yaşlanmış aklı! “Beyni yaşlanmış!” demiş doktorlar. Ama aslında annemin aklı yaşlanmış. Yapyaşlı bir kadın aklı olmuş annemin aklı, annemin çıkmış aklı. Annemin kaçmış aklı. Birçok gün! Ama en çok da o gün; babam, anneme, “açıkçası yalnız kalıp çalışmak isterim!” dediği gün; annem, babamın artık başka kadınlara dokunabileceğini hissettiği için aklını yitirmiş… Annem, geyik olmadan önce, babamın artık başkalarına da dokunabileceğini düşündüğü için mi aklını yitirmiş, yoksa yapayalnız bırakılmaktan nefret ama nefret ettiği için mi? Bunu hiç konuşmadık. Çünkü biz şimdi zaten öldük! Bir gün, annem, bize bir yer bulmuş. Bizi yalnız yaşatacak bir yer. İkimiz! O ve ben! Sadece ikimiz! Öyle mutlu olmuşuz ki orada! Öyle mutlu! Çok mutlu! İkimiz orada öyle mutlu! Ben bazen bana bakan çok ama çok iyi bir adamın evine gidermişim, orada kalırmışım. Annem yalnız kalıp ağlasın diye. Annem beni bana bakan çok iyi ama çok iyi bir adamın evine gönderip kendisi de ikimizin çok ama çok mutlu

olduğumuz o yerde oturup ağlasın diye… Annem ağlarmış o yerde. Bir gün, bir günden de evveli var aslında, o evvel uzun bir evveldi aslında. Annemin durduğu evleri silen bir kadın vardı, o kadın annemin durduğu evleri on beş yıllardır silerdi. Biz hangi evde duruyorsak, o kadın o evi silerdi! Sadece o kadın ama! Bizim hayatımızda başka bir silen ve pişiren kadın yoktu! Biz, kendi silen ve pişiren kadınımızı hiç aldatmadık. Başka bir silen ve pişiren kadınla aldatmadık! Çok garip! Ama, yine bir gün, bizim annemle durduğumuz o eve bir başka silen kadın/pişiren kadın gelmiş. Babamın hizmetçisi bize gelmiş. Bizim eve gelmiş. Düşünebiliyor musunuz, annemi tanısanız, annem başka kimseye evini sildiremez. Bizim annemle yaşadığımız ve mutlu çok mutlu olduğumuz o eve bir başka silen/pişiren kadın gelmiş. Babamın hizmetçisi! Annem, bizim evi silen kadınımızı aldattığını düşünmüş. Annem için sadakat her şeymiş. Annem, böyle garipmiş! Evinde o anda bir başka kadın yukarıda yemek pişirirken, annem yalnızmış. Oyunmuş bunlar hep. Babama oyun gibi gelirmiş. Oyuncak gibi. Ama biz gerçekmişiz. Annem de ben de gerçek. Ölmeden önce. Şimdi öldük zaten. Artık fark etmez. Annem, babamın hizmetçisinin bize ilk geldiği gün, banyoya girip yıkanmış. Temizlenmiş. Babam, acaba şimdi de, bize hizmetçisini gönderip, sıkılacağı zamana kadar biraz da böyle mi oynayacakmış? Zaten şimdi biz öldük. Artık ne fark eder ki! Biz babamı çok sevdik. Öldüğümüz hafta anlattı annem bana. Babamı çok sevdiğini. “İzin ver seni de sevsin!” dedi. Annem, bana hep sevgiyi öğretti. Sadece sevmeyi. Sevmek için ölmeyi. Biz, annemle sevmek için öldük. Öldüğümüz hafta, annemle ben iki kadın gibi konuştuk. Kız kıza konuştuk. Çok mutluyduk. Şimdi de mutluyuz. Sadakat'in kızlarının yanında! Annem, getirdi bizi buraya, elleriyle! Ölü kızların yanına! Annem, “tüm ölü çocuklar, artık kız çocuklarıdır,” dedi. Annem, bana öldüğümüz hafta sadakati öğretti. Annem, dedi ki; bizim adımız sadakat! Başka erkeklere dokunabilen kadınlara uzun bir veda töreni! Sonra gittik. Başka hiçbir kadınımızı aldatmayacağımız bir yerde öldük. Annem dedi ki, “Bizim adımız sadakat. Sen, sadakatin kızısın!”

53


yüzakı

truman capote'nin trajedisi kendi kamçısıyla kendini kırbaçladı

54

“Yaşamım -en azından bir sanatçı olarak- tıpkı bir vücut ısısı gibikaydedilebilir: Yükselme ve düşüşler, son derece kesin evreler.”

dilimize yine Sel Yayınları tarafından ilk kez kazandırılan 'Kabul Edilmiş Dualar', artık muammanın değil, kamçının, hem yazarını hem çevresini kırbaçlamasının nihayetidir.

Çağdaş Amerikan edebiyatının ve Güney geleneğinin en önemli yazarlarından Truman Capote, en sevdiğim kitaplarından biri olan 'Bukalemunlar İçin Müzik'e bu cümlelerle başlar. Kimseden örnek almadan, esinlenmeden, ansızın 8 yaşında yazmaya başladığında, soylu ve acımasız bir efendiye bir ömürlüğüne zincirlendiğinin farkında değildir. Ama şunu bilir: Tanrı size bir yetenek verdiğinde, yanında bir de kamçı verir; ve bu kamçı yalnızca kendi kendinizi kırbaçlamak içindir. Kamçısını yanından hiç ayırmadan yazar, yazar Truman; gece öyküleri, gündüz öyküleri, gerçeğe yakın romanlar, kurmaca romanlar, kendi kendisiyle yapılmış röportajlar, makaleler...

“Nedensiz” işlenmiş en vahşi cinayetler olarak tarihe geçen Kansas'taki Clutter Cinayeti'nin, bir ailenin katledilmesinin izini adım adım ve yıllarca sürdüğü tanıklıklar ve gözlemlere dayalı romanı 'Soğukkanlılıkla' ile sadece Amerikan toplumunu değil, sistemin kastre ettiği tüm toplumları vicdanıyla hesaplaşmaya davet eden Capote, özenin varoluşu içindeki suçluluğun, suçun toplumsallığını sorgulamaya iter okurunu da kendini de. Dönemin yaramaz çocuğu ve ayrıksı “çiçeği” Capote'nin, bu romanıyla birlikte Yeni Gazetecilik de ortaya çıkar. Bu teknik, ciltler dolusu kurgu olmayan, gazete kupürü tekniklerini birleştiren veya çoğu kez gerçeklerle oynayarak ve yeniden kurarak verilen haber dramasını ve güncelliğini artıran bir üslup olarak pek çok yazarın eserine esin verir. Endüstrileşme yeni bir yazın türü arz eder derken; kalabalıkların sesinin ve toplumsalın her deliğinde bulunabilecek görüntülerin kaydı: Röntgencilik!

Gerçek adı Truman Streckfus Persons olan yazar, 1924'te New Orleans'ta doğar. Annesi tarafından Alabama'daki teyzelerinin himayesine bırakılarak pek çok büyük yazarın alamet-i farikası olan mutsuz bir çocuklukla taltif edilir. Vodoo ayinlerinden şamanik büyülere dek her türlü inisiasyon törenini yaşar küçük Capote ki, bunların yansımalarını edebiyatında görmemek mümkün değildir. 1933 yılında, yeniden evlenen annesinin yanına New York'a ve okula gönderilir. Uyumsuzluğuyla kendini okuldan attırmayı başarır ve ömrü boyunca içinden çıkmayacağı eğlence hayatına girer. 17 yaşındayken Amerika'nın önemli gazetelerinden The New Yorker'da işe başlar. Birkaç yıla kalmadan gazetenin daimi yazarlarından olacaktır. O'Henry Ödülü alan ve ne denli soğukkanlı bir yazar olduğunun ilk işareti sayılan “Miriam” adlı hikâyesiyle yayıncıların dikkatini çeker. 24 yaşındayken yazdığı 'Başka Sesler, Başka Odalar' ile edebiyat çevrelerine düşer bir bomba gibi. 'Çimen Türküsü', 'Gece Ağacı', 'Tiffany'de Kahvaltı'nın ardından 'Soğukkanlılıkla' adlı romanı ile dünya literatürüne “kült yazar” olarak geçer. 50'lerde, Brooklyn'de bir apartmanın bodrum katında otururken yazdığı, sonradan tüm eşyalarıyla birlikte kapıcısına, yakması isteğiyle terk ettiği terekeden çıkan, bir kararsızlığın, müphemliğin; hem bulunuş serüveni, hem de kahramanları, kurgusu ve temasıyla bir muammanın romanı olan 'Yaz Çılgınlığı' gibi

Herkes birbirini gözlemlemekte, ötekinin suçu ve hatası üzerinden kendini haklılaştırıp ne denli iyi ve saf olduğunu gerekçelendirmektedir. Müthiş bir gözaltıdır mahrem hayatlara yöneltilen binlerce gözün seyri... İşte böyle bir dönemin eseridir 'Soğukkanlılıkla'. 1950'lerin sonunda yazdığı yazıların yaratıcılık anlamında en ilgincinin, önce New Yorker'da bir dizi makale halinde daha sonra 'Esin Perileri Duyuldu' adıyla kitap olarak yayımlanan çalışması olduğunu söyler Capote. Kısa komik “gerçeğe dayalı” bir roman biçiminde tasarlanan bu serüven; ABD ile SSCB arasındaki ilk kültürel alışverişle, 1955'te Siyah Amerikalılar adlı grubun, Porgy ile Bess ile Rusya'ya yaptığı turneyle ilgilidir. Pek duyulup başarı kazanmasa da kitap Capote'nin indinde çok önemlidir: “Yazarken her zaman en büyük yaratma sorunum olan şeye bir çözüm bulabileceğimi fark ettim.” Bir haber romanı yazmaktır yeni ereği. Onu böyle bir şeye iten, düzyazı alanında 1920'lerde o yana yeni hiçbir çalışmanın yapılmadığına inanması ve gazeteciliğin bir sanat olarak bakir bir alan oluşunu düşünmesidir. Gerçeğin güvenilirliğine, düzyazının derinlik ve özgürlüğüne ve şiirin kesinliğine sahip olması arzulanan yeni romanı, Norman Mailer tarafından bir imgelem kaybı olarak nitelense de 'Soğukkanlılıkla' büyük başarıya ulaşır; üçüncü evre de tamamlanmıştır böylelikle. Dördüncü evreye geçmeden önce dört yıl okuyup eleyerek, mektuplarını, güncelerini, notlarını tarayarak geçirir. Malzemenin büyük kısmını


epeydir yazmayı düşündüğü romanda kullanmaya kararlıdır: Gerçeğe dayalı, kurmaca olmayan roman üzerine bir deneme. Azize Therese'nin “Kabul edilen dualar için, geri çevrilenlerden çok daha fazla gözyaşı dökülür” sözünden hareketle kitaba 'Kabul Edilmiş Dualar' adını verir. Sıra gözetmeksizin yazdığı roman, “roman a clef” yani gerçeklerin kurmaca maskesi ardına gizlendiği bir tür değil; tersine, maskelerin indirildiği bir roman olacaktır. Anasız babasız bir piç olan P.B. Jones'un yetimhaneden kaçtıktan sonra fahişelik, masörlük, yazarlık üçgeni arasındaki “şeytani” ve “şehevi” hayatının aktarıldığı bu romanın bir yanıyla da ahlâksız, “rezil” bir kahramanın başıboş avarelik yaşamında başına gelen olayları gevşek ve fütursuz bir üslupla anlattığı “pikaresk roman”a yakın durduğunu söyleyebilirim. 'Soğukkanlılıkla'nın ardından baş gösteren suskunluğu bozduğu, acı çeken vicdanını aklamaya çalıştığı ve gerçeğin gösteri içinde belirdiğini, yaşadığı sosyetik cemaatin tam içindeki gösterinin iğrençliğine uyandığı ân, kırbacını şaklatmaya başlar Capote. Görünmezi göstermek değil, görünürün görünmezliğinin ne kadar görünmez olduğunu göstermektir yaptığı. Onu her an toplumdışı bırakmakla tehdit eden bir suçun, bastırılmış gey oluşun yükü altında, benlik kaygısına kapılan bir narsisistik özne olarak Capote, hazlarını kullanırken kendisine kayıtsız şartsız keyfalmasını buyuran bilinçdışı süperegonun buyruğunu izler. Ait olduğu cemaatin “günahlarını” ifşa ettiği romanını bitiremeden aforoz edilse de, içinde yuvalanan riyayı dışa vurabilmenin ferahlığını yaşar acıyla birlikte. Bir çocukken bekaretini kaybeden, 15 yaşında Katolik rahibelerden nefret ederek yetimhaneden kaçtıktan sonra fahişelik ve masörlük yapan, yazar olmaya hevesli P.B. Jones'un başından geçenler çerçevesinde bir gerçek hayat anlatısıdır 'Kabul Edilmiş Dualar'. Anlatıcı (yazar) ile kahramanın (yazarın kopyası, alter egosu) karşı karşıya geldiği bu süreçte, kahramanın kötü doğası, yazarın, toplumun ve toplumsal hafızanın karanlık doğasına işaret eder. Eve Kosofsky Sedwick'in formüle ettiği gibi bu kopya kavramınca insan, kendi içindeki kötülüğün karanlığıyla birleşir, hatta kendisini harekete geçiren bireysel kötülüğü yok eder. Yazar, röntgenci, ifşaatçı ve istenmeyen adam olarak Capote daima içindedir bu “gonzo”nun (yönetmenin veya kameramanın da kurgunun içinde olduğu, cinsel organlara “zoom” yapan bir porno türü). Temsil ettiği dışında sunacak bir şeyi olmayan bir çıplaklık olarak kendini konumlandırdığı yerden gözde müşterilerine Arap oğlanları ve “lassie”leri, on dört-on beş yaşında Çingene çocukları, Portorikoluları sunan genelevleri, taşaklı kadınları, aşksız cinselliği, heykelimsi güzellik algısını, kadınlar gibi hayvanların da cinselleştirilişini, yayıncılık endüstrisinden New York sosyetesine, Paris'teki en saygın genelevlerden Tanca'nın pespaye barlarına, La Cote Basque'daki mükellef sofralardan edebiyat aristokrat ve seks sektörünün teknokratlarına dek perde ardındaki yaşamı küstahça hicveder. İçlerinde Colette, Samuel Beckett, Raymond Chandler, Jane Bowles, Simone de Beauvoir, Sartre gibi yazarlardan da bulunduğu bir

çevrenin özel yaşamlarındaki en gizli sırlardan cinsel yönelimlerine, cinselliği nasıl yaşadıklarından sado-mazo pratiklere dek edebiyat entelijansiyasının sodomist yönünü acımasızca, son derece seksist ve müstehcen bir dille anlatarak, gencecik güzel bir “oğlan” iken acımasız bir “müsibet”e dönüşmesinin de öcünü alır adeta. “Lazımlıkları dilimle temizlemek”, “bir alay sevici karı”, “damızlık işi”, “dikilmiş yarakların ve kıllı yarıkların poster r e s i m l e r i y l e s ı va n m ı ş o b o k t a n d ü k k â n l a r ”, “yumurtalarını çırpmak”, “taşaklı”, “yarık yalayıcı kaltak”, “orospu çocuğu”, Tele-Sik ve Tele-Am servislerinin baş rahibesi”, “kalkık sik” gibi cinsiyet körü ve argo benzetme, sıfat ve sözcüklerle işlenen, Jones üzerinden yazarının bizzat yaşadıklarını yer yer grotesk taklitlere başvurarak aktardığı ve ilk olarak son bölümü yazılan bu roman böylece o noktada kalır. Geriye dönüp baktığında anlar ki yazarlık gücünün yalnızca yarısını kullanmıştır. Çünkü çözülememesi durumunda yazmanın tümüyle bırakılmasını gerektirecek bir sorun vardır: “Bir yazar, yazının diğer formlarına ilişkin bildiği şeyleri, tek bir türde, -diyelim ki kısa öyküde- nasıl başarıyla birleştirebilirdi? Bir yazar elindeki tüm melekeleri, aynı palet üzerinde karıştırabilmeli ve uygun anlarda, eşzamanlı uygulamalarla kullanabilmeliydi.” Ve sonunda kendini merkeze yerleştirerek sıradan insanlarla yapılmış basmakalıp konuşmaları yeniden inşa eder ve bir üslup geliştirir. Sonra da bu tekniğin daha gelişmiş bir biçimini kullanarak kısa, gerçeğe dayalı bir roman (El Oyması Tabutlar) ve birkaç kısa öykü yazar: 'Bukalemunlar İçin Müzik' böyle doğar. Oysa Capote bu çalışmasında kendi kendini taklit eder. Bir bukalemun gibi renk değiştirdiği sanısı bir yanılgıdan öte gidemez. Yeni olanın her yerden fışkırdığı dünyada, insan biraz da bilinçdışı kaynaklara yönelme cesareti göstermelidir. Sömürücü güce hakim gerçek tanrılarla dövüşmek hiç kolay değildir. Hele ki Capote gibi narsisist bir kişilik için... Sosyete ve sanat camiasına yakın duran, Elizabeth Taylor'dan Marilyn Monroe'ya dek pek çok ünlüyle ahbap olan Capote, yıllar önce genç erkeklerle birlikte olmaya giderken kendisini otel odasında kilitli bırakan annesinin sevgisini bekleyen bir çocuk olarak kalır hep. Bir sınır yazarı olan Capote'nin kahramanları da bir türlü yetişkinliğe erişememiş, “erişkinlik” törenlerinde kalakalmıştır sıklıkla; her tür baştan çıkarıcı etkinin söz konusu olduğu bu törensel atmosferde, kimliksizleşmek isterler ama toplumsal rol ve görevler maske olup yapışmıştır benliklerine. Hep bir müphemlik, ikiaradalık muradı yedekte tutulur. Roman ve öykülerinin handiyse tüm kahramanları “queer”dir, Capote'nin. Queer ihlalcidir, eşcinsel ya da heteroseksüel olsun norma ve normalliğe karşıdır. Giyimi, tavırları ve skandallarıyla alışılageldik cinsel rol ve kimlikleri sarsar; sürekli bir oluş hali içinde, ütopik bir negatifliği ve imkânsızın cinsel politikasını arar. İhlalin, karnavalın, parodinin içinden davranır. Çevresinde hep tekinsiz olarak algılanan bir çocuk, ergen ve nihayet bir “gey” olarak Capote, elinden gelse babasını öldürecek denli ondan nefret eder, hatta “babanın yasasını” cinsel kimliğiyle de ihlal ederek öfkeye dair anılarını eserlerindeki ritüel betimlemelerine masseder. Ritüellerdeki kimi imgeler, türün

55


Edwards imzalı aynı adlı filmde, görünmezden gelinerek yok sayılmıştır. Aynı şekilde iki kez beyazperdeye uyarlanan 'Soğukkanlılıkla'nın sinema versiyonlarında da, yazarın Perry'ye duyduğu cinsel ve duygusal çekim göz ardı edilir. Nitekim eşcinsellerin o dönemdeki encamları ve konumları, tıpkı zencilerde olduğu gibi politik alana dek uzanan huzursuzluğun nedenidir. Geyler, eğlence, moda gibi sektörlere hareket ve yeni bir soluk getirmelerine rağmen patriyarkal otoriteye yönelmiş birer tehdittirler. Toplumsal cinsiyet sınırlarını alt üst eden, dini akitleri sarsan günahkâr, ahlâksız, aile hayatını bozan, yoz bir hayvanî tehdit... Evet tehdittir çünkü eşcinsellik, babanın yasasını reddeder; iyinin kendisine tabi kılındığı yasayı...

içindeki yabancıyı dışarı atma, bedenine uydurulmuş özellikleri soyutlama, onları şeytani şeyler olarak gösterme çabasının ürünüdür. Baba, Capote'nin içindeki düşmandır adeta; ondan soyutlanmak, o iblisin genlerinden kurtulmak ister. Öyle ki 'El Oyması Tabutlar'da, kimliği belirsiz seri katile, bir isim verme gereği hisseder Capote soruşturmalar sırasında: “Noel Baba!”

56

Capote kendisi ile yaptığı röportajlardan birinde, “Bir dileğinin yerine geleceğini bilseydin ne dilerdin?” sorusuna şu cevabı verir: “Bir sabah uyanmak ve nihayet büyüdüğümü, gücenikliklerden, kindar düşüncelerden ve diğer yararsız, çocukça duygulardan arındığımı görmek isterdim. Bir başka deyişle kendimi bir yetişkin olarak bulmak isterdim.” Yetişkin topluma geçişte “kendilik imgesi”ni bir türlü seçemeyip geçmişe bağımlı yaşayan bu “çocuk” ve kahramanları, çaresizlik içinde “bir döneme” takılıp kalmıştır. Ve o ân içlerinde bulundukları bu geçirgen durumu muhafaza etmeye çalışırlar. “Penceredeki Lamba” adlı öyküdeki Bayan Kelly'nin, dondurulmuş kedileri gibidirler; bozulmaya karşı çocukça oyunlarla silahlanırlar ki ritüeller de bu amaca hizmet eder. Bir eşcinsel olmasına rağmen, maskelerini tümüyle atamayan, özellikle de 'Soğukkanlılıkla'yı yazış aşamasında bir “erkek” gibi davranmak zorunda kalan Capote, hermafroditlerin, tam ve gerçek insan olacağını düşünür içten içe sanki, Virginia Woolf gibi... Nihayetinde Capote, penise sahip bir “kadın”dır. İki cins birden olma itkisi, erkeğin ve kadının bilinçsizce, kendi cinsini karşı cinse eklemeye ya da kendi cinsini karşı cinsle tamamlamaya çalıştığı bir süreci betimler. Bu itki ne kadar bilinçdışı olursa, kişinin kendine verdiği zarar da o denli artar. Cinsel yönelimini, çevresinde yüreklice vitrine çıkaran Capote, oysa yapıtlarında ('Başka Sesler, Başka Odalar' haricinde) bunu asla bilinç yüzeyine çıkarmamış, eşcinsel kimliği dahil, her tür cinselliğini de yazısından uzak tutmuştur. 1948'de yazdığı 'Başka Sesler, Başka Odalar', salt edebi yetkinliğinden dolayı değil, eşcinsel öğeleri barındırması hasebiyle de oldukça ses getirir. Ancak toplumun çoğu tarafından “kötü çocuk” ilan edilir. O bebek yüzlü, masum çocuk, böyle “kötü” şeyler yapmamalıdır. Hoş bundan dolayıdır ki 'Tiffany'de Kahvaltı'nın eşcinsel kahramanı Fred'in bu yönü, romanın ününü gölgede bırakan Blake

Judith Butler, ilksel ve kurucu men etmeyi eşcinselliğe bağlar: Öznenin sosyo-simgesel düzene ait alana girmesi ve onun bünyesinde bir kimlik kazanması için, aynılık'a (aynı cinsten olan ebeveyne) beslenen tutkulu bağlılığın menedilişini kurban olarak vermesi gerekir. Bu da özne için kurucu bir niteliği olan ve de beraberinde öznelliği tanımlayan düşünümsel dönüşü getiren melankoliyi yaratır: Kişi, ilksel bağlılığını bastırarak aynı cinsiyetten olan ebeveynini sevmekten nefret etmeye başlar; daha sonra bu sevmekten nefret etme düşünümsel bir tersyüz etme jestiyle nefret etmeyi sevmeye dönüşür. Kendisine o ilksel olarak yitirmiş olduğu aşk nesnelerini hatırlatan her şeyden (eşcinsellerden) nefret etmeyi sevmeye başlar. Bu minvalde aynı cinse yönelik tutkulu bağlılık, yalnızca bastırılmış bir şey olarak değil, pozitif anlamda hiçbir zaman varolmamış, zira daha en baştan sahnenin dışında bırakılmış bir şey olarak koyutlanır. Yine Butler'ın tezine göre, en hakiki eşcinsel erkek, hiçbir zaman sevmemiş ve yasını tutmamış olduğu erkeğe dönüşür, onu hareketleriyle taklit eder, anar, onun konumunu temellük eder ve benimser. Capote soyadını üvey babasından alan yazar, asla yakından tanıyamadığı öz babasının rol modelini, kimi hikâyelerinde sembolize eder. Ama gerçek anlamda baba yoktur ve Capote'ye arzusunun modelini veremez. Bu nedenle de babayı dönüşmekten korktuğu şey olarak imgeler. Her zaman yalnız ve sevgiye muhtaçtır. 1979'da Interview dergisinde “Capote ile Söyleşiler” adı altında kendi kendine sorular sorup yanıtladığı köşesindeki röportajlarından birinden, onu en çok korkutanın terk edilmeler olduğunu öğreniriz. Bunca kalabalık bir cemaatin içinde, kendini beğenmiş, nüktedan bir alkolik, ama çok da başarılı bir yazar olan Capote'nin nihilist yanı hiçbir şey olmamayı dikte edip durur kendisine.

İyi yazmakla kötü yazmak arasındaki farkı keşfettiğinde, daha sonra da iyi yazmakla gerçek sanat arasındaki o ürkütücü keşifte bulunduğunda eğlenceli olmaktan çıkar yazmak ve o an itibariyle kamçı iner!


yüzey cahide birgül

bir aşkın izinde…

cahbir@gmail.com

“Senden her ayrıldığımda 'bu son defa' diye düşünmeden edemiyorum…” Bu satırları Virginia Woolf, Vita Sackville-West'e yazmış. 12 Ekim 1927'de. İki kadın 14 Aralık 1922'de tanışıyorlar. Virginia 40, Vita 30 yaşındayken. Bu karşılaşmayı hemen yemek davetleri ve kitap alışverişi izliyor. O güne gelene kadarki hayatlarına göz attığımızda, Virginia Woolf'un üç ciddi delilik dönemi atlattığını ve bu sırada da üç romanının yayımlandığını görüyoruz. Vita'nın ise, bir kaç şiir kitabı yayınlanmış. Denilen o ki, Virginia Woolf'tan bile ünlü bir yazarmış o sırada. Virginia, henüz ticari başarıya ulaşamamış, ama önemli bir yazar sayılıyormuş. Kitapta şöyle anlatılıyor: “Vita, yazar olarak Virginia'ya gıpta ediyordu, Virginia da bir kadın olarak Vita'ya hayranlık duyuyordu. Virginia Vita'da güçlü bir anne bulacaktı, Vita da Virginia'da bağımlı bir çocuk keşfedecekti… Uğurlu bir başlangıçtı.” Uğurlu muydu bilemeyiz ama, neredeyse yirmi yıla dayanan bir ilişkisi olmuş iki kadının. Gelgitlerle süre giden bir aşk ve dostluk hikâyesi diyelim ya da. İki kadının mektuplaşmaları da bu yirmi yıla yayılıyor. O mektupları okurken satır aralarında şunları görüyoruz: Virginia genelde hasta. Başı sürekli ağrıyor ve mektuplarda çok dile getirilmese de ciddi psikolojik sorunları var. Evde olmayı tercih eden, yazarak sadece yazarak var olan bir kadın o. Kocası Leonard kitabevi sahibi, Virginia'nın bütün romanlarını Leonard basıyor. Vita'ya gelince o tam bir aristokrat. Evli ve 2 erkek çocuk sahibi. Kocası diplomat. Doğanın içinde olmayı ve köpekleri seviyor. Bir de kadınları. Ve gayet açık yaşıyor bu duygusunu. Virginia, onu başka kadınlardan “benliğinin onda biriyle” kıskandığını söylese de kısa bir süre sonra öfkeyle, “her önüne çıkanla düşüp kalkıyorsun, senin için söylenecek başka şey yok ” diyecek mektuplarında. Bu arada iki kadının karakterlerine göz atmakta yarar var: Virginia hem meraklı, hem bağımsız bir kadın. Analitik bir zekaya sahip; bu zekayla “insan”a neredeyse deneysel bir gözle bakıyor. Erişilmez, ne yapacağı önceden kestirilemez, içine kapanık, gizemli, hatta yanına yaklaşılmaz biri aynı zamanda. Vita ise tam bir çelişkiler yumağı. Hem isyankar, hem suskun, hem korkusuz hem korkak, hem insancıl hem münzevi, hem cüretkar hem ürkek. Çelişkili kişilerde görülen aldatıcı bir havası var. Vita'nın hayat görüşü şu: “Muhteşem bir yenilgi, renksiz bir zaferden iyidir”. O, bu yüzden her zaman şan ve şeref peşinde koşan bir kadın olacak ve böyle anılacak. Ama ne olursa olsun Virginia, yine de mahremiyetine düşkün, karmaşık duygusal ilişkilerden kaçan, hayallere dalıp giden, bu yalnız kadını, Vita'yı sever… Vita'da çok az kişinin görebildiği karanlık, sadistik bir bölge mevcut. Bir keresinde Virginia alaycı bir ciddiyetle şöyle yazmış Vita'ya: “Acı vermekten hoşlandığın doğru mu?” İlk mektuplarından birinde ise yine Vita'ya şöyle seslenecekti: “ İçten mektubunu sevdim. Bana çok acı verdi. Bunun yakınlaşmanın ilk aşaması olduğundan eminim. Her neyse: hakaretlerin çok hoşuma gitti.” Daha sonra ise “kalbindeki pis kokulu mumu söndürme, zavallı Virginia'yi üzme. Hakaretlerin bana senin için önemli olduğumu kanıtlıyor” diye yakaracak, “beni istediğin kadar hırpala ve buna hiç kafanı takma” diyecekti.

Virginia ölümünden bir yıl önce ise şu satırları kaleme alacaktı: “benden asla kurtulamazsın.” Vita'nin ruh hallerinin gerisinde annesi bir gölge olarak duruyor sanki. Kitaptan anlaşılan Leydi Sackville'in gayet baskın bir karakter olduğu. Bütün erkeklerin ulaşmak için büyük mücadele verdiği bir kadın o. Bu yüzden Vita annesinin dikkatini çekebilmek için tek bir yol görüyor; bir erkek olmak. Vita'nın güzel ve şeytani annesine duyduğu hayranlıkta dramatik, şehevi ve ilkel bir taraf da olduğu gözleniyor. Vita'nın temel çelişkisi ise şu; bir yandan bağımsızlık istiyor, bu da beraberinde duygusal uzaklığı getirirken, diğer yandan da sevgi, boyun eğme ve uysallık talep ediyor. Vita, bir romanında erkek kahramanını şöyle konuşturmuş: “Seni zincire vurmak isterdim. Çırılçıplak bağırtana dek seni dövmek isterdim…” Bu iki cümlenin açılımı; “seni ancak esir aldıktan sonra aşağılık duygumdan kurtulabiliyor ve ancak o zaman seninle duygusal ve cinsel yönden rahat olabiliyorum” demek... Ancak gerçek şuydu ne yazık ki; Vita'nın sevgi ihtiyacı bağımsızlığıyla rekabet ettiği ve bu iki karşıt duygu eşitlik istediği sürece o, kimseyle içten ve dengeli bir ilişki kuramayacaktı. Virginia ile bile… Bu aşk, Virginia'nın kaleme aldığı bir romanda sonsuzluğa ulaşacaktı: Orlando. Virginia, Orlando'yu yazarken Vita'nın tek bir satırını bile okumasına izin vermemişti. Kitap yayınlanır yayınlanmaz büyük bir başarı kazandı. O yıllarda bir eleştirmen, Orlando hakkında “edebiyattaki en uzun ve en sevimli aşk mektubu” diyecekti. Kendini anlatan bu romanı Vita çok sevecek, ancak kitabı bitirdiğinde çok korktuğu bir şeyin de başına geldiğini kavrayacaktı: Virginia, onu olduğu gibi, tüm çıplaklığı ile ruhunu görüyordu. Bu gerçeği anlamasıyla birlikte Vita'nın “sanatçı” Virginia'ya olan hayranlığı artacak, ama duygusal olarak ondan giderek uzaklaşacaktı. Yıllar geçmiş, savaş başlamış, Ekim 1940'da Woolf'ların Londra'daki iki evi de Alman hava saldırıları ile içinde oturulamaz hale gelmişti. Çift, Rodmell'e taşındı. O günlerde Virginia telaş içinde 'Perdeler Arasında' adlı oyununu bitirmeye çalışıyordu. Ruh hali karanlıktı. Gelen savaş, yaşlılık hissi, delirme korkusu ve bir yazar olarak başarısızlığa uğrama endişesi Virginia'yı içinden çıkılmaz bir bunalımın eşiğine getirmişti. Bu ruh halini Vita, Virginia 28 Mart 1941'de hayatına son verdiğinde öğrenecek ve yıllar sonra bir arkadaşına yazdığı mektupta şöyle diyecekti: “Orada olsaydım ve Virginia'nın nasıl bir ruh haline girdiğini bilseydim, herhalde onu kurtarırdım, buna inanıyorum.” Kim bilir, belki de haklıydı... 'Perdeler Arasında'nın kapanış sahnesinde Orlando'dan kaynaklanan şu satırlar var: “Haydi gidelim, keşfedelim / Bu yaz sabahını / Herkesin hayran olduğu / Erik çiçeğiyle arıyı / Şarkılar mırıldanarak / Sığırcık kuşuna soralım / Çöp bidonunun kenarında / Sopaların arasında / Bulaşıkçının dökülen saçlarını / Gagalarken ne düşündüğünü / Sorsak hayat nedir diye / 'Hayat, Hayat, Hayat' diye bağırır kuş / Sanki duymuş gibi...” Bu satırlar Virginia'nın Vita'ya ince bir vedasıdır aslında. Gençliğinde Yunanca ve Latince dersleri alan Virginia, “hayat” derken Latince “Vita” demektedir çünkü... Madem yazının sonuna Orlando ile geldik, Virginia'nın Orlando'yu bitirdiğinde Vita'ya yazdığı bir mektubundaki şu satırlarla noktayı koyalım: “Şimdi sorun şu; senin için beslediğim duygular değişecek mi? Aylardır senin içinde yaşadım-dışına çıkınca nasıl birisin? Gerçekte var mısın? Yoksa seni ben mi yarattım?” Virginia Woolf Vita Sackvılle-West Mektuplaşmaları, Agora Kitaplığı

57


gökyüzü

üvey üvey

mehmet bilâl mehmetbilaldede@gmail.com

(*** )

58

Sabaha karşı bekar odasının kapısı açılıp da yerinden fırladığında az kalsın başını vuracaktı üstteki yatağın demirlerine. Nerede olduğunu bir süre kestiremedi. Asker koğuşunda değildi, kışlanın revirinde değildi… Bekar odasının ürpertici karanlığına baktı. Saatin kaç olduğunu, kaç saattir uyuduğunu bilmiyordu. Bayat ter kokan, yağlı kara battaniyeye daha bir sarındı, içi de üşüyordu. Akşam odaya girdiğinde kalabalık değildi bu kadar. Şimdi horlayanlar, güçlükle nefes alıp verenler, osuranlar, geğirenler, kaşınanlar, uykusundan aniden fırlayanlar, uykulu gözlerle kalkıp üstünü giyinenlerle doluydu oda. Mukavva kutuyu yere serip üzerinde kıvrılarak yatmıştı yaşlı bir adam. Rüzgâr kapı açılıp kapandıkça, ıslığıyla birlikte dolduruyordu odayı. İçi titreye titreye kalktı yataktan. Nöbeti vardı. Bu kez memleketi değil, üvey babasını bekleyecekti. Yurdunu savunmak için değil, üvey babasını indirmek için bekleyecekti. Usulca giyinip odadan çıktı, tuvalete girdi. Boğucu kokular doldurmuştu tuvaleti, nefesini tutarak uzun uzun işedi. Elini yüzünü yıkadı, sabun yoktu, duvara çakılmış çivinin ucundaki kâğıtlardan birini alıp kurulandı. Sessizce çıktı merdivenleri. Resepsiyonist yerinde değildi, ortalıkta kimse görünmüyordu. Koridorlarda sessiz adımlarla ilerledi. Üvey babasının kaldığı odayı aradı, aklındaydı numarası. Yaklaştı odaya, kulağını kapıya uzatıp dinledi. Ses gelmiyordu içerden. Tıklattı kapıyı birkaç kez, cevap gelmedi. Bir başka odadan sesler duyunca koşarak uzaklaştı koridordan. Otelin kapısından çıktı, yolun karşısındaki büyük çöp bidonunun arkasına çömelip sırtını duvara yasladı. Boş midesi kıyamet koparıyor, gözlerinden uyku akıyordu. Yerde buruşturulmuş bir gazeteyi gördü, uzandı, açtı. Okursa uykusu kaçardı belki, hem vakit de g e ç m i ş o l u r d u . D e d i ko d u y ü z ü n d e n c i n aye t . Bayrampaşa'da bir kadın, hakkında dedikodu çıkardığını iddia ettiği şahsı tabanca ile vurarak öldürdü… Bir travesti cinayeti daha. İzmir'in Konak İlçesi'nde bir otelde kalan travesti, kalbinden şişlenerek öldürülmüş halde bulundu… Kızına sarkıntılık eden komşusunu satırla doğradı… Aniden silkindi, intikama boş gelinir miydi? Gelmişti işte… Neyle indirecekti üvey babasını? Bir bıçağı, çakısı, şişi bile yoktu. Ayak sesleriyle doğruldu yerinden. Uzun boylu, kel kafalı, göbekli, bıyıklı bir adam yaklaşıyordu otele doğru. Uzamış sakalları, olduğundan daha kara gösteriyordu yüzünü. Sarhoş adımlarla yaklaşıyordu. Bu oydu işte, üvey babası, annesinin katili. Kalbi makineli tüfek gibi atmaya başladı. Üvey babasının bu kadar çabuk, bu kadar kolay karşısına çıkmasına seviniyor ama elinin boş olmasına da içerliyordu. Ayağa kalktı, fırlayıp dikildi üvey babasının karşısına. “Ne yaptın anneme?” Üvey babası önce bir irkildi, kaşlarını çatıp dikkatle baktı karşısındaki sefile. Yüzünde dalgalanan ifadeyi bir türlü okuyamadı üvey babasının. Haksızlığa uğramış bir masum, suçu açığa çıkmış bir günahkâr, ağzı burnu şuursuzca seyiren, alıngan bir sarhoş muydu üvey babası? İçkinin buharı, uykunun sisli perdesi üzerindeydi hâlâ ama hemen ayıldı. Kelimenin iki anlamıyla da üstten bakıyordu karşısındaki çelimsiz bedene, cılız bir sesle haykıran, sümüğü akan üvey oğluna. Üvey babası “Sen neyin

hesabını soruyon lan, sümüklü?” diye bağırır bağırmaz, elinin tersiyle sildi hemen burnunu. Kendini soyulup soğana çevrilmiş, un ufak edilmiş, güçsüz ve çaresiz hissediyordu. Tüm güçsüzlüğüyle yakasına yapıştı üvey babasının. “Annemi sen mi öldürdün?” Ufak bir sendelemeden sonra üvey babası bileklerinden tutup fırlattı onu yere. Tekmeler üst üste geliyordu. Kalkmaya kalktıkça daha sert iniyordu tekmeler. “Ne diyorsun ulan sen? Ha? Anasını avradını s.ktiğimin evladı. Adam olsaydın da korusaydın ananı. İbne!” Yerde tekmeleri yerken annesi ve üvey babasıyla yaşadığı evi hatırlıyordu. Hiçbir ânında onun olmayan evi… Evde en geç yatan, en erken kalkan oydu. Geceleri annesi, özellikle de üvey babası oturma odasından çıkana kadar açamadığı çekyatı… Sabahları annesi, özellikle de üvey babası kalkıp ortalıkta dolaşmaya başlamadan önce bel ağrısıyla kalkarak katlayıp kaldırmak zorunda olduğu çekyatı… Bazı geceler, odanın karanlığında üstündeki battaniyeyi düzeltirmiş gibi omuzlarına, göğsüne, s.kine dokunan sarhoş elleri… Kapalıçarşı'dan Sirkeci'ye inen Mercan Yokuşu'nda utançla ilerliyordu. Geçmişini kaybetmişti, bugününü kaybetmişti, hayatını kaybetmişti. Çünkü annesini kaybetmişti. Annesinin öcünü almaktan acizdi. Annesinin öcünü almaktan aciz olduğunu hissettiği şu anda bile annesine sarıldığını, hıçkırarak ağladığını ve ona üvey babasını şikâyet ettiğini hayal ediyordu. Ne yağmura ne kara benzeyen yağışın altında, kahveyi ararken girip çıktığı sokaklara daldı. Gözüne çarpan bıçak tezgâhlarını arıyordu. Dükkânların çoğu kapalıydı bu saatte. Sokaklar tenhaydı. Çorap, limon, kestane, kerhane tatlısı, kaçak sigara, içki ve cep telefonu, sahte parfüm, sahte Viagra, çakmak gazı, korsan cd, vcd, dvd tezgâhlarını yeni yeni açmaya başlayan satıcılar da henüz coşmamışlardı. Hepsi sessiz, ağır çekim bir kaydın ritmine uyuyor gibiydiler. Nihayet et, ekmek bıçaklarının, satırların dizildiği bir tezgâh gördü. Tezgâhın üstündekiler uygun değildi, işini görürdü görmesine de taşıması zordu. Bıçaklara şuursuzca bakarken sordu satıcı, sanki niyetini anlamış gibi. “Sana nasıl bir şey lazımdı birader? Çakı, kama, sustalı?” Düğmesine basılınca şışşk diye açılan sustalıyı cebine indirdiğinde kendini çok daha güçlü hissetti. Korkmuyordu şimdi, kendine güveni gelmişti. Açlığı, annesinin mis kokan memesine, sıcak kucağına duyduğu hasreti değil, kinini, nefretini düşünüyordu. İntikam fikri aklını ele geçirmiş, başka bir şey düşünemez hale getirmişti onu. Üvey babasını indirmenin hayaliyle dolmuş beyni, penceresiz, havasız, ışıksız bir hücre gibiydi. Annesiyle sürgün gibi geldiği o kasabadaki, üstünde sarhoş parmakların gezindiği çekyatlı hayatında, annesinin ezildiğini, üzüldüğünü gördüğünde, üvey babası tarafından okuldan alınıp kuruyemişçiye çırak verildiğinde, askerdeki çaresizliklerinde, öfke anlarında, hatta annesini kaybettiğini öğrendiği anda, sallana döküle bir kamyonda İstanbul'a yaklaşırken, simitleri kuru kuru kemirirken, bekar odasında sabahlarken, üvey babasının karşısına çıktığı anda, onun tekmelerini yerken… Çocukluğundan beri karşı karşıya kaldığı her durumda hep ama hep, aynı anda dikkatini çekmeye çalışan türlü çeşitli düşünce ve ses, onlarca duygu geçerdi içinden. Parmak kaldıranlar, gözlerinin içine bakıp seçilmeyi bekleyenler, aradan sıyrılmaya çalışanlar, yaygara çıkaranlar, kızılca kıyamet koparanlar… Ağlasın mı gülsün mü, avaz avaz bağırıp kaçsın mı, susup şükür mü etsin? Karşı mı çıksın


boyun mu eğsin? Bu duygu, düşünce ve seslerin kimi durdururdu, kimi bekletir, geciktirirdi, kuşkuya düşürürdü kimi, yargılar ve mahkûm ederdi onu. Ruh halinin sürekli inip çıkmasına, sağa sola yalpalamasına neden olur, karar veremez, karşılık bulamaz, bir tavır alamazdı. Hep tutuk kalırdı, ıskalardı yaşadığı anları, kaçırırdı. Geriye hep yarım, eksik, az olarak kalakalırdı. Şimdi bir tek düşünce, tek bir duygu, çığlık atan tek bir ses vardı içinde. Her ne pahasına olursa olsun üvey babasını temizlemek! İçini yakan o harlı ateşi söndürmeyi bekliyordu. Otelin karşısında, otelin ve sokak lambasının aydınlatmadığı çöp bidonunun arkasında mevzilenmişti yine. Soğuktan uyuşan ellerini ağzına götürüp hohladı. Sonra yine cebine soktu ellerini, parmaklarıyla yokladı sustalıyı. Sustalı parmaklarından daha soğuktu. Bir kadın çığlığıyla irkildi. “Paramı ver lan,” diye bağırıyordu kadın. Elini cebindeki sustalıya götürdü, görülme korkusuyla duvara yaslandı iyice. “Nereye kaçıyorsun puşt!” Çöp bidonunu kendine siper ederek uzattı başını, otelin ters yönündeki sokağın köşesinde altın sarısı saçlı, uzun boylu genç bir kadının yerde debelendiğini fark etti. En az onun boylarında bir adamın kadını tekmelediğini görünce sustalısını çıkarıp fırladı yerinden. Koşarak yaklaştı. “Ne parası lan? Ne parası,” diye bağırıyordu adam kadına. “Parasız mı s.kicen puşt! Git sen bacını s.k bedavaya.” Kadın bu soğuk havada onun aklının alamayacağı kadar açık giyinmişti. Ayrıca hiçbir kadında görmediği kadar süs püs vardı üzerinde. Yattığı yerde upuzun bacakları parlıyor, beline doğru çekilmiş eteğinden siyah külotu ve kıçı görünüyordu. Adamın tekmelerine tekmelerle karşılık veren kadının gözü karalığı şaşırtıyordu onu. Sanki ölümüne susamıştı. “Bırak ulan kadını,” diye bağırınca hem kadın hem adam şaşkın gözlerle çevirdiler başlarını. Adam kadını bırakıp öfkeyle üstüne yürüdü. “Pezevengi misin lan? Sana ne deyyus!” Sustalısının düğmesine afili bir edayla bastı, şışşk diye açıldı bıçak. Bu sesi seviyordu. Elinde hareket ettirdikçe sokak lambasının ışığıyla bıçağın üstünde oluşan parıltı onun bile gözlerini kamaştırmıştı. Adam gıkını çıkarmadan kaçmaya başladığında genç kadın ayağa kalkmıştı bile. “Sağol valla, tam zamanında yetiştin,” diyen kadına şaşkınlıkla baktı. Kadının sesi çok kalındı. Kadın sesi gibi değildi. Üstelik ondan da en az bir karış uzundu boyu. Kadın eliyle eteğini, saçlarını düzeltirken abartıyla kırıtıyordu. Biraz önce dayak yiyen kadından eser kalmamıştı. “Seni bana Allah gönderdi. Kahramanım benim. Nerelisin sen bakayım,” deyince emin oldu. Gırtlağındaki çıkıntı, âdemelması yukarı aşağı iniyordu konuştukça. “Allah belanı versin!” Gözlerini tiksintiyle açmış, kaçacak delik arıyordu şimdi. Otel yönüne doğru koşar adımlarla ilerlerken üvey babasının otelden çıktığını ve bekleyen taksiye binerek uzaklaştığını fark etti. “Nereye ayol? Dur biraz!” Kadın adam, kadın gibi adam, şu sarı saçlı, mini etekli ibne susmak bilmiyor, peşinden geliyordu üstünü başını düzelterek. Şansına, kaderine lanetler okuyarak koştu taksinin peşinden. Kaçırmıştı işte avını. Bir gün daha beklemeyeceğini, bir gece daha soğuk taşların üstünde sabahlamayacağını, bu gece bu hesabı keseceğini umarken, bir ibnenin göts.kti parası yüzünden kaçırmıştı avını. Travesti yılmadan geldi peşinden. “Ne kaçıyorsun ayol? Denyo musun nesin? Para almam senden. Dur,” diyordu tüm kırıtkanlığıyla. Durup öfkeyle döndü travestiye. Âşık gibi bakıyordu travesti, bir genç kız utangaçlığıyla gülümsüyordu. Çenesine yediği bir yumrukla bir iki adım geri sendeledi. Hayran hülyalı bakışları değişti birden. “Manyak mısın be? Niye vuruyorsun?” diye haykırdı. Çenesine yumruk yemiş birinin acısıyla değil, hayal kırıklığına uğramış bir sevgili gibi bakıyordu. “Ben sana

borcumu öderim diye düşünmüştüm.” Bir yumruk daha çakacakken durdu. Bugüne kadar annesi dışında gerçek bir kadınla hiç konuşmamış olduğunu fark etti. Karşısında kadına benzeyen bir adam değil de, bir kadın olsaydı yine döver miydi? Biraz önce dayak yiyenin gerçek bir kadın olmadığını bilseydi yine kurtarmak için koşar mıydı? Bilmiyordu, düşünemiyordu, aklı almıyordu. Üvey babasını, avını, o puştu kaçırmıştı işte! Hem de ne diye, kimin için! “Gel helalleşelim ayol,” diyerek elini uzatan travestinin omuzlarını yumrukladı. Travesti karşısından gelecek her şeye razıymış gibi bakıyor, omuzlarına darbe yedikçe geri geri gidiyor, karşı koymuyor, susuyordu. “Git işine ya… Git! Elimi kana bulama ya!” O gece sabaha karşı gittiği bir başka bekar odasının soğuk yatağında, günlerdir çiş yapmanın dışında neredeyse varlığını unuttuğu erkeklik organı isyan halinde dikilmişti havaya. İhmal edilmiş bir çocuk gibi bağırıyor, kafa tutuyordu. Travestinin kan kırmızısına boyanmış kalın dudakları, uzun kirpiklerinin arasından bakan küskün gözleri, sokak lambasının altında parıldayan bacakları, beline doğru sıyrılmış eteğinden görünen kıçı, külotu irkiltici bir canlılıkta gözlerinin önündeydi. Gece omuzlarından itip tartaklarken travesti öyle bir bakmıştı ki, ince teninde delik açılacak sandı. Huzursuzca döndü yatağında. Daha bir kadınla yatmamışken, daha bir genç kızın elini bile tutmamışken, üstelik onca kadın manken, şarkıcı, artist dururken bir ibnenin hayaliyle nefsinin uyanması öfkelendiriyordu onu. Ne kadar uğraşsa da gözlerinin önünde ısrarla nöbet tutan görüntüleri kovamıyor, hesap sorar gibi dikilip duran s.kine söz geçiremiyordu. Askerde duyduğu bir laf geldi aklına; asker yarak gibidir, diyorlardı. Okşarsan kalkar, döversen iner. Travestinin hayali gözlerinin önünde dans ettikçe tokatlamak istedi s.kini. Ama akacak sperm damarda durmuyordu işte. Neredeyse sesini duyduğu büyük bir patlamayla boşaldı travestinin yüzüne, sanki kurşun giren delikten oluk oluk kan akar gibiydi. Boğucu kokusu burnuna gelen ersuyu travestinin takma kirpiklerinden akarken tüm bedeni seyiriyor, kısa nöbetlerle titriyordu. Kasıklarındaki öfkeli sancının yerinde şimdi utanç dolu bir rahatlama duyuyor, dizlerinde halsizlik hissediyordu. Cebinde sustalı, kini, korkusuzluğu kemiklerinde hissederek üvey babasını beklediği ertesi gece, mevzilendiği otel binasının köşesinde ensesine yediği sert bir darbeyle yere serildi. Daha gözlerini açmaya fırsat bulamadan iki kişinin tekme tokatıyla kendinden geçti, küfür sesleri eşliğinde derin bir kuyuya yavaşça indi. Hazzın tül gibi sardığı bir düşte, göğsüne yattığı annesinin memelerini bebek masumiyetiyle kokluyor, öpüyor, emiyordu. Bu uzun, sıcak, huzurlu düşü ensesindeki acı ve birbirinden ekşi küfürler böldü. “Sen kimi tehdit ediyon ulan!”, “Anasını avradını s.ktiğimin evladı!”, “Kendini öldürtmek mi istiyorsun ulan!”, “Leşini köpeklere verim mi ulan!” Gözlerini silkinerek açtığında yine bir rüyada mı yoksa gerçeğin kucağında mı olduğunu kestiremedi bir süre. Kırmızıya boyanmış uzun tırnaklı bir el gözünün yaşına dokunuyordu. Başı, geçen gece hayaliyle kan ter içinde boğuştuğu travestinin göğsünde, eli ise memesindeydi. Travestinin iri ellerine, sarı saçlarına, heyecanla ama hoşnut bakan gözlerine baktı. Travestinin bakışlarında, saatler öncesinde kışkırtıcı oyunlar repertuarını açmış, cazip numaralarını sunmuş bir partnerin özgüveni vardı. Sonra travestinin çırılçıplak bedenini, uzun kıllar arasında büzülüp kalmış s.kini gördü. Kendi bedeninin de çırılçıplak olduğunu fark edince fırladı yataktan. Düşte değildi! (*** ) Mehmet Bilâl'in bu öyküsünün tamamı Ekim 2008'de Akashic Yayınları'ndan İngilizce,Everest Yayınları'ndan da Türkçe olarak çıkacak 'İstanbul Noir' adlı kitapta yayımlanacaktır.

59


yüzakı san francisco'dan kadıköy'e

bir allen ginsberg 'uluma'sı Malest cornipici tuo catullo Mutluyum Kerouac / Nihayetinde becerdi senin manyak Allen'ın / Genç bir kedi edindi / Ve bende varolan, o yorulmak bilmez oğlan imgesi / Frisco'nun sokaklarında dolaşıyor / Yakışıklı mı yakışıklı ve buluşuyoruz falan bi kafede, / Kesiliyoruz birbirimize / Sakın pislikleştiğimi sanma / Bana kızgınsın di mi / Aşklarımın tümü için mi Bok yemek güç iş, vizyonlar olmadan / O bana baktığında gözleri Cennet.

şenol erdoğan senolerdogan77@yahoo.com

60

Ne yazmam gerekiyor… Şayet (hep yapıldığı ve hep beklenildiğince): “Allen Ginsberg, 3 Haziran 1926'da doğdu ve 5 Nisan 1997'de öldü, 20.yüzyılın en büyük şairlerinden biri olarak kabul edildi” cinsinden cümleler bekleyerek bu yazıyı okumaya başlayan biri varsa; şimdi, hemen vazgeçsin. Bir gece yarısı uyandığımda buzdolabımın açık kapısının önünde, donuk sarı ışığın aydınlattığı çırılçıplak bedeniyle: “Meyve suyu ister misin?” sorusuyla gördüğü Blake vizyonlarını bana anımsatan adam hakkında öylesi uzak ve sahte bir yazı yazamam elbette. Tarihini net olarak anımsayamayacağım kadar eski bir yılda, dili bana yabancı bir dergide, şu cümleyle başlamıştı Allen oyunum: “Bilgeliğe giden yol taşkınlığın ahırından geçer.” Büyümeye adım atan bir nesle, aynı zamanda William Blake'i de aşılıyordu Ginsberg, tıpkı yeniden su yüzüne çıkarttığı (ve belki de hortlattığı kelimesi gerekli buraya) Walt Whitman ve sanki bir bayrağı başkalaşımsallaştırmak için teslim aldığı William Carlos Williams'ı da elbette. Ne Allen ne de Allen'ın doğacak olan okurları bu sayılan isimlere yabancı değildi, aksine besin kaynağı idi bu isimler, hem oluşmaya başlayan Allen için, hem doğuracakları ve “beat” sıfatıyla kutsayacakları kuşakları için, hem de uzak ama içsel bizler için. Bir yeniden yaratım süreci değildi söz konusu olan;, bu ihtiyar topraklara ait olan haysiyeti, onuru yeniden ortaya çıkarmak ve bu koca kıtanın insanlık dışı sosyo-politik hayatına serzenişten öte rayların makasını değiştirecek denli ağır darbelerle dokunmak, silkindirmekti. Vergi ödemeyi reddeden Thoreau'nun, gerçek Amerika'yı ortaya koymak için çabalayan ve dizeleri toprak kokan Whitman'ın ve dile ağır darbeler vurarak belki de ilk; imaj ve şiir üzerine düşündürten Williams'ın ve elbetteki gerçeğin peşinde en uzun soluklu ve kesintisiz koşan kozmiğin şerhçisi Blake'in nefesleri bir olmuştu bu bedende: Allen Ginsberg'in bedeninde. Şiir belki de 1950'lerdeki gibi güçlü olamadı bir daha ve belki de olamayacak ve şiir asla bir hükümeti, bir ülkeyi, batağa batmış, nerden geldiği dahi bilinmeyen sözde bir etiği hiç bu kadar rahatsız etmemiş ve korkutmamıştı. Şimdi, günümüzde şiir tüm gerçeğini ve gücünü yitirdi ve daha da acısı sadece birilerinin çabasında önüne set vurulmaya çalışılarak yaşıyor bu güçlü şiir. Onlarca F.B.I ve C.I.A dosyasıyla adım adım takip edilen bir şairi kim yarattı; delirdiğine onu ikna eden Amerika ve doğru yolda olduğuna onu inandıran Amerika. 1955 senesinde dünyanın en özel ve güzel şehirlerinin birinde, Amerika Birleşik

Devletleri San Francisco'da “Six Gallery” adını taşıyan küçük bir mekânda, Amerika'nın (ve dünya çocuklarının) gidişatına dokunacak ve “Galeri 6'da 6 Şair” adını taşıyan bir şiir okuma gecesi düzenlendi. Sevgili Jack Kerouac'ın belki de en özel eseri olan Dharma Bums'a da konu olan bu okuma gecesinde, San Francisco Şiir Rönesans'ının as isimleri vardı: şiir okumasa da varlığıyla mekânı ışıtan Kerouac, Aziz Gary Snyder ve Karşı Kültür Hareketinin göbeğindeki adam Kenneth Rexroth gibi. Ah, elbette, bu yazıyı yazmama sebep olan şair ve şiiri de oradaydı, Allen Ginsberg ve HOWL. Aslına bakarsanız o gece oradan tek bir şair çıkmıştı dışarı ve yepyeni bir şiir, McClure Amerika'nın fena halde başının dertte olduğunu söylemeye başlayacaktı yakınındakilere; orda olan ve olanları hızla duymaya başlayan orda olmayan kitle artık bir şeylerin farkındaydı, hatta daha öte; emindi bir şeylerden, değişimin vaktiydi. Ve bu, şiirle olacaktı: tıpkı savaş sonrası kokuşmuş, durgun, batağa saplanmış, verecek bir cevabı olmayan devlet gibi ülke gibi, edebiyattaki tezahürü “Lost Generation” ya da bizim tabirimizle Hemingway'lerin Kuşağı gibi artık sorgulanmaktan da öte, kenara atılmalıydı. Boş bir sedayı anımsatan ileri dönemin Hippy çocuklarına hediye edilen “özgürlük” çığlığı idi söz konusu olan, başka hiçbir şey değil. 60'lı yılların sonuna doğru kısa ömürlü ama en özel ve güçlü kuşak olan Beat Kuşağı tırnak içinde miadını doldurmuştu, sessizleşen ve insancıl bir sağa ve aynı hızla alkole ve yalnızlığa gömülen Kerouac ölmeden önce öldü; tam bir yıl sonra Kerouac'ın, “bana beat nedir diye sormayın gidin ve O'nu izleyin, o ayaklı bir beat” dediği ve Allen'ın Howl şiirinde “yarak adam” diye Allen Ginsberg ve sonsuza dek biricik aşkı Peter Orlovsky


bahsettiği Neal Cassady de öldü. Beatlerin romantizme buladıkları haliyle örnek aldıkları hipsterler ya da tam Türkçesiyle “sokağın zenci fırlamaları”, o ya da bu şekilde beatler tarafından evriltilmişti; beatin içi sadece ve sadece hipster kokmaktaydı, ama kesinlikle kenarda bir ev ve yollarda 100 dolar yollayacak teyzelerin varlığı altında, romantikleşerek ve ara sıra mobilya zevklerinden dahi bahsederek. İşte bu kuşak istemsizce yerini hippy kuşağına bırakacaktı. Allen Ginsberg bu adımın lokomotifi olmuştu ve bu çok anlaşılır bir şeydi; San Francisco şehri çok eskisinden beri anarşizmin ilk temsilcilerinden olmuş ve oluşumlara ev sahipliği yapmıştır. İşte en başından beat ile yan yana ama onun gölgesinden asla kurtulamayan ve kökeni San Francisco şiir hareketi ve New York Şiir Okulu'na dayanan aktivist kuşak, ileri de beatlere yamanan hippylerin habercisi ve tohumlarıydı da. Bu insanlar antoloji-k çalışmalarda her ne kadar beat hareketi içine dâhil edilseler de, literatürcüler ve tarihi iyi bilen insanlarca sadece aktivist şiirin temsilcileri olarak görüldüler. İşte bu güçlü nedenden ve beatin kısa süreli yaşamından dolayı bir diğer evrim gerçekleşti ve beat sessizliğe gömülürken hippylerin tiz ve tartışılır sesi yükselmeye başladı. Ama artık önde olan sadece “özgürlüktü”. Edebiyattan ziyade psycodelic rock, lsd ve türevi halüsinojenler, Ece Ayhan'ımızı da anarak yazalım, cinsiyetsiz seks aslolandı. Beat ile Hippy kuşağı arasında en sıkı kelepçelerden ikisi ise, kesinlikle Timothy Leary ve kuşağın yeni en gözde adamı Ken Kesey (ve psycodelic asit otobüsü Further) idi. Neal Cassady bu döneme yetişti ve bu gerçeğin temsilcisi kopuk ve insanların tabiriyle sapkın hareketin en önemli parçası oldu. Ve aynı dönemde de egosunun ve orgazmın doruklarında öldü. Bir demiryolu kıyısında. Raylara yığılarak. Asitten bir dünya kafası ve sarhoş. İşte sevgili Allen, iş adamlığından yayınevi editörlüne dek sürüklediği yaşamında bu tablonun içerisindeydi. * Beat Edebiyatının opus magnumlarına baktığımız vakit (meşhurluk kimliği altında o günlerden bu zamana değin an be an gerçek kimliğini giderek kaybeden beati dahi marketleştiren bir yapıya bürünerek artık üstün körü okunan bir özenti metin halini almış olan “on the road” (ve asıl Jack Kerouac'ın başyapıtı sayılması gereken “dharma bums” ve elbette ki Allen Ginsberg'in tabiriyle: “herkesin çılgına döndüğü” ve yüzyıl edebiyatına damgasını vurmuş olan en önemli beat ürünü “naked lunch-çıplak şölen” ve elbette ki “Howl” şiiri.-Buraya bir parantez daha açarak ve belki de (aslında) biraz zorlayarak Gregory Corso'nun “gasoline” yapıtını ve Lawrence Ferlinghetti'nin “her-onun” yapıtı

ve ilk şiir denemelerini de koymak gerekir-) Howl'un (Uluma) bu saydığımız diğer başyapıtlar arasında en farklı yerde durduğunu görebiliriz. Tüm bunların kesişip pekiştiği bir nokta, dahası; alandır Howl. Howl aslında, -bir anlamda- Allen Ginsberg'in ortaya koyduğu beat yaşanmışlığı kronolojisidir de denebilir. Howl şiirinin ALTIKIRKBEŞ YAYINLARınca gerçekleştirilen bu özel baskısının sonunda, beat literatür üstadı Barry Miles'ın şekil verdiği Jenerasyon insanlarının kişisel notlarından oluşan izahi metin, zaten -kesinlikle- bu kronolojik yapıyı (gizil tarihsel süreci) düğüm kapalılığından kurtararak serim ve çözümünü de ortaya koyan bir metin olarak önemle okunmalıdır. İçerden baktığımız vakit, bir benzeşimsellik kurmak istediğimizde, Howl'un en çok da William S. Burroughs'un “Junky” yapıtıyla akraba olduğunu iç dinamik adına söylemek mümkün. “On the road”da tıpkı Burroughs'un “Junky”si gibi bir erken dönem anlatısı, kuşağın şekillendirisi olarak kabul görür; lakin Kerouac'ın sonrasında “dharma bums” eserinde tamamlayacağı ana karakteristik özelliklerin çoğundan yoksun bir metin olarak “on the road”un yanında Junky, daha somut ve gerçekçi bir duruş yakalar ve bu sebepten dolayı Howl çizgisine akrabadır. Yaşadıkları hayatı yazarak bir edebi alan oluşturan beat yazınına baktığımız vakit, zaten Ginsberg ve Burroughs'un yaşamsal mesai olarak da birbirleriyle çok da fazla vakit geçirdiğini, Kerouac'ın sürek dahilinde bu çembere dahil olmadığını görürüz; bunu en basitinden kuşağın mektup yoğunluğundan, kimin kime ne kadar ve ne yazdığına bakarak bile tespit etmemiz mümkün. Son olarak, öcüler coğrafyası güzel ülkemde bir şeylerin değerini bilebilen ve anlayan insanlar ve onların çektikleri acıdan başka elde bir şey yokken, bizler birbirinden uzak da yaşasa aynı yokluğun getirisi ürpertiyle gece yataklarına giren insanlar, bir şeyleri değiştirmek için sonuna dek varız ve daha biz doğmadan 1950'lerde ellerimize konmuş bayrak, bir şekilde biz varlığımızı sözde yitirdikten sonra da yaşayacaktır. Allen Ginsberg ve şiiri Uluma dünyada varolmuş ve bir şekilde varolmaya devam eden özverili ve aşırı duyarlı insanların ve onların yaşadığı, bir o kadar da ait olmadığı bir dünyayı, istediklerini ve kendilerine dayatılanları İsasal bir dille yazdı ve okudu. Size tek düşen şu ana dek yapmadığınız şeyi yapmak! 6.45 YAYINcılık, baskısını gerçekleştirdiği Uluma eserinin sonrasında, bir yarıbelgesel film projesine imza attı ve aynı zamanda da ülkemizin ilk beat filmini çekti. Allen Ginsberg'in Uluma şiirinin Türkçede ilk defa “yüksek sesle” okunmasını belgeleyen ve aynı zamanda bir yol filmi karakteristiği de taşıyan Kaan Çaydamlı'nın prodüktörlüğü ve Mehmet A. Öztekin yönetmenliğinde çekilen orta metrajlı film, Mayıs ayından itibaren çeşitli şehirlerde özel gösterimlere ve festivallere sokularak yolculuğuna bir anlamda ait olduğu yerde Amerika'da devam edecek. Filmle beraber sadece 100 adet üretilen sert kapaklı ve yalnızca Uluma şiirinin yer aldığı özel bir kitap baskısı da gerçekleştirilecek. 6.45 Yayın diğer yandan yakın bir tarihte “Amerika” isimli Allen Ginsberg Seçme Şiirleri'ni de yayımlamayı düşünmektedir.

61


gökyüzü

her yara kapanmak içindir müge iplikçi bawer@kaosgl.org

62

1-Gölgelerden korkarsın, gece devam ediyor. Pıhtıların çözemediği bir zamansızlık içersindesin. Bir pergeldir aşk. Çok eskiden söylenmiş bir şiirde geçer. Tüm eski sözler gibi ağırdır yıllara yayılan karşılığı; ağırdır hafızalardaki yeri. Oysa sen beni zamanla çok gündelik bulur hale geldiydin. Bu kadar mı teslim etmiştim kendimi sana? Bu kadar. Marmara'daki evi hatırlıyor musun; emekli maaşımla aldığımız o bakla evi? Nasıl da dokunulmaz bir ihtişama taşımıştı ellerin o evi. Geceleri komşularla ta sabahlara kadar poker oynar, içer, sohbet eder ve gecenin ıssızlığını bahçenin karpuz lambalarına, o lambalardan taşan gece çiğine ve verandanın sıcaklığına dahil eder, “sahiden de hayat bir tatil be Marcello” derdin. Sana göre en korkulan anlar, tıkabasa doldurularak ezilen geçilen izbe anlardı. Marmara Adası'nın geceleri böyle anlardı. Maltepe geceleri de onlardan farklı değil. Karanlıktan çok korkardın. Akşamüstleri senin için yüreğine düşen bir daralma demekti. Ve ne tuhaf ki sen bir vampire aşıktın. Gecenin izi benim için büyüydü; sen karanlıkta ölürken. Gecenin görkemli salınımı benim için evdi; senin içinse ışık özlemi. Bu yüzden olamazdı. Oysa aşk bir pergeldi, kaderse çizilmiş olan alınlarımıza. Güneşi böyle selamlayan bir başka insan daha görmediydim. Adına bu kadar yaraşan bir kadın, görmediydim. İkinci buluşmamızda sana söylediydim büyük sırrımı. Bulunduğumuz pastanenin lav kırmızısı koltuklarında dikilmiş, öylece yüzüme bakmıştın. “Yani… sen…” deyip kalmıştın. Bir bakkal dükkanınız vardı Kurtuluş'ta. Senden uzun müddet haber alamadıydım sonra. Ama aşk sahiden de bir pergeldir ve kaderin kesiştiği yerde çizilen çember çarkıfelektir olsa olsa, ötesi boş. O bakkal dükkanına daldığımda bir gün “Bütün ışıkları toplamaya yeminliyim” dediğimde sana, o kirli bakkal dükkanının zemininde diz çöküp ağlamıştım. Tıpkı şimdiki gibi. Sen gideli dört gün oldu, yoksun artık, yoksun. Ya ben senin için hiç var oldum mu? Kırk yıl geceyi, ayı ıskalayıp aydınlık topladım senin için, yalan değil; kırk yıl ışığı baş tacı ettim. Geceler hep ışıklıydı bizim evde. Hiç çocuk vermedin bana, korkundan. “Ya senin gibi olursa” derdin. Ben bir illettim gözünde. Takılıp kaldığın bir illet. Bir hastalık. Bir vebalı. Kanserli. AIDS'li. Ve çoğu kez bunların hepsi. “Kendini tedavi etmelisin” derdin bana, “değişmelisin”. “Daha nasıl değişebilirim Güneş?” diye bağırıverdiydim bir gün. Sesim yarasa çığlıklarıydı. O an içimdeki kesif acıyı engelleyememiştim. Geceleri ışığa bakmaktan yorulmuş, ulumayı

tutkuyla özlemiştim. “Çık git o zaman” demiştin bana. Yatak odasındaydın, genç saçların vardı o zaman bukleleri ceviz göğüslerinde oynaşan. Gözlerine baktım. Balık gözleriydi. Anlayamadım ne dediğini, benden ne istediğini o bakışların. Kalakaldıydım öylece. Genzimde yarasa çığlığı, gözümün önünde sen. Ceviz saçlı, balıketli bir kadın. Aşk, hiç kuşku yok ki bir pergeldi. Mazbut bir muhasebe müdürü olarak geçirilecek günler, akşamları saatin tiktaklarıyla yenilecek sebzeli yemekli, tatlılı, kek ve börekli geceleri takip etti. Et yoktu; hele kan… Ben de hiç olmadım ki… Gittin ya, zaten yoktum ben. Yokluğumu bir kez daha bana hatırlattın. Derin bir yalnızlıktayım; sadece dört günün yalnızlığı değil bu. Kırk yıldır yalnızım. 2-Alyans yüzüğümle, hâlâ parmağımdan çıkaramadım, dün başlayan, bir güne yayılan ve yağmakta olan yağmura baktık caddelerdeki. Artık geceydi, oğlanlar uyumuş, ev sakin ve yoran bir kuytuda ruhumu; ruhum ıslak. Alyansla birlikte baktık dışarıya, caddeye, caddeden uzaklara. Biraz zorlayınca anladım: Düşümdeki yağmur bu. Gençlik düşümdeki, ilk gençlik. Böyle yağıyor yağmur -deli gibi ama asla kara dönmeyerek- düşümdeki yağmura. Akşam ev yolunda başlayan, Can'ın “anne yağmur yüzüne yağmış” sözleriyle duraksamaksızın inen damlalar mı bunlar hâlâ? Bu akşam… Kırmızı üç yıldızlı aydınlatma lambalarının ardı ardına yayıldığı caddede aklıma geldiği gibi ağlıyorum. Can'ın “anne bak babam bir kadınla, bak biz onların kafalarını kopardık Nezih'le” dediği gazete -oysa inatla almayacaktım onu- az önce yol üstündeki marketten alınmış, bir torbada akıbetinin ne olacağını bilmeksizin bocalayıp duruyor elimde. Can açıklamaya devam ediyor “aslında bu iş Nezih'in işi anne, ben babamı karalamak istememiştim, çok mutluydu o fotoğrafta…” Benimse yağmur yüzüme yağmaya, şiddetini artırarak yağmaya devam ediyor. O fotoğrafı aklımdan silebilsem! Bir becerebilsem… Manasız sorular: “Neden hep bu kadar düşüncesiz olmak durumundasın Okan? Bu özgürlük değildir, bilmez misin? Yüzbin insanın önüne bu anla çıkmak sana ne türde bir prestij kazandırdı? O zaman şunlar da silinecek mi: Kabataş'taki bürona gelip giden Melek (evlerindeki o davete gittiğimizde kadının sana şu şekilde takılması: Tatlı yemedin Okan… Ben sana yarın getiririm) ya da asistanın Dilek'in seni araması ve sana bilmem nereye gittiğin yolculuklar için kolaylıklar dilerken senin arka arka odalara kaçman sonra bana “cinssiz o” açıklamalarında bulunman… Hollanda'ya gidecekken seni telefonla arayan bir kadına şöyle seslenmen: Şimdi değil yarın konuşuruz… Ve nicesi… Seni heyecanlandıran, mutlandıran, asla aldatmak ve kaçamak sayılmayacak enstantaneler dizisi… Oysa bunların hepsi beni derinden yaraladıydı ve ne tuhaf hâlâ yaralıyor. Neden beni anlamamakta diretiyorsun? Bunu anlaman sana ne kaybettirir Okan? Böyle bir fotoğraf Dilruba'yı üzer diye düşünmek niçin senin için bu kadar zor? “Onu üzemem” demek neden bu kadar güç… Bu


hususlarda bu özeni göstermiş olsaydın ardından ne türde bir cennet gelebileceğini hiç düşündün mü? Sahiden soruyorum: Hiç bunu düşündüm mü? Sana sonsuzca güvenebilme isteğimin ne kadar beni-bizi rahatlatabileceğini HİÇ düşündün mü? Bu bir yeryüzü cennetidir, bunu hiç hissettin mi? Umursamak… Sen hep yangından mal kaçıranları oynadın. En başından beri. Kıskanmak diyorsun… Kendini bana karşı hep kayıran sen oldun, bunun farkında mısın? Kendini benden kıskanan. Hem kıskanan hem de bu duygudan tırsan. Bu fotoğraf birlikte yaşasaydık asla bastırmaya cesaret ettiremeyeceğin bir fotoğraf olurdu, buna eminim. Sorun benim sana güvenmemem değil sadece biliyorsun, senin bana güvenmemenle de ilgili. Bunu başlatansa Allah şahidimdir ben değilim. Bunu bir anlasan! Alyansıma sordum: Dünya seni umursamazsa ne yaparsın? Omuzlarını kaldırdı: Sen de dünyayı umursamazsın. Fotoğrafınızı kestim, çerçeveledim hatta. Kalbime verdiği acı inanılmaz. Mangal gibi bir yürekle bunun da üstesinden gelinir (mi?). Sen sola doğru ona eğilmişsin, o da sana doğru hafif kaykılmış; arkanızdaki panoda iki tane palmiye var. Kadının yuvarlak küpeleri var, yüzü Britney Spears'a benziyor. Onun da gençliğine. Saçları uzun ve ışıklarla donanmış. Pastanelerde, lokantalarda yalnız oturan kadınlardan; andropozlu kocaların karıları kıskanmasın diye o anlık sırtlarını döndükleri derin bakışlı tazelerden. Allah için

Bu cevapla birlikte tesadüfler tesadüfleri izledi. Tam alyansı fırçalayacaktım ki kapı çalınıverdi. Gelen, dört gün önce karısını kaybetmiş olan kapı komşum Marcello'ydu. Senin bizi bu apartman dairesine sıkıştırdığın ilk günden beri tanıyordum onu ve rahmetli eşi Güneş Hanım'ı. Gelir gelmez bana hoşgeldine gelmişler, kahvemi içmişler ve ne zaman görsem güleryüzlü günaydınların, sevgi dolu “iyi akşamlar efendim”lerin sesi olmuşlardı. Onların mutluluğunu o kadar çok kıskanmıştım ki yalnız gecelerimde… Bu seferki farklıydı ama. Marcello Bey'le bakışlarımız sahanlıkta karşılaştığında ikimizin de gözleri kan çanağı gibiydi. Derin bir viski kokusu yayılıyordu vücudundan Marcello Bey'in. İçki içmemiş, bir içki fıçısına düşmüş ve vücudundaki bütün hücreleri alkolle doymuş biriydi sanki, iflasın eşiğinde gezinen bir iş adamı, vurgun yemiş bir koca ve yalnız bir komşuydu. Tek bir cümle söyledi: “Beni koynuna alır mısın?” Ağlamıyor, kısık kısık uluyordu sanki. Ama Okan, ama rahmetli eşiniz, ama her şeye rağmen ben iffetli evli bir kadınım, ama çocuklar, ama gecenin bu saatinde kafayı mı yediniz Marcello Bey, yastasınız, ne dediğinizi kulaklarınız işitiyor mu, bizim oralarda sizin gibilere ne derler biliyor musunuz, kapıcıyı çağırırım şimdi, isterseniz bir kahve içelim gibi cümlelerin anlamını yitirdiği bir andı. Alyansıma baktım. Yıllardır elimden düşmeyen

Karanlıktan çok korkardın. Akşamüstleri senin için yüreğine düşen bir daralma demekti. Ve ne tuhaf ki sen bir vampire aşıktın. Gecenin izi benim için büyüydü; sen karanlıkta ölürken. Gecenin görkemli salınımı benim için evdi; senin içinse ışık özlemi. Bu yüzden olamazdı. Oysa aşk bir pergeldi, kaderse çizilmiş olan alınlarımıza. böyle. Konuşurken hafifçe gözlerini kaçırmışsındır ondan. Ne de olsa evli-ymişsin. Ne de olsa evlisin, ayrı yaşıyor olsak da yıllardır. Ama “bir kaçamak yaşıyormuşsunuz besbelli” ve “her halinizden birbiriniz için özel olduğunuz anlaşılıyormuş.” Fotoğraf altında böyle yazılar var. Ünlü iş adamı Okan Sağgül yeni bir aşk yaşıyormuş… Dün akşam beni yıllarca önce terk ettiğin ana denk yaşanmış bir zaman var. Bir anlık gördüğüm rüyada, yağmur altında Galata Köprüsü'ne benzeyen bir köprüde tuhaf bir mantoyla koşan o kadındım ben. Koşan-koşan. Arkamdan birileri geliyor. Öyle birileri ki senin el altı işlerinin tek kanıtı olan baş takipçin MIT neden seni yakalayamazlar, bir paparazzi ordusu bu kadar rahat yakalarken seni, bunu hiç anlamış değilimbunun yanında sinek vızıltısı kalır, bana inan. Arkamdan kim mi geliyordu? Ben geliyordum, ben. İstiyorum ki diğer düşlerim de böyle olmasın. Olmasın. Dün akşam bana öyle geldi ki böyle devam edersek ben yağmurun içinde yitip gideceğim Okan hem de sevgimizin içinde, hem de bu kadar yol kat etmişken. Sahi. Ama işler umduğum gibi gelişmedi… Yine ağlıyordum. Ve yine efkârıma ve sensizliğime vurup vurup duruyordum. Akşam geceye kavuşuyordu. O sırada alyansıma sordum işte. Ummadığım cevap o zaman geldi: Artık bırak şu Okan'ı dedi alyans. İlk kez.

karşılıksız bir aşk, netameli bir şarkıydı. Ama o anda bunun hangi aşk ve şarkı olduğunu pek de hatırlayamadım ve aklıma nedense ince, berrak notalı nameler, Okanlı uyuşuk, zoraki aşk sahnelerimiz değil de -hele o ilk gece neydi Allahım!- insanın içini yolan kahramanlık türküleri ve bu türküler eşliğinde aşağılanmışlıklarım geldi alyansa baktığımda: Sen benim evimin kadını, çocuklarımın anasısın Dilruba, diğerleri sadece bir macera diyen biriydi Okan... Ancak nedense fonda yükselen türkünün ritminden Okan'ı duyamıyordum artık. Birileri “yine de şahlanıyor aman” diyordu, birileri de “sen sahiden benimsin, gerçek kaderimsin, nikahlı kadınımsın” falan. Okan kahramanlık türküsüne, kahramanlık türküsü Okan'a değdi. Sonra bir cızırtı oldu. Düşlerle gerçeğin teması kontakt yapmıştı besbelli. Hayatımın kanla çevrilen Okan'ı, böyle fiziksel bir nedenden ötürü tarihe karışmaya yüz tuttu. “Ben sana dediydim” dedi alyans “bırak şu Okan'ı diye.” Haklıydı. Sonrası mı? Olacak iş değil! Marcello Bey'i kolundan yakaladım ve gözlerinin içine nice zamandan sonra ilk kez sahiden baktım. O gözlerde bana uyan şeyler vardı. En başta da yağmur. Dün gece Marcello Bey'i esasına uygun bir biçimde, gece gibi sevdim, o da beni kendi kanı gibi.

63


yüzakı

leslie feinberg:

"kazanılacak çok hak var" Leslie'yi ilk kez ABD'de sosyalist bir parti olan Workers' World (İşçilerin Dünyası) Partisi'nin kongresinde görmüştüm. Yakışıklı, karizmatik birisiydi. Salonu dolduranların soluklarını tutarak dinlediği kısa ama çok etkileyici bir konuşma yapmıştı. Onun erkek değil de bir kadın olduğunu öğrendiğimde öylesine şaşırmıştım ki. 'Stone Butch Blues' adlı kitabını satın alıp imzalatmıştım. Leslie Feinberg'ü tanımak için yapılacak ilk şeyin onun yazdıklarını okumak olduğunu bildiğimden ve ayrıca daha varlığından bile haberdar olmadığım 'butch'un ne olduğunu merak ettiğimden kitabı o gece okumaya başladım. Bu kitap daha sonra Türkçe'de Cemile Çakır çevirisiyle Atrshop yayınlarınca 'Sevici Türküsü' adıyla yayımlandı. Feinberg ile kitabı ve eşcinsellik üzerine konuştuk. Soluk soluğa okuduğum 'Sevici Türküsü'nün yazarıyla söyleşi yaptığım için kendimi şanslı görüyorum.

özlem çakır

64

Kitaptaki hikâyenin tamamı sizin öz yaşam öykünüze mi dayanıyor? 'Sevici Türküsü' benim ve daha birçoklarının yaşam deneyimlerinden yola çıkılarak yazılmış bir kurmacadır. Kurmaca dememin nedeni yaşamın gerçeklerinden kaynaklandığını düşünmediğimden değil; sadece kurmacanın, gerçekleri daha dürüst ve açık seçik dile getirmesindendir. Bu kurmaca, okuyucuyu gerçeğe götürüyor: Ezilmişliğin, zorluğun gerçeğine. Kitaptaki ana karakter Jess'in hayata bir butch olarak gözünü açtığı günlerden bugüne Amerikan toplumunda neler değişti? Soruma şunu da eklemek istiyorum: Günümüzde lezbiyenler hâlâ aynı sorunlarla yüz yüze mi? Kısaca evet, çok şey değişti denilebilir. Eşcinsel aşk Amerika'da yasak değil artık. Fakat bu hakkı zorlu mücadeleler sonucunda aldık. Her yıl 1969 Stonewall 1 İsyanı anısına düzenlenen yürüyüş milyonlarca insanı bir araya topluyor. Birçok hak kazanıldı; fakat zafer durağan bir şey değildir. Hâlâ birçok güç, mücadeleler sonucu elde edilen sosyal kazanımları geri almak için uğraşıyor. Bu kazanımları korumalı ve daha fazlasını kazanmak için uğraş vermeliyiz. Erkeksi butchlar ve efemine geyler için yaşam hâlâ çok zor. Bazen umumi tuvaletleri kullandıklarında başlarına olmadık şeyler gelebiliyor. Utanç verici aşağılayıcı sözlerle taciz ediliyor, dayak yiyebiliyor veya tutuklanabiliyorlar. Siyah bir butch ve onun arkadaşı geçtiğimiz haziran ayında Greenwich Village'da bir restorandan kovuldular ki dört gün süren Stonewall başkaldırısı Greenwich Village'de olmuştu. Niye kovuldular biliyor musun: Kadınlar tuvaletini kullandıkları için. Kadın kimliğini gösterdiği halde restoranı terk etmeye zorlandılar. Yedi siyah butch bu davranışa, kendilerine saldıran erkeklere karşı koydukları için tutuklandılar. Belki de bu yüzden yıllarca hapiste yatacaklar. Dediğim gibi, kazanılacak çok hak var. "haklarımızı tamamen elde edinceye dek mücadele sürecektir" Yaşamını eşcinsellerin mücadelesine adamış biri olarak bugün gelinen noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Eşcinseller verilmekte olan mücadeleden neler kazandı? Daha neler kazanmalıdır? Şu ana dek birlikte attığımız adımlar beni gururlandırıyor. Fakat eşcinseller, siyahlar, Latinler, Araplar, Asyalılar, yerliler, kadınlar, politik tutuklular ve bütün emekçiler için verilen mücadele

kazanılmadan memnun olmayacağım. Haklarımızı tamamen elde edinceye dek mücadele sürecektir. Günümüzdeki eşcinsel kültürünü nasıl değerlendiriyorsunuz? TV şovları, pornografi, barlar, tatil yerleri, AIDS, dans kulüpleri, filmler... Nasıl tanımlıyorsunuz bu kültürü? Giderek tüketim kültürüne boyun eğmeye yönelik bir yapı oluşuyor diyebilir miyiz? Kapitalist bir düzende yaşıyoruz. Bu sistem her zaman insanların kimliklerinden, düşüncelerinden gelir elde etmeye çalışacaktır. Bence Amerika'da birçok eşcinsel kültür var. Tıpkı Türkiye'deki Kürt, Amerika'daki Siyah, Latin, Arap, Asya ve Kızılderili kültürleri gibi… Bütün bu insanlar kültürlerinin tanınması için mücadele vermektedir. Bu, eşcinseller için de geçerlidir. Hatta bütün butch, gey, biseksüel ve travestiler içerisindeki ekonomik sınıflar için de geçerlidir. Biz hangi sınıfa


mensubuz? Zengin ya da sömürülmüş, ezilmiş ve sindirilmiş sınıfa mı? Amerika'da ve dünyada eşcinsellerin heteroseksüellerle eşit hukuki ve sosyal konuma erişmeleri uzak bir hayal mi? Değilse, ne kadar yakın? Devlet, ayrımcılığı; eşcinsellere evlilik yoluyla gelebilecek olan binden fazla hakkın yok sayılması fikrini ateşledi. Bu konudaki mücadele, ataerki, ekonomik aile yapısını kendisiyle yüzleştirdi. Şu gerçeği unutmamak gerekir: Hıristiyan kiliseleri her türlü yüzleşmeye karşıdır. Anlayacağınız işimiz çok zor. Altını çizerek söylüyorum: Birçok kazanımlar elde ettik. Fakat bu mücadeleyi tam anlamıyla kazanmak istiyorsak hızı düşürmememiz gerekir. Çünkü hiçbir politikacı “Haklarınız budur, buyurun alın” demez! "yaşamım boyunca sosyalizme giden yolun döşenmesine baş koyacağım" 'Sevici Türküsü'nde çok güçlü bir politik mücadeleden bahsediliyor. Politikanın, özellikle de sosyalizmin yaşamınızdaki yeri nedir? Neden Workers' World? Bu politik hareket içinde eşcinsellerin ağırlığı nedir? Eşcinseller bu partinin politikasını nasıl etkiliyor? Politika yaşamın özüdür: Kök saldığımız ekonomik gerçek, geliştiğimiz ya da gelişemediğimiz sosyal ortam. Boyun eğmeyen bir kişiliğim var. Sokaklarda, metrolarda sağcı kabadayılarla karşılaşıyorum. Polis baskısı dahil daha birçok zorbalık baskısı altında yaşıyorum. İş bulamıyorum. Umumi tuvaletleri güven içinde kullanamıyorum. Bütün bu nedenlerden dolayı mücadele etmek zorundayım. 23 yaşındayken Workers' World Parti'yle tanıştım. Partiye katılmamın ilk nedeni Filistin savaşına ve özgürlüğüne güçlü bir destek vermesiydi. Partinin bu düşüncelerini sonuna dek savunuyorum. Yoldaşlarım olmasaydı kapitalist Amerika'nın kalesinde hayatta kalabileceğimi sanmıyorum. Sosyalizmi görüp göremeyeceğimi bilmiyorum ama biliyorum ki yaşamım boyunca sosyalizme giden yolun döşenmesine baş koyacağım. 'Transgender Warriors' (Transeksüel Savaşçılar) adlı kitabımı yazacak kadar hayatta kalabildiğim için yaşama karşı minnettarım. 'Transgender Warriors' sınıflara ayrılmış toplumları tarihsel ve kültürel yönden irdeliyor, hayatımın yürek vuruşları sanki. Bir diğer mutluluğum da bir internet kitabı yazacak kadar uzun yaşamam. Bu kitap dört yıldır editörlüğünü yaptığım Workers' World Partisi'nin haftalık gazetesinde yayımlandı. Gazetede köşenin ismi “Lavender&Red” (Lavanta ve Kırmızı). Yazılar, yüzyıllık bir süreçteki sosyalizm mücadelesini, sosyalizmin bir üstü olan komünizm mücadelesini, insan cinselliğini, cinsel seçim ve cinsel kökenli baskılara karşı verilen savaşı içeriyor. 112. bölümü Workers' World Partisi'nin bu haftaki sayısı için bitirdim. Bu yazı dizisi ücretsiz olarak www.workers.org adresinden okunabilir. Yeni bir kitabınız çıktı: "Drag Kings Dreams". Neyi anlatıyor? 11 Eylül sonrası New York kentini konu edinen bir çalışma. Bu kitap Amerika'daki transeksüel ve eşcinsel gruplar ile Araplar, Güney Asyalılar ve Müslüman göçmenler gibi dışlanmış gruplar arasındaki dayanışm ayı göstermek için yazılmış bir kitap. Sanıyorum bu kitap, Filistin özerkliği fikrini bundan önce İngilizce yazılan bütün kurmaca kitaplara nazaran en çok destekleyen kitaptır. Bu söylediklerimde yanılmayı çok isterdim.

Umarım başka yazarlar yazdıklarıyla benim söylediklerimi geçerler. Çoğunluğu Müslüman ve kültürü Amerika kültüründen farklı olan bir ülkede, yani Türkiye'de yayımlandı kitabınız. Bunun için ne diyeceksiniz? Türkiye'ye davet edilirseniz gitmek ister misiniz? Cemile Çakır'ın uzun süren bir uğraştan sonra kitabımı Türkçeye kazandırması beni onurlandırdı. Özellikle bu deneyimleri, olabildiğince Türkçe sözcüklerle ifade ettiği için kendisine çok teşekkür ederim. Laik bir Yahudi, erkeksi bir butch komünist olarak her zaman emperyalist savaşa, Orta Doğu ve Orta Asya'daki işgallere karşı bütün dünyadaki Müslümanların yanındayım. Danimarka'daki bir gazete Muhammed peygamberin o iğrenç karikatürünü yayımladığında diğer kapitalist gazetelerden de o karikatürleri yayımlayan oldu. Bu konu hakkında 'Firestorm of justified outrage' adlı bir yazı 2 yazmıştım . Türkiye'yi ziyaret etmek, oradaki mücadeleler hakkında daha çok bilgilenmek ve insanlarla tanışmak bana onur verir. "korktuğunuz zaman bile sessiz kalmayın" "Genç Lezbiyenlere 10 Altın Öğüt" adlı bir makale yazmanız gerekseydi neler öğütlerdiniz? İlk önce, sesleneceğim kesimin kimler olduğunu sorarım editörüme- Ülke, milliyet, bölge, sınıf (ben emekçiler için yazıyorum zenginler için değil). Daha birçok soru sorarım. Eğer genelleme yapmam uygun düşerse şunları söylerdim: Kendinizle gurur duyun. Sizin de var olma ve yaşama hakkınız var. Dünya tarihinde, her kıtada, sevmenin ve kendini ifade etmenin birçok yöntemi vardır. Sizin yönteminiz de bunlardan biridir. Elbette iyilerinden biridir. Başkalarının çektiği zorluklardan ve mücadelelerden bir şeyler öğrenin. O zorluklar sizin çektiklerinizin aynısı olmasa bile. Siz de o mücadelenin bir parçası olun. Başkalarının sırtındaki yükün kalkmasına yardımcı olun. Korktuğunuz zaman bile sessiz kalmayın. Güçlü olmaya çalışın. Yalnız kaldığında bile mücadele edenler ve etmiş olanlar olduğunu unutmayın. Derelerin nehirleri, nehirlerin denizi bulması gibi biz de değişim için birleşmeliyiz, kötüden iyiye doğru giden değişiklikler için… Eğer bu mücadelenin bir parçasıysan dünyaya faydan olacaktır. Yaşantının senin için ve hepimiz için büyük bir anlamı olacaktır. Aşk çok önemli bir yer tutuyor Sevici Türküsü'nde. Sizce aşk, gerçek yaşam ve edebiyat ile ne kadar ilintili? Aşk, Amerika'da İngilizce yazılan edebiyatta önemli bir yer kaplamıştır. Aşkı bulmak yaşamın bütün hastalıklarına “çare”dir. Yalnız benim yazdığım aşk, kanunlar, polis, mahkemeler ve hapishane çalışanları tarafından engellenmeye çalışılmış bir aşktır. Her şeye karşın bu aşk yürekten yüreğe kendini var etmeyi sürdürmüştür. Her iki kitabımda da 'Sevici Türküsü' ve 'Drag King Dreams'- güçlü sevgi bağının, dayanışmanın ve ortak düşmana karşı birlikte savaşmanın yaşamı ne denli zenginleştirdiğini, güçlendirdiğini göstermeye çalıştım. 1

Stonewall İsyanı, New York polisi ve eşcinseller arasında dört gün süren şiddetli çatışmalardır. 28 Haziran 1969'da sabahın erken saatlerinde b a ş l a m ı ş t ı r. S t o n e w a l l İ s y a n ı dünyadaki eşcinsel hakları mücadelesinin dönüm noktası olmuştur. Daha önce; bu şiddette, bu kadar çok katılımla ve polise karşı birlikte mücadele temelinde böyle bir hareket olmamıştır. 2 Yazıyı http://www.workers.org/2006/world/i slam-0216/index.html adresinden okuyabilirsiniz.

65


yüzde yüz

şarkılar bizi söyler… hazırlayan: bawer çakır tanrı müziği korusun. o olmasaydı halimiz nice olurdu acaba? düşünsenize, çok kötüyüz ve ağlıyoruz. o esnada fonda bir şarkı çalmasa ağlamaya devam eder miydik? ya da dans pistlerinde kurtlarımızı dökemezsek nasıl insanlar olurduk? onur yürüyüşlerinde ”hür doğdum hür yaşarım kime ne kime ne” diyemeseydik bayrağı daha coşkulu dalgalandırabilir miydik? belki evet belki hayır ama hemfikiriz ki iyi ki müzik var. kaos gl dergisinin 100. şanlı sayısında kendimizce 100 şarkı seçtik sizler için. bir şekilde lgbtt'ye değen, yanından geçen, dokunan şarkılar. elbette ki bir sürü şarkı olabilirdi bu listedekiler yerine. ama ziyadesiyle “kişisel” seçimler bunlar. haydi hepinize iyi seyirler. ve nice 100. sayılar… haziran düzkan'ın değerli katkılarıyla...

66

1 bergen senin olmaya geldim tüm korkulardan, endişelerden, soru işaretlerinden arınıp kapıyı çaldığımızda fonda bu şarkı çalıyor olacak. 2 yıldız tilbe delikanlım kocaman aşkların fon müziği. kaç kırıp kalp tarafından söylendi bilinmiyor. 3 franz ferdinand michael dans pistindeki güzel oğlanların içinde, ıslak ve güçlü michael geliyor. kayıtsız kalmak mümkün mü? 4 bikini kill rebel girl kız öfkeyle bağırır: mahallenin kraliçesi, en sıkı kalçalı kız, en yakın arkadaşım! üstündekileri çıkarmak istiyorum. 5 emel korkuyorum fark ediş anı ve sonrasında yaşanan tedirginliğin sayıklamaları. 6 yeni türkü olmasa mektubun hepimiz bu şarkının bir erkeğin bir erkeğe yazdığını biliyoruz. ve bu yüzden de çok seviyoruz. 7 the white stripes passive manupilation “kadınlar, annelerinizin sözünü dinleyin, ağabeylerinizin isteklerine boyun eğmeyin”. kısacık bir uyarı şarkısı, hatta bir motto. 8 sezen aksu gülümse yazlık sinema, kediler, ormana özlem, yalnızlık, güzel günlere dair umut… kraliçeden mona lisa gülüşü. 9 electric six - gay bar iki dakika bile değil, ama gey barlarla ilgili yapılmış en eğlenceli şarkı. 10 tülay german burçak tarlası o tarlayı tarlabaşı, cinnah ya da flamingo yolu, gelinleri de seks işçileri olarak düşünün. ve emin olun şarkı kulaklarınızda bambaşka çınlayacak. 11 cocorosie & antony - beautiful boyz içli içli söylüyor bizimki yine, krallar, kraliçeler ve suçlu ibneler, hepsi çok güzel oğlanlar aslında. 12 nükhet duru sevda rahmetli deli aysel gürel'in eşcinseller için yazdım dediği sözleri yaralı kalplerimize değiyor: unut onu, geçer bu fırtına… 13 kylie minogue locomotion saç spreyleri, deri ceketler, streç kotlar, belirgin hatlar… ikon lolipoptan bir 80'ler

klasiği. 14 depeche mode strangelove nereye çeksen gelen, her aşkı anlatan, neredeyse 80'lerin özeti gibi bir şarkı. 15 aşık daimi ne ağlarsın benim zülfü siyahım bu da gelir, bu da geçer ağlama… ne denir ki? 16 nazan öncel sokarım politikana sayısız “doğru” nazan şarkısının içinden sıyrılan dizeleri yeterince açık: “yalnız değilsin, yanlış yerdesin…” 17 bronksy beat smalltown boy kaderini değiştirmek isteyenlerin arşınladığı, bir kasabadan koca bir şehre giden uzun yolun şarkısı. 18 pogo's not fight sensiz bir kişi eksiğiz ankaralı topluluğun yeraltında kalmış hardcore/punk marşı. enerjisiyle insana o kapıyı çal diyor, “ne yanlış, ne yalnızsın”ı işaret ederek… 19 sultana kuşu kalkmaz alamancı kızdan ataerkilliğin ardına sığınmış erkekliğin yüzüne eğlenceli bir şamar. 20 aylin aslım gülyabani insan bilmediğinden korkar derler. hakkımızdaki tüm “klişelere” bir yanıt, korkunun ruhu kemirdiğine eğlenceli bir nanik. 21 shirley bassey this is my life doğru söze ne denir: bu hayat bizim. karışanı yakarız! 22 amy winehouse you know i'm no good med cezir ruhlar, marazi haller, tedirgin anlar, sinir, gerginlik, tutku, öfke, aşk, özgüvensizlik, dumanlı duygular… amy'den “denyo” ruhlara yol haritası. 23 robbie williams she's madonna robie williams'ın drag queen olduğu ve new york'un ünlü drag'leriyle birlikte kamera karşısına geçtiği “seyirlik” şarkısı. 24 grup kızılırmak aze evlenmesi gereken aze'ye, aşığı kadının sesinden direnişçi bir ağıt. “veremem, veremem azemi ellere…” 25 frankie goes to hollywood relax herkesi şoka sokan, ortalığın tozunu atan, iki erkeğin sevişmesini beklenenin aksine eğlenceli kılan leziz şarkı. 26 judy garland over the rainbow bir kalp için, biraz cesaret için oz büyücüsü'nün muhteşem sığınağına giderken, gökkuşağını geçmeyi sakın unutma. 27 aşkın nur yengi başka bir şey tarifsiz duyguların 90'larda zuhur etmiş yansıması. aşk değil, sevgi değil, başka bir şey bu… 28 placebo nancy boy ingiliz aşağılamasına brit pop bir karşı duruş. 29 levent yüksel ben senin bildiğin erkeklerden değilim “erkeklik” elbisesinin birkaç neden küçük


geldiği bünyenin itirafı. 30 ajda pekkan sana ne kime ne “hür doğdum hür yaşarım kime ne kime ne” diyor ajda. o dedikçe biz daha da yüksek sesle bağırıyoruz sokaklarda… 31 gavin friday & the man seezer each man kils the thing he loves “herkes sevdiğini öldürür bazen” diyen oscar wilde'a irlanda'dan müzikli selam. 32 orhan atasoy gemiler sözleri, müziği, klibi ve yorumuyla belleklerimize yer eden, en çok şarap içirten şarkı. sahil yolundaki seyir anı unutulmaz… 33 sertab erener aslolan aşktır gerisi teferruattır diyor bize. aşk hiçbir eşleşmede yanlış değildir. 34 the smiths this charming man o büyüleyici çocuk, bana tüyolar veriyor, havalı olmak hakkında. ama beni de büyülüyor gibi. morrisey'den billy mackenzie'ye aşk dolu dizeler… 35 queen i want to break free herkesin solcu bir özgürlük marşı olarak dinlediği günlerde, rio'daki konserlerine kadın kıyafetleriyle çıkarak herkesi şoke ettikleri performansları bile listeye girmeleri için yeterli. ama elbette ki bir sürü neden içeriyor şarkı. 36 boy george crying game elbetteki tüm kariyeri ama işte yer dar, tek şarkı: ağlatan oyun. oğlanlar, kızlar, kadınlar, erkekler… ve aşk. 37 hande yener biraz özgürlük 'gay ikonu' hande'nin miladı olan şarkı. işaret ettiği yer, elbette ki bizim de mücadelemizin işaret ettiği yer… 38 aynur doğan keçe kurdan görmediğimiz kadınlara/görünmeyen kadınlara öteki dilimizden bir çağrı. 39 antony and the johnsons for today i'm a boy antony'nin meleksi sesiyle bizleri göklere çıkardığı bedensiz, cinsiyetsiz şarkı… 40 jesus love you generations of love boy geroge'un alter egosundan aşka âşık jenerasyona aksak ritimli bir marş. “seviyoruz işte var mı diyeceğin?” 41 rufus wainwright hallelujah evet şarkı jeff bukley'in. evet, rufus'un sayısız şarkısı var bu listede yer alması gereken ama bu muhteşem şarkı onun sesiyle “inanmak” isteyen ruhlarımıza değiyor. kabuk çıtırtılarını duyuyor musunuz? 42 sibel alaş adam suya anlatılan rüya. belirtisiz bedene yazılan aşk nağmeleri. 43 chaka khan i'm every woman neredeyse tüm drag queen'lerin favorisi. “ben her kadınım, hepsi içimde.” 44 elton john sacrifice re bemol majör'den söylenmiş, müzikalitesiyle basit, hissettirdikleriyle “çok” şarkı. 45 kardeş türküler gülsüm türkülerin kardeşliğine inanmış kadınların çığlığı, gülsüm'lerin kaderine boyun eğmemesini haykırıyor. 46 the gossip standing in the way of control duvarlara karşı, yalnızlıkla “hayatımızı yaşıyoruz”. amerika'daki eşcinsel evliliklerini de destekleyen bir isyan ve bir dans şarkısı aynı zamanda. 47 nina simone feeling good her yağmurdan sonra gökkuşağını göreceğimizi vadeden, havada kelebeklerin uçuşacağını söyleyen, nina simone'nun enfes sesiyle masala dönmüş efsane şarkı. 48 the cure boys don't cry

“gülmeyi deniyorum ama gözlerimin arkasında yaşlar var, çünkü erkekler ağlamaz”. filmi de ekleyin buna, saklayın yaşları saklayabilirseniz. 49 mika grace kelly sanki freddie mercury hortlamış, bizi piste çağırıyor. “senin için her şey olurum, grace kelly bile”. 50 dana international diva evet eurovisyon bir gey eğlencesiydi ama bu dana, eurovisyonu bile şoka sokabildi. muhafazakar duvarın önünde bağıra çağıra… 51 yaşar kurt hadi baba gene yap ne çocukluğu geri getirmek, ne aynı şeylere inanmak mümkün oluyor bir daha. bir erkeğin babasına nefretini ve aşkını en güzel anlatan şarkılardan. 52 david bowie ziggy stardust “ziggy gitarı çaldı”, macera başladı. david bowie'nin kurgu karakteri ziggy için yazdığı aşk ve tutku şarkısı. 53 soft cell tainted love aşkın ahlaksızı mı olurmuş? dünyanın en çok yorumlanmış şarkısı, sahibinin sesinden. 54 replikas isimsizler “hiç kimse bildiğinden şaşmaz, biz çoktan şaştık”. gecelere hapsedilen isimsizler için karanlık bir şarkı. 55 blondie call me gayet disko, gayet rock bir şarkı. telefon başında saatler geçirmek istemiyorsanız, niyetinizi açık açık söylemek bir çözüm olabilir. 56 patti smith because the night şair, müzisyen, şarkıcı, aktivist, punk patti'den her hali bambaşka bir klasik. herkesin yorumu güzel ama en çok onunki. “çünkü gece aşıklara aittir…” 57 cher strong enough tüm lgbttlerin vaftiz annesinden 'yeter! kaldır başını yukarıya' şarkısı. 58 grup kutup yıldızı sevdadır bir arkadaş z. özger şiiri. devrimci, eşcinsel ve aşık. güftesi, bestesi ve hissettirdiğiyle kutsal. 59 gloria gaynor i will survive “yaşayacağım” diyor gaynor. her şeye rağmen hayata tutunmamızı şart koşuyor… 60 bülent ortaçgil yüzünü dökme küçük kız yağmurlu bir günde, gözlerinden yağmurlar yağanlara “bir tek sen değilsin”li dua. 61 christina aguilera beautiful kim ne derse desin, sen güzelsin, ben güzelim, biz güzeliz… 2000'lerin pop ikonundan yüreklere dokunan bir “kendinle barışma” fetvası. 62 filiz kerestecioğlu kadınlar vardır “kadınlar vardır, kadınlar vardır, kadınlar her yerde!” bir miladın şarkısı… 63 moby why does my heart feel so bad tekinsiz, ağlamaklı zamanlarda, hedefi iyi belirlemek lazım: “şu açık kapılar…” 64 ahmet kaya sen insansın neden, niçin, nasıl, niye diye yakındığımız anların yanıtı gibi… 65 şebnem ferah deli kızım uyan koskocaman bir yalana inandırılmış kızların kulağına üç kez fısıldanır: “deli kızım

67


68

uyan, söylenenler yalan, deli kızım uyan, bir tek sensin duyan…” 66 abba dancing queen dans pistinde süklüm püklüm durur musunuz, yoksa orası eviniz midir aslında? karar vakti geldi. 67 bülent ersoy ablan kurban olsun sana evet bu şarkıdan yıllar önceydi ama türkiye glam diva'yı “abla” olarak bu şarkıyla kabul etti. 68 coşkun sabah haberin var mı? sevgiliye hiç söylen(e)memiş duyguların yazıldığı müzikli mektup. 69 morissey let me kiss you gözleriniz kapalı öpüşürken, başkasını hayal etmek kolaydır. peki, gözler açıldığında ne olacak, hayal kırıklığı mı; yoksa açık, size açık bir kalbin verdiği rahatlık mı? fiziksel çekicilik ne kadar önemli, güvenli bir cennet var mı? 70 gülden karaböcek ağlama bebek en kederli anlarda sırtınızı sıvazlayan el gibi sıcak, umut dolu ve iyimser bir gelecek şarkısı. 71 mor ve ötesi bir derdim var kendine ve dünyaya açılmayı, yalnızlığı, anlaşılmamayı türkçe dilinde daha iyi ifade eden şarkı var mıdır acaba? 72 george michael freedom! '90 hem kendisi, hem bizler adına talep etti. kendisi aldı. sıra bizde! 73 lou reed - take a walk on the wild side kadife sesli reed'den güvenli yollarda yürümeyenler hakkında bir güzelleme. 74 oya & bora sevmek zamanı “biz dünyayı çok sevdik, ölüm bizden uzak olsun, aşık olduk kenetlendik, kader bizden yana dursun…” 75 tom robinson - sing if you glad to be gay eşcinsel olmaktan mutluysan şarkı söyle diyor. daha ne desin? 76 bonnie tyler - holding out for a hero disko topunun altında, dakikalardır kestiğiniz çocuğun gözlerine bakarak okunması en zevkli şarkılardan biri. 77 tarkan kır zincirlerini zincirlerimizden başka kaybedecek neyimiz var diyor ve ekliyoruz “sen yoksan bir eksiğiz!” 78 the weather girls - it's raining men geylerin milli marşı. bu şarkıda dans etmeyen bir erkek görürseniz, “düz” olduğundan şüphelenebilirsiniz. 79 seyyal taner naciye her dem camp, her dem kitsch, her dem ikon seyyal taner'den bir “kiraz çiçek açtı” öyküsü. 80 jill sobule i kissed a girl ayşe'nin fatma'nın yanağına kondurduğu busenin şarkısı. 81 village people y.m.c.a. dört fetiş adam, seksi figürler, tahrik unsuru sözler… disko topunun altında seksi görünmek için gerekli şarkılardan biri. 'say bakalım 10 şarkı' denince ilk akıllara gelenlerden. 82 pet shop boys being boring bir yanı hüzün, bir yanı umut… pet shop boys'un tüm kariyerinin niyetine bu listede. 83 çiler uçalım mı? 1995 yılının en

davetkâr şarkısı. şarkıcı unutuldu ama şarkı hala kulağa fısıldanırken çok seksi geliyor. 84 zeki müren gizli aşk bu kimselere söylenemeyen hislerin, aşkların, duyguların şarkısı. punk paşa'nın sandık lekesi. 85 diana ross i'm coming out evet bir kot reklamında kullanılmış olabilir ama diana bizim için söylüyor hala: ben açılıyorum! 86 gökhan kırdar susma romantik abinin kafayı kırdığı, diline arsız kelimelerin düştüğü şarkısı. sıra sana gelmesin diyor. 87 göksel karar verdim zorla hapsedildiği duvarın kaderi olmadığına ikna olmuş bir kadının ciğeriyle şakıdığı “an” şarkısı. 88 le tigre on the verge belki çok “camp” değil, ama neredeyse klasik bir lgbtt şarksısı. 89 billie holiday strange fruit holiday'in sesinden önce siyahlara, sonra da tüm “öteki”lere acıklı bir ağıt. 90 cici kızlar delisin cızırtılı plaklardan kalbine söz geçiremeyen kadınlara… 91 janis joplin piece of my heart blues rock'ın efsane sesinden aşık olduğu kadına yazılmış bir destan. 92 manga & göksel dursun zaman sert gitarlarla göksel'in acıklı sesinden karanlık zihinlerin kanlı elerliyle aramızdan ayrılanlara ağıt. 93 zuhal olcay leyla kulağına üç kez fısıldanan adını değil, kendi istediği ismi seçenlere gizemli bir selam. 94 k.d. lang constant craving en ünlü açık lezbiyen kadınlardan birinden, eşcinsel kadınlar için neredeyse marş olmuş bir şarkı. 95 rihanna don't stop the music kimsenin şarkı söylemediği, dans pistinde tepinmediği günleri düşünün. ne korkunç! 96 tori amos hey jupiter tori'nin kariyerinin en önemli şarkılarından biri. içli içli soruyor: neşeli misin, hüzünlü mü? güzel bir kelime oyunu: “are you gay, are you blue.” 97 erasure i love to hate you iki ileri, bir geri. new wavecilerden bir ying yang hikâyesi. nevrotik aşkın tema müziği. 98 madonna express yourself tabii ki madonna. ve tabii ki her şarkısı ama “kendini ifade et” içlerinde en doğrusu. 99 nilüfer ne masal ne rüya ilk bakışta bir müsamere şarkısı izlenimi veren şarkı aslında “bir arada yaşamaya” dair çok doğru bir şey söylüyor.

100 ………………… bu satır senin. seni anlatan şarkıyı yazmak için bu boşluğu doldurabilirisin. doldurduğun boşluğunu bawer@kaosgl.org adresine atarsan web sitemizde bir derleme yapar, seçkini herkesle paylaşırız.


gün yüzü

kalbimiz yara, içimiz hasret doludur naim dilmener naimdilmener@gmail.com

Günümüz kuşağı, Yıldız Tezcan'ı yanlış ya da saçma bir biçimde tanıdı. 60'lı yılların bu Süperstar'ı, bir yıl kadar önce, “Şok… Şok… Şok…”çuların elinde oyuncak olmuş bir halde doldurmuştu ekranları. “Orhan Gencebay'la büyük bir aşk yaşamıştık…” mı demişti, “birbirimizi seviyorduk, birileri engelledi…” mi, öyle şeyler dedi ve insanı oturduğu yerden sıçratan o meşum ses(ler) hep birden başladı(lar) bağırıp çağırmaya: “Az sonra da az sonra…” “Boş” değildi Tezcan'ın söyledikleri ya da tamamen boş değildi. 60'ların ikinci yarısında Gencebay, o günlerin en popüler, en fazla iş yapan, en çok plak satan yıldızlarının başında gelen (ki günümüz kuşağının gözünde bu popülerliğin niteliği ve niceliği birlikte canlansın diye, günümüzden bir örnek verelim; Sezen Aksu+Seda Sayan kadar ünlü ve popülerdi) Tezcan'ın saz kadrosundaydı ve Anadolu'nun dört bir yanındaki turneler dahil, sanatçının arkasında bağlama çalmaktaydı. O günlerin basını da, bu, gerçekten “star ışığı”na sahip genç müzisyene uzak kal(a)mamıştı zaten. Konya'da yapılan “Aşıklar Bayramı”nın 1968 yılındaki turunda, “Yıldız Tezcan kadar, şarkıcıya eşlik eden Orhan Gencebay adlı genç saz sanatçısı”nın da alkışlandığını yazmışlardı mesela. Kader, popüler müziğin bilirkişiliğine kadar gidecek bir yolu, ince bir işçilikle ve oldukça erken bir tarihte inşa etmeye-döşemeye başlamıştı işte. postacı postacı Sony&BMG, bir zaman önce “Türk Halk Müziği” adlı bir dizi

yayınlamaya başladı. Bu diziden Ali Ekber Çiçek, Yıldıray Çınar, Aşık Mahzuni Şerif , Muzaffer Akgün, Nuri Sesigüzel ve Neşet Ertaş gibi önemli isimlerin albümleri yayınlandı. Bir de Yıldız Tezcan'ın albümü. “Gurbet Yolu” alt başlıklı bu albümde, Tezcan'ın o yanık sesiyle söylediği ve tamamıyla da ortalığı ateşe verdiği türkülerinin önemli bir bölümü yer almakta. 2000 yılında yayınlanan ve Tezcan'ın “millenium” çağını açtığı albümü 'Görüş Günü'nden sonra yayınlanan ikinci Tezcan CD'si bu albüm; ama 60'ları olduğu gibi (yani orijinal versiyonlarla) günümüze taşıyan ilk CD. Müzik dünyasına, 1958 yılında “Radyo Çocuk Saati” ile giriş yapan Tezcan, kısa bir süre sonra Yıldız Goncagül adıyla gazinolarda şarkı söylemeye başlamış, ardından da gazino ve plak dünyasının popüler isimlerinden Mahmut Tezcan ile evlenmiş ve bu evlilik sonrası her şey gerçekten de tamamına ermiş ya da erdirilmişti. En önemli yapıtlarını Odeon'un çatısı altındayken verdi. 45'liklerin, LP'lerin birbirini sık aralıklarla takip ettiği ve her birinin yüz binlerce sattığı Odeon dönemi, Tezcan'ın en parlak dönemi. seni candan sevmiştik 'Ekinler Biçer Oldu', 'Ağlayan Gözlerim', 'Gam Yükü' ve 'Kapı Önünde Durdum' gibi, Yıldız Tezcan'ı Yıldız Tezcan yapan türkülerin bir bölümü bir şekilde dijital dijital gelmiş önümüze işte. Başta, o zamanlardaki düşünme ve davranma biçimlerimiz üzerine olmak üzere, geçmişimiz hakkında çok fazla şey söyleyen bu türküleri (yaratıcısı belirtilmemiş, emek vereni sayılmamış diyerek, yani kapaktan nem kaparak) reddetmenin, onl ara uzak kalmanın da alemi yok. Bir saflık dönemi yaşanmış o zamanlar, yüreklerin sonuna kadar ferah tutulmasına yol açan mutlak bir saflık. Türküyü bir 'kadın' söylüyormuş, “Altın yüzük bilezik, küpe alayım sana; haydi güllü gel, haydi çilli gel, tıpış tıpış, mınış mınış gel…” diyormuş ve kimselerin aklına, “bu türküyü, kim, kime söylüyor ki?” diye düşünmek gelmiyormuş bile. Her şey olağan ya da 'normal' (ya da 'insani') kabul ediliyormuş. Günümüzde ise, herkes söylediği şarkının, oynadığı rolün savunmasını yapmak zorunda kalıyor-bırakılıyor. Kurmaca ve gerçek birbirine karışıyor; canlandırılan rolün, söylenen şarkının 'bulaşıcı' olabileceği, canlandırana-seslendirene yapışıp kalacağı düşünülüyor. “Ben böyle biri değilim ki, şöyle biriyim!” savunmaları ceplerde hazır tutularak roller ya da şarkılar red ediliyor. Bu mantığın vardığı son nokta ise şu: “Bu şarkı kadın şarkısı” ya da “bu şarkı erkek şarkısı…” Sular buraya kadar yükselmiş işte, rol ve şarkı ayrımcılığına kadar. “Batsın bu dünya!” diyelim, ne diyelim.

69


yüz yüze

hande yener:

ben hayalimdeki benim

70

Hande Yener, Kaos GL'nin düzenlediği “Türkiye'nin 'gay ikonu'” anketinin açık ara birincisi oldu. Nedeni geylerle ilgili açıklamalarıydı büyük ölçüde. Ancak Yener, yaptığı şarkılar, giydiği kıyafetlerle de birden bire bambaşka bir koltuğa oturdu geyler arasında. Kimileri için taklitten ibaret, kimileri için de imajı ve şarkıları yeterince orijinal sayılan bu kadın, LGBT camiada çokça konuşulan biri haline geldi. Farklı sularda yüzdüğünü iddia eden Yener'e sorduk: O bir “çöp star” mı, “gay ikonu” mu? Ayrıntıları söyleşinin yanıtlarında gizli… aykan safoğlu & bawer çakır


Kaos GL ve Hande Yener aynı cümlede kullanılınca, ister istemez ilk soru Kaos GL'nin düzenlediği “gay ikonu” anketi olacak. Açık ara “gay ikonu” seçildin Kaos GL okurlarınca. Neler düşünüyorsun? HERKESE TEŞEKKÜR EDİYORUM. KENDİMİ ÇOK İYİ HİSSEDİYORUM ENERJİM ARTIYOR. BÖYLE BİR KİTLENİN BENİ BU KADAR ÖZEL HİSSETTİRMESİ ARAMIZDAKİ BAĞI GÜÇLENDİRİYOR. BEN ZATEN GAYLERİ SEVİYORDUM... Bu ankette Ajda Pekkan, Sezen Aksu, Murathan Mungan, Aysel Gürel, Zeki Müren gibi isimleri geride bırakmanı neye bağlıyorsun? Neden “gay ikonu”sun sence? GERÇEKTEN BUNU TAM OLARAK BİLEMİYORUM. TAMAMEN GAYLERİN TERCİHİ. Senin “gay ikonu” olmanla “Black Is Beautiful” diyen 'gay ikonu' Diana Ross arasında nasıl bir paralellik var? 'Ezilenlerin ikonu' olarak kendini mağdur hissettiğin neler var? PARALELLİĞİ BİLEMEM AMA BU SADECE KİŞİNİN GÜÇLÜ VE GENİŞ DÜŞÜNEBİLMEYE İSTEKLİ OLMASIYLA İLGİLİ. BEN KALBİNİN SESİNİ DİNLEYEN

VE HAYATIN İÇİNDEN BİRİ OLARAK BU ÜLKEDE ASLINDA İSTEDİĞİNİZ HER TÜRLÜ ÖZGÜRLÜĞÜN VAR OLDUĞUNA İNANIYORUM. BENCE BU DURUM, ÖZGÜR OLAN VE ORTAK OLAN ALGILARIN BULUŞMASI. BUNU KİMSE ENGELLEYEMEZ Kİ… ACIDAN KURTULUP KENDİ İSTEĞİNE KAVUŞMAK… BENCE HEPİMİZİN GÜCÜ BUNA BENZER İSTEKLER SAYESİNDE OLUŞUYOR. değişim benim yol arkadaşım Sürekli değişen, gelişen, ilerleyen bir Yener izliyoruz 2006 yılbaşından beri. 'Değişim' neyi ifade ediyor senin hayatında? DEĞİŞİM DOĞDUĞUMUZ ANDAN ÖLENE KADAR VAR. OLMASA HAYAT BİTMEK BİLMEZ. DEĞİŞİM BENİM YOL ARKADAŞIM. O BENİM COŞKUM, O BENİM ÖĞRETMENİM... DEĞİŞİM HAYATIMIZ DEMEK BENCE. Türkiye'de Ajda, sen, Lübnan'da Fairuz, Mısır'da Dalida gibi batılı icracılar daha çok tutuyor gibi. Neler söyleyebilirsin bu konuda? KALİTELİ MÜZİĞİ DESTEKLEYEN ÇOK BÜYÜK KALABALIKLAR VAR. KİM KALİTEYİ SEVMEZ Kİ? 'Nasıl Delirdim?' ile ilgili video çekmeyeceğini,

DEĞİŞİM BENİM YOL ARKADAŞIM. O BENİM COŞKUM, O B E N İ M Ö Ğ R E T M E N İ M . . . D E Ğ İ Ş İ M H AYAT I M I Z D E M E K !

yeni albüm için çalıştığını duyduk. Emniyet kemerlerimizi bağladık, bekliyoruz. Yeni albümünde bizler nelere şaşıracağız? Ayrıca yeni projeler neler? Studio Live konserinde yurtdışına açılmaktan, Naciye'ye klip çekmekten bahsetmiştin misal. “NASIL DELİRDİM” ALBÜMÜ VE KEMAL DOĞULU SİNGLEI ÇIKTIĞINDA YENİ ALBÜMÜMÜN TARZI KAFAMIZDA BELİRMİŞTİ. NE TARZ ŞARKILAR İSTEDİĞİMİZİ VE ALTYAPILARI EROL TEMİZEL'LE SEÇMEYE BAŞLAMIŞTIK... 4 AY ÖNCE ALBÜM İÇİN START VERDİK. YENİ ALBÜMÜMÜN SONUÇLARINI YAKINDA PAYLAŞACAĞIZ. O NEDENLE ANLATMAYI DEĞİL, DİNLEMENİZİ TERCİH EDİYORUM. ANLATMAK SINIRLAYABİLİR. YURTDIŞI PROJEMİ DE ZAMANI GELDİĞİNDE MUTLAKA DUYUCAKSINIZ... Şarkıların kadar albüm kapakların, kliplerin, kıyafetlerin, dansların, mimiklerinle de dikkat çekiyorsun. Zaman zaman maskulen bir Hande görüyoruz, bazen de androjen bir Hande. Oldukça camp bir halin var. Sen kendini camp buluyor musun? EVET, SANIRIM BEN CAMPIM. GÖRSEL OLARAK KEMAL DOĞULU'YLA ÇALIŞIYORUM. BENİM RUH HALİMİ İYİ BİLEN BİRİ VE MODERN OLDUĞUMU İYİ BİLEN BİRİ. ONUNLA ÇALIŞTIĞIM İÇİN ÇOK ŞANSLIYIM. BENİM HAYALLERİMİ GERÇEKLEŞTİREN ODUR. BENİ TANIDIĞI GİBİ YANSITIYOR.

71



YAPTIKLARIMIZIN MÜZİĞİMLE VE RUHUMLA ÇOK UYUMLU OLDUĞUNU DÜŞÜNÜYORUM. YANİ BEN HAYALİMDEKİ BENİM… Senin geylerle ilgili açıklamalarının ardından birçok isim eşcinselliğe ve mücadelelerine dair pozitif açıklamalar yaptı. Örneğin; Hülya Avşar “İnsan hakları meselesi kolay hallolur diye düşünüyorsanız ben de size 'önce eşcinsellerin problemlerini halletmeliyiz. Hani şu yoklarmış gibi saydıklarımızın' derim. Bana göre asıl bölücü olan, eşcinselleri saymayanlar. Bunun başörtüsünden ne farkı var ki! Başörtülüler üniversiteye giremiyor. Eşcinseller ise hiçbir yere. İş bulamıyorlar, onlara yaratık gözüyle bakılıyor, arkadaşlık etmek bile ayıp karşılanıyor" dedi. Bu gelişme için neler söyleyebilirsin? Katkın olduğunu düşünüyor musun az da olsa? HÜLYA AVŞAR ZATEN ÖNGÖRÜLÜ BİR SANATÇI. GENEL OLARAK EŞCİNSELLER İÇİN DAHA BİRŞEYLER YAPABİLDİĞİMİZİ DÜŞÜNMÜYORUM. HÜLYA AVŞAR ÇOK DOĞRU SÖYLÜYOR… 2008'DE BELKİ BİRÇOK ŞEYİ DEĞİŞTİREBİLİRİZ… en gey şarkım romeo Bu yıl 25-29 Haziran 2008 tarihlerinde gerçekleştirilecek Eşcinsel Onur Haftası etkinliklerinde adın geçiyor sık sık. Seni sahnede görebilecek miyiz bu sene, ne dersin? Ya da Eşcinsel Onur Yürüyüşü'nde gökkuşağı bayrağının ucundan tutma ihtimalin var mı? MUTLAKA BİRİNDE OLURUM 100. sayısını çıkartan bir eşcinsel dergisinden, 1500'e yakın kişinin yürüdüğü Eşcinsel Onur Yürüyüşü'nden bahsediyoruz ve bu insanlar Hande Yener'i çok seviyor. Özgürlük mücadelemize dair söyleyeceklerin vardır muhakkak. HAYATTA EN SEVMEDİĞİM ŞEY İNSAN AYIRMAKTIR. ÇİFTE STANDART YAPILMASINA ÇOK KARŞIYIM. ÖZELLİKLE ONLARI SANATTA DAHA ÇOK GÖRMEK İSTERDİM. BU YÜRÜYÜŞ İŞİN BELKİ DÖRTTE BİRİ. YAPILMASI GEREKEN DAHA ÇOK ŞEY VAR. HAYATTA BAZI ŞEYLER İSTEMEDEN OLMAZ. O YÜZDEN BEN HER ZAMAN ONLARLA VARIM VE HER ZAMAN İLETİŞİMDEYİM. UMARIM BU GÜNLER DE AŞILACAK VE UMARIM HERKES ÖZEL HAYATA SAYGI DUYUCAK. Sence en gey şarkın hangisi? Ve neden? ROMEO OLABİLİR... HERKES ROMEOSUNU ARIYOR DİYE OLABİLİR. “Bir kelime, bir işlem”i hatırlarsın. Aşağıdaki kelimelere/isimlere dair düşüncelerinle bitirelim istiyoruz bu söyleşiyi. Ve teşekkürler ediyoruz…

ZEKİ MÜREN: UNUTULMAZ MADONNA: STARLIĞIN ADI EŞCİNSEL: KALBİNİN SESİNİ DİNLEYEN DİSKO TOPU: 80 LER MÜZİK: ELEKTRONIC MÜZİK VE NEFES BÜLENT ERSOY: MARJİNAL, FEVKİNİN FEVKİİİ... AVRUPA: KALİTELİ YAŞAM, EKONOMİK VE SANATSAL ZENGİNLİK GÖKKUŞAĞI: HER RENGİ BARINDIRIR GAYLER GİBİ İMAJ: STİL SAHİBİ OLAN BİRİ İÇİN NORMAL BİR DURUM AJDA PEKKAN: SÜPERSTAR HÜLYA AVŞAR: HER GÜZEL ŞEYİN BİR ARADA OLDUĞU NADİR İNSAN... KAOS GL DERGİSİ: GÖKKUŞAĞI

73


yüzde yüz

Pluton'da Kahvaltı

74

Ortalığa (S)Açılmış 100 Film hazırlayan:

aykan safoğlu

Avcıların Bekâreti (La Virgen de los sicarios) - Barbet Schroeder, 2000 Aşıkların arasına giren tetikçilerden hazzetmediğimiz için. Maurice - James Ivory, 1987 Yatakların kırıldığı sevişme sahnelerini sevdiğimizden. Mutlu Beraberlik (Happy Together) Kar Wai Wong, 1997 Senaryoda değişiklik yaparak kandırdığı homofobik oyuncusunu çekim için Arjantin'e getirtip eşcinsel rolü oynattıran Kar Wai Wong için. Temel İçgüdü (Basic Instinct) Paul Verhoeven, 1992 Antalyalı Sharon Emel gibi hepimiz adına erkeklerden öcümüzü aldığı için. Pembe Flamingolar (Pink Flamingos) - John Waters, 1972 Normal olan hayatlarımızın üzerine lavabo-aç döküp çektiği için. Elveda Cariyem (Farewell my Concubine) Chen Kaige, 1993 Elvedaların zor olduğunu öğrettiği için. Hedwig ve Kızgın Çıkıntısı (Hedwig and the Angry Inch) John Cameron Mitchel, 2001 Muhteşem soundtrack'i ile kulaklarımızın pasını, öyküsüyle de içimizin transfobisini attığı için.

Erkekler Ağlamaz (Boys Don't Cry) - Kimberley Pierce, 1999 Kadından erkeğe trans görünürlüğünü Hilary Swank'in unutulmaz performansıyla sağladığı için. Cennetlik Yaratıklar (Heavenly Creatures) Peter Jackson, 1994 Aydınlık bakışlı iki kızın neleri göze alabileceğini gösterdiği için. Tuhaf İlişkiler (Bound) - Andy&Larry Wachowski, 1996 Corky'nin unutulmaz lipstick lezbiyen performansı için. 9 - Ümit Ünal, 2002 Mahallemizde bizden birileri olduğunu da hatırlattığı için. Kahrolası (Tarnation) - Jonathan Caouette, 2003 Genç bir adamın ailesi ve kendisiyle fena halde yüzleşmesine bizi şahit yazdığı için. Flesh for Frankenstein Paul Morrissey, 1973 Udo Kier'in tekinsiz gözlerinin ne işe yaradığını anlamak için. Düş Gezginleri - Atıf Yılmaz, 1992 Sınıfsal önyargılarımız ve farklarımızın ne kadar ölümcül olabildiğini izah ettiği için. Aimée&Jaguar -Max Färberböck, 1999 İkinci Dünya savaşı sırası Felice ve Lilly'nin Gestapo'ya rağmen aşkları için.


Scorpio Rising - Kenneth Anger, 1964 Tom of Finland gibi kültleri sevdiğimiz ve Anger'ın yarattığı mitoslar için. Gece, Melek ve Bizim Çocuklar - Atıf Yılmaz 1993 Uzay Heparı'yı hüzünlü bir rentboy, Derya Arbaş'ı da gururlu bir lubundostu olarak takdim ettiği için. Çıplak Şölen (Naked Lunch) - David Cronenberg, 1991 Hasan ile sevişmek isteyen bir balamozu böceğe dönüştürdüğü için. İki Genç Kız - Kutluğ Ataman, 2004 Fashion TV izlerken “Bunlar bile koca buldu, bir ben bulamadım” diyen Hülya Avşar ile erkek egemen toplumumuza tersler bir bakış attığı için. Özgürlüğün Zorbalık Hakkı (Faustrecht der Freiheit) - Rainer Werner Fassbinder, 1975 Fassbinder'in “Burjuva aile bireyleri nasıl bozulur?” konulu atölye çalışmasını görmek için. Dönersen Islık Çal - Orhan Oğuz, 1993 İstiklal caddesini şişme lastik toplarla kapladığı için. Lanetliler (La Caguta delgi dei) - Luchino Visconti, 1969 SS'lerin öfori ve homoerotizm kokan yaz kamplarının ölüm kampına dönüştüğü sahneler ve Dirk Bogarde'ın kabare performansı için. İsyancıl Kadınlar (Women in Revolt) - Paul Morrissey, 1971 Candy Darling, Holly Woodlawn, Jackie Curtis'i “politikaya angaje kızlar” olarak izlemek için. Lola ve Bilidikid- Kutluğ Ataman, 1999 Mahalle baskısı, göçmen ve queer olmak üzerine meğer ne çok laflamak istiyormuşuz. Hala konuşuyoruz. Bir Aşk Şarkısı (Un Chant Amour) Jean Genet, 1950 Esaret altında aşkın duvardaki bir delikten bile sokulabileceğini gösterdiği için. Before Stonewall - John Scagliotti, Greta Schiller, 1984 “Hafıza politiktir” diyerek belleğimize ihtiyacımız olduğunu hatırlattığı için. Lonesome Cowboys Paul Morrissey 1968 Gey kovboy olur mu diyenlere verdiği Warholesk yanıt için. Benim Güzel Çamaşırhanem (My Beautiful Laundrette) - Stephen Frears, 1985 “Hem göçmen hem de eşcinselsen, tüm İngiltere çamaşırcı olsa barınamazsın” dediği için. Denizci (Querelle) - Rainer Werner Fassbinder, 1982 Fassbinder'in Jean Genet'den ödünç aldığını Tom of Finland benzeri bir imge dünyasına nasıl evrilttiğine tanık olmak için. Düğün Yemeği (The Wedding Banquet) - Ang Lee, 1993 Gey ev sahibi ve hetero kiracının evlilikle sınavının komik olduğunu düşündüğümüz için. Çarpışma (Crash) David Cronenberg, 1996 Sakatfobimizi kırdığı ve bi-aşk vardır diyebildiği için. Doğu Sarayı, Batı Sarayı (Dong gong xi gong) - Yuan Zhang, 1996 “Pekin'de çark başkadır; acıdır…” dediği için. Pluton'da Kahvaltı (Breakfast on Pluto) Neil Jordan, 2005 Eşine rastlanılmayan bir güzellikteki Cillian Murphy'yi dans pistinde görüp büyülendiğimiz için.

Karanlıktan Önce (Before Night Falls) Julian Schnabel, 2005 Johnny Depp'i Karayip Korsanları'ndan daha harika rollerde gördüğümüzü hatırlamak için. Zehir (Poison) Todd Haynes, 1991 AIDS'in bir metaforla ancak bu kadar güzel anlatabileceğini gösterdiği için. Ağlatan Oyun (The Crying Game)- Neil Jordan, 1992 Irk, toplumsal cinsiyet, cinsellik ve milliyetçilik üzerine harika bir gerilim olduğu için. Arzunun Kanunu (La Ley del Deseo) Pedro Almodovar, 1987 Carmen Maura'yı trans kimliğini gizleyen gizemli aktris rolüyle hafızamıza kazıdığı için. Cahil Periler (Le fate ignoranti) Ferzan Özpetek, 2001 İtalyan sinemasına yeni bir soluk getirdiği için. Kuş Kafesi (Birdcage) - Mike Nichols, 1996 Aşırı sağcı dünürlere karşı söyleyecek sözümüz, atacak kolimiz olduğu için. 101 Reykjavík - Balthasar Kormákur, 2000 -30 derecede ve gündüzlerin 5 saat sürdüğü bir iklimde porno izlemektense keşfedilecek şeylerin olduğunu gösterdiği için. Annem Hakkında Her Şey (To do sobre mi madre) - Pedro Almodovar, 1999 Annelerimizi sevdiğimiz için. Veda Vakti (Le Temps qui reste) François Ozon, 2005 En hüzünlü ve bir o kadar da güzel bekleyiş için. Priscilla, Çöller Kraliçesi (The Adventures of Priscilla, The Queen Of The Desert) - Stephan Elliot, 1994 Her yerde drag show yapılır hem de gişeleri sallar diyebildiğimiz için. Satyricon - Federico Fellini, 1969 İsadan önce Fellini'den sonra homoerotizm için. Yalnız Yatmak İstemiyorum (Hei Yan Quan) - Tsai Ming Liang, 2006 Sabit planlara dayanamayan izleyicileri “ayyyyy” diye bağırttığı için. Sakıncalı Film Dolabı (The Celluloid Closet) - Rop Ebstein&Jeffrey Friedman, 1995 Bir avazda eşcinselim diye bağıramadığımız zamanlarda yapılmış filmleri yeniden keşfettirdiği için. Şairin Kanı (Le Sang d'un poéte) - Jean Cocteau, 1930 Yunan heykellerine tutkumuzu başlatan film olduğu için. Dişi Kovboylar da Hüzünlenir (Even Cowgirls get the Blues) - Gus Van Sant, 1993 Kocaman başparmaklarıyla Uma Thurman'ın şahane fistfuck yapabildiğini düşündürdüğü için. Yalnız Kalpler (The Music Lovers) - Ken Russell, 1971 “Çaykovski de geymiş dostlar, duyduk duymadık demeyin” demeden müzikleri ve hüzünlü hikayesi için izlenilmesi elzem olduğu için. İyi İş (Beau Travail) Claire Denis, 1999 Denis Lavant'ı lejyona yakışıklı Grégoire Colin'in katılmasıyla çileden çıkan gizli eşcinsel olarak gördüğümüz için. iyi iş

75


76

Benim Güzel Idaho'm (My Own Private Idaho) - Gus Van Sant, 1991 Narkolepsi hastası sokak fahişesi rolünde River Phoenix'e tutulduğumuz için. Paris Yanıyor (Paris is Burning) - Jenny Livingston, 1990 “Nitekim yaşama coşkusu da emek ister, hayal gücü gerektirir” dediği için. Çocuklar (Kids) - Larry Clark, 2002 Ergenliğin cehennem olduğunu en iyi bizler bildiğimiz için. High Art - Lisa Cholodenko, 1998 Gelmiş geçmiş en iyi lezbiyen filmi olduğu için. No Skin off my ass - Bruce LaBruce, 1991 “İbne olmak kesinlikle bir artıdır” sloganı için. Leigh Bowery Efsanesi (The legend of Leigh Bowery) Charles Atlas, 2002 Boy George'un domezi olduğu harikulade moda ikonunu daha yakından tanımak için. Antonia'nın Yazgısı (Antonia's Line) - Marleen Gorris, 1995 Anaerkil toplulukları sevdiğimiz için. Pembe İmparatorluk (The Raspberry Reich) - Bruce LaBruce, 2004 “Heteroseksizm, kitlelerin afyonudur” dediği için. Acı Ay (Bitter Moon) - Roman Polanski, 1992 Trans-atlantik bir yolculuğa her daim hazır olduğumuz için. Kabare (Cabaret) - Bob Fosse, 1972 Charles Isherwood'un Berlin hikâyelerinden uyarlandığı için. Sev Beni (Fucking Åmål) - Lukas Moodysson, 1998 Agnes ve Elin'in İsveç taşrasındaki aşklarına ikna olduğumuz için. Örümcek Kadının Öpücüğü (Kiss of the Spider Woman) - Hector Babenco, 1985 Hapishanede aşkın mümkün olduğunu Oscar Wilde'dan beri bildiğimiz için. Gece Bekçisi (Il portiere di notte) Liliana Cavani, 1974

Langston'u Aramak

Charlotte Rampling'in çıplak göğüsleri ve askıları ve iki damla gözyaşı için. Orlando - Sally Potter, 1992 Tilda Swinton'ın içten içe gacı olduğunu düşündürttüğü için. Valentino - Ken Russell 1977 Rudolf Nureyev'in Valentino yorumu için. Aşkın 4.6 Milyar Yılı (46-okunen no koi) Takashi Miike, 2006 Eşcinsel aşkı manga estetiğiyle var ettiği, koreografileri etkileyicinin ötesinde olduğu için. Showgirls - Paul Verhoeven 1995 Başta Madonna ve Drew Barrymore'lu bir kadro düşünülmüş ve gerçekleşmemiş olsa da bizi Las Vegas'ta lezbiyen aşka inandırdığı için. Edward II - Derek Jarman, 1991 2. Edward'in gey kimliğini destekleyen aktivistlerin eylemi ve Annie Lennox performansı için. Swoon - Tom Kalin, 1992 Richard Loeb ve Nathan Leopold Jr aşkı için. Brooklyn'e Son Çıkış (Last Exit to Brooklyn) - Uli Edel, 1989 Eşcinsel olduğunu idrak eden sendikacı karakterin hüzünlü hikâyesi için. Thelma & Louise - Ridley Scott, 1991 “Her yol Teksas'a çıkar” diyebilen ev hanımları oldukları için. Mulholland Çıkmazı (Mulholland Dr.) - David Lynch, 2001 İki kadının yazgısının mistik bir biçimde birbirine geçebileceğini gösterdiği için. Salmonberries - Percy Adlon, 1991 Başrolünde K.D. Lang olduğu için. Yossi & Jagger - Eytan Fox, 2002 İsrail ordusu kadar korkunç bir savaş makinesinin içine sıkışmış bir aşk hikâyesi için. Henry & June - Philip Kaufman, 1990 June, Anais Nin ve 1931 Paris'i için. Kiss - Andy Warhol 1963 “Alla, Alla, Alla, Alla... Bu nasıl öpmek?” diyebilmek için. Langston'ı Aramak (Looking for Langston) - Isaac Julien, 1989 Julien'in Langston Hughes'a yaktığı ağıt için.


Parti Canavarı (Party Monster) Fenton Bailey&Randy Barbato, 2003 Macaulay Culkin'i Amerikanca gullüm ederken gösterdiği için. Carrington - Christopher Hampton, 1995 Gey yazar Lytton Strachey, vicdani ret ve üçlü bir ilişkinin cazibesine kapıldığımız için. Brokeback Dağı (Brokeback Mountain) - Ang Lee, 2005 Bir Amerikan mitini romantik bir süzülüşle çökerttiği için. Kızgın Taşlara Düşen Su Damlaları (Gouttes d'eau sur pierres brûlantes) - François Ozon, 2000 Unutulmaz popo dansı ve bitmesini istemediğimiz aşk üçgenleri, dörtgenler, beşgenleri için. Venedik'te Ölüm (Morte a Venezia) - Luchino Visconti, 1971 Hepimiz bir gün Tadzio'yu aramayacakmışız. En güzel ölüm sahnelerinden biri. Teorem (Teorema) - Pier Paolo Pasolini, 1968 Eve yeni gelen bir hizmetçinin burjuvazinin toplumsal cinsiyet ezberini bozabileceğini gösterdiği için. Devrimin Kızkardeşleri (Schwestern der Revolution) Rosa von Praunheim 1969 Praunheim'ın Rosa'sını tanımak için eşsiz bir fırsat olduğu için. İp (Rope) - Alfred Hitchcock, 1948 Kötü gey de olur diyebilmek için. Yırtıcı Geceler (Les Nuit Fauves) - Cyril Collard, 1992 Biseksüel ve enfekte olduğu için. 8 Kadın (8 femmes) - François Ozon, 2002 Catherine Deneuve, Fany Ardant, Isabelle Huppert, Emmanuel Béart ve fotoğraflardaki Romy Schneider için. Kötü Eğitim (La Mala educación) Pedro Almodovar, 2004 Antonio Banderas'ı saman altından su yürüten gey tahtından indiren Gael Garcia Bernal için. Madam Butterfly (M. Butterfly) - David Cronenberg, 1993 “Aşk her şeyi affeder mi?” sorusunu 90'ların başından beri ağzımıza sakız ettiğimiz için. Caravaggio - Derek Jarman, 1986 Caravaggio'nun hayatını bu kadar sapkın anlatabildiği için.

The Rocky Horror Picture Show - Jim Sharman, 1975 Susan Sarandon, Tim Curry tarafından canlandırılan bir trans ile seviştiği için. Desert Hearts - Dona Deitch, 1985 Yönetmen Patricia Charbonneau lezbiyen aşkı anlatan filmin çekimleri boyunca hamile olduğu için. Velvet Goldmine - Todd Haynes, 1998 Jonathan Rhys Meyers'in Ewan McGregor'a sahnede oral seks benzeri bir performans yapması sonucu kadife yüreklerimizi dağlamış olduğu için. Transamerika (Transamerica) - Duncan Tucker, 2005 Umutsuz Ev Kadınları'ndan Felicity Huffman'ı bir trans olarak izlemenin ne kadar manidar olduğunu bildiğimiz için. Tenin Gizemi (Mysterious Skin) Gregg Araki, 2004 Ergen erkek fahişeler ve ilgisiz ebeveynlerin uzaylılarla kesişen hikâyesi için. Kusursuz (Flawless) - Joel Schumacher, 1999 Robert De Niro'ya “Git o kadar mafya filmi çek bir travestinin komşusu olduğunda nevrin dönsün, olacak iş değil” demek için. Açlık (The Hunger) - Tony Scott, 1983 Catherine Deneuve ve Susan Sarandon çok güzel öpüştükleri için. Aşk İçin Cihad (A Jihad for Love) Parvez Sharma, 2007 Elhamdülillah eşcinselim diyebildiğimiz için. Wittgenstein - Derek Jarman, 1993 Doğanın ve dilin sınırlarının modern tiyatro ile sınandığı şahane bir biyografi olduğu için. Canavar (Monster) - Patty Jenkins, 2003 Ailen Wuornos'ın hikâyesini saptırmadan anlatmaya gönül indirdiği için.

Canavar

77


yüzakı

78

berlin duvarında bir çatlak aykan safoğlu aykan@kaosgl.org

John Cameron Mitchell ile tanışıyoruz epeydir. O, 2001 yılında çektiği ve Doğu Berlin'de doğmuş Hansel'in bir Amerikan subayına aşık olup cinsiyet değiştirme operasyonu geçirerek Batı Berlin'in Hedwig'i olmasını konu edinen 'Hedwig ve Kızgın Çıkıntısı' (Hedwig and the Angry Inch) ile uluslararası platformda şöhret olmuş biri… Oysaki önceleri kendi hayatından izler taşıyan bir Broadway müzikali olarak tasarladığı 'Hedwig ve Kızgın Çıkıntısı', onu Amerika'da daha 1998 yılında yıldız mertebesine eriştirmişti. O kadar ki müzikalin Los Angeles ilk gösterisi çabucak David Bowie yapımcılığında gerçekleşebilmişti. Nitekim camiamızın ağır ağabey ve ablalarının gözünden kaçmayacak türde işler yapıyordu John Cameron Mitchell. Onda star ışığı vardı… Karizmasıyla sinema tarihine geçen Hedwig karakterini canlandırırken takındığı didaktik pozlarda, ya 2. Dünya Savaşı sonrası parçalara bölünmüş Batı Berlin'in Amerikan

bölgesinde bir dönem komutanlık yapmış olan babasının parmağı vardı, ya da soğuk savaşın gerilimi böyle fenomenlerin doğuşunda sihirli bir etkiye sahipti; ama onda şeytan tüyü de vardı. Artık John Cameron Mitchell, alamet-i farikası asabiyeti ve özgünlüğü olan Hedwig'i ortaya atarken nelerden etkilendi bilemeyiz, ama eşref saatine denk gelmiş ola ki, hiçbirimiz bu had/hudut bildirmeye hazır transtan ayrılamaz olduk. Biz ayrılamayız… Yırtıcı, mutsuz, şil olduğu kadar yaratıcı, üstelik çok güzel şarkı söyleyen Hedwig, alaturka bir karşılık bulmak gerekirse, biraz Derya Arman, biraz Tilbe Deniz, biraz da Ebru Kırancı, biraz Belgin Çelikvari bir oluşa tekabül ediyor. Dolayısıyla her coğrafyadan, her tabiattan türlü türlü geyin, transın özdeşleştiği ve tanıdık yönler bulduğu bir karakter olmayı başarıyor. Narsisizmi ile küçük tepeleri o yaratmış olsa da, hepimiz kadar seven, hepimiz kadar aşktan mutsuz ayrılan biri; bu yüzden de birçoğumuz kapı komşumuz kadar tanıdık buluyoruz onu. Bu kadar ilgi çekici bir karakteri hem yaratıp hem de pelikülde canlanmasına vesile olan yönetmen/oyuncu John Cameron Mitchell


da kaçınılmaz olarak bu ilgiye ortak/mazhar oluyor. Asker bir babanın oğlu olarak geç yaşta açılmış, kariyeri hayatının görece geç yaşlarında zirve yapmış biri olarak Mitchell'ın, !fistanbul Uluslararası Bağımsız Film Festivali'nin jüri üyesi olarak İstanbul'a geleceğini duyduğumuzda, aklımızda sorular ve belki de boş çıkacak bir sürü beklentiyle beklemeye koyulduk. Üstelik 'Hedwig ve Kızgın Çıkıntısı'ndan sonra, burada gösterim şansı elde edemediği için pek yaygara kopartamamış ama yine de özellikle LGBT camia tarafından merakla, heyecanla izlenmiş 'Shortbus' (2006) da görece taze bir üretimken, Mitchell'a “dök eteğindeki taşları” demek, aklından geçenleri okumak ve kendisiyle tanışmak için sıraya girdik. Allahtan fazla beklememiz gerekmedi. Çünkü John Cameron epey dikkatli bir gözlemci, katılımcı olduğu için, aynı festival kapsamında gerçekleştirdiğimiz “LGBT Video Aktivizmi” isimli atölye çalışmasından daha İstanbul'a gelmeden haberdar olmuş ve bizimle tanışmak istediği haberini göndermişti. Yoğun programından fırsat bulabilirse, biz de izin verirsek, atölyede yapımcılığını yaptığı 'Tarnation /Kahrolası' (Jonathan Caouette, 2003) isimli filmden bahsetmek istedi.

söyledi. Bununla bağlantılı olduğunu düşündüğüm için cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğinin beden algısı üzerinde nasıl bir etkisi olduğunu da sordum. Bu diyarlardan pek

Onda star ışığı vardı… Karizmasıyla sinema tarihine geçen Hedwig karakterini canlandırırken takındığı didaktik pozlarda, ya 2. Dünya Savaşı sonrası parçalara bölünmüş Batı Berlin'in Amerikan bölgesinde bir dönem komutanlık yapmış olan babasının parmağı vardı, ya da soğuk savaşın gerilimi böyle fenomenlerin doğuşunda sihirli bir etkiye sahipti; ama onda şeytan tüyü de vardı. Atölyede ağzımıza geleni söylemekten imtina etmedik ve hatta biraz da çenemiz düştü. Katılımcılar ve dinleyiciler olarak bize verilen zamanı aştığımız an, kendimizi ancak frenleyebilsek de sayın John Cameron Mitchell'ın söyleyecekleri kursağında kaldı; çünkü -jüri görevini ifa etmek- bir film izlemek için sunumumuz nihayete ererken yanımızdan ayrılmıştı. Dolayısıyla bütün merak ettiklerimizi öğrenebilmemiz için tek bir fırsat, hatta tek bir mecra kalmıştı; röportaj yapacaktık. Nasılsa atölyede tanıştık, gerisi kolay gelir diyerek bir randevu aldık; ama şu an yarım saat kadar kısa bir süre içinde bu hiper hızlı bir röportajı bile gerçekleştirebilmiş olmamıza dua ediyorum. 30 dakikada söylenilen sözlerin ard arda sıralanıp anlamını yitirmemesi için de bir metin içine yedirilmesinin en uygun yol olduğuna karar verdim. İlk sorum cinsellik ve bunun algısı üzerine oldu, nitekim bir önceki gece kendisini yakışıklı bir manti ile dans ederken görmüştüm ve şimdi de boynunda gecenin izleri gerdanlık gibi asılı duruyordu. Cinselliğin açıkça ifşa edildiği 'Shortbus'ı yapan biri bakalım bu konuda neler söyleyecekti… Cinsellik üzerine beylik laflar etti etmesine; ama New York'ta yaşayan gey bir yönetmen olarak, Amerika'da görece aydın kesimlerde bile cinselliğin bir tabu olarak algılanmaya devam ettiğini john cameron mitchell

farklı olmayarak Amerika'da da geyler arasında “erkek gibi erkek”, “anti-efemine” söyleminin cinsel pratikleri baskıladığını öğrenmiş oldum. Üstelik John bir itirafta bulunarak, tüm o askeriye geçmişinin de etkisiyle, film yapmadan önce nasıl da transfobik bir eşcinsel olduğunu anlatmaya koyuldu. Öğreniyoruz ki, müzikalde ve filmde kullanılan şarkıların söz yazarı olan Stephen Trask, John'u Squeezebox gibi sık sık drag şovların yapıldığı gece klüplerinden birinde prova almaya ikna edince hikâye nihai halini almış; daha önce yan karakter olan Hedwig bir anda ana karakter oluvermiş. Çünkü öncesinde konserlere ve trans bir karaktere fazla odaklanmayan hikâye, John'un Squeezebox gibi yerlerde karşılaştığı ve hayran kaldığı rock şarkıları coverlayan translar sayesinde farklı bir rotaya saparak değişmiş. John samimiyetle, Hedwig gibi bir transı canlandırmaya başladıktan sonra, -kıyafetleri gardırobu ortaya çıkarmaya başladıktan sonra- yani bir anlamda tebdil-i kıyafet etmesi sayesinde içindeki örtük homofobiden sıyrılabilmiş olduğunu itiraf ediyor. O güne kadar erkek görünümünün verdiği konformizm ile başı rahat olan Cameron, o günlerden sonra bir daha eskisi gibi o l a m a m ı ş . Ş i m d i transvestisizmden b a h s e d e r ke n m i t o l o j i ye

79


shortbus

80

meraklı biri olduğunu hatırlatan sözler sarfediyor; Kızılderili kültünde hem kadın hem de erkek bir nevi sınır 1 noktasında, arada olan- berdache adı verilen ve çoğunlukla Şamanların sahip olduğu tedavi amaçlı ve dinsel ayin gibi sorumluluklara sahip bireylerden bahsediyor. Hedwig'in de, başarılı geçmeyen bir operasyondan sonra “kızgın bir çıkıntı” ile birlikte böylesi bir yaşam pratiğine denk düştüğünü söylemeye çalışıyor. Konuyu buradan alıp New York LGBT hareketinde şu anda nasıl teamüller olduğuna vardırıyorum. Mitchell, uzun yıllar verilen mücadele sonucu toplumda yaratılan bilincin, bir yerde epey konformist LGBT bireylerin de ortaya çıkmasına vesile olduğunu söylüyor. Mesela cumhuriyetçi, oldukça muhafazakâr ve farklılıklara dayanamayan, orta yolcu, bütünleşmeci bir gey profili ile eskiye nazaran daha çok karşılaşıldığından bahsediyor. İstisnalar olduğunu belirtse de genelde GL örgüt ve derneklerin, Trans dernek ve örgütleriyle ayrıştığını söylüyor. Bu temel ayrımı ise, farklı sorunlara sahip gruplar olmaları ile açıklıyor. Burada, muhaliflikten vazgeçme ve toplumun egemen değerleriyle uzlaşı içerisinde olma potansiyelinin, hareketin toplumu ne kadar dönüştürdüğü ile doğru orantılı bir olgu olup olmadığı üzerinde tartışıyoruz. Hemfikiriz ki, toplumun cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğine yönelik duyarlığı arttıkça gey ve lezbiyenler daha az gizlenmek zorunda kalıyorlar ve toplumun açıkça muhafazakâr kesimlerinin tepkileri de görünürlükleri yüzünden translara yöneliyor. Burada konuyu video atölyesini yaptığımız gece kulübüne ve kulübün aynı sokağı (Küçük Bayram Sok.) paylaştığı sirkaflara getiriyoruz. Mitchell, o evlerde bir dayanışma ruhu sezdiğini, bunun çok önemli yaşamsal bir pratik olduğunu ve bu duyguyu atölyede gösterdiğimiz video işlerinde de yakaladığını söylüyor. Sanırım bu noktada birbirini koruyup kollayan, hakkını arayan ve her şeyden önce

bütünleşme geleneği olan bir camia olduğumuzu imlemek istiyor. Sözü döndürüp dolaştırıp Pembe Hayat'ın kefenli eylem görüntülerine getiriyor ve Buse Kılıçkaya'nın söylediklerinin kendisi için ne kadar değerli olduğunun altını çiziyor. Her ne kadar kendisi kurmaca film üretimiyle ilgilenip video aktivizm yapmamış olsa da; burada aktivizm ile uğraşan LGBT bireylerin gösterdikleri video örneklerinin kendisine, Türkiye'deki film üretimi üzerine, hatta bu coğrafya hakkında harika fikirler verdiğini söylüyor. Aktivizm demişken Mitchell Taksim Meydanı'nda karşılaştığı türban eylemi ve polisin oradaki varlığı üzerine de fikir sahibiydi. Emniyet teşkilatını ve polisleri imajlarından, tavırlarına kadar bir sürü açıdan değerlendirebilecekken kadın polislerin varlığından bahsetmeyi seçti… Buradan da hareketle New York'taki orta yolcu LGBT bireylere atıfta bulunarak “ileride bir gün trans bir polisle karşılaşır mıyız?” sorusunun hareketin tartışması gereken önemli bir soru olduğunu belirtti… Ama unutmamamızı istediği bir şey var ki, o da; yaşadıkları zulüm sonucu dayanamadıkları bir noktada transların muhalif kimlikleriyle polisle çatışmaya başlayarak Stonewall olaylarını tetiklemiş oldukları. Transların dayanışma hissiyatlarından feyz alarak Mitchell, özgürlük yolunda bahsettiği dayanışma ve birlik duygusundan başka bir şeye ihtiyacımız olmadığını söyledi, biraz eklemeyi de unutmadı: “Bazen birkaç gerekebilir”

1

polis

arabası

yakmak

Kızılderili kabilelerinde karşı cinsin davranış pratiklerini ve kıyafetlerini benimseyen, 1990lara kadar LGBT bireylerin Kızılderili kültüründe ve dilinde yansıması olarak kullanılan kelime. 90'lardan sonra aşağılayıcı bir yanı olduğu düşünülmeye başlandı ve çift ruhlu /twospirited kelimesi bu ifade yerine daha sık anılmaya başladı.


gün yüzü

'Karanlık Sular', 'Lola ve Bilidikid', 'İki Genç Kız' filmlerinden tanıdığımız Kutluğ Ataman'ın dünya çapında ilgi gören videolarından biri 'Ruhuma Asla'. Sao Paolo ve Berlin Bienali'nde gösterildi. Berlin'deki gösterim mekanı sex shop'lardı. Türkiye'de ilk kez 2003'te Nişantaşı Yaya Sergileri kapsamında “18 yaşından küçükler izleyemez” uyarısıyla gösterildi, dolayısıyla medyada “porno film” sözleriyle yer bulabildi. Ceyhan Fırat adlı transeksüelin başrolünde oynadığı film, seyirciye gerçekleri birebir veren, suratlarına vuran provokatif bir çalışmaydı. New York Modern Sanat Müzesi'nin daimi koleksiyonuna alınan bu film ve 'Verenica Read'ın Dört Mevsimi' çalışması nedeniyle Ataman 2004 senesinde, Tate Modern tarafından verilen ve dünyanın en prestijli çağdaş sanat ödülü Turner'a aday gösterildi.

foto: okan bayülgen

bedenime sahip olabilirsin, ama

81


içyüzü

kılçıklı duygular, kiç ve piç ümit tümay arslan tumay.arslan@media.ankara.edu.tr

Fatih Özgüven, Fassbinder üzerine bir yazısında duygulardan bahsetmenin kılçıklı bir iş olduğunu söylemişti. Peşi sıra da Fassbinder'in, kılçıklara rağmen meselenin üzerine öfkeyle giden az sayıda sinemacıdan biri olduğunu eklemişti. Kılçıklı diyordu, çünkü duygulardan bahsetmek, insanın banal bulunmasına, ciddiyetle ele alınması gereken meselelere duyguları kattığı için azarlanmasına sebep olabilir ya da bizatihi duygu selinin kendisi insanı hareketsiz ve yenik düşürebilir, acz içinde bırakabilirdi. Gözyaşlarında boğulmayı, kendine acımanın ıslak sıcaklığına bölenmeyi kim istememiştir?

82

İlk gençlik yıllarında aklın ışığına inananlar ve akla tapanlar için duyguları anlatmanın kılçıklı bir iş olduğunu öğrenmek zaman alır. Benim gibi. Duyguları anlatmak kılçıklı bir iş; hele de kıyıda kalmışlık, bir köşede sessizce ağlamaya bırakılmışlık gibi hor görülme, yok sayılma, küçük düşürülme türünden olanları. Kendini bu duygu katmanlarından uzak tutup aklın yüzeyinde kalanlar var. Aklın her şeyi tüketemediğini göz ucuyla fark etseler de, zaman zaman duyguların kılçıkları boğazlarına batsa da inanmaya devam ediyorlar. Bir de bu katmanların üzerine öfkeyle, cesaretle dalan, derinlere inenler var. Sanılanın, sandığımın aksine, gerçekliğin gündelik algımızla gördüğümüz kadarında, yani yüzeyinde işleyen iktidar pratiklerini akılcı yollarla eleştirmek sadece yetersiz kalmıyor; aynı zamanda yanıltıcı da olabiliyormuş. Mesela politik doğruculuk. Bedenin, devlet ya da muhafazakar toplum tarafından düzenlenme, denetlenme, terbiye edilme biçimlerine, beden terbiyesine, bedenlere zorla giydirilmek istenen kıyafetlere karşı ortak akıl, bu bedenler içinde farklı arzuların aktığını, bu arzular arasında hiyerarşiler ve asimetriler olduğunu görmezden geldiğinde kolayca sarsılabiliyor. Oysa beden içinde hareket eden arzunun yolları kıvrım kıvrım. Dolambaçlı. Arzularımızın eşitlik içinde bir arada yaşadıkları bir dünyayı hayal edebiliriz; ama bu arzular arasındaki çatışmaları yok etmeye çalışmak ya da yokmuş gibi yapmak, gözden ırak tutmak ilk fırsatta hoşgörünün yerinde yeller esmesinden başka bir işe yaramıyor sanki. “Doğru olan bu!” demenin, kendi haklılığını ve doğruluğunu ispat etmeye çalışan kesin çözümler aramanın açmazı da burada. Bu yüzden sinemanın, edebiyatın ve sanatın suları insani ve sosyal bilimlerin sınırlılıklarını aşabiliyor. İnsanı çoğu zaman didaktik, kimi zaman otoriter yapan akılcılığın bu biçimini eleştirirken, duygu katmanlarını insana ait sahici ve mahrem yerler olarak kutsayacak değilim. Kılçıklı duyguları anlatmaya koyulanlar, duyguları büyüteç altına alanlar, yüzeyin hemen altında duran ve çeşit çeşit öfkeden, birbiriyle çatışan arzulardan, aşağılanma, küçümsenme, hınç, haset,

merhametsizlik, şehvet, şiddet gibi türlü türlü duygulardan oluşan bu evrenin pek de hakiki, pek de mahrem, pek de iç olamayacağını gösterirler. En bize ait sandığımız yerde, en mahrem, en hakiki şeyimizin olması gerektiği yerde, toplumsalın ayak izlerini keşfederler. Mesele de tam olarak bu. Toplumsal iktidarın çifte yaşamı. Orada, duyguların, öznelliğin kara evreninde, toplumsal iktidarın sürdürdüğü bir hayat var. Toplumsalın sınırlarını sürekli kılan, hiyerarşi ve asimetrilerini işleten duyguların iktidar alanı da diyebiliriz buna. İçerdeki imparatorluk mu demeli yoksa? Sinema, edebiyat, sanat bu alanın içine sık sık girip çıkıyor. Daha çok tek bir kıyafetle, kaskatı sınırlarla, zor ve baskıyla, zulümle, planlı programlı kötülükle birlikte tasavvur ettiğimiz iktidarın bu ikinci yaşamındaki görünümü hiç de öyle değil. Kılık ve yer değiştiriyor. Ezilenlerin birbirine karşı acımasızlığı olarak da, kendini suçlamanın, kendini küçümsemenin sesi olarak da, vicdanın, merhametin, erdemin bakışı olarak da karşımıza çıkabiliyor. Dışlanmanın, hor görülmenin, ezilmenin, ikili, üçlü, çoklu duygularla hareketinde görebiliyoruz onu. Ya da zulüm görenin güç isteminde. Sahici ve özerk olduğumuz inancında. Bizden çalındığını düşündüğümüz, kaybettiğimiz, kimseye benzemeyen o şeyimizde ta kendisi. Kılçıklı duyguların üzerine öfkeyle gidenler, toplumsal iktidarın bu binbir yüzlü aynasını yüzümüze tutuyorlar. Irkçılık, ayrımcılık, dışlama, reddetme ve inkar pratiklerinin, siyasetin büyük harfleriyle düşünemeyeceğimiz alanlarında, öznelliğin, duyguların alanında hareket edişini bu karanlık aynada görebiliyoruz ancak. Adına ister arzunun mikro-siyaseti (Deleuze), ister ayrımcılığın anatomisi (Shohini Chaduri) isterse iktidarın psişik yaşamı (Butler) diyelim, iktidar eleştirisi ya da mazlumluğun dili özerk, sahici, hakiki bir alanda değil de duyguların kılçıklarının boğaza battığı yerde ortaya çıkıyor. Bakışa ve sese duyguların nüfuz ettiği, öznelliğin bunların içine patladığı yerde. Bu yüzden olsa gerek, hem duygulardan bahsetmek hem de duyguların kendisi kılçıklı. Kılçıkları ayıklayıp anlattığınızda, yüzeyden, bir playbackten ibaret kalıyorsunuz; kılçıklardan bahsettiğinizde ise sesiniz sürekli tökezliyor; kararlı, kendinden emin bir anlatıcı olmak imkânsızlaşıyor. Zulüm gören, yok sayılan, üzeri çizilen, işaretlenen, tekinsizleştirilen bedeni, saf bir yüceltimle konuşturmak, anlatmaya koyulduğunuz ıstırabı mutenalaştırmaktan başka bir işe yaramıyor. Kararsızlaştığınızda ise ıstırabın şiddetine olan inancınızı pekala kaybedebilir, bir parodiden ya da sinik bir akıldan ibaret kalabilirsiniz. Sanırım Fassbinder'in öfkesini kaybetmeden mazlumluğu anlatabilmesini sağlayan; öfkenin bir yere yerleştirilemezliği, sürekli dönüşü ve hareketliliğiydi. Fassbinder, işaretlenen bedenin toplumsal iktidarın çifte yaşamından, arzu ekonomisinden bağımsız bir varoluşu olamayacağını, olmadığını gösteriyordu. Bu arzu ekonomisini büyüteç Serkan Özkaya & Ahmet Öğüt, “11 Karpuz Taşıyan Türk Anıtı”, 2004


altına alırken, duygular evreni içinde hareket ederken, toplumsal iktidarın kılık ve yer değiştirdiği anları işaretliyordu. Öfkenin vektörü yer değiştirirken, özneler arasındaki ilişkinin hikayesi de bu dönüşlerle bir spirale benziyordu. Toplumsal iktidarın özneler arasındaki gezintisini bakışlar ve sesler coğrafyasıyla anlattı Fassbinder. Diyelim, hiç görülmeme ya da aşırı görülme. Sesini duyuramama ya da aşırı ses çıkarma. Kültürel olarak onaylanmış bakışların şiddetine maruz kalma, bu bakışlar tarafından denetlenme, kontrol altında tutulma. Teşhir edilme ve sergilenme. Sessiz kalmaya, sessizce ağlamaya zorlanma. Her bedenin bu arzu ekonomisinden payını aldığı, tabiiyet ve özerklik gibi bir karşıtlığın pek değil, hiç kurulamadığı duyguların kılçıklı evreni belki de böyle bir şey. Özgürlüğün zorbalık hakkı gibi bir şey.

Canan Şenol “Çeşme”, 2000

Kutluğ Ataman “Ruhuma Asla”, 2001

Ama bence duyguların ikili, üçlü, çoklu hareketini büyüteç altına alanların, toplumsal iktidarla bu içli dışlı ilişkimizi göstermenin yanında yaptıkları daha mühim bir şey var. Bakışımız ve sesimizin en başından toplumsal iktidardan ödünç alınmış olduğunu fark ettirmenin yanında, bununla eş zamanlı olarak, toplumsal iktidarla kucaklaşmayan, toplumsal iktidara dönmeyen bir öznelliğin imkan alanını yaratıyorlar. Belki de şöyle söylemeli: kılçıklı duygulardan bahsetmek, toplumsal iktidarın eksiğini yamayan, kılık ve yer değiştirmesini mümkün kılan duygusal evreni tepetaklak eder. Ya da daha açık konuşmalı: kılçıklı duyguların üzerine öfkeyle gitmek, hayırseverliğe inancın, ulusal vicdanın estirdiği terörün, kültürel olarak onaylanmış ıstırabın ve kültürel olarak onaylanmış şiddetin artık işlemediği bir boşluk alanı açar.

Aydan Murtezaoğlu “Top/less”, 1999

1990'lı yıllardan itibaren Türkiye'nin güncel sanatında böyle bir alan; yeni bir öznelliğin imkan alanı açıldı sanki. Bedenin mahremiyetini sorgulayan, banal duyguların evreni olarak görülen kiç'in (kitsch) üzerine giden, kılçıklardan bahseden, toplumsal iktidar ve öznellik arasındaki ilişkiyi sahneleyen ilk önce kadın sanatçılar oldu (Gülsün Karamustafa, Aydan Murtezaoğlu, Hale Tenger, Canan Şenol). Hale Tenger'in “Böyle Tanıdıklarım Var II” çalışmasında Priapos heykellerinden oluşan ay-yıldız iktidarının gölgesi altında kalmış üç maymunlar vardı. Kadınların açtığı bu alanı, 2 “babasız oğlanlar”, “kötü çocuklar” genişletti. Halil Altındere, Serkan Özkaya, Ahmet Öğüt, Burak Delier, Murat Tosyalı, Memed Erdener, Kaos GL'nin sayfalarında da takip ettiğimiz Erinç Seymen ve Taner Ceylan bu isimlerden birkaçı. Keza, Kutluğ Ataman'ın video çalışmalarını anmamak olmaz. Bir yandan milliyetçiliğin duygusal yatırımlarını, Türklüğün gezindiği tekinsiz, karanlık evrenleri sahneleyen, Türklük ve kötülüğün birbirine değdiği yerlerde gezinen bu sanatçılar, diğer yandan merkezdeki sanatın beyaz ve elit dilinin hiç bulaşmadığı, görmezden geldiği kılçıklı alanın üzerine öfkeyle ve cesaretle gittiler. Bedellerini ödemeyi de göze alarak.

Hale Tenger “Böyle Tanıdıklarım Var II”, 1992

Memed Erdener “Barış Ormanı”, 2003

Halil Altındere “İsimsiz”, 2004

Gülsün Karamustafa “Oryantal Fantaziler İçin Pekiştirme Serileri”, 2000

En banal, en sıradan duyguların alanı olan kiç ile babanın hayaletinin olmadığı bir alanın, piçin, bu bir araya gelişi, birbirinden çok farklı rüyalarımızı görebileceğimiz ortak alanının imkanını yaratıyor. Beni Kaos GL ile buluşturan da bu alana duyulan şiddetli ihtiyaçtı. Evet, bence Kaos GL'nin 100. sayısına en uygun imgeler, bu sanatçıların çalışmaları olacak. Özgüven, Fatih (1999). “Fassbinder Unutuldu mu?” 25. Kare 28: 11-16. 2 Türkiye'de güncel sanatın kapalı yapısını bozan, virtüözleri alkışlayan steril ve beyaz dünyasında gedikler açan çatlak sesli bu punk kuşağı “kötü oğlanlar” olarak tarif eden Vasıf Kortun ve Erden Kosova'dır; bu kuşağı, belirli bir baba figürüne, belirli bir soya ait olma çağrısından yoksun oldukları için, soy meselesini hiç de dert etmedikleri için özgürleştirici anlamda “piç” olarak da nitelerler. Hem kadın sanatçılar hem de peşi sıra gelen genç sanatçılar, babanın hayaletinin olmadığı bu zemin içinde varolabilmişlerdir: “Baba figürü dert edinilmemişti, çünkü baba figürü yoktu ortalıkta. Babalık taslayan kişiler bu zeminde tutunamamışlardı. Zemin, 'anneler' olarak adlandırdığımız sanatçıların orijinallik, sahaya egemen olma, gücü erke dönüştürme, koltuğu muhafaza etme gibi eril hastalıklara sapmadan, üretimleri üzerinde titiz bir dirayet göstermeleriyle açılabilmişti.” http://ofsaytamagol.blogspot.com/2007/06/gender.html.

83


içyüzü

makul surette erden kosova

84

İlk bakışta kutuplara çekilmiş gibi görünen siyasal söylemlerin, üzerlerinde yükseldikleri muhafazakârlık payandaları aracılığıyla giderek birbirlerine benzeştiklerine ve ortak değerler ürettiklerine tanık oluyoruz. Farklı türden anlamlandırmalarla sırtlarını 'çoğunluk' fikrine dayandırmaya çalışan bu söylemsel formasyonlar, aralarındaki keskin çatışkılara rağmen üzerine örtülen büyük ölçekli uzlaşımlara da imza atıyorlar. Farklı olanı veya farklılaşmak isteyeni acilen damgalayan, lanetleyen ve cezalandıran bir cinnet zinciriyle birbirine bağlanıyor düşman kardeşler. Sıradanlığa, vasatlığa, benzeşmeye, uyuma yönelik tebliğlerde bulunuyor; parlatıp paketledikleri edepliliklerini birbirleriyle karşılaştırıyor; normdan çıkanın üstüne çullanmak konusunda yarışa, radikal siyasal açılımlar ve deneysel yaşam pratiklerini şeytanlaştırmaya yönelik kampanyalara girişiyorlar. Makul olanın ılık konforuna çağırıyorlar, celbediyorlar ulus-devletleri içinde saydıkları insanları. Lambdaistanbul'un girişimiyle hazırlanan “Makul” başlıklı sergi, bugüne kadar anlamlı direniş sosyalliklerinin sanat alanıyla kesiştiği projelere evsahipliği yapma cesaretini göstermiş olan Hafriyat'ta açıldı. Hazırlık ve yapım aşamasını şekillendiren dayanışma ruhunun ve titizliğin serginin genel atmosferine işlediği söylenebilir. Çalışmaların birbirine saygılı bir mesafe anlayışı içinde, bazılarını öne çıkarmaksızın yerleştirilmiş olması ve ana izlek olarak belirlenen kavramsal çerçevenin geniş bir konu çeşitliliğine yayılarak verilmesi Makul'un öne çıkan özellikleri olarak göze çarpıyor. Sergi başlığı olarak saptanan sözcüğe yüklenen ironi, çalışmaların genel havasıyla yanyana işliyor, trajik olanın yerine istihza öne çıkıyor. Serginin en çarpıcı işlerinden olan Aylin Kuryel'in 'Tabu' isimli oyunsu ama belgesel nitelikli film çalışması, ahlâki sınırlandırımlara karşılık gelen 'tabu' kelimesini, aynı adı taşıyan popüler (seçilen bir kelimeyi kendisine yakın bazı kavramları kullanmaksızın başkasına anlatma üzerine kurulu, 'sessiz sinema'ya benzeyen) oyun ile üstüste çakıştırıyor. Üniversitede okuduklarını tahmin ettiğimiz ve yüzeyde modern bir yaşam tarzına sahipmiş gibi görünen gençlerden travesti, eşcinsel, vicdani red gibi kelimeleri yanlarındaki arkadaşlarına anlatmaları isteniyor. Zaten dar olan sözcük dağarının daha da daraltılmasıyla birlikte gençlerin egemen düşünüşe dayalı, baskıcı ve dışlayan sözcük, ifade ve anlatımlara çekincesizce başvurdukları görülüyor. Nötr özellikler gösteren kelimeler ellerinden alındığında inanılmaz bayağılıkta, cinsellik sözkonusu olunca başka sosyal formasyonlarla özdeşleştirdiğimiz bir yılışıklıkta yanıtlar verdiklerine

Erinç Seymen “İsimsiz”, 2008 Uygulayanlar: Sevim Argün, Mahmure Çiftçi, Özlem Bıçakçı, Zeynep Ermiş, Şükran Çoksever, Berrak Güneş

şahit oluyoruz. Çekimler boyunca oyuna katılanların kahkahaları eksik olmuyor ama izleyici kendisini nasıl bir toplumsal geleceğin beklediği konusunda dehşete kapılmadan edemiyor. Erdem Ergaz'ın 'Aile İçin Egzersizler1-2' başlıklı küçük boyuttaki tabloları çekirdek aile kavramının biyopolitik yatırımlar tarafından nasıl mekanikleştirildiğinin altını çiziyor, konunun gereksindiği soğuk bir resimsel dil ile. Modern dönemde, daha çok 19. yy.'da öne çıkarılan çekirdek aile kavramıyla eşzamanlı olarak gelişmiş cinselliğe dair bilimsel terminoloji neyin norm-içi yani düz, neyin sapkın olduğunu tanımlamaya girişmişti ki halen bu kurgusal kategorilerin egemenliği altında yaşıyoruz. Ufuk Ahıska'nın 'DüzDoğa' isimli çalışması, içinde bulunan saksılı çiçeğin tıpatıp silüetini yüzeyinde temsili taşıyan cam fanustan oluşuyor; ve doğada var olan ile ona isim ve sıfatlar (ve hatta cinsel kimlik) biçmeye çalışan zihniyet arasındaki mesafeyi, gerçeklik ile temsil arasında gerilimi görünür kılıyor. Serpil Odabaşı'nın 'Pergel Bacaklar' başlıklı enstalasyonu gündelik yaşamda otururken bacaklarımızı konumlandırmak gibi basit bir edimin aslında nasıl da toplumsal kodlamalarla yüklü olduğunu, cinsiyetler arasındaki ayrıştırımın nasıl da her jeste sinebildiğini gösteriyor. Burak Karacan'ın 'Annem, Nimet, Anneannem ve Ben, Murad, Annem' isimli ikili fotoğraf yerleştirmesi homososyalliğin ya da potansiyel bir eşcinsel ilişkinin algılanışı sürecinde toplumun genel değerlerinin kadınlar-arasılık ile erkekler-arasındalığı farklı şekillerde değerlendirdiğini, güçlü bir asimetri kurduğunu gösteriyor. Aykan Safoğlu'nun 'Dünyanın Bittiği Yer' isimli fotoğraf çalışması da benzer bir asimetriye başvuruyor. Fotoğrafta çıplak biçimde uzanmış ve yüzü tam seçilemeyen bir erkek bedeninin rektumundan bir tür zincirin çıktığını görüyoruz. 19. yy.'ın önde gelen ressamlarından Gustave Courbet'nin günümüzdeki İç-mihrak: esse est percipi: "var olmak algılanmaktır" 2008


close-up kategorisini önceleyen biçimde, çıplak bir kadının bacaklarının arasını resmettiği 'Dünyanın Kökeni (Başladığı Yer)' isimli meşhur tuvali bir şekilde terse çevriliyor; vajinanın kutsanmasına karşı anüsün lanetlenmesi, ikisi arasında kurulan doğum (bebek) ve ölüm (dışkı) karşıtlığı ve bunun eşcinsel cinsellik üzerindeki çağrışımları ele alınıyor Safoğlu'nun çalışmasında. Murat Morova'nın 1998 tarihli 'Üryan' isimli çalışması da sergide yer alıyor ve görsel sanatlarda konunun bir soykütüğü olduğunu hatırlatıyor izleyiciye. 'Üryan' doksanlı yıllarda porno dergileri için zorunlu kılınan plastik poşetlerin birbirlerine dikilmesiyle ortaya çıkarılan hırkaların bir model üzerine kat kat giydirilmesinden oluşuyor. Hırkanın sufizmdeki yeri ve poşetler üzerindeki banal cinsel gıdıklama cümleleri Morova'nın çalışmasında yanyana getiriliyor; tefekkür ile cinsel esrimenin, çile ile dünyevi hazların arasında mevcut bulunan mesafe ve yakınlıkların izi sürülüyor. Canan Şenol'un 'Gözler İdrak Edemez' isimli yerleştirmesinde eğlencelik ya da turistik amaçlarla çekilen fotoğraflar için hazırlanmış kafa kısmı boş dekorlardan biriyle karşılaşıyoruz. Erken Osmanlı döneminden iki erkek arasındaki cinsel ilişkiyi gösteren bir minyatür örneğini Şenol, kafa kısımlarını boş bırakarak izleyiciye sunuyor ve bu şekilde poz vermeye davet ediyor, toplumsal olarak aşağılanan bir konumla geçici de olsa bir özdeşleşme yaşayıp yaşayamayacaklarını test etmelerini, içkinliştirdikleri tabularla yüzyüze gelmelerini sağlıyor. Evrensel Belgin'in sergi mekânının tavanına yerleştirdiği 'İsimsiz' başlıklı heykel çalışmasında ise elindeki molotof ile sergileme alanının zeminine çakılacağını varsaydığımız bir travesti figürü görüyor ve kimliklendirme üzeriden yaşanan acıları, acımasız şiddeti ve karşı-şiddet gösterme ihtiyacını hatırlıyoruz. Toplam yirmi sekiz sanatçının katılımıyla 4 Nisan'da açılan sergi 25 Nisan'da sona erdi.

Çağla Cömert “Hokkabaz”, 2007

sanat risk içerir mi? meltem arıkan marikan@eempcm.com

En genel anlamda, sanat, sanatçının dışa vurumunu yansıttığı için; sanat eserindeki risk, sanatçının varoluşundan kaynaklanır. Toplumsal yapının değişmeye açık olmadığı toplumlarda da, değişmeye açık olan toplumlarda da sanat eserinin dinsel, ekonomik ve ideolojik görüş farklılıkları içermesi problematik olabilir. Ancak erkek egemenliğini tehlikeye sokmadığı sürece, sanat eserine toleranslı yaklaşılarak fikir özgürlüğünün doğal bir sonucuymuş gibi de değerlendirilebilir, beğeni toplayabilir, hakkında edebi veya değerli olduğu yüklemesi yapılabilir ya da tehlike derecesine ve sanatçının içinde olduğu topluma göre görmezlikten gelinebilir, hatta yasaklanabilir. Sanatçının cinsel varoluşu ve cinsel kimlik arayışı ile toplum içindeki varoluşu arasındaki çoklu çelişki, sanatçının yarattığı sanat eserinde erkek egemenliğini tehlikeye sokuyorsa ancak o zaman sanat eseri RİSK taşıyabilir. Dolayısıyla eğer sanatçı algıladığı riski izleyicisine ve okuyucusuna algılatabilmişse, o sanat eseri gerçek anlamı ile RİSK'lidir. Risk, binlerce yıllık erkek egemenliğinin temsilcisi olan devlet, ülke, toplumsal yapı ve aile örgütlenmelerinin sorgulanması ile başlar. Din ile ideolojilerin, erkek egemenliğinin sürdürülebilmesi adına erkekler, kadınlar ve eşcinseller üzerinde yarattığı travma ve korkuların algılanması ile risk yükselir. Kadınların, erkeklerin ve eşcinsellerin ne adına ve kim için bedenlerinin doğallığından vazgeçmek zorunda kaldıklarını eğer bir sanat eseri izleyicisine algılatabilmişse RİSK, GERÇEKTEN RİSKLİ olur. Unutulmaması gereken gerçek ise hem risk içeren hem de kendini algılatabilen bir sanat eserinin yasaklanarak veya görmezlikten gelinerek yok edilemeyeceğidir. Bir sanat eseri sadece içerdiği ile istenilen algılatmayı başaramaz. Sahnede veya perdede görünen ve söylenenin, tuvalde veya heykelde görünenin, müzikte duyulanın ve yazıda okunanın, kadın ve erkeklerin üst benliklerinde yarattıkları animasyonun bedenleri ve alt benlikleri ile entegre olabilmesi halinde ancak algılatma başarılabilir. Görülen, duyulan ve okunanın bedende karşılığı oluşturulamamışsa sanat eseri anlaşılabilir; fakat algılatılamaz ve bu durumda da RİSK oluşamaz. Özetle sanatçılar kendi cinsel kimlikli varoluşlarından yola çıkarak bir sanat eseri üretebiliyorlarsa, o sanat eseri RİSK'i tanımlar ve risklidir. Nice 100. sayılara…

85


yüzey

erkek dansçı ve modernlik

yaşar çabuklu yasarcabuklu@yahoo.com

86

XIX. yüzyılda, Avrupa'da, sahnelerde erkek dansçılara çok fazla rastlanmaması, balenin kadına mahsus bir sanat biçimi olarak görülmesi, XX. yüzyılın ortalarına kadar dansın erkekler için “meşru” bir meslek olarak kabul edilmemesi… Tüm bunlar erkeklerin sosyal ortamlarda dans etmesini değilse bile, sahnede dans etmesini sorunlu hale getiren bir ortamın varlığına işaret ediyor. Oysa Avrupa'da XIX. yüzyıldan önce, erkekler dans sahnesinde kadınlar karşısında sayısal üstünlüğe sahipti. Bale XV. yüzyılda İtalya'da saraylarda ortaya çıktı ve XVI. yüzyılda Fransa'da saray erkanı içinde gelişmesini sürdürdü. Genellikle dans tarihçileri tarafından bale olarak kabul edilen ilk gösteri, 1581'de Fransa'da amatör aristokratlar tarafından gerçekleştirildi. 1650'li yıllarda saraydaki balelerde dans eden Fransa kralı XIV. Louis, daha sonra bir dans akademisi kuracak ve burada profesyonel erkek dansçılar eğitilecekti. Zaman içinde kral ve soylular yavaş yavaş danstan çekildi, gösteriler büyük ölçüde profesyonel dansçılar tarafından gerçekleştirilmeye başlandı. İlk dönemde tüm dansçılar erkekti ve kadın rolleri maske takmış erkek dansçılar tarafından oynanıyordu. Michelle McAvoy'un internette bulunabilecek- “The Taboo of the Male Dancer” adlı yazısında belirttiği gibi, XVII. yüzyıl sonlarına doğru kadınlar da profesyonel dansçı olarak sahneye çıkmaya başladı. Sahnede ikincil roller verilen kadın dansçıların etekleri uzun ve ağırdı, hareket esnekliği erkekteydi. Sahnede erkek dansçıların sayısal üstünlüğü XVIII. yüzyılda da devam etti. Avrupa'da XIX. yüzyıl, erkekle kadın arasındaki toplumsal cinsiyet rollerinin net sınırlarla birbirinden ayrılarak yeniden kurulduğu bir yüzyıldı. Erkek, bedenden uzaklaşarak akla, bilime, siyasete, iş hayatına, felsefeye yönelen, aktif, gözlemleyen, kontrol eden bir özne olarak kurulurken; kadın, büyük ölçüde bedeniyle tanımlanan, bakılan, seyredilen pasif

bir nesne olarak inşa edilmekteydi. XIX. yüzyıl erkek bedeninin temsillerinin sorunlu bir hale geldiği bir dönemdi. Ramsay Burt'un da dikkat çektiği gibi, bu yüzyılda resimde ve heykelde çıplak erkek figürü ortadan kaybolacaktı. Orta sınıftan erkekler beden hatlarını göstermeyen, koyu renkli, sade takım elbiseler giymeye başlamışlardı. Gösteri sanatlarının görece alt bir statüye sahip olduğu XIX. yüzyılda, erkeğin sahne üzerinde bedenini öne çıkararak icra ettiği gösteriler, orta sınıfın “ciddiyet kültürü” açısından problemli bir görünüm arz ediyordu. Bruce Fleming'in belirttiği gibi sahne üzerinde erkeğin en az kabul gördüğü alan danstı. Tiyatro sahnesindeki erkek, konuşmasıyla öne çıktığı için daha kabul edilebilir bir konuma sahipti. Opera ise kabul edilebilirlik ıskalasında aralarda bir yerde duruyordu, ne de olsa sahnede şarkı söylemek, erkeğe yakışan bir davranış değildi! Fransa ve İngiltere'de bale burjuvaların denetimindeydi ve bu kesim eski soylu sınıfından erkek dansçıların devamcısı olarak gördüğü baletleri, aristokratik dejenerasyonla, dekadansla ilişkilendirmekteydi. Romantik balenin hakim olduğu 18301870 yılları arasında, erkek dansçıların yeterince erkeksi görülmedikleri bu iki ülkede, baletlerin sayısı hızla azalıp balerinlerin sayısı artacak, bale bir kadın mesleği olarak kabul edilecekti. Romantik bale döneminde, dans eden baletin, dar giysisiyle ve hareketleriyle “efemine” bir görünüm sergilediği yolundaki görüşler yaygındı. 1840'lı yıllarda sahnelerin erkek dansçılara yasaklanmasını savunan görüşler mevcuttu. Dans seyircisinin heteroseksüel erkek olduğunun varsayıldığı bir dönemde, dans eden erkek bedenini seyretmekten zevk almak sorunlu bir hal alıyordu. Düette balet, salondaki erkek izleyicilerin bakışının kendi bedenine yönelmemesi için sahnede erkeksi bir gösterişe girişiyor, güçlü bir görünüm sergileyerek bakışlarını aktif bir şekilde balerine doğru yöneltiyor, onu erkek bakışının nesnesi olarak seyirciye sunuyordu. Heteroseksüel erkek seyirci, baletle özdeşleşerek onun kadın üzerindeki hakimiyetini teyit etmekteydi. Eski kadın dansçıların uzun ve ağır eteklerinden farklı olarak yeni balerin, kısa ve hafif etekler


giyiyor, uçlu bale ayakkabısının üzerinde hareketleri hafif bir nitelik kazanıyor, tüy gibi hafif, dünyevi olmayan bir varlık görüntüsü sergiliyordu. Balet ise bu “hafif, akışkan, süzülüp duran, narin” varlığa doğru hamle ediyor, atletik hareketleriyle, sıçrayışlarıyla onun etrafında dolaşıyor, ona rehberlik ediyor, onu tutuyor, yönlendiriyor, havaya kaldırıyordu. Balerinin kontrol altında tutulması sadece baletin çabalarıyla sınırlı değildi. Balerinlerin sahnelerdeki sayısal çoğunluğuna karşın koreografların, bale yöneticilerinin neredeyse tamamı erkekti. Susan Leigh Foster “The Ballerina's Phallic Pointe” adlı yazısında (Corporealities'in içinde) baledeki kadın karakterlerin seçiminin, kurgulanmasının, erkeğin cinsel üstünlüğünü teminat altına alacak bir biçimde gerçekleştirildiğini söyleyecekti. Tüm bunlara karşın baletin “efemineliği” konusundaki kuşkular son bulmuyordu. Ne de olsa dans duygularla ilişkiliydi ve erkekten beklenen duygularını dışa vurmaması,“yumuşamaması” idi! Erkeğin, sahnede bir yandan tayt giymiş kırıtırken, öte yandan kadınlar gibi duygularını ifade etmesi kabul edilemez bir şeydi! Komedilerde baletin “hoppalığı”, parlak, aşırı süslü giysisi onun toplumsal olarak cinsiyetlendirilmiş kimliği hakkında “rahatsızlık verici bir muğlaklığa” neden oluyordu. Dönemin erkek bale yöneticileri bu sorunun çözümünü kadın dansçıları erkek kıyafeti içine sokmakta bulmuşlardı. Erkek rollerinin kadın travesti dansçılar tarafından oynanmasının, baletin “efemineliğine” ve eşcinsel erotizme ilişkin kuşkuları ortadan kaldıracağı düşünülüyordu. Bir diğer “çözüm”; kadın ve erkek dansçıların sahnedeki hareket biçimlerini kesin çizgilerle birbirinden ayırmaktı. XVIII. yüzyıl sonlarına kadar düette erkek ve kadın dansçıların adımları ortak bir dili paylaşırken, 1830'lardan sonra dans dili kadınlar ve erkekler için, toplumsal olarak cinsiyetlendirilmiş iki ayrı kısma ayrılacaktı. Öte yandan kadınlar hem izleyici hem de dansçı olarak inzibat altına alınmışlardı. İffete dayalı bir Viktoryen ahlakın egemen olduğu romantik bale döneminde kadınların sosyal bir ortamda erkek bedeniyle ilgilenmesi kabul edilemez bir durum olarak görülmekteydi ve bu koşullarda bale izleyicisinin çok büyük bir çoğunluğu erkeklerden oluşuyordu. Kadının sadece izleyici olarak değil; balerin olarak da arzusunu ifade etmesi uygun görülmüyordu. Kadın dansçıdan beklenen, sahnede erkek arzusunun pasif nesnesi olarak hareket etmesiydi. Ama balerinin bedeninin her bölgesinin eşit bir şekilde erkek bakışına mahzar olması söz konusu değildi! Kadının çocuk doğuran, emziren bir anne olarak kurulduğu XIX. yüzyıl toplumunda balerinin göğüsleri ve karnı dikkat çekmeyecek biçimler altında sunuluyor, esas olarak bacaklar öne çıkarılıyordu. Balelerin dışında, revüler, erkek izleyicilerin yoğun ilgi gösterdiği bacak gösterileri arasındaydı. 1880'den sonra bale, Paris'te düşüşe geçti, Rusya'da ve Danimarka'da ise gelişmesini sürdürdü. Avrupa'da XIX. yüzyıl sonlarında aydınlar, bir eğlenceye indirgendiğini düşündükleri baleyi gerçek sanat olarak kabul etmiyorlardı. Balenin yeniden popülerlik kazanması, özellikle de erkek dansçının sahneye geri dönüşü, XX. yüzyıl başlarında Diaghilev'in kurduğu Ballet Russes'un Paris'te gerçekleştirdiği gösterilerle başladı. 1909'dan itibaren Nijinski'nin oynadığı baleler Paris'te büyük beğeni kazandı. Ramsay Burt'un da dikkat çektiği gibi Diaghilev gibi eşcinsel olan Nijinski, sahnede heterodoks erkek rolleri sergiliyor, erkek davranışına ilişkin katı kategorileri ihlal ediyordu. Rus balelerinin gösterilerinin Paris'te gerçekleşmesi tesadüfi değildi. İngiltere'de eşcinsellere karşı daha katı bir tavır mevcuttu. Ama Fransız seyircisinin Rus balelerine yönelik ilgisinin en önemli nedenlerinden biri, bunların “ötekinin”, 'batılı olmayan'ın baleleri olmasıydı. İzleyiciler bu balelerde “egzotik, oryantal, ilkel” olanla yüz yüze geliyorlar, Nijinski'nin “çift cinsiyetli” özellikler gösteren, “erkeğin gücü ve dinamizmiyle kadının duyarlılığını birleştiren” dansını ilgiyle izliyorlardı. Nijinski bazı balelerde erkekliği “hoşa gitmeyen, düşkün” biçimler altında sunmakla, eşcinsel bir erotizmi yansıtmakla, toplumsal cinsiyetin muhafazakar temsilini destabilize etmekle birlikte; diğer bazı danslarında genel kabul görmüş erkeklik rollerini oynuyordu. Diaghilev'in baleleriyle birlikte eşcinsellerin sayısı hem dansçı olarak hem de izleyici olarak

arttı. XIX. yüzyıldakinden farklı olarak kadınlar XX. yüzyıl başlarından itibaren bale izleyicisi kitle içinde yerlerini aldı. Bu gelişmede, kadının erkek bedenini seyretmekten zevk almasını uygunsuz bulan eski Viktoryen kültürün gücünü kaybetmesinin önemli bir payı vardı. 1910'lu yıllarda kadın ve eşcinsel izleyiciler, sahnedeki baletleri seyretmekten hoşlanıyorlar, onların bedenlerinin hareketlerini zevkle izliyorlardı. XX. yüzyılın ilk on yılında dansın “kadın işi” olarak görüldüğü bir diğer ülke ABD idi. Bu ülkede erkeklik sertlikle birlikte anılmaktaydı. Eşcinselliğin temsilinin yasak olmasının yanı sıra, siyahlarla beyazlar birlikte sahneye çıkamıyordu. Geylerin gittiği barlara karşı sıkı önlemler alınmaktaydı. 1930'lu yıllarda erkek dansçılar eşcinsellik şüphesi altındaydı ve dansı meslek edinip bu yolla geçimlerini sağlamaları çok zordu. Bu dönemde Ted Shawn'un erkek dansçılardan oluşan topluluğu, erkeksi tonların egemen olduğu bir dans sergilemekteydi. Baleyi reddeden Shawn, dansta adaleli, sert, atılgan, kahraman, cesur bir erkek imgesini öne çıkarıyordu. Eşcinsel olan Shawn, erkek dansçıların “efemine” bir görünüm sergilemesine karşıydı. Eski yunandaki güçlü erkek imgelerine yakınlık duyuyor, atletik, erkeksi bir görünüm sergileyen bedenlerin gerçekleştirdiği bir dansı savunuyordu. Julia L. Foulkes'a göre Shawn, erkekler arasındaki idealize edilmiş bir aşkı savunmaktaydı. Shawn, dansta erkeklerin ve kadınların hareketleri arasındaki farkları mutlaklaştırıyor, erkeklerin dansını “kadınsı etkilerden” arındırmak istiyordu. Ona göre dans, gücü, dayanıklılığı, kesinliği, bedenle duygunun mükemmel koordinasyonunu, düşüncede berraklığı gerektirmekteydi ve bunların hepsi erkeğe ait özelliklerdi. En iyisi, erkekleri kadınlardan izole etmek, kadınsı hareketleri taklit etmeleri ihtimalini tamamen ortadan kaldırmaktı. Shawn, atletizmin dansçıların erkeksi hareketler kazanmasına yardım eden iyi bir spor olduğunu düşünmekteydi ve kurduğu erkek dans grubunun görünümü atletizm takımını andırıyordu. Kadının çıplaklığını eleştiren Shawn'un topluluğunda yer alan erkek dansçılar mümkün olduğunca az giysiyle sahneye çıkıyorlar, erkek bedeninin güzelliğini sergiliyorlardı. Öte yandan muhafazakar, yer yer ırkçılığa yaklaşan görüşlere sahip olan Shawn, siyahların dansının Amerikan sosyal dansı üzerinde dejenere edici bir etki yaptığını düşünmekteydi. Shawn'un sunduğu dans, büyük ekonomik depresyon sonrası işsiz kalmış, kendine olan güvenini yitirmiş, kadınların çalışma hayatına ve sosyal hayata katılmasıyla birlikte iktidarını kaybedeceği endişesini taşıyan Amerikan erkekliğinin beklentilerine hitap etmekteydi. 1930'lu yıllar ABD'nin olduğu kadar, Nazizm ve Stalinizmin de güçlü, kuvvetli, çalışan erkek imajının güçlendirmeye çalıştığı yıllardı. Shawn ve dansçıları, yaratmaya çalıştıkları kahraman, cesur erkek imgesiyle Amerikalı beyaz erkeklerin yaralanmış ruhlarına hitap ediyorlardı. ABD'de modern dansın, erkekliğin baskın olduğu- baleden uzaklaşmasında kadın dansçıların önemli bir rolü vardı. Isadora Duncan (1927'de öldü) ve Martha Graham baleye sert eleştiriler yöneltiyorlardı. Graham'ın dansı, kadının arzusunun ifade imkanlarını çoğaltan, kadın bakış açısına sahip bir danstı. Ancak bu dans, kadınla erkek arasındaki heteroseksüel ilişkiyi veri kabul ediyordu. 1938'de erkek dansçıları topluluğuna dahil eden Graham'ın gerçekleştirdiği bir çok dansta olayların gelişmesini körükleyen asıl etken erkeklikti, erkek dansçılar güçlerini, sertliklerini, atılganlıklarını, coşkunluklarını ziyadesiyle vurguluyorlardı. Böylece geleneksel, heteroseksüel, güçlü erkek imgesi muhafaza edilmiş oluyordu. Ancak dönem, eşcinselliğin çok büyük bir baskı altında olduğu bir dönemdi ve bu baskılar 1950'lerdeki McCharty döneminde daha da artacak, erkekliğin temsillerini sorgulama yönünde çabaları olan koreograf ve dansçıların çalışmalarını kısıtlayacaktı. Dansta verili toplumsal cinsiyet rollerinin, erkek davranış modellerinin aşındırılması yolundaki deneyler 1960'lı ve 1970'li yıllarda artarak devam etti. Steve Paxton, danslarında ana akımın reddettiği ya da üstünü örtmeye çalıştığı erkeklik hallerine, deneyimlerine işaret etti. Paxton'un geliştirdiği emprovize temas (contact improvisation) yöntemi 1970'lerde cinsiyetçilik karşıtı da

87


erkeklerin düzenlediği etkinliklerde kullanıldı. Tüm bunlara karşın bu dönemdeki bir çok erkek dansçı ve koreografın çalışmalarında toplumsal cinsiyet rollerindeki farklılıklar yeterince dikkate alınmıyor, üniseks, nötr bir estetik kullanılıyor, erkek dansçılar kadın davranışlarıyla özdeşleştirilegelmiş hareket biçimlerini kullanmak konusunda mesafeli davranıyorlardı. Emprovize temas yöntemi birçok uygulamada erkekliğin verili normlarının onaylanmasıyla sonuçlanıyordu. 1980'li yıllardan itibaren erkeklik, sahnede daha sarsıcı biçimler altında sorgulanmaya başlandı. Ramsart Burt'un da belirttiği gibi normal görünenin, aslında kurulmuş ve olumsal olduğu, seyirciye gösterilmeye çalışıldı. Düetin ve dans partnerliğinin yeni kullanımlarında erkek dansçının bedeni hem erkek hem de kadın izleyicinin arzusuna açık bir beden olarak temsil edilmeye başlandı. Erkek kimliğinin kuruluşundaki bastırılmış yanlar görünür kılındı. İngiliz koreograf Fergus Early balenin parodisini yaparak, erkekliğin balenin bildik biçimleri içinde ifade edilemeyecek yanlarını ortaya çıkardı. Bir erkek dans gurubu kuran İngiliz kadın koreograf Lea Anderson, erkeklerin birbirlerini nasıl etkilediklerini araştırdı, erkekler arasında, egemen heteroseksüel bakış açısının sorunlu olarak gördüğü fiziksel temas biçimleri geliştirdi. Erkek davranışında kabul edilebilir olanla olmayan arasındaki sınırı muğlaklaştırdı. Amerikalı, siyah koreograf Ralph Lemon, erkek dansçıların hareketlerinin tam açılımını sınırlayarak erkeksi şov beklentilerini boşa çıkardı. Erkek dansçının erkek dansçıyı ya da kadın dansçının erkek dansçıyı havaya kaldırmasını sağlayarak düetin heteroseksüel geleneklerinden koptu. Erkek dansçıları alelade, kolay incinir, kifayetsiz kişiler olarak sundu. İzleyicinin siyah dansçıdan beklediği klişelerle oynayarak siyah dansçının “gizemli öteki” olarak nesneleştirilmesine karşı çıktı. Gey koreograflar “kabul edilemez” erkek davranışlarının sunumunda yıkıcı, parodik stratejiler kullandılar, erkek bedenini “düşkün”, grotesk biçimler altında sundular, eşcinsel seks, uyuşturucu, AIDS, sadomazoşizm vb. temaları dansın içine soktular, yüksek sanatla dalga geçtiler, punk müziği eşliğinde, baleden türemiş hareketleri deforme ettiler.

88

Buraya kadar anlatılanlar büyük ölçüde yazının kısalığı nedeniyle- erkek dansçının modernlikten günümüzün post modern toplumuna kadar uzanan öyküsünün sadece sınırlı bir bölümünü kapsıyor. Petipa, Fokine, Limón, Balanchine, Ailey, Cunningham, Nureyev, Barışnikov, Clark, Morris ve daha birçok koreograf ve dansçıya bu yazıda yer verilmedi. Öte yandan dans bağlamında erkekliğin parodileştirilmesinin, yapı sökümüne uğratılmasının sarsıcı bir değişime yol açtığını söylemek zor. Günümüzde erkekliğin parodisini yapan performansların çok azı radikal, “yıkıcı”, “bozguncu” niteliklerini sürdürürken, çoğu evcilleşerek, ticarileşerek sermayenin kültürel iktidarının parçaları haline geldiler. DEĞİNİLEN KİTAPLAR: Ramsay Burt, The Male Dancer: Bodies, Spectacle, Sexualities, Routledge, 1995, 224 s. Der. Susan Leigh Foster, Corporealities: Dancing Knowledge, Culture and Power, Routledge, 1995, 288 s. Julia L. Foulkes, Modern Bodies: Dance and American Modernism From Martha Graham to Alvin Ailey, The University of North Carolina Press, 2002, 256 s. Bruce Fleming, Sex, Art, and Audience: Dance Essays, Peter Lang Publishing, 2000, 316 s. Qçm


gün yüzü

homofobi, medya, heteroluk ve diğerleri

nami başer nami.baser@gmail.com

Bu yıl İstanbul'daki tiyatro oyunlarında bildiğim kadarıyla kimselerin üzerinde durmadığı bir eğilim var. Eşcinsel tiplemeler, hep heteroları eğlendirmek için bir soytarılık düzeyinde oynanırdı. Oyuncu, belirli bir tür düzeysiz seyirciyi, o düzeysizliğinden kurtarmak yerine, onun huyuna suyuna yaltaklanıp gıdı gıdı gıdıklardı. Kaldı ki bu tutum, sadece Türkiye'ye özgü olmayıp evrensel/küresel medyadaki gizli ya da açık homofobiye iyiden iyiye istediği gibi at oynatma olanağı veriyordu. Siz istediğiniz kadar, "efendim biraz mürekkep yalamışlığımız vardır. Hetero erkeklerin tanklarla bastırdıkları içlerindeki anne-kadın-dişi varlığın bir an dıştan onlara gösterilmesi bile bir tehdit oluşturduğundan, bu kişiler, “aslında kendilerine gülüyorlar" deseniz bile, "olur muymuş hiç, biz böyle değiliz ve bu tarz tipler ancak bizi güldürmek için vardır" diye kovalarcasına, pabuç kadar dil çıkartıp size "şeşcinsel" yanıtlar diziyorlardı. Neyse ki en sonunda, "aman aman hayret durun bakalım, hop dedik" diyebiliriz. Arkamıza, önümüze, yanımıza, sağımıza, solumuza da bakabiliriz... 'Kürklü Merkür'deki Enis Arıkan'ı, '9 Ay Son Gün'de İsmail Hacıoğlu'nu, 'Koca bir Aşk Çığlığı'nda Bekir Aksoy'u, hatta ve hatta (bazen iki arada bir derede kalıp) tiyatroda görselliğe dönüştürülmüş en güzel "espri" olarak ele alabiliriz. Enis Arıkan'ın sergilediği tip, ölçülü, abartısız, yaşadığı ürpertilerin tamamını seyirciye aktaran ve yukarıda da belirttiğimiz gibi “şeşcinsel”leri eğlendirmek için oynanan eşcinsel karikatürüne kesinlikle artık 'dur' diyen bir duruş. Dileriz, diğer

oyuncularımız da onu bu konuda örnek alır da, bu tadı tekrar tadarız. Bekir Aksoy da, Fransız fars türüne kimi zaman da epey kaba saba dönüşler yapan yazar Josiane Balasko'nun (John Waters filmlerinden çıkmış havasındaki) 'Koca bir Aşk Çığlığı'nı oynarken, eski tiplemelere kayarak nefes almamızı biraz zorlaştırdı. 'Kürklü Merkür' bir distopya. Her şeyin kötü olduğu bir geleceği sergiliyor. Ama oyundaki kelebek yiyerek kendinden geçenler -belki uyuşturucunun daha gelişmiş bir türü-, kendilerine oğlan bulduran zenginler; çete üyeleri de, kolaylıkla, bizim olsun batının olsun herhangi bir semtinden ödünç alındıklarını düşündürtüyor. Bu arada, belirli bir gerici paranoyayı dile getirmek amacıyla, Vietnam gazisi sağcı bir askerin, Amerika'nın sırlarını düşmana verdiği için Elvis Presley kılığına sokulmuş bir oğlana tecavüz edip öldürmeye çalıştığı sahnelerde, son zamanlarda pek rastlanılmayan sade bir oyun çıkarıldığını düşünüyorum. Orada ürperti yok, bir tür gidip gelme, bir tür çizgi roman kahramanlarının tepelerine iliştirilen balonlar gibi bir eşcinsellik var. '9 Ay Son Gün', dört spermin terörist bir annenin karnında doğum günlerini iple çekmelerini, daha önce doğup olası bir erken ölümü önlemek için birbirlerini dövüşünü, rekabeti anlatıyor. Fikir güzel olsa da, hantal işlenmiş. Yine de, İsmail Hacıoğlu burada gey spermi oynuyor ve o da, bu rolü yüzüne gözüne bulaştırmadan, ölçülü bir dengeyi koruyarak, seyirciyi gıdıklamak için yılışıklığa başvurmadan oynamayı beceriyor. Darısı diğer oyuncuların başına! Böylece -olmaz ya, hadi olur varsayalım- belki de 'bizim' heterolar dahi, fobilerini rafa kaldırıp kürkler filan giyerek, kocaman aşk çığlıkları atarlar. Bu yıl oynanan 60 küsur oyunda sadece 3 örnek az belki; ama bir zamanlar sıfır olduğu düşünülürse, umut verici...

89


sözlük

hop-çiki-yaya mehmet murat somer

mealleriyle isimler sözlüğü

mms@doruk.net.tr

'Hop-Çiki-Yaya' serisini okuyanlar bilir; Türkiye edebiyatının en kendine has kahramanlarından Burçak'ın maceraları o güne kadar okuduğumuz bütün polisiyelerden farklıdır. Dedektifin transeksüel olmasından öte, tadı damağımızda kalan bir zevk ve neşe barındırır bu seri. Serinin yaratıcı Mehmet Murat Somer 'Hop-Çiki-Yaya' dünyasında kurduğu isimler sözlüğünü bu sayıdan itibaren Kaos GL okurlarıyla paylaşıyor. Anne babanıza “neden bu ismi koydunuz” diye sorduğunuzda aldığınız yanıt okuyun bakın nasıl değişiyor.

90

İsimlerin yapısıyla ilgili bazı genel açıklamalar: - Fauna (Bitki Örtüsü) isimler Ot, çiçek, ağaç isimlerinin insan adı kullanılmasıdır. Örnekler Defne, Gül, Çimen, Çınar, Menekşe, Nergis vb. Muhakkak bir nedeni vardır ancak konu beni aşar. Bulabildiklerimi isimlerin altında açıkladım. Bir kısmının kökenine ise ulaşmak mümkün olmadı. Bilen varsa yazsın, beraber öğrenelim. Genel eğilim çiçek isimlerinin kızlara, Defne hariç ağaç isimlerinin erkeklere uygun bulunmasıdır. - can'lı isimler Kullanılan sade, kök isimlerin peşine can hecesinin eklenmesi 80'li yılların marifetidir. Muratcan, Alican, Osmancan gibi örnekleri vardır. Kız isimlerinde pek rastlanmaz. - Coğrafi isimler Nehir, Irmak gibi cins isimler kadar, akarsu özel isimleri Ceyhan, Dicle, Fırat, Menderes, Meriç, Nil, Tuna vb., sıra dağ adı Alp, Toros vb.'nin insan adı olarak kullanılması esasına dayanırlar. Yazık ki kısıtlı bir coğrafya bilgisi ile sınırlıdırlar. Belli bir coğrafyanın (Bizans Osmanlı) ötesi henüz kapsanmamaktadır. Halbuki Amazon, Yenisey, Mississippi gibi daha neler neler var. - gül'lü isimler Sonuna gül hecesi ilave edilmiş kök isimlerdir. Genelde Aygül, Ayşegül, Sadegül, Zeynepgül gibi kız isimlerinde rastlanır. Eğer bu kaynak kitapta listeli değilse, kök isim üzerinden aranmalıdır. - Gül'lü isimler Baş hecesi Gül- olan, ancak kök isim veya başka kelimelerden üretilmiş isimlerdir. Her birinin anlamı haliyle yoktur. Havaya, suya bile Gül- ön hecesi eklenerek isim yapıldığından hepsini listelemek ve kayıt imkanı yoktur. - han'lı isimler Bunlar iki şekilde tasnif edilirler: 1 Kökeni eskiye dayanan han'lı isimler. Örnek: Ayhan, Erhan, Esmahan, Orhan, Perihan gibi. Han = Eski tarz konaklama yeri, eski tarz otel bazlıdırlar. Güümüzün otel adları ve yıldız sınıflandırmasına denk gelirler. 2 Modern han'lı isimler. Örnek: Murathan, Figenhan gibi. İsimlerini (harfçe) daha gösterişli, daha zengin kılmak isteyenlerin genelde sonradan ilave ettirdikleri (kanuni ya da değil) han ekiyle zenginleştirilmiş, haliyle de az buçuk uyduruk isimlerdir. - Hayvan adları Aslan, Kartal, Şahin, Yunus gibi bazı hayvan adları (nedense?) insan ismi olarak da kullanılır. Kesin açıklaması yoktur. Hayvan sever ebeveynler tarafından başlatıldığına inanıyorum. Ancak Fare, Köpek, Kedi, Salyangoz, Zürafa, bazı hayvan adlarının asla ve kat'a kullanılmamasını ise ayrımcılık, hayvan hakları ayrımcılığı olarak değerlendirmemek mümkün değil. Konuyu hayvanseverler ve hayvanları koruma teşkilatlarına havale etmek gereklidir. - su'lu isimler Oğlan isimlerine can eklenmesi gibi, kök kız isimlerine de su eklenmesi adeti 80'li, hatta 90'lı yılların modasıdır. Örnek: Işınsu, Pelinsu vb. Kök isimle değerlendirilmelidir. Bazı kök erkek isimlerinin ardına su eklenerek kız ismi yapıldığı da vakidir. Örnek Cansu. - Tabiat olayları isimler Fırtına, Bora, Yıldırım, Yağmur, Bulut gibi tabiat olaylarından yola çıkan isimlerdir. Sel (su taşkını) ön veya son heceli isimler de çoğunlukla bu gruba dahildir. - Uzay temalı isimler Başta Uzay ve Yıldız olmak üzere Güneş, Merih gibi yıldız ve gezegen adlarının insan ismi olarak kullanılmasıdır. Kainatın sırları keşfedilip derinlere inildikçe, yeni yeni yıldızlar ve yıldız takımları adlandırıldıkça bu türden isimler de artmaktadır.

A Abbas: Ab (eski dilde su, H2O) + bas (basmak fiilinden emir) = Su bas! Evlerde, hatta saraylarda bile eskiden su tesisatı yokmuş. Her şey taşımayla suyla yapılırmış. Çeşmeden su taşınırmış. Sonra tulumba icat olmuş… Zamanına göre büyük keşif, inanılmaz bir rahatlık. Bastır, pompala… Şırıl şırıl su aksın. Lüks bir şey tabii… İşte, o zamanlar su basmak, tulumbası olmayanlar için özenilecek bir eylem, su-bas, yani abbas ise bunu betimleyen bir isimdir. Abdi (bazen Apti): Çift anlamlı erkek isimlerindendir. Yobaz yerine yobi, kobay yerine kobi örneklerinde olduğu gibi şirinleştirilmiş abdal (ya da aptal) Ab (eski dilde su) + di (di'li geçmiş zaman eki) = Eskiden suydu, şimdi ne olduysa oldu anlamındadır. Meraka gerek yoktur. Olacağını olmuştur herhalde. Hem ne olduysa oldu, size ne? Abdülkadir: Nedir yani? Neden çocuklara böyle eziyet edilsin değil mi ama? Yazıktır. Ayıptır. Çocuk adını kaçıncı sınıfta yazmayı becersin istiyorlar? Aynı açıklama haliyle bütün Abdül- önekli isimler (Abdülhalik, Abdülkerim, Abdülvahap vb) için geçerlidir. Abuzer: Abuse, İngilizce taciz demektir. Abuser (abuzer) ise taciz eden, mütecaviz, tecavüzcü demektir. Tecavüzün makbul olduğu dönemlerden kalma bir isimdir. Günümüzde pek beğenilmez. Acar: Açıklamaya tenezzül bile edilmez. Açelya: Renkli çiçekleri olan bir süs bitkisidir. Saksılarda cam kenarlarına pek yakışır. Adnan: Ad (isim) + nan (tıpta cüce, nanizm cücelik) = Cüce adı demektir. Boylu poslulara yakışmaz. Afet: Aslı affet'tir. Tahmin edileceği gibi af etmek, yani bağışlamaktan gelir. İleride onu başlık parası ya da şan, şöhret, mevki uğruna uygunsuz bir koca adayına resmen satacak olan ebveynler, evlatlarından, özellikle kızlarından baştan özür dilemek amacıyla kullanırlar. Afife: Aslı hafife'dir. Bazı kelimlerde, kimi yörelerde h harfinin okunmaması ya da telaffuz edilmemesi geleneğinden kaynaklanan 'sessiz h' kuralı ile bozulmuş, afife haline gelmiştir. Hafif kadın, hafif


m e ş r e p , h o p p a a n l a m ı n d a d ı r. Günümüzde, kızını ileride popstar, manken, olmadı VJ, hatta DJ falan yapmak isteyenler kullanabilir. Afitap: Pek şahane bir isimdir. Seslenmesi daha da şahanedir. Yüksek sesle, son heceyi uzatarak deneyin, anlayacaksınız. Agâh: Kâh orada, kâh burada, kâh kapı arkasında. Bütün bunlara kısaca a-gâh denir. Aheste: Yavaş anlamındadır. Bu ismi taşıyan kızlar genelde ağır kanlı olur, bu halleri de yanlışlıkla hanımefendilik sanılır. Yani? Yanılsama yaratır. Ahsen: “Ah seni seni…”, “sen yok musun sen…” örneklemelerinde olduğu gibi “seni gidi seni” anlamında hem hafifsemeli bir takılma, hem de taşıyan kişisine göre sitem ifade eder. Ahu: Her üç harfli isim gibi kısa ve ekonomik olanlardandır. Bu haliyle kısaltma olduğu aşikardır. Kökeni hakkında iki farklı açıklama vardır: Ahuramazda, yani eski İran'da yaygın Zerdüşt dininde en yüce tanrı, Bilgelik tanrısı. Kısaca ahududu, yani frambuaz. A j d a : S ü p e r s t a r, d i v a anlamındadır. Başka bir anlamı daha eskiden varmışsa da artık yoktur. Başka anlam yüklemeye çalışanlar, hatta bunu denemeye niyetlenenler karşılarında kapı gibi Naim Dilmener'i bulurlar. Akdoğan: Doğarken ak, yani beyaz olan anlamındadır. Bebekler doğarken hep aynı renk olmazlar. Pembeden mora değişik renklerde buruş buruş, yamru yumru çıkarlar ana rahminden. Sonra serpilip gelişir, icap ederse güzelleşirler. Beyaz tenin makbul olduğu dönemlerden kalmadır. Akil: Ak (beyaz) + il (vilayet) = Beyaz şehir anlamındadır. Bu haliyle Bodrum veya Yunan adalarını andırdığı kesindir. Ancak eskiler Lizbon için de Beyaz Kent terimini kullanırlar. Hatta İsviçreli yönetmen Alain Tanner'in “Beyaz Kentte / Dans la Ville Blanche” adlı, başrolünde Bruno Ganz'ın oynadığı fevkalade bir filmi vardır. Akile: Akil erkek adının dişileşmiş versiyonu gibi görünse de değildir. İstanbul'un en eski sokaklarından birinin adıdır. Ünlü yazar Halide Edip Adıvar (1882-1964), Akile Hanım Sokağı adıyla ölümsüzleştirmiştir. Kimi eserlerini önce İngilizce yazıp sonra Türkçe'ye çevirmiş yazarın ayrıca Sinekli Bakkal, Vurun Kahpeye, Türk'ün Ateşle İmtihanı, Döner Ayna, Yolpalas Cinayeti gibi başka meşhur eserleri de vardır. Ali: Hop-Çiki-Yaya'lıkta paragöz patron anlamındadır. Genelde yuppie, kendini cool sanan, yaklaşık yarım saat sohbetten sonra sığlığı ile can sıkıcı olan insan demektir. İyi veya k ö t ü n i ye t l i o l m a l a r ı d u r u m u etkilemez. Gündelik hayatta sıradanlığı temsil eden erkek ismidir. Aliye: Siyah saçlı, tercihen topuzlu

sert kadın. Kimi zaman acılara direnen güçlü kırsal kesim kadını (Yıların Öcü filmi gibi), bazen de kötü, sosyetik üvey ana anlamındadır. Bakınız: Aliye Rona. Alptekin: Alp (Orta Avrupa sıradağları) + tekin (güvenli, tehlikesiz yer) = Alp dağlarının tekin olduğunu, vahşi ve yırtıcı hayvanlarla dolu olmadığını, güvenli bölge oluşunu ifade eder. Haliyle İsviçre'nin tarafsızlığı bu ismin anlam kazanmasında etkin olmuş, Heidi roman ve çizgi filmiyle Alp dağlarına sempati pekişmiştir. Altan: Her ne kadar al (kırmızı) + tan (güneşin doğduğu vakit) açıklaması geçerli gibi görülse de aslı alttan'dır. Üstten karşılığıdır. Alttan almak, alttan vermek gibi… Altay: Al (almak fiilinden emir) + tay (at yavrusu) = Tay değiş tokuşu ifade eder. Hatta al tay, ver buzağı, al enik, ver kuzu… Aral: Ar (namus,ahlak anlamında) + al (ver karşıtı) = Namuslu ol, azıcık ahlaklı ol anlamları için, haliyle bunlardan yoksun olduğuna inanılan kişiler yola gelip edeplensinler diye verilen isimdir. Arda: Yere dikilen işaret çubuğu, çıkrıkçı kalemi veya eskiden çavuşların ellerinde tuttukları uzun değnek demektir. Kısacası sopadır yani. Armağan: Hediye anlamındadır. Erkeklere “armağan”, kızlara “hediye” denir. Arzu: Yoktur efendim böyle bir şey. Neuzübillah! Asena: Her ne kadar Ergenekon destanına göre, Türklere yol gösteren dişi kurta asena dendiği iddia edilse de, günümüzde dansöz, oryantal, iyi kıvıran anlamında kullanılmaktadır. Ataullah: Zor! Hem telaffuzu hem de açıklaması zor. Öncelikle Türkçe değildir. Peki o zaman neden kullanıyoruz? Cevabını ben veremem, kullananlara sorulmalıdır. Avni: Oğuz Aral'ın hazırladığı Avanak Avni a d l ı k a r i k a t ü r kahramanıdır. Okul öncesi yaşta, kel kafalı, hafiften meczuptur. Avşar: Avşamak, yani kibarca yavşamak fiilinden türetilmiş isim. Aydan: Dünya'nın uydusu Ay'dan gelen canlı türü anlamındadır. Bilimsel adı 'lunaticus sapienum'dur, ki bu bilimsel ad da zamanla yanlış kullanılarak yabancı dillerde 'lunatik' olarak kısalmış ve deli, bozuk anlamına kaymıştır. Marstan, Satürnden, Jüpiterden, Neptünden gibi benzer anlamlı isimler Orta Çağ'da cadılara yakıştırılmış, bu kişiler kazığa çakılmış, cadı niyetine yakılmış, türleri tükenmiş; bu adları kullanmaya korkanlar yüzünden kullanılmaya kullanılmaya unutulmuş, aralarından sadece Aydan güncel kalmıştır. Bir cins

E.T.'yi (extra-terresterial) temsil eder. Has olanların soyu çoktan tükenmiştir. Halen aramızda bulunanlar, özbeöz dünyalı olan ilkel primat insan (homo sapiens) ırkıyla karışa karışa özelliklerini yitirmiş, dejenere olmuşlardır. Aydoğan: Mehtaplı gecelerde doğan çocuklara verilen addır. Hele de dolunay ise pek uygun düşer. Ayferi: Bir zamanların (kabaca 1965-75) ünlü şantözü. Çingene, Yavaşça Yavaşça gibi pek çok hiti vardır. Ününün doğrundayken Tahran, İran'a yerleşmiş, bir gece kulübü işletmiş, Şah Rıza Pehlevi'nin kızkardeşi Prenses Eşref ile samimi olmuş, mollalar devrimi ile yurdumuza dönmüş ancak sönmüştür. Güçlü sesi vardır. Yerli pop müziğimizin Heredot'u Naim Dilmener kendisine de diva'lık payesi vermiştir. Ayla: Ayla Algan, Ayla Büyükataman, Ayla Dikmen örneklerinden da anlaşılacağı gibi star mertebesine yükselmemiş ama her zaman belli bir seviyeyi korumuş kadın ses sanatkarı demektir. Aysel: Ay (nida) + sel (su taşkını) = 'Hii sel geliyor!' anlamında kullanılan uyarı sözüdür. Kadınlar için isim olarak kullanıldığında, gelirse beni sele kapılmış gibi istediği yere sürükleyecek (örneğin Aysel Tanju) kadın demektir. Aynı şekilde telaffuz edilen ve cep telefonu hizmeti veren operatörlerden Aycell; ve isim tamlaması olarak anlamı pek tatlı delibozuk, uçuk-kaçık olan 'Aysel Gürel' ile asla karıştırılmamalıdır. Ayşe: Aslı ay-ise. Güneş ise, gece ise, soğuk ise örneklemelerinde olduğu gibi kıyas belirtmek, yani ay ile kıyaslamak için kullanılmıştır. Telaffuz zorluğu nedeniyle zamanla Ayşe'ye dönüşmüştür. Azim: Az (çok karşıtı, yetmeyen) + im (işaret, iz) = Sonuca varmak için yeterli iz, işaret olmadığını ifade eder. Benzeri Aziz, daha etkini Naim'dir. Karda yürüyüp iz bırakmayan dediğimiz kişilere azim, naim gibi adlar verilir. Azime: Dişi Azim. Aziz: Az (çok karşıtı, yetmeyen) + iz (işaret, geçtiği yerde bıraktığı leke) = İzi az olan. Benzer anlamlar için bakınız Azim. Azize: Dişi Aziz gibi durmakla beraber değildir. Ermiş kadın demek olup, saflık, temizlik, cinsellik dahil dünyevi meselelerden uzaklığı ifade eder. Yaratılışımızın parçası ve belki de nedeni olan hazlardan neden uzak durulması gerektiği konusunda farklı doktrinler vardır. İsteyen uyar, ben uymam. Azmi: Az (çok karşıtı, yetmeyen) + mi (nota) = Mi sesinin yetmediğini belirtir. Özellikle şancılar için sorundur. Pop şarkıcılarında fark bile edilmeyebilir. Gelecek sayıda

B...

91


diskopavyon

tacim açık tacimsuede@gmail.com

parmak izi

perry blake: benzemez kimse sana 1970 İrlanda doğumlu olan Perry Blake, ilk albümünü 1998 yılında yayınladığında, Les Inrockuptibles, "A star is born" tanımlamasıyla Blake'in geleceğe uzanacak başarılarına öngörüde bulunurken, yüceltici bir dille Blake'i kutsar. Ne var ki Perry Blake star olamayacak kadar güzeldir, star olamayacak kadar gerçek. Çağdaşlarından farkını farklı formlarda kullanılan vokal tekniğiyle, melodi diziliminde geniş yer ayrılmış orkestrasyonlarla daha ilk nağmeden gösterir. Blake'in melankolisine paralel yarattığı atmosfer inandıklarını ele verirken, star kelimesinin sınırları, Blake'i kalplerinde saklayacaklara yeterli gelmeyecektir. Blake'in dinleyicisi ile kurduğu bağ, melankoli çemberine takılan ruhlar için ilaç mahiyetinde, tutkuyla, derin bir sevgiyle bulanmıştır. Müziğindeki ruhani boyut büyüsünün alâmetifarikası olurken yürek burkan şarkılar Perry Blake'i kristalin göz alıcılığı ve kırılganlığına hapseder. Kendisi ile aynı adı taşıyan ilk albüm 'Perry Blake' ile melodramını yaydığından bu yana devam eden basınç daima nefes alır. 'Genevive (The Pilot Of Your Tights)', '1971', 'Broken Statue' ve benzeri şarkılar görkemin nice parıltısından birkaçıdır. Ertesi sene çıkan 'Still Life' ile mesainin daimi olacağının altı çizilir. Perry albümleri dışında, Fransız gey filmi 'Presque Rien' için soundtrack kaydeder, Françoise Hardy, Émilie Simon gibi isimlere çalışır. Yanına koyacağımız fazla isim olmasa dahi, David Sylvian, Scott Walker, Nick Drake başlıca referans kaynaklarıdır. Ayrıca müzik kurgulaması ile John Barry, Burt Bacharach gibi kaotik film müziklerinin usta bestecileri ile çakışır. Kendi depresyonuna ortak eden, yalnızlığa ağıtlar yakan Perry Blake harikalar diyarının kapılarını ardına kadar açıyor. Kendisi gibi olan insanlar için hala en güzel sırlardan biri olarak var olmaya devam ediyor.

92

keşif

alacakaranlıkla sabah arası seksi gibi: sam sparro Soul-electroclash buluşması “Black & Gold” şarkısı ile geçtiğimiz yılın massive hit'lerinden birini çakan Sam Sparro 2008 yılının müzikal keşiflerinden. İlk çalışta akla 40 ismi getiren şarkı son 40 yılın janrlarının birleşmiş hali adeta. Goldfrapp'in Black Cherry'sine benzer altyapıda synthesizer'ın nakış gibi ince ince işlendiği, Prince'ın Kraftwerk ile buluşturan vokal, Gnarls Barkley'nin gospel vokali gibi başta Stevie Wonder olmak üzere Chaka Khan ve bir dolu çelik vokali selamlıyor. 24 yaşındaki Avustralyalı gey şarkıcı stüdyoda her enstrümanı çalıp albümü yardımsız kaydedecek yetkinlikte. “Black &Gold” alacakaranlıkla sabah arası seksi gibi, uyuşuk ama temiz başlayan, gerilimin yavaş yavaş kaybolup yerini görkemli bir patlamaya devreden bir kıvama sahip.


ajans

diskotek

Matmos San Fransiskolu avangard elektronika mucizesi Matmos 'Supreme Balloon' adlı yeni albümünü gelecek ay yayınlıyor. Björk'ün en çok güvendiği isimlerden olan, özel hayatlarında romantik bir çift olan M. C. (Martin) Schmidt ve Drew Daniel'den oluşan Matmos, homoerotizmi ambient tekno ile buluşturuyor. Albümle aynı adı taşıyan 24 dk'lık 'Supreme Balloon' kaydı ise yılın en yetkin işlerinden.

M83 Aralarında Bloc Party, Placebo, Depeche Mode ve Goldfrapp gibi nice başarılı isme yaptığı remix'lerle tanınan M83, 'Saturdays = Youth' adlı albümü ile kaybolan sgoegaze'i geri getiriyor. Sigur Rós, Cocteau Twins ve Suede'e yaptığı işlerle de tanınan Ken Thomas'la beraber kaydeden yakışıklı gey sanatçının albümü bir “greatest hits” kadar göz alıcı.

Kylie aramızda! En son Brit Ödülleri'nde 'en iyi uluslararası kadın sanatçı' kategorisinde ödülü kapan Kylie Minogue, son albümü X'in turnesi kapsamında Mayıs 20'de İstanbul'da!

“Black Cat” adlı yeni kaydıyla dönen Ladytron, 'Velocifero' adlı albümü gelecek ay yayınlıyor. Gary Numan etkileri albümde yine bolca hissediliyor.

R.E.M. Halihazırda dünyanın en iyi grubu olan R.E.M., 'Accelerate' adlı albümü ile destanına yeni bir zafer kazıyor. 'Gay ikonu' Michael Stipe ruh katan, umut veren vokalini yaşamın tam içinden gelen lirikleri taçlandırıyor. “Hollow Man”, “Supernatural Superserious”, “Mr. Richards” albümden ilk göz kırpan şarkılar.

El Perro del Mar Sarah Assbring sahne adıyla El Perro del Mar, 60'ların french popuna yakın melankolisi ve olmazsa olmaz melodrama desteği ile iyi müzik hoş müzik klasmanına dahil edeceğimiz şarkıcının 'From The Valley To The Stars' adlı albümü kırlarda dolaşıp beğendiğiniz çiçekleri koparmak gibi.

Ünlü Fransız şarkıcıoyuncu Emmanuelle Seigner, Brett Anderson'la epik bir şarkı kaydetti: “les mots simples”

Diskonun yaşayan efsanelerinden Donna Summer geri döndü. “Stamp Your Feet” adlı şarkı için 2008'in fenomen hitlerinden biri olacak demek için kahin olmaya gerek yok.

93


www.myspace.com/edorsay

94


95


gökyüzü Hayallerinizde kaybettiğiniz ama yerine içinizde bulmaya, belki de sahip olmaya çalıştığınız kimliklere kilitlenip gitti mi hiç hayalleriniz? Hiç buruşuksuz ama ütüsüz keten çarşaflarınıza serilmeyi başaranları, sabahları kucaklarındaki gümüş tepsi üzerindeki kolber peçetelerle hayata uyandırabildiniz mi?

96

O yüzden hayal etmeyi bırakıp hayal ettirmeyi düşlemeli biraz da insan. Öyle ki, sizi herhangi bir yerde yakalamalı o şeytani ve zavallı olmaya mahkummuş gibi dile getirilen gerçeküstü hayaller... Ve sadece enter tuşuna basıp silebilmelisiniz bir kerede yığın yapmış olduğunuz tüm bu kavramları..

barbaros şansal yamak2023@hotmail.com

İşte bu durum hasıl olduğunda da Gnostik incilin sayfalarında arar durursunuz hayal ettiğiniz hayatı zannederler diğerleri boşu boşuna.


Adem Arkadaş Adnan Yıldız Aija Salo Akın Atauz Akif Kurtuluş Aksu Bora Ali Erol Ali Özbaş Alper Akyüz Anja Meulenbelt Ayçin Civan Aydan Akas Aygen Tümer Ayşe Gül Altınay Ayşe Karabat Ayten Alkan Baskın Oran Bawer Çakır Belgin Çelik Barış Sulu Burcu Ersoy Buse Kılıçkaya Bülent Danışoğlu Canan Dağ Carina Martenson Cem Altıparmak Celal Deniz Cuma Özdemir Dicle Çakmak Diego Mellado Ekmel Çizmecioğlu Emine Bozkurt Emine Özkaya Emir Birant Erden Kosova Esmeray Fatma Hacıoğlu Fatma Nevin Vargün Feray Salman F. Mutlu Binark Gamze Göker Gülbanu Altunok Gülhan Saraçaydın Gülkan Ahıska Gülsüm Depeli Gün Zileli Güner Kuban Güzin Yamaner Hakan Ataman Hande Öğüt Hande Şarman Hrant Kasparyan Hülya Başdoğan Hülya Gülbahar Hülya Uğur Tanrıöver Işıl Özgentürk İlknur Üstün İsmail Alacaoğlu Jenny Sundén Juliano Cano Nieto Kerem Altıparmak Konuralp İren Kutluğ Ataman Kürşad Kızıltuğ Kürşad Kahramanoğlu Lale Mansur L. Doğan Tılıç Mehmet Atak Mehmet Bilal Dede Mehveş Bingöllü Melek Göregenli Mete K. Kaynar Michael Cashman Mine Gencel Bek Mithat Sancar Muhtar Çokar Murat Çelikkan Murat Çınar Murathan Mungan Müge İplikçi Müzeyyen Nergiz Naim Dilmener Nalan Özdemir Nazik Işık Neriman Polat Nesrin Algan Nesrin Yetkin Nil Perçinler Nilgün Toker Nüket Paksoy Erbaydar Oral Çalışlar Osman Elbek Oya Aydın Özlem Altıparmak Özlem Çolak Pınar İlkkaracan Pınar Selek Ragıp Zık Selçuk Candansayar Selay Tunç Selen Doğan Selim Badur Semih Varol Serpil Sancar Serra Ciliv Simten Coşar Sinan Sinem Göknur Süreyya Evren Şahika Yüksel Şanar Yurdatapan ŞehmusAy Şevki Sözen Tuğrul Erbaydar Tuğrul Eryılmaz Turgut Tarhanlı Uğur Yüksel Umut Güner Umut Karasu Yakın Ertürk Yasemin Öz Yıldırım Türker Yıldız Tokman Yusuf Eradam

yukarıda imzası bulunan bizler sizi homofobiye karşı durmaya çağırıyoruz 3. uluslararası

homofobi karşıtı buluşma 12-19 mayıs 2008, ankara

www.kaosgl.org

www.antihomofobi.org


pippa bacca


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.