Yukio Mishima
Leisha Hailey
Gey yazar. 1925'te Japonya'da dünyaya geldi. Küçük bir bürokrat, Hitler ve Nazizm hayranı olan babasının kökleri, hem çiftçi hem aristokrat hem de Japonya'yı 250 yıl yöneten askerlere, babaannesinin kökleri ise samuraylara kadar uzanır. Babaannesi, Yukio'yu doğar doğmaz yanına aldı. 12 yaşına kadar birlikte yaşadığı babaannesinin etkisinde çok fazla kaldı. İlk orgazmına Aziz Sebastian'ın resmine bakarken ulaştı. Bu resimde Aziz Sebastian, kuşatılmış ve fırlatılan oklarla yara bere içindedir. Yukio aynı dönemde bir sınıf arkadaşına âşık oldu. Bu aşk, hayatı boyunca süren üç fetişistliğe yol açtı. Erkek kol altı kılı, ter ve beyaz eldiven. “Çiçek Açmış Orman” adlı ilk uzun hikâyesi basıldığında 16 yaşındaydı. II. Dünya Savaşı sonrası Japonya'sının en renkli, en verimli ve en üretken yazarı oldu. İlk romanı 'Hırsızlar' 1948'de yayımlandı. Bunu, dünya edebiyatı şaheserlerinden kabul edilen, kendi eşcinselliğini anlattığı 'Bir Maskenin İtirafları' adlı otobiyografik romanı izledi. Yukio fanatik bir milliyetçiydi. 100 kişilik müridiyle küçük bir ordu kurdu. 1970 yılında Tokyo'da bir generali rehin almak için kalkıştığı eylemde, ordusundan dört kişinin intiharına sebep oldu. Balkondan attığı nutuğa karşılık avludaki askerler gülmeye başlayınca onuru kırıldı ve samuraylar gibi harakiri ayiniyle karnını deşerek intihar etti. Yanında duran sadık müridlerinden biri, Yukio'ya ait 7. yy samuray kılıcını aldı, intihar eden yazarın kellesini uçurdu, arkadan da kendisi intihar etti. Yukio ile beraber intihar eden 25 yaşındaki genç Masakatsu Marito'ya herkes Yukio'nun nişanlısı gözüyle bakıyordu. Yukio gibi ölüme karşı olağandışı bir ilgi duyan Marito, hayatını Mishima'ya adamıştı. Kısa hayatına, 13 makale, 31'i tek perdelik 52 oyun, 143 kısa hikâye ve 20 roman sığdıran Mishima, üç kez Nobel Edebiyat ödülüne aday gösterilmişti.
Lezbiyen oyuncu, müzisyen. 1971'de Japonya'da dünyaya geldi. Nebraska'da büyüyen Hailey ailesine lezbiyen olduğunu söyledikten sonra New York'a taşındı. Burada Dramatik Sanatlar Akademisi'nde okudu. Sınıf arkadaşı ile birlikte kurduğu 'The Murmurs' grubuyla New York'un çeşitli barlarında şarkı söyledi. 1990'ların ortalarında grubuyla birlikte Los Angeles'a taşınan Hailey 'Lilith Fair' grubuyla konserler verdi. Bu dönemde sevgilisi olan K.D. Lang'in yapımcılığında albümler çıkardı. 1997'de Ellen DeGeneres'ın 'Ellen' adlı dizisinin bir bölümünde milyonlara 'coming out'unu (açılmak) yaptı. Aynı sene 'All Over Me' adlı filmle sinemaya geçti. 'Some Girl' (1998), 'The Snowflake Crusade' (2002), 'La Cucina' (2007) gibi filmlerde oynadı. 'CSI: Crime Scene Investigation', 'Grey's Anatomy' gibi televizyon dizilerinde de görünen sanatçı asıl çıkışını 'lezbiyen soap operası' olarak bilinen 'The L Word'deki biseksüel gazeteci Alice Pieszecki rolüyle yaptı. 2004'ten beri bu dizide oynayan Hailey, dizinin gerçek hayatta lezbiyen olan iki üyesinden biridir. "Lezbiyenler hep görünmezliğe itiliyorlar” diyen Hailey bu dizinin lezbiyenlere görünürlük kazandırması açısından çok önemli olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Ama aynı zamanda türünün tek örneği olduğu için üzerinde yeryüzünde yaşayan her tarzdan lezbiyeni temsil etmesi beklentisi gibi inanılmaz bir baskı var.”
Tallulah Bankhead
Yves Saint Laurent
Biseksüel oyuncu. 1902'de Amerika'nın Alabama eyaletinde dünyaya geldi. Babası Demokrat Partisi'nin önde gelen isimlerinden biriydi. 15 yaşında tiyatroya başlayan Bankhead şansını Broadway'de denemeye karar verdi ve 'Dr. Jekyll and Mr. Hyde' oyununda rol aldı. Birkaç küçük rolden sonra Londra'da şansını denemeye karar verdi ve çok başarılı oldu. Hollywood'un dikkatini çeken oyuncu sinemaya Dell Henderson'un 'Who Loved Him Best' filmiyle adım attı. Ardından gelen filmlerde başroldeydi ve dönemin ünlü aktörleriyle oynadı. En önemli rolünü 1944'te Alfred Hitchcock filmiyle yaptı: 'Yaşamak İstiyoruz' (Lifeboat). Bu filmdeki rolüyle bir anda parlayan Bankhead, New York Film Eleştirmenleri Birliği tarafından 'En İyi Kadın Oyuncu' seçildi. Ardından çeşitli TV dizilerinde göründü. Ölmeden önce bir sinema filminde (Fanatic, 1965) ve onu kült bir figüre dönüştüren 60'ların kiç televizyon serisi Batman'de Black Widow rolünde oynadı. Hollywood standartlarına uymayan kişiliği ve diliyle çok konuşulan ve tepki toplayan Bankhead'in en yakın dostları eşcinsel edebiyatçılar Tennesse Williams (Arzu Tramvayı'ndaki Blanche DuBois rolünü onun için yazdığı söylenir) ve Truman Capote'ydi. Her yaptıkları sansasyona dönüşen bu üçlünün maceraları bugün bile konuşulmaktadır. Eşcinsellere olan yakınlığıyla bilinen oyuncu kadın sevgililerini hiçbir zaman saklamadı. Dönemin en etkileyici figürlerinden biri olan Bankhead 1968'de zatürreden yaşama veda etti.
Gey tasarımcı. 1937'de Cezayir'in Fransız sömürgesi olduğu dönemdeki kenti Oran'da dünyaya geldi. 18 yaşında kazandığı bir giysi tasarımı yarışmasıyla modacı Christian Dior'un ilgisini çekti. Dior'un üç yıl sonra ölmesi üzerine ünlü modacının yerini aldı ve 21 yaşındayken baş tasarımcılığa terfi etti. Tasarladığı zarif, seksi ve kadının toplumda kendine daha fazla güvenen rolünü açığa çıkaran modelleriyle tanınan Laurent modada avangartın temsilcisiydi. Transparanlar, yüksek yakalı dantelli bluzlar gibi yenilikçi tasarımların yanı sıra pantolon gibi klasik bir parçayı yeniden biçimlendiren, her dönemin modasını, özellikle 50'lerin ruhunu yaratan bir isimdi. Toplumda kadının kendine giderek daha fazla güvenen halini yansıtan Laurent, hazır giyimi popüler kıldı, pantolon-ceket takımlar, safari ceketler ve süveterlerle kadın giyimini değiştirdi. Eşcinsel olduğu için okul yıllarında alay konusu olan Laurent, kamuoyu önüne çok nadir çıktı. Catherine Deneuve ve Grace Kelly gibi dünyanın en ünlü kadınlarını giydirdi. Ancak 90'ların sonlarında, modaevinin kârı düştü, 2002'de de atölyeleri kapandı. Hayatının büyük bölümünde çeşitli ruhsal ve fiziksel hastalıklarla boğuşan modacı, bu yüzden 2002'de emekliye ayrıldı. Hayatının son dönemlerinde içine kapanan ünlü modacı, uzun süre depresyon ve alkol tedavisi gördü. Ünlü modacının kendi ismini taşıyan parfüm ve aksesuarları da son yıllarda büyük beğeni toplamıştı. 3 Haziran 2008 tarihinde Fransa'nın başkenti Paris'te yaşama veda ettiğinde yanı başında eski iş ortağı ve sevgilisi Pierre Berge vardı.
Kaos GL De
Kaos GL’den
Sahibi rneği adına y Burcu Erso kaosgl.org
oyaburcu@
üdürü ve azı İşleri M Sorumlu Y Yayın Yönetmeni Genel l Uğur Yükse gl.org ugur@kaos
lu Yayın Kuru Safoğlu, n ka Ay , ol Ali Er r Bawer Çakı Barış Sulu, a Çınar, sr E y, so Er Burcu er a, Umut Gün Salih Canov şmanları Hukuk Danı ldırım, Av.Hakan Yı n, Av.Oya Aydı Öz Av.Yasemin ım Sayfa Tasar Emir Birant gl.org
emir@kaos
ordinatörü Finans Ko oğlu İsmail Alaca rg sgl.o
ismail@kao
mlusu Abone Soru Semih Varol semih@kao
sgl.org
lunanlar Katkıda bu en, Anıl üv G p l ız, A Adnan Yıld lenbelt, eu M a j , An Alacaoğlu ize İlk, Az , m o aseksuel.c ğlar, Ça t n a rk com, Be Çağlar bdsmturk. k, r tü r i i Dem Burcu Suf , Eser Ece Dorsay Yerlikaya, en, Göze v gü z Ö tih Gündüz, Fa Gün Araf, züm Abla, Orhon, Gö Dragset, r a g In t, Hande Öğü et Murat m eh M anbul, , Nilüfer Lambdaist en e gr m hael El n Ertin, a Somer, Mic rk Se , uk Gök elican, Kale, Selç rm ü S , r n Göknu , Sinem Sina Yiğit, Yeliz Işıldakçı Türker Ümit Ilgın m ı ır d l Yı , aran Yeşim Baş ri Yönetim Ye Kaos GL lvarı 29/12 fa Kemal Bu RA Gazi Musta lay - ANKA 06440 Kızı 58 312. 230 03 0 +9 n: o f e 77 Tel 312. 230 62 Faks: +90 l.org itor@kaosg ed : ta s po E.org www.kaosgl URL: http:// Abonelik deli ) abone be llık (6 sayı 45 YTL Yurt içi 1 yı li de e eb yıllık abon 70 $ Yurt dışı 1 45 € ya da ear 70 $ as 1 y nsfer 45 € or the following Please, tra od to ri pe n nt tio ip subscr bank accou r Şubesi hi şe ni Ye ı as Garanti Bank No: 411 6297054 TL Hs. o: 9089309 USD Hs. N : 9090334 EUR Hs. No
5015
ISSN 1302
i Kapak Resm r Steven Mille i Basım Tarih 2008 25 Haziran Baskı mevi Ayrıntı Bası esi Sanayi Bölg ize n a rg O 105 İvedik 0. Sok. No: 77 d. Ca . 28 ra Ostim Anka 90 312. 394 55 Telefon: 0 Yayın Türü li (2 aylık) re sü l re Ye stos 2008 u ğ -A uz m Tem Dağıtım Yaysat A.Ş. isteklerde Tek sayılık nderiniz. gö lu u p a st 5 YTL'lik po ve mültecilere Tutsaklara, nderilir. ücretsiz gö e r lle se in HIV+ eşc , Kaos GL ve Lezbiyen Kaos Gey ma ve Dayanış aştırmalar eli yayınıdır. Kültürel Ar sür nin ği' ne er D
uğur yüksel
tanrı böyle sevemiyorsa...
ugur@kaosgl.org
O'na… “kan ve susuşla dinlenen ten kabullenir” bejan matur SAHNE: Bir oda. BİRİNCİ VE SON PERDE: Veda ZAMAN: Geçmiş ve şimdi. DEKOR: Eskimiş bir koltuk. Kırmızı. 1. Oyuncu ve 2. Oyuncu ayakta karşılıklı dururlar. 2. Oyuncu, 1. Oyuncu'nun yüzüne bakarken o, Seyirci'yi izlemektedir. (2. Oyuncu elini uzatır.) 1. Oyuncu: Dokunma! Bana dokunursan taş olursun. O zaman ben yine yalnız olurum. 2. Oyuncu: Gülüşüme atla. Sıkı tutun. Acına aldırma. Atla. 1. Oyuncu: Sana tutunamam ki. Katiller bile geride el izi bırakır, ne acı… (Koltuğa çöker) Günahların hatırlanmadığı bir yer olmalıydı bizim için… Bir yer… Bir çöl… (Seyirci'ye) Bütün ağumu kusmak, lanetlerle önünü tıkamak istiyorum önce. Susuyorum. Dudaklarımdan tek bir sözcük çıkmaması için etlerimi sıkıyorum. (Sessizlik) 1. Oyuncu: (2. Oyuncu'ya mırıltıyla) Gitme… (Doğrulur, 2. Oyuncu'nun yüzüne, gözlerine bakar) Tanrı seçti bizi, kendi yalnızlığını duyurmak için, aşkı verdi. O anda anladım ve “hah” dedim, “işte içinden sevgimi akıtabileceğim çatlak bu.” Sevda bir ateş buldu sende, eğilip öptü seni. Artık kimse denizi bilmiyor. (Kollarından tutup sarsar) Anlamıyor musun? Seni seviyorum! Bir zamanlar çocuk olduğun ve bir gün ceset olacağın için seviyorum seni. Yalnızca boynunun düzgün çizgilerini değil koltuk altının terini de seviyorum. Tanrı böyle sevemiyorsa ben seviyorum. (2. Oyuncu kurtulmaya çalışır ama 1. Oyuncu bırakmaz onu.) 1. Oyuncu: Gideceksin ve başka tenlere açacaksın o bedeni. Benim her satırını, köşesini, ucunu, uçurumunu, kuyusunu bildiğim, haritasını çizip sana verdiğim o bedeni başkalarında deneyeceksin. Elleyecekler, dokunmadan elleyecekler. Bunu anlamayacaksın ilk. Açlığını doyurmak önemli olacak ilk. Ve sonra… (Sesi düşer) yolunu kaybedeceksin. (Bedeni hafifler) Hızlı öpüşlerle lekelenir ten, (kolları düşer iki yana) uzun kalır usul öpüşlerin anıları. (Kendi kendine mırıltıyla) Bilmiyorsun. (2. Oyuncu, kapıya yürür. Sahneden tam çıkacakken durur ve döner.) 2. Oyuncu: (1. Oyuncu'ya) Ayrılmak daha iyi. Acı çekeceksin. Acı çekmeni istemiyorum. Bir ayrılığın, sahte bir vaatten ve yalanlardan daha az zararı olur sana. 1. Oyuncu: (Seyirci'ye) Kapıya dayanmış ayakta duruyordum ve öyle solgundum ki korktu. (2. Oyuncu'ya) “Elveda, (Seyirci'ye) diye mırıldandım ölü bir sesle, (2. Oyuncu'ya) elveda. Var oluşumu dolduruyordun ve senden başka yapacak hiçbir şeyim yoktu. Ne olacağım? Nereye gideceğim? Geceyi ve geceden sonra günü ve yarını ve yarından sonrayı nasıl bekleyeceğim, ya haftaları nasıl geçireceğim? (Seyirci'ye) Gözyaşlarımın arasından bulanık, hareket eden bir odadan başka bir şey görmüyordum ve bir şeyler yapmaları için parmaklarıma güveniyordum. (Yığıldığı yerden doğrulur ve 2. Oyuncu'nun üstüne atlar. Boğuşma. Elleri O'nun boynunda. Kıvranan, sıkışan beden. Bir süre sonra hareketsiz kalırlar.) 1. Oyuncu: Boynun… Çocuk boynun, pürüzsüz ten. Öpmekten usanmadığım. Ellerimin arasında kıvrılan, sıkılan, kurtulmaya çalışan şimdi. Dün gece öptüğüm boynun, parmaklarımın arasında ne güzel duruyor. (Öper o boynu. Öper, öper… Yüzünü sonra, sonra yeniden boynunu. Yüzünü elleri arasında tutup bakar O'na) Ben seni bulduğumda içimde bir bıçakla bekliyordum. Ağzımda bir gelincikle acımı gösterdim sana. (Kolları arasına alır O'nu, sarar) Sonra gideceğini söyledin, inanmadım sana. (Seyirci'ye) Oysa ben daha doğmadan biliyordum: Acılı bir ruhta oyalanan bir gövde bu. Saf ve çocukça bir düşün yatağında. (2. Oyuncu'yu daha sıkı sarar, başını, boynunu, ellerini öper acıyla… Sonra birden fark eder cansız bedeni…) (Çığlık!) (Öpmeye başlar, yiyecek gibi öper O'nu. Sarar, daha sıkı, içine almak ister gibi sımsıkı sarar O'nu.) 1. Oyuncu: (Birden… Seyirci'ye) Öldü. Ne yapacağım şimdi ben? Nasıl taşıyacağım kendimi? Daha, daha, daha çok zalimleşerek mi? (2. Oyuncu'ya…) Hayır, hayır, bu mümkün değil. Gidemezsin. Kalk, kalk... (2. Oyuncu'yu sarsmaya başlar; O'nun yüzüne vurur, cansız bedene vurur, doğrultmaya çalışır, cansız elleri kendi yüzüne götürür, iki yana düşerler, bir kez daha dener, iki yana düşerler) 1. Oyuncu: (Kabullenir. Daha sakin, Seyirci'ye) Öldü, öldü. Sevmek ölmektir. Sevinç içinde uyuyor. Beni kim sevecek şimdi, kim öldürecek? Kim? Kim? Kim?... PERDE DÜŞER. *** Ve gelecek sayı… Türkiye'nin en “ahlaksız” dergisi Kaos GL, 'genel ahlak' çemberine alınmaya çalıştığımız şu günlerin acısını çıkarmak için ateşli bir “Ahlak” dosyasıyla çıkacak karşınıza. Elbette sizden gelecek katkılarla… *** Önce 29 Haziran'da İstanbul'da Onur Yürüyüşü'nde, sonra, gelecek sayımızda görüşmek ümidiyle… *bejan matur, edip cansever, gülten akın, hazal suna, jean cocteau, jean genet, lale müldür, ronald duncan'ın sözcüklerinin yardımıyla…
içindekiler
52 05 08 09 12
14
15
lgbt gündem inkârdan affa YILDIRIM TÜRKER havadis LAMBDAİSTANBUL KAPATILAMAZ ardından 3. ULUSLARARASI HOMOFOBİ KARŞITI BULUŞMA söyleşi SİNEM SİNAN GÖKNUR: “BİR TRANS BABANIN ÇOCUĞUNU DOĞURABİLME HAKKI OLMALI” transgender kimliğinin ataerkil düzen karşısındaki gücü NİLÜFER KALE
32
09 35
36 38 40 41 42
dosya: ten ve tutku 16
18 19
20 22 24 25 26
27 27 28 30
43
12
“kadın kadına öykü yarışması” birincisi SAPPHO'YLA SEVİŞMEK ANGELİQUE bir çocuk gördüm uzaklarda SÜRMELİCAN son dönem bir madonna şarkısı: kim efendi, kim köle? ADNAN YILDIZ mualla HANDE ÖĞÜT kızılderiliyle buğday tarlası FATİH ÖZGÜVEN sarı sokak lambaları ALP GÜVEN yasak ten ECE DORSAY “tene gömülen ihtiras”, olmadı “mahmut masum'um ofisinde ihtisas” ÜMİT ILGIN YİĞİT erotika-1 AZİZE İLK seyr-ü sevi GÜN ARAF beyazperde alev alev AYKAN SAFOĞLU kas dünyası SELÇUK GÖK
43 44
32
45
46 48
50
52
54 55 56
54
söyleşi BDSM.COM: “BDSM BOYUTLARI AÇAN BİR MEDYUMDUR” söyleşi ASEKSUELLER.COM: “CİNSEL OLARAK TARAFSIZ OLANIZ” jeanette winterson: tutku SERKAN ERTİN arkadaş z. özger'i seviniz… BAWER ÇAKIR tutkular ve tenler… GÖZÜM ABLA mahremiyet üzerine serbest salınımlar GÖZE ORHON tanrıçalardan süs yaptım memelerime BERKANT ÇAĞLAR "yaş" günümde "kuru" fasulye taneleri YELİZ IŞILDAKÇI "bir aşk hikâyesi" ESER GÜNDÜZ çilek kokusu ANIL ALACAOĞLU söyleşi INGAR DRAGSET & MİCHAEL ELMGREEN: “ARKA SOKAK İBNELERİ OLARAK BÜYÜDÜK” l'ahlak AYKAN SAFOĞLU söyleşi ÇAĞLAR YERLİKAYA: “AŞIK OLDUĞUM ZAMAN KENDİME ASLA ŞAŞIRMAM” sevgisiz bir çağın sevgi'li yazarı: bilge karasu SALİH CANOVA söyleşi OYUN DEPOSU'NDAN ÇİRKİN İNSAN YAVRUSU kitaplık bozuk plak hop-çiki-yaya mealleriyle isimler sözlüğü “b” MEHMET MURAT SOMER
48
lgbt gündem 4 Mayıs - Henrich Böll Derneği'nin destekleriyle gerçekleştirilen “Türkiye'de Eşcinsel Olmak” söyleşi dizisi “Türkiye'de Gazetesi ve Eşcinsel Olmak”la devam etti. Söyleşiye aktivist ve BirGün gazetesi yazarı Kürşad Kahramanoğlu konuşmacı olarak katıldı. 6 Mayıs - Kaos GL'li kadınlar tarafından düzenlenen “Ten & Tutku” temalı 3. Kadın Kadına Öykü Yarışması'nın kazananları belli oldu. Birinciliği 'Sappho'yla Sevişmek' adlı öyküsüyle "Angelique" rumuzlu yazar alırken 'Ahret Çiçeği' adlı öyküsüyle “Poo” rumuzlu yazar ikinci, '30 Dakika' adlı öykünün sahibi "Hidden Dragon" rumuzlu yarışmacı üçüncü seçildi. 7 Mayıs - DTP İstanbul Milletvekili Sebahat Tuncel, Meclis Başkanlığına, meclis tarihinde ilk kez lezbiyen, gey, travesti, biseksüel ve transeksüel (LGBT) yurttaşlar ile ilgili soru önergesi verdi. Tuncel önergede, LGBT vatandaşların hakları ve yasal güvenceleri için yapılan çalışmaları sordu.
17 Mayıs - Kübalı eşcinseller, Uluslararası Homofobiye karşı Mücadele Günü'nde hükümetin de desteğiyle Havana'da bir araya geldi. Kübalı eşcinseller ile eşcinsel hakları savunucularını bir araya getiren etkinliğe Devlet Başkanı Raul Castro'nun kızı Mariela Castro başkanlık etti. Aynı gece Küba devlet televizyonu da eşcinsel aşk öyküsü anlatan 'Brokeback Dağı'nı yayınladı. ABD'nin 38 milyonla en kalabalık nüfuslu eyaleti Kaliforniya'da Yüksek Mahkeme, tarihi bir kararla eşcinsel evliliklerin yolunu açtı. Avrupa İnsan Hakları Komiseri Thommas Hammerberg 17 Mayıs nedeniyle yaptığı açıklamada “Zaman zaman, lezbiyen, gey, biseksüel ve transgender kişilerin haklarının korunması için yeni bir hakkın yürürlüğe konması gerektiği söyleniyor. Bu bir yanlış anlamadır. Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi ve anlaşma tarafları, bu hakların herkese uygulanması gerektiğini ve hiç kimsesin dışlanmayacağını kabul etmiştir” diyerek devletleri LGBT bireylere yönelik ayrımcılıklara son vermeye çağırdı.
11 Mayıs - Moldova'daki LGBT örgütü GenderDocM'in Kişinev kentinde düzenlemek istediği LGBT Onur Yürüyüşü, güvenliğin sağlanamayacağı gerekçesiyle önce belediye başkanı, ardından karşı eylemci bir grup tarafından engellenmek istendi. Yürüyüş için gelen eşcinseller otobüsten indirilmedi. Karşı eylemci grup otobüste tutulan eşcinsellere sözlü saldırıda bulunurken polis durumu izlemekle yetindi. 15 Mayıs - Gambiya Cumhurbaşkanı Yahya Jammeh siyasi bir toplantıda, "Gambiya inananların ülkesidir. Homoseksüellik gibi ahlak dışı ve günah olan davranışlar bu ülkede hoş karşılanmayacaktır" diye konuştu. Bununla da yetinmeyen Afrikalı lider, "Gambiya'da yakalanan eşcinsellerin başının kesileceğini" vurguladı. Ülke medyası ise cumhurbaşkanının politikasına ve tehditlerine destek verdi. 16 Mayıs - Avrupa Parlamentosu Üyesi Michael Cashman 17 Mayıs Homofobi Karşıtı Gün nedeniyle yayımladığı mektupta “Bugün tüm dünyada, ayrımcılıktan dolayı acı çeken eşcinsel, biseksüel, travesti ve transeksüel bireylerle dayanıştığımızı dile getirmek istiyoruz. Ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nde yazdığı gibi, yeryüzündeki her insanı “birbirlerine karşı kardeşlik anlayışıyla davranmaya” davet etmek istiyoruz” dedi.
18 Mayıs - Papa 16. Benedict, eşcinsel evliliğine karşı çıkarak, kadın ile erkek arasındaki geleneksel evlilik biçiminin toplumun bütünlüğüne yardımcı olduğunu söyledi. Papa, kadın ile erkek arasındaki birliğin hayatın “doğal kaynağı” olduğunu belirtti.
MADİLEDİK!!! “Gay'lik toplumsal bir sorun değil, o sapkınlığa giriyor. (…) Kadın erkek ilişkisini yasaklarsan, insan sonunda kendi cinsiyle ilişkiye girmeye başlıyor. Cinsellik içgüdülerle oluşuyor, ihtiyaç olduğu için de bir noktada dışa vurum yaşanıyor. Bu da sapkınlıklara yol açabiliyor.” İpek Tuzcuoğlu
05
Amerikalı oyuncu, komedyen ve sunucu Ellen DeGeneres, Kaliforniya eyaletinin eşcinsel evliliğe izin vermesinden sonra, sevgilisi Portia de Rossi ile evlenmeye hazırlandığını açıkladı. 20 Mayıs - Britanya'da kabul edilen 'insan üremesi ve embriyon araştırmaları yasası', yalnız anne ve lezbiyen çiftlere babasız çocuk sahibi olabilmenin yolunu da açtı. Bu yasa sayesinde, tüp bebek yöntemiyle çocuk sahibi olmak isteyen kadınların, çocuğa bir 'baba' adayı göstermesi yerine, 'ebeveyn desteği' kanıtı sunması yeterli olacak. 21 Mayıs - İngiltere, 19 yaşındaki İranlı eşcinsel Mehdi Kazımi'ye sığınma hakkı tanıdı. Ülkesine gönderilirse öldürüleceğini söyleyen Kazımi'nin sevgilisi İran'da idam edilmişti. 22 Mayıs - İnsan Hakları İnceleme Örgütü Türkiye LGBTT Raporunu İstanbul'da açıkladı. “Kurtuluşumuz İçin Bize Bir Yasa Gerek” başlıklı raporda LGBTT bireylerin maruz kaldığı ayrımcılık ve insan hakları ihlallerine yer veriliyor. Rapor 2004 ve 2007 yıllarında lgbt bireyler ve örgütlerle yapılan görüşmeler sonrasında hazırlandı. 27 Mayıs - Dubai'de iki kadın öpüştükleri için bir ay hapis cezası aldı. Dubai polisi ayrıca, “Toplumun değerleri önemlidir. Onları koruyalım” sloganıyla travesti ve transeksüellere karşı bir kampanya başlattı.
06
28 Mayıs - "Cadının Bohçası" isimli gösterisini sürdüren ve midye satıcılığı yapan Esmeray, üç gün önce uğradığı polis saldırısı hakkında Amargi Kitabevi'nde basın açıklaması yaptı. Esmeray açıklamasında "Kimliği verdim. Çantama bakmak istediğini söyledi. 'Asla' dedim, zorla çantamı alıp boşalttılar. Beni arabaların arasında tartakladılar, küfür ettiler. 'İstediğin yere şikayet et, yetki bizde' dediler" diye konuştu. 28 Mayıs - ODTÜ Rektörlüğünün engelleri nedeniyle kurulamayan Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Topluluğu kampüs içinde bir eylem düzenledi. Aynı gün topluluk etkinliği olarak ODTÜ'de bir söyleşi veren Murathan Mungan “Homofobi eşcinselliğin konuşulması ve normalleştirilmesiyle yıkılabilir” dedi.
29 Mayıs -Berlin'de, Nazi döneminde öldürülen ve baskılara maruz kalan eşcinsellerin anısına dikilen anıtın açılışı yapıldı. Anıtın açılışını yapan Kültür Bakanı Bernd Neumann konuşmasında, bu anıtın dikilmesinde geç kaldıklarını ve anıtın Almanya'da hiç bir ayrımcılığa yer olmadığını simgelediğini söyledi.
anıtın içine bakıldığında görülen sahne
Dünya'nın en büyük LGBT yürüyüşü Brezilya'da gerçekleşti. 12 yıldır Brezilya'nın Sao Paulo Kentinden yapılan yürüyüşe bu yıl en az 3 milyon kişi katıldı. 3 Haziran - 2006 senesinde, Ankara'nın Eryaman semtinde, travesti ve transeksüellere yönelik başlayan saldırıların sorumluları olan ve “çete kurarak örgütlü suç işlemek” suçuyla tutuklu yargılanan dört sanık, Ayhan Günay, Şammas Taşdemir, Ahmet Günay ve Harun Çavdar bir kez daha hakim önündeydi. Ankara'da, 11. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen duruşmada Cumhuriyet Savcısı “çete kurarak örgütlü suç işlemek”ten yargılanan sanıkların “adi suç” gerekçesi ile tutuksuz yargılanmasını talep etti. “Adi suç” talebinin kabul edilmesine karşın tutuksuz yargılanma talebinin reddedildi. Dava 8 Temmuz tarihine ertelendi. 3 Haziran - Eşcinsel modacı Yves Saint Laurent, 71 yaşında Paris'te yaşama veda etti. Le Figaro gazetesi haberi “Dünyanın en büyük modacısı öldü”, Le Parisien de “Dünyanın küçük prensiydi” başlığıyla duyurdu. 5 Haziran - Aydın'ın Kuşadası ilçesinde Sisi adlı transeksüel alışveriş yapmak için girdiği markette A.E. tarafından bıçakla saldırıya uğradı. Sisi hastaneye kaldırılırken kan kaybından hayatını kaybederken katil kısa sürede yakalandı. Etrafındakilere ve polislere "Nasıl, iyi etmişim değil mi?" dediği öne sürülen A. E. gözaltına alındı. Olay üzerine Pembe Hayat LGBTT Dayanışma Derneği yaptığı basın açıklamasında “Yalnızca travesti olduğu için vahşice öldürülen Sisi'nin katilini kim yarattı? 'Ağır
MADİLEDİK!!! “Oğlunun kafasındaki baba resmini yıkarsan, tabii ki anneyi örnek alır. Ondan sonra da kadın gibi davranmaya baslar. Oğlum, bir gün çıkıp da bana bunu söylerse 'Hay, ağzıma tüküreyim beni' der, dönüp kendime bakarım.” Gazetecinin "Oğlunuz ya da kızınız, gelse ve 'Baba, ben eşcinselim' dese?" sorusuna İsmail Hacıoğlu'nun verdiği yanıt.
tahrik var' diyerek travesti ve eşcinsellerin katillerine kimler ceza indiriminde bulundu? 'Travesti öldürdüm, iyi etmişim di mi?' diyen katile de 'ağır tahrik indirimi' hediye edilecekse, bu adalet, kimin adaleti olabilir?” dedi. 5-8 Haziran - Brezilya hükümeti ülkedeki ilk ulusal Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Travesti ve Transeksüel Konferansı'nı düzenledi. Dünyada ilk defa bir hükümet tarafından organize edilen etkinliğin başlığı “LBGT bireylerin vatandaşlıklarını teminat altına alan İnsan Hakları ve Kamu Politikaları”ydı. 7 Haziran - Küba'da cinsiyet değiştirme ameliyatlarına onay verildi. Raul Castro'nun, ağabeyi Küba lideri Fidel Castro'dan geçen şubatta görevi devralmasından sonra uygulamaya başladığı bir dizi değişikliklerden biri olan cinsiyet değiştirmeye izin veren kararın, Sağlık Bakanı Jose Ramon Balaguer tarafından imzalandığı kaydedildi. Bu hizmet, devlet tarafından ücretsiz verilecek. 9 Haziran - Kaos GL Derneği, “Üskül'ün tercihi sapıklardan yana!..” başlıklı haberinden dolayı Vakit gazetesine tazminat davası açtı. Dernek aynı zamanda, gazetenin yazarlarından Sedat Arseven hakkında da “hakaret nedeniyle ceza davası açılması istemli” Ankara Cumhuriyet Savcılığı'na suç duyurusunda bulundu. 13 Haziran - Norveç Parlamentosu, eşcinsel çiftlerin evlenebilmelerine ve evlat edinebilmelerine olanak tanıyan tasarıyı 41'e karşı 84 oyla kabul etti. Norveç, dünyada eşcinsel çiftlere evlilik hakkı veren altıncı ülke oldu.
15 Haziran - İngiliz ordusu, karacı ve havacı eşcinsel askerlerin bu yılki Eşcinsel Onur Yürüyüşü’ne üniformalarıyla katılmalarına izin verdi.
MADİLEDİK!!! "Hepimiz hata yaptık, ben de yaptım. Sahnede abuk sabuk transseksüeller gibi giyindim, çok pişmanım. O dönem normal erkek sanatçılar da transparan giyinirdi sahnede. Zeki Bey (Müren) cinsel tercihi farklı biriydi, sahnede bunu yansıtırdı. Bülent Ersoy vardı. Halk onları öylesine benimsemişti ki herkes 'Bu modadır, böyle yapalım' diyordu. Ben de o düşüncedeydim." Fatih Ürek
ajans haberiyle
eşcinsel düşmanlığı 9 Haziran'da NTV'nin web sitesinde ve ertesi gün Vatan gazetesinde yayımlanan bir ajans haberine göre Dünya Sağlık Örgütü'nün (WHO) HIV/AIDS departmanı başkanı Kevin De Cock, bugüne kadar 25 milyon kişinin hayatını kaybettiği AIDS'in heteroseksüeller arasında yayılmadığını açıklamıştı. Biliyorduk ki bu haber, yıllardır bildiğimiz “AIDS eşcinsel hastalığıdır” yargısının yeniden, bu kez “bilimsel verilerle” kurgulanıp karşımıza getirilmiş halinden başka bir şey değildi. Bu açıklama doğru muydu gerçekten de? Yoksa Türkiye medyası hatalı bir çeviriyle ajanstan aldığı bu haberle okurlarına yanlış bilgi mi veriyordu? Uzmanlara bu haber hakkında ne düşündüklerini sorduk.
“bilimsel dayanağı yok” Dr. Aygen Tümer Hacettepe Üniversitesi AIDS Tedavi ve Araştırma Merkezi (HATAM) Koordinatörü Bu tip bilimsel dayanağı olmayan haberler zaman zaman basında karşımıza çıkmaktadır. T.C. Sağlık Bakanlığı Aralık 2007 Türkiye verilerindeki bulaşma yolları ile ilgili tabloya bakılacak olursa, ülkemizde korunmasız yapılan heteroseksüel cinsel temas en sık karşımıza çıkan bulaşma yoludur. Bu veriler tanı almış, yani ELISA testi sonrası Western Blot kan testi ile doğrulaması yapılmış testlerle hekimin karşısına gelen ve hekimin sorduğu sorularla bulaşma yolu belirlenip daha sonra formlara kodlama sistemi ile kişisel bilgileri yazılıp, Sağlık Bakanlığı'na bildirilen vakalardır. Tamamı ile güvenilmektedir. “de cock'un açıklamasında 'heteroseksüel çift' ifadesi yoktur” Tekin Tutar Pozitif Yaşam Derneği Bu haberin orijinali Independent gazetesinde 8 Haziran'da tarihinde yayımlandı. DKevin De Cock gazeteye verdiği röportajda HIV salgınının Afrika kıtası dışında olan bölgelerde heteroseksüeller arasında yayılım göstermediğini ifade etmiştir. Bu ifadenin anlamı HIV "salgın" boyutuyla heteroseksüelleri tehdit etmiyor anlamındadır. İfade heteroseksüel kişilere bulaşmaz anlamı taşımamaktadır. Üstelik medyamızda “heteroseksüel çiftler arasında AIDS yayılmıyor" ifadesi yer almıştır. Cock'un açıklamalarının hiçbir yerinde "heteroseksüel çift" ifadesi yoktur. Bununla birlikte salgınbilimci (epidemiyolog) olan Kevin De Cock, kamuoyunda farklı yansıma ihtimalini düşünerek daha dikkatli beyanda bulunması gerekirdi. Talihsiz bir açıklama yaptığı kanaatindeyiz. “yeter ki korunma ihmal edilmesin” Dr. Muhtar Çokar İnsan Kaynağını Geliştirme Vakfı HIV salgınının önlenmesi konusundaki önceliklerin saptanması konusundaki salgınbilim (epidemiyoloji) alanındaki bir saptamanın, yanlış yapılmış bir çeviri haberine dayanılarak heteroseksüellerin salgından etkilenmeyeceklerini tekrar etmek ne kadar yanlışsa eşcinsellerin bu salgının kaynağı olduğunu ve ne yaparlarsa yapsınlar bu hastalıktan kurtulamayacaklarını ima etmek de o kadar yanlış olacaktır. Yeter ki toplumun diğer kesimleri için olduğu gibi eşcinsel gruplar da HIV salgınının kendi grupları için ne kadar risk oluşturduğunun farkına varmış olsunlar ve korunma konusunu ihmal etmiyor olsunlar. (barış sulu)
07
yazı kalır yıldırım türker yildirimturker@hotmail.com
08
Doğru hayat stratejisi diye bir şeyden söz etmek mümkün mü, bilemiyorum. Ama geylerin, kendilerine dayatılan hayat stratejilerine karşı onurlarını kaybetmeden hayatta kalabilme konusunda kendi stratejilerini yaratması kaçınılmazdır. Dünyanın heteroseksüelleştirilmesi ve bunun tartışılmaz bir mutlak olarak egemenliğini korumak, yalnız militan heteroseksüellerin, muhafazakâr sağın, din ve devlet kurumlarının, görevi değildir. Bu görev, hepimize dağıtılmıştır. Bu yalınkat dünya tasvirinin meşrulaştırılmasında heteroseksüellerin yanı sıra geyler de görevlidir. Toplumsal mutabakat ancak bu ön kabul üzerinden gerçekleşebilir. Onlar, ev sahibi. Biz, sığıntı. Heteroseksüel dünyanın popüler kültür platformunda durmadan ve ısrarla yeniden ürettiği dil, öncelikle geyleri ve geyliği bir tecessüs nesnesi olarak pazarlamanın yanı sıra, gey olmanın hayattan, üretim ilişkilerinden kopuk, yalıtılmış, dolayısıyla lanetli bir resmini çizmeye ayarlanmıştır. Becerisi olmayan mutantlar. Ya da becerileri soytarılıkla kısıtlı kadınerkek eskizleri. Otuz yıl öncesine kadar elektrik ve iğdiş etme yöntemleriyle 'sağaltılması' gereken bir ruh hastalığı değil, geylik. Zindanlara tıkılması gereken suç olmaktan çıkalı ondan biraz daha fazla oldu. Bütün bunlar, hak ve özgürlükler siyasetinin gelişmesiyle, geylerin sözlerini dolaşıma sokmasıyla kazanılmıştır. Sevgili ülkemizde ise yakın zamana kadar yok sayılan, görmezden gelinen eşcinsellik artık tanınıyor. Ama koşullu bir kabul bu. Bana kalırsa, geyleri ve gey siyaseti bekleyen en büyük tehlike, heteroseksizmin affına uğramak, heteroseksizmin “affetme stratejisi” karşısında çaresiz kalmaktır. Zaman 'bağışlanma' zamanıdır çünkü. İnkâr edilmenin, yok sayılmanın ateş çemberinden geçtik. Tarihi yazanlar, resmi kalemleri ellerinde tutanlar, bu topraklardan eşcinsel çıkmayacağını, bu sapkınlık türünün batının aşırılıklar tarihinin üretmiş olduğu bir hastalık olduğunu ileri sürdüler, on yıllar boyunca. Kaldı ki Zeki Müren'in bile eşcinselliğine inanmak konusunda son derece isteksiz bir toplum için yüce Osmanlı'nın kimi yüce padişahlarının erkek aşkları toplumsal kayıttan kolaylıkla uzak kalabiliyordu. Tarihi eşcinsel aşklar konusunda geriye doğru silme çabalarının en
inkârdan affa gülünçlerinden birini hatırlıyorum. Yıllar önce Antalya'da dikilecek Attalos heykeli çevresinde yaşanan, Aziz Nesin dünyasına rahmet okutan tartışmalar bu topraklarda yaşayan çok insanı eğlendirdiyse de kimseyi şaşırtmamıştı büyük ihtimalle. Antalya Gönüllü Kuruluşlar Platformu üyeleri, Antalya şehrindeki 46 sivil toplum örgütü adına kıyameti kopartmıştı, basına kalırsa. Heykelin yerleştirileceği kaideye tırmanıp bir bildiri okumuşlardı. Şöyle: “Antalya 2. Attalos'dan önce bir yerleşim birimidir. Bu kişinin (muteber bir zat olmadığını belirtir) kenti genişletip ismini verdiği öne sürülmektedir. (burada da külyutmaz toprakseverin kuşkuculuğuna dikkat) Attalos bazı rivayetlere g ö r e e ş c i n s e l b i r y ö n e t i c i d i r. Anadolu'da her işgalcinin heykelini dikeceksek, Romen Diyojen'in, Venizelos'un heykellerini de dikelim.” (yani sonradan gelen Türkler işgalci olmuyor. Keşke bir gayret kazılarda Türk Neandartaller bulunsa da onların heykellerini diksek) Şehrin 800 yıldır Türk kimliğiyle tanındığını belirten Çiçek, “Attalos yerine işgalci güçlere direniş başlatan Korkutelili Mustafa Haşmet'in ve Korkutelili Mehmet'in heykelinin dikilmesini istiyoruz” Antalya Belediye Başkanı, eksik kalır mı, hemen cevabını verdi: “Attalos'un eşcinsel olduğunu ileri sürüyorlar. Attalos eşcinsel değil. Kaldı ki ben insanların bu yönüyle değil, yaptıklarıyla ilgilenirim.” Demeye kalmadı, Akdeniz Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü Başkanı Prof. Dr. Sencer Şahin, devreye girerek, Attalos'un ne eşcinsel ne de sapık olduğunu belirtti. Alman Arkeoloji Enstitüsü'nden Prof. Dr. Wolfgang Radt da Cumhuriyet gazetesinin özetiyle “2. Attalos'un KESİNLİKLE eşcinsel olmadığını, başarılı bir devlet adamı olduğunu belirtince”, Antalyalı da Antalya'ya sahip çıkan Türkiyeli vatandaş da derin bir soluk alıp bir ağızdan 'güneş balçıkla sıvanmaz' deyu ünledi. Bilimsel, siyasi, sivil, militarist, sağ, sol dil örgülerinin bunca birbirinden beslenip birbirini beslediği yekpare bir yapı, muhteşem bir konsensus da işte ancak eşcinsellik söz konusu olduğunda yaşanabiliyor elbet. Eşcinselliği, dürüstlüğün, iyi devlet adamlığının, insanlığın yücelttiği bütün erdemlerin karşısına koyan, sapıklık diye adlandıran, binlerce yıl sonra da olsa kendi kısıtlı imkânlarıyla cezalandırmaya çalışan dilin bir nefret suçu olduğunu hiç akıllarına getirmiyorlardı elbet. Sonuçta iki bin küsur yıl öncesinin bir tarih figürü kaidesine çıkarılmadan evvel GATA'dakileri aratır bir 'eşcinsellik muayenesi'nden geçiriliyordu. Şimdi, gey olduk. Sınıfları doldurduk.
Her kesimden, her sınıftan gey çıkabileceği, can sıkıcı bir gerçeklik olarak kabul edilmiş durumda. Artık affedilmemize geldi sıra. Hoşgörüyle terbiye edilip, suçsuz bahtsızlar olarak kabul görmek şimdiki aşama. Bu 'affedici' dilin baskıdan, tehditlerden bunalmış kimi insanlar için yeğ olduğunu tahmin etmek hiç de zor değil. Kendini sonunda bağışlanmış hissetmek ömrünü bir suç gibi sürükleyenlere iyi gelebilir. Ama bu durum yok sayılmaktan daha parlak bir hayat sunmuyor hiçbirimize. Geçenlerde genç bir dizi oyuncusunun söyledikleri ve onları manşet yapan gazete, bana bu dönemin en dolaysız anlatımı gibi geldi. Genç oyuncu, ola ki bir gün bir oğul sahibi olursa ve o oğul da eşcinsel olursa, kendini suçlayacağını; eşcinselliğin babanın ilgisizliği ve çocuğun örnek almak için kadın yetişkinlere yönelmesi sonucu oluşan bir arıza olduğunu söylüyordu. Bu hevesli genç, suçluyu bulmuştu. Eşcinsel, ona kalırsa suçlu değil, bir suçun cezasıydı. Şimdi, bu yaklaşıma hepimiz fena halde aşinayız. Bu memlekette cehaletin bambaşka bir kibri olduğunu, hiç mahcubiyet taşımadığını biliriz. Ama 20 yaşında bir gencin kendinden bu kadar emin bir dille insanlık hallerinden herhangi biri üstüne ahkâm kesebileceğine inanıyor musunuz? Eşcinsellik konusunda ise herkes rahatlıkla fikir yürütebilir, bilimsel olduğuna kalıbını basacağı teoriler uydurabilir. Bu alan, boş ve ehliyet gerektirmeyen bir alandır nasılsa. Bu genç adam da suçun gerçek failini ilan ederek geylere hizmet ettiğine bile inanıyor olabilir. Niyeti kötü değil. O, affediyor. Affedilmesi gerektiğine inanıyor. Özellikle bu topraklarda LGBTT hareketi, batıdaki muadillerinin yıllar önce mücadele edip hayattan elemiş oldukları ilkel bir dille yüz yüze gelmek zorunda. Şimdi insanlık ve insan hakları 'trendy' bir alan ya; geylere fazla yüklenmemeliyiz, suç onlarda değil, sevgisiz ana-babalarda muhabbeti, 'ne yapalım, onlar doğuştan böyle' çok bilmişliği, velhasılı bu konuda heteroseksizmin ürettiği bütün kalıplar hayatımızı ve varoluşumuzu bir arıza, bir suç, bir lanet, bir ceza olarak yazmakta kararlı. Geylerin kendilerini suçlu hissetmeleri, bir kaza olduklarına inanmaları, sistemin bekası için elzem. Müttefiklerimizi seçerken bu yüce gönüllü heteroseksizm temsilcilerinden uzak durmak zorundayız. Açık düşmanlıktan daha zehirli, onların sunduğu şerbet.
havadis kapatılamaz,
mücadeleye devam! “Anayasal düzenlemede kadın ve erkek cinsiyetinin yanı sıra farklı cinsiyet tanımı bulunmadığına göre sadece cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği gözetilerek oluşturulacak örgütlenmenin söz konusu maddenin özüne ve ruhuna ve amaçladığı eşitlik kuralına aykırılık teşkil edeceği… Dernek mensuplarının kendi cinsel eğilimlerinin tüm toplum katmanlarında eğitici programlar organizasyonu suretiyle teşviki ve propagandasının yapılmasının ön plana alındığı gözlemlenmekle, söz konusu bu çalışmaların Anayasa'nın 41. maddesinde belirtilen aile ve çocukların, Anayasa'nın 58. maddesinde belirtilen gençlerin hak ve özgürlüklerinin tehlikeye girmesine neden olacağı… Davalı dernek amaçlarında konu ve içerik belirtmeden her düzeyde eğitim ve öğretim kurumu vb. açılacağından söz edildiği görülmüş olmakla derneklerin her konuda ve düzeyde eğitim ve öğretim kurumu, dershane ve kurs açmak taleplerinin yasal ve anayasal dayanağının mevcut olmadığı gerekçesi ile Lambdaistanbul'un feshine karar verilmiştir.” Beyoğlu 3. Asliye Hukuk Mahkemesi Cumhuriyet Savcısı Muzaffer Yalçın
2006 senesinde, İstanbul Valiliği'nin girişimleri sonucunda Lambdaistanbul Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Travesti ve Transeksüel (LGBTT) Dayanışma Derneği hakkında başlayan yargılama süreci 29 Mayıs'ta tarihi bir kararla, şimdilik, sona erdi. Davanın altıncı duruşmasında yerel mahkeme, bilirkişinin Lambdaistanbul lehine yazdığı rapora rağmen derneğin tüzüğünü hukuka ve “genel ahlak”a aykırı bularak kapatılmasına karar verdi. Biliyoruz ki, şimdiden Türkiye eşcinsel hareketinin tarihine geçen 29 Mayıs'tan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Bu kararı kabul etmiyor mücadelemize devam ediyoruz!
baskı, şiddet ahlaksa, biz ahlaksızız yeşim başaran yesim_tuba@yahoo.com
Lambdaistanbul hakkında kapatma kararı çıkınca pek çok çevreden gelen "Lambda sistem karşıtı bir örgüt. Acaba bu nedenle mi bu karar çıktı?" diye soru/yorumlarla karşılaşıyoruz. Kapatmaya dair hakimin yazmış olduğu gerekçeli karara baktığımızda, hakimin yaklaşımı şu şekilde özetlenebilir: "Eşcinseller sadece metropollerde varlar, toplumun genelinde yoklar, zaten az sayıdalar ve yeni yeni ortaya çıktılar. Ataerkil bir toplumda yaşadığımız için, toplumun genelinin tasvip etmeyeceği bir kesim eşcinseller.” Hakimin herkesi eşcinsel yapmak için dernek kurduğumuz biçimindeki absürd çıkarımını (ayrıca tüzüğümüzde böyle bir cümle olmamasına rağmen hukuken bu çıkarımı yapabilmiş olmasını) bir kenara bırakacak olursak, gerekçesi gayet ortada yazılı olan bu karara bakıp "acaba genel ahlaktan değil de başka bir nedenle mi kapatıldı" diye ek bir soru sormaya hiç gerek yok. Anayasadan başlamak üzere her tür yasa ve yönetmelikte karşımıza çıkan "genel ahlak" kavramının da, karşısında durduğumuz siyasi sistemin temel taşlarından biri olduğu, sistem karşıtı hareketler tarafından henüz kabul görmüş değil anlaşılan. Genel ahlak meselesinin de tıpkı milli güvenlik gibi siyasi bir kavram olduğunu kabul etmemiz ve "genel ahlaka" aykırılığın kendisinin sistem karşıtı olduğunu görmemiz gerekiyor. Sistem, gücü elinde tutanların sınırlarını çizdiği bir genel ahlak anlayışı üzerine de kurulu. Kapatma davası sonrası üretilmiş olan "Baskı, Şiddet Ahlaksa, Biz Ahlaksızız" sloganı da boşuna değil bu anlamda. Bir LGBTT derneğine verilmiş olan kapatma kararı, Türkiye muhalif hareketlerine yeni bir siyasi tartışma/eylem mecrası açmış bulunmakta. Ümidim bunun fark edilmesi ve 'genel ahlak' söylemiyle yaşamı zindan haline çevrilen insanların özgürleşmesinin de siyasi bir mesele olduğunun kabul edilmesi...
09
ne
ile de d
r?
herkesin hakkı değil mi? özay şendir, Sabah Örgütlenme, yasal yollardan hak arama ve kuvvetli bir sivil toplum örgütü olarak baskı grubu oluşturma herkesin hakkı değil mi? Benim hayalimdeki Türkiye AKP'nin Lambda'nın bu haklarını da savunabildiği bir Türkiye. En karşıt fikrin, bir azınlığın, söz söyleme hakkına sahip çıkma... Bu olduğu gün Türkiye'de "gizli ajanda" diye bir tartışma kalmayacaktır.
eşcinselleri bunaltıyorsunuz ali murat güven, haber7.com Bu böyle gitmez. Bütün dünyayı kapatamazsınız, bütün dünyayı içeri atamazsınız ve bütün dünyayı öldüremezsiniz. Sünnileri bunalttınız, Alevîleri bunalttınız, Gayrimüslimleri bunalttınız, Türkleri bunalttınız, Kürtleri bunalttınız. Şimdi de eşcinselleri bunaltıyorsunuz. Bunu yaparken de öylesine garip ve hastalıklı bir merhamet mekanizması işletiyorsunuz ki tam olarak ne düşündüğünüzü, ne yapmaya çalıştığınızı hiç kimse anlayamıyor.
10
lambda ve ahlak gülay göktürk, bugün Devlet insanlararası ilişki biçimlerinden kimilerine doğru, kimilerine yanlış diye bakamaz. Kimini ayıplayıp kimini ödüllendiremez. Belli bir evlilik, belli bir ilişki biçimini dikte edemez. İsterseniz buna "Ahlaksız devlet" de diyebilirsiniz; "Ahlaki laiklik" de! Tabii, laiklik kavramını doğru kullanmak kaydıyla...
lambda'ya püf diyen, karanlıktan kurtulamaz! tayfun atay, birgün 'İnsan olmak' adına eşcinsellerden öğreneceğimiz çok şey var. Varlığın, varoluşun ve yaşamın 'kaotik' gerçeğini; yani durağanlığı değil akışkanlığı, değişmezliği değil değişkenliği, yapılanmışlığı değil dönüşümselliği ve bölünmüş-parçalanmışlığı değil içiçeliği anlama yolunda, yolumuzu aydınlatacak bir 'lamb(d)a'dır eşcinsellik... Gündüz vakti elinde fenerle ne yaptığını soranlara “Adam arıyorum” diyen Diyojen geliyor gözümün önüne... LAMBDA'ya yönelik kapatma kararını da gündüz vakti elinde fenerle dolaşan bu divane-bilgenin elindeki feneri söndürme girişimine benzetiyorum. Diyojen'in elindeki fenere dahi tahammülü olmayanlara karşı “Hepimiz eşcinseliz!” demekten başka çaremiz yok; insaniyet nâmına!..
“AHLAK DAVASI” si kronoloji 2006 18 Mayıs - Lambdaistanbul, tüzüğünü İstanbul İl Dernekler Müdürlüğüne teslim etti. Alındı Belgesi ile Dernek resmiyet kazandı. 25 Mayıs - İstanbul Valiliği İl Dernekler Müdürlüğü Derneğin tüzüğünün incelenmesi için İçişleri Bakanlığı Dernekler Dairesi Başkanlığına yazı yazarak görüş istedi. 1 Haziran - Başkanlık Valiliğe yazdığı cevabi yazıda “hukuka ve ahlaka aykırı dernek kurulamaz” ve “aile, Türk toplumunun temelidir ve eşler arasında eşitliğe dayanır” hükmüyle dernek kurma hürriyetinin sınırlanabileceğini, Derneğin adında geçen Lambda kelimesinin Türkçe karşılığının dernek isminde öncelikle belirtilmesi gerektiğini belirtti. 9 Haziran Valilik Dernek Yönetim Kurulu Başkanlığı'na tüzükte noksanlıkların olduğunu ve noksanlıkları 30 gün içinde düzeltmesi gerektiğine dair bildirimde bulundu. 13 Temmuz - Dernek Yönetim Kurulu Lambda kelimesinin anlamında hukuka ve ahlaka aykırılık teşkil edecek bir hususun olmamasından dolayı değişiklik yapmayacağını bildirdi. 18 Temmuz - İstanbul Valiliği, Derneğin feshi için Beyoğlu Cumhuriyet Başsavcılığına başvurdu.
2007 8 Şubat - Beyoğlu Cumhuriyet Savcılarından Muzaffer Yalçın dava açılmasına yer olmadığına dair kararı verdi. Yalçın kararında, örgütlenme özgürlüğünün Türkiye Cumhuriyeti'nin imza attığı uluslararası sözleşmelerce güvence altına alındığını, ahlakın toplumlar arası izafi bir kavram olduğuna ve ruh sağlığı uzmanlarınca da eşcinselliğin bir bozukluk olarak görülmediğini ifade etti. 30 Mayıs - İstanbul Valiliği, Cumhuriyet Savcısının takipsizlik kararına itiraz etti ve İstanbul 5. Ağır Ceza Mahkemesi savcılığın kararını kaldırdı. 11 Haziran - Beyoğlu Cumhuriyet Savcılığı Derneğin feshi için dava açtı. 19 Temmuz Davanın ilk duruşması Beyoğlu 3. Asliye Hukuk Mahkemesi'nde görüldü. Dava usul gereği 18 Ekim'e ertelendi 17 Ekim - İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Travesti ve Transseksüel Hakları Programı araştırmacısı Juliana Cano Nieto yaptığı yazılı açıklamada, İstanbul Valiliğinin, Lambdaistanbul'u kapatma girişiminin "temel örgütlenme ve ifade özgürlüklerini tehdit ettiğini" belirterek "Temsil ettiği insanları sevmediğiniz için bir derneği kapatmak özgürlük fikrine yapılmış bir saldırıdır" dedi. 18 Ekim - Davanın ikinci duruşması görüldü. Mahkeme, dava dosyasının bilirkişi tarafından incelenmesi üzere İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Tufan Oğuz'a gönderilmesine karar vererek duruşmayı 31 Ocak 2008 tarihine erteledi.
2008 31 Ocak Davanın üçüncü duruşması görüldü. Duruşma bilirkişinin raporunu hazırlamaması nedeniyle 6 Mart'a ertelendi.
6 Mart Davanın dördüncü duruşması görüldü. Duruşma bir önceki gerekçeyle 17 Nisan'a ertelendi. 9 Nisan - Polis "Travesti ve transeksüeller girip çıkıyor, burada fuhuş yapılıyor” diyerek Lambdaistanbul Kültür Merkezi'nde arama yaptı. 17 Nisan - Davada bilirkişi Derneğin "kapatılmaması" yönünde görüş verdi. Savcı raporu okumak için ek süre istedi. Hakim davayı 29 Mayıs'a erteledi. 29 Mayıs - Beyoğlu 3. Asliye Mahkemesi'ndeki davanın altıncı duruşmasından tarihi bir karar çıktı ve yerel mahkeme, bilirkişinin Lambdaistanbul lehine yazdığı rapora rağmen derneğin tüzüğünü hukuka ve ahlaka aykırı bularak kapatılmasına karar verdi. 30 Mayıs - Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Başkanı Luis Maria de Puig, Avrupa Konseyi üyesi olarak Ankara'nın, ifade ve dernek kurma özgürlüğünü güvence altına alan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne imza attığını hatırlattı. Alman Birlik 90/Yeşiller Partisi Eşbaşkanı Claudia Roth, yaptığı yazılı açıklamada mahkeme kararı sebebiyle Türkiye'yi uyardı. Avrupa Konseyi de, Türkiye'deki yetkililere, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin ifade özgürlüğü ve dernek kurma hakkıyla ilgili maddesini hatırlattı. 2 Haziran - MorEl Eskişehir LGBTT Oluşumu kararı kınayan bir açıklama yayınladı. Açıklamada “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin kabul edilişinin 60. yılının kutladığı bu yıl 29 Mayıs 2008 Perşembe günü Türkiye'de demokrasi ve insan haklarının katledildiği ve örgütlenme hakkının gasp edildiği gün olarak tarihe geçecektir! Bundan sonra 29 Mayıs 'kara Perşembe'dir. Bu tarih bir demokrasi ve insan hakları utancı olarak hep hatırlanacaktır” dendi. 3 Haziran - Dernek, Taksim Hill Otel'de bir basın toplantısı düzenledi. Ufuk Uras, Sebahat Tuncel, Pınar Selek, Ville Forsman, Emma Sinclair-Webb ve Sedef Çakmak'ın katıldığı toplantıda yapılan açıklamada “Bu dava süreci Türkiye'de fiilen ve yasal olarak varolan LGBTT örgütlerinin yasal alanın dışına itilmeye çalışılması anlamına gelmektedir. Toplumsal düzen kendi içindeki çelişkileri çözmek yerine, bu çelişkilerin hali hazırda ceremesini çeken kimlikleri ve kişilikleri mahkum etmektedir” dendi. 7 Haziran - Lambdaistanbul Derneği'ne verilen kapatılma kararını protesto etmek için İstanbul ve Ankara'da aynı saatlerde basın açıklaması yapıldı. İstanbul'da Taksim meydanında toplanan 300 kişi kararı protesto ederek destek verdi. Aralarında Küresel Eylem Grubu (KEG), Amargi, Barışarock İnisiyatifi, Emekçi Hareket Partili LGBTT'ler, Feminist Kadın Çevresi (FKÇ), DurDe Girişimi, Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP), Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP) gibi grupların da olduğu kalabalık Odakule'ye kadar yürüdü. Ankara'da ise Ankara Kadın Platformu ve LGBTT Bireylerin İnsan Haklarını İzleme ve Hukuk Komisyonu'nun ortaklaşa düzenlediği eylemde “Lambdaistanbul'a üye ol” çağrısında bulunuldu. 11 Haziran - Kapatma kararını veren Beyoğlu 3. Asliye Mahkemesi gerekçeli kararını açıkladı. Sekiz sayfadan oluşan gerekçeli kararda kapatma kararı Anayasa'nın 10, 41, 42 ve 58. maddelerine dayandırıldı. Kararda 42. ve 58. maddelere referans yapılarak eşcinsellik bir tehlike olarak gösterilmiş oldu.
lambda kapatılsın mı? perihan mağden, radikal Türkiye'de geylerin bir örgütü olsun mu, olmasın mı? Alın size bir demokrasi eşiği sorusu daha. Şimdi 'dernek tüzüğünün hukuka ve ahlaka aykırı olduğu' iddiasıyla (İstanbul Valiliği tarafından lanse edilen 1 iddia) Lambda kapatılmak isteniyor. Her Türk asker doğar. (Madde: 318) Türklerden gey çıkmaz. (Lambda: kapatılsın.) İnsanüstü 1 ırk olarak yaşama gayretkeşliğindeki Türklük İdeolojisi işine gelmeyen'leri (önermeleri/örgütlenmeleri) Türk Yargısı'na havale ediyor. Üstün Irk olarak yaşayabilmemizin tek ve son güvencesi Türk Yargısı, bugünlerde. Yegâne doğrudürüst eşcinsel örgütümüz, Bu Sistem'e (nedense, demiyorum) fazla geliyor. Şimdi söz Yargıtay'da.
bu kanun bir eşek! kürşad kahramanoğlu, birgün Lambda KAPATILMADI! Sadece çağının epeyce gerisinde yaşayan İstanbul Valiliği, İçişleri Bakanlığı Dernekler Dairesi Başkanlığı'nın yönlendirmesiyle, başı dosyalarla kalabalık, iki de bir değişen savcısı ve biraz da dünyamızdan habersiz bir hâkimi olan bir alt mahkemeden, Lambda'nın dernekleşmesini geçici olarak erteleyen bir karar çıkarttı. Lambda dimdik ayakta ve her zamankinden daha bilenmiş bir şekilde mücadelesine her zamanki yerinde, her zamankinden daha kararlı olarak devam ediyor. Lambda'yı Lambda yapan, resmen dernek olmak veya İstanbul Valiliği onayı veya İçişleri Bakanlığı Dernekler Masası veya Beyoğlu Asliye Hukuk Mahkemesi kararları değil. Lambda'yı Lambda yapan, bir avuç haklılıklarına inanmış aktivist ve onlara destek veren insan haklarına inanmış binlerce insan.
lambda kapanmayacak yıldırım türker, radikal Bundan sonrası cinsel kimlik siyasetinin kısıtlayıcılığına karşı uyanık olup bütün dünyayı kucaklayacak bir hayat tasavvuruna çalışması gereken eşcinsellere düşüyor. Kendi en derinlerinde uğuldayan homofobiyle mücadele etmeli geyler. Homofobiyi kendilerinde yok ederek, kendi homofobilerini alt ederek, dünyaya bunun mümkün olduğunu göstermeliler. Özür dileyen mağdur diline bir an olsun yüz vermeyerek, kendini heteroseksist dünyaya kabul ettirebilmek için 'biz de sizin gibi sıradan insanlarız' palavrasına sığınmadan, bambaşka bir dünyanın sözcüleri olmak, hayatın müttefikleri yanında yerini almak, zorlu bir varoluş biçimi. Ama zorunlu da. Onun için Lambda derneğini kapatmaya yönelik çabaların karşısında duralım. Kaos, Lambda ve diğer LBGTT örgütlenmelerinin bu memleket demokrasisi için ne kadar hayati olduğunu unutmayalım. Konuya gündem sıralamasında hiç yer vermeyip kayıtsız kalan, tuzukuru cinsel kimlikten okurlara da Kaos GL dergisinin alınlığında yazagelen sloganı yolluyorum: Eşcinsellerin özgürlüğü, heteroseksüelleri de özgürleştirecektir!
11
ardından
homofobiye karşı gökkuşağı Hayatın her alanında karşı karşıya kaldığımız homofobik tutum ve davranışlara karşı… Cinsiyet kimliklerimiz, cinsel yönelimlerimizden dolayı maruz bırakıldığımız ayrımcılığa karşı… Eşcinsellerin ve heteroseksüellerin birlikte özgürleşeceği bir dünyaya dair düşüncelerimizi paylaşmak ve tartışmak… Sorunlarımıza çözüm yolları aramak… Bulduğumuz çözüm yollarını paylaşmak ve gerektiğinde birlikte müdahale edebilmenin maddi ve manevi olanaklarını yaratmak… Tüm bunları yüz yüze ve birlikte yapmak için Homofobi Karşıtı Buluşma, üçüncü kez düzenlendi.
3 gün kampüslerde 4 gün ekin sanat'ta 13 Mayıs'ta Hacettepe Üniversitesi Beytepe Kampüsü'ndeki etkinliklerle start alan ve geçen sene de olduğu gibi Ankara Üniversitesi Cebeci ve ardından ODTÜ kampüslerinde devam eden Buluşma, dört gün boyunca da Ekin Sanat Merkezi'ndeydi ve 19 Mayıs'ta sona erdi.
homofobiye karşı yürüyüş!
İlk kez düzenlenen yürüyüşün buluşmaya kattığı coşkunun yanı sıra, yurt içinden ve yurt dışından konuşmacıların katılımıyla gerçekleşen oturumlar, paneller ve söyleşilere de ilgi büyüktü.
Gökkuşağı bayrakları “Cinsel Yönelim ve Cinsiyet Kimliği Ayrımcılığına Hayır!” demek için “Homofobiye Karşı Yürüyüş” ile Ankara sokaklarında dalgalandı. Yüksel Caddesi'ndeki İnsan Hakları Anıtı önünden başlayan yürüyüş meclis kapısında yapılan basın açıklamasıyla son buldu.
2003'te Kaos GL organizasyonuyla Ankara'da gerçekleşen sempozyuma katılarak Türkiye'deki LGBTT hareketine desteğini paylaşmış olan AB parlamenteri Michael Cashman, “Açılış Konuşmaları” kapsamında yine aramızdaydı ve ertesi günkü yürüyüşe katılarak da sadece parlamenter değil, aynı zamanda bir aktivist olarak dayanışmasını gösterdi. Ayşe Gül Altınay ve Jenny Sundén'in konuşmacı olduğu “Feminist Forum” ve ardından gerçekleşen Anja Meulenbelt söyleşisi, buluşmanın en kalabalık ve en çok konuşulan etkinlikleri arasında yer aldı. Son günün programında yer alan “Lezbiyenler ve Biseksüel Kadınlar Forumu” ve “Trans Forum” ise, Buluşma'nın gelenekselleşmiş ayrılmaz parçaları olarak, bu sene de önemli tartışmalara sahne oldu. Son olarak, Buluşma'ya katılımda bulunamamış olan ve ayrıntıları merak edenler için, Homofobi Karşıtı Buluşma'nın yazılı bir materyal olarak basılacağı ve yaygınlaştırılacağı müjdesini verelim ve şimdilik burada bitirelim. Seneye gökkuşağının altında tekrar buluşmak dileğiyle...
ekin sanat merkezi salonundan...
ekin sanat fuayesinde açılan kitap standı büyük ilgi gördü...
medyada eşcinsellik konulu kupür sergisi...
buluşma'ya meclisten katılım Buluşmaya, TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı, AKP Milletvekili Prof. Dr. M. Zafer Üskül de katıldı. Böylece Meclis'ten ilk kez Hükümet üyesi bir Milletvekili, LGBTT bireylerin insan haklarının konuşulduğu bir konferansa katılmış oldu.
açılış konuşmasından... kürşad kahramanoğlu, zafer üskül, michael cashman, mehveş bingöllü
ankara üniversitesi cebeci kampüsünden... "feminist forum"dan... serpil sancar, tayfun atay, burcu ersoy, aksu bora, yıldız tokman, burcu ersoy nazik ışık, özlem altıparmak
BULUŞMA'DAN UNUTULMAZ ANLAR ÇOK YAKINDA BULUŞMA ÖZEL SAYISINDA!
transsöz
kalıpları kırmak için: trans erkek inisiyatifi 3. Homofobi Karşıtı Buluşma kapsamında gerçekleşen 'TransForum'un konuşmacılarından biri de Sinem Sinan Göknur'du. Sinan'la ilk kez, “Erkeklik” konulu sayımızda konuşmuş ve trans erkek olmaya dair anlattıklarından çok etkilenmiştik. Bu kez mikrofonu Buluşma sırasında müjdesini verdiği Trans Erkek İnisiyatifi için uzattık. Öncelikle aramıza hoş geldiniz diyor ve hemen sorularımıza geçiyoruz.
(soldan sağa) sinan, aligül, kanno
barış sulu
14
Trans Erkek İnisiyatifi neyin ihtiyacı olarak kuruldu? Trans Erkekler İnisiyatifi'ni kafamızdaki sorulara beraber cevap aramak, kendimizi anlamlandırmak, deneyim paylaşmak, dayanışmak, trans erkek görünmezliğini delmek, örgütlü mücadele ile aşılabilecek sorunları tespit etmek, çözüm üretmek, bu sorunların bizlere dayatılan şeyler olduğuna işaret etmek, toplumda ve kendi kafamızda yer alan “trans erkek” kalıplarını incelemek ve belki yeri geldiğinde kırmak üzere kurduk. Son bir kaç yıldır travesti ve transseksüel örgütlenmesi gözle görülür başarılar sağladı. İnisiyatif bu örgütlenme içinde nerede duruyor sizce? Biz henüz bir kaç aylık bir inisiyatifiz; o yüzden ilk aşamada LGBT hareketi içinde adımızı ve sesimizi duyurmaya çalışıyoruz. Hareketin içinden ve dışından şimdiye kadar aldığımız tepkiler genel olarak olumlu ve destekleyici yönde diyebiliriz. Türkiye'de trans erkek örgütlülüğü ve görünürlülüğü pek olmadığı için, açıldığımızda veya inisiyatiften bahsettiğimizde bazen gelen ilk tepki şaşkınlık olabiliyor ama diğer taraftan insanların kafalarında sorulara yol açmak ve belki daha önce üzerinde düşünmedikleri konularda düşünmeye davet etmekten hoşnutuz. Trans Erkek İnisiyatifi, Lambdaistanbul Derneği çatısı altında kuruldu. Lambda karma bir LGBT örgütü olduğu için diğer travesti ve transeksüel arkadaşlarımızla elbette yakın ilişkiler içindeyiz ve birbirimizi destekliyoruz. Hatta Trans Erkek İnisiyatifi öncesi ben ve Aligül seks işçisi gacıların organize ettiği TT toplantılarında da aktiftik. Aynı şekilde Lambda aktivistleri olarak diğer şehirlerdeki arkadaşlarla da dayanışma halindeyiz, inisiyatifin adının da yavaş yavaş yayılmaya başladığını düşünüyoruz. İnisiyatiflerin kendilerine has bazı ihtiyaçları olduğunu ve bu çerçevede bağımsız örgütlenmeye gerek duyabileceklerini yadsımamakla beraber, biz LGBT hareketinin ve hatta muhalif hareketlerin dayanışma içinde olması gerektiğine inanıyoruz. “niteliği ve şekli değişse de transfobi transfobidir” Aile, iş, sosyal hayat içinde trans kadınlardan farklı olarak neler yaşıyorsunuz? Niteliği ve şekli değişse de transfobi transfobidir diyoruz. Maruz kaldığımız transfobi çeşitleri arasındaki
farkın analizini yaptığımızı söyleyemeyiz. Trans kadın görünürlüğü, trans erkek görünürlüğüne göre çok daha fazla, bu görünürlükle birlikte daha güçlü bir dayanışma olanağı ama diğer taraftan da daha yaygın damgalanmışlıklar beraber gelebiliyor. Toplantılardaki tartışmalarınızdan bahsedebilir misiniz? Biz üçümüz de feminist hareketin içindeyiz. Bu bağlamda kadınlık, erkeklik, translık, toplumsal cinsiyet gibi konular gündemimizin önemli bir bölümünü işgal ediyor. Bunun yanı sıra beden politikaları ve özellikle dönüşüm sürecinde öngörülen yasal prosedürler üzerine konuşuyoruz. Devletten farklı olarak bizim tanımladığımız dönüşüm süreci şöyle: “Bir kişinin kendi cinsiyet kimliği ve bedensel bütünlüğü yönüyle mutlu, huzurlu ve tatmin olduğu bir noktaya ulaşabilmesi”. Bu anlamda bazılarımız feminizmle ilişkilenme sürecini de kendi “cinsiyet dönüşüm sürecinin” bir parçası olarak kabul edebiliyor. Devlet mahkeme kararı için tıbbi heyetten ziyade feminist heyetten geçme zorunluluğu koysa daha anlamlı olur diyoruz. Şaka bir yana, yukarıda verdiğimiz dönüşüm kriterine dikkat edildiğinde ameliyat olma veya olmama gibi bir şartın bulunmadığı görülebilir. Bununla beraber bizim tanımladığımız şekliyle trans dönüşümü ikili cinsiyet sistemine herhangi bir gönderimde de bulunmamakta. Bu açılardan değerlendirildiğinde, kimlik değişimine ilişkin 2001'de yeniden düzenlenmiş olan yasaların bazı şartlarını sorunlu buluyoruz. Üzerinde en çok durduğumuz kısımlar zorunlu kısırlaştırma ve zorunlu penis yaptırma ameliyatları. Biz trans erkek inisiyatifinde şimdilik sadece üç trans erkek olmamıza rağmen üçümüzün de kendi bedeniyle ilişkilenmesi ve hedeflediği bedensel dönüşümler birbirinden farklı. Yasaların bu çeşitliliği yadsımadan, insan haklarıyla daha uyumlu ve genel olarak daha esnek bir biçimde yeniden düzenlenmesi gerektiğini düşünüyoruz. “bir trans babanın çocuğunu doğurabilme hakkı olmalı” Karşılaştığınız yasal zorlukları anlatır mısın? Biz kendi tanımımızı bir önceki soruda vermiştik; “tıbben”, “yasalarca”, ya da “toplum” tarafından anlaşıldığı şekliyle dönüşüm sürecine baktığımızda ise daha ziyade şöyle bir tanımla karşılaşıyoruz: “Tıbben kadın veya erkek addedilen bir şahsın, bir dizi psikiyatrik müdahele ve ameliyat geçirerek benliğinin derinlerinde yatan karşı cinse dönüşmesi ve bu sürecin
sonunda da mahkeme kararıyla kimliğinin rengini değiştirmeye hak kazanması.” Kadından erkeğe (KE) transların Türkiye'de mavi kimlik alabilmeleri için geçirmeleri gereken süreç 2 yıllık terapi süreci, hormon kullanımı, evli olmadığınızın ispatı, kısır olduğunuzun ispatı, ameliyat için mahkeme kararı, ameliyatlar (göğüslerin alınması, rahmin ve yumurtalıkların alınması, penis yapımı), ameliyat sonrası heyet raporu ve kimlik değişimi için ikinci bir mahkeme kararı gibi adımları kapsıyor. Burada aslında üzerinde konuşulabilecek epey bir sorun katmanı mevcut. Mesela, geçtiğimiz Mayıs ayında Berlin'de gerçekleşen 2. Transgender Europe (TGEU) konseyinin önemli gündem maddelerinden biri 'kısır olmanın/kısırlaştırılmanın' dönüşüm için ön koşul olmasıyla mücadele ihtiyacıydı. Avrupa'nın bazı ülkelerinden trans örgütler açık bir insan hakkı ihlali olan 'zorunlu kısırlaştırma' ile mücadeleyi başlattıklarını ifade ettiler. Biz de inisiyatif olarak bu mücadeleyi destekliyoruz ve isteyen bir trans babanın çocuğunu doğurabilme hakkına sahip çıkılması gerektiğini düşünüyoruz. Türkiye'de yaşayan KE translar için diğer bir yasal sorunun 'zorunlu penis yapım ameliyatı' olduğunu düşünüyoruz. Avrupa'da bu konuyla ilgili yasal düzenlemeler ülkeden ülkeye değişmekle beraber, dünya genelinde pek çok ülkede trans erkekler için mastektomi (göğüs ameliyatı) ve histerektomi (rahim ameliyatı) “cinsiyet değiştirme” süreci için yeterli kabul ediliyor. Penis yapım ameliyatı çeşitli sebeplerle tanıdığımız translar arasında çok tercih edilen bir ameliyat değil. Her şeyden önce cinsel ve bedensel anlamda ameliyatla penis taktırma ihtiyacı hissetmeyen pek çok trans erkek var. Bunun ötesinde günümüzde penis ameliyatı işlev, his ve cinsel haz sağlama noktalarında tam anlamıyla başarıya ulaşmış bir ameliyat türü değil; dolayısıyla insanları, %100 tatmin vaat etmeyen bir ameliyat türüne zorlamanın pek bir mantığı yok. Ayrıca ameliyat masraflarının yüksek olması, ağır bir ameliyat olması gibi diğer etmenler de yine caydırıcı unsurlar arasında sayılabilir. Hal böyleyken, mastektomi ve histerektomi geçirmiş, hormon kullanmış ve dış dünyada sürekli erkek olarak algılanmaya başlamış bir transın, sadece penis ameliyatı geçirmek istemediği için mavi kimlik alamamasının hayatını ne şekillerde zorlaştırabileceğini hayal etmek çok zor değil.
transgender kimliğinin ataerkil düzen karşısındaki gücü nilüfer kale kale.nilufer@hotmail.com
Örgütlenme alanını sadece İstanbul olarak mı düşünüyorsunuz? Daha işin çok başındayız, İstanbul kitlesine ulaşabilmişliğimiz yok, ilk etapta daha ziyade kendi aramızda toplanarak inisiyatifi rayına oturtmaya çalışıyoruz ama toplantılarımız elbette bütün trans erkek veya kendini sorgulayanlara açık. Diğer şehirlere gelince, 3. Homofobi Karşıtı Buluşma'da Ankara'dan bir kaç arkadaşla konuşma fırsatımız oldu, onlarla iletişimi devam ettirmek isteğindeyiz.
Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren siyasi ve toplumsal hareket için sağlam bir zemin oluşturmaya başlayan transgender kimliği daha dikkatli bakıldığında, toplumsal cinsiyet temelli hiyerarşiyi anlamamız için bize çok faydalı açıklamalar sunar. Bu hiyerarşiyi daha iyi anlamak ise elbette onu dönüştürme yollarını da önümüze serecektir. Her ne kadar toplumsal cinsiyet kimliği dediğimizde hissettiğimiz gibi yaşamayı seçme özgürlüğüne işaret ediyor olsak da, biyolojik cinsiyetimizle uyumlu ve bu nedenle de ikilikler üzerinden giden bir toplumsal cinsiyet algısıyla çevrelenmişken, bunu gerçekleştirmek o kadar da kolay değildir. Transgender sözcüğü Virginia Prince tarafından ilk defa kullanıldığında, biyolojik olarak erkek olan ancak herhangi bir ameliyat geçirmeden kadın olarak yaşamayı tercih eden kişileri anlatıyordu. Daha sonra bu sözcüğün kapsamı, bir yazar ve transgender aktivisti olan Leslie Feinberg tarafından genişletildi ve transeksüelleri, kadınsı erkekleri, erkeksi kadınları, androjenleri, çift-cinsiyetlileri, hatta geleneksel toplumsal cinsiyet normlarına uymayan heteroseksüel kadınları ve erkekleri de içine alır hale geldi. Toplumun genelinin verdiği aşırı tepkiye baktığımızda, transgender kimliğinin çok uçlarda yer alan bir siyasi ve toplumsal duruş olduğu sanılabilir. Ama şöyle de düşünebiliriz: Transgender kimliği aslında bizim nasıl göründüğümüzle, giyinmek için neleri tercih ettiğimizle, ismimizin kadınsı veya erkeksi oluşuyla doğrudan alakalıdır. Bir başka deyişle, bizden biyolojik cinsiyetimizle aynı doğrultudaki toplumsal cinsiyeti sergilememiz beklenir ama insanlar toplumsal cinsiyetlerden yola çıkarak ancak biyolojik cinsiyete ilişkin bir fikir edinebilir. Yani sistem aslında tam tersine işler. Transgender kimliğinin gücü de burada yatar. Şöyle bir etrafımıza baktığımızda, kadın ve erkek sanıldığı kadar farklı değildir birbirinden ve insanlar tarafından deneyimlenen farklılıklar aslında toplumsal cinsiyet kaynaklıdır. Karşı cinsiyetten sayılmak için genital bir operasyon geçirmek şart değildir, fiziksel görünümde yapılan değişiklikler yeterli olur. Transgender kimliği tüm bunları çıkarır su yüzüne, yani sistemi kendi silahıyla vurur. Bir gün erkek bir gün kadın olabilmek değildir sadece varolan düzeni dönüştürecek olan. Şunu da gözardı etmemek gerekir: Ataerkil düzen belirsizlikleri ortadan kaldırmak için çabalar çünkü bu şekilde insanlar daha kolay kontrol edilebilir. Ve hepimizi zorlar, ya birini ya da ötekini seçmemiz için. Ya tam anlamıyla kadın olmalıyızdır ya da tam anlamıyla erkek. Düzen aradaki sürekliliği görmezden gelir. Transgender kimliği ise, insanların bu şekilde sınıflandırılmasını ve buna bağlı olarak da belli bir hiyerarşi içerisine yerleştirilmesini zorlaştırır. Çevremizdeki insanlardan bazıları artık biraz kadın biraz erkektir ve iki kategoriden birine yerleştirmek mümkün değildir. Yazıyı Kate Bornstein'ın şu sözleriyle bitirmek uygun olacak sanıyorum: “Toplumsal cinsiyete bakmanın gerçekten basit bir yolu var: Bir zamanlar biri, kültürün kumları üzerine bir çizgi çekmiş ve büyük bir ciddiyetle şöyle demiş: 'bu tarafta erkeksiniz, öteki tarafta kadınsınız'. Şimdi o çizgiyi silecek değişim rüzgarlarının zamanı. Basit.”*
Trans Erkek İnisiyatifi'yle donme@yahoogroups.com adresinden iletişime geçebilirsiniz.
* Borstein, K. (1994). Gender Outlaw: On Men, Women and the Rest of Us. New York: Routledge.
15
kahvehane tenim sende! Kaos GL'li kadınların düzenlediği 'Ten ve Tutku' konulu 3. Kadın Kadına Öykü Yarışması'nda birinciliği angelique rumuzlu yarışmacının 'Sappho'yla Sevişmek' adlı öyküsü aldı. İkinci ve üçüncü seçilen öyküler için gelecek sayıyı bekleyeceksiniz. Sabrım yok diyorsanız da sizi www.kaosgl.org'a alalım!
sappho'yla sevişmek angelique
16
ASLI'NIN SABAHI: Siyahtan başka renk giymeyen ben o gün bembeyaz giyinmeye karar verdim. Boyundan ince bir iple bağlanan, göğüsten büzgülü, etekleri uçuşan beyaz bir elbise seçtim. Gözlerimi siyaha, dudaklarımı kırmızıya boyayıp, topuklu sandaletlerimi geçirdim ayağıma. Çıktım evden. İstanbul en sıcak yazlarından birini yaşıyordu. Güneş omuzlarıma değdikçe biraz daha yanıyordum. Kitapçılar, kahveler, ara sokaklar, şemsiye altları, pasajlar... Dolaştım. Dili dışarda yürüyen köpekler, sıcağa direnen milli piyango satıcıları, yapış yapış olmuş camekanlarda tatlılar, limonata, nane yaprağı... Dükkanlara gire çıka, bir şeyler alıp çantama ata ata, tünele kadar gelmiştim. Sıcaktan en uzak yerdi tünel o anda. Gölgede serin bir masaya oturup buz gibi bir vişne votka söyledim. Kitabımı çıkardım çantamdan. Okumaya ve içmeye başladım. Ne kadar zaman geçti, kaç kadeh gitti geldi, kaç sayfa çevirdim... Serinlik çöktükçe masalar dolmaya başlamıştı. Hararetli sohbetlere kahkahalar karışıyor, çınlayan bardak sesleri kulağımda hoş bir tını oluşturuyordu. Kalkmalıydım artık. Hesabı istedim. Başım dönüyordu hafiften ve bu bana öyle büyük bir keyif veriyordu ki, kollarımı iki yana açarak döne döne dans etmek istiyordum. Yaklaşık on dakika yürümüştüm ki birinin adımla seslendiğini duyup sesin geldiği yöne döndüm: - “Aslı!” O'NUN SABAHI: Her zaman zar zor uyanan uykucu ben o gün sıcaktan uyanıverdim nemli yatağımda. Güneş kalın perdelerimi zorluyordu adeta. Aman tanrım o nasıl bir sıcaktı! Kalktım. Alelacele bir duş alıp çıkmaya karar verdim evden. Akşama Beyoğlu'nda bir terasta hoş bir parti vardı. Parti saatine kadar dükkanları dolaşıp vakit geçirmeyi planlıyordum, biraz da alışveriş yapardım hem. Ismarladığım plaklar eskiciye gelmiş olmalıydı. Genelde hep beyaz giyinmeme rağmen sıcağa uygun ateş kırmızısı cüretkar bir elbise giymeye karar verdim o gün. Açık topuklu sandaletlerimi ayağıma geçirip fırladım evden. Plakçılar, eskiciler, mağazalar, henüz açılmamış barların gölgelikleri... Dolaştım. Gereksiz yere bir sürü para harcayıp rahatladıktan sonra Cihangir'e, her zamanki serin kahveme gitmeye karar verdim. Bana o an için en serin yer gibi görünmüştü. Her zamanki kahvemde her zamanki yerime oturdum. Limonatam ve türk kahvelerim eşliğinde günlük gazeteleri en ince ayrıntısına kadar okudum bitirdim; ta ki güneş çekilmeye başlayıp parti vaktine az bir zaman kalıncaya dek. ASLI'NIN RASTLANTISI: Bu uzun süredir görmediğim liseden arkadaşım Zeynep'ti. Bir kadının koluna girmiş bana gülümseyerek yaklaştı. - “Aaaaaa!!!” dedim heyecanla. “Naber?” - “İyiyim canım, ne kadar uzun zaman oldu, ne kadar değişmişsin” diyerek şaşkınlık ve hayranlıkla baktı bana. - “Teşekkür ederim, biraz değiştim işte” diyerek gülümsedim. Uzun süredir görmediğiniz biriyle karşılaştığınızda o şaşkınlık ve sevinç anının bitiminde karşılaşılan
tıkanma noktasında, birbirimizin suratına baktık 'şimdi ne desek' diye. Sözü alan o oldu: - “Tanıştırayım” dedi “Özlem bu Aslı. Aslı, bu Özlem.” - “Ah memnun oldum” dedim. Özlem de başını hafifçe yana eğerek gülümsedi. Ben de memnun oldum gibilerinden bir şeyler geveledi. Zeynep: - “Biz birkaç arkadaşla buluşmaya gidiyorduk. Sen de bizimle gelsene, çok hoş bir yer, teras inanılmaz ferah ve serin.”dedi. Bu teklif hoşuma gitmişti. Serin ve ferah bir yerde bir kadehçik daha içip eskilerden laflamanın pek de bir zararı olmazdı ne de olsa. - “Peki” dedim “hadi gidelim.” O'NUN SIKINTISI: Cihangirden Beyoğlu'na çıktım acele etmeden. İstiklal Caddesi hayli kalabalıklaşmıştı güneş yavaş yavaş çekilirken. Partiye yalnız gidiyordum ve bu yüzden biraz gergindim. Herkes soru soran gözlerle boş koluma bakacaktı ve herkese tek tek açıklamak zorunda kalacaktım. “Ayrıldık!” diye. Derin bir nefes alıp hiç bitmeyecekmiş gibi duran merdivenleri çıkmaya başladım. ASLI'NIN SÜRPRİZİ: Birlikte yürümeye başladık. Ara sokaklardan birine sapıp, eski koca kapılı apartmanlardan birine girdik. Bana o an için milyonlarca gelen sayıdaki merdivenleri çıkıp nihayet terasa ulaştık. Terasa açılan kapının eşiğinde dikilip durdum bir an. Ortam gerçekten kalabalıktı ve tek bir erkek bile yoktu. Sarı, siyah, kırmızı, mor, pembe renkteki saçları, uzun kısa boyları, büyük küçük göğüsleri, boyalı boyasız dudakları, etekleri pantolonları, topuklu topuksuz ayakkabılarıyla onlarca kadın... Kiminin elinde bir kadeh barda dikiliyor, kimi kenarlıklara yaslanmış ortalığı izliyor, bazıları öpüşüyor ya da şezlonglarda yan yana uzanıyor... Muazzam bir görüntüydü karşımdaki. Güneş bu kadınların üzerinde batarken kafamı çevirip Zeynep'e soru işaretleri taşan gözlerimle baktım. Zeynep: - “Alışık olduğun yerlere benzemiyor, değil mi?” diye sordu. - “Evet” dedim “ve bu harikaaa!!!” - “Tamam o zaman hemen getiriyorum içkilerinizi” dedi Zeynep O'NUN GÖRDÜĞÜ: Bir içki alıp muhteşem manzarayı seyretmeye başladım kuytu bir köşeye saklanıp. Kapıdan girenlere başımla gülümseyerek selam veriyordum. İdare etsinler bununla diye düşündüm; şimdilik ortaya çıkıp soru-cevap yumağı olmaya gerek yok. Kapıdan biri girdi tam kadehimden son yudumumu içerken. Takıldı boğazıma o yudum, bakakaldım. Omuzları parlayan beyaz elbiseli kırmızı dudaklı bir kadın şaşkın gözlerle çevresini süzüyordu. Siyaha boyadığı gözleri belli ki alışık değildi o anda terastaki manzaraya. Dayanması güç bir dokunma isteği duydum parlayan omuzlarına. Birden tüm benliğimi kaplayıverdi bu güdü. Omuzlarına dokunmak istiyordum. O zaman dokunmalıydım. ASLI'NIN GÖRDÜĞÜ: Zeynep'le hepi topu yarım saat konuştuk. Özlem çekiştirip duruyordu, bir an baktım yoklar. Kendimi inanılmaz derecede hafif hissediyordum, o
ürperti hissederek kalakaldım bir an olduğum yerde. Bir el omzuma dokundu ama sanki dokunmadı. Başka bir şey yaptı. İsim veremedim o an bu eyleme. Tok bir kadın sesi: - “Elbisene bayıldım” dedi. Döndüm. Sesin sahibi simsiyah uzun saçlı, boyu benden hayli uzun bir kadındı. Kalbimden tek bir güm sesi geldi sanki. Aptal aptal suratına bakarak: - “Teşekkür ederim ben de çok seviyorum” diyebildim. O: Omzuna dokunmak beni ateşlemişti sanki. Artık omzu yetmiyordu bana. Ellerini tutmak istiyordum. Bileğindeki bileklik sıkıyordu belli ki. Onu gevşetmeliydim. ASLI: “Bilekliğin bileğini çok sıkıyor gibi” diyerek bileğimi tuttu. Kalbimden bir güm daha geldi o anda. “Gevşetelim biraz” diyerek çözmeye başladı bilekliğimi. Köprücük kemiklerini şahane bir biçimde ortaya seren straplez kırmızı bir elbise vardı üzerinde. Saçları göğüslerini kapatıyordu, sandaletlerinden kemikli ayakları görünüyor, elbisesinin kırmızısına ayak uyduran dudakları sanki bir türlü kapanmayacakmış gibi hafif aralık duruyordu. O: Dance me to the end of love çalıyordu arkadan. Onu alıp belinden tutarak ortada çevirmek, belini ellerimin arasında hissetmek istiyordum. Başka şeyler de söylemek istedim aslında; ama sesim çıkmıyordu, boğazıma bir şey gelip oturmuştu sanki. Açgözlülükle süzüyordum onu. Gözlerine, beline, kollarına, dudaklarına, bileklerine tekrardan dudaklarına bakıyordum. Karşılaştı bir an bakışlarımız. Mahcubiyetle indirdim bakışlarımı -“Bakışlarını kaldır” dedi “ama bakma bana.” ASLI: Bileğim yanıyordu. Kaldıramadım bakışlarımı. Kapadım gözlerimi. Kalbim patlayacakmışçasına genişliyor ama patlamıyor birden büzülüyor, içimi kurutuyordu. Parmakları kolumda daireler çizerken kırmızı olmuştu göz kapaklarımın içi. Her yer kırmızıydı ve her yer O'ydu. Ayak parmaklarımı hissedemiyordum. Dizlerim öğretmeninin karşısında kabahat işlemiş minik bir öğrenci gibi titriyordu. Omuzlarıma değdi parmakları sonra. Uzun tırnakları kırmızıydı, görmemiştim ama adım gibi emindim bundan. Boynuma gidiyordu şimdi parmakları, tek tek öptüğümü düşünüyordum parmaklarını; dudaklarımın arasına alıp dilimle tuzlu bir tat aldığımı görüyordum zihnimde. Ensemden saçlarıma giden elleri saçlarımı okşamaya başladı. Bedenimi titreten bir heyecan dalgasının yanında huzuru da duyumsuyordum şaşkınlıkla. O: Beline cesaret edemesem de bileğini tutmaya cesaret gösterebildim. Ona heyecanımı yansıtmamaya çalışıyordum. Halbuki zihnimin içinde dans ediyordum onunla ve bacaklarım titriyordu teninin kokusunu duymaktan. Saçları yanağıma her değişinde bir adım daha havalanıyordum sonsuza. ASLI: Nefesiyle saçlarımı uçuşturarak, “Sarhoşluğunu sevdim” diye fısıldadı kulağıma. Boğazım düğümlenmişti. Ne bir kelime söyleyebildim Ne de gözlerimi açabildim. Vücut kıvrımlarının elbisesinde yarattığı görüntüyü atamıyordum zihnimden, çıkarmak istedim elbisesini, o kıvrımlara dokunmak istedim. O hissetmeden çıkardım elbisesini hayalimde. -“Dans et benimle” dedi. O: Dayanamadım.”Dans et benimle” diye fısıldadım kulağına. Tuttum belinden sürükledim terasın ortasına doğru. Şimdi tüm vücuduyla kollarımdaydı. Dönüyorduk. Ne yavaş ne hızlı: ne vücutlarımızın tamamen birbirine sürtüneceği kadar yavaş, ne de birbirlerinden uzak kalacakları kadar hızlı. Hissediyordum, duyuyordum; boynundan gelen kokuyu, saçlarından geleni, göğüslerinin arasından taşan kokuyu, dudaklarından gelen ruj kokusunu… Teninin kokusunu tamamen alıyordum ve başım dönüyordu şimdi. ASLI: Komutanının karşısındaki çaresiz bir asker gibi itaat ettim ona. Kolları dolandı, sarmaladı, kapladı beni. Teniyle aramdaki elbisesini atmıştım ben çoktan, her an yitirebilirmişim korkusuyla koydum ellerimi beline ve hissettim onu. Birlikte dönüyorduk şimdi terasın tam ortasında, ne hızlı ne de yavaş, İstanbul'un ışıklarıyla özdeş. Kah yüzünü boynuma gömüyor kah ellerini teklifsizce kalçalarıma koyuyor, beni pistte sürüklüyordu.
Bense köprücük kemiklerinden göğüslerine, öpüyordum tenini. Sırtımın tam ortasına koydu elini birden, daha bir sıkı çekti kendine. Ritmi artan müzikle kasıklarımda zorlanmaya başlamıştı. Zihnimi uçurabilirdim buna hakkım vardı artık. O salınmaya devam ederken ben zihnimde çoktan dudaklarımı göbek deliğine ulaştırmıştım, durmadan öpüyordum onu. Öpmeyi bir an bile bırakmayı göze alamıyordum ya kaçıp giderse diye. Şehvetim huzura dönüyor, kalbim bacaklarımın arasına inip çıkıyor, beynim zonkluyordu. -“Dudaklarını ver bana” diyen sesini duydum. O: Kollarımdaki kadın bambaşka alemlere uçmuş gibiydi gözlerimi açtığımda. Dudakları dudaklarımda olmalıydı o an. “Dudaklarını ver bana” diye fısıldadım. ASLI: Çoktan dudaklarım onundu zaten, başımı kaldırıp uzattım dudaklarımı. Öpüşmeye başladık. Zihnimde şimşek gibi çakan cümleler, kelime dizileri, gözlerimi açmakla açmamak arasında bocalamam. Aralık ağzını öpüyordum bir sağa bir sola yalpalarken müzikle, aynı anda zihnimdeki kıvrımlı dudaklarının tadına karışıyordum. Saçlarım terden boynuma ve alnıma yapışmıştı. O: Onu öperken sanki ben de onun zihninin içine sızdım. Uçsuz bucaksız bir hayal dünyası vardı orada. Tamamen çıplaktım o bölgede, tamamen onun tenine yapışıktım. Birlikte hareket ediyorduk, ellerimiz birbirine kenetlenmiş bir halde. ASLI: Çektim dudaklarımı. Bakışlarım hala yerde, kulağımda onun çığlıkları, haykırmaları... Bastırabilsem beynimin içindeki sesini konuşabileceğim belki, ama hayır susmuyor. Ben kıvrımlarında gezindikçe daha çok çıkıyor sesi. O: Onun zihninin en serin köşesinde sevişiyorduk terasta bir oraya bir buraya salınıp dururken. Beni ele geçirmişti artık ve ben bundan hiç de şikayetçi değildim. Her yerime dokunuyordu, her bir kıvrımımı dolaşıyordu. Bense parmak uçlarımın dokunmadığı tek bir yer kalsın istemiyordum. Oburca dolaşıyordu parmaklarım vücudunda. Ve sonra bir an geldi ikimizde aynı dalgayla karşı karşıya kaldık. ASLI: Parmaklarıyla çenemden tutup yüzümü kendi yüzünün hizasına getirdi. Gözlerimiz çakıştı; ve beynimde son ve en şiddetli çığlık çaktı! O: İkimiz de o dalgayla sarsıldık çığlıklar içinde. Önce sağa sonra sola büküldük. Bir öne bir arkaya kıvrıldık. Genişledik tüm evreni kapladık ve sonra kendi vücutlarımıza doğru büzüldük, çektik bacaklarımızı karnımıza doğru. ASLI: Önce sağ sonra sol elini çekti belimden, bir adım geriye çekildi gözlerini gözlerimden ayırmadan. Sanki beynimin içindekileri okuyormuş hissine kapıldım birden. Saydamlaşmış olabilir miydim? O: Ayrıldım zihninden. Baktım. Hala terastayız. Nerdeyse herkes gitmiş. ASLI: Dudaklarının arasından derin bir nefes koyverdi yüzümü yalayıp geçen. Şaşkın mıydı yoksa afallamış mıydı bilemedim. Bir gözünü kısarak: O: “Kimsin sen?” diye sordum. Baktı. Gözlerinin dibine dek baktı ASLI: “Ben Sappho'yum” dedim gülerek. Güldü. Güldüm. Masada duran çantama uzandım. Teras artık iyice boşalmıştı. Uzak bir köşeden Zeynep'le Özlem'i seçebiliyordum, şezlongta uyuyakalmış olmalılardı. “Hoşça kal” dedim. O: “Hoşça kal” dedi hala aynı gülümseme yüzünde. “Görüşmek üzere” diyen sesimi duydum. Baktım ona. Günlerce böyle gülümseyecekmiş gibi duruyordu ASLI: Günlerce dudak kenarlarım yukarı doğru kıvrık dolaştım. Canımı sıkamadı genelde sıkan şeyler. Tam gülümsemeyi bırakmışken bir başka terasta bir başka manzarada yeniden gördüm onu bembeyaz bir elbiseye bürünmüş şekilde. Gülümsedim... Güldü bana. O: Atamadım sarhoşluğumu günlerce. Tam geçti derken başka bir terasın başka bir manzarasında simsiyah bir elbisenin içinde yeniden gördüm onu. Gülümsedi... Güldüm. SON
17
tenin gizemi
bir çocuk gördüm uzaklarda sürmelican surmelican@kaosgl.org
“Gerçek bir hazineydim, bilinmek istedim ve insanı var ettim” Tanrı
18
Kısa bir süre önce bir rahatsızlık geçirdim. İlk zamanlar pek aldırmadım ama beklediğimden uzun sürünce paniğe kapıldım. Hatta yolda karşılaştığım bir veteriner hekimi arkadaşımdan duyduğum “salgın” ihbarından sonra tedirginliğim daha bir arttı. Sonra bunun kronik bir sorun olduğunu keşfettim. Meğersem alerjim varmış. Bu gibi rahatsızlıklara potansiyeli olan hastalarda bu sene etkisi daha yaygınmış. Özellikle iklim değişikliği ve küresel ısınma bunu tetikleyen etkenlermiş. Anladım ki kabuk değiştirme zamanım gelmiş. Ancak bu değişim benim için tanımadığım onca insanla her sabah hastane kuyruğuna girmek, sohbet etmek ve sıra kavgası yapmak demekti. Alışılmışın dışında gerçekleşen “temas” çoğu zaman irkiltti. Ama onun verdiği hazdan geri kalamadım. Bu dokunmalar bana, temasın ne kadar acil ve önemli olduğunu düşündürttü. Mecburiyet mertebesinde kadın veya erkek hekime soyunmak, defalarca derdimi anlatmak, kendimi elletmek, bir süre sonra diyalog aksanında yeni bir alana taşıdı beni. Tabii olay sadece bundan ibaret değildi. Çeşitli tetkiklerin de bunda payı büyük. Ama yine siz siz olun, benim gibi bir mecburiyete takılı kalmayın. Vücudumda kalmamacasına alınan kan ve idrar örnekleri, yapılan testler, bir süre sonra panik rahatsızlığa neden oldu. Artık temas, yıkıcı bir hâl almıştı. Benim değişmemse kaçınılmazdı. Sonuçta hayatıma yeni bir şey girmiş oldu. Bu, hastalık bile olsa bana kattığı şeyler için ona teşekkür ederim.
Aşkı da hastalığa benzettiğimden herhalde, rahatsızlığım boyunca hep eski aşk filmlerini düşündüm. Çünkü tutku boyutunda ne zaman birisine vurulsam, aklıma yeni bir 9 ½ hafta versiyonu geliyor; yer gök New York karanlığına bürünüyordu. Koca griliğin ardında saklanan kırmızıysa ara ara bana sırıtıyordu. Film boyunca hazzın bu kadar acı verdiğini görmek canınızı yakıyor. Hâlbuki onca tek düzeliğin arasında yegâne gerçeğin sevişmek olduğunu bilmek insanda başka şeyler uyandırıyor. Kamusal alanı zorlayan her edimin meşruluğu kısa sürede sizi özgürleştiriyor ama tendeki yakıcılık film boyunca devam ediyor. Farklı bir mekân ama aynı çelişki yumağı içerisinde dolanan orta yaş bunalımında bir adamla genç bir kızın aşk macerasını anlatan Paris'te Son Tango (Ultimo tango a Parigi, 1972), buna değinen ender filmlerden. Zaman ve mekânın anlamsızlığında, narsisizmin ete kemiğe büründüğü otel odasında bir sevişme sahnesi. Arzuyu ve onu tetikleyen her şeyi özetleyen o an. Yaşanan tek an. O zaman anlıyorsunuz ki filmin adındaki “son” vurgusu laf ola konulmamış. Sadece yaşanana değil, o beraberliğe, heteroseksüel birleşime de noktayı koymuş. Dünyanın bir devrim aleviyle yanıp tutuştuğu yıllardan günümüze geldiğimizde ise Kubrick bizi karşılar olmuş. Ustanın son filmi Gözü Tamamen Kapalı (Eyes Wide Shut, 1999), bu “an” meselesine zarif bir dokunuşta bulunmuş. Bir ayinin ortasına dalan Tom Cruise'un gördüğü maskeli kimi giyinik kimi çıplak, erkekli kadınlı “partnerlerin” dans ediş ânı, bunun en somut kanıtı elbet. Ne tesadüf ki çiftlere eşlik eden şarkı: “İki Yabancı”. Yalnız, elleri ve gözleri birleşen yabancıların anı, çiftlerin kimliklerine aldırmıyor. Statülerin, cinsiyetlerin, cinsel yönelimlerin, zenginliklerin yerini iki insanın paylaşımı alıyor. Bunun, onları bağlayan ten ve tutkunun sayesinde oluşu aklımızdan hiç çıkmıyor. Belli ki Kubrick boşu boşuna Kubrick olmamış. Usta yine yapacağını yapmış. Yalnız her haz veren şey gibi, tutkunun da boku çıkıyor. Bahsettiğim üç filmin hüzünlü, dramatik hatta trajik sonla bitişi, bunun bir göstergesi. Hâlbuki Madam Bovary'den beri bildiğimiz bir şey varsa, o da tutkunun mutluluk getirmediğiydi. Ancak her nedense bu meret bizi bir türlü bırakmaz. Bir bağımlılıktan kopamayışın verdiği endişe ve panikle bizi sarar. Tam da bu süreçte eliniz kolunuz bağlanır ve deyim yerindeyse iptal olursunuz. Evet, hiçbir rahatsızlık kalıcı değil. Hepsinin bir ömrü var. Aynı bizim gibi. Belki o yüzden annelerimiz bize kızınca mikrop diyor. Çünkü her olumsuz davranış, hastalık gibi bizi yiyip bitiriyor. Ama insan öyle bir varlık ki dokunduğu her şeyi yok ettiği gibi, yaşatabiliyor da. Ben şu aralar bu belirsizliği aşmaya çalışıyorum. Tene aç, tutkuya susamış bir halde, hayata tutunuyorum. Susuzluktan dudakları çatlamış bir bedevi misali çölde dolanıyorum. Şükür ki beni bu yolculukta yalnız bırakmayan bir bulut kitlesi var. Hem de tam başımın üzerinde. Şimdi beni o kavurucu sıcaktan koruyor. Ve bir şeyin yaklaştığını görüyorum. Yaklaşanın sadece bir kurtuluş değil, aynı zamanda bir eş, bir can yoldaşı olduğu bilinciyle. O da dört gözle beni bekliyor. Onla olacağım hilale denk düşen binbir gecede. Şimdi beyaz bir at belirdi karşı kum tepesinde. Aynı beyazlığa bürünmüş biri var üzerinde. Yoksa yine hayal mi görüyorum? Kavurucu sıcağın oyununa mı geliyorum? Ya da yalnızlık tüten şu ten kokumda, azar azar deliriyor muyum? Çıplaklığın sadece gözlere dokunduğu bir giysiyle geliyor üzerime. Attan iniyor ve yaklaşıyor bana. Kadın belini anımsatan bitişik kaşlarıyla bakıyor masumca. Usulca elini uzatıyor ve fısıldıyor kulağıma: “ Ben de seni bekliyordum. Geldin sonunda.”
ten rengi son dönem bir madonna şarkısı: adnan yıldız
kim efendi, kim köle?
filamingokolu@gmail.com
Bugün tutkunun nasıl bir şeye daha çok korku pompalanıyor -TV seyreden evlere, tekabül ettiğini tanımlamak için antenlerden, çanaklardan, gazetelerden... doğru yerlerden/zamanlardan Beden, felsefe tarihinin kendini mitolojiden ödünç alarak geçtiğimi düşünüyorum. kurguladığı zamandan beri, antik Yunan mitosuna işaret Turizmin süründürdüğü ama etmeden anlatılamıyor. Eski Dünya müzelerini dolduran öldürmediği Kahire'den 1 hafta yüzlerce eserden bize yansıyan bir algı gerçekliği var. önce geldim, parti şehri-yeni İnsan, bedenine hapis olduğu gerçeğini-bilgisini (yine) Avrupa kapitali Berlin'deyim, gerçeklikten sapan anlatılar üzerinden tariflemiş, bu pazara Uç Asya'ya, Çin'e direnen marka kopyalama açıdan bakınca en kestirme şunu söyleyebilirim; cumhuriyetinin (Taiwan) başkenti Taipie'ye uçacağım. yüzyıllardır tutku her zaman (bazen günaha, bazen şaraba, Farklı farklı şekillerde paketlenen, sunulan, pazarlanan bazen kadına-erkeğe dönüşerek) yeniden dönüşerek, tutku tecrübeleri, alışverişleri ve pazarlıkları arasında(n) farklı formlarda yeniden cisimleşiyor. Heykel, resim, video yazıyorum. olmuş, ama hep görüntü haline gelmiş. Görüntünün Bu arada Hercules and Love Affair'den sonraki favorim yarattığı-kurduğu değerler yeni politikalar belirlemiş, var Hard Candy. Yeni Maddy şarkıları bütün seksiliğiyle olan politikalarla anlaşmış-savaşmış. Kahire Müzesi'ni (millenyum diye pazarlanan) siber-kozmetik-felaketler (firavunlar dünyası, mumyalama teknikleri, güzellik sırları, çağının sondan ikinci yazında havaya karışıyor. sır dolu bir medeniyet anlatısı...) gezerken, bedene olan Adaletsizlikler ve eşitsizlikler ile birlikte. Madonna saplantının köklerini görüyorum. Firavunlar ve ikonlaşmış bir portre olarak yazıya siniyor. Bedenini firavunlarıyla birlikte ölmeyi kabul etmiş, bunun için yeniden yaratan, tutkuyu kendine yaşamış-çalışmış kullarının tasarladığı yatırım yaparak markalaştıran bir ürün bir dünya: ruh sonsuza kadar var olmak olarak raflarda yerini yıllardır korumanın için, daha henüz etten bir bedende bedelini ödüyor, pilates yaparakyaşarken ölmeye alışıyor, “ölümü” bir dansederek. 20 yıldır aynı şarkı sözleri, performans olarak süreçlendiriyor-kendi yine bu albümde“dans pisti, içinde. Piramit bitince ölen firavun, dansediyorum, hoppa hoppa” laflarıyla firavunuyla gömülen mimar, doktor, işçi, dolu çünkü Amerika (soğuk savaş asker... Second life. döneminden beri) hala başka türlü bir Bedenimizle ilişkimiz, kendimizle tutku mekanı-modası yaratamadı. ilişkimizin bir tür refleksi-yansıması değil Küresel ısınma-küresel kaşınma. Ne de mi? Kendimizi turlamamız, olsa, boru değil, petrol (krizi). 2000'ler deneyimlememiz için, bedenimizin ve 11 Eylül'le başlayan ve özellikle aklımızın özgür olması gerekmez mi? Ortadoğu'da-Avrupa'da Bush türü lokal Bugün tutku pazarının müşterileri faşizmler yaratarak devam eden süper(cinsellikleri baskı politikalarıyla neo-post muhafazakar bir dönem olarak manipüle edilen kültürlerde yaşayan tarihe geçecek. 2001 Uzay Macerası'nı bireylerde görülen semptonlar gibi) tekrar tekrar izleyenler bugün etrafa sürekli (plastikleşerek) cinselliğini b a k a ra k i ç ç e k i y o r ; e v l e r i n d e n Kahire, Sakkara, vurgulayan jestlere, kodlara, fetişlere, çıkabilenler o ütopik anlatının cam bir hükümdar mezarının içi-sırrı. reklamlara hapis. Gelişmiş kırıklarının kanattığı ayaklarıyla, endüstrilerde, fetiş ve cinsel kod gündelik olanın ateşinde yürüyor. Nerede o filmdeki anlatı, etiketleriyle pazarlanan tutku formları az gelişmiş nerede bugün. Türkiye de- ateş hattında: Hrant Dink'ten ülkelerde yerel gerçekliklerle anlaşarak yolunu buluyor. Orhan Pamuk'a, Mehmet Tarhan'dan Mehmet Bal'a, Berlin'in karanlık odalarında kaybolan queer enerjiler, Tuzla'daki işçilerden güneydoğuda ölen evlatlarımıza... 80 Mısır'ın arka sokaklarında koşan turistler, Uzak Doğu'ya darbesini retro bir modayla, siber bir formatta, anayasa ve uçan işadamları neyin peşinde dersiniz? Siz, ben, rejim krizleriyle tekrar üreten bir medya-devlet-bürokrasidışarıdakiler neyin peşindeyse onlarda onun-bunun hukuk-asker prizmasında kuşaksal 1 DEJAVU hissi peşinde. O-bu, yani peşinden koşulan kayıp obje “objet yaşıyoruz, annelerimizden-babalarımızdan duyduğumuz petit” hep güzel olmalı, seksi olmalı, genç olmalı, insana hikayeler dizi oluyor, HATIRLA SEVGİLİ(!), bu arada yerel 1 kendini güçlü-genç hissettirmeli. Tutku imparatorluğu, mahkeme LAMBDA'yı -Türkiye'nin ilk gey, lezbiyen, insanı kör eden, kendine uzaklaştıran, kendinden korkutan travesti örgütünü kapatma kararı alıyor. Youtube sansürlü, pazarlar ve stratejilerle “et” ve “imaj” satıyor. Alıcısı çok. partiler kapatılmak isteniyor. 301. Madde bir türlü Hatta markalaşan her ne olursa olun, hemen kopyası değişmiyor, türban kriz oluyor. çıkıyor. O kadar hızlı bir dönüşüm. Chanel olamıyorsan, Bütün bunların arasında- tam da böyle zamanlarda lazım Chanel giy, onu da yapamıyorsan Chengul (Şengül) var! tutku-bize. Çünkü bilakis böyle zamanlarda tutkunun dili Şimdi Yıldırım Türker'den diye hatırladığım bir vizyon var. kamufle oluyor, giderek muhafazakarlaşan ve kriz Viagra araştırmalarına harcanan para Alzheimer üzerine yönetimine dönüşen gündelik hayatta bedenin arzuları yapılan araştırma yatırımının neredeyse yüz katı, bin katı uslanmaya, kendi enerjisini (libidosunu) bastırmaya (ya!). (Ne yani?) Gelecek, ereksiyon olmuş bir halde itiliyor. Ya da ucuz tüketime, ucuz pazarlara yönlendiriliyor. dolaşan ama hiçbirşey hatırlamayan bir insan Tek tip toplum, herkes aile (babası), mutlu nesiller. kalabalığından mı ibaret olacak? Geleceğe güvenle bakan, banka reklamlarından tanıdık bir Bu kadar mı umutsuz? Asla. Çünkü aşk var, hala aşk ideolojik zemin-iklim-her neyse o- hakim dünyayaüretenler var. Tutku aşk olduğunda, aşkla güzel. Kalbin kafalara. Planlı bir faşizm esiyor, tüm dünya çocuklarının doluysa, tutkunun içi boş değil. Çünkü tutku dediğimiz şey üzerine, tozlu-kirli bir rüzgar gibi. Kişilerin kendileri bedene her istediğini yaptırabiliyor, ama bunlar bedenin olmalarını, kendilerini deneyimlemeleri, kendi kimlik ve hatırlayacağı, hatırlamak isteyeceği, hafızalaştıracağı varoluşlarına kavuşmaları hükümetleri ve otoriteleri deneyimler olduğunda temiz/AŞK oluyor. korkutuyor. Daha çok-daha sık kontrol, daha çok baskı ve
19
tenim sende!
20
Kentin kıyısındaki eski üzüm deposunu çizmişsin, bir harita metod defterinin yapraklarına, sayfalar sayfaların ezasıyla boğulana dek. Güzel! İlk gençlik yıllarımızın mabedini unutmaman... Unutmamız, yok saymamız mümkün müydü ki orayı? Kaderimizi sorgulayıp kederimizi demlediğimiz, yarınsız bir dün gibi içinde bulunduğumuz günü kusup attığımız bir acı yağ ekşimesiymiş gibi; bu kadar basit olabilirmiş gibi, insanın içini akıtması, kopyaları kendine saklayarak. Eski üzüm deposu... Kerpiç duvarları, kirli kızıl lekelerle ebrulanmış. Ateşe vermemiz gerekirdi eskiyi de, orayı da, anıları da. Öyle bir sayfada duraklatıyorsun ki beni; senin suya çizildiğini düşünüyorum. Çizildiği an kendini yok eden yeteneğini; boşa geçen hayatını. Zaten sen de bu yüzden... Hâlâ bu kasabada... Çöplerle dolu bir tahta evin içinde, köhnemiş anılarınla yaşıyorsun. Yenilmiş ama yekinmemiş kaderinden, mürekkep. Öyle ya... Bu defterin elime geçeceğini bilseydin hiç... Hiç defterin, sonrakini boğup öldüren haris ve kıskanç mikrobunun devamlılığına katlanabilir miydin? Yoo. Yıllar öncesi örtüştürülüp kapatılmış bir dizi ölünün adını, anısını, velhasıl beden ölçüleriyle tüm o genç kızların isteklerini dökebilir miydin kâğıda? Sonradan oraya bin bir dalavereyle götürüp erkeklik gururumuzu ayaklar altına aldıklarında hani, kırmızı yanaklı o kızları, civar köylerin tırnak aralarına toprak dolmuş, tenleri kızılcık tarhanası kokan gelincikli, karanfilli, güllü isimler taşıyan o tazeleri, kasaturalarımızla.. ezilişlerini önce yanaklarının çavuş üzümleri olup sulanmalarını sonra, mis kokulu şerbetler misali... Dalından erken düşmüş, toprağa geç kalmış üzüm hevenklerinin kaderinden bambaşka bir oluşla yemişe durmaya ve de meyvesini çoğaltmaya ramak kala fırlatılıp atılışlarını, deponun küflü, soğuk ve lekeli zeminine. O eski üzüm deposu, ölüler evinin anısı değil, cinayetlerimizin tek ve özel mekânıydı. Unutmadığını da, benim unuttuğumu anmadığını da ve seni senin gözünden daha yakından izlediğimi de biliyorsun. Bilmeyi bilen sen, harita metod defterine yazdıklarını -yazmak yetmiyormuşça- okumaya devam edeceksin. Ama bil ki şimdi dört gözün var; her zamanki gibi seninle birlikteyim, ortak! Seni gördüğümü, dinlediğimi biliyorsun; ki sen de kendini dinliyor, kendine yazıyorsun. İşte ben, bu bilineni okuyorum, sen ve Mualla (bana asla söz etmediğin, ne sözünün ne ruhunun olmayan kadın) yatağın dibinde kanlar içinde yatarken. Seni (sadece seni, Mualla'sız) senden çalıyor, kendim kılıyorum artık. İlk kez bu denli benimsin; ilk kez sana korkmadan dokunuyor, hissediyor ve son kez seviyorum seni. Okuyup
mualla
aynur ekmekçi
harita metod defterine yazdıklarını, bana gizil akışının yolunu açıyorum. Yüksek, erişilmez tavanlar; her gece kırıp ayaklarının altında ezmeyi tek erek bellediğin çini duvar tabakları; güvelerin tırtıkladığı çatı kirişleri; mekânı ortadan, dört eşit parçaya bölen tahta sütun Mualla'nın yakıştırmasıyla bir niyet origamisi... İyinin, kötünün, erdemin, zilletin, zaruretin, boş inanların, zenginliğin yokluğun, zeytin ile ekmeğin hayata, insana, varlığa bölüştürülüşündeki arzulanan eşitliğin metaforu; saatlerce yılmadan anlattığı, yine o aynı çilli Mualla'nın. Mualla anlatıcı; yumuşacık sesiyle. Hiçbir sayfada, hiçbir çizimde yok, incecik, gölgemsi sûreti. Şimdi bakarken harita metod defterine, ilk kez ayırdına varıyorsun onun olmadığının, kuytuda, köşede, kâğıtta ve dilde bulunmadığının. Kendince şifreli rakamlar koyduğun tüm sayfalarda -Mualla'sız- hep aynı kadın ile adamın, hem de hiç tanımadığın iki hayali varlığın boy verdiğini sonra giderek uzamın dışına çıkıp gözden kaybolduğunu görüyorsun. Sen de yoksun, kurtlanmış sarı sayfalarda. Sen tanrısın ki yukarıdan bakıyorsun üzüm deposuna ve bir aynaya bakarcasına hep aynı şeyi görüyor, gördüğünü çiziyor, çizdiğini konuşturuyorsun zihninde. Senin ve Mualla'nın dışına itildiği resimde, niyet origamisi sütununun altında, sac sobanın karşısında oturan kunt gövdeli adam, yakaladığı ağlar dolusu balığın bereketini, ahaliye üleştirilen balıkçı misali masada oturan tüm ziyaretçilere eşitleyerek serpiyor, bakışlarını. (Pay dağıtımından sonra elinde, avucunda bir gıdım et, reddedilmiş bir heves kalacağını biliyor adam. Bir de atalarının iyi niyet avuntusu, diye ekleyecek oluyor Mualla ama, adam kayıtsız, vazgeçiyor; hoş Mualla'nın sözleri de geçmiyor kayıtlara...) Zamanın devamlılığına işaret düştüğün küçük oklarla birbirine bağlamışsın sayfaları; gün aynı gün; gece hep aynı... Cama yapışmış kanat çırpan kelebeğin, aynı yüzeye yapışıp kalmış ölü sineklerin kokusundan kaçışmalarını çizmişsin - Mualla'nın, o duyarlı küçük kadının gözlerinden kaçırarak ellerini-, çizgiye kokuyu, korkuyu, algıyı ve tüm hissiyatı katıp yoğurmayı becererek, bilerek. Rüzgârda, masa üzerindeki teneke kapların içine süzülüp de pervanenin rüzgârıyla devinen begonvilleri düşürmüşsün, yüzü bir hamur parçası kadar yumuşak, beyaz, şekilsiz insanların hayranlık duyacağı... Dudakları sımsıkı mühürlüyken karşısındaki adamın dudaklarına kenetlenişini görmek isterdi Mualla, biliyorsun. Bu bilgi ya, kekre tadın dilden dile aktarışındaki iletişimi körleştirmene; lâl algılayışın uyumundaki haysiyeti, zilzal esnasındaki edepsizliğe evirmene neden olan... Dilin, dile aktarılışından korktuğun için Mualla'yı görünmez kılıp kendini zaten hiçlemişken ruhunu etine, defteri paslı kilidine, geceyi mor bir mühre kapattığın gecelerden birinde yırtıp iki ucundan lime lime ayırmışsın kâğıdı. Üzerinde, avucunla söndürdüğün mumun eriyiği. Soğuyan haritanın o ân için bitmiş, yitmiş metodu. Sen defteri, ertesi geceye kadar kapattığın esnada içeri girmiş, Mualla. Taptaze fesleğen kokusu ve yeni pişmiş ekmek sıcaklığıyla. Nardan kavrulup heyecandan allanan yanaklarına bastırdığı buz kesen ellerini bara uzatıp naneli bir gelincik şerbeti istemiş; sen de bir tane daha, aynısından, bol buzlu, az votkalı! Lütfen. Demişsin. Kırmızı ojeler sürünmüş parmaklarıyla kavradığı
bardağı parmaklarından düşürürken Mualla, arak kapıya yönelmiş, o küf kokan tuvalete. Seni, mekânı, dünyayı, resmi Mualla'sız kılan, vücudunu, benliğini içip de sarhoş olan, geri çıkarıp pisliğiyle beslenen arka holün küçük kapısı ardındaki geçmişi görmezden gelmişsin... O mendebur kuburu! Mualla'yı kaptığı için mi çizilmedi o tuvalet, kendini hapsettiği için mi o kuburun deliğine, düşmedi ne yüzü ne bedeni Mualla'nın kâğıtlarına, harita metod defterinin? .... Kocasını menfur bir eyleme, kızını töreye, oğlunu kasabanın doğumevine henüz bir cenin iken kaptıran, kurban kılan temizlikçi kadın Ziyneti, kuburun üzerine düşmüş Mualla'nın bedenini, kirli bir tabağı levyeye atarcasına kaldırıp omuzlar ve gürgen ağacından yapılma masanın üzerine devirip elinin tersiyle ovuşturarak yayar bir post gibi. Mualla(m)nın bir türlü canlanmayan bedenini canlandırır; Ziyneti, vücudundaki morlukları, etindeki bereleri, çürükleri bir koşu evine gidip kızının makyaj çantasından kaptığı pudra ve inceltici, kapayıcı müsteharla kapar. Tan yeri ağarana dek sürer bu işlem. Ama sonra dükkân açılacak, ve o da kahvaltıya gelen turistleri ağırlamak için çay demleyip masaları düzenleyecektir. Hepsine boş verir Ziyneti Hanım. Tahta masanın üzerine, kızlığında işlediği iğne oyalı yatak örtülerini hayal ederek yaydığı Mualla'nın tüy kadar hafif bedenine bakarak mumlar, odlar yakar ve dükkâna kilit vurarak sabaha dek dua eder. Sen görmedin ki bunu, harita metod defteri yazarı. Uydurma, tüm bunları gören, bilen ama dükkânıma zarar gelmesin diye konuşamayan, diyemeyen, anlatamayan kimselere, benim. Mualla'ya ne yaptığını ne ettiğini kimse bilmiyor, sus. Ebediyen susalım. Büzülsün senin saflarındaki tüm bedenler ve buruşsun suretler, yitip gitsin defteri bir derin karanlığın içinde. Konsolun çekmecesine sarılan kemikli elin, mekânın küflü loşluğunda boğulsun. Çekmeceyi açıp, aranıp deşelenip bir nesne, bir konuşma balonu, bir sahip silueti bulmaya çalışma; naçar! Uyamayan gözlerin, hiçbir şeye uyanmamışken. Çiçeklenmiş bir dalsın, hasada yetişemeyen, vaktinde yeşermeyi geciktirip olup bitmekten ve yaşayıp görmektense görmeyi, izlemeyi ve not düşmeyi tercih eden. Yiterken sen kendinle ve çizdiklerinle beraber, o kadın dalı yakalayıp havada, tutup gizleyip kem gözlerden ve kendinden dahi sakınıp itiyor bir yerlere, usulca. Üzüm deposundan dönüştürülmüş tango barından o kadar ötelere ki göremiyor, ve görmediğini çizemiyorsun. Kitap arasına atılmış bir dal kuru lavanta anlatıyor ne zaman sonra, macerasını bana. Bir çizgi roman tadı ve bir trajedi üslubuyla; gece vakti. Antikçağ şairlerinin dizelerinden fırlayıp handiyse kahve fincanlarının koyu diplerini yurt edinmiş arapsaçı telvelerin karanlığından göveren aydınlıklar, hayırlı bir birlikteliği gösteriyor bana: Adının baş harfi M ile başlayıp beni saadete götürecek bir kadından. Bir de adını hiç duymadığımı bir Ege kasabasındaki eski bir üzüm deposundan bozma tango kulüpten ve haritaların garip karmaşasından. Fincan, aman falım bozulmasın diye alelacele yıkarken kayıp gidiyor parmaklarımın arasından. Porselenin dağılan çini parçalarını öylece bırakıp yatak odama yöneliyor ve çocukken gittiğimiz bir Ege kasabasının pazarından aldığım defteri açıp yazmaya başlıyorum. Kimselerin, amansız bir hastalıktan ölen Mualla'ya aşık olduğum için, salt onun için aldığımı ve onu ilk gördüğüm mekânda kendimi yitirene dek sarhoş olduğumu bilmeyeceği harita metod defterine...
21
tenim sende!
kızılderiliyle fatih özgüven
buğday tarlası
“İnsan denen hayvan, birleşmeden sonra konuşkan olur.” (Latince bir atasözü üzerine çeşitleme)
“Garip, ben çocukken hep kızılderililerin tarafını tutardım.” Sarışın genç adam başını iki yana salladı, kıkırdadı. “Nasıl kızılderililer yani? 'Kovboylarla Kızılderililer'deki kızılderililer gibi mi?” diye sordu esmer olan ciddiyetle.
“Yani, şöyle... neyse, boşver. Ben ise çok kolay kararırım...iki, üç gün içinde, ama burnum hep sorun çıkarır. Kararmadan önce kıpkırmızı olur, hatta mor.” Kızılderilinin dili de değildi konuştukları bu dil; bulundukları kent, yattıkları yatak, başlarını koydukları yastıklar kadar yabancıydı ikisine de. Ama iyiydi böyle. “Ha, kararmak,” dedi buğday tarlası, anlamamış olmasın diye. Dün, kızılderili ile buğday tarlası ilk tanıştıklarında, birinden biri 'her erkeğin karşılaştığı erkeklerde benzerini aradığı' filan gibi birşeyler söylemişti, sırf o korkulan sessizlikler olmasın diye. Şu anda tersini kanıtlamaktaydılar.
“Ev-vet, 'Kovboylarla Kızılderililer'deki kızılderililer gibi.” Sarışın baş yatak arkadaşına döndü yüzünde iğneleyici bir gülümsemeyle, “hangi kızılderililer sanmıştın?” der gibi.
22
Esmer olan cevap vermedi. Onun yerine, ötekinin, üzerinde az bulunur bir süs mermeri gibi minicik kahverengi çiller olan beyaz, terli sırtı boyunca uzun, görünmez bir çizgiyi izledi parmağının ucuyla. Belki de bu kadar beyaz olduğu için, diye düşündü, bildik sevişme kokularından başka bir şey kokmuyor.
“Mayo izinin beyazlığını görebiliyorum ama,” dedi buğday tarlası. Tüm bedeniyle kızılderiliye döndü, bacaklarını bacaklarının arasına alarak cümlenin nesnesine kadar çekti, kaldırdı, bir cenin biçimini alıncaya kadar. Gülümseyen bir Dahahenüzdoğmamış. Bu kadar yakından şeytanımsı ama nedense korkutmayıcı. “Ne beyazlığı, ben kararmayalı... yani, yanmayalı-“ “Şşş,” diye fısıldadı buğday tarlası. Uysalca, 'sözcükleri bırak artık' demek istiyordu. Ama sözcüklere belli bir sadakati olan kızılderili uymadı buna.
Nasıl da farklı, diye düşündü, kendi bedenine bakarak. Esmer, ter kokulu- demek ki bir kızılderili bedeni. Erotik hayalgücünde hiç yer almayan bedenlerden; oysa yanıbaşına uzanmış bu beden, koku ve renkten örülmüş bir buğday tarlasına benzeyen sarışın bir başla son bulan bu beyaz ince-uzunluk, bir eli hala onun kızılderilinin - bedeninin tam ortasında olan; bu hep vardı. oradaydı.
“Kızılderililerden söz açılmışken,” dedi bunun yerine, başını o sarışınlığa gömerek, bu yüzden de sesi boğuklaşarak; “ 'Kızılderiliyle Buğday Tarlası' masalını biliyor musun?”
“Ben çok kötü yanarım,” dedi buğday tarlası. Kızılderiliye çevirmedi başını, ama onun aklından geçenleri okumuş gibiydi. “Çok acır.”
Her zamanki gibi, bir hikaye uydurmaya başlamanın hazzı kızılderilinin kuyruksokumundan yukarı doğru bir ürperti yolladı.
“Kıpkırmızı oluyorsundur,” dedi kızılderili. Bir an için ötekinin yapmacıklı kendine acımasına katıldı, onu süsledi hatta.
“Benim çok sevdiğim bir masal. Bir zamanlar çok sıcak... çok yapış, yapış bir iklimde doğmuş ve orada yaşayan bir kızılderili varmış. Orada rüzgar hemen hemen hiç esmezmiş, güneşin en kızgın ışınlarını yolladığı öğle saatlerine doğru insanlar terden sırılsıklam olurlar, yorgun, bitkin düşerlermiş... ha, en önemlisi de herkes kara gözlü, esmer, kara saçlıymış...”
“Evet. Keşke seninki gibi olsaydı benim de tenim,” diye içini çekti buğday tarlası, o oyunsu hallerinden biriyle. Ama sesinde kahverengi, sıcak şeylere duyulan sahici bir özlem de vardı.
“Hayır, ne o?”
“Ee, buğday tarlası nerde?” “Su da topluyordur.” “Ne?” “ Su da topluyordur, dedim... yandığın zaman, güneşte yani...” “Ne... su topluyor?” Buğday tarlası kendi dili olmayan bu dilin deyişlerinden biri karşısında yastığın üzerinde bir kere daha iki yana sallandı hayretle.
“Geliyor, bekle. İşte böyle, kendince, garip, yaslı bir sevgiyle o iklimi ve oranın insanlarını sevmesine rağmen, kızılderili kendini çok küçük yaştan itibaren değişik bir şey arzular bulmuş. Sıcak olmayan, koyu olmayan, için için yanmayan birşey. Bu bir yer olabilirmiş, bir mevsim... o ülkede hiç tanımadıkları bir mevsim... yağmur belki... o iklimde çok seyrek yağmur yağarmış-“ “Unutma, tropiklerde çok uzun yağmurlar yağar bazen“
“Bu öyle bir ülke değilmiş, hem ayrıca benim sözünü ettiğim yağmur öyle bir yağmur değil. Ayrıca şunu bil ki, tropikler lafı bile kızılderiliyi ürpertmeye yetermiş. 'tropik' lafına karşı neredeyse dürtüsel bir nefret duyarmış-“ “Hey dikkat, bunu basit bir masal sanmıştım ama,” diye araya girdi buğday tarlası, aniden titizlenerek. “Neden psikolojik oldu birdenbire?” Kızılderili sustu. Ne cevap verdi ne de masala devam etti. Evet ya. Neden psikolojik oldu birdenbire? “Peki kovboylar nerede?” diye üsteledi buğday tarlası, birden geleneksel bir simetride ısrar edeceği tutmuştu. “Ee... bilmiyorum... neyse, unut gitsin, önemli değil,” dedi kızılderili uysal bir sesle. “Aslında bu Oscar Wilde'ın masalları gibi birşey. Bilir misin onları... biliyorsundur. 'Mutlu Prens' gibi mesela... alegorik... falan... birşeyler.” “Öyle masalları sevmiyorsun galiba, ha?” diye sordu buğday tarlası şakacı-alaycı. “Hayır... evet... bilmem.” Kızılderili yanına döndü, kollarını ötekinin beline sardı ve çember tamamlandığinda eliyle dirseğine dokunduğunu hissetti. Nefis.
Masalın öteki ucunu bilmiyorum da ondan, diye düşündü. Haklı, 'buğday tarlası nerde?' Gerçi tahmin edebiliyorum gerçi tahmin etmek yetmez gerçi bir hikayenin anlatıcısı kişileriyle özdeşleşmemeli- gene de olsun... hadi...
... hiç dinmek bilmeyen bir esinti altında uzanan uçsuz bucaksız bir buğday tarlası. Tarıma ya da coğrafyaya boşver, 'esinti' sürekli esen bir rüzgarın en insaflı hali burada. Sarışın tarla kabarıyor, dalgalanıyor onun altında. Çoğunlukla yağmur yağıyor. Ferahlatmayan bir yağmur, sadece daha da çok yük getiren, daha çok yeşil. Daha da daha da yeşil, öyle ki yeşilin en bol olduğu mevsimde tarlaya bakmak gözünü acıtıyor insanın. Buğday tarlası bu kadar çok yeşili taşımaktan yorgun düşüyor olmalı, sonra altın sarısına döndürmekten, solgun bir altın sarısına... Tek arkadaşları gökyüzünün güvenilmez mavisi ve onun üzerinde yolalan daha da güven olmaz beyaz bulut parçacıkları, buğday tarlasının değişiklik adına bildiği tek şey bunlar, belki bir de kuşlar ve bazı küçük kürklü yaratıkların sıcaklığı, o komik acelecilikleriyle toprağa çabuk çabuk girip çıkan, bu yüzden de-
“Hadi, uyuyalım artık,” diye fısıldıyor birinden biri, birden masalın sonunu umursamayarak.
1987
tenim sende!
sarı sokak lambaları alp güven alpharies@gmail.com
Havanın kararmasıyla ağır, kirli bir battaniye gibi serilivermişti kentin yalnızlık kokan sokaklarına sis. Nefes almak akşam vakitlerinde daha güçtü. Evine giden yokuşta soluklanan Nermin Hanım bir mendili burnuna filtre niyetiyle tutmaktaydı. Eskiden böyle miydi ya, kışın bile mis gibi kokardı hava. Hoş eskiden tıkanma nedir bilmezdi ya neyse. Mahallenin besili kedilerinden Zifir, Nermin Hanımın bacaklarına sürtünerek sırnaştı. Her sabah çöpün yanında bırakılan yemek için teşekkür ediyor olmalıydı. Birden hareketlendi, eve az kalmıştı ne de olsa. Az sonra yokuşun kıvrılan yolunda kayboldu. Zifir de ardından. Sarı sokak lambaları takılalı beri sokaklar daha bir tekinsiz mi olmuştu ne? Ortaya çıkan şey sıklıkla daha iyi gizlenir aslında. Kimsenin bulmasını istemediği şeyleri ulu orta gizlemekte ustalaşmıştı. Sessiz ve paylaşmadığı yaşamını didik didik etmek isteyen babasından saklamak için günlüğünü, masasının üstündeki defterlerinin arasına öylesine bırakarak öğrenmişti bunu. Yalnızlık da öyleydi işte. Bir kere ortaya çıkmaya görsün, kişiyi kendinden gizlerdi! Hele ağrılı bir özlemin kavurduğu bir yalnızlıksa! Sarı sokak lambalarının beyaz olduğu günlerdi. Umudun gençlikle beslenip boy verdiği verimli topraklar gibiydi yüreği. Evet, korkuları vardı elbette ama o korkuyu tek bir hamlede yırtıp atabilecek kadar güçlü bir tutkusu vardı. Bunu henüz kendisi bile bilmiyordu. Tenin tutkusuydu bu. İşte böyle bir zamanın içinde filizlenmişti ilişkileri. Önce bakışmalar, bakışırken sorgulamalar, yenilmeler kendine ve öğretilenlere, sonra hissettiğini tek gerçek kılmalar… Yıllar önceydi. Herkesten gizli olmaları daha bir görünür kılıyordu aşklarını. Kural değişmiyordu. Birbirleri olmaksızın yapamazlardı, dahası yapmamalıydılar!
24
Sıcağın toprağı döllediği bereketli Çukurova'dan okumak için gittiği soğuğun memleketinde içini ısıtan tek şey buydu, aşkı! Aşk onun için kendini evinde hissetmek demekti. Yüreğinde bilmenin teninde yarattığı tutku başka bir deyişle. Soğuk memleketin soğuk insanları, iki ev arkadaşı sanıyordu onları. Namuslu kızlardı zira, eve erkek sinek bile girmemişti. Gözleri cinsel organa dönüşmüş tatminsiz sokak esnafının göz tacizlerini saymazsak tenlerine erkek teni değmediği doğruydu. Öyle ya kim düşünürdü ki iki genç kızın birbirlerinin her şeyi olabileceğini. Onlar birbirlerinin her şeyi olmayı istediler tüm varlıklarıyla ve oldular da. Soğuk kış gecelerinde Çukurova'yı gezdiler, yandılar, yaktılar birbirlerini! Bir kadının bir kadına duyduğu aşk, bir kadının bir erkeğe duyduğu aşktan çok daha sahicidir. Çünkü kadın kadına aşk iki denizin birbirine karışması gibi sessiz ve derindendir. Bir denizin kayaları dövmesi gibi değil!
egon schiele, 1913
Birlikte nice geceler tutuştular. Zaman yüzlerine, saçlarına, aynalarına her gün yeni bir fırça darbesi vururken, umursamadılar zamanı. Üzerinde yürüdükleri bir yoldu zaman onlar için. O nedenle
yıllandılar. Yıllandıkça biraz daha karıştılar birbirlerine. Her gün biraz daha öteki oldular. Sokak lambalarının henüz sarı olmadığı zamanlardı.
ece dorsay
yasak ten
ecedorsay@gmail.com
Okul bitip de Anadolu'nun adı hoşgörülü, içi yüzyılların yalanıyla doldurulmuş küçük bir kasabasında göreve başladıklarında yine ev arkadaşlığı süsü verilmiş ilişkilerinde büyüyorlardı. Sevgiyi, sevmeyi sahip olmak olarak gören, “ya benimsin ya kimsenin” düsturuyla öğrenmiş kara yağız bir delikanlının tenine alevin düştüğü günlerdi. Tek sıkıntıları, bu cüretini karşılıksız tutkusuna borçlu delikanlının taşkınlıklarıydı. Aşık olmuştu kızlardan birine. Bu aşk uzak bir denizin yalçın kayalıkları dövüşü gibi dövüyordu delikanlının yüreğini. Dövüldükçe hırçınlaşıyor, hırçınlaştıkça erkekleşiyordu delikanlı. Erkek olmak sahip olmak demekti, öyle öğretmişlerdi ona. İstiyorsa sahip olması gerektiğini, dalını kıranın ağacını sökmesi gerektiğini öğrenmişti. Sarı ışıklar takılmıştı sokağa. Kendilerini büyük bir kentin sokaklarında hayal etme imkanı verdiği için hemencecik sevdiler sarı ışıkları. Küçük yerlerin sıkıcı yaşamları bir sokak lambasıyla bile bir anlığına şenlenebilir. Büyük kentlilerin farkında bile olmadığı şeyler, küçük yerlerin insanlarında büyük dalgalar açabilir. Ve küçük kentlerin cüretini tutkusuna borçlu delilikleri büyük kentlerin gazete büfelerinde 3. sayfada alır yerini! 3. sayfada çıktı haber. Aşktan gözü dönen delikanlının, sevdiği için kaçırdığı kızın lezbiyen olduğunu öğrenince önce kızı sonra kendini vurduğunu ballandıra ballandıra anlatıyordu gazete. Bir süre sonra bir faili meçhulün üstüne örtülebilecek sırandan bir gazeteydi. Unutulacaktı. Öyle de oldu, küçük yerde konuşula konuşula tüketilerek unutuldu bir süre sonra. Aşk, gerçekten unutmayan tek kişide yaşar. Başka bir kasabada, akşam olunca, ağır bir sisin çöktüğü sokakta yalnızlığına taşındı Nermin hanım. Aşkının tutkusu tenden yoksundu artık. Tenin yokluğu aşkı öldürmüyor, daha bir aşk kılıyordu. İçinde yanan mumlar sönmüyordu, sönmeyecekti. Hem zaten o biraz da gidendi. Artık kendi değildi. Karışmış iki denizden kendi payına düşendi. Anadolu'nun kasvetli bir kasabasında, sarı ışıkların aydınlattığı yokuşun ilerisindeki evden çıkıp, çöpün yanına gelen Zifir'e yemek verirken, gizlenmiş yalnızlığını düşündü Nermin hanım. Ne kadar ortadaydı. Ve ne kadar büyük!
Frank Sinatra ve Bono'dan "I've got you Under My Skin" düetini dinlerken fark ediyorum sözlerin her dinleyişte tekrar anlam kazanışını. Önce, "benim altındasın" diyen, erotik ima olarak algıladığım bir sevişme sahnesinden daha öteye gidiyor manası sonradan. "Derimin altındasın" diyor aslında. Öylesine içime işledin ki, öylesine bütünleştim ki seninle derimin rengi sana büründü. Beyazken zenci, zenciyken beyaz, pembeyken mavi oldum sayende. Deri değiştirdim, kabuk değiştirdim etkinle. Ölü deriyi attım adeta, bebek gibi kokuyor tenim. Tazelenmiş bir deriyle kaplıyım artık. Tozları silkeledim üstümden. Yeniden doğdum... Vücut terleri birbirine karışırken en tutkulu sevişmelerde, acaba yenileniyor muydu insan? Belki de dokunulmaya hasret bir tenin acı çığlıklarıydı duyulmayan... Tenin dili olsa neler söylerdi kim bilir : "Lütfen dokunun bana; ama içten, ama yürekten olsun, tutkusuz dokunuşlar uzak olsun benden." Böyle mi derdi acaba? Sessiz yakarışlarını duyar mıydı başka bir ten? Yaşlı bir bedenin genç bir bedene olan hasretini giderecek kadar seven yürek, tenini sunabilirdi sevdiğine. Gencecik, körpe teniyle yıkayabilirdi, yaşlanmış ve yer yer kırışmış ama tutkusunu yitirmemiş teni. Tenler karışıyor, tenler konuşuyor, tenler ağlıyordu. Tenler yaş farkına aldırmıyordu, cinsiyete bakmıyordu, sadece sevgiyle yol alıyorlardı birbirlerinin üzerinde. Yasak ten. Birbirimize haram görüp yasakladığımız tenlerimiz şimdi ağlıyor. En güzel dokunuşlardan mahrum kalan bedenler, bilgisayar ve televizyon ekranı önünde yaşlanıyor belki de. Şiir okumanın ve eski kitap kokusunun hazzını unutmuş veya hiç keşfedememiş tutkusuz bedenler, yürüyen ölüler gibiler etrafımda... Aşka olan susuzluğumuzu bir nebze olsun gideren şiirleri görmezden geliyor kayıp bir nesil. Meşaleyi söndürmemek için çaba gerekiyor ama çabalamaya alışmamış ki kimse aşk için... Egoların er meydanına dönmüş aşk cenneti. O cenneti tekrar kazanmak için dokunmayı yeniden öğrenmemiz gerekiyor. Ruha dokunmayı, kendimize dokunmayı, yüreklere dokunmayı, kalbe dokunmayı... En baştan, yeniden, sil baştan... Belki o zaman derimizin altına işler sevdiğimizin parmak izi, ruh izi... O zaman bütünleşiriz yeryüzü denilen yabancılaştığımız yerle. Kedilerin bildiği dili biz unutmuşuz. İlkbaharda bahçelerde yankılanan kedi çığlıklarına gülmeye alıştık. Bazen de bir ürperti ve korku ile fırladık yatağımızdan geceleri. Vahşi doğanın sesleri ya güldürdü ya ürküttü bizi. Oysa ki anlamını unuttuğumuz; hatta özellikle bize unutturulan tutkunun bizden daha alt gördüğümüz türlerde bile var olma ihtimaline tanık oluyorduk. Üstelik biz insanlar daha fazlasına sahiptik: Yaşama tutkusu, sanat tutkusu, bilim tutkusu... Tutkunun bin bir türüne sahip olabilirdik entelektimizde ve kalbimizde. Ama biz en basit tutkulardan bile mahrum bırakılıyorduk. Maskeler ile tenimizi ve gerçek kimliğimizi örtmeyi öğreten bu düzenin kurbanları gibi hissetmemek için üretmek gerekiyordu durmadan. İnsanlığımızı bize unutturan teknolojinin kurbanları olduğumuza uyanınca acı çekiyorduk. Bunu fark etmek ve bir son vermek kolay gözükse de diğer insanların uyuşturulduğunu görünce daha da yalnızlaşıyor ve teslim oluyorduk düzenin bize sunduklarına... Ten yanıyor ve aşk dileniyor. Saklı tenler, yasak tenler, yaşlı tenler, Genç tenler, teşhirci tenler… Her türlüsü derin bir yalnızlık iç çekişi ile kendini duyurmaya çalışıyordu aslında. “Kollarında ölmek istiyorum” cümlesi tozlu şarkı sözlerinde mi kalmıştı artık? Bir kedi olup farklı bir tene bürünmek gerekiyordu belki de… Şair ruhlu bir kedi…
25
tenim sende!
“tene gömülen ihtiras”
ı olmad
“mahmut masum'un ofisinde ihtisas” ümit ılgın yiğit arapzuzu@hotmail.com
Benzerleri her gün yaşanıyor olsa da bu öykü kurgudur…
26
Gece karar verdim evden kaçmaya; dün anneme gey olduğumu söyleyince migreni tutmuş, babam hastaneye yetiştirmenin derdinde… “Serkan adında bir oğlum yok benim…” diye bağırıyordu annem. Kapının arkasına çalışma masamı destek olarak kapattıktan sonra hem birkaç parça elbise topluyor hem de bir gözüm pencerede, karşı apartmandaki muhasebe ofisinde. Tabelasında “Serbest Muhasebeci Mali Müşavir Mahmut Masum” yazıyor, göbekli, sarkık bıyıklı Mahmut bey bir Gey olarak düşlerime bile giremezken, giriş çıkışın tenha olduğu bir anda; üniversite talebesi olduğu çantasından belli olan ve gene büyük ihtimal partner sitesinden kiraladığı gençle, irsaliyeli faturalar arasında özlem ve istekle sevişiyordu. Şok olup, röntgencilik yapacak vaktim olmadığı için bir süredir internette tanışıp sanal imkanlar dahilinde dudağı niyetine kamerayla öpüştüğüm (Ankara'da yaşayan ve babasının büyük şirketleri olan ve beni tüm bu sorunlardan kurtaracak olan ve gerçekten sevdiğim) Halil'e Ankara'ya geleceğimi, zor durumda oluğumu ve sabah beni gardan alması isteğimi mail olarak yollaım. Sırt çantamı tıka basa doldurup, yan taraflara “Teklifsiz serseri” ve “Eteğimdeki Taşları” sıkıştırıp tek başıma üç kişi onurunda masayı çekip komşu gözlerinin baskısı
altında durağa kadar yürüdüm. Kadıköy, kırk dakikada bir geçiyor. Başka zaman olsa anında gelir telaş var ya 1 saat bekledim, belediye seçim yatırımı yaptığı için yollar taş toprak, otobüs cehennemden geliyormuş da cennete gidiyormuş gibi ortalığı toza dumana katıp “cosss” diye durdu durakta. Ön koltuklarda iki-üç çarşaflı kadın oturuyor, en arkada iki genç kız. İçimden tebessüm ediyorum; kızların tam paraleline oturdum, kafamı pencereye dayamışım gözüm gaiplere bakıyor. Şoför bir anda frene basınca, kafamın ön koltuğa vurmasıyla yüzümün kızlara dönmesi bir oldu. Pantolonlu kısa saçlı olanın eli, diğer cici kızın eteğinin altında… gözümü kaçırdım, o elini çekti mi? Bilmiyorum, Haydarpaşa'ya kadar kafamı cama gömdüm. Biletimi aldıktan sonra, daha 2 saatim olduğunu görünce (artık Ankara'da yaşayacağım için) son kez Kadıköy parkını ve moda sahilini görmek istedim. Bir sigara yakıp, parkta, sırtımda çanta son kez salınıyordum, bizim kızlar beni görünce bastılar çığlığı “Serkan, kadın buraya gel…” diye. İçimde bir hüzün, anılar ve uzun süre görüşmediğimiz için bir sevinç. Selamlaşma, öpüşme faslı sürerken, toptancı (günde 5 kişiyi tavlayıp moda sahilindeki umumi tuvalette koli kestiği için ona Lubunyalar “toptancı” der) çantamdan çekiştirip “nereye hayırsız?” der demez “Ankara'ya koliye gidiyorum çatla” diye yapıştırdım lafı. Herkes güldü ama bir hüzün vardı yüzlerinde, meğer bir-iki gün olmuş Ali'yi bıçaklamışlar kayaların arasında. Hem Ali o çocuk için bizim kızlarla restleşmiş, bir hafta konuşmamışlar. Parklar tek başına kocaman bir yatak bize, arımızı da arsızlığımızı da yüzükoyun yatırıp üstünde tepindiğimiz kamu alanı. Kırk kilitle kitlenmiş gibi sır, falcı Romen kadın kadar uluorta. Öyle ya bunlar geçiyordu trenin “unut bu şehri” diyen acı sireni eşliğinde pencereden bakarken. Tren yataklıydı ama benim o kadar param olmadığı için, en azından ona vereceğim paraya iki bira içerim diye düşünüp yatılı
almamıştım bileti. Koltuğumdan kalkıp pulman arasından sızıp restorana vardığımda “milletin amma içesi varmış” diye düşündüm kalabalığı görünce. Dörtlü masalardan sadece birinde tek başına birisi oturuyordu, müsaade isteyip oturdum karşısına. Kısa bir süre telefonla, gazeteyle uğraştıktan sonra hemen tanıştık; ben Serkan “bende kadir” dedi maviye çalan yeşil gözleriyle gözlerime bakıp. Biralar tükendi, sohbet tükenir mi? İki kişilikmiş odası, iki yatağı da satın almış… (doktormuş, konferansa gidiyormuş, tren yolculuğunu çok severmiş) sırtıma birkaç damla ter düştü. Duraksayıp oturdu yatağa, “sen neden gidiyordun Ankara'ya” dedi, bende doğrulup “şey…” …, “evden kaçtın değil mi?” dedi. “Her seferinde durum budur, bu değilse okula gidiyorsun, beş kuruşun yok ve tren Ankara'ya yaklaştıkça hikayen acıya doyacak, para isteyeceksin…” dedi. Dedi ve bildi, aynen öyle olacaktı “Halil adında bir sevgilim var onun yanına gidiyorum, hem evden kaçtığımı nerden çıkardın” diye çıkıştım. Koltuğuma geri döndüğümde, cebimde telefon numarası ve kendimden nefret edişim kaldı sadece. Olan budur! Halil beni garda karşıladı, biliyordum bunu; beni satmazdı, seviyordu çünkü. Uzun, uzun sarıldık ilk kez değiyordu bedenimiz bedenimize. Şairin dediği gibi “dokunmaktır aşk” onu iki saat önce aldatmış olsam da dokunmaktı aşk. Önce yüksel caddesinde bir kafeye gittik saatlerce lafı dolandırdı, etrafımızda süzülün Geylerin eşliğinde bana gerçek hayatını anlattı. Sokakta kalmayacaktık, ucuz bir otel bulduk… (unutmadan unutmuş gibi yapıp) tan kızılı Ankara'yı sarana kadar seviştik. İki günün yorgunluğuna yenik düşmüştüm, saat öğlen olmuş Halil çoktan gitmiş, hiçbir şey demeden. Üstümü giyinip, duş aldıktan sonra aşağıya indim anahtarı verdim, tam çantamı sırtlanıyordum ki “40 YTL” dedi adam. Doktor Kadir'i aradım, hemen geldi, kalın cüzdanından bir ellilik çıkarıp verdi adama, üstünü de almadı. Biraz yürüdükten sonra, bana bir yüzlük uzattı “Gitmek zorundayım, eğer istersen akşam buluşalım seni saunaya götürürüm” dedi. Bir taksiye binip gitti. Yüz yeni Türk lirası ile eve geri döndüm, birde kaos aldım, çantaya filanda sokmadım… şu sıralar karşı apartmandaki muhasebeci Mahmut Masum'dan fatura dosyalama konusunda ders alıyorum.
azize ilk azizimaziz@yahoo.com
erotika-1
Sıvılarının içinden geçiyorum. Islak, yumuşak ve sıcak her şey. Birbirine bulanmanın tadı nefis! Sen içimde gezinirken ben kendimi keşfediyorum. Arada bir hızlanıp yavaşlayan ritmine bırakıyorum kendimi. Bu kolay. Sonra sana yürümek istiyorum. Birazdan bu da yetmeyecek, doludizgin koşmak ve sarsılıp sarsmakla devam edecek bütünleşmemiz. Üzerinde bulunduğumuz zemin, yanımızda yöremizde ne varsa sarsılacak. Eşyalar da bizimle inlemeli, bu bir şölen değil mi! Parmaklarının bir tadı var. Boynunun, kirpiklerinin, burnunun yanağına bitiştiği yerdeki kuytunun da… Gövden uçsuz bucaksız bir ova. Üzerindeki kırçıl otlar sürtündükçe gövdemi uyarıyor. Göğüs uçlarımda bir uyanış başlıyor. Şeklimi değiştiriyorsun sen benim. Heyecan duymaktan başka çıkar yolum yok. Hızlanıyor bu oyun. Kadınlığım, dikenli bir yolda ayaklarını yoklayan küçük sızılardan memnun. Oysa insan acımaktan kaçar. Ama şaşırtıcıdır doğa. Haz denilen şey sinsi bir sestir. En sağır olduğunu sandığın anda ya da en durgun ve sefil anında hayatının, kulağının içinde çınlayıverir. Bağırması boşuna değil, söylediği hep insana dairdir. Utanmak neden? Bu da güzel sevgilim, bu da sadece bizden. Demek o anlatılanlar tümden yalanmış. İnsan nasıl kendinden kalkıp ta buralara varabilir ki, yaşamadan, girift olmadan, görmeden. Başkalarının masalı kendine kaladursun. İki vücudun birbirini tanıması her defasında, hepsinden bambaşka oluyormuş. Şimdi derininde bir yerlerdeyim. Senin her şeyin konuşuyor ve duydukça meraklar içine düşüyorum. Daha fazla, söyle, daha fazla şeyler söyle. Her zerreciğinden bir duyum alıyorum, bana yaklaşıyorsun. Sesinle dolduğum yer burası, benim de en küçük parçacığıma varana dek sana cevaplar veriyor. Tek bir tını yok fazla olan. Hepsinin birbirinde bir karşılığı var bu seslerin ve aralık kalmadı sanırım. Şu an, şimdi, büsbütünüz. Yorgun olan tek şey, tuzunu yüklenip süzülen ter damlacıkları. Coşkunun ertesi, sevişmelerin buhuruna özgü bir şey yayılıyor tenimizden. Giderek genişliyor ve etrafımızda kıpırdanmaya başlayan gerçeklerin üzerini usuldan örtüyor. Yeniden ve daha görünür oluyoruz birbirimize. Artık, gözlerimizi açıp uyuyabiliriz sevgilim.
gün araf gunaraf@gmail.com
seyr-ü sevi
Şarkını duymayı isterdim… İçinde çoğalırken sana, senden aldığımı bırakırken ormanına… Kalp atışlarım, üzerinde gidip gelen bedenimin ritmiyle bütünleşmişti. Güm güm, güm güm… Ve sanki duracaktı kalbim; evet belki o son noktada, akarken sana, uçarken yamacında, aldığım hazzın sürdüğü saniyeler boyunca atmayacaktı kalbim. Ya da gezegeninde bir süre atıp dünyaya düşecekti yeniden. Ben'i benden doğurmuş olacaktın. Böyle doğmaksa elinden, defalarca ölmek ne güzel olurdu teninde. Ormanında gezinen ürkek parmaklarım, mırıltılarının verdiği cesaretle terk ediyordu çekingenliği ve ellerim benden bağımsız bir insan oluveriyordu; rüzgarının sarhoşluğu içinde, ağaçlarının arasında yürüyen. Vadinden dökülen şelalenin serinliğini tüm bedeninde duyumsayarak uzaktan, ağır ağır yürümeye devam ediyordum. Bitmesini istemediğim bir hazzın içinde, yüzyıllarca durabilirdim. Sen, her yüzyılda farklı bir kimliğe bürünüp hep o aynı kadın kalabilirdin. Ve ben o kadına defalarca aşık olabilirdim. Dönüp dönüp sende dururdum, Çocuk olup sende büyürdüm. Bırakırken kendimizi bembeyaz bir buluttan, yumuşakça iniyoruz yeryüzüne. Kollarımdan çıkıp kollarına alıyorsun beni. Ve huzura eriyoruz sevgili. Soluklanmayı en çok sevdiğim yerdeyim şimdi. Öz'lerin özlemini doyurduğu yerde var olmak ne büyük mutluluk! Bırakıyorum kendimi… Aynı seyirdeyiz. İki bedenden tek bir nefes çıkıyor ve sevişmelerin penceresini buğuluyor; yazılan tek bir isim: “Tenecangeldi”. Hoş geldi.
27
ten uyumu
beyazperde
Aşkın 4.6 Milyar Yılı (2006) 46- okunen no koi Yönetmen: Takashi Miike Oyuncular: Ryuhei Matsuda ,Masanobu Ando, Shunsuke Kubozuka
28
Neden?: Manga, şiddet, homo-erotizm ve hüzün… Anime karakterlerine benzeyen oyuncular mastürbasyona çağırıyor. Burjuva bir film festivali, pahalı bir film bileti, eşcinsel bir kitle ve harika bir film dili… Japonya'dan lubun çıkmaz gibi bir önyargıyı kırabilecek; üstelik eşcinsel anlatıların mangaların bilinçdışında yer bulabileceğine örnek olabileceği için, bu film arsız Japon yönetmeni tebrik etmek gerekiyor.
Çarpışma (1996) Crash Yönetmen: David Cronenberg Oyuncular: James Spader, Holly Hunter, Deborah Kara Unger, Rosanna Arquette
Yönetmen: Gus Van Sant Oyuncular: Tim Streeter, Doug Cooeyate
Neden?: Koltuk değnekleri veya ölümcül bir yarayı tutkuyla okşayabileceğimiz için... Sakat demenin “sakatfob3i” olduğunu fark etmeden transfobi veya homofobi'ye karşı bir mücadelenin mümkün olmayacağını bilen bizler için terso bir var oluşun olabildiğini gösteren bir film epey değerlidir. Ballard'ın daha seksi yapıtlarını bilsek de bir kaza anının, farklı cinsel pratiklere ne ölçüde izin verdiğini bize göstermesi, bu filmi sinema tarihinde önemli kılıyor.
Neden?: Siyah ile beyazın, göçmen ile yerleşiğin, aşk ile nefretin tutkulu monologu için… Ayrımcı, beyaz ve zengin olmak fakir, göçmen ve yabancı olmaya mani olmadığı veya sevmeye engel olmayabileceği için… Sınıf bilincinin aşkın temel bileşenlerinden olabileceğini gösterdiği ve böyle filmler ilgi uyandırdığı için… Hatta hepimizin nefret edebileceği egemen bir tipin alt tabakadan bir göçmene aşkını olabileceğini gösterdiği için izlemeliyiz.
Mala Noche (1985)
Flesh for Frankenstein (1973) Yönetmen: Paul Morrissey Oyuncular: Joe Dallesandro, Udo Kier
Neden?: Azıcık Dallesandro dudağı, azıcık Udo Kier bakışı ile yerimize çakılıp orgazm olduğumuz için… Uzun yıllar domezi olduğu evin, kendi şanının önüne geçebileceğini bilen bir lubunya gibi; Morrissey'in de Warhol karşısında ezildiğini anlayabiliriz. Dallesandro'nun insanüstü varlığının da, eşcinsel erkekleri ne kadar ezikleyebileceğini kestirebiliriz. Ne harikadır ki, ne herkes Dallesandro'dur, ne her yönetmen Morrissey, ne de herkes 15 dakikalığına şöhret…
alev alev
aykan safoğlu Düş Gezginleri (1992) Yönetmen: Atıf Yılmaz Oyuncular: Lale Mansur, Meral Oğuz
Neden?: Unutulmaz sevişme sahnesi, Alp Buğdaycı ve feminizm için… Deniz Türkali'nin LGBTT politikasından anlamadığını düşünenleri bir kenara bırakırsak, ataerkinin lezbiyen ilişki tarafından sahiplenilebileceğini ve feminizmin soruları ile eleştirilebileceğini bu film sayesinde gördük. Annelerimiz lezbiyen, lezbiyenler erkek egemen olabilirdi; bu film bize bunu öğretti.
29
Un Chant D'Amour (1950) Yönetmen: Jean Genet Oyuncular: Java, Coco Le Martiniquais, Lucien Sénémaud
Gizemli Ten (2004) Mysterious Skin Yönetmen: Gregg Araki Oyuncular: Joseph Gordon Levitt, Brady Corbet
Neden?: Gregg Araki ile Joseph Gordon Levitt'in sevgili olduğunu hayal etmek için… Üstelik eşcinsellikle pedofiliyi birlikte düşünmek için aportta bekleyenler için harika bir cevap: Eşcinsel olmak için illa tecavüze uğramanız gerekmemekte, bir de eşcinsellik için genetik kodlar gerekmemektedir. Gregg Araki'nin daha önce yaptığı filmlerden kendisinin ne kadar aydın biri olduğunun anlayamamış olanlar için harika bir fırsat.
Querelle (1982) Yönetmen: Rainer Werner Fassbinder Oyuncular: Brad Davis, Franco Nero, Jeanne Moreau
Neden?: Her şey bir yana Querelle'in dar pantolonundan fışkıran erkekliği görmeye yanıp tutuştuğumuz için… Fassbinder'in melodramı bağımlılık yarattığı veya güzel oyuncuları harika oyunculuklar sergiledikleri için bu filme bakabiliriz. Fassbinder'in kısa hayatına sığan başarılı filmografisindeki yegane Fransız isimli film için… 'Amerikan Güzeli' veya son dönem Rus sineması bizi kesmeyebilir; erkekliğin derin bir sorgusunu bu filmde bulabiliriz.
Neden?: Bu filmden sonra sigara, bedenin bir uzvuna dönüşür, kesinlikle erotiktir artık... Jean Genet derken Demet Demir gibi bir şöhretten bahsediyoruz, farkındayız… Hem hırsız, hem toplumdışı, hem ahlaksız hem de eşcinsel olmak, bir de aydın olmak için üstelik farkında olmadan queer siyaset yapmak için gayr-ı insani bir çaba göstermek gerekmiyor belki. Gözaltına alınmak, cezaevinde, duvardaki delikten, yan hücredeki sevgiliyle sevişmek içi en yaratıcı yordamı bulmak için sanırız önce insan olmak gerek…
tenim sende!
kas dünyası selçuk gök clone_4ever@hotmail.com
Bu sırılsıklam olan ikinci tişört. Terden eşofmanımın altı bile ıslandı. Yere bakıyorum, ter damlaları suratımdan pıt pıt aşağı damlıyor, kafamdan alnıma oradan da gözlerimin içine giriyor, gözlerimi yakıyorlar. Bacaklarımda mecal kalmadı. En nefret ettiğim hareket squad. Vücudu bu kadar zorlayan başka bir hareket bilmiyorum. Kalbim yerinden fırlayacakmış gibi atıyor, tüm gücümle nefes alıyorum, ağzımdan, burnumdan ama yetmiyor. Hocam arkamdan gelip belimden tutuyor, hadi bu son set, ben yardım edeceğim diyor. Normal bir zamanda, belimden tutsa çok hoşuma giderdi ama şimdi aklımda sadece bu antrenmandan sağ çıkmak var. Seks umrumda değil, önümde çiftleşseler dönüp bakmam. Hayır yapamıcam, bu çok ağır, kiloyu düşürün diyorum ama olmaz, yapacaksın diyor. Bağırıyor, on tane çıkaracaksın diyor.
30
Son bir kez daha nefes alıyorum ve başlıyorum, ama on rakamı gözümde o kadar büyüyor ki. Kendime telkin ediyorum. Şu an omuzlarında sadece 10 kilo varmış gibi düşün diyorum, bu hareket kalçalar için çok iyi. Sonunda bacaklarım titreye titreye sekiz tane çıkarıyorum ama mümkün değil fazlasını çıkaramam. Hoca destek veriyor, hadi diye bağırıyor son iki diyor. Ben de bağırıyorum ve bir tane daha çıkarıyorum ama tam diz çökemiyorum. Hareket düzgün çıkmıyor artık. Nihayet on ve bitti. Derken hoca son bir tane daha diyor. Bu adamdan nefret ediyorum. On rakamına o kadar şartlanmışım ki, hayır diyorum. Tartışmaya başlıyoruz. On tane demiştiniz diyorum, ben ona konsantre olmuştum diyorum, o da set sayısına ben karar veririm, diyor. Ceza olarak 25 dakika, beş eğimde koşacaksın diyor. Hiçbir şey söylemeden soyunma odasına gidiyorum, bu haplardan almak istemiyorum ama başka çarem yok başka türlü bitiremicem bu antrenmanı. İçi sıvı kaplı mavi renkli haplardan iki tane alıyorum. Etkisini beş dakika içinde gösteriyor. Sanki karnımın içinde bir boşluk doğuyor. Artık bacaklarım hiçbir şey hissetmiyor. Vücudum ağırlıkları algılayamıyor. Korkunç ağırlıkları patır patır kaldırmaya başlıyorum. Verseler tüm dünyayı kaldırabilirmişim gibi hissediyorum. Zihnim aydınlanıyor, birden çenem düşüyor. Millete bişeyler anlatıp duruyorum. Kafein ve yohimbine etkisini gösteriyor, yerimde duramıyorum. Salonda çalışan çocuklardan birisi, siz hangi branştasınız diye soruyor. Ne branşı diyorum? Halter mi, güreş mi diyor? Yoo ben bankacıyım diyorum. Ha öyle mi, çok sıkı çalışıyorsunuz da, ben sizi beden eğitiminde ya da profesyonel sporcu filan sanmıştım diyor. Hoşuma gidiyor. Akşam yatakta dönüp duruyorum, kafein uyutmuyor. Küfrediyorum kendime. Yarın sabah daha da kötü olacak. Her yerim zonklicak ağrıdan. Neden kendime işkence ediyorum, neden? Neyi başarmaya çalışıyorum. Beğenilmek bağımlılık yaratıyor. Beğenilmek istiyorum, hem de cok beğenilmek. Aldıkça daha çok istediğin bir uyuşturucu gibi. Artık savaşı kaybettik, bunun kölesiyiz. Yüke sürülmüş atlar gibi, koşturup duruyoruz. Neden sevemedik birbirimizi, neden kabul edemedik birbirimizi olduğumuz gibi. Neden kafayı kendimize, nasıl göründüğümüze taktık. İlk günahı kim işledi, kim başlattı ilk bunu. Tekrar naif olamaz mıyız, dünyanın bizim çabalarımızla değişebileceğine inanamaz mıyız. Ne kadar uğraşsan da dünyayı değiştiremezsin demişlerdi, ben de dünyayı değiştiremezsem de kendimi değiştiririm demiştim. Kocaman, tabansız laflar. Burnun sürtüldü mü işte. İnsan nasıl da nefret ettiği şeye dönüşürmüş. Londra'yım. Hedonist Londra. Heaven'da, barda bira sırasındayım. Dünyanın en güzel barmenleri burada, seçme oğlanlar. Üstleri çıplak, boyunlarında kalın zincirler. Müşteriler onlara gülümsüyor, gözlerinin içine bakıyor ama onlar burunlarından kıl aldırmıyorlar. Güzellik ışığa gelen kelebekler gibi çekiyor geyleri, herkesi. Sahneye tül bir perde iniyor, arkasında erkek vücutları beliriyor. Yavaş yavaş dans ediyorlar, insanlar merakla sahnenin önüne toplanıyor. Çıplaklığın kendisinden çok merak
insanları çekiyor. Yoksa ne olabilir ki, Londra'da bütün gey barlardan kaslı erkekler fışkırıyor. Tül iniyor ve demir çubukların etrafında dans eden bir sürü genç, atletik erkek beliriyor. Yanımda güney Amerikalı bir oğlan var. Türkiye'de siz böyle şeyler göremiyorsunuz değil mi diyor. Aslında İstanbul'da var diyorum. İçimden ne salak çıktı bu da diye geçiriyorum. Sahne birden hareketleniyor. Devasa bir travesti beliriyor. Elinde yelpaze, beline kadar uzamış sarı saçlarını havalandırıp, sahnede dans ediyor. İnsanlar kendilerinden geçiyor. Her yerden zevk pompalıyor Heaven, ismini hak etmek istercesine. Zevk tanrısına adanmış bir tapınak. Bu tanrı tüm hayatımıza el koydu. Geyler bu tanrının en sevgili kulları. İsteyerek, severek tapıyoruz ona. Müzik, içki, şovlar, çıplak bedenler kar etmeyince devreye uyuşturucu giriyor. Zevk almak zorundayız, güzel olmak ve ışıldamak. İspanyol bir çocuk gel seni daha iyi bir yere götürücem diyor. Fire. Burada herhalde bin tane gey var, her yer çıplak erkek. İçerisi hamam gibi. Sabahın sekizi ama bar tıklım tıklım. Herkes uyuşturucuyla kendinden geçmiş. Bu adamlar hem uyuşturucu alıp hem de nasıl bu fiziklerini koruyorlar diye düşünüyorum. Herhalde hafta içi spor salonlarından çıkmıyorlar, hafta sonu da böyle patlıyorlar işte. Nefes alamıyorum, çıkmaya çalışıyorum ama çıkışı bulamıyorum. Çocuğun birisi önümde kokain çekiyor. Bir çocuk gelip aletin büyük mü diyor. Madem hamama girdim o zaman terlemem lazım. Her gün gelmiyorum ya Londra'ya. Kokain çeken çocuğa gidiyorum. Kimden aldın diyorum. Çekik gözlü bir adamı gösteriyor. Elimde bir hap dönüyorum, bara gidip su alıyorum. Herhalde bir şişe suyun bu kadar pahalı satıldığı başka bir yer yoktur dünyada. Kimse alkol almıyor. Herkes terli, herkesin elinde su şişeleri. Önce bacaklarım karıncalanıyor, arkasından vücudum ısınıyor. Geldi işte diyorum. Artık kontrol onda, bende değil. Renkler değişiyor, müzik tatlı bir şerbet gibi kulağımdan akıyor. Gülümsüyorum, teşekkürler diyorum. En fazla dört saatim var, o da şanslıysam. Bana bakan esmer bir çocuğa gidip, çok güzelsin diyorum. Herkes güzel. Her şey o kadar kolay ki. Öpüşmeye başlıyoruz. Dilimi gırtlağına sokuyorum. Sanki yemek istiyorum onu. O kadar tatlı geliyor dudakları, dili. Titreyerek sarılıyorum. Yapışıyoruz birbirimize. Tüm dünya siliniyor, sadece ben ve o varız. Beynim tüm gücüyle serotonin salgılıyor. Yükseliyorum, yükseliyorum. Dünya geride kalıyor. Gözlerimi bir hastanede açıyorum. Yanımda bir hemşire oturuyor. İyi misin diye soruyor. Yüzünde bir farklılık var. Suratında yaşını gösteren hiçbir şey yok. Gözlerinin içi dipsiz hatıra kuyuları. Kim olduğunu anlıyorum. O muhterem kişi. Bana istediğin her şeyi sorabilirsin diyor.
Çok yalnızım, diyorum. Biliyorum ama sabret, değişecek, diyor. Her şey olması gerektiği gibidir, hem de her şey, diyor. İddialı bir söz. Artık geri dönme zamanı, diyor. Gözlerine bir daha bakıyorum. Anlatıldığı gibi korkunç değilmişsin, diyorum. Gülümsüyor. Yolunda yürü, kaderini sev, kendin kal, diyor. Gözlerimi kapıyorum. Kendimi Ankara'da buluyorum. Sıkıcı Ankara. Karşımda çet'ten tanıştığım bir çocuk. Saatine bakıyor. Fazla zamanım yok, yatak odan nerede diyor. İçeriye geçiyoruz. Üstümüzü çıkarıyoruz. Bunu hiç sevmiyorum, nefret ediyorum bu duygusuz, sevgisiz seksten. Bunu söyleyince, bir arkadaşım 'o da işimizin bir parçası' demişti, bayaa bir gülmüştük. Zaten seksi artık bir iş gibi yapıyoruz. Evet, olması gereken bir şey, yapılması gereken bir şey. Seks yapmak zorundayız. Bırakmaya çalışsam da, o beni bırakmıyor. Ne zaman ara vermek istesem, telefonum çalıyor, internetten mesaj geliyor. Dayanamıyorum. Belki bununla bir şey başlar diyorum. Ama olmuyor. İki, maksimum rakam. Kimseyle üçüncü kez yatamıyorum. Vücudu bu kadar güzel olmasa bu çocukla da bir daha buluşmazdım. Konuşmuyoruz. Eli, hemen aletime gidiyor. Göstermelik öpüşüyoruz. Arkasından çat, çat, çat. Boşalıyoruz. O kadar bitkin hissediyorum ki. Bu son diyorum. Eğer bu böyle giderse, yine depresyona girebilirim rahatlıkla. Seks beni daha mutsuz ediyor. Kapıyı çekip çıkıyor, arkasından küfrediyorum. Bencil erkekler. Aptallar. Duygusuzlar. Hayalimdeki sevgilimin omzuna yatıyorum, konuşuyoruz onunla. Yastığıma sarılıyorum sıkı sıkıya. Yatağımda en az beş tane yastık var. Sarılacak yastık olmayınca, çıldıracak gibi oluyorum. En azından yastıklarım var sarılacak. Arkadaşlarımla konuşuyoruz. Ortak konu -- neden kimse yok. Neden düzgün adam yok. Ankara neden bu kadar boktan. Ama İstanbul'dakiler de mutlu değiller ki diyor bir arkadaş. Ben suçu şehirlerde değil kendimde arıyorum. Bakın daha az lezbiyen var ortalıkta, ama onlar daha çabuk sevgili bulabiliyorlar diyorum. Hata bizde, her şeyi istediğimiz için hiçbir şey elde edemiyoruz. Kırdığım kalplerin kefaretini ödüyorum. Beni seven, benim sevemediğim terk ettiğim çocukların bedduaları bana dönüyor. Bir tanesi “senin sevmeye cesaretin yok” demişti. Evet, haklıydı, sevmek cesaret işi. Sadakat cesaret işi. Ben ise korktum ve kolayı seçtim. Gey life'in ışıltısı kandırdı bizi, bilinçsiz de olsa yaptığımız seçimlerin sonucu mutsuzluk.
Neden biz geyleri yarattın, diye soruyorum. Çünkü çok güzeldiniz, dayanamadım, diyor.
Her şey olması gerektiği gibi mi emin değilim, ama her şeyin bir bedeli olduğundan eminim.
31
çırılçıplak
bdsm’de ‘ten ve tutku’ “Köle Efendi ilişkisi bir hiçleşme felsefesidir. Kimi kölesini kamçılar kimi okşar. Her iki durum Efendi'nin Efendi olduğu gerçeğini değiştirmez. Benim kamçım yok.” Anathema (37, kadın, Antalya, BDSM rolü: bilmiyor)
“Sınırların sınır olmaktan çıkıp gerçek oldugu an, Ruhunun Ruhuma DİZ ÇÖKTÜGÜ ANDIR..!!” LADY SADE (38, İstanbul, Kadınefendi)
“Bazıları benim korkunç biri olduğumu düşünüyor... Hiç bile! Bende bir çocuğun kalbi var; masamda ve bir kavanozun içinde...” Biddable_boss (18, Mersin, değişken)
“30 yaşından gün almamış kadınlarla işim yok” Masternick (51, İstanbul, Erkekefendi)
“bağlı olan ellerin dilin bedenin ve sözlerinse özgür olan tek yerden bana ait olan bakışlar yankılansın.” egadnob3434 (36, İstanbul, Erkekefendi)
BDSM'nin de bir kısaltma olduğunu hepimiz biliyoruz, ama belki de bazılarımız bunu LGBT gibi bir kısaltma sanıyor olabilir. BDSM'nin açılımı Bondage-Discipline-Sadism-Masochism (BağlanmaDisiplin-Sadizm-Mazoşizm). Açıkçası benim bilgim de bundan öte değildi, 3. Uluslararası Homofobi Karşıtı Buluşma'da “İşte Böyle Güzelim” okuma tiyatrosunun organizasyonuna dahil olana kadar. Bu okumalardan biri, kendini “kadınefendi” olarak tanımlayan LADY SADE rumuzlu bir kadına aitti. Tanışıklığımız böyle başladı ve LADY SADE'ın yönetici olduğu www.bdsmturk.com web sayfasını ziyaret ederek Türkiye'deki BDSM realitesine az da olsa tanıklık etme fırsatı buldum.
burcu ersoy 32
“bdsm boyutları açan bir medyumdur” Bu sayının dosya konusu Ten ve Tutku olunca, genellikle seks fantezisi ya da çeşitlilik olarak bakılan BDSM'ye değinmeden olmaz diye düşündüm. Tabi BDSM'nin sadece seksle ilgili olmadığına dair yeni bilgimi de saklı tutarak, hatta daha da iyisi buna dair bir aydınlatmayı sizlerden rica ederek başlayım derim. BDSM, seks yaşamına dair bir kullanım diye bilinir ve hatta “marjinal” cinsel edimleri işaret eder; pek kimsece bilinmeyen felsefesine de siz değinmek ister misiniz? MasterDePain (MDP) (32, erkekefendi, Almanya'da yaşıyor ve sitenin kurucusu): BDSM öncelikle cinsellik temeline dayalı değil ama cinsellik içerir. BDSM farklı bir dünyadır, bütün hayatın çıplaklığı gerçek olarak yaşanabilir. Hayatın elementleri ekstrem şekillerde yaşanır. Bu dünyayı kabul ederek yaşayıp ve tadını çıkarabilenin gerçek hayatına büyük bir rahatlık, güç ve enerji verir. Hayatımızda yaşadığımız birçok boşluktan dolayı genelde arayışlar içindeyiz. Bu boşluğu doldurmak için inanç felsefesi yahut yasama felsefesi ya da başka bir aktivite seçilir. Fakat bunların üç boyutlu çerçevesi aslında bu normal hayatın başka bir biçimi. Sonuçta çoğunlukta o boşluğu hiçbiri doldurmaz. BDSM ise boyutları açan bir medyumdur. Onun için BDSM içinde adımlar atılırken tek tek yavaşça atılması gerekir. BDSM içinde atılan en ufak bir adım gerçek hayatta bir yolu başarmak demektir. Derinlemesine görmeden diyebileceğim BDSM sadece bir life style değil benim için bir yaşam felsefesidir. Ama BDSM'nin beni kontrol etmemesi lazım, benim BDSM'yi kontrol etmem lazım. Dengeyi tutmasını bilen normal hayat ile BDSM'yi mükemmel bir şekilde yaşayabilir. Sallenaz (31, kadınköle, almanyada yaşıyor,
sitenin kurucusu, MDP'nin de kölesi): BDSM'de benim için cinsellik şartı yoktur. Cinselliğin BDSM'de var olduğunu kabul etmeliyiz fakat gerekliliği olan bir husus değil. Çünkü BDSM'de yaşananlar, ruh hali ve fizik hali için çok derindir, bunu cinsellik ile aynı teraziye koyamayız. Cinsellikte tatlı sado mazo oyunları yaşamak çok kolay; esas SM seansında ise, köle- efendi olmak bilinç ve güven gerektirir. BDSM'nin ortak bir felsefesi olduğuna inanmıyorum. BDSM'yi yaşayan herkesin kendine ait bir felsefesi vardır. Genel olarak diyebiliriz ki, acı çeken ve yaşattıran vardır. Dünya çapındaki BDSM kuralları hariç, herkes için aynı felsefe vardır denilemez. Hal böyle iken, benim için ortak BDSM felsefesi yoktur; benim için var olan, SM'ye girdiğim an bir köle olarak efendimin hükümlüğüne kendimi bırakmamdır. LADY SADE (38, kadınefendi, İstanbul'da yaşıyor, site yöneticisi): Evet BDSM için marjinal bir yaşam tercihi diyebiliriz. İçinde cinsellik barındırdığı gibi sadece hedef cinselliği yaşamak değildir. BDSM global anlamda oldukça büyük bir kitlenin tercih etmiş olduğu temel kuralları olan bir yaşam tarzıdır aynı zamanda. BDSM'nin en büyük kuralı, yaşanacak her ne olursa olsun tarafların karşılıklı rızaları doğrultusunda olmasıdır ve tüm güvenlik ve kontrol mekanizmalarının sağlandığı bir felsefedir. Amaçlardan biri acı çekmek ve çektirmek olduğu gibi, sadece fiziksel acılar yaşatmaktan ziyade BDSM, kontrol amaçlı bir öğreti zinciridir. “bdsm karşılıklı rızadan geçen bir felsefedir” Web sitenizdeki forum başlıkları gerçekten bilgilendirici. Terimlerin açıklamasından, bu konuda üyeleriniz arasında geçen tartışmalara kadar her nokta insanın kafasını biraz daha açıyor. Tanımlamalara tek tek değinmeyeceğim
ama ilgimi çeken bir tartışmayı buraya da taşımak istedim. Konu: Strap-on, biseksüellik ve geylik. Nedir Strap-on ve biseksüel ya da gey olmakla bağlantısı? LADY SADE: Sitemizin amacı global BDSM hakkında gerçek anlamda bilgi ve paylaşımlarda bulunmaktır. BDSM felsefesini mümkün olabildiğince hissedebilenlere öğretip, onları bu konuda tüm üyelerimizin de desteği ile aydınlatmaktır. BDSM'nin içinde en çok tartışılan konulardan olan straponu, sadece BDSM'nin içinde yer alan diğer malzemelerden farksız, tamamen öğreti amaçlı olarak değerlendirebiliriz. Geylik ve biseksüellik bir cinsel yönelim ve kimlik olduğundan, strapon uygulanan kişi, hiçbir şekilde gey ya da biseksüel bir kimliğe bürünmüş olmaz. Bu sadece, efendisinin diğer uygulamaları gibi verilen emre itaattir, cinsel yönelimi değildir. Yukarda bahsettiğimiz gibi; BDSM, karşılıklı rızadan geçen bir felsefedir. Eğer bir erkek kölenin asla kabul etmediği bir yöntem ise, efendisi ona strapon'u uygulamaz. Sallenaz: Sizin de fark ettiğiniz gibi sayfamızda SM'ye ilgisi olan üyelerimize SM'yi yaşayabilmek için en gerekli olan bilinç şartını aktarmaya çalışıyoruz. Bunu
da doğal olarak farklı konulara değinerek yapmaya çalışıyoruz. BDSM'ye ait hassas temellere dayanan kurallarda, en çok sorgulanan strapon ve geylik konusudur. Sanırım burada yine toplumsal önyargımız ortaya çıkmaktadır. Sorunuza gelince de, benim açımdan strapon tercih meselesidir. Benim için strapon'un SM'de biseksüellik ve geylikle bir bağlantısı yoktur. Örneğin gey olmayan bir köle ruhlu erkek, efendisinin emri üzerine kullanabilir. Fakat bu demek değildir ki kendisi bu uygulamadan sonra artık gey olmuştur. Çünkü onun için strapon sadece, efendisinin emrini yerine getirmektir. Diğer tüm uygulama şekillerinde olduğu gibi. Gey olan kişi için böyle bir uygulama, onun cinsel yönelimi olduğu için ceza değil bir ödüldür. Ödül de BDSM'nin araçlarındandır. İkisi de çok farklı noktalar. MDP: Şu anda camiamızda Strapon üzerine konuşulduğu zaman, önyargılı tartışmalar ortaya çıkıyor. Benim de bu aşamada bir master olarak cevap vermem başka tartışmalara neden olur. Bu uygulamayı yapan dominant kişilere ve yaptıran kişilere sormak gerekir. Gizlilik? Efendi, kadınefendi, köle olarak kendini tanımlayan birçok birey var, ama bu bireyler sadece birbirlerini mi biliyorlar? Yani sanal ortam dışında günlük yaşam içinde birbirlerini bulma
tanışma ve ilişkilenme mekanları, koşulları var mı? MDP: Batı ülkelerine nazaran çok daha az ama bizim toplum da yavaş yavaş açılmaya başlıyor. Bunun bir nedeni de bizim gibi insanların aktifleşmesinden kaynaklanıyor. Sallenaz: Bu konuda MDP ye katılıyorum. LADY SADE: Gizlilik tüm sanal aktivitelerde olduğu gibi BDSM için de geçerli. BDSM'nin daha ne olduğunu bilmeyen o kadar büyük bir çoğunluk varken bu felsefeyi alenen yaşamak çok da mümkün değil çoğu zaman. Kendi aramızda, çok büyük katılımlar olmasa da zaman zaman tanışma ve sohbet toplantıları yapıyoruz. Küçük bir grup reelde de tanışıyor ve kendilerince güvenli buldukları mekanlarda az da olsa bunu yaşayabiliyorlar. “bdsm'yi anlatırken kadın haklarını her zaman savunuruz” Efendi-köle tanımlaması, verili toplumsal cinsiyetler üzerinden düşündüğümüzde, erkek egemen bir toplumda iktidar ilişkilerini yeniden üretmek anlamına gelmiyor mu? LGBTT hareketi ve feminist hareketin söylemine baktığımızda, her iki hareketin de bu iktidar ilişkileri ile derdi var. En basitinden kadının toplumsal ve tarihsel olarak ezilmişliği, eşcinsellerin aşağılanması ve dışlanması bu temel eşitsizliğin ürünü. Sadece cinsel fantezi olarak görüldüğünde, bu rollere bürünmek bazı insanlara masum geliyor ama bir yaşam tarzı olarak benimsemek anti-feminist bir duruşu mu işaret ediyor acaba? MDP: İlk soruya verdiğim cevaba baktığınızda göreceğiniz gibi, gerçek hayatla BDSM bir araya getirilemez. Örneğin genelde benim bayan kölelerim normal hayatlarında erkek ile kadının eşit olmasını savunan bayanlardır. Fakat BDSM dünyasına girdikleri zaman kendilerini bırakabiliyorlar ve başka kurallar çerçevesinde kendilerini aşağılanmış hissetmeden hareket edebiliyorlar. Bizler ayrıca forumda olsun, konuşmalarda olsun ve tanışmalarımızda olsun kadın haklarını her zaman savunuruz BDSM'yi anlatırken, buna değer veririz. Aynısı aşağılanan erkekler içinde geçerlidir. Sallenaz: Burada bulunan bayanlar anaerkil yapıya sahip olmasaydı, ataerkil bir toplumda böyle bir yaşam tercihini dile getirip yaşama hakkını kullanamazdı. Fakat rollerimize göre köle yapılı bir bayanın doğal olarak bu zevkinde anti-feminizmi desteklediği görülse de, tam tersi bu onun kendi hür iradesinin ortaya koyduğu bir tercihtir. Bu da aslında feminizmi kuvvetlendiren bir tercih değil midir? Diğer taraftan kadınefendi, bu rolüyle feminizmi simgelerken aynı anda anti-ataerkilliği doğurmuyor mu? LADY SADE: BDSM içinde var olan gerek kadınefendi gerekse köle kadınlara büyük bir saygı ve sevgi çerçevesinde yaklaşılmaktadır. Bu nedenle anti-feminist bir yaklaşım olduğunu söylemek sadece bilgisizlikten kaynaklanan bir yakıştırma olur demek istiyorum. “bdsm, yaşanılan toplumu yansıtır” LGBTT bireylere yönelik fobiden bahsederken kullandığımız homofobi ve transfobi gibi tanımlamalar var. Bu fobilerin bir kısmı, eşcinsel seksten iğrenmek biçiminde kendini gösteriyor. Genellikle de, eşcinselliği “sadece seks” olarak algılıyor olmak var bunun temelinde. BDSM için benzer bir fobiden bahsedebilir miyiz? Örneğin anlattığınızda sizi dinleyebilir insanlar, ama iki erkeğin seks yaparkenki görüntüsüne
33
34
anlattığınızda sizi dinleyebilir insanlar, ama iki erkeğin seks yaparkenki görüntüsüne katlanamayacağını söyleyebilirler… MDP: Bizdeki fobi değil korku. İki tabir birbirine çok benzese de, buradaki korkular kendisini kaybetme korkusundan başlayarak psikolojide mesela nörotik temelleri taşıyan korkuları canlandırır. İnsanlara bunu anlatırken ya da gösterirken estetiğe değer verirsek ve bunu güzel bir paketleme içinde sunarsak insanlara ulaşmamız daha kolay olur. Çünkü BDSM normal hayatımızda, özellikle Türk toplumunda her an yaşanan bir durumdur. Radyoyu bile açsanız 10 dk içinde en azından 5 tane SM örneği içinde taşıyan müzik sözleri duyabilirsiniz ki müziğin kendisi bile çoğunlukla melankoliktir. Fakat toplumumuz şu anda BDSM'ye sapıklık gözüyle bakıyor. Bu, zamanla değişecek. Sallenaz: BDSM iki insanın zevkidir. Bu insanlar gey, lezbiyen, biseksüel ya da heteroseksüel olabilir, önemli olan sadece fiziksel olarak yaşanan değil. Önemli olan, SM senasının içinde yaşananın, tarafların hür iradesi ve zevkine göre yaşanmış olmasıdır. Bu şart; zaten böyle iken burada fobiden bahsedemeyiz. SM'ye karşı, bunun dışında olan insanlarda fobi var ise, bunu fobi olarak yorumlamak yerine, konuya dair bilgisizlik olarak değerlendiririm. Bizim de amacımız zaten bu bilgi eksikliğini mümkün olabildiği kadar gidermektir. LADY SADE: İnsanlar bilmedikleri şeylerden korkarlar. Bir iki kulaktan dolma söz ve birkaç kare fotoğraf görünce, bilgi eksikliği de olunca, doğal olarak korku oluşuyordur. Oysa BDSM'yi öğrenip bilgi sahibi oldukça aslında içinde büyük bir saygı ve sevginin var olduğunu görüp şaşan çok kişi ile karşılaştık. BDSM'de kişilerin hiçbir tercihi sorgulanmaz, yargılanmaz. Önemli olan, tarafların anlaşarak rızaları sonucunda mı yaşıyor olduklarıdır. İçinde karşılıklı rıza olan tüm yaşam tercihlerinde fobiden bahsetmek anlamsız değil midir? Ama sonuçta BDSM yaşanılan toplumu da yansıtmaktadır. Bazı konularda nasıl ki toplumumuzun daha çok yol kat etmesi gerekiyorsa, bu bizlerin yaşadığı BDSM ilişkilerini de etkileyebiliyor sonuçta. BDSM ile şiddet arasındaki ilişkiye dair bir şeyler söylemenizi istesek… Mesela “sado-mazo” ilişki denilince, birinin diğerine acı çektirmesi üzerinden şekillenmiş karşılıklı bir haz ilişkisi geliyor akla. Acı çekmek-çektirmek tensel bir tutkunun açığa çıkması mı? Saldırganlık ve cinselliğin bir aradalığından ortaya çıkan bir haz mı? Bu konuda Freud'a iletmek istediğiniz bir mesaj var mı? MDP: Eğer şiddet vahşi şekilde söz konusu olursa, BDSM değildir. BDSM'nin temelinde SSC (Güvenli, kontrollü ve karşılıklı rıza) vardır. Özetle SSC'nin anlamı, acı veren ve çekenin arasında ruhen, bedensel ve uygulama içinde tamamıyla önceden konuşulmuş dengeler içinde olması gerektiğidir. Hiçbir acı sadece sadistin ya da mazoşistin istediği şekilde olamaz. Sadece ikisinin orta noktasında ve kalıcı darbeler izler bırakmama şartıyla acı ve şiddet uygulanabilir. Özelikle sadistin, en azından iki kişinin mesuliyetini taşıdığı için büyük bir kontrole sahip olması gerekiyor. Özel yeteneklerinin içinde bir doktorun ve bir psikologun temel bilgilerine sahip olması gerekmektedir. Bu bilgiler
ve SSC içinde uygulanan her türlü şiddet yok edici değil yaratıcı olmalıdır. Sallenaz: BDSM sıradan bir cinsellik ilişkisine benzemediğinden, fiziksel ve ruhen acı söz konusu olduğundan, birbirini bulan partnerlerin zaten öncelikle zihinsel, ardından tensel ve de ruhen uyumlarını tartmaları gerekiyor ki gerçek anlamda BDSM ilişkisini yaşayabilsinler. Eğer bu hususa önceden dikkat edilmez ise ciddi anlamda fiziksel ve ruhen saldırganlıklara maruz kalınır. Bunun BDSM'nin hiç bir kuralıyla bağlantısı yok, olamaz da. LADY SADE: Sado-Mazo ilişkisi karşılıklı acı vermek ve almaktan zevk alan kişilerin oluşturduğu bir partnerlik. Kişiler bu uygulama sonucunda gerek ruhen gerekse fiziksel olarak tatmin yaşayabiliyorlar. Ama bu yaşanan ilişki gelişigüzel bir acı vermek olarak algılanamaz. Sadist olan kişi mazoşistinin tüm güvenlik önlemlerini alarak kontrollü bir şekilde bunu yapmalıdır. Sadist olan kişi aynı zamanda tüm uygulamalarının sonucunda gerekli olan ilk müdahaleleri yapacak bilgi ve donanıma sahip olan kişidir. Mazoşist kişide kalıcı yaşam standardını bozacak hiçbir uygulama yapamaz. Bunun aksi hiçbir şekilde BDSM ile örtüşemez ve bağdaştırılamaz. BDSM çok farklı ve derinliği olan bir yaşam şeklidir; dolayısı ile tarafların birbirleriyle olan uyumu, tensel çekimi çok daha önemlidir. Bu nedenle BDSM genelde tek gecelik ya da tek seferlik bir deneme şeklinde gelişmez. Belli bir takım sürelerden sonra taraflar gerçek bir SM ilişkisine girebilirler. “bdsm'nin uluslararası belirlenmiş kuralları ve sınırları vardır” Evet BDSM sadece seks fantezisi değil, bir felsefe ve yaşam tarzı. Peki, tenin tutkuyla birleştiği noktaya gelirsek, bu felsefenin tenlere işlediği ritüeller, sınırlar, kurallar bütününden bahsedebilir miyiz? Yoksa kural ve sınır yok mudur BDSM'de? MDP: BDSM'nin uluslararası belirlenmiş kuralları ve sınırları vardır. Biz forum içinde bunları her zaman anlatmaya çalışıyoruz. Bu kuralların dışına çıkınca konu artık BDSM değil, sadece vahşettir. BDSM içinde bir insanı yok etmek an meselesidir ve çok kolaydır. Asıl sanatımız negatif enerjiyi pozitif enerjiye taşımaktır. Ve bunu anlatabilmek için kurallar ve şartlar gereklidir. Bunun bazı örneklerini SSC başlığında görebilirsiniz.. Sallenaz: Bir SM seansında kod kelime (safeword) olması şarttır. Bu da SM'de mutlak kuralların olduğunu gösteriyor. Fakat bu ana kurallar, bir SM ilişkisinin temeli olmakla beraber geri kalan ilişki içindeki kuralları kişiler kendileri ve zevklerine göre belirlerler. Örneğin SM partnerliği yaşanmadan önce check up listesi geçilir. Bu listede kölenin zevki 'asla'ları, 'olur'ları listelenir. Efendi, bu listenin dışına çıkamaz. Çıktığı vakit, böyle efendiler kara listeye alınır. Bu da yine global bir kuraldır. LADY SADE: BDSM kesin kuralları olan ve yaşarken de belli ritüelleri olan bir felsefe olmakla beraber, ana kurallar hariç ritüelleri yaşayan taraflar belirler. Genelde de efendi seçer bu ritüelleri. Ana kurallar yukarda belirtildiği için tekrarlamayacağım. Ama bu kurallar asla vazgeçilmeyecek kurallardır, bunun altını özellikle çizmek istiyorum.
çırılçıplak
“cinsel olarak tarafsız olanız” Bundan bir sene önce “Hayatı cinsellik olmadan sürdürebilen ve bununla mutlu olabilenlerin sitesi” sloganıyla kuruldu www.aseksuel.com. “Cinselliğin olmaması benim için bir rahatsızlık değil, sadece benim için yok diyebilmektir” diyen sitenin yöneticisi Burcu Sufi Demirtürk, aseksüellerin fazlalaşmasını değil sadece birbirlerine ulaşmalarını amaçladıklarını söylüyor. Biz de dosya konumuzun “Ten ve Tutku” olmasını fırsat bilip Demirtürk'e mikrofonumuzu uzattık ve sayfalar dolusu cinsellikle yoğrulu öyküler anlattıktan sonra sözü, “cinsellik olmadan da yaşanır” diyenlere bıraktık.
barış sulu Aseksüeller olarak kadınlık ve erkeklik rollerinin kesin çizgilerle belirlendiği bir toplumda ne gibi zorluklarla karşılaşıyorsunuz? Ben Sufi olarak herhangi bir çizgi görmüyorum, bu tamamen bakış açısı ile ilgili. Yani kendinizi ne kadar sevdiğinizle. Ben de bir kadınım ve hayata karşı tercihim cinsellikten uzak başka şeylerle mutlu olduğum bir hayat, seçimimden dolayı kimseye bir açıklama borçlu bile değilim. Tabi aseksüeller için bir sitenin kurucusuyum ve onların sorunlarına sözcülük ediyorum bu ayrı. aseksuel.com'u bir yıl önce kurdum, yaklaşık bir ay sonra dargorus.comlar saldırmaya başladı zaten. Benim için sürpriz değildi bu tarz tepkiler, çünkü her şeyden önce Türkiye'de yaşıyoruz. “aseksüel olanın sevgilisi de aseksüel” Site sayesinde bir araya geldikten sonra neler değişti? Siteden önce tüm aseksüeller aşklarını kendinden farklı kimlikten insanlara karşı duyuyorlardı. Şimdi tamamen içimize çekildik. Aseksüel olanın sevgilisi de aseksüel. Siteyi bunun için kurmuştuk ve başarılı da olduk. Yorumların da aslında şu saatten sonra çok bir önemi yok. Sitenizde üyelik sistemi nasıl işliyor? Başvuran herkesi kabul ediyor musunuz? Üye olan herkesi kabul ediyoruz ama aseksüel olmadığını anlarsak siteden uzaklaştırıyoruz. "ne benim ol ne toprağın" Bu sayının dosya konusu “Ten ve Tutku”. LGBTT bireylere yeterince söz hakkı tanıdık bu konuda, peki aseksüeller ten ve tutku deyince ne düşünüyorlar? Bahsi geçen 2 tanımlama içinde varız diyemiyoruz. Sitede çoğumuzun dokunma duyusu yok; yani bu şu anlama geliyor: herhangi bir ten temasından hoşlanmıyoruz. Biz cinsel olarak tarafsız olanız, bu tür tanımlamalar açıkçası bizim için anlamsız. Ben bunları sadece filmlerde izliyorum. Tutkuyu birinin birine şartsız koşulsuz kalben bağlılığı olarak tanımlıyorsan, ailem dışında kimseye böyle bir şey hissetmiyorum. Aşklarım da, karşımdakinin sevgisi bana bitene kadardır. Tüm ihtiyacı sevgi olan bir aseksüelin, sevginin bittiği yerde işi olmaz. "Ya benimsin ya toprağın" felsefesinde insanlar değiliz biz aseksüeller "ne benim ol ne toprağın" der geçeriz...
“ten insanın özelidir, yabancı ellerle kirletilmemelidir” Admin/burcu sufi: Özel bir çalışma için “ten ve tutku” hakkında bir aseksüel olarak ne düşündüğüm soruldu arkadaşlar. İkisi de anlamsız tabi benim için. Yani ikisini bana birer cümle kur deseniz onu bile başaramam. Bir şeyler ekleyecek veya bir şeyler düşünen var mı bu konu hakkında? Ya da ne demek sizin için bu 2 kelime diye sorayım. Josephine: Ben de aynı cümlede kullanamayacak güruha dahilim sanırım. Tenim benim, bana ait sadece, bunu söyleyebilirim. Tutku denince aklıma mel gibson geliyor, saçma ama geliyor işte:)) Engin: Daha önce anlamı vardı, şimdi daha önce neden bir anlamı olduğunu bile anlayamıyorum. Eskiden fanteziler kurardım, şimdi düşününce kendimden utandığım oluyor. Ten teması aseksüelitede olmayan bir şey, sarılma anı dışında yok ve olmaması da gerek. Hiçbir aseksüel ten temasından hoşlanıyorum diyemez. Diyorsa aseksüel değildir bence zaten. Sebastian: Yalnızlar güruhuna ait olan ben iki tanımlamayı da anlamsız buluyor, Sufi'nin de yalnızlardan olabileceği ihtimali üzerine yoğunlaşmak gerek diyorum. Doğa: Ten, tutku? Tutku. Aseksüel olan biri buna ancak hayata karşı farklı tutkuları olması şeklinde cevap verebilir. Mesela benim yabancı dil tutkum var, seyahat etmek, müzik dinlemek. Mesela "Radiohead" grubu benim için bir tutku. Deli çalıyor adamlar. Ten. Güneş kremi alıyoruz sürüyoruz üzerine falan. Sürmezsek acıyor. Ya da zararlı oluyor. Budur. Ucuuube: Evet, ten benim için; yalnızca bana ait olan, başkalarıyla paylaşmayı bugüne kadar aklımın ucundan bile geçirmediğim ve dahası bundan sonra da böyle bir şeyi bile düşünmenin anlamsız olduğunu söyleyebilirim. "Ten insanın özelidir." Yabancı eller ile kirletilmemelidir. Tutku denince aklıma gelen şey ise; akışkan çikolatası ile damak tadımıza hitap eden bir bisküvi. Bence sevgili Sufi, senin ana fikrin, çıkış noktan: "ten insanın özelidir" olmalıdır. Konunun açılımı ise senin ifade yeteneğin ile sınırlı. Admin/burcu sufi: Ten için sanırım hemfikiriz ama tutku algılarımızın değişik olabileceği kanaatindeyim. Ucuuube: Hem fikir olmamız, aynı frekansta olduğumuzu gösterir ki, bu çok hoş. Tutku için yazdıklarım aslında; orada birilerinin yazılanlarla gerçekten ilgilenip ilgilenmediğini anlamaya yönelik idi. Evet, gelelim tutku'ya; tutku insanına göre değişir diye düşünüyorum. Çünkü bazı insanlar tutku diye nitelendirdiği bir şiir sevgisine sahip iken, kimileri için ise tek tutkusu otomobilidir. Bu tip örnekler çoğaltılabilir. Ancak, bu konuya seksüel anlamda cevabı ben veremem. Buna en güzel ve sağlıklı cevabı; şu anki aseksüel eğilimlerinin farkına varmadan önce, diğer insan ve/veya insanlarla bir birliktelik yaşamış arkadaşların verebileceği kanaatindeyim. aseksuel.com forum sayfasından alınmıştır.
35
ten kitabı
jeanette winterson:
tutku oynarsın, kazanırsın, oynarsın, kaybedersin. oynarsın.
serkan ertin
36
Winterson romanlarında maske türlü biçimlerde ortaya çıkar ve anlatım tekniğinde önemli bir yer tutar. Anlatıcılarına taktığı maskelerle Winterson onları kasten güvenilmez kılar. Rimmon-Kenan'a göre “güvenilmez anlatıcı” okurun zihninde şüphe uyandıracak bir yorum veya üsluba sahiptir. Güvenilmezliğinin başlıca sebepleri anlatıcının sınırlı bilgisi, olaylara kendinin de dâhil olması ve sorgulanabilir değer yargılarıdır. Ancak bu kriterlere toplumsal cinsiyet de eklenmelidir; çünkü anlatıcının statüsü, yani otoritesi, yeteneği ve inanılırlığı, büyük ölçüde o dönem toplumda geçerli olan gelenekselleşmiş otorite, yetenek ve inanılırlık değerlerine bağlıdır. Winterson için inandırıcılık meselesi başlı başına bir edebi anlatım tekniğidir. Romanlarının genelinde farklı anlatıcılar kullandığı ve bunları kasıtlı olarak türlü yöntemlerle güvenilmez kıldığı göz önüne alınırsa, bunun bir tesadüften ibaret olamayacağı ve ardında bir amacının olduğu anlaşılır. Romanın anlatıcılarından Vilanelle Rimmon-Kenan güvenilirlik kriterlerine uymamaktadır yüzünden hiç çıkarmadığı maskesiyle. Venedikli balıkçıların sadece oğullarına özgü perdeli kaz ayaklarına sahip Vilanelle bir kumarhanede erkek kılığında çalışmaktadır. “Tebdili kıyafetlerin kenti” Venedik'in kadın olmayan kadınları ve erkek olmayan erkekleri arasında Vilanelle de hayatını maske ve sahtelik üzerine kurmuştur. Anlattığı hikâyelerin içinde karakter olarak yer alan anlatıcı, inandırıcılılığını yitirir. Örneğin kaz ayaklılar hakkında anlatılan suyun üzerinde yürüyebilme efsanesinin gerçekliğini merak eden Vilanelle, kanalda yürümeyi dener bir gece. Ertesi gün bir dilencinin herkese genç bir adamın önceki gece kanalın bir ucundan diğerine yürüdüğünü anlattığını duyar. Gerçek bir dünya değildir Winterson'ın anlatıcılarının bahsettiği. Tek bir gerçeklik yoktur anlatılarda; Vilanelle kaz ayaklıdır ama erkek değildir, kanalda su yüzeyinde yürür ama dilencinin gördüğü erkek değildir. Winterson anlatıcılarını maskeleyerek onları gerek kendi ağızlarından gerek diğer karakterlerin
ağzından güvenilmez kılar. Böylece din, gerçeklik ve toplumsal cinsiyet kavramları üzerinde ikililik yaratır. Din Winterson'un alışılagelmiş hedeflerinden biridir ve bu romanda da önemli bir yer tutar. Anlatıcı Henri'nin ağzından bir bakıma görüşlerini dile getirir bu konuda Winterson: “Tanrı'ya da Bakire'ye de avaz avaz seslendim, ama onlar bana avaz avaz karşılık vermediler. Kısık, durgun bir ses ise beni ilgilendirmiyor. Tanrı tutkuya tutkuyla karşılık veremez mi?” Tasvirlerinde tutkuyla inancı iç içe işler Winterson; iki kavram birbirinden ayrılamayacak derecede sıkı bir örgü içerisindedir. Ancak tutkuyu göremez, hissedemez Henri ve inanamaz tanrıya. Napolyon'un “İrlanda'dan ithal, kartal-gözlü” askeri Patrick'in kadınları röntgenlediği dedikoduları çıktığında, piskopos söylentileri ciddiye alır. Ancak bunu yapmasının sebebi Patrick'in keskin gözlü olduğuna inanması değil, “bir koroda ilahi okuyan oğlanların girintisiz çıkıntısız gövdelerini yeğlediğinden, tüm bu söylentilerden tiksindiği için” idi. Piskoposun aracılığıyla Winterson, 'Tutku' romanında dinden sonra ikinci hedefi olan toplumsal cinsiyete yumuşak bir geçiş yapar. Anlatıcı Henri de Napolyon'a olan bağlılığıyla akla eşcinsel eğilimler getirir. Kraliçe Josephine kimi zaman servis yapan Henri'yi süzdüğünde Henri hemen gözlerini kaçırır. Henri Napolyon'un karısının yerinde olmak ister aslında ve bu bastırılmış isteğini şöyle dile getirir : “Karısına bakmak bile ona ihanet sayılırdı. Kadın ona aitti. Ve bu yüzden ona (Joséphine'e) gıpta ediyordum.” Henri'nin asker olmasında ve çok zor şartlarda hayata tutunabilmesinin altında yatan güç Napolyon'a olan körü körüne bağlılığı ve aşkıdır. Kendisinin de ifade ettiği gibi, o zamanlar tıpkı Henri gibi tüm Fransa da Napolyon'a aşk ile bağlıdır. Winterson toplumsal cinsiyetin soyutluğuna ve sahteliğine en büyük darbesini Vilanelle ile vurur. Anlatılan efsaneye göre Venedik'te doğan kayıkçı
çocukları kaz ayaklarına sahip olmaktadır. Ancak kaz ayakları ancak babadan oğula geçen bir mirastır ve kız çocukları bunun dışında kalmaktadır. Hamile kadınlar geleneklere göre bir gece mezarın bulunduğu San Michele adasına kayıkla gidip bir ritüeli yerine getirmekle yükümlüdür. Bu ritüelin ardından kadınlar çocukları “kız olursa temiz kalpli, erkek olursa kaz ayaklı doğması için” dua etmelidirler. Annesi Vilanelle'e hamileyken türlü aksilikler sonucu ritüelin şartlarını yerine getiremez ve kızı kaz ayaklı doğar. “Hayat boyu utanç” verecek olan ayak perdelerini annesi ve ebesi kesmeye çalışırlar çocuk daha doğar doğmaz. Ancak başaramayınca kızın en azından kocaya varana kadar sürekli ayakkabı giyerek bunu gizleyebileceğine karar verirler. Vilanelle böylece doğar doğmaz bir maskeye mahkum edilir.
almışımdır ama bugüne dek kalbime nöbetçi aramak zorunda kalmadım hiç”. Vilanelle kadını kaybetmekten korkar çünkü kadın onu erkek kılığında görmektedir hep. Kadın aslında inatçı ruhlu ve bağımsız gelirlidir ve kocasına da âşık değildir. Yine de Vilanelle'le sadece öpüşür ve tutkulu sarılmalarla yetinir. Daha ileri gitmek istemez. Vilanelle'in kafasında hep bir soru dönmektedir: “Bir kadın bir kadını bir geceden fazla sevebilir mi?”. Bu sorunun cevabını araştıran Winterson aynı zamanda birçok soruyla da karşı karşıya bırakır okuyucuyu: Bir kadın nereye kadar kadındır? Bir erkek ne kadar erkektir? Bir erkek de bir erkeği sevebilir mi? Vilanelle hala kadının kendisini erkek sandığını düşünmektedir ancak kadına gerçeği açıkladığında anlar ki kadın aslında Vilanelle'in kadın olduğunu baştan beri bilmektedir.
Doğuştan erkeklere özgü perdeli ayaklara sahip Vilanelle, on sekiz yaşına bastığında erkek kılığında kumarhanede çalışmaya başlar. Gerek dış görünüşü gerekse karakteri açısından Vilanelle erkeksi özelliklere sahiptir. Sandalda saatlerce kürek çeker, kimsenin bilmediği kanallarda dolaşır ve kayıkçılıkla ilgili her şeyi öğrenir. Vilanelle bunlarla da yetinmez kumarhanede zar atar, kâğıt açar ve fırsat düştükçe cüzdan çalar. Erkek kılığındadır çünkü bu müşterilerin hoşuna gider. “Daracık pantolonların, maskemsi yüz boyalarının gerisinde hangi cinsin bulunduğunu tahmin etmeye çalışmak oyunun bir p a r ç a s ı ( d ı r ) ”. Ö r n e ğ i n kumarhaneye sık sık Şans o y n a m a ya g e l e n m ü ş t e r i Villanell'i erkek sandığı için ilgilenmektedir. Vilanelle de durumun tadını çıkarır ve adamın parasını çalmak için sürdürür oyunu. Her şeyin farkındadır: “O da beni merak ediyor bu konuda. İkide bir apış arama takılıyor gözü, onu huylandırmak için kabarık bir şeyler sokuşturuyorum orama kimi kez”. Adam sonunda Vilanelle'in kadın olduğuna karar vererek ona evlenme teklifinde bulunur. Adam çok zengindir ve lüks bir yaşam vaat eder ve bunun karşılığında istediği Vilanelle'in evlenince de “delikanlı gibi giyinmeyi sürdürme(sidir)”. Winterson cinsel kimlik kavramını ve ayrımını bulanıklaştırarak cinsiyetin toplumsallığını ve kurgusallığını vurgular. Aynı zamanda erkekliği yalnızca bir maskeden ibaret karakterler olarak kullanarak da toplumdaki ikiyüzlülüğü eleştirir.
Winterson için din ve toplumsal cinsiyet Venedik gibidir; 'Tutku' romanının kurgusundan daha gerçek değildir, sürekli değişir her şey. Büyülü bir kenttir burası herşeyin olasılık kanunlarına dâhil olduğu ve gerçek dünyanın yasalarının geçersiz kılındığı. Kadınlar da erkekler gibi giyinir bu kentte, kimin gerçekten kadın ve ya gerçekten erkek olduğu belli değildir, önemli de d e ğ i l d i r a s l ı n d a . H e r ke s maskeler takar çünkü Venedik'te, romanlarda ve hayatın içinde de olduğu gibi. Yollar sürekli değişir, bir kez geçtiğin bir yoldan tekrar geçemezsin, bir haritası yoktur hayatın da Venedik gibi.
Vilanelle sadece erkek müşterilerin değil kadın müşterilerin de ilgisini çekmektedir ve bu ilgi tek taraflı değildir. Bir gece kumarhaneye gelen maskeli kadının avucundan parayı alırken Vilanelle “kadının teni(nin) sıcacık” olduğunu fark eder. Kadın oyun sonrası Vilanelle'in yanağını usulca okşar, ancak bu bir anlık dokunuş Vilanelle'in yüreğinin çarpmasına neden olur. Vilanelle din konusunda olduğu gibi aşk konusunda da farklı olduğunu açıkça ifade eder: “Aşk konusunda pragmatiğim, erkeklerden de kadınlardan da zevk
Vilanelle hayatın birbirine paralel çizgilerden oluştuğunu anlar romanın sonunda. Bir çizgi üzerinde âşık olduğu kadınla birlikteliği sürerken belki de o diğer bir çizgide ilerlemiş ve o tüccarla evlenmişti. “Belki de çeşitli yaşamlarımız önümüzde bir yelpaze gibi açıktır da yalnızca birinin farkındayızdır, ama ötekileri de yanlışlıkla sezebiliriz” diyerek anlatır birbirine paralel ancak yaşanmamış olasılıkları. Winterson başka romanlarında da sürdürür bu görüşünü; yaşamlarımız aslında bilgisayarda önümüzde açılan pencereler gibidir. Biz sadece açık olanı görürüz ancak o esnada simge durumuna küçülttüğümüz farklı pencereler de vardır ekranın altında. Dine ve cinsiyete bakış açılarımız da aslında bizim için zaten toplumca doğduğumuz an, belki çok daha evvelden, açılmış ve önümüze konmuş iki penceredir. Diğer pencereleri açmak için bir davettir Winterson'un 'Tutku'su; hiçbir hazırlık yapmadan ve nereye varacağımızı hiçbir zaman kestiremediğimiz içsel kentlere yolculuğa, tutkunun kendisine bir davet. Yaşamın bazen yabancı bir dilden farklı olmadığını hissettiğinizde kullanabileceğiniz bir rehber ve sözlüktür. 'Tutku' Winterson'un tabiriyle; “Bataklıkla dağlar arasında bir yerde; korku ile seks arasında bir yerde; Tanrı ile Şeytan arasında bir yerde (...) Oraya giden yol çok ani çıkıyor karşınıza, dönüş yolu ise daha beter”.
37
tenin gizemi
arkadaş z. özger'i seviniz… bawer çakır bawer@kaosgl.org
38
derginin dosya konusunun “ten ve tutku” olduğu öğrendiğimde nihayet arkadaş z. özger hakkında yazacağım dedim içimden. arkadaş'ın belki de en uygun düşeceği dosya bu idi kanımca. ve o günden beri biraz daha fazla samimi oldum arkadaş'ın yazdıklarıyla. kendime güveniyordum hakkını vermek konusunda. bu yüzden düşünüyordum sıklıkla. hakkında bulabildiğim her şeyi okumaya çalışıyor, yapılan yorumları dikkatle takip ediyor, şiirlerindeki alt metinleri bulmaya çalışıyordum. arkadaş'ın kısacık hayatı, muammaya çalan belirsizliğiyle parçalı bulutlu kısa bir öykü bırakıp giden bir şair hakkında yazmanın ağırlığına bulandım. ve baktım ki kolay sandığım o kısacık hayat aslında her anında birkaç yıllık yaşanmışlık, yüzyıllık bir sessizlik ve yok sayılmayı barındırıyor. o an durdum. durdum ve “başkalarının” anlattığı adamı değil, kendi var ettiğim arkadaş'ı yazmaya karar verdim. arkadaş'ı tuhaf bir şekilde 1996 yılının son haftalarının birinde, soğuk bir kış gününde diyarbakır'da tanıdım. bir açık görüş esnasında, nasıl olduğunu pek de anlamadığım bir şekilde çalan radyodan, tarihi karanlık, korkunç yaşanmışlıklarla dolu gri duvarlara sızan ve kimin söylediğini bilmediğim bir şarkının dizeleriyle. “göğü kucaklayıp getirdim sana, kokla açılırsın…” birlikte çok uzun zaman geçirdiğim, gözlerine her baktığımda derinlerinde kaybolduğum, omzuna başımı koyduğumda öldüğüm, eline dokunmak, yanağına bir buse kondurabilmek için gençliğimden geçmeye razı olduğum çocuğun elini ilk kez tuttuğumda çalan şarkı bir anda bu dramatik ve bir o kadar hazin hikâyeyi bir film sahnesine çevirivermişti. ellerimizi tuttuğumuz ve ilk kez inandığımız devrimden, devrimci ideallerden, yoldaşlarımızdan, lenin ve stalin'den korkmadığımız o anda “elimi tut, tuttururlar, o kadarına izin verirler, kahreden bir ayrılığın çılgınlığı değil bu. bir isyanın kelepçeleşmiş resmidir parmaklarımız…” diyen bir sesi duymak ergen ve eşcinsel ve dolapta tıkılı aklımın yerinden oynamasına neden olmuştu. orada kalmak istiyordum yıllarca. el ele tutuştuğumuz o ilk anda bir daha çözülmemek üzere donmak. bir yandan da bu dizeleri yazan ismi öğrenmek istiyordum deliler gibi. kayıp ruhumu bulup bana getirmiş gibiydi. kimdi? ne yer, ne içerdi? nereliydi? adı, soyadı, çocukluk hayalleri nelerdi? buza kesmiş nefesim tükenmiş, dilim damağım kurumuş, içimde ölen biri yerini 'kentli sevdaların haklı gururuna' bırakır olmuştu. büyüyordum, ölüyordum, ölüyor ve yeniden doğuyordum. çelimsiz bedenim fay hatlarının üstündeydi sanki. terli ellerimizi bırakma vaktimizi çığıran görevlinin delici sesiyle bölünen rüyamıza ara verip gerçek hayatlarımızdaki yalnızlığımıza dönmeliydik. zorundaydık. bu hayattı. hayat sakalsız oğlanların tragedyasıydı. uzun bir yolculuktan sonra istanbul'dan diyarbakır'a geldiğim birkaç 'yoldaşımla' birlikte yeniden şehr-i istanbul'a döndük. eve çantamı bırakıp, elime değen elin hissi biraz daha kalsın diye yıkanmadan unkapanı plakçılar çarşısının yolunu tuttum. şarkının melodisi ve dizeleri ilk dinlediğim anda kazınmıştı aklıma. ve sıkılmadan, utanmadan her
dükkana şarkıyı söyledim. şarkıyı kimin söylediğini sordum. ne biçim bir işti ki en son dükkanda bilgiye ulaştım. adının grup kutup yıldızı olduğunu öğrendiğim devrimci bir müzik grubunun “onurumuz” isimli albümünde bir şarkıydı. adı “sevdadır”. hemen albümü aldım ve kartonetinden söz yazarını buldum. şiir: arkadaş z. özger yazıyordu. “söz” değil “şiir.” bir şairle kesişiyordu yolum ilk kez belki de. yoldaşlarımın oku diye salık verdiği hiçbir şairi sevememiştim içten içe ama şimdi deliler gibi adı “arkadaş” olan bir şairi merak ediyordum. nedense hep kadın olduğunu düşündüğüm arkadaş'ın kitabıyla istanbul'daki yoğun aramalarıma rağmen, tesadüf eseri ankara'da, kaos gl ile de tanıştığım yerde, dost kitapevi'nde karşılaştım. cebimdeki sayılı para ile aldığım 'sevdadır' isimli kitabın olduğu poşette bir de kaos gl dergisi vardı ama kdv fişinde kaos gl yazmıyordu. sonuna kadar savunmasını yapacağım ilk hırsızlığımda kaos gl çalmıştım. “… günler sarmal bir yay gibi bunu unutma, bahar annemizin yemenisindeki solgun çiçektir, bunu unutma. seni ben her yerinden öperim, beni unutma. kadere inansaydım sana inanırdım…” hızla açtığım kitabın ilk sayfasını okudum hemen. sonra arkadaşlarının kaleminden arkadaş'ın can yakan öyküsünü. sonunun nasıl bittiğini kimsenin bilmediği, herkesin kendince bir fikri olduğu ama net bir bilgiden bahsedilemeyen kısacık yaşamının nasıl da canımı acıttığını fark ettim. hızla adını ve birkaç dizesini hatırladığım şiirini buldum ilerleyen sayfalarda. bir nefeste okudum. güven park'ta bir bankta okumaya devam ettim. ağladım. okudum. ağladım. sanırım uzun bir süre şiirlerinin tümünü okuyup, tümü kadar gözyaşı döktüm. kulağıma çatırdayan kabuk sesleri geliyordu artık. içinde devrimden, umuttan, aşktan, tutkudan, cinsellikten, erkeklerden, mücadeleden bahseden enfes dizeleri arasında kaybolduğum bu şairin erkek olduğunu öğrendiğimde bir şok daha yaşadım. ve giderek arkadaş z. özger'in benim gibi “şeyler” hissettiğini düşünmeye başladım. o kadar sevinmiştim ki gerçekten bir arkadaşım olmuş gibiydi. “yaslan bana yeryüzü ağacı dikili gövdenin üretkenliği için çıldırtan bir gübre mi arıyorsun kökünü toprağımda dene…” arkadaş'ın devrimci olduğundan bahsediyordu herkes. nasıl umutlu bir yoldaş olduğundan, toplumsal olaylara olan duyarlığından uzun uzun ayrıntılar veriliyordu kitaptaki yazılarda. ama arkadaş'ın tutkularından itinayla bahsedilmiyordu sanki. hakkında yazan “arkadaşları” nedense bir şeyleri saklıyorlardı bizlerden. tüm cümleler eksik gibiydi ve ben yıllar geçtikçe, hakkında yazılanları okudukça bir huzursuzluğa düştüm. ta ki 2005 yılında ekşi sözlük'te bir tanımı okuyana kadar. “koseyi donen adam” takma adıyla yazan kullanıcı arkadaş z. özger hakkında şu tanımı girmişti: “sol cenahta bilinen az sayıdaki eşcinsel şairlerden birisidir.” o an, o internet kafede büyük bir sırrı çözmüş gibi hissettim. o kadar sevindim ki anlatamam. bu bilgi
hayatımın artık giderek açıldığı, önce kaos gl'ye, ardından lambdaistanbul'a geldiğim ve gönüllü olarak çalışmaya başladığım, arkadaşlarıma eşcinsel olduğumu söylemekten kaçınmadığım günlere denk gelmesinin bir tesadüf olmadığına inandım ve de. arkadaş'ım eş-cinsel-di. eksik parçayı bulmuş ve yıllardır nihayete erdirmek istediği yapbozu bitirmiş birinin hissiyle raftan çıkardım kitabı ve birkaç yüz defa daha okudum. emindim… kimsenin aksini söylemesi ya da bahsetmemesi umrumda değildi. ben emindim. “kara teller ak yelleri sevdanı yüreğine kuşat al sesimi vur kanının gümbürtüsüne zamanıdır dağları delmenin ferhat” ve “kandan ve ceninden bir gün daha başlarken bir dalı kanatıyorum tırnaklarımla ağzı açılmamış bir güle dokunuyorum” bu dizeleri yazmış, yazabilmiş bir erkeğin yaşadığı zamanları düşündükçe ne kadar devrimci olduğunu düşünüyor, düşündükçe enfes şiirlerine birkaç kez daha vuruluyordum. giderek arkadaş gibi tutkulu birine dönüyor, arkadaş gibi seviyor, arkadaş gibi bakıyordum etrafa. lambdaistanbul'da düzenlenen bir toplantıda insanlara yüksek sesle “ben eşcinselim” dediğimde zihnimde arkadaş'ın “pencere” şiiri yankılanıyordu: “…pencereyi aç, soluğun çıksın dışarı, sen büyütmedin mi ciğerinde onu, kokusu hayatı yıkasın diye… “can canı sever çocuk, ötesi yok bunun…” 2004 yılında hayatım için ciddi bir hamle yapmış ve yıllar önce gidip, homofobimden dolayı kaçarak uzaklaştığım lambdaistanbul'un kapısından içeri girmiştim. bir erkeğin beni sevebileceğine dair var ettiğim umutsuzluğum ve ancak ve ancak kadın olursam “filmlerdeki gibi bir aşk” yaşayacağımı düşünüyor oluşum yerini ayşe'nin fatma'yı, ahmet'in de mehmet'i sevebileceği bir hayatın olduğu düşe bırakmıştı. değişen aklım ruhumu da, tutkularımı da, bedenimi de değiştiriyordu. penisimle küskün geçen yıllarım yerini barışa bırakıyor, erkeklerin erkekleri sevebiliyor oluşunun heyecanı damarlarımdaki kanın akış hızını değiştiriyordu. ve sonra aşık oldum. ve ilk kez benim sevdiğim bir adam beni seviyordu. aşkın sadece platonik olacağı fikri yerini “hiç de sandığın gibi değil”e bırakıyordu. birbirimize dokunmak, dokunurken titremek, titremelerin neden olduğu o heyecan giderek içimde büyüyor, büyüyor, büyüyordu. en saçma, en densiz, en deli, en çocuk, en kızgın, en kıskanç, en şehvetli, en tutkulu, en terli, en ıslak gecelerin birinde omzuma kafasını koymuşken yine zihnim beni arkadaş'la buluşturuyordu: “başını omzuma yasla, göğsümde taşıyayım seni, gövdem gövdene can olsun…” “öperse sakalımı biralanmış bir berber aşkımın civcivleri kanatlanmış merhaba şiirlere kılıç çeken gökyüzü yerin bu şiirde de bir çocuk ağlamasıdır…” arkadaş z. özger ailesinin kendisine verdiği adı
sevmeyip onu bir harfe (z) indirgeyen ve kendisine arkadaş diyen biri idi. 1948 yılında bursa'da, yahudilerin, medreselerin, kahvehanelerin, tozlu sokakların olduğu bir mahallede doğdu. lise yıllarında şiirler yazmaya başladı. kent-16 adında bir dergi çıkardı. ankara'da gazetecilik okudu ve devrimci oldu. gösterilerde, eylemlerde vardı. bireyci şiirleri giderek toplumsal bir duyarlık kazandı. artık sevdası devrimciydi. devrime inandı. umuda inandı. aşka inandı. herkesin üstünü örttüğü, yok saydığı aşklar yaşadı. 5 mayıs 1973 günü meşrutiyet caddesinden seyranbağları'na giden 3. duraktaki toprak yolda ölü bulundu. kimileri düşüp beyin kanaması geçirdiğini söyledi, kimileri ankara üniversitesi siyasal bilgiler fakültesi'nin yurduna yapılan baskında kafasına aldığı darbeler sonucu öldüğünü... çocukluk arkadaşı feridun orhun bilge ise hiç kimsenin söyleyemediğini söyledi 'onaltıkırkbeş' adlı yerel bir dergide: “herkes bir şey söylüyordu arkadaş'ın ölümüyle ilgili. kimileri de 'cinsel tutsaklığının eli kanlı katilini' suçladı.” hiç kimsenin bakmadığı bir yöne yapılmış bir itiraf mı bilinmez ama şiirler yalan söylemez. arkadaş'ın dizeleri onun tutkularına dair gayet açık bir eli oynuyor aslında. görmemenin, görüp de dillendirmemenin neden kaynaklandığı aşikâr bir yok sayış bu pek tabii ki. ama bir süredir görülmeyeni gören gözlerimiz var bizim değil mi? bir anekdot daha: arkadaş bir gün şiirleri kitaplaştırılırsa adının “sakalsız bir oğlanın trajedyası” olmasını istediğini söylemiş sina akyol'a. ama sina akyol bu ismi “yakıştıramaz” arkadaş'a ve kitabın adını bu vasiyeti es geçerek “sevdadır” koyar. “… biraz elma şekeriyle kazıdım sakalımı lohusa şerbetiyle kazıdım sakalımı yanaklarım paprika lahmacun ister misiniz al işte sana böyle yüze böyle güz demeyin deseniz de sakal yok ya ucunda bu güz vermedi tarla seneye bıyık kerim ben ettim siz etmeyin sakal veririm size iğne iplik elimde bıyık dikerim size yanaklarım taşlıtarla kurabiye yer misiniz …” yazdıkça yazasım, darmadağın olasım geliyor. bir rüya ile bitirmek istiyorum bu yazıyı… arkadaş z. özger'in ölüm yıl dönümünde rüyamda arkadaş'ı gördüm. bir parkta, çimlerin üstünde oturmuş sohbet ediyorduk. birbirini kırk yıldır tanıyormuş gibiydik ve sohbetin bir yerinde yanağıma sıcacık buse kondurarak “seninle konuşmak, sana dokunmak çocuk parkı gibi hissettiriyor tenimi. çığlık çığlığa sallanan çocuklar gibi…” dedi. uyandığımda pencereyi açtım, gök dolabilsin diye içeri… “... güneşe ve erkekliğe büyüyen vücudum düşüvericek ellerinizden ve bir gün elbette zeki müreni seveceksiniz (zeki müreni seviniz)” demişti “merhaba canım” adlı şiirinde. işte bu yüzden, sırf bu yüzden işte, siz de hak ettiği taktirden yoksun bırakılmış bu şairi, arkadaş z. özger'i seviniz.
mayıs'ın sonu, haziran'ın başı / istanbul
39
çıplak ten
tutkular ve tenler… (ya da gizli arzular ve rötuşlanmış tenler) Selam canlarım, Bu sayımızda tutkulu öykülerimizi yollamamız gerektiğini aldığım bir mailden öğrendim. Gözüm Ablanızın tutkulu öyküleri çoktur tahmin edersiniz belki. Tabir-i caiz ise yemediği önünde yediği arkasında bir hayat yaşamıştır. Ancak çoğunuzun farkına varmadan bildiği bir başka tutkusu vardır. O da ve maalesef Kaos GL adındaki bu girişim, dernek ve dergidir. Bilmezsiniz belki ama Kaos GL benim için var olduğum ten ve yaşadığım tek kimlik olarak tutkumdur. Hazır ten ve tutku konulu bir sayı çıkıyor diyerekten ben de solan tenimi ve tedirgince ne olduğunu izlediğim tutkumu anlatmak istedim. İlkin ben bu resimde gördüğünüz kişi değilim. O çiçekler önünde kafası yana yatık ve sanki elinin değdiği çiçeği okşar gibi görünen ben değilim. Makyajım doğru, gülüşüm benden ama ben, bu kadar (İran'daki fetvalar gereği) “ya kadın ol ya da erkek ol” denilen cinsten bir kişi değilim. Eğer yumuşatılmış bir fetvanın ya da eklemlenmiş bir gerçeğin kendisi olduğumu sanıyorsanız o da ben değilim. Benim tutkum zaten bu olmamak. Benim tutkum kendim gibi olmak canlarım. Kendi tenimi hissetmek... Sadece bu düsturla Kaos GL'de olacağımı düşünüyorum ben.
40
İşin aslı birçok yüzümü yollamıştım ben 100. sayıya. Ve sitemkârım; en yüzsüz yüzümü seçip üstelik bana ayırdıkları sayfanın tam üzerine “yüzsüz” yazmalarına. Evet, bu benim yüzüm değil ve üstelik onlarca resim içinden en ben olmayan yüzü seçip oraya yapıştırarak sonra da “yüzsüz” yazan editöre teşekkür etmek istiyorum. Cidden 100. sayıda ben yüzsüzdüm. O yüz bana aitti ama benim yüzüm değildi. Bir de bu tutku ile bağlandığım dergiden daha incelikli bir madi gullüm beklerdim. Bari en azından “gülyüzlü” falan yazsalardı ben de daha az incinmiş hissederdim. Ama beni inciten bu detaylar bir yana evcilleşmiş bir travesti görünümlü resmimi tercih eden bakışın evcilleşmiş bir kaos ortamı yaratıp yaratmayacağı. Bu sorunun yanıtını elbette ilerleyen zamanda göreceğiz. Bu “tutku ve ten” konulu sayımıza yukarıdaki nedenlerle uzun uzun yazmak içimden gelmedi. Onun yerine sizlerle tutkularımı ve tenimi bizzat kendim paylaşmak istedim. Barok tarzda 18. yüzyıldan kalmış antika “fantezi tahtı”, 1944'den kalma ve gür saçlarım nedeniyle önce mecburiyetten sonra da severek taktığım “topuz şapkası”, artık genç bir kadınlığa adım attığım o radikal eylemin gerçekleştiği kümesteki horozdan koparılmış “zifaf tüyü”, Barcelona'dan hatıra “çiftleşme şalı”, geçen yaz Asmalı Mescitte içerken ordunun yaptığı basın açıklaması ile tuzağa düşüp hayatımın ilk oyunu AKP'ye verişimin simgesi “militarist çizmelerim”, fildişi törpüm ve tüm bu hengamenin ortasında billur gibi tenimle ben… “İşte tutkum ve tenim!” diyerek en kısa kestiğim yazımı burada bitiriyorum.
ten rengi
mahremiyet üzerine serbest salınımlar göze orhon goze_orhon@yahoo.com
Gebe bir kadının sokakta dolaşması olağan karşılanır. Sabah uyandığında boynunda gördüğün morluk saklanır. Gebe bir kadın kutlanır. Boynundaki morluğa aldırmadan ya da onun farkında olmadan insan içine çıkan biri ayıplanır. Gebelik mahrem değildir; boyundaki morluk, o çürüğü taşıyan ister bir eşcinsel olsun isterse heteroseksüel, gösterilmez, mahremdir. Halbuki ikisi de birer “iz”dir ve aynı şeyi söyler: Bir insanın bir insanla seviştiğini. Gebe bir kadının sokakta dolaşmasının, araya bize bunu unutturacak dolayımlar girmiş olsa da, “Ben bir adamla seviştim” gibi simgesel içerimleri vardır. Boyunda bir morlukla insan içine çıkmanın da, bundan tek farkı ya da fazlası, o çürüğün belki “tutkulu” bir sevişmeye işaret ediyor oluşudur. Elbette bu ikisi arasındaki asıl farkın bu sevişmelerden birinin toplumsal olarak düzenlenmiş, kurumsallaşmış, meşru sayılan bir yerde, (çok muhtemel ki) evli bir çiftin yatak odasında gerçeklemiş olması ve devletten onay alması ile diğerinin bu “garanti”den yoksun olması olduğunu görmezden gelerek safdillik ediyorum. Bu davranışlardan biri kamusallaşabilir; diğeri mahremde kalmak zorundadır. “Kamusal”-“özel” ayrımının kökenleri, ne menem bir şey olduğu üzerine söz söyleyemiyoruz; fiziksel kısıtlarımız var. Ancak ayrımın kökenine baktığımızda modernlikle karşılaşacağız; dolayısıyla doğal bir karşılığının olduğunu söylemek de mümkün değil. 18. yüzyıla kadar da bu ayrım bugün toplumsalın alanını böldüğü haline ulaşmamıştı; yaşadığımız evlerin düzeni de henüz ortaya çıkmamıştı. Salon ya da “misafir odası” (birçok evde hâlâ “oturma odası”ndan başka bir yerdir), modernliğin “mahrem”e dair kavrayışının, mahrem mekânı düzenleme uğraşının ve onu “başkalarının” bulunabildiği mekândan ayrıştırma çabasının sonucunda ortaya çıkmış bir icattır. Ev sahibinin yakını olmayan biri için yatak odası, önünden baş öne eğilerek geçilecek yerdir. Halbuki herkes bilir ki, içeriden sesi gelen çocuğun annesi o yatakta gebe kalmıştır. Gebelik üzerine konuşulur; sevişmek üzerine konuşulmaz. Eşcinsellerin, kendileri dışındaki dünyalılardan farkı hemcinslerini seviyor ve hemcinsleriyle sevişiyor oluşudur. Sevmek bir yana - “romantik arkadaşlık” kategorisiyle falan geçiştirilebilir çünkü hemcinsleriyle sevişiyor olmaları kıyametin kopmasına nedendir. Eşcinselliğin, ister performansa (sevişmek), isterse de duyguya (sevmek) dayalı bir tanımı olsun (ki bu ikisini ayrıştırmaya çalışmak da yine beyhude bir çabadır), “hoş görülmesi”nin (hoş görmenin “hor görmekten” pek bir farkı olmadığı da belirtilmelidir), biricik koşulu “mahrem”de yaşanıyor olmasıdır. Bu dergiyi okuyan herkes için “Ne yaparlarsa yapsınlar ama sokakta, göz önünde yapmasınlar” cümlesi tanıdıktır. Elbette kız arkadaşını öptüğü için sokakta saldırıya uğrayan bir erkeğin uğradığı şiddetin, cinsellik politikası açısından, eşcinsellere uygulanan şiddetle bir ilişkisi vardır; ama genel anlamda cinsellik ile mahremiyet arasındaki bağ, başka bir yazının konusu olurdu. Bu yazının meselesi eşcinseller ve mahremiyet. “Hoşgörü” kültürünün yerleştiği bir toplumda eşcinseller pekâlâ yatak odalarında sevişebilir, evlenebilir ve hatta çocuk sahibi olabilir. Esas sorun sokağa çıktıklarında başlıyor. İki kadın veya iki erkek sokakta birbirine dokunduğunda sesler yükseliyor. “O kadar da değil” çünkü. Aralarında şiddetin niteliğine dair bir fark olmakla birlikte, dünyanın herhangi bir yerinde, söz konusu eşcinsellerin mahremiyet alanı dışına taşmaları olunca, sonuç pek değişmiyor: Şiddet. Nefret. Homofobi. Demek ki bütün dert, “özel” ya da “mahrem” olanın “kamusal”a
taşındığı noktada başlıyor. O halde feministlerin, kamusalözel ya da kamusal-mahrem ayrımına hem kuramsal kimi müdahalelerle hem de pratikte toplumsal mücadele yoluyla itiraz etmelerinin nedeni de son derece açık hale geliyor. “Özel olan politiktir” önermesi/sloganı, tam da eşcinsellerin bugün karşı karşıya kaldıkları (en iyi ihtimalle) ev hapsinin sebebine ve sorumlusuna işaret ediyor. Dünyanın batısında eşcinsellerin yasal olarak en büyük kazanımlarından biri eşcinsel evlilikler ve çocuk sahibi olma hakkı. Dünyanın doğusunda ise kamusal talepler şöyle dursun, eşcinseller hemcinsleriyle ilişki kurduklarında, hatta ilişki kurdukları şüphesi uyandırdıklarında, idamdan sürgüne varan bir dizi cezayla veya yaptırımla karşı karşıya kalıyorlar. O halde, evlilik ve çocuk edinme türünden yasal hakların halen eşcinsellerin toplumsal alanda var olmaları açısından görece geri bir aşamaya karşılık geldiğini söylemek de güç değil. Tüm bu yasal açılımlar, kamusal alanda görünürlüğün artması anlamında karşılıkları olmakla birlikte, eşcinsel aşkın/cinselliğin ancak özel alanda kabul edilebilir, uygun görülebilir olduğunun da altını çiziyor. Bu durumda, özel alandaki hak ve özgürlüklerin sağlanması ya da geliştirilmesine yönelik her mücadelenin, kendine kamusalda bir karşılık bulması kaçınılmaz. Lambdaistanbul'un kapatılma kararıyla birlikte eşcinsellerin bundan çok daha yakıcı sorunları olduğunu bir kez daha görmüş olsak da, sözgelimi evlilik hakkı için (de) mücadele ediliyor olmasında elbette garipsenecek bir yan olmazdı. Toplumsal ahlâka ilişkin radikal bir sorgulama, eşcinsellerin “kutsal” bir kurum olan evlilik içinde birleşmelerine değil, evlilik kurumunun kendisine yönelecektir; ancak toplumsal talepler çoğu zaman, toplumsalın alanının içinde kalınarak dile getirilmek durumundadır. Eşcinsellerin evlenmesine ilişkin bütün yasal engellerin ortadan kalksa dahi, devletin yatak odalarımızda ifa ettiklerimiz için onayını almış olarak, bir aşama daha kaydetmiş olmakla birlikte, aslında kamusalözel ayrımının üzerimize yıktığı yapay ikilikten pek de kurtulmuş olmuyoruz; hatta o ikiliğin yeniden üretilmesine katkıda bulunulmuş olduğu da söylenebilir. Eşcinsellerin mücadelesinde, mücadelenin politik içerimlerine ve kökenine bakarak, evlilik ya da çocuk edinme hakkının yeterince radikal bulunmadığı oluyor. Bu haklı eleştirinin de göz ardı etmemesi gereken, bu türden kazanımların eşcinsellerin kamusal görünürlüklerinin artmasında bir aşamaya denk geldiğidir. Ancak heteroseksüel cinselliğin toplumsal olarak düzenledikten sonra yaşanmasına müsaade eden devasa örgütlenmeyle, eşcinsellerin cinsel hayatını yasal olarak düzenleyip buna mahrem alanda müsamaha gösteren örgütlenme aynı: Devlet. Böylelikle, eşcinsellerin toplumsal mücadelesinin karşı karşıya kaldığı bir başka politik ikilemin varlığından söz etmek olası hale geliyor. Aynı anda hem müsaadenin hem de müsamahanın ilk bakışta cezbedici alanı, daha kökten bir özgürlük kavrayışı ve talebi lehine terk edilecekse… Eşcinsellerin mücadelesi, zaten en köklü ikiliklerle (kadın/erkek ya da “doğal” ve kendiliğinden heteroseksüellik ve “insani” bir deformasyon ve edinilmiş bir performans olarak eşcinsellik) mücadele ediyor olmak yeterince güç değilmiş gibi, mahremiyet bağlamında da birbirini çeler görünen iki eğilimi eş zamanlı olarak taşımak durumunda: Mahremiyetin garanti altına alınmasını sağlamak ve mahreme hapsedilmekten kurtulmak. Kısacası, aynı anda hem mahrem için, hem mahreme karşı mücadele etmeyi başarmak.
41
tenim sende!
"yaş" günümde "kuru" fasulye taneleri yeliz ışıldakçı asivemavi-28@hotmail.com
Silkele beni anne!!! Ve şah damarımdan mandalla beni çamaşır ipine. Öyle çok ıslandım ki yaş günümde... Kolaysa kurut şimdi beni... Yatırlara yakılmış mumları üflerken; ibne çocuklarımın olmasını diledim. Siyanürlü kek ve arsenikli kola ikram ederken düşlerime, bir paket Supradyn ve Tolvon(30 mg) verildi hediye niyetine. "Tam geldi mi ağzına? Olmazsa biraz küçüğüyle değiştiririz. Ama lafların büyüyünce ağzında büyüyecek. O zaman seneye yutarsın..." Offfff yeter!!!!! Biri su versin bana. Midemde haplarıma yüzme öğretmek istiyorum. Siyah önlüğümün jilet keskinliğindeki, kolalı beyaz yakaları, hep kesmek istedi boğazımı. İlk dersten başlardı, boynuma dolayıp parmaklarını. Ve göğsümdeki mendil suç ortağıydı. Oysa hafta sonunda, sadece kurumuş bir sümük kalırdı arasında. Annemden izinsiz hayvanlar besledim saçlarımın coğrafyasında.
42
Annem bir katil öğretmenim!!!!! Bitlerimi öldürdü o. Offfff yeter!!!!!! Biri gül yasini versin bana. Ölen bitlerime Fatiha okumak istiyorum. Okul müdürü törenlerde "1-2-3 konuşanın ağzına sıçan girsin" dedikten sonra saygı duruşuna geçilirdi. Orta parmağım protez benim anne, yoksa unuttun mu? Orta parmağımı, saygı duruşu esnasında arkadaşımın poposunda bıraktım. Ama gene de ses çıkarmadı. Halbuki herkesin saati durmuştu. Ve 10 dakikadır susuyordu insanlar. Ben kikirdedim ve müdür ekmeksiz yedirdi bana bütün sıçanları. O yüzden karnım tok!!! Bugün senden fırça yiyemiycem anne. Hanginiz hatırlıyor abaküsün renklerini. 25'er adet beyaz-kırmızı, alt sıra mavi sarı... Söküp karıştırdım ben onları. Kız çocuklarına renkli fasulye taneleri, erkeklere plastik çubuklar. Ben fasulye yemeği yapmasını bilmem ki?... Sevmem zaten rasyonelleri, kesirleri. 62'den yaptığım tavşanı annem kesti öğretmenim!!!!! Pilav yapacakmış suyuyla. Offff yeter!!!!! Biri pamuk versin bana. Plastik fasulyeleri geceden ıslatıp koyucam arasına. Yanına pilav yapacak annem. Kesilen tavşanımın suyuyla..
"bir aşk hikâyesi"
eser gündüz eser.kenar@hotmail.com
...Ardına bakmadan yürümeye başladı. Vajinasından akan kan ardındaki at gözlüklülerin üstüne bir gök kuşağı gibi yayıldı. 15 dk önce x: Onu seviyorum. Bunu anlamanızı beklemiyorum. anne: Sus, sen sapıtmışsın. O kitaplar seni bu hale getirdi. baba: Ulan orospu desem orospu değilsin. Bir daha o kadınla görüşmeyeceksin. (x masanın üstündeki bıçağı kapar) x: Yeter, lütfen yeter. Sizin için önemli olan bu incecik zar mı? (x bıçağı vajinasına sokar) 30 dk sonra Merdivenlerden inip apartmanın kapısını açana kadarki zamanda hiç acı çekmemişti x. Ardı kan gölüdür, aşk gölüdür. Acı çekmez hiç. Artık o eski kasa şavrolet beyinli insanlar, olmayan vajinasından bir şey istemeyeceklerdir. O bundan sonra aşkın verdiği hazdan başka bir haz yaşamayacaktır. Artık korumak zorunda olduğu bir zar yoktur, artık aşkın -hayatın- önüne ket vuran bir kültürü korumak zorunda değildir. Artık onun dini, dininin getirdiği kurallar aşktır. Hem de bir bedenden öte, cinsi umurunda olmayan bir bedende. Onun aşkı vajinadan, penisten ötedir.
1 saat sonra doktor: siz neyi oluyorsunuz? y: ben onun sevgilisiyim. (doktor alık alık bakar) doktor: tövbe estağfurullah. gelin buraya... bulun şu kadının anasını, babasını. (y'ye döner) doktor: alın bu kadını da buradan. sevgilisiymiş. sapık. (y'yi atarlar hastaneden) yerdeki su birikintisinin içinde bir oyuncak bebeği andırıyordu y. göz yaşları çamurlu suratının üstünde upuzun, bitmek tükenmek bilmeyen bir yol açtı. aklında sadece ve sadece x vardı ve sağlığı ne durumdaydı. (hastane içi) doktor: ne oldu, aradınız mı ailesini. görevli: aradık efendim. ama ailesi bizim öyle bir kızımız yok artık deyip suratımıza kapattı telefonu. doktor: şu dışarı attığınız sapık kadını çağırın. alsın çıkışını götürsün. nasıl insanların arasında yaşıyoruz. allahım sen bizi ıslah et. (görevli y'yi çağırır) çamurlu suratının içinde gözleri bir elmas gibi parladı y'nin. hastaneye girdi. x' i çıkardı bu kabustan. bir taksi çağırdılar. y çamurlu, x vajinası kanlı.
tanrıçalardan süs yaptım memelerime berkant çağlar berkant_italik@hotmail.com
İçimdeki hıçkırıkla uyanmıştım o gün. İlk defa yalnız olduğuma ağlamıştım. Gözyaşlarım vücudumdan akan temiz suları siliyordu. Yalnız olmak istemiyordu bedenim. Bir insanın içindeki sesinin de ağlaması tüm çarelerin tükendiğini gösteriyordu. Ne yapabilirdim ki, çıplaklığımla dans etmek oyalamıyordu beni. Ben, ben olmak istemiyordum. Keşke ruhum göç yaşayabilseydi. Keşke çürümüş bedenimi terk edebilseydim. Ama yapacaklarım belli; halletmem gereken rutin işler vardı. Her zamanki gibi dışarı çıkacak, en pis tuvaletlerde giyinecek, en temiz ve saf halimle geri dönecektim evime. İnsan devrimci olmayınca rutinler elini kolunu bağlıyordu işte. O gün, oturduğum apartmanın elektrikleri kesikti. Hatırlıyorum da yalnızlığımı, saflığımı aynada çok görmek istemiş gibi bir de bu durumdan hayıflanmıştım. Evime ulaşmak için çakmağımı çakıp, merdivenlerden düşüp, yuvarlanmak istercesine dikkatli çıkıyordum. Dairemin önüne geldiğimde acı bir yorgunluk olmuştu; yine gelmiştim aydınlık bahçeme. Oh! Ne güzel! Akşam mönüsü de hazırdı; karanlık otlar yiyecektim. Anahtarımı kapıya sokup açmaya yönelirken; birden karşı dairenin kapısı açıldı. Şaşırmıştım. Yıllardır bu katta oturmama rağmen karşı dairede kimin yaşayıp yaşamadığını (?) bilmiyordum. İçimden gelen ses vazgeçme dedi. Karşı evden çıkan uzun sarı çizmeli, delikli çoraplı, nefes kadar taze olan bu güzelliğe selam vermeliydim. Korkmamalıydım o gün. Korkmadım da; korkunun kendisi olmak istemiyordum sanki. Şimdi düşünüyorum da her şey ne kadar hızlı olmuştu. Ben tam selam vermeye hazırlanıyorken Derin selam vermişti. Ne kadar gerçek ve içten bir selamlamaydı. O zamana kadar tanıdığım en sıcakkanlı insandı. Ama ben yüzümdeki ifadeyi ayarlayamadığımdan o da biraz şaşkın gözüküyordu. Ardından da sen ne kadar güzel bir kızsın diyerek, bir çay içmeye zamanımın olup olmadığımı sormuştu. Zamanım vardı hem de saatlerce çay içecek kadar. Kalbimin yerinde olup olmadığından emin değildim. Çünkü bu kadar hızlı bir aşka dayanabilir miydi kalbim? Evimdeydik. Evim karanlıkları terk edip aydınlanmıştı onu görünce. Gün kendini yavaş yavaş geceye bırakıyordu. İki zaman dilimi arasında Derin ile konuşmam gereken her şeyi konuşmuştum. Zaman ilerlemişti; Derin karşı tarafa geçmeliydi. Ama sanki oradaki köprü kırılmış, aşk aradaki engelleri kaldıran tatlı bir açlık olmuştu. O akşam, ömrümü verdiğim 24 yıla inat çok kısa sürede tükendi. Aslına bakarsanız geceyi öyle kolay kolay terk edemedik. Gece ne kadar gitmeye karar verse de biz bir o kadar ısrarlıydık kalmasına. Gece sanki korkmuştu bizden. İtiraflar havada uçuşuyordu, söylenmemiş her söz derin bir yankı uyandırarak
terk ediyordu içkiden yorgunlaşmış dilimizi. Yorgunduk; kelimelerin kifayetsizliğine sığınacak kadar yorgunduk. Tutkularımız her şeye rağmen yorulmuyordu. Tutkuların peşinden koşmak büyük hazdı. Uyuma vakti gelmişti. İnsanın geceyi üstünden atması kolay değildi tabi. Zordu gece, onun için söylenebilecek her söz soğuk geliyordu kulağa. Yırtıyordu gece bedenimizi, ağırlaştırıyor, akıtıyordu beyazlıkları. Canı çok yanmıştı her şeyin kendi gibi kirli ve gözyaşlarına bulanmış olmasını istiyordu. Derin ve ben gecenin sadizmini yaşıyorduk. Vuruyorduk kendimize, doğrular sarsıyordu bedenimizi. Aşkın, tutkunun, ihtirasın, acının melekleri çırılçıplak kalmıştı karşımızda. Bütün dişiler memelerini kesmişti. Süt dolmuştu yakınlıkları; saflık dolmuştu. Gecenin sonuna doğru temizlenmişti bedenimiz terk etmişti geceyi. Demek ki gece bunca yıl gece olmayı hiç sindirememişti. Derin ve ben birdik yeni günde. Güneşin türküsü bizi çağırıyordu. Bunca karanlıktan sonra sarı çizmelim ve ben çıplak memelerimizle sokağa çıkabilirdik. Aşıktık birbirimize. Bu aşk bunca yılın birikimiydi. Aşkımız yarınlarda kırmızı halılarda karşılanacaktı biliyordum. Tanrıça olmuştum kesik memelere, bacaklarım güneşin serin yosmalarına uzanmıştı. Artık yalnızlığım, dalgasını dindirememiş, aşka muhtaç bir denizciydi. Adım Melek değildi o günden sonra Derin bana Yasak Üzüm demeye başlamıştı. Yasak Üzümdüm ben; karanlığın, ateşin dansçısı. O zorlu geceden sonra ne ben Derin'i terk ettim ne de o beni terk etti. Günler alabildiğine hızlı geçiyordu, elimizde harcanmayı bekleyen koca bir hayat vardı. Aşkımızın yüceliği tüm aşıkların adının Derin ve Yasak Üzüm olması gibiydi. Düğünümüzde cinsiyetlerine tutsak olmuş insanları ayağımın altında ezip ezip, gelinliğimin altındaki kartpostallara sakladım. Evliyim, ihtirasın bedeliyle mutluyum, sevgiliyim, yırtık iki parçanın arasındaki dünyada ihtirası yaşıyorum büyük bir onurla…
fotoğraf: alessandro quaranta
43
tenim sende! anıl alacaoğlu anilalacaoglu@gmail.com
44
Çalışan elektrik süpürgesinin uğultusunda kaybolmamak için direnen telefon sesi, ısrarcılığıyla, İpek'in arayanın kim olduğu hakkında tahmin yürütmesini kolaylaştırıyordu. Telefonu açar açmaz gelen o tanıdık sesse tahminleri doğruluyordu. 'Banu sen misin?' diyebildi ancak saklayamadığı bir heyecanla. 'Evet benim. Yine seni şaşırttım galiba.' İpek, Banu'nun bunu söyledikten sonra dudağının sol ucuyla gülümsediğini görür gibi oldu. Onu çok iyi tanıyordu. Banu ne yaparsa yapsın şaşırmaması gerektiğini bildiği halde her seferinde hazırlıksız yakalanıyor, beklenmedik durumlarla karşılaştığı zamanlarda olduğu gibi heyecanı yerini korkuya bırakıyordu. Aynı anda susup aynı anda konuştular. Banu 'nasılsın' derken İpek de aynı anda numarasını nerden bulduğunu sormuştu. İkisi de cevapsız kaldı. Banu, İpek'ten evinin adresini isteyip onu görmek için ziyaret edeceğini söyledi. Bunları önceden hazırlamış, yazdığı kâğıttan okuyor gibiydi. İpek de tüp siparişi veriyormuş gibi dondurulmuş bir ses tonuyla adresi verip iyi günler diledi. İkisinin de bu donuk ve kontrolcü ses tonlarıyla konuşmasının sebebi, bulundukları yerden uzaklaşmayıp birbirlerinden sonra kurdukları yeni hayatlarını aslında hiç sevmediklerini ve tatmin olmadıklarını belli etmemek istemeleriydi. Bunu bir dakika süren bir telefon görüşmesinde sağlamak mümkün olabilirdi fakat ikisi de yarın görüşeceklerini hatırlayınca unutulduğunu sandıkları geçmişin ve o geçmişe duyulan özlemin, yarınlarını etkilemeyeceğini dair inançlarını sarsıyordu. İpek yarım kalan temizliğine devam etmedi. Kendisine sade bir kahve hazırlayıp o çok sevdiği tek kişilik koltuğa oturdu. Kafası bir anda karmakarışık olduğu için gözlerini bir yerde odaklayamıyor, aynı şeyi otuz saniye düşünemiyordu. İçindeki sesten biri, keşke beni aramasaydı derken diğer ses mutlu, iyi ki aradı diyordu. Neden ayrıldıklarını hatırladı sonra. İpek sadece kadınlardan değil erkeklerden de hoşlanıyordu. Metroda gözlerini bir erkeğin üzerinden alamadığı için kavga etmişler, İpek erkeklerden de hoşlandığını söyleyince Banu buna dayanamamış, ayrılmışlardı.
çilek kokusu
Oysa Banu'yla sevişirken aklına başka hiçbir şey gelmiyor, adeta tenine tapıyordu. Vücudunda gezinen dudaklarını dünyanın en yakışıklı erkeğine bile değişmezdi. Şimdi birden Banu'yu nasıl da özlediğini, onunla eskiden olduğu gibi saatlerce sevişmek istediğini fark etti. Korktu hissettiklerinden. Çünkü üzerlerinden geçen birkaç yıl çok şeyi değiştirmişti. İpek, üniversiteyi bitirdikten sonra girdiği ilk iş yerinin müdürüyle çıkmaya başlamış, çok geçmeden de aldığı evlenme teklifine evet cevabını vermişti. Neyi, neden yaptığını bilmiyordu. Ama evlenmesinin tek amacı bir çocuk sahibi olmaktı. Bunu evlenmeden de yapabileceğini düşünmek bile istemiyordu. Banu'yu ve Banu'yla yaşadığı her şeyi unutmak istese de bunu da başaramıyordu. Peki, yarın ne olacaktı? Banu gelecek, elini tutacak belki bir fırsatını bulup öpecekti onu. İpekse ona karşı koyamayacak, geleceğe dair yaptığı onca plan birden kaybolup gidecekti. Tutkuları karşısında bu kadar zayıf düşmesi canını sıkıyordu İpek'in ve içten içe de biliyordu ki tenleri tekrar buluştuğu an yine o hiçbir şey düşünemeyen âşık kıza dönüşecekti. Ama o artık tutkularıyla değil mantığıyla yaşamak istiyordu Banu'nun aksine. Telefondaki konuşmalarını bir kez daha gözden geçirdi. Hiç itiraz etmeden, bir tek sorun bile sormadan yeni taşındığı evin adresini vermiş, Banu'ya ve tutkularına direnmeden teslim olmuştu. Belki doğru olan bu diye düşündü bir an. 'Tutkularımın peşinden gitmezsem neyle, nasıl mutlu olacağım? Para, eş, iş, çocuk, kariyer derken kendi hayatımda kendime ait bir şey olmayacak mı?' Her zaman yaptığı gibi yine kaçtı kendinden. Bu söylediklerine inanmak istemiyordu. Bu dünyanın kuralları vardı ve o bu kurallara göre yaşamalıydı. Çantasını alıp çıktı evden. Birkaç gün annesinde kalıp evden uzaklaşması gerektiğini düşündü. Banu gelecek, onu bulamayınca vazgeçecekti. En iyisi buydu. Tutkuları onu ele geçirmeden kaçmak istiyordu bu evden. Kapıyı kilitlerken gözlerini kapayıp son kez düşündü. Banu onu çilek kokan dudaklarıyla bir kere, bir kere bile öpse aklı uçup gidecek, bildiği doğrular yalana dönecekti. Hayır, İpek buna hazır değildi. O'na o an biri, apartmanın olduğu sokağın köşesindeki manavın önünden geçerken iştah kabartıcı güzellikteki çilek ve kirazların kokusunu içine çekip eve geri döneceğini, yarın için birkaç küçük hazırlık yapıp, Banu'nun geleceği saate kadar geri sayım yapacağını söyleseydi, ona asla inanmazdı.
yüz yüze
romeo'dan gerçek dünyaya "Good Gangsters" adlı küratöryel kolektifi kuran ve şu aralar Taipei Güzel Sanatlar Müzesi'ndeki sergilerine hazırlanan Adnan Yıldız ile Esther Lu Berlin'de bir öğleden sonrasını sanatçı kolektifi Ingar Dragset ve Michael Elmgreen ile birlikte paylaştı. Dragset & Elmgreen, on yılı aşkın süredir birlikte çalışıyor ve mimari, tasarım ve farklı mekan açılımları olan işler gerçekleştiriyor. Birlikte yaşadıkları ve çalıştıkları yıllardan sonra hem ortak üretim hem de queer kültür hakkında söyleyecekleri çok şey var... Malmö Konsthall'daki serginizdeki bir yerleştirmede, balmumu bir heykel yerde arkası dönmüş yatıyor, bize bir ergenin yatak odasına dalmışız hissi veriyordu; ayrıca bilgisayar internete bağlıydı ve ekranda gayromeo.com sitesi açıktı, neden? Gayromeo, Avrupa'daki en büyük gey olayı. Hatta bizim balmumu figürümüzün de bir profili var orada. Bu balmumu heykelin bir resmini çekip, bir internet profili oluşturduk. İskandinavya ve Almanya'dan abazan erkekler bu tipe internet'ten yazabiliyordu. Arzularını, onun projekte edilmiş kimliğine yansıtabiliyorlardı. Dünyanın farklı gey çevrelerinden çekilmiş fotoğraflar var sergide, gerçekliğin başka katmanları; sahte bir gardırop ve elbise parçaları... Sergide herkesin sahip olduğu, bir tür üniforma gibi, bir çift jean yerde duruyor; bu çok romantik değil mi? Aslında o bizim ilk işlerimizden biri. Beraber çalışma pratiğimizde en en başta ürettiğimiz, işin performatif kısmına doğru ilerleyen bir aşama oldu. O aşamada, çoğunlukla sadece performans yapıyorduk. Beraber yaptığımız ve daha sonra performanstan giderek uzaklaştığımız işlerden biri, ama tabii ki bir eylem var. Eylemin nasıl gerçekleştiği bir soru, performatif bir eylem olarak. Eylem/faaliyet izleyicinin kafasında nasıl devam ediyor ve şu anda neredenereye doğru gidiyor? 10 senelik bir ortak tarihten sonra beraber çalışmak nasıl birşey? Yalnız olmaktan çok farklı. Tartışmalarımız başlarda daha çok laf kalabalığı gibi bir şeydi, zamanla uyumlu bir şekilde sallanır hale geldik. Eğer bir şey oradaysa, ikimiz de biliyoruz ki o oradadır. Eğer değilse, olmadığını da biliyoruz. Tabii ki her zaman da böyle olmuyor. Bazen birimiz bir fikir ile geliyoruz, diğeri o fikrin iyi mi yoksa kötü mü olduğunu mutlaka biliyor oluyor, yani süreç bir tür çifte sağlama gibi işliyor. Aslında ikimizin de herhangi formel bir sanat eğitimi yok. Biz sanat dünyasına arka kapıdan girdik. İkimiz de arka sokak ibneleri olarak büyüdük, ki bu bize birçok şeyi verili olarak alamayacağımızı öğretti. Beraber çalışmaya başladık çünkü beraber bir şey yapmak istedik. İlk 5-6 yıl boyunca tek kuruş kazanmadık. Ailelerimiz ve arkadaşlarımız vaktimizi boşa harcadığımızı düşündü. İşleriniz mekan hafızasıyla da ilişkili olduğundan, gey/lezbiyen kulüpler ya da karanlık odalar ile örneklendirebileceğim yeni mimari gerçeklikler, queer mekan politikaları konusunda ne düşünüyorsunuz? Dünyada artık çok fazla 'normal kabul edilen' mimari birim kalmadı. Tam olarak tanımlanmamış ya da kabul edilmemiş; bizim terim olarak "arada kalmış/ara mekan" olarak tariflediğimiz yerlerden de fazla yok. İnsanların elinde nasıl davranmaları gerektiğine dair yazılı bir malumat olmasa da, onlar nasıl davranacaklarını biliyor. Doksanlarda, queer mekanın mimari anlamda tanımlanabileceğine dair bir inanç vardı. Evet, soru da oradan geliyordu. Ya bugün? İnsanlar başka tür yapılar inşa etmeye başladı. Bir fabrika (factory) ya da fagtory ile ne yapabilirsin, bunlar birbirinden farklı fikirler. Bazı mekanlar kaç farklı şekilde kullanılabilir, nasıl kullanılıyor ve dönüşüyor, ne kadar hareketliler... Kamusal ve özel alanı ayıran sınırlar, çalışma alanı... Bugün o kadar tanımlı değil, neredeyse tanımı bozulmuş belki. Her neyse... Bugün hiç kimse evinde şeffaf bir duşa kabini olan birinin gey olduğunu düşünmez. Queer mekan daha çok, mekanın bir tür "sapkın" kullanımıyla ilgili bir şey. Mesela Berlin'de Yossi'nin stüdyosu Basso (http://www.basso-berlin.de) bu tür bir mekan; öyle göründüğü için değil, izleyicisi, farklı etkinlikleri ile... tanımsız olduğu için. İçeri dalabileceğin bir yer, kapısı açık. Söyleşinin devamı ve daha fazlası www.kaosglorg’da...
45
kült filmler
l'ahlak =
fransızca bir kelime, isteyen arapça olarak da anabilir1
aykan safoğlu aykan@kaosgl.org
46
Bu yazıyı yazmaya başlamadan evvel aklımda harika bir fikir vardı. Biliyorum, biraz kendini beğenmiş tınlıyor; ama izin verirseniz açıklayayım. “Ten ve tutku” dosyası etrafında size Kenneth Anger'ı ve filmlerini sığ bir bakış açısından anlatmaya niyetliydim. Kenneth Anger ve Ten&Tutku, o kadar dâhiyane gelmişti ki… Anger'ın isminden akrostiş bile düzsem olurdu, birbirine ancak bu kadar uyardı bir dosya ile sinemacı… Bu sayı için yazım çantada keklik gibi hissediyordum. Hollywood'da henüz çocuk bir yıldızken başladığını iddia ettiği kariyerini2, daha çok film yapımıyla ilgilenerek elinin tersiyle itmiş, bununla da yetinmeyip terso (queer) bir figüre dönüşmüş bu avantgarde3 film yapımcısını size evire çevire anlatırken “ah” ne kadar rahat olacaktım… Sonra ne olduysa oldu ve yoğun gündem ile atalet beni avuçlarının içinde kıskıvrak yakaladı. Burada gündem ile kastettiğim elbette Lambdaistanbul'un kapatılması yönünde verilen karara karşı başlattığımız kampanyamız. Bu kampanya zamanımızı, emeğimizi son damlasına kadar emerken karşısında kampanya başlattığımız o meşum yerel mahkeme kararı da homofobi ve transfobinin, geleceği olabildiğince karanlık tasvir eden bilimkurgularda karşılaşılabilecek türden sistematik şiddet biçimleri olduğunu kanıtlıyordu sanki. Lambdaistanbul LGBTT Dayanışma Derneği'nin kapatılmasını “genel ahlak”a
ve “Türk aile yapısı”na aykırı olmak gibi gerekçelere bağlayarak onayan bu karar (mahkeme, hâkim, vs), çok rahatlıkla '1984' (Michael Radford, 1984), 'Dövüş Kulübü' (Fight Club, David Fincher, 1999) gibi filmlerin senaryolarında yerini alabilirdi… Aslına bakarsanız bu gündemin verdiği gazla ataletimden sıyrılarak sığ Kenneth Anger yazımı bir çırpıda bitirebilirdim. Ne de olsa, genel ahlak denilen şeyi pek ırgalamıyor görünen Anger'ın filmlerinin hepsine “Türk aile yapısına aykırı olmak”tan kapatılma kararı çıkabilirdi. Hem ten ve tutkuya hem de ahlakla aramızdaki tutkulu ilişkiye böylece değinmiş de olurdum. Çünkü lezbiyen, gey, biseksüel, travesti ve transeksüel bireylerin bedenleriyle kurdukları ilişki, hatta başka bedenlerle kurmayı arzuladıkları tutkulu ilişki biçimleri tümden ahlaka aykırı sayılıyordu bu mahkeme kararıyla. Bu ufak detay vasıtasıyla Anger ve yapıtları üzerine söylemek istediklerime bu perspektiften bir şeyler de ekleyebilirdim. Anger'ın yapıtlarının içine doğdukları kenneth anger kültürle arasındaki ilişkiyi bizim dernekleşme sürecinde yaşadıklarımızla paralel kurgulayarak çok şahane bir yazar olurdum, değil mi? Kıssadan hisse: LGBTT büyüklerinin yaptıkları, ettikleri sorgusuz / sualsiz kulağımıza küpe olmalı, onlar boşuna diva olmadılar! Bkz: Zeki Müren- Mehmetçik Vakfı ilişkisi… Allahtan Amerikan aile yapısını koruyan böyle kanunlar yok da, ben de yazımı geniş tutmak zorunda kalmıyorum. Şaka bir yana, Kenneth Anger'ın Amerikan rüyası ile kesişmediği yerleri teşhis ettiğimizde, başta kurmak istediğim benzeşim biraz zorlama kalıyor. Anger, öncelikle Alisteir Crowley4 gibi yolu okültizm5 ile kesişen
gizemli insanlarla anılıyordu, bizim cemaatimiz ise Emine Şenlikoğlu isimli şahsın etrafında oldukça ufak bir grup çıkarabilmişti veya Alisteir Crowley, Medyum Memiş ile kıyas kabul etmezdi. Kendimi ciddiyete davet ettiğimde, Anger'ın uzaktan Türkiyeli akrabalara sahip olduğunu düşünmekten alıkoyamıyorum. Dilim varmıyor ama Lambdaistanbul'un kapatılma kararıyla arada psişik bir paralellik sezmeye devam ediyorum. Mesela Anger'ın 'Havaifişekler' (Fireworks, 1947) filminde ateşle oynayışı geliyor aklıma. Bu film, amiyane olmam gerekirse, rüyalarında gördüğü yarı çıplak denizci ile bir barda es kaza karşılaşan bir erkeğin, denizcinin erkeksiliğine düzdüğü olağanüstü bir methiye. Aynen 'genel ahlak'ın önümüze sunduğu dünya tahayyülünde olduğu gibi, orada da güce ve erkeksiliğe tapınılıyor. Anger bu filmi 47 yılında yaptığında, her ne kadar tamamıyla terk edemese de erkeksiliğin ve şiddetin, gey aşk tarafından sahiplenilmesini eleştiriyordu elbette; ama Lambdaistanbul kapatılma davasının gösterdiği gibi belki de cümlesinin vurgusunu en çok toplumun ikiyüzlü ahlakı üzerine düşürüyordu. Görünen ile gizli bırakılmaya çalışılanın tutkulu ilişkisi üzerine… 'Puce Moment' isimli 1949 yapımı filminde ise bu ahlaksız, asla aile kuramayacak Amerikalı Adam düpedüz verili kadınlık rolleri üzerine, kadınlığın camp6 bir biçimi üzerine eğlenceli bir hiciv ortaya Scorpio Rising koyuyordu. Dönemin popüler folk rock şarkıları eşliğinde dans ettirdiği giysileri ile dışarı çıkmaya hazırlanan bir kadının “o” kadına dönüşümü, epey bayağı ama bir o kadar da eğlenceli bir dille anlatılıyordu. Yani ne kadınlık ne de erkeklik elinden kurtuluyordu Anger'ın. Burada yer altı olmamasına rağmen sahiplenildiği sol kültür tarafından cinsel yönelimi anlaşılmak istenmemiş şair Arkadaş Z. Özger aklıma geliyor. Özger'in “Merhaba Canım” isimli şiirinde dediği gibi: “güneşe ve erkekliğe büyüyen vücudum düşüvericek ellerinizden ve bir gün elbette zeki müreni seveceksiniz (zeki müreni seviniz)” Anger da, açıkça mustarip olduğu erkek egemen kültürün sahteliğine bir vurgu yapmaktan büyük keyif alıyordu. Bir düşkünlüğün bilincinde olarak, o düşkünlüğün keyfini sürerek, 'sapkın' olmanın keyfini sürüyordu. 'Scorpio Rising' (1964), eşcinsel ve Nazi bir grup erkeğin motosikletlerini acı ve şehvet içerisinde birtakım seksüel ve sadist sembol etrafında bir kargaşa ve ritm duygusuyla sürüşünü konu edinirken, Anger erkeklik halinin acı bir eğretilemeyi ve eşcinsel aşkın en büyük sorunsalını, yani erkek egemene tapınma ihtimalini sorunsallaştırdığını söyleyebiliriz. 70'lerin büyük rock yıldızlarından Mick Jagger ile ünlü groupielerinden7 Marianne Faithfull gibi figürlerle filmler yapmış olması ise8 Hollywood gibi önemli bir gösteri dünyasının da bu dünyadan ayrışık düşünülemeyeceğidir. Anger'ın neredeyse tüm filmlerinde hissedilen ayrıksı olana, dünyevi olmayana tutkuyla bağlılık bir nevi izlek hatta hafıza işlevi görür.
Hatta bazen Anger'ın bu filmleri yaparken eleştiriyi asla ve asla bağlama katmadığı düşüncesine savrulabiliriz. Bir anlamda part-time bir ahlaksız olmayı reddeder diyebiliriz. Münzevi bir ahlaksızlıkta diretir. Yeri gelmişken cinsel davranışlar üzerine yaptığı araştırmasıyla bir dönemin tabularını yıkan Dr. Alfred Kinsey, Anger'ın ilk müşterilerindendir; Kinsey, Anger'ın 'Havaifişekler'inin bir kopyasını satın almıştır. Manson Ailesi tarikatının kanaat önderi olan Charles Manson'ın sağ kolunu bir filminde oynatarak, şeytan kilisenin kurucusu Anton La Vey ile yakınlaşarak Anger'ın ulaşmak istediği bir şey vardır sanki: onu sapkın, toplum ve ahlak-dışı atfeden toplumun kendisinin hastalıklı bir ahlak anlayışına sahip olduğunu göstermek… Elbette kariyeri boyunca Anger'ın bedene, tene ne kadar tutkuyla bağlı olduğunun fark etmemek mümkün değil. Tüm filmleri ten ve tene duyulan tutkunun birçok açıdan ahlak ile ilişkimizde söz sahibi olduğunun altını güzelce çizme çabası olarak okunabilir. Atlanmaması gereken bir husus olarak Anger'ın büyülü atmosferlerde, hayal ile gerçeğin muğlâk sınırlarında betimlediği tutku dolu bedenlerin, kendi güzelliğini yüceltmeye takılı kalmasını salık verdiğini düşünmememiz gerekir. Bunu en basitinden kitsch ve camp ile kurduğu ilişkiden anlayabiliriz. Her ne kadar eğlenceli bir ortaklık da olsa, kendi gösterişli yapmacıklığının farkında olan bir bilinç bizzat Anger'ın filmlerinde bu yapmacıklığın esiri olmaktan kurtulamaz ve ölmeye başlar. Sanırım yanlış olmayacak bir teşhisle bunu kendisinin ve gücünün farkında olan ve bu gösterişli varoluşa kendini epey kaptırmış tüm kişi, kuruluş, sınıf, düşünce sistemi için de söylememiz mümkündür. O meşum kibir gün gelir adalet sistemi kılığında, gün olur Tuzla'daki tersane işletmecileri olarak karşımıza çıkabilir, baskı ve zulmün retoriği olabilir. Homofobi ve Transfobi de bunun tezahürleri olabilir… Homofobi ve transfobiyle olduğu kadar, Tuzla'daki ölümlere duyarsız kalmakla da yakından ilişkisi olan bu kör kibri hayatlarımızdan def etmeliyiz. Kustom Kar Komandos'da motoru ile gönül ilişkisi kuran karakterlerin hatırlattığı bir azimle, tersanelerde MOTOR'larla çalışırken hayatını kaybetmiş tüm emekçilere… Unutmayacağız… 1
Bkz: La Havle Warner Kardeşlerin (Bros)1935 yapımı Bir Yaz Gecesi Rüyası' nda çocuk prensi oynadığını iddia etse de, kayıtlar ve yetkililer bu role seçilen çocuğun Sheila Brown isimli bir kız çocuğu olduğunu söylüyordu. Kim bilir, belki de Anger'ın kötü karması, onu böyle iddialarda bulunmaya itiyordu… 3 Sanatta, militarist bağlamdan ödünç alınan kullanımıyla öncü olan manasında. 4 Kimilerine göre deccal olan kişi, bkz: http://www.aleistercrowley.com 5 Gizlicilik; astroloji,kabbala,gnostizm,teosofi,satanizm,kehanet gibi bir çok inanışın genel adı… 6 Basitliğin ve uydurukluğun bilinçli kullanımı. 7 Konser sonrası alemlerde rock yıldızları ile takılan, bunu bir yaşam tarzı haline getirmiş güzel kadın veya erkekler. Bazılarınca genelde kadınları ahlaksız imlemek için kullanılır. 8 Sırasıyla bu filmler: Invocation of My Demon Brother (1969) ve Lucifer Rising (1972)'dir. 2
47
yüz yüze
48
Çağlar Yerlikaya ilk kitabı 'Sevişen Çocuklar Matinesi'nde bazılarımızın hiç de yabancısı olmadığı bir aşk öyküsü anlatıyor. Gecelerden sokaklara, intiharlardan gündüzlere varan bu öykü bazen bir ünlemle, bazen satır içinde yerinden oynayan bir harfle bazen de uzun bir esle kuruluyor. Ve her sayfa dağılması mümkün görünmeyen bir hüznü barındırıyor. Yerlikaya'ya bunları yazdıran şeyi merak ettik ve açık yaralardan aşka, ten ve tutkudan İstanbul'a uzanan bir sohbete daldık. Kitabını adadığı Umay Umay'ı sormayı da unutmadık. uğur yüksel
“tenin hafızası çok güçlüdür” Yaralarını göstermekten çekinmeyen bir çocuk var karşımızda. Çıplaklığından hiç utanmayan, korkmayan… Yara almaktan, yaralarımın kabuklarını kaldırmaktan ve yaralarımı göstermekten hiçbir zaman çekinmedim. Canım acıyorsa bağırdım, bir yerim kanıyorsa, pamuğu kalbime bastırıp pansumanı kendim yaptım. Beni tamamen çıplak bırakan tek duygu ise aşk. Aşık olduğum zaman, kendimi en çıplak, cesur, en yakışıklı ve en özgür bulduğum zamandır. Kendime, sokakta bağırarak ağlarken de rastlayabilirim, metroda sevgilimin göğsünde uyurken de. Aşık olduğum zaman kendime asla şaşırmam. Peki kim bu “sevişen çocuklar”? Aşık olacağı ruh ya da sevişeceği beden konusunda, seçim hakkının sadece kendisine ait olduğunun farkında olan ve bununla gurur duyan çocuklar. Onlar hayata, hayat onlara aşık. “Sevişen Çocuklar Matinesi”nde neler oynuyor? Bu matinenin film arşivi oldukça büyük. Aşk, yalnızlık, kendinle hesaplaşma ve gerçekle karşı karşıya gelmenle ilgili filmler oynuyor. Hayattan bağımsız değil hiçbiri. Her sahnede, birisinin 'ben bunu yaşamıştım' diye bağırdığını duyuyorum. Bu matineye kimler gidiyor? Az önce bahsettiğim 'sevişen çocuklar'. Kimi sevgili, kimi yalnız, kimi kızgın, kimi ölmek üzere, kimi de yeni doğmuş… Biletleri nerden alınıyor? Biletleri her yerde bulmanız mümkün. Sokakta yürürken, otobüsle bir yere giderken ya da bir yerde tek başınıza otururken, size matineye fazladan bir bileti olduğunu ve sizinle paylaşmak istediğini söyleyen biriyle karşılaşmanız kaçınılmaz. Siz yeter ki, bakışlarınızı sessizliğe ve başka gözlere bağışlayın. “aşk ve şiddet her zaman doğru orantılıdır”
Ne şiir ne de düzyazı. Ne öykü ne roman… Günlüğe düşülmüş notlar, sayıklamalar sanki yazdıkların… Yazdıklarımı bir türle sınırlandırıp ne o yazım türüne, ne de yazdıklarıma haksızlık etmek istemiyorum. Ama sözcüklerimin en çok şiirin sokağına uğradığını söyleyebilirim. Duygularımın yaşadığı coğrafyayı sınırlamaktan kaçtım. Uyanıkken ve uykudayken sayıkladım, ve sonunda hep sıçrayarak ayağa kalktım. Harflerle ve sözcüklerle oynuyorsun. Onları yeniden yaratmak, kurgulamak istermiş gibi… Kendi evimde, nasıl duvarların renginden abajurun şekline kadar kendim karar verip, orada yaşadığım dünyayı yaratıyorsam kitabımda da aynı şeyi yaptım. Sözcükleri ve harfleri, duygularımın nefes alıp yaşayabileceği bir yer haline getirmek için değiştirdim, sildim ya da birleştirdim. Ölüm, cinayet, kan… Her günün, ilişkinin, aşkın sonunu anlatmak için bunlardan başka yöntem yok mu? Her günün ve her aşkın, sonunda ya öldüğüne ya öldürdüğüne inandım hep. Aşk ve şiddet her zaman doğru orantılıdır. Bu yüzden, kalbim duygularımın hep karesini alıyor. Hiçbir zaman ortalama yaşayamıyorum. Ya çok mutluyum, ya çok mutsuz. Ya çok aşığım, ya çok yalnız. Bu çok yorucu belki, ama çok gerçek. Bu sayımızın dosya konusuna da denk düşüyor bu kitap. Ten ve tutkuyla yoğrulmuş günleri, anları
anlatıyor. Ten ve tutku kelimesini birbirinden ayırmayı başaramadım hiçbir zaman. Ten çok dürüsttür, asla yalan söyleyemez. Ben bütün gerçekleri tenden öğrendim ve bana söylenenleri, tenleriyle yüzleştirip doğruluğunu ya da yanlışlığını kanıtladım. Bu yüzden kimilerinin teninden geçtim ya da onlara sadece tenimle teğet geçtim. Ama her zaman en güzel sözcüklerimi, dokunduğum tenlere yazıp, ya oradan kağıda aktardım ya da sır olarak sakladım. Hepsinde de mürekkebim tutku oldu. Ve son olarak, tenin hafızası çok güçlüdür; asla unutmaz ve unutturmaz. “umay umay sessizliğiyle bile o kadar çok şey anlatıyor ki”
İstanbul sürekli karşımıza dikiliyor kitapta. Evler, sokaklar, insanlar yalnızca orda yaşıyor sanki… Öyle ki İstanbul olmasaydı bu kitap da olmayacakmış gibi hissediyoruz. İstanbul… Beş yıl önce gördüğümde aşık oldum ve onunla flört etmeye başladım. Bütün aşklarımda, yalnızlığımda ve rüyalarımda fonda hep İstanbul oldu. Size istediğiniz ve istemediğiniz her şeyi verebilir İstanbul. Bu büyü ve güç sadece ona ait. Sokağa çıktıktan sonra ne olacağını asla kestiremezsiniz. Dans edeceğiniz bir yere gitmek için dışarı çıkmışsınızdır, kendinizi kavga etmiş, eve dönerken bulabilirsiniz. Ya da sadece sigara almak için sokağa çıkmışsınızdır ve kendinizi çok hoş bir adamla ya da çok güzel bir kadınla aynı yatakta uyurken bulabilirsiniz. Türkiye'de pek çok eşcinsel için çok önemli bir ses, sözdür Umay Umay. Senin için de öyle olmalı ki kitabını ona adamışsın. Bir süredir, ortalıkta 'gay ikonu' olmak için hevesle adaylığını ortaya koyup, bundan prim sağlamaya çalışan insanları şaşkınlıkla izliyorum ve Umay' ın yaptıklarının bir kez daha altının çizilmesinin gerektiğini düşünüyorum. Herkesin 'travesti', 'eşcinsel' kelimelerini bile kullanmaya korktuğu zamanlarda Umay, kitabında, travestilere, eşcinsellere aşık olduğunun ve yeterince masum olduklarının çığlığını attı. Çıkardığı kitapları, onu “rüya duvarlarından indirmeyen bu ülkenin bütün güzel çocuklarına, bütün eşcinsellere” adadığını söyledi. Bundan on yıl önce, 'Siyaset Meydanı' adlı televizyon programında eşcinsel aşkı savunduğu için bazı kişilerin verdikleri tepkiyi, her yıl aynı görüntüyü yayımlayarak pekiştirmeye ve onu marjinal başlığı altında saklamaya çalıştılar. O zaman gözlerim, 'gay ikonu' adaylarını ve diğer güzel çocukları aradı ama hiçbirinden ses gelmedi. Umay'ın şarkısındaki gibi; “kalbim acıdı, o kadar”. Benim içinse Umay, tüm bu olanların çok daha ötesinde. Yazdıklarıyla ve bana olan sevgisiyle korunduğum, güç aldığım, buzdan sarayındaki koltuğunda yanarak kraliçe olan, edebiyatın en güzel kadını. Sessizliğiyle bile o kadar çok şey anlatıyor ki… Bundan sonrasında neler bekliyor bizi? Çekmecende neler var? Şu an çekmecemde veda ettiğim çok özel bir aşk ve bu vedayla başlayan yeni bir kitap var. Bu kitapta ayağımı hiç frene koymadan gidiyorum. 'Sevişen Çocuklar Matinesi'nin devamı niteliğinde olacak ama kurgusu daha farklı. Ve karakterleriyle yavaş yavaş tanışmaya başladığım bir roman var. Yazdıklarımı okudukça, yaşadıklarımın boyutlarını daha net ortaya koyup hemen kendime sarılıyorum.
49
satır arası
sevgisiz bir çağın sevgi'li yazarı:
bilge karasu salih canova salih@kaosgl.org
50
Bilge Karasu üzerine yazmak! Bir türlü başlanamayan, başlanınca devam edilemeyen, yarım kalan ve bekledikçe her şeyi bir yandan acıya dönüştürürken, diğer yandan verilmiş sözlerin tutul(a)mamasının utancına dönüştürmesi… Neden bir türlü sözcüklerine taptığım bir yazardan çok, bir iç ses gibi bağlı olduğum Bilge Karasu üzerine yazamadığımı düşününce kendime samimiyetle verebildiğim tek yanıt bunu yapmaya “cüret” edemediğim oluyor! Bilge üzerine, Bilge'nin yazdıkları üzerine yazmaya kalkışmak her şeyden önce bir cüret meselesi. Hele de insan, bir edebiyatçı olarak değil, sıradan bir okur olarak bu işe kalkışıyorsa, her gün bir başka güne ertelenen ve ertelendikçe ağırlaşan bir yüke dönüşüyor “yazmak”… Bu nedenle Bilge Karasu metinlerine dair kapsamlı bir yazı yazmak yerine “Bilge Karasu Sevgisi'ni” Bilge Karasu'nun sevgi ile ilişkisi üzerinden yazmak, karanlığı yazan bu adamın sevgiden nasıl beslendiğini anlatmak daha kolay, daha “hafif” geliyor bana… Bilge Karasu'ya ait her sözcük, insanın en derin, en karanlık, en kötücül yanına da; en sevgili, en umut vaat eden, en insan yanına da, benzerine kolay rastlanmayacak bir mesafeyle yaklaşabilmenin kahreden hüznünü taşır her şeyden önce… İlk kitabı 'Troya'da Ölüm Vardı'dan, ancak ölümünden sonra yayımlanabilmiş ve kokusunu Bilge'nin duyamadığı son kitabı 'Altı Ay Bir Güz'e kadar tüm kitaplarında insanın trajedisini yazarken, sevgi ve bu sevgiden beslenen umut hep tüm diriliğiyle yanı başındadır sözcüklerinin. Yapıtlarında yarattığı
karanlık atmosferin içinden sevgiyi ve umudu bir şekilde çekip çıkarır, okurunu olan biten her şeye/okuduklarına rağmen sevgisini, umudunu yitirmemeye davet eder. Belki de Bilge Karasu okumanın en önemli yanı her bir sözcüğü okurken yeniden sevmeyi öğrenmektir. Karasu metinleri, iyilikler ve kötülükler olarak ikiye bölünmüş bir dünyanın samimiyetsizliğinden değil; iyiliğin de kötülüğün de aynı anda, aynı yerde, aynı kişide ama farklı ölçülerde varolabileceğinin samimi bilgisinden beslenir. Bu bilgi, yazarı yazdığıyla mesafelenmek için ustalığa zorlarken okurun da metinde kendine bir yer edinmesini zorlaştırır ve okur metni elinden bıraktığı an kendine, kendi kalbine dönerek kendisinin bu metnin ve dolayısıyla yaşamın neresinde durduğuna, ne kadar iyi ve ne kadar kötü olduğuna dair samimi bir sorgulamaya girişir. Bu sorgulama okuru yer yer rahatsız edici gerçeklerle karşılaştırsa da okurun dışındaki sevgisiz dünyanın değişiminin ancak bu dünyanın bir parçası olduğunu kavramasıyla ve dünyayı değiştirmenin, önce kendini sevmeye başlamasıyla mümkün olabileceğini anlamasına yardımcı olur. Bilge Karasu, okuru yaşamdan, yaşamı da yazdıklarından soyutlamaz. Okuruna mutlu sonlar sunan metinler değildir yazdıkları; çünkü kendisi de mutluluğun peşinde değildir. “Aradığımın mutluluk olmadığını, olmayacağını anladım geçen yıllar içerisinde; mutluluğun tanımı nasıl yapılırsa yapılsın… Ya da küçücük bir “umudun” gerçekleşmesi ne getiriyorsa ona mutluluk adını veririz olur biter…” der Göçmüş Kediler Bahçesi'nin zamansız masalında. O, kendini ve dünyayı eşitlik içinde sevmenin bilgisini arar ve bunu yazar. Bu sevginin yaşamın acısını katlanılır kılabileceğini, umudun ancak sevgiden
tutmuştur. Ölümünden önce Füsun Akatlı'ya emanet ettiği notlarından derlenen 'Öteki Metinler' isimli kitabının eşcinselliği ele aldığı “Özel Günlük” bölümünde “Bir erkeğin erkeklere bakması, bakmaktan hoşlanması, onlarla sevişmek istemesi, bütün yaşamını bu özek çevresinde kurmuş olması ne demektir?” diye sorar erkekler arasındaki sevgi ilişkilerini sorgularken ve yanıtlar; “Her şeyden önce, ayrı bir dil konuşması”. Sevgi burada Karasu için dilin kendisine dönüşür ve kendisine dili tek umut olarak görüp görmediği sorulduğunda da “Baygın yatmıyorsanız, ölü değilseniz ya da acıyla kıvranmanın dayanılmaz bir noktasında değilseniz, dil, içinizden çıkamıyor bile olsa, içinizde işlemektedir. İşitecek tek bir kulak varsa, sizinki değilse o kulak, büyük olasılıkla bir dil daha işleyebilir. Karanlığı kudurtmağa yeter bu!” diyerek bir noktada sevginin, türü ne olursa olsun “son umut” olduğunun altını bir kez daha çizer…
türeyebileceğini, sevginin yaşamın özünü oluşturduğunu söyler. 'Altı Ay Bir Güz'de İsabey, küçük Kerimcik'e “Sevmeyi öğrendiğin gün eksiğin kalmayacak” derken, sevginin mutluluğu da huzuru da tamamladığını söyler aslında. Yine aynı kitapta “Sevgi görmemiş olan, sevgi gördüğünü güneşe çıkıp soluyan bir kertenkele hazzı ile anlatana biraz kızar. Çoğu zaman düşünülmeyen şey şu; İnsan sevgi görmüş ya da görmemiş olabilir ama önemli nokta, sevgi gördüğü ya da görmediği yolunda beslediği düşüncedir.” diyerek sevgisizliğe, sevgisiz bırakılmışlığa dair düşüncelerimizin de bizi sevgisiz bırakabileceğini, sevgi ya da sevgisizliğin sadece eylemle değil; düşünceyle de varolabileceğini vurgular. Bilge Karasu metinlerinde sevgi öylesine temel bir unsur olarak yer alır ki avın avcıya, kurbanın cellada duyduğu sevginin bile bir sevme biçimi olarak anlaşılabilirliği sorgulanır. “Avından El Alan” isimli öyküsünde “sevmenin simgesel olarak da gerçek olarak da yemekten başka bir anlama gelmediğini” düşündüğünü söyleyerek kendisini avlayan balıkçının kolunu kapan orfinozla balıkçı arasındaki “sindire sindire” sevginin masalını anlatır. Türk edebiyatının ilk eşcinsel sevgi öyküleri de Bilge Karasu'ya aittir. 'Troya'da Ölüm Vardı'da yoğun imgeler kullanılarak anlatılan iki erkek arasındaki sevgi ilişkisi 'Kılavuz'da, 'Narla İncire Gazel'de gitgide daha belirgin, daha görünür bir hal almaya başlar. 'Troya'da Ölüm Vardı'nın kahramanları birbirleriyle içsesleriyle iletişim kurarken, 'Kılavuz' ve 'Narla İncire Gazel'de birbirlerini seven erkekler birlikte duş alacak, aynı yatakta uyuyacak kadar yaklaşırlar birbirlerine. Karasu, eşcinsel sevgileri yapıtlarında işlemek dışında eşcinselliğe dair fikirlerinin yer aldığı notlar da
Bilge Karasu metinlerinde yoğun olarak yer alan bir başka sevgi biçimi de hayvan sevgisidir. Başta kediler olmak üzere tüm hayvanlara karşı duyduğu sevgi ve insanların hayvanlar üzerindeki egemenliğinin acımasızlığı hemen hemen tüm yapıtlarında vurgulanır, bu sevginin derin gözlemlerle zenginleştirildiği metinlerinde kahramanları insanlardan çok hayvanlar olmuştur. Diğer yandan insan ve hayvan arasında kurduğu ezen-ezilen ilişkisi üzerinden sık sık iktidar kavramını da sorgular Karasu, hayvanlarla kurduğumuz ilişkilerin “onlara bakmaktan/evsahipliği yapmak”tan öte, onları yaşamımızın ortakları olarak görüp onlarla iktidardan arınmış ve sevgi dolu ilişkiler kurmamızı, sevginin iktidar içermemesi gerektiğini öğütler. 'Narla İncire Gazel'de “Hayvanlara, yeniden, saygı duyulamaz mı? Hayvanların, bitkilerin kendi dirim ortakları olduklarını anımsayamaz mı insanlar? İçten duygular, güzel düşüncelerle kurbanların sayısını azaltmak yetmez” derken sevgi hayvanlar özelinde eşitliğin, eşitçe yaşamın bir unsuruna dönüşür yeniden. “saygı duymak” ya da “acımak” yetmez Karasu'ya, bizim dışımızdakilerin de yaşayabilmesi için onları sevmek şarttır! Yaşadığımız çağın acımasızlığı her şeyden çok sevgisizliğimizle/sevgisizlikle açıklanabiliyor ne yazık ki. “Zaten ürkmüş kedileri bile ürkütmeyi maharet sayanlar”ın dünyasında, her gün ürkerek, ürkütülerek yaşamının çatısını kurmaya, bu çatı altındaki yaşamı devam ettirmeye çalışan herkesi, umutsuzluğa yenik düştüğü anlarda “umutla sevebilmek” için Bilge Karasu okumaya davet ediyorum. En büyük karanlıkların içinde dilini işletebilmek, hiçbir şey için değilse bile, “varım” diyerek karanlığı ve sevgisizliği kudurtabilmek için; Bilge Karasu okumaya…
Türk edebiyatının ilk eşcinsel sevgi öyküleri de Bilge Karasu'ya aittir. 'Troya'da Ölüm Vardı'da yoğun imgeler kullanılarak anlatılan iki erkek arasındaki sevgi ilişkisi 'Kılavuz'da, 'Narla İncire Gazel'de gitgide daha belirgin daha görünür bir hal almaya başlar.
51
kulis “diğerlerine benzememek
çirkin olmak demek”
52
Oyun Deposu yepisyeni bir tiyatro topluluğu ve üretim alanı. geçenlerde bir arkadaşımız vesilesiyle izlediğimiz oyunları 'Çirkin İnsan Yavrusu'nun sonunda alkışlamaktan şişen ellerimize bakınca kaos gl sayfalarında kendilerine yer vermemiz gerektiğini düşündük. Ekipteki arkadaşlar da sağ olsunlar bizleri kırmadılar ve sorularımıza aşağıdaki güzel yanıtları verdiler. Bundan sonra her yerde takipçisi olacağımız ekibi ve enfes oyunlarını 16. LGBTT Onur Haftası etkinlikleri kapsamında izleyebileceğinizi hatırlatarak röportaja geçiyoruz… bawer çakır
katkıları için güzeller güzeli arkadaşım Seyhan Arman'a teşekkür ederek…
Ekibi tanıyabilir miyiz? Nasıl bir araya geldiniz? Aslında Ceren hariç hepimiz Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarı'nda aynı dönemden arkadaşlarız. Maral, Modern Dans Bölümü'ndendi. Arkadaş olarak görüşmeye devam ediyorduk. Bakırköy Belediye Tiyatroları'nda Gülce'nin yönettiği oyunla yeniden bir iş üzerinden bir araya geldik. Oyun Deposu fikri de bu oyunun prova sürecinde oluştu. Öncelikle oyunu çok beğendiğimizi belirterek başlayayım. Oyun 3 “ötekileştirilmiş” kadının birbirine dolanan hikâyesini anlatıyor. Kurgusuyla da yaşananların nasıl da bir yumağa benzediğine işaret ediyor gibi. Tahammülsüzlüğün ayyuka çıktığı, eşcinsellerle, Kürtlerle, türbanlılarla komşu olunmak istenmemesinin yüksek yüzdelere tekabül ettiği bugünlerde “Çirkin İnsan Yavrusu” nasıl çıktı ortaya? Tiyatroda güncel olanın karşılığını bulamadığı üzerine konuşuyorduk. Konuşmaktansa iş üretelim diyerek başladık aslında. Sonrasında ortak derdimizin bu ülkede özgün kimlik geliştirmenin güçlüğü olduğuna karar verdik. Yani Ermeniysen, Kürtsen, eşcinsel ya da muhafazakârsan toplumun seni kapattığı bir alan var. O alanın dışına çıkmak da, içinde var olmak da çok güç.
Bu mesele üzerine sorularımız bizi 'Çirkin İnsan Yavrusu'nu ortaya çıkarma sürecine itti. Oyun biraz da bir arada yaşamı arzulayan bir dille selamlıyor izleyenleri. Empatinin de ne denli güçlü bir anahtar olduğunun altı çiziliyor gibi. Oyunu izleyenlerin nasıl bir hisle ayrılmasını istiyorsunuz oyundan? Herhangi bir şekilde seyircinin kendisiyle karşılaşmış olmasını istiyoruz. Bizim bakış açımızdan kendilerini görmüş olmalarını… Çünkü oyunun önyargılı bireyleri ile önyargıya, müdahaleye maruz kalan karakterleri aynı bedende vücut bulabiliyor. Seyircinin bu iki halle de yüzleşmesini sağlamak temelde amaçladığımız şey. Oyunu çalıştığımız süreçte biz de tam böyle bir yoldan geçtik aslında. Ezilen ve ezenlerin rol değişimlerinde, ayrımcılığı günlük kullanılan ifadelerle, cümlelerle, kısacası ayrımcılık klişeleriyle ifade ediyorsunuz. Üstten bir dil kullanmak yerine daha ortalama ifadeleri seçmenizin özel bir nedeni var mı? Kimlik meselesi kavramsal açıdan tartışılan, kuramsal zeminde zengin bir literatüre sahip bir alan. Biz bu meseleyi güncel olanla, gündelik hayatla ilişkilendirme yolunu seçtik. Bunlar bir şekilde her gün her birimizin
ayrı şekillerde yaşadığı şeyler. Gerçek hayatla bağlantısının daha kolay kurulabiliyor olmasını istedik. Ortaya koyduğumuz yeni hiçbir şey yok. Sadece yapbozun parçalarını başka türlü yerleştirdik. Seyircinin ilk kez duyduğu bir şeyi söylemektense insanların sürekli duyduğu şeylere başka bir yerden bakmalarını sağlamayı hedefledik. Klişe söylemleri kullandık. Çünkü klişe olan, sorgulanan ve üzerine düşünülen bir şey değil. Biz “bu klişe söylemlere bir de bizim gözümüzden bakın bakalım buradan nasıl görünüyor her şey” deme yoluna gittik. “ötekileştirildiğin zaman çirkin olarak tanımlanıyorsun zaten” 'Çirkin Ördek Yavrusu'nu biz LGBT bireyler hep bir eşcinsel öyküsü olarak okuduk. Yalnız olduğunu düşünen kuğu, ki hikâyenin eşcinsel karakteri bu kuğu, kendi gibi kuğuları bulduğunda özgür ve mutlu; ayrıca aidiyet duygusu da hissediyor. Derdinizi bu masal üzerinden anlatma fikri nasıl çıktı ortaya? Öncelikle ötekileştirildiğin zaman çirkin olarak tanımlanıyorsun zaten. Bu tanımlar o kadar öğretilmiş ki. Çocukluğumuzdan beri dinlediğimiz bu masalda da bunun izleri var. Diğerlerine benzememek çirkin olarak tanımlanmak demek. Ancak masalın finali bizim için bir soru işaretiydi. Çünkü palaz kuğu olup kendine benzeyenlerin arasına katıldığında güzel olduğunu fark edip, güzel olarak tanımlanıyordu. Bu aidiyet durumunun ve kendine benzeyenlerin içinde var olmanın da kendi içinde ayrı tuzakları var. Bizim vurgumuz palazın ayna gibi parlayan suda kendini gördüğü an oldu. Masalı o noktada kestik. Bu tabiî ki bir final değil. Ama kendiyle yüzleşme, zorlu bir yolda kat edilen en önemli mesafe. Bir cemaate dâhil olma, o korunaklı alanda yaşama ve kendini orada güzel ya da değerli bulma değil bizim önermemiz. Haziran ayının son haftası düzenlenecek olan LGBTT Onur Haftası'nda da sergileyeceksiniz bu oyunu. Neler hissediyorsunuz? Oyunu kalabalık bir LGBTT kitlesinin izleyecek olması sizde nasıl bir his uyandırıyor? Oyundaki gibi bir Kürt, bir başörtülü ya da bir eşcinsel olunsa da önyargıların açığa çıktığı bölümde kendine ait bir karşılaşma yaşamak olası. Bu karşılaşmada herkesin kendisiyle yüzleşebileceği bir şeyler var. Bir eşcinselin
eşcinsel olmayan bir oyuncu tarafından ifade edilmesi ve karşılığını bulmuş olması çok kıymetli bizim için. Oyunun hazırlık sürecinde izlediğimiz Esmeray'ın tek kişilik gösterisinde ya da 'Pembe Gri'de eşcinsel bireyler kendi hikâyelerini anlatıp kendi karakterlerini canlandırıyorlardı. Güncel hayatta ne durumda olduklarını dinleme ve anlama fırsatımız oldu. 'Çirkin İnsan Yavrusu'nda ise bir karakter yaratılıyor ve yaratılan karakterin güncel hayatta karşılığını bulmuş olması çok heyecan verici. “prototipleri biz yaratıyoruz” Bu yılki Onur Haftası'nın teması “bir arada yaşam”. Oyununuzun bu temaya vurgusu da bariz. Bu ilginç tesadüfle ilgili birkaç söz rica etsek? Oyunu çalıştığımız süre boyunca Türkiye'de sözünü ettiğimiz kimlik meselesi üzerinden pek çok olay yaşandı. Ve her geçen gün başka kesimler arasında uçurumlar yaratıldı. Biz hep yan yana durma becerisini geliştirme olasılığı üzerine konuşup durduk. Medyanın ve çevremizde olup bitenlerin manipülasyon gücüne kendimizi kaptırmamak için ayık durmaya çabaladık. Talimhane'de oynadığımız iki gecede de transeksüeller, travestiler, eşcinseller, Kürtler, başörtülüler, Ermeniler ve pek çok farklı çevreden insanlar yan yana oturuyorlardı. Bu yan yana geliş bizim için o kadar anlamlı ki. Tüm o süreçte hayalini kurduğumuz toplumsal yapı orada yanı başımızdaydı. Oyuna, toplumdaki tüm kutuplaşmalara rağmen birbirine yüzünü dönmüş ve birlikte özgürleşeceğine inanarak mücadele eden insanlara neler söylemek istersiniz? Belli cemaat yapılarına yaslanmadan, aidiyetten doğan güven duygusuna sığınmadan bir arada yaşayarak öğreneceğiz çok şey var. Kim olduğumuzu ve karşımızdakinin aslında kim olduğunu ancak birbirimizin hayatında var olarak bulabiliriz. Başkalarının kimlikleri üzerine tanımadan, tanımaya fırsat vermeden, bilgisizce saldırmak çözüm değil. Bir eşcinsel, muhafazakâr ya da Kürt prototipi yok aslında. Bunu biz yaratıyoruz. Bunu belli korkular oluşturarak yaratmaya çalışanlara izin veriyoruz. Kendimize müdahale edilmesinden hoşlanmazken karşı tarafa müdahale etmekten ya da saldırmaktan çekinmiyoruz. Sanırım en önemli nokta kendi yaşadıklarımız üzerinden başkalarına da bakabilmeyi becermek.
Çirkin İnsan Yavrusu Konsept: Oyun Deposu Yöneten: Maral Ceranoğlu Dramaturg: Ceren Ercan Kostüm Tasarımı: Tomris Kuzu Işık Tasarımı: Cem Yılmazer Yaratıcı Ekip, Oyuncular: Yelda Baskın, Gülce Uğurlu, Elif Ürse Oyun Deposu'nun ilk çalışması olan 'Çirkin İnsan Yavrusu'; üç kadının kimliklerini oluşturma süreçlerini ve bu süreçte toplumun önyargılarıyla baş etme çabalarını ele alıyor. Birbirine teğet geçen biri eşcinsel, biri türbanlı, biri Kürt üç kadının ortak deneyim alanlarını görünür kılan oyunun temel yaklaşımı; aynı toplumda bir arada yaşayan insanların yan yana durma becerisini geliştirme olasılığı. Oyun; önyargı, müdahale, özgünlük gibi kavramlar üzerinden kimliği oluşturan dinamikleri, toplumsal tepki alanlarından yola çıkarak tartışmaya açmayı hedefliyor.
53
kütüphane
salih canova koygocuren@gmail.com
kutsal kitap
kitaplık İşte Böyle Güzelim
Pusudaki Ten
Ayşe Gül Altınay, Esin Düzel, Hülya Adak, Nilgün Bayraktar Sel, Hikâye
Mehmet Ergüven Agora Kitaplığı, Deneme
Kadınların kadınlara anlattıkları cinsellik hikâyeleri önce söze sonra bu kitaba döküldü.
Şiirler Sappho YKY, Şiir
Tarihin en ünlü lezbiyeni şair Sappho'dan kalan kırık dökük parçalar yüzyıllar sonra bile hala çok canlı ve etkileyici.
Mağdurun Dili Nurdan Gürbilek Metis, Deneme
Bu kez edebiyatın dışlanmışlıkla kesiştiği alanda dolaşan Gürbilek çoğu zaman klişelerle yaklaştığımız mağdurluğa edebiyatın nasıl ışık düşürebileceğini anlamaya çalışıyor.
İbrahim'in Beni Terketmesi Bejan Matur Metis, Şiir
Matur otuz üç yeni şiiriyle hafızamız olmaya devam ediyor.
54 keditörün kitabı
Cinsiyet Belası Judith Budler Metis, Araştırma 1990'da yayımlandığında feminist kuramda ve toplumsal cinsiyet araştırmalarında çığır açan, queer kuramın öncü metinlerinden sayılan Cinsiyet Belası nihayet Türkçede. Cinsiyet, toplumsal cinsiyet ve arzu arasında belirli bir süreklilik varsaymak kimlik politikalarına nasıl kısıtlamalar getirir? Cinsel farklılığın oluşumuna dair yapısalcı psikanalitik değerlendirme, Freud'un melankoli kuramıyla harmanlanarak yeniden ele alındığında ortaya nasıl bir tablo çıkar? Beden yüzeyindeki toplumsal cinsiyet iz ve imlerinin uyumsuz, çakışan, çatışan, kargaşaya yol açan türden birliktelikleri yoluyla "cinsiyet belası" çıkarmak, toplumsal cinsiyetin hüküm süren kısıtlamalarından bir nebze olsun özgürleşmek mümkün müdür?
'Pusudaki Ten', cinselliğin en karanlık yanı olan cinsel fantezilerin şekillendiği ilişkiler düzleminin yani "mahrem"e özgü olanın bireysel ve toplumsal alanda neye denk düştüğünü sorguluyor. Mehmet Ergüven 'Pusudaki Ten'de resimden sinemaya, müzikten mitolojiye, tarihten edebiyata geniş bir kültürel çerçeve içinde penis boyu takıntısından ayak fetişizmine, kıldan dışkıya, çıplaklıktan mastürbasyona hazzın hemen tüm uyaranları ve biçimleri üzerine geniş bir tartışma alanının kapılarını aralarken, gündelik yaşamda sözü edilmeyeni gündelik sözcüklerle -düpedüz argoyla- anlatmayı deneyerek her ne kadar bir risk alsa da müstehcen olanı bayağılaştırmadan, argoyu erkek egemen bir şiddet söylemine dönüştürmeden keyifli ve zihin açıcı bir okuma sunuyor okuruna. Bedenimizle ve başka bedenlerle kurduğumuz ilişkiler bilincimizi nasıl ve ne ölçüde yansıtıyor? Cinsel hazlarımız bedenimizi ve bilincimizi mutlu kılan masum birer haz mı sadece? Hazlarımız güç ve iktidar ilişkilerinden ne ölçüde besleniyor, bu ilişkilerin hangi yanında duruyorlar? İğrenç olanın haz nesnesine dönüştüğü yer neresi? Çıplaklık bir tuzak mı? Tüm bu sorulara ve benzerlerine yanıt arayan kitaptaki denemeleri okurken kendi kendinizle yüzleşebilir, okurunu huzursuz etmek isteyen satırların arasında kimi zaman bu yüzleşmeden utanç duyarken kimi zaman da hazlarınızla derin bir hesaplaşmaya girebilirsiniz. Mahreme ait olanı sorguladığı, mahrem olandan söz ettiği için, yayımlandığında "Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu"nun kararı ile "müstehcen" bulunan 'Pusudaki Ten' yayımlanışından 10 yıl sonra hakkındaki tüm "ahlaksız" yargılardan ve yargılanmalardan beraat etmişliğin küstahlığı ve bir klasik olmanın gururuyla hatırlanmayı ve tekrar tekrar caravaggio-amor vincit omnia okunmayı hak ediyor.
"Saç ve kirpikte masumiyetini koruyan kıl, kasık nahiyesine vardığında nihai cinsel kimliğin göstergesine dönüşmüştür. Bu nedenle palabıyık ve kıllı göğüs her ne kadar aldatıcı olsa da, her an sikmeye hazır maçonun en büyük silahıdır. Öte yandan, kıl fetişizmiyle gündeme gelenlerin, kıllı vücuduyla övünenlerden çok ona imrenenler arasından çıkması hayli ilginç bir olgudur bizim için - kıllı kol ya da göğüs karşı cinsin cinsi cazibesini pekiştiren mücella tene meydan okuyarak, sahibinin cinsel kimliğiyle ne denli özdeşleştiğini gösterir. Tişörtten taşıp alyansı örten kıllar, goril-erkeğin tüysüz adam karşısındaki mutlak zaferidir; en azından kaymak tenli Adonis'i palabıyıklı hemcinsinin arkasında tasavvur etmekte epey zorlanırız; pürüzsüz cildiyle doğası gereği seyredilmeye aday olan erkeğe, kadından önce erkeğin göz koyduğunu da unutmayalım." pusudaki ten, mehmet ergüven
bozuk plak kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner taşarım! santogold / santogold philadelphia'nın yokuşlarından new york'un arka sokaklarına, oradan da dünyanın her şehrine sesini ulaştırmış santi white, sahne adıyla santogold şimdiden 2008'in en iyi albümlerinden biri olarak taçlandırıldı bile. new wave, punk, black pop, alternative, urban electronica olarak nitelenen ve vahşilik sınırında dolaşan şarkılarıyla en iyilerden biri olarak anılmayı sonuna kadar hak eden bu hanım kızımızın m.i.a., the gossip, noissettes, el perro del mar ve blondie karışımı bir müzik icra ettiğini söylesek herhalde kafanız karışacaktır. emin olun ki bu karışıklık oldukça zihin açıcı bir macera demek. çiğ, kızgın, yırtıcı, yer yer psikopat sayılacak kadar sakin, öfkeli ama bir yandan da şefkat bekleyen bir kadının günlüğünün sayfalarını gizlice okuyor hissi veren 12 şarkılık bu albümü arşivine almayanlar hakkında soruşturma açılabilir. ne denli mühim bir kayıt olduğunu başka nasıl anlatabilirim emin değilim an itibariyle. sahnede zeyna'ya dönen santogold'un, konserlerini afrika ormanlarına çevirdiği dolaşıyor dilden dile. internete düşen sahne görüntülerini izleyip bu konuda ne kadar haklı olduklarını kendi gözlerinizle görmenizi salık veriyor, “you'll find a way”, “l.e.s. artistes”, “lights out” başta olmak üzere tüm albüme “tikel” diyorum. fikir edinmek için: www.myspace.com/santogold
gencim, güzelim, seni üzerim
bawer çakır bawer@kaosgl.org
maça dörtlüsü hande yener / hipnoz yener'den “nasıl delirdim?”i mumla aratan, yazdan nemalanma kaygısıyla aceleye getirilmiş yaz albümü. albümün ayşe hatun önal / sustuysam “çeksene elini” ile ağızları bir karış açık bırakan eski manken ayşe hatun'dan 4 yıl aradan sonra yepisyeni şarkılar. elektronik ve dans sularında yüzen albümün ilk hiti “kalbe ben” haftalardır herkesin dilinde. madonna / hard candy popun kraliçesinden hayal kırıklığı albümü. albümü dinlediğinizde aklınıza şunun gelmesi muhtemel: “timbaland madonna'yı kazıklamış.”
55
lykke li / youth novel isveç, müzik tarihine sayısız “ilginç” isim kazandırmış bir memleket. abba, ace of base, pain of salvation, in flames, bodies with organs, electric boys, roxette ilk akla gelen isveçliler. bu buzlu toprakların kasetçalarlarımıza en son armağanı 86 doğumlu lykke li. ilk albümünü mart 2008'de çıkartan ve albümün ilk single'ı “dance dance dance” ile herkesin kulak kesildiği bir isim olan li'nin vokali, sesini kullanım şekli ile “geçiyordum uğradım” hissi veriyor. şarkı bittiğinde kapıyı açıp gidecekmiş sanıyorsunuz. terk edilme gerginliğiyle dinlediğiniz şarkı bitip bir sonraki başladığında içinize ortalama 3.5 dakikalık bir rahatlama hissi doluyor ve hemen ardından iki şarkı arasındaki o gerginlik yeniden başlıyor. evet, albüm bir noktada bitiyor ama başa sarmak için çokça neden sunuyor insana. temiz, duru bir vokal, sakin ritimler, siyah ile beyaz arasında gidip gelen şarkı sözleri… şimdiden kendine hatırı sayılır bir dinleyici kitlesi edinen ve hakkında neredeyse herkesin olumlu şeyler yazdığı, dinlerken sakin bir ege kasabasında denize karşı lolipop emiyormuşsunuz hissi veren bu hanım kızımızı dinlememek için rakamla 5, yazıyla “beş” neden sayana isveç kraliyet akademisinden bir nobel. kaldı ki bundan iyisi şam ilindeki kayısı değil mi zaten? www.myspace.com/lykkeli
ayben / sensin o ceza'nın kız kardeşi olarak giriştiği serüveninde ismini belleklere kazıyan hip-hopçının yıllardır beklenen albümü. albüm beklentilerin altında, ortalamanın üstünde.
bawer top 5 1) santogold you'll find a way 2) lykke li dance dance dance 3) grup kutup yıldızı sevdadır 4) aynur doğan mim biriya te kiriye 5) hercules and love affair & antony blind
aynur doğan
sözlük hop-çiki-yaya mealleriyle isimler sözlüğü: mehmet murat somer
56
Bade: Şarap, içki demektir. Özellikle divan edebiyatınd a en çok sözü edilen sarhoş edici içkidir. Halk edebiyatında ise bade, aşk şarabı anlamında kullanılır. Hatta şairliğin, ancak Hızır'ı (Aleyhisselam) görüp elinden bade içince öğrenildiğine inanılır. Baha: Kısaltmadır. Bahadır, Bahar, Bahattin yerine kullanır. Yok eğer değildir diyenler varsa; Baha, paha yani eder, fiyat anlamındadır. Bu haliyle açıklayınca pek hoş olmuyor değil mi? Bahattin: Uzatmalı isimlerdendir. Aslı Baha'dır. Zengin dursun, çocuğa da zorluk olsun isteyenler Bahattin olarak kullanır. Bakınız Baha. Bahar: Dört mevsimden biri… Nadir olmakla birlikte Yaz insan ismi olarak kullanılmakta, Kış ve Sonbahar'a (halbuki son çocuğa pekâlâ yakışır) rastlanmamaktadır. Bahtiyar: Baht (talih, yazgı, şans, kısmet) + i (tamlama sesi) + yar (sevgili) = Sevgilinin talihi, bahtı anlamındadır. Açık olması iyi değildir, o zaman sevgilinin gözü dışarıda olur, insanı aldatıverir. Balaban: Bal (arıların ürettiği tatlı gıda maddesi) + a (yönlendirme sesi) + ban (banmak eyleminden emir) = Bala ekmek ban, parmak ban gibi, bala yumulunması gerektiğini belirten komut-isimdir. Balı kim sever? Ayılar… Bala kim yumulur? Yani… Banu: Eski dilde kadın, hatun, hanım demektir. Zaman içinde prenses, kraliçe gibi anlamlar da yüklenmiştir. Parmak uçlarında yükselerek yürüyen ve halkın sevgilisi olduğunu iddia eden Afrodit anlamı da vardır. Baran: Halk dilinden. Asma çubuğu veya sebze fidesi dikmek için açılan çukurdur. Bağcılık ve sebzeciliğin yaygın olmadığı yörelerde sabanın toprakta açtığı ize de baran denir. Günümüzde kısaca delik anlamındadır. Barış: Savaşmak karşıtı. Ya da bir savaşı sona erdirmek. İnsanlık elbette hırslarını aşıp barış içinde yaşamayı öğrenecektir diye umalım. İşte bu isim böylesine derin anlamlı umutları ifade eder. Barlas: Bar (içki içilen yer) +las (lastik kısaltması) = Bar lastiği. Bilindiği lastik argoda farklı anlamlarda kullanır. Bunlardan biri de prezervatiftir. Barda satılan, sunulan ve hattâ kullanılıp tüketilen prezervatif anlamındadır. Başar: Baş (yani kafa, kelle) + ar (utanmak, hicap etmek) = Utanılacak kafa (yapısı). Fiziksel kafa görüntüsünden ziyade kafanın içindeki düşünceleri temsil eder. Hepimizin zaman zaman utanmaz şeyler
düşündüğü, aklından geçirdiği olur. Kimine fantezi der geçeriz. Batu (Batuğ): Vardır efendim tarihte bu isimde birileri. Ancak bilindiği gibi, özellikle şarkı söylerken bazı ı seslerinin u olarak söylenmesi yaygındır. Acı kelimesinin acu olarak terennümü gibi… Böyle bakarsak, ki bence bakılınmalıdır, batu kelimesi aslında batı (doğu karşıtı yön) kelimesinin söyleniş ile bozulmuş halidir. Baycan: Sakızdır. Bayhan: Bay (mektup zarfı üstü yazısında erkek hitabı) + han (yolcu konaklama evi) = Erkeklerin kaldığı, sadece erkeklere mahsus otel. Günümüzde sadece eşcinseller gider böyle yerlere. Amerika ve Avrupa'da sadece öööylle müşterilere hizmet eden oteller, moteller, tatil köyleri vardır. Çok merak edenler internette veya Spartacus rehberinde arar bulur. Baytekin: Flash Gordon çizgiromanı ve filmlerine Türkiye'de uygun görülmüş isimdir. Bedia: Ölümsüz sanatçı (ama nasıl olduysa öldü, inanamadım) Bedia Muvahhit'in adı. Kendisi Türk tiyatrosunun gördüğü en büyük yetenek olmasa da, en zeki, hınzır, esprili kişilerden biridir. Anekdotları efsanevidir. İnşallah Ayşe Kulin bir ara onun da harika bir biyografisini yazar. Begüm: Bir ara kadınlar arasında moda olmuş topuz saç modeli. Taşıyana, topuza adını veren Begüm Ağa Han gibi ağır hanımefendi bir hava kattığı iddia edilir. Behiye: Bir zamanlar Maksim gazinosunun kadrolu assolistliğini yapan Türk Müziği şarkıcısı Behiye Aksoy'u tanımlayan isim olmakla birlikte, Perihan Mağden'in İki Genç Kızın Romanı kitabı ve peşinden aynı adlı Kutluğ Ataman filmi ile tombalakça, becerikli, saldırgan duygu ve dürtülerini her zaman dizginleyemeyen, lezbiyen çağrışımlı genç kız olarak anlam değişimine uğramıştır. Beliğ: Ben, şahsen sonu yumuşak g ile biten isimleri sevmem. Söylerken içim bir hoş oluyor. Bu da onlardan biridir. Beliye: Eski dilde beliyye. Bela, felaket, sıkıntı, dert demektir. Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın kitaplarında sıkça geçer. Belma: Bel + ma (= Farsça su, bulmaca dili bilgisi) = Bel suyu, meni, ersuyu anlamındadır. Örnek: “(argo) Belim geldi” Bennu: Ben (birinci tekil şahıs zamiri) + nu (yani nü, çıplak anlamında) = Ben çıplağım. Buradaki çıplaklık
B
kimi teşhircilerin savunduğu gibi bedensel çıplaklık olmayıp gayet felsefidir. Kastedilen ruhun ve bilincin çıplaklığı, yoksunluğudur. Gelişme isteğini, farkındalık ve şuur artışı isteğini simgeler. Pek çok felsefi ve dinsel disiplinde amaçlanan ruhun, bedenin ve bilincin gelişimi, şuurlanmaktır. Berk: Tek heceli isimleri sevmem. Seslenmesi zordur. İllâ kullanmak icap ediyorsa 'e' sesi kapalı telaffuz edilmelidir. Berna: Genç, atılgan, kütür kütür delikanlı demektir. Nasıl olmuşsa olmuş kadın olarak da kullanılmıştır. Betül: Kökeni betil, yani bakire, dokunulmamış kadın demektir. Rahibe mi olsun istiyorsunuz? Bihter: Halit Ziya Uşaklıgil'in ünlü romanı ve aynı romandan yapılan unutulmaz televizyon dizisi Aşk-ı Memnu'nun baş kadın kahramanı. Babası yaşındaki zengin Adnan Bey'le evlenip, yeğeni maceraperest Behlül ile yasak aşk yaşar. Halit Refiğ'in yönettiği dizide Bihter rolünü oynayan Müjde Ar bir anda yıldız olmuştu. Biket: İşte bakire anlamına gelen bir isim daha! Bilal: Bil (bilmekten emir) + al (kırmızı renk) = Kırmızıyı bil, görünce tanı anlamındadır. Bilindiği gibi renk körlüğü diye bir rahatsızlık vardır. Özellikle kırmızı renkle yeşilin birbirine karışması, ayırt edilememesi halindedir. Ailelerinde renk körlüğü olanlar, evlatlarında çıkmasın, ileride ehliyet falan alabilsinler diye niyet ettiklerinde bu ismi verirler. Billur: Cam, sırça, kristal anlamındadır. Mecazi olarak billur kalp gibi de kullanılır. Binali: 1000Ali, ya da bilgisayar kullanımında M-Ali. Bir tanesi yetmezmiş gibi! Görgüsüzlüktür, çoğa tamah etmektir, enflasyonisttir. Bircan: Doğaldır. Herkesin tek bir canı olduğuna inanılır. Kediler hariç! Onların dokuz canlı olduğu iddia edilir. Birsen: Saymakla ilgilidir. Bir sen, iki ben, üç o! O lili lili karamela sepeti, portakalı soydum başucuma koydum, kutu kutu pense vesaire vesaire. Buket: İngilizce to book something, yani bir şeyin rezervasyonunu yaptırmaktan, İngilizce bilenlerin Türkçeyle karıştırmaları sayesinde ortaya çıkmış isimdir. Seyahat acentaları, sekreterler, rezervasyon görevlileri sıkça kullanarak yerleşimini pekiştirmiştir. 'Bana iki yer book et', 'yerinizi book ettim' (ayır, rezerv et anlamında) gibi kullanılan yarı İngilizce yarı Türkçe 'book et', yani buket. Burçak: Başkahraman adıdır. Gelmiş geçmiş kitaplar boyu sır gibi saklanmış, en nihayetinde faş edilmiştir. Büke: Ejderha, büyük yılan! Hiii!