KaosGLD13

Page 1

EŞCİNSEL ÖĞRENCİLERE ÖZGÜRLÜK!

HETEROSEKSÜEL TOPLUMSALLAŞTIRMAYA


LÜTFEN DİKKAT! Bir kez daha merhaba! 2. yılımızın bu ilk sayısında sizlerle 12 ayda ancak bir iki kez yapabildiğimiz gibi söyleşelim istedik. Biraz dert yanacağız yine ama hoş gelişmelerden de bahsedeceğiz. Öncelikle -farketmişsinizdir- sayfa sayımızda bir artış var. Bu sayı 24 sayfayız. İsteğimiz bu sayfa sayısını ileriki sayılarda da korumak, hatta arttırmak. İkinci hoş gelişme ise her geçen gün ulaştığımız insan sayısının artması. Dergimiz Ankara’da Dost, İlhan İlhan, Arkadaş (bu sayımız ile birlikte Arkadaş’ın ODTÜ şubesinde de) ve Bilim & Sanat kitabevlerinde, İstanbul Taksim İstiklal Caddesi- Mephisto, Kadıköy Mephisto (burada da bu sayımızdan itibaren) kitabevlerinde satılıyor. İlk sayıda sadece Ankara Dost Kitabevi’ndeki satışla başlayan süreçte ileride daha da geniş satış noktalarına ulaşacağımızı düşünüyoruz. Elden ulaştığımız -daha doğrusu posta yoluyla- arkadaşları da ekleyince bütün olanaksızlıklara rağmen Türkiye’de bir Kaos GL ağı oluşturduğumuzu söylemek abartı olmasa gerek. Neyse şimdilik bu kadar ‘hoş’luk yeter. Başımıza gelen ve hiç de ‘hoş’ olmayan bir durumu aktaralım. Hani bizim bir Posta Kutumuz var ya! Israrla sadece ibaresini düşerek mektuplarınızı beklediğimiz bu Posta Kutumuza son zamanlarda (yaklaşık 3 ay gibi) mektup yolladıysanız büyük bir olasılıkla elimize geçmedi. Korkmayın canım, başkasının da eline geçmedi. Çünkü o Posta Kutumuz hala var. Ancak posta kutumuzun bulunduğu postanede, bu kutuların sorumlusu bir bayan var ve bu bayan bizi uyarmadan yıllardır varolan ama bir çok kimsenin bilmediği veya bilse de önemsemeyip uygulamadığı bir yönetmelik dolayısıyla bize gelen mektupların elimize geçmesine engel oldu. Bu yönetmelik P.K.nu kiralayan kişi ya da kurum/ticarethane ismi yer almayan mektuplara Bu kutu başkasına aittir kaşesini vurarak, gönderici adresine iadesi, gönderici adresi yoksa mektubun imhasını istermiş. Bu yönetmelikten bihaber biz, saf saf mektup ve anket yanıtlarını beklerken, telefonla görüşüp, kendimizce “2 aydır niye arayıp sormuyorsun bakayım” diye siteme kalkıştığımız bir yazar/okurumuzun 4 mektubunun geri döndüğü yanıtıyla uyandık! Biraz geç oldu tabi!.. Şimdi, önceden uyararak ve yönetmeliğe uygun olmayan mektupların bir süreliğine daha bize verilmesi mümkün değil miydi? Doğrusu böyle bir şeyin kimseye zararı yoktu ama düşünülememiş(!) olsa gerek. Neyseki biz düşünülmeyeni düşündürttük ve bir süre daha sadece P.K. yazan mektuplarımıza kavuştuk. Ama LÜTFEN DİKKAT! Bundan sonra/böyle bize göndereceğiniz her türlü posta için ALİ ÖZBAŞ P.K. 53 Cebeci / ANKARA yazıyorsunuz. Ne eksik, ne fazla! Kaos GL gibi bir şey eklemeden, Ali Özbaş ismini unutmadan. Hazır göndermek demişken, her türlü yazınızı beklediğimizi bir kez daha hatırlatalım. Ne yazarım demeyin, kendinizi özgörevlendirin; herşeyi ama herşeyi yazabilirsiniz. Tabi hatırlatmakta fayda var; eğer geçen sayıdaki anketi yolladıysanız bir zahmet tekrar yollayın -elimize geçmemiş olabilir-. Yollamadıysanız; e, ne duruyorsunuz? Eğer anketi kesip yolladıysanız bize yazın, size boş bir anket formu yollayalım. Abonelik, maddi yardım (bağış yani) gibi düşünceniz varsa (olsa iyi olur hani) ilerleyen sayfalarda bilgi bulabilirsiniz. Evet, artık diğer sayfalara doğru yol alabilirsiniz. Gelecek ay buluşuncaya kadar, dergimizin sayfaları arasında iyi yolculuklar...

KAOS GL

KAOS GL AYLIK POLİTİK DERGİ

YIL:2 SAYI:13 EYLÜL 1995 İLETİŞİM İÇİN SADECE VE EKSİKSİZ OLARAK LÜTFEN ŞU ADRESİ YAZINIZ:

ALİ ÖZBAŞ P.K. 53 CEBECİ/ANKARA


“şimdi okullu olduk” Heteroseksüel Sosyalizasyon Süreci Gay’e EFENDİSİZ Milyonlarca öğrenci, Eylül’le birlikte bir kez daha isteseler de istemeseler de “şimdi okullu olduk”ları bir sürece giriyorlar. Bu, belki de en büyük kargaşa ve tartışmanın yaşandığı bir süreç. Mevcut eğitim sisteminin sorunları yalnızca küçük öğrencilerin ağlamalarından ve sızlanmalarından ibaret değil. Öyle ki eğitilenlerden eğitenlere, velilerden devlete herkes yakınıyor ama hiç kimse de bu sürecin dışında

Çocuğun dünyaya gelmesiyle birlikte, sokulacağı kalıplar, verilecek şekiller hazırdır. Dini hazırdır, toplumsal cinsiyeti hazırdır. Böyle bir kuşatma altında çocuğun özgür gelişiminin mümkün olduğunu düşünmek için mevcut süreçten başarı (!) ile geçip ideolojik bir esir olmak lazım. kalamıyor. Eğitim kurumu ve onun ana uygulama alanı olan okullar, hiçkimseyi memnun etmediği halde sözkonusu süreç aynı şekilde devam edebiliyor. Devlet tarafından, dönemsel hükümet makyajları ise sözkonusu kargaşayı daha da arttırmaktan başka bir işe yaramıyor. Sürecin içinde yer alan herkes (eğiten, eğitilen, veli, devlet ....) işleyişi kendi açısından eleştirir ama bir kurum olarak eğitim’e sıra asla gelmez ve bir kurum olarak Eğitim sözkonusu olduğunda bütün taraflar kolkola girerler. Şimdi bu sürece bizim açımızdan yani eşcinseller açısından yaklaşalım.

KAOS GL 13/3

Terminolojik Belirleme Eğitim: Latince “Educare”dan gelen beslemek, yetiştirmek anlamına geldiği halde bugünki ifadesi ile eğitim; bir eğitim sistemini, bir eylemin sürecini ve sonucunu anlatır. Eğitim, yetişkin neslin yetişmekte olanları toplum kurallarına hazırlamak için onların üzerinde tatbik ettiği eylemlerin tümüdür. Sosyalizasyon: Toplumsallaşma, topluma hazırlama: Bireyin kişilik kazanarak belli bir toplumsal çevreye hazırlanması, toplumla bütünleşme süreci. Asimilasyon: Bir birey, grup ya da kültürün, egemen sınıf ve egemen kültür tarafından zorla ya da ideolojik araçlarla (eğitim gibi) sömürülmesi, yutulması. Egemen kültür içinde eritilerek kişiliğinin ve özgüllüğünün ortadan kaldırılması.

Devletin ideolojik aygıtlarından biri olan eğitim kurumu, görece özerk olsa da, iktidarın belirleyiciliğinde olup onun denetim alanı dışında düşünülemez. Süreç, çocuğun okuma yazma öğrenip, bir meslek sahibi olmasından ibaretmiş gibi sunulsa da eğitim, sadece bundan ibaret değildir. Özel okullar, devlet okulları ya da bir başka kanal aynı hedefte buluşurlar: Tahakküm ilişkilerinin devamı ve kendini yeniden üretmesi. Hükümetlerden kaynaklanan dönemsel renk değişiklikleri olmakla birlikte aslolan tahakküm ilişkileridir. İşte bu eğitim kurumu pratik karşılığını örgün (okullu) olsun ya da olmasın sosyalizasyon denilen süreçte bulur. Yukarda verdiğimiz tanımdan da anlaşılacağı gibi sosyalizasyon bir başka deyişle toplumsallaş(tır)ma “okul”la sınırlı kalmaz. Okul, bu süreçte yalnızca bir aşamadır ama çok önemli bir aşmadır. Kişi, doğumla birlikte bu sürece girer. Aile, okul gibi toplumsallaş(tır)ma alanları çocuğu/kişiyi topluma hazırlar. İşte bütün sorun bu noktada ortaya çıkıyor. Nasıl, neye göre, ne için bir toplumsallaşma? Pekala buna özerk bireylerin kendileri karar verebilirler. Ama buna izin verilmez. Çocuğun davranışsal ve zihinsel özgür gelişimi, egemen ideolojinin organize kurumlarınca (aile, okul.....) engellenir, belirlenir ve denetlenir. Bu süreçte, her zaman karşımıza dikilen bir fizik zor yoktur. Zaten buna gerek de kalmamıştır. Aile’de ana-baba, okul’da öğretmen ve diğer ‘büyükler’in kendileri de aynı süreçten geçerek bulundukları yere gelmişlerdir. Örneğin bir öğretmen için amaç salt para kazanmak, bir meslek bile olsa bu durum kurumsal işleyişi engellemez. Kendisi de bir üst kurum tarafından belirlense de o artık bir denetleyen ve belirleyendir. Bir çocuğun dünyaya gelmesiyle başlanan süreci, dünyayı tanıma ve bir insan olarak kendini bulması olarak kabul etmek mümkün değil. Aslında, kendini gerçekleştirebilmesi ve iç barışını yakalayabilmesi için öyle olması gerekir. Bununla birlikte hepimiz biliriz ki yaşanılan hiç de öyle değildir. Eğer öyle sunuluyorsa, bu durum, ideolojik gölgeleme aracılığıyla yaratılan bir yalandır. Çocuğun dünyaya gelmesiyle birlikte, sokulacağı kalıplar, verilecek şekiller hazırdır. Dini hazırdır, toplumsal cinsiyeti hazırdır. Böyle bir kuşatma altında çocuğun özgür gelişiminin mümkün olduğunu düşünmek için mevcut süreçten başarı (!) ile geçip ideolojik bir esir olmak lazım. Süreç o kadar keskin ve o kadar doğal algılanır ki bir başka kanal düşünülmez bile. Çocuğun biyolojik cinsiyetinden hareketle, sosyalizasyon sürecinde karşısına iki toplumsal kategori dayatılır. Kız çocukları “kadınlık” toplumsal


kategorisine, oğlan çocukları “erkeklik” toplumsal kategorisine göre yetiştirilir. Yetiştirme sürecinse davranışları ile birlikte, ideolojik olarak da belirlenirler. Kendilerini “kadın” ve “ erkek” olarak algılamaları sağlanır ve bu başarılır da. Artık kendileri de birer anne, baba, öğretmen .... olabilirler. Heteroseksüeller için bile bir cendere, bir kuşatma anlamına gelen bu süreç eşcinseller için ve esşcinselliği seçecekler için ayrıca gerçek bir asimilasyon anlamına da gelmektedir. Çünkü mevcut sosyalizasyon, heteroseksist sömürgeci güçlerin belirleyiciliğinde, heteroseksüel bir öz taşır. Sözkonusu heteroseksüel toplumsallaştırma, heteroseksüelliğin dışındaki durumları kabul etmez, yok sayar. Bütün asimilasyon politikalarına ve uygulamalarına rağmen ‘hayır’ diyebilenler çıkarsa, heteroseksist sömürgeci güçlerin diğer kurumları hiç zaman kaybetmeden heteroseksüel toplumsallaştırmanın imdadına koşar. Çoğunluğa uymayan “norm”al değildir ve polis ya da psikolog gerekeni yapar. Bu durum, bizim fizik zor ile ideolojik zor’un madalyonun iki yüzü olduğunu görmemizi sağlar.

KAOS GL 13/4

Okul, ekonomik üretim sürecine teknik eleman ve egemen ideolojiyi yeniden üretmek için ideolojik esir yetiştirmeye yaramakla birlikte çok önemli başka işlevlere de sahiptir. Türkiye’de süreci tamamlayabilen insanların en az 25 yılı çok büyük olasılıkla yaklaşık 30 yılı okul’da geçer. Ömrümüzün yarısını “öğrencilik”

yaparak harcarız. Mevcut eğitim sistemini eleştirmeyecek bile olsak, teknik olarak bu sürecin gerekli olduğunu aklı başında hiç kimse iddia edemez. İktidar için aslolan tahakküm ilişkilerinin devamı olduğuna göre insanlarının hayatlarının okulda ya da hapishanede geçmesi pek de önemli olmuyor. Milyonlarca insanın okullara kapatılmasının, eve (çocuklar, kadınlar, yaşlılar), fabrika ve bürolara (işçiler, memurlar) ve hapishaneye (suçlular?) kapatılmalarından ne farkı var? Elbette böyle bir soru başlangıçta saçma geliyor. Çünkü okullarda sadece okuma-yazma ve meslek öğrenilmez. Aile kurumundan sonra beyinlere ve bedenlere son darbe indirilir.

Aile kurumunda olduğu gibi okulda da öğrenciye bir birey olarak yaklaşılmaz. O, bir öğrenci olarak, eğitilen, denetlenen ve belirlenendir. Yediğine, içtiğine, giydiğine herşeye ama herşeye karışılır. Özellikle ortaokul ve lise dönemi eşcinsel öğrenciler için tam bir kabustur. Bu aşamada heteroseksüel toplumsallaştırma meyvelerini toplar. Bütün baskı ve yönlendirmelere rağmen, kendi ayrımına vararak, heteroseksüel kalıplara uymayan eşcinsel öğrenciler için yeni sorunlar başlar. Daha önceleri alayla yetinen heteroseksüel öğrenciler, kendilerine benzemeyen eşcinsel öğrencilere, artık kendilerini ispatlama dönemi de geldiği için fizik saldırıda bulunurlar. Alay ve dışlamaya, büyük bir cesaretle hırpalama ve dayak da eklenir. Yönetim ve rehber öğretmen için çok doğal olarak suçlu eşcinsel öğrencidir. Durum, siyahla beyaz arasındaki fark kadar açıktır ama ısrarla siyah öğrenciyi beyaza boyamaya çalışırlar. Eğer boya tutmazsa, iş, okuldan atmaya kadar varır. Bu koşullarda eşcinsel öğrencilerin çoğunluğu kendi özgüllüğünü kendi bilincine bile çıkaramadan bütünüyle bastırma sürecine girer. Çoğunluğa uyar ve heteroseksüelmiş gibi davranır. Artık yıllarca sürebilecek bir cehennem sözkonusudur. Eşcinsel öğrenci, kendi durumunu, bir yanlış, bir hastalık olarak algıladığında, heteroseksüel sosyalizasyon başarılı olmuş demektir. Fakat bu başarı çok büyük olasılıkla hayali bir başarı olacaktır. Bir Kürt çocuğuna, Türkçe öğreterek, onu ne kadar Türk yapabilirseniz, bir

eşcinsel öğrenci de o kadar hetero olur. Asimilasyon politikaları, heteroseksüel ilişkiyi, biricik ve tek doğal ilişki olarak sunar ve mutlaklaştırır. Okul’da kitaplar yalnızca bu tür ilişkileri tanımlar. Eğitenler bu tür ilişkilerin propagandasını yaparlar. Eşcinsel öğrencinin gözünün içine baka baka, durumu, bir hastalık ya da psişik bir sorun olarak anlatır. Eşcinsel öğrenci susar ve onaylar. İşte bu durum tek kelimeyle sömürgeciliktir. Eşcinsel öğrencinin bedenine ve ruhuna yönelik bir işgaldir. Bununla birlikte, maruz kaldığımız heteroseksüel toplumsallaştırma, heteroseksist sömürgeci güçlerce, eğitim adı altında bize bir hak olarak sunulur! (İlkellere uygarlık götürme lütfunu hatırlayın) Şayet biz bunu bir


‘hak’ olarak talep ediyorsak, o zaman heteroseksüel erkek egemen ideolojinin başarısı ortaya çıkar: Kişiliğimizden, onurumuzdan ve ruhumuzdan vazgeçme hakkı! Özgüvenimizi yitirme ve kendimizden nefret etme hakkı! Kabul edilsin ya da edilmesin mevcut eğitim sistemi, sömürgeci güçler açısından bile bitmiştir. Kendi devletinin eğitim kurumuna güvenmeyen burjuvazi, kendi çocuklarını eğitmek ve ihtiyaç duyduğu elemanları sağlamak için çoktan kendi okullarını açmaya başladı. Milli Eğitim Bakanlığı’nın yaptırdığı bir

Milyonlarca insanın okullara kapatılmasının, eve (çocuklar, kadınlar, yaşlılar), fabrika ve bürolara (işçiler, memurlar) ve hapishaneye (suçlular?) kapatılmalarından ne farkı var? Eğitimde kaos, yalnızca eşcinsel ve heteroseksüel “öğrenci”leri değil aynı zamanda eğitenleri de özgürleştirecektir. araştırma sonunda ‘okul’un öğrencinin hayatından çıkmış’ olduğu ortaya çıkıyor. “Okuldan ne bekliyorsunuz?” sorusuna öğrencilerin yüzde 45’I cevap bile vermiyor.

KAOS GL 13/5

“Eğitimde Kaos” Okulların açılması dönemine günlük basın da haber ve yorumlarıyla katılıyor. Bunlardan Yeni Yüzyıl’ın manşeti bizim açımızdan hayli ilginçti. Eğitim sisteminin mevcut durumunu kaos’a benzetiyordu. Fakat kaos’u, popüler ve olumsuz anlamda kullanıyordu. Kargaşa, başıbozukluk, herşeyin birbirine karıştığı tam bir belirsizlik ve dengesizlik olarak. Mevcut eğitim sistemi için tüm bunlar doğru aslında. Bununla birlikte kaos’un bu olmadığı da başka bir doğru. Eğitimde gerçekten bir kaos yaşansaydı, biz eleştirelliğimizi yine sürdürürdük ama buna neden karşı çıkalım! Evet! Eğitimde kaos ne de güzel olur kimbilir? Onlar buna kargaşa, başıbozukluk diyebilirler. Ama bizim için heteroseksüel sosyalizasyonun ortadan kalkması, hiyerarşinin son bulması, hetroseksüel insanlar için bile bir yük ve kuşatma olan kategorik

dayatmaların parçalanması; işte gerçek kaos budur. Eğitimde kaos, yalnızca eşcinsel ve heteroseksüel “öğrenci”leri değil aynı zamanda eğitenleri de özgürleştirecektir. İnsanları daha bebeklikten, kadınlık ve erkeklik toplumsal kategorilerine göre yetiştirmek “ahlaki” ve “normal” oluyor da bazı ‘çocuk’ların ve “öğrenci”lerin eşcinsel olabilecekleri neden ahlaki ve normal olmasın? “Kız” ve “erkek” öğrencilerden başka öğrencilerin de olabileceği kabul edilsin. Eşcinsel öğrencilerin kendilerini tanımlama ve ortaya çıkma hakları tanınsın ve bunun maddi olanakları yaratılsın. Eşcinsel öğrencilerin, öğretmen seçme ve reddetme hakkı tanınsın. Sınıflarda eşcinsellikle ilgili hakaret ve alaylara son verilsin. Sözlü ya da fiziki saldırılara karşı özsavunma hakkını kullanan eşcinsel öğrenciler cezalandırılmasın. Eşcinsel suçlamasıyla görevlerine son verilen, sürgüne gönderilen, açığa alınan öğretmenlerle okuldan uzaklaştırılan öğrencilerden özür dilensin, tazminat ödensin ve geri çağrılsın. Her okulda bir eşcinsel, bir heteroseksüel olmak üzere iki rehber öğretmen görevlendirilsin. Eşcinsellik konusunda bilgisiz olan heteroseksüel öğretmenler, eşcinsel rehber öğretmen ve eşcinsel öğrencilerce eğitilsin. Başta hayatbilgisi ve sosyal kitaplar olmak üzere, bütün ders kitapları eşcinselliği ve eşcinsel öğrencileri yoksaymayacak ve kötülemiyecek bir şekilde yeniden yazılsın. Sosyal konuların işlenmesinde eşcinsel öğrencilere öneri ve söz hakkı tanınsın. Milli Güvenlik ve Beden Eğitimi derslerine girmek istemeyen eşcinsel öğrencilere bu hak tanınsın. Eşcinsel öğrencilere özgürlük! Heteroseksüel toplumsallaştırmaya lanet!


YAŞAMIN İÇİNDEN KARTPOSTALLAR... 29 yaşında, gay, sağlık sektöründe çalışıyor. Başlangıcını hiç hatırlayamadığım cinsel oyunlarım var. Amcaoğluyla oynanan cinsel oyunlar... Yasaklanmış ama sakıncası olmayan oyunlar olarak görüyorduk bunları. Cinsellik konusunda hiçbir bilgim yoktu. Çocuğun cinsellik sonucu olduğunu bile bilmiyordum. 7-8 yaşlarımda amcaoğlum bu konudaki bilgilerini bana aktardığında çok iğrenç bulduğumu hatırlıyorum. Yine amcaoğlumun ayarladığı bir kızla birbirimizin cinsel organlarına bakarak cinsel oyunlarımızın devam etmesi... “Kız gibi” çocuktum. Ama bu nitelendirmede cinsellik yoktu. Yani “kız gibi”lik “ibne” yerine kullanılmıyordu. Üniversite yıllarına kadar olağanüstü herhangi bir durum yoktu. “Aşk” karşı cinsten birilerine duyduğum özel hislerdi. Kendi cinsimden birine duymadığım başka bir deyişle. Çünkü üniversitedeki 4. yılıma kadar “eşcinsellik”i düşünmemiştim. Gerçek anlamda Erkekten hoşlanma ‘aşk’ı bu hatta farkı hissettiğim haldedüşünceme inat bir kısmı tamam da gay’le yaşadım. bunun ne kadar cinsel/cinselliğe dair Daha önceleri olduğunu hoşlandığım düşünemiyordum. Öyle bir durumun erkeklere karşı duyduğum hislerin varlığını bilemiyordum.

KAOS GL 13/6

arkadaşlık ötesinde olamayacağını düşünüyordum.

Ailemin yanında geçirdiğim tatil günlerimin birinde amcaoğlumla ‘boşalma’lı bir sevişme... İlişki değil; -ilk ilişkim için bir kaç yılın daha geçmesi gerekiyordu- sadece bir sevişmeydi; ne o kadın yerindeydi ne de ben. Ama daha önce de belirttiğim gibi “eşcinsellik” de değildi. Öyle bir şeyin varlığını düşünmemiştim hiç. Üniversite yıllarımda, okul arkadaşlarımla geçen zamanlar dışında yavaş yavaş keşfedilen şeyler... Örneğin belediye otobüsündeki sürtünmeler; bunlar okul arkadaşlarıyla konuşulan erkek/kadın

sürtünmeleri değil, üstelik “ne kadar kötü bir durum” düşüncelerimle çelişkili. Bir erkekle belli belirsiz yaşanılan bir cinsellik, garip bir heyecan... Porno film oynatan sinemalarda yanıma oturan kişinin bacağı bacağıma değer. İzlediğim film değildir beni heyecanlandıran artık. Bacağıma değen bacak yeniden dokunur. Biraz çekingen, biraz küstah. Sürtünmeye başlar derken ve ben, korkar, kaçardım. Üniversite yıllarımda beni rahatsız eden iki olaydan bahsetmek istiyorum biraz. Belediye otobüsündeydim. Gecenin ileri saatleriydi ve ben inmem gereken yeri tam olarak bilemiyordum. Otobüste şoför ve benim dışımda, şoförün yanında bir EGO şoförü daha vardı. Ben şoföre “nerede inebileceğimi” sordum. Diğer şoför rahatsız edici bir şekilde bana baktı. İndiğim yerde o da indi. Tedirgin olmuştum. Ve o gayet rahat, “yapalım mı?” dedi. “Ne yapalım mı? Ne demek istiyorsun?” sorularıma ise beni şaşkınlık ve sinir içinde bırakarak, “anlamıyor gibi yapma” diye karşılık verdi. Doğrusu ne demek istediğini anlamıştım ama bu rahatlığın/küstahlığın nerden kaynaklandığını anlamamıştım. O sırada nasıl kaçtığımı hatırlayamıyorum. İkinci olay da bir otobüste başladı. Ancak bu defa şehirlerarası otobüste başladı. Ailemin yanından, okuduğum şehre geliyordum. Ön sıradaydım. Seyahatlerde yaşanan tipik şoför/ön koltuk yolcusu muhabbetini ediyorduk. Şoför aslında polis olduğunu falan söylemeye başladı. Ankara’ya vardığımızda ben çantamı bagajdan aldığımda yanımda bitiverdi. Ben ne olduğunu anlamadan “sana yardım edeyim” diyerek çantamı yükleniverdi. Bir de koluma girip “konuşalım” demez mi? İyi de ne konuşacağız? Çaresiz bir yere girip çay içmeye ve konuşmaya başladık. Ben yurda girebilmek için zamanımın da dolmakta olduğunu söyleyince kalktık. Ben yurda gidebileceğim banliyö trenini beklerken o hala yanımdaydı. Bir ara elimi tutup penisine götürdü. O sırada gelen trene kendimi attım. Ama o da trene bindi. “Ben de seni bırakayım” dedi. Yurdun bulunduğu semtin durağında indiğimizde “Seninle konuşmak istiyorum” dedi. İyi de otobüse bindiğimden beri biz ne yapıyorduk? “Sen öylesin” dedi. “Nerden çıkarıyorsun” türü inkarlarıma karşı, olmadığımı ispatlamaya davet etti. “Öyle olmadığını ispat et!” İyi de nasıl? “Buluşalım” diyerek bana telefon numaralarını verdi ve mutlaka aramamı söyledi. Ben tam gidecekken sıkıca sarıldı ve dudaklarıma yapıştı. Ve ekledi; “mutlaka arayacaksın!”


Bir hafta yurttan çıkışta ve yurda girişte arkadaşlarımla birlikte olmaya dikkat ettim. O bir hafta yalnız kalamadım. Sonraları ‘köfte’yi keşfettim. Uzun süre sinemadan kimseyle çıkmadım. Sinemada birşeyler yaşanıyordu. Ve herşey orada kalıyordu. Dışarıya kesinlikle çıkmıyordum. Sonunda bir üniversite öğrencisi ile çıktım. Onun evine gittik. Bir süre seviştikten sonra “ilişki”de bulunmamız için ısrarlara başladı. Ve ilk ilişkimi onunla yaşadım. Ancak duyduğum acı, beni bir kaç ay ilişkiden soğuttu. Sokaktaki olaylardan sonra (otobüslerdeki mi yoksa?) kendime bir zırh oluşturdum. Yaklaşılmaz hissi uyandırdım. Bakmasını istemediğim insanlara bir yerlerin arkasından hitap ederek, kendimden uzak tutuyordum. Doğrusu bunda yüzde yüz başarılı olduğum söylenebilir. Artık cinselliğimi daha yoğun yaşıyordum. Ama ilişkilerim yatakla sınırlıydı. Yatıyorduk ve bitiyordu. Ben böyle istiyordum ve böyle yaşıyordum. “Aşk” diye birşey düşünmüyordum. Çünkü daha önce söz ettiğim “Eşcinsellik”i bilmemem sözkonusu değildi artık. Ben ‘ibne’miyim gibi soru işaretleri oluşturmadan, eşcinselliğim konusunda ikilemler yaşamadan öğrenmiştim eşcinselliği. Ancak eşcinsel aşk olabileceğini düşünmüyordum.

karşı duyduğum hislerin arkadaşlık olamayacağını düşünüyordum.

ötesinde

İlk aşkım başka bir şehirdeydi. Mektuplar yazıyordu bana. Büyük bir hevesle okuyor ve yanıtlıyordum o mektupları. Bir yılbaşı gecesi ettiğimiz dans ve o an yaşanan yoğun duygusallık bana uzun bir ilişkinin başlamış olduğunu hissettirdi. Onu tüm arkadaşlarımla tanıştırdım. Karşılıklı emek harcadık ilişkimizde. Ama sonuçta bitti! Cinselliğimi iş ortamına taşımadım hiç. Bu, çekindiğimden değil, işle cinselliğimi ayrı tuttuğumdandı. Her şeye olduğu gibi eşcinselliğe bakış açımın da zamanla değiştiğini, geliştiğini gay mücadelenin şart olduğunu düşünüyorum. Eşcinsel olduğumdan dolayı rahatsız değilim. Toplumun gayliğe bakışından rahatsızım. Dolayasıyla ben ve eşcinseller değişip, gelişirken; toplumu geliştirmek ve aydınlatmak gerektiğine inanıyorum. Şu anda birlikte olduğum insanla gerçekten çok güzel paylaşımlarımız var. İyi bir gay olma veya gayliğin kuralları önemli değil; iyi bir insan olmak önemli diyorum son olarak.

Gerçek anlamda ‘aşk’ı bu düşünceme inat bir gay’le yaşadım. Daha önceleri hoşlandığım erkeklere

ABONE Mİ OLMAK İSTİYORDUNUZ? OLUN TABİ!

KAOS GL 13/7

Artık 2. yılımızdayız. Geride kalan 12 sayı ve 1 yıl bu derginin daha uzun yıllar çıkacağının kanıtı! Klasik abone kampanyası sözüdür; abone ol bizi sevindir, abone ol fiyat artışından etkilenmeyerek sen de sevin! YURTİÇİ: 6 ay 300.000.-+ 100.000.-TL posta ücreti 1 yıl 600.000.- + 200.000.-TL posta ücreti YURTDIŞI: 6 ay 600.000.-TL posta ücreti dahil. 1 yıl 1.200.000.-TL posta ücreti dahil. Yapmanız gereken aşağıdaki bankalardan birine abone bedelini yatırmak. Türkiye İş Bankası Ankara Meşrutiyet Şb. Ali ÖZBAŞ 0544328 Türkiye Vakıflar Bankası (Vakıfbank) Ankara Kolej Şb. Ali ÖZBAŞ 0642914 Lütfen banka dekontunuzu/fotokopisini ve abonelik sürenizi belirten notunuzu ALİ ÖZBAŞ P.K. 53 Cebeci/ANKARA adresine yollayınız.


PORNOGRAFİ4 Atilla KARAKIŞ Porno film oynatan sinemalardan bahsedeceğim bu yazımda öncelikle. 3 kentte bu sinemalara gittim. Aşağı yukarı birbirine benzer şeyler yaşanan bu sinemaların mekansal benzerlikleri de çok. Kabaca değinelim:

KAOS GL 13/8

Kırık, kaplaması yırtılmış koltuklar, bunaltıcı bir hava, ağır bir koku... Kapıdan haraç kesen yer göstericilerin yer gösterdiği çok enderdir. Ya da salon girişinden elfenerini şöyle bir tutup “geç” demekle yetinir. 3 ya da 2 film birden, devamlı’dır. Eskiden sıkıcı filmlerin arasına “parça” konulurken, 6-7 yıldır orjinal filmler gösterilmekte. Kimi sinemalar hala parçalı gösterime devam etse de, orjinal film gösterenlere rağbet ediliyor. Tabi ki diğer sinemanın bir “özel”liği yoksa.

Zamanında bu sinemalarda ne filmler oynamıştır. Gişelerinde ne kuyruklar oluşmuştur. Kimbilir, dönemin en iyi sineması olmuştur belki de bu sinema. Ama artık, 3. sınıf bir yerdir. İlk açıldığında seks sineması olarak açılan yer var mı? Bilemiyorum ama Türkiye’de böyle bir yer olacağına ihtimal veremiyorum. Bu sinemalara daha girişte ağır bir hava çarpar suratınıza. Afişler bir şey anlatmaz gibidir. Çünkü bir çok afiş birbirinin benzeridir ve zaten oynayan filmin seyirciyi ilgilendirdiği pek yoktur. Ama önceki yazılarımdan birinde de sözettiğim gibi, oyuncu ve yönetmen adlarındaki harf oyunları afişi incelemeniz için bir neden bence. Filmlerin adları da öyle.

Neden bu sinemalara gidilir? Porno film izlemek için. Biletinizi alıp, kapıdaki görevliye teslim ederken Sabah girip akşam kapanana kadar orada haracınızı ödeyeceksinizdir. Bozuk parayı dert kalınabileceği için. Evinde video bulunmadığı için. etmeyin. Mutlaka bozarlar. Artık salona geçebilirsiniz. Sinema, sinemada izlendiği için. Arkadaş bulmak için. Büyük olasılıkla seans sırasında Boşalmak için. Boşaltmak için. girmişsinizdir. Amacınız ne olursa Öpüşmek, süpet alıkmak hatta olsun kazasız belasız koltuğunuza kolileşmek için. Sizin sevip oturup önce heyecanınızı yatıştırıp sevmemeniz, işinize gelip Başka bir sinemada soluklanın biraz. Sırf porno izlemek gelmemesi size kalmış. Ama izleyemeyeceği filmlerin ve için sinemadaysanız sıkılana ya da yukarıdaki herhangi bir sebepten dolayı buralara başka yerde kuramayacağı boşalana kadar izleyip, istediğiniz zaman da dışarı çıkıp gidebilirsiniz. gidenleri eleştirmeniz yanlış arkadaşlıkların uğruna Yok eğer köfte amaçlı geldiyseniz olur. ve seçiciyseniz film arasını şartları ne olursa olsun beklemenizde fayda var. Gerçi siz Bu sinemalar neden pis, oraya gidecektir müşteri. içeri girerken gözü karanlıkta boğucu... Türkiye’de son yıllara seçebilme yeteneği kazanmış kadar 1-2 sinema dışında olanlar sizi incelemiş, sabırsız olanlar/sizi kaçırmak kaliteli film oynatan diğer sinemaların içler acısı halini istemeyenler ön çalışma için yakınınıza gelmiştir bile. hatırlayanınız vardır mutlaka. O halde, Türk Belirttiğim gibi seçiciyseniz, bu hakkınızı kullanabilmek işletmecilerin zihniyetini düşününce fazla kafa yormaya için arayı beklemeniz gerekir. Bundan sonrası gerek kalmadan bu sorunun cevabını kestirebilirsiniz. tamamiyle size kalmıştır. Porno film oynatan sinemaların işleticisi kazandığı parayı sinemada kullanmayı düşünmez. Daha önce Gaylerin yoğun olduğu bu sinemaların arka sıraları geç diğer işletmeciler gibi... Hatta Türk film yapımcıları da nafta ve balamozlar tarafından işgal edilmiştir. İlginiz her zaman öyle davranmıştır. Zamanında bu yöndeyse hiçbir zaman sıkıntıya düşmeyeceğinizi kazandıklarını yine sinema için kullanmış olsalardı, bu garanti ederim. Bu arada belirtmem gerekir ki seks gün Türk Sineması dev bir sektör olmaz mıydı? Porno sinemalarının tümünde arkadaş bulunması film izlemeye gidenlerin kimseye görünmeme korkusu, mümkündür. Ama yıllardır bilinen Cep ve Efes yanlış, hatalı davrandığı kaygısıyla ezik, başı önde Sineması’nın ayrı bir yeri, ayrı bir havası vardır. Son girer sinemaya yargısıyla kaba davranırlar müşterilerine. Başka bir sinemada izleyemeyeceği zamanlarda Melek Sinemasında da yoğun bir trafik filmlerin ve başka yerde kuramayacağı arkadaşlıkların yaşandığına dair duyumlar aldıysam da test uğruna şartları ne olursa olsun oraya gidecektir edemedim. (Adı geçen sinemaların Ankara’da müşteri. Başka şansı yoktur. Bu durumda mekanın tüm olduğunu belirtmem gerek.) Fakat, yine aldığım olumsuzlukları sineye çekilir ve dışarının 180 derece duyumlara göre Melek’te ışıkçının sık sık insanlara ışık tutarak, 31 çekenleri azarlama gibi bir huyu varmış. zıttı ayrı bir dünya olan sinemaya adım atılır. Ayrıca bu sinemada bir kaç arkadaşın birlikte gelip,


ayrı ayrı koltuklara oturması gibi durumların varlığını düşünerek sarkacağınız kişinin tek başına sinemaya gelen biri olup olmadığına dikkat etmediğiniz takdirde, madi bir durumla karşılaşabilirsiniz. Aman gözünüz korkmasın. Madilik heryerde yok mu? Hayatımızın her anında maruz kaldıklarımızı hatırlayın ve sizin/bizim olan bu mekanlara bu tür madiliklerin korkusuyla gitmemezlik etmeyin. Hoşunuza giden birini bir şekilde ayarttınız ve amacınız sadece köfteyse amacınızı gerçekleştirdiniz. Bunun nasıl olduğunu anlatmayacağım. Merak edenler yerinde öğrenebilirler. Ancak sinemada olanların da pornografinin bir çeşidi olduğu kanısındayım. Düşünün biraz, burada gerçekleştirilen her eylem biraz kışkırtıcı, hayli edepsiz, ‘namuslu’ insanların iğrenç bulduğu eylemler değil midir? Her ne kadar bir çok insan küçük oyunlarla birbirine yaklaşsa da sonuç itibariyle amaç dolaysız olarak cinsellik değil midir? Sanırım pornografinin hayatın içinde yer aldığını bir kez daha görmeden edemeyiz.

KAOS GL 13/9

Başta da belirtim, ben sadece 3 kentte bu tür sinemalara gidebildim. Ama Antrakt dergisinde uzun bir süre önce yer alan bir araştırmaya göre bu gün Türkiye’de sinema salonu olan yerlerin çoğunluğunda sadece seks sineması var. Çeşitli şehirlerde olan arkadaşlardan öğrendiğim ve tahmin ettiğim kadarıyla da bu sinemaların çoğunda benzer süreçler yaşamak mümkün. Ancak küçük kentlerin tanıdık birilerine rastlama riski açısından yüksek olduğu ve bir gün bir şekilde sinemada tanışılan kişiyle tekrar karşılaşılacağı kaygısı küçük şehirlerde süreci sıkıntılı bir hale getiriyor.

‘gerekçelendirmeye’ çalışıyoruz sürekli. Aslında biraz da kendimiz bu gidişlere gerekçe arama zorunluluğu duyduğumuz için bu çabamız. Çünkü buralara giderek yanlış yapmıyoruz, yanlış yaptığımızı sanıyoruz. Öyle sanmamız sağlanıyor. “Bizler büyüdük ve kirlendi dünya” diyor şarkının birinde ya, işte onun gibi. Bizler büyüdük ve dünyanın kirletilmiş olduğunu, bizden önce kirli olduğunu farkettiğimizde kimseyi suçlamamamız için “kendi pisliğini gör” diyorlar bize. Kuşattıkları hayatımızda bulabildiğimiz kaçış noktalarını kirli, hatta iğrenç göstererek bizi tehdit ediyorlar. Buralara gidişimizi engellemeyerek gidişlerimizde suçluluk duymamızı sağlıyorlar. Bizi istedikleri yere kadar serbest bırakıyorlar ama bu serbestliği kendilerinin sağladığını da sürekli hissettiriyorlar. Ve biz neyin ne olduğunu anlamaz, sorgulamaz hale gelip, yaptığımız herşeyin birileri tarafından musaade edildiği için gerçekleştiğini düşünerek düzene minnettar kalalım isteniyor.

Yıllar önce okuduğum ve yazarının ismini hatırlayamadığım bir yazıdaki benzetmesiyle “beyaz gözyaşları” ile ıslanmış sinema salonlarından nereye geldik. Bu gelmememiz mümkün Kuşattıkları hayatımızda noktaya müydü?

bulabildiğimiz kaçış noktalarını kirli, hatta iğrenç göstererek bizi tehdit ediyorlar. Bizi istedikleri yere kadar serbest bırakıyorlar ama bu serbestliği kendilerinin sağladığını da sürekli hissettiriyorlar.

Sinemaya gidiyorsunuz. Kapıdan girerken tedirginlik yaşadığınızı hissediyor musunuz? Acaba hoşuma gidecek biriyle karşılaşabilecek miyim tedirginliğinden bahsetmiyorum. Yanlış bir şeyler yapıyor olma, biri tarafından görülme v.b. tedirginlikten bahsediyorum. ‘Normal’ sinemalara gidildiğinde hissetmediğiniz bir tedirginlikten. ‘Normal’ sinemalara gittiğinizde film izlemek amacınız nasıl ki tuhaf değilse (hoş, artık bunca tv. kanalı varken sizin hala sinemaya gitmeniz bazıları tarafından tuhaf karşılanıyor olabilir) seks sinemalarına gitmeniz de tuhaf değil. Ama itiraf edelim, bir çoğumuz bu rahatlığı yakalıyamıyoruz bir türlü. Düşüncelerimizde bile rahatsızlıkla anıyoruz buralara gitmeyi. Çoğumuzun yeniden bu sinemalara gitmesi ‘azgın olma’mızı gerektiriyor. Ne kötü bir durum ki korkularımızın çoğu sağlık ya da sıkılacağımız kaygısı değil, bir yanlışlık yapıyor olma kaygısı. Bu sinemalara gitme gerekçemizi karşımızdakine kabul ettirmeye çalışıyoruz hep. Sinemaya gidişimizi

Yazı dizimin başlığı pornografi. Her yazımda pornografinin sadece “sikiş” muhabbeti olmadığını dile getiriyordum. Pornografik ürünlere ulaşmamızın bayağı kolay olduğu (para meseles tabiki) son günlerde biz gay’lerin de Türkiye’de kısa zaman sonra birileri tarafından konuşturulacağı gibi bir his uyanıyor içimde. Ve bu noktada bir çok arkadaşın yanılsamalara kapılıp hayatlarının düzeleceği, sorunlarının çözüleceği umutlarını kırmak istemesem de hatırlatmak istiyorum:

Kapitalist sistem kendini devam ettirebilmek için bütün fedakarlıklarda bulunur. Ama her zaman dizginleri elinde tutarak. Bütün özgürlükleri tanır ama sınırını her zaman çizerek. Yeterki sisteme karşı bir harekette bulunulmasın. Yeterki sisteme bir zarar gelmesin. Bütün istekleri yerine getirir, hem de kendisini besleyecek bir şekilde. Bir yandan pornoyu kötülerken, kendi kurumları pornoyu afaroz ederken porno sanayi kendine gelir sağlayacağı için her türlü porno üretimine göz yumar örneğin... Bu tür ürünlerin tüketimini desteklerkende yine kendi kurumları tarafından tüketicileri sapıklıkla suçlayarak baskı altında tutar. Mücadele olmadan bize sunulacak olan özgürlüklerin ne kadar samimi olabileceğini düşünüyorsunuz?


haluk cömert Hayatının kararını vermesi o kadar zordu ki! Günlerdir bu kararın keşmekeşliğinde kıvranmaktaydı. Bir yandan toplumdaki alışılagelmiş yeri, bir yandan aile çevresi, diğer yandan duyguları... Geceyarısını geçtiği halde hala uyuyamamıştı. Yatakta bir o yana bir öbür yana dönüp duruyordu. Birden kalktı, ışığı yaktı, masada yarım bıraktığı mektuba ve piyasada satılan sıradan porno dergilerine baktı. Sandalyeye oturdu, bir sigara yaktı. Derin bir nefes çekti. Kararını vermişti. Yazacaktı. Yıllardır beynini kemiren, duygularını altüst eden sorunu çözecekti. Mektubu aldı, önceden yazdığı bölümü okudu sonra yazmaya başladı. Mektup bittiğinde yaktığı sigara da kül tablasında kendi kendine yanarak bitmişti. Yeniden bir sigara yakarak yazdığı mektubu baştan sona okudu. Katladı, zarfa koydu, zarfı yapıştırdı ve adresi zarfa yazdıktan sonra derin bir “Oh” çekti. Mektubu göndereli on gün olmuştu. O gün posta kutusuna baktığında bir mektup vardı. Mektubu görünce heyecanlanmıştı. Hemen posta kutusundan mektubu alarak eve gitti. Mektubu heyecan ve merakla açtı. İçinde üç adet dergi ve bir mektup vardı. Önce mektubu okudu, mektup olumluydu, dergileri merakla karıştırdı. Piyasadaki porno dergilerin aksine ağırbaşlı, ciddi dergilerdi. Sırayla hepsini bir solukta okudu. Sonra yemeğini yedi. Tekrar masaya oturduğunda buluşmak istediğinden emindi. İkinci mektubunu rahatça yazabileceğinden emindi artık. Hem sigarasını içti, hem mektubunu yazdı. Zarflayıp, postaya atılacak hale getirince iki dilim ekmek ve bir bardak çayla akşam yemeğini de halletmiş oldu. Artık yatabilirdi.

KAOS GL 13/10

Ankara’ya indiğinde günün ilk ışıkları boş caddeleri yeni yeni aydınlatmaya başlamıştı. Saatine baktı. “Daha çok zaman var.” dedi. Ankara’yı özlemişti. Ulus’a çıktı. Orta halli bir lokantada çorbasını içtikten sonra yıllardır özlemini çektiği Ankara’yı gezmeye başladı. Saat 12.15’I göstermeye başladığında yazın sıcağından ve saatlerce gezmenin verdiği yorgunluktan artık bunalmıştı. Telefon kulübesi aradı. Kulubelerdeki sıra neyseki fazla değildi. Sıra kendine geldiğinde tuşlara basarken heyecanlıydı. Telefon çalıyordu. “Zafer Beyle görüşebilir miyim?” “Bir dakika bekler misiniz.” Kısa ama bitmek bilmeyen bir sessizlik... “Efendim?” “Alo Zafer, ben Şemsi. “Evet tanıdım. Ankara’da mısın? “Evet.” “Adresi daha önce vermiştim. Burayı bulabilecek misin? 13.30’da işten çıkacağım.” “Tabi bulabilirim.” “Bekliyorum.” Eve geldiklerinde saat 14.30 civarındaydı. Zafer çay yaptı. Beraberce havadan sudan konuştular. Zaman ilerliyordu. Konuya daha hiçbiri girmemişti. Şemsi hem konuya girmek için kendince bazı sorular soruyor hem de ilk defa tanıştığı bu dünyanın insanını ve evi tanımaya çalışıyordu. İlk anlardaki heyecanı gitmiş yerine hafif bir yorgunluk ve rahatlık gelmişti. Artık konuya direk girmeliydi. “Zafer...” “Efendim?” “Ben daha önce sizlerden hiç biriyle karşılıklı görüşmedim. Hep gazete, dergi gibi şeylerle sizi tanıdım. Ama bilinçaltımdaki duygular sizleri ve dünyanızı daha yakından tanımamı ve bu havayı hissetmemi zorladı. Bana kendinizi anlatır mısın?” Zafer anlatmaya başlamıştı. O kadar sakin, o kadar doğal anlatıyordu ki, Şemsi adeta hissederek dinledi. Anlıyordu ki; gözlerden uzak, kimine göre başka bir dünyada, kimine göre dünyamızda ama kendi içinde oluşturulmuş bir dünya. Bu dünyanın insanları çeşitli yaş ve mesleklere mensup, tek bir ortak yanları var “sevgi”. Kendilerince bir yaşam biçimi oluşturmuşlar, dünyalarında geçmişten gelen birçok kuralı ve inancı kaldırarak kendilerine ve kendi dünyalarına hitab eden sevgi ortamını oluşturmuşlar. Bu sevgi etrafında toplanmışlar.


Şemsi için yeni bir duygu, yeni bir dünya vardı artık. Yıllardır duygularının içerisinde yer alan bir bilinmeyeni, kimbilir belki özlediği ama sahip olamadığı duyguları yaşamıştı. Gelecek şimdi onun için bir bilmeceydi. Belki bu insanlarla bu hayatı yaşamaya devam edecekti, belki de bu son deneyimi olacaktı. Ama gelecek ne olursa olsun, bu insanları sevmişti. Bu insanların sadeliğini, candanlığını sevmişt. Kendi iç dünyalarında oldukları gibi yaşamayı bilen bu insanları sevmişti. Ve şimdi daha iyi anlıyordu ki bu insanlar da toplumda onuruyla yaşamayı hak etmeliydi. Bu onurlu yaşam da elbette bir mücadeleyle olacaktı. Öncelikle kendi içlerindeki düzensizliğin önüne geçmeliydiler. Şemsi bunları düşünürken Zafer yemek hazırlamıştı. O sırada Zafer’in birkaç arkadaşı daha gelmişti. Hep birlikte yemek yediler. Sohbet ettiler. Hepsi canayakın insanlardı. Şemsi saatine baktı; “Vakit çok geç olmuş, ben artık gitmeliyim” dedi. “Bugün misafirim olabilirsin” dedi Zafer. “Daha sonra mutlaka, ama şimdi gitmeliyim. Son otobüse yetişeyim ki yarın işe gitmem lazım.” Kalktılar. Zafer Şemsi’yi durağa kadar uğurlamak istediğini söyleyerek diğer arkadaşlarını evde bıraktı. Caddeler bomboştu. İkisinin ayaksesleri yankılanırken, derin bir sessizlik hakimdi. İlk sessizliği Zafer boztu: “Yine beklerim, kafanı hiçbir şeye takma, her şeyi oluruna bırak...” dedi. “Kimbilir...” dedi Şemsi, bir iki adım attıktan sonra devam etti “Sizler kadın, erkek ve eşcinseller pembe bir üçgenin üçüncü köşesi olan sizler iyi insanlarsınız. Bugün bunu gördüm. Ama bakalım zaman bu pembe üçgenin ortasındaki bana ne gibi bir köşe gösterecek. Gelecek ne olursa olsun sizleri sevdim ve hep seveceğim. Onuruyla yaşamayı bilenlerinize karşı hep sevgim devam edecek...” Durağa gelmişlerdi. Vedalaştılar. Şemsi sokak lambasının aydınlattığı durakta otobüsü beklerken, Zafer kendi dünyasına dönmek için yürümeye başlamıştı. Şemsi Zafer’in arkasından bakarken dalgın dalgın “pembe üçgenin ortası...” diyordu.

MEKTUP -LAR- DAN G.A.B., gay, Londra, İngiltere

KAOS GL 13/11

... Derginizin varlığını Hürriyet’in Londra baskısından haber almıştım. Ancak adresinizi, Kaos GL Londra Özel Sayısı (Mayıs-Haziran) adı altında fotokopi olarak yayınlanmış şekliyle bir arkadaştan alarak elde etmiş oldum. Ben bu derginin çıkması ile ilgili olarak sizlere söyleyecek söz bulamıyorum. Çünkü; böyle bir dergiyi çıkardığınız ve cesaretli girişimleriniz için teşekkür etmenin bile TÜRKİYE koşullarında ne kadar hafif kalacağını bildiğim için girişiminiz her türlü takdirin üzerindedir diyerek tüm Türkiye’li arkadaşlara Londra’dan sevgilerimi yolluyorum. Ben gay ve lezbiyenler için tek bir tabir kullanıyorum. ÇİÇEK! Bizler çiçeğiz. Düşünelim ki bir gül bahçesi, kırmızı ve beyaz güllerden oluşmuş. Yine bir gül bahçesi ki kırmızı ve beyaz güllerin yanında sarı, ebruli, pembe, bordo, ..rengi güller var. Hangi bahçe gül çeşitliliği, güzelliği açısından daha zengin olur? Elbetteki ikinci bahçe! Ben uzun yıllardır İngiltere’de yaşayan bir gay olarak hiç bir zaman Türkiye’nin sorunlarından kendimi soyutlayıp “Bana ne, ben nasıl olsa Londra’dayım” bencilliği içinde olmadım. Özellikle gay’lerin sorunlarına karşı çok duyarlı biriyim. Türkiye’de iken biyoloji ve psikoloji eğitimi aldığımdan insan psikolojisi üzerinde deneyimlerim ve çalışmalarım var. Ve elbetteki dördüncü sınıf vatandaş yerine konan, çaresizlikten fuhuş yapmaktan başka çare bulamayan çiçeklerimizi, ibne, puşt diye aşağılanıp, yüzlerine tükürülen, cinsel kimliklerini açıklayamayıp acı çeken insanlarımızı karakollarda her türlü baskı ve işkenceye maruz kalan masumlarımızı ve tabii ki erkekliğine toz kondurmayıp eşcinselleri aşağılayan ama bir yandan da gizlice erkeklerle ilişkiye girip sakal ve bıyık bırakarak bunu kamufle etmeye çalışan ikiyüzlülerimizi kısaca Türkiye’deki olup bitenleri biliyorum. Nerden bakarsanız bakın acı var, haksızlık var, ihanet var, isyan var, ikiyüzlülük var, anti-demokratiklik var. İşte benim de bunlara İTİRAZIM VAR! ...



KAOS GL 13/14

SİYAH BİR GAY İN NOTLARI* Amerika mitolojisi, Amerikalı olma miti, sonunda kaçınılmaz kaderiyle yüzleşiyor. Birçoğumuz farkında bile olmadan yaşam ve mücadelemizi bastıran, en özel, derin, ve yaşamsal gerçeklerimizi dile getirmemizi önleyen bu miti sorgulamadan kabullendik. Amerika mitolojisi kendini ona adayanlara ve kurbanlarına salt asimilasyondan daha da kötü birşey yaptı: içlerimizdeki en iyiyi en kötü görmemiz için zorladı. İçimizdeki en değerli olanı, kendimize özgü karakterlerimizi dünya görüşlerimizi, ve kimliklerimizi şekillendirip besleyeni, reddettik. Kültürel ve politik statükoyu koruma adına, öz-taciz, öz-nefret, yabancılaşma, şiddet, yalıtım, sessizlik rayiçleri üzerinden bir bedel ödedik ve hala ödemeye devam ediyoruz. Amerika'nın mitik duvarlarının sallanmaya başlamasının ardındaki neden de işte bu: artık yaralanmak istemiyoruz. Kendimi güzel sanatlara ve çoğu zaman da kavga sanatına adamış siyah bir gay olarak Amerika mitinin çözülmesini ve Amerika'nın kültürel merkezinin içine patlamasını hızlandıracak her türlü eyleme canı gönülden atlıyorum. Çünkü bu mit ve egemen kültür benim hapishanem, ve temellerinden birinin her sarsılışında özgürlüğümü daha çok içime çekiyor, dünya ve yaşamım üstüne yeni bir görüş kazanıyorum. Yaşlı Amerika İmparatorluğu -empoze edilmiş Amerikalı kimliği- sarsılıyor, ve tabii ki ben bu yıkımı gönülden kutsuyorum. Çünkü gördüğünüz gibi bununla beraber uzun süredir ertelenmiş en gerçek özgürleşme olanağım doğuyor. On beş yıl önce önümde duran manzara şüphesiz ki çok farklı, daha doğrusu boğucuydu. Harvard Üniversitesi'nde okurken bir öğrenciden çok bir mahkum gibiydim. Ötekilerin çoğu gibi ben de oraya öğrenmek için gitmiştim, ama bir yandan da kendim gibi olanlar, benzer değerleri, kaygıları, entellektüel ve politik amaçları olan topluluklarla da iletişime geçmek için sabırsızlanıyordum. Oraya vardıktan sonra, siyah olmanın ve bunun için savaşmanın bana yetmediğini, aynı zamanda gay olduğumu da farkettim. Ve bu yeni 'ben' in benzerlerini çevremde bulamadım. Daha da kötüsü türümün tek örneği olduğuma inandım. O zamanlar lezbiyen/gay çalışmaları yoktu. Lezbiyen/gay/biseksüel öğrenciler dernekleri de yoktu. İçimde büyüyen kargaşa ve sorulara kıyısından köşesinden ilgili olabilecek ne bir seminer veya konferans ne de 'açılmış' bilgili bir kişi vardı. Açıkça 'gay' olan şeyler benim bütünümü kucaklamıyordu; tıpkı 'siyah' olan şeyler gibi. İlk yılımın hemen hemen her günü öğle ve akşam yemeklerini yediğimiz yemekhaneyi bilinçlice inceleyen gözlerim genç, beyaz ve canlı kişilerin oluşturduğu ve açıkça ait olmadığım masalardan, ne kadar iyi rol yapsam da gerçek 'ben'in eninde sonunda açığa çıkıp reddedileceğini çok iyi bildiğim 'siyah masalar'a, oradan da tek başıma yemeğimi yediğim kendi masama kayar ve tüm öteki gözlerin beni söylenmeyen bir tiksintiyle lanetlediklerini hissederdim: çıkıntı, ucube, ibne. O güne kadar milyonların hakkımda vardıkları yargı karşısında ruhumun gölgelerine çekilir, dilimi zincirler, cinselliğimin ateşini elimden geldiğince boğmaya çalışır, ve duygusuz Sessiz Siyah Maço pozunu takınırdım. Maskeyi takardım. Bilmediğim suçumun cezasını çekerdim. Evet o sert, boğucu ve hapsedici maskeyi taktım: başka bir yol olmadığını sanarak, üç buçuk yıl öfke, acı ve buruk yalnızlığımla günleri saydım. Neyin zamanıydı? Kuşkusuz bu siyah ibne öğrencininki değildi. Hiç bir ulus ne kadar ilerici olursa olsun beni istemiyordu. Hiç bir eleştirel mücadele ne siyah, ne marksist ne de bir başkası benim adımdan söz bile etmiyordu. Kimin zamanıydı? Kuşkusuz benim zamanım değildi! Douglass, Tubman, DuBois, Garvey, Langston, Rustin, Ella, Eldridge, Angela, Martin Malcolm, Stokeley, ve Jesse gibilerine rağmen benim zamanım gelmemişti. Hiçbir devrim peygamberi bana hitab etmemişti, benden bahsetmemişti. Devrimci şairler (The Last Poets) benim adımı anmamışlardı. Yeni Milliyetçiler benim varlığımı anımsadıkları nadir anlarda benden salt tiksintiyle bahsederken adımı en utanmaz ahlak düşmanına çevirivermişlerdi. Herşeye rağmen derslere devam ettim. Bilgi veya burs peşinde değil, bana hitab eden bir kültür veya tarih peşindeydim. Bu araştırma sayesinde hala öğrenmekten vazgeçmediğim bir ders keşfettim: eğer kimse senin ismini anmıyor veya bilmiyorsa, bunu bilen kişi olarak, adını dile getiren kişi Sen olmalısın. Varolan tarih ve kültür seni bilgilendirmediği ve işaret etmediği -görmediği ve konuşmadığı- zaman, bunu yapabilecek yeni bir tarih yazmalı, yeni bir kültür oluşturmalısın. Son yılımın kışında kendi adımı anmayı öğrendim. Başta yalnızca bir fısıltıydı. Ama asıl önemli olan söylediğim sözler değil, onları söylemek isteğimdi: Gencim, siyahım, zekiyim ve gay'im; ve bu gerçekler yüzünden mutsuz olmamalıyım. Gay olmak hakkında daha çok öğrenmeye niyetlenerek, bağımsız özel bir araştırma dersi açılması için bölümüme başvuruda bulundum. Yetkililerle görüşürken araştırmamın ne kadar 'özel' olacağından sözetmedim. Yaptığım şeyi detaylıca tartmamıştım. Ne tür özveriler gerektirdiğini düşünmemiştim bile. Böyle bir talebin daha önce getirilip getirilmediğini de bilmiyordum. Aslına bakarsanız bilinçsiz bir biçimde, aldırmıyordum bile. Bölüm başkanının karşısına geçip özel araştırma konumla ilgili tavsiyelerini alıp alamayacağımı sordum. Beni gösterdiğim öncülüğümden ötürü kutladıktan sonra uygun -profesyonel ve akademik- bir tonda konumun ne olduğunu sordu. Yirmi yaşındaki ben sakin bir şekilde yanıtladı: "Amerikan edebiyatında erkek eşcinselliğinin betimlenmesinin evrimi". Ağzı açık kalmadı, ama gözlerindeki ifade buna çok yakındı. "Uzmanı olduğum, -çok uzun bir duraksamabir konu değil" dedi. Konum hakkında bana danışmanlık yapacak bir kişi bulma umuduyla bir profesörden bir diğerine gezindim durdum. "Benim uzmanlık konum değil" dedi biri; "bu konuya hiçbir ilgim olmadı" diye açıkladı bir


KAOS GL 13/15

diğeri; "O konu hakkında hiç araştırma yapmadım". Böyle seçkin akademisyenlerin bir tekinin bile 'gay', ya da en azından 'eşcinsel' kelimesini telaffuz etmemesini tuhaf bulmuştum. Harvard da bulunduğum süre içinde ilgisizlik ve cehalet ilk kez bir meziyet olarak karşıma çıkıyordu. Yine de aramaya devam ettim ve sonunda buldum. Yetkin bir profesör değildi; Walt Whitman üzerine yazdığı tezi uzun süredir bitirememiş bir asistandı -ama bana göre Harvard standartlarının birinci kademesinde iyi bir öğretmendi. O benim için bir okuldu. Benimle konuştu, tarih ve kültürümüzü anlattı. Bu yeni ve hala filizlenmekte olan süreci öğrenmek olgunlaşan sesime güç ve berraklık kazandırdı. Artık yalnızca tarihi dinlemekle yetinmeyip onu canlandırıp, şekillendirebileceğimin farkına varmıştım. Paul Alan Marx, danışmanım, terapistim, dostum, benim yaşamımı hiç tahmin edemeyeceği ölçüde etkiledi. Paul Marx öldü. Geçen yıl. AIDS. Bu anımı şu anda bile benim ruhumu yaşatan ve birgün kavuşmayı umduğum o dizginlenemez ruha borçluyum. 'Medyanın gözardı edilemez gücü' ve 'milyonlara ulaşma' gibi sözlerden büyülenmiş biçimde, ama en önemlisi de haksızlıkla savaşma fikrini gerçekleştirebilmek için 1979'da Berkeley Üniversitesi'nde Habercilik üzerine yüksek lisans eğitimine başladım. Bu kez de başka bir maske takma ritüeline alışmam gerekti: profesyonel, objektif muhabirin güvenilirlik, ve tarafsızlık maskesi. Bu maskeyi, ırkım nedeniyle üzerimde oluşacak önyargıları yumuşatıp egemen medya kültürü içinde rahatça yer alabilmek uğruna ilgiyi tenimin renginden uzaklaştırabilmek için taktığım orta-sınıf saygınlığı maskesinin üstüne taktım. Ve bu ikinci maskenin üstüne artık iyice belirmeye başlayan cinselliğimi kamufle edebilecek bir başka maske daha taktım. Açıkça tahmin edilebileceği üzere nedenini anlayamadığım kalıplar içinde boğuluyordum. Mezuniyetimden sonra naifçe kendimi medyanın sunduğu en iyiye benzetmeye uğraştım; kendi imajını bulabilmek denilen acı verici ve şu an çok daha açık bir biçimde aslında mümkün olmadığını gördüğümüz bir süreç yaşadım. Ses rengi ve tonlama, zamanında yapılan ve güçlükle fark edebildiğimiz küçük fakat önemli mimikler, en derin bariton sesimle binlerce defa provasını yaptığım 'Söz sende Wendy', 'Tanık haberlerden bu günlük bu kadar' sözleri, dikkatlice ve defalarca izlediğim o popüler ve aptal programlar, büyükbaba olarak görünen fakat sesiyle kesinlikle aileden biri olmayan haber sunucuları ve onların mirasçıları, ekonomik ve politik kuruluşların arkasında yer alan cesur yayıncılık zırvaları. Tapınağın bize o zaman gösterdikleri bunlardı. Kadın yok. Siyah yok. Öteki renklerden insanlar yok. Sokak aktivistleri veya cesur vatandaşları örgütleyenler yok. 'Hikayeyi', 'gerçeği', sadece doğruyu bulup söylemek için kişisel ve duygusal en hafif riske bile atılıyor görünen kimse yoktu. Medya tanrılarından hiçbiri beni ilk başta medya sanatlarına yönelten derin politik ve ideolojik çekime ucundan köşesinden tanıklık etmiş veya dile getirmiş değildi. Buraya gelişimin nedeni, o fazlasıyla içi boşaltılarak soyutlaştırılmış 'bilme hakkına' sahip kamuoyunu aydınlatmak değil, medyayı Amerika'nın politik, ekonomik ve kültürel yönden etkisizleştirilmişlerinin yaşamlarını, tarihlerini, ve geleceklerini düzeltmek ve genişletmek için bir araç -daha doğrusu silah- olarak kullanmaktı. Öğretmenlerimin bana verdikleri hiçbir işe yaramadı. Asıl gerekli ne varsa isteğim ve hırsımla kendim öğrendim. Önümde duran medya mankenlerini umutsuzca izleyerek farkına vardığım ve bana küçümsenemez bir başarı getirebileceğine inandığım dünya görüşünü benimseyemedim. Çünkü hiçbir eğitim, çalışma veya makyaj beni tüm o ünlü sunucular gibi gösteremez, konuşturamaz ve -en önemlisi- düşündüremezdi. En iyi oyunculuğuma rağmen, görünen oydu ki, piç statümün gerçeği herzaman bir yerlerden gözükecek, taktığım maske üzerine maskeler sakladıkları daha az sempatik -bilakis can yakıcı-gerçeğin üstünden kayacak, sarkacaktı. Ufak bir olay ticari medyayı bırakma kararımı kesinleştirdi. 1980 baharıydı ve ben hala bir yerlerde 'başarabileceğim' umudunu barındıracak kadar naiftim. Salt Lake City'deki bir televizyon kanalından gelen bir haber yapımcısı stajyerler bulmak üzere okulda mülakatlar yapıyordu. Ona güçlükle çektiğim en iyi deneme kasetlerimi gösterim. Kasetleri izledikten sonra bana döndü ve suratını asarak şöyle dedi: "Sende uygun ses tonu yok. Eğer insanların alışık oldukları ses tonuyla konuşmazsan izleyici seni kapatıverir. İnsanlar reklamlara alışıktırlar. Sen de otoriteyi onlara ancak reklamlardakilere benzeyen seslerle ulaştırabilirsin". Yanıtı beni çılgına çevirdi. Beni sinirlendiren asıl şey seçtiğim konular veya raporumun niteliği konusundaki müthiş ilgisizliği (ki bu konuda tek bir söz söylememişti) değil, otoriteyi Uygun Ses olarak tanımlamasıydı. Söyleyemediği şey siyah olduğumdu ve bunun sesimden anlaşılıyor (yoksa ele veriliyor mu demeliydim) olduğuydu. Siyah olmam yalnızca derimin rengi nedeniyle değil, farklı olan kültürel ve politik kimliğimle onun kafasında bir rahatsızlık, daha da kötüsü bir şüphe kaynağı oluşturuyordu. Doğru ve güvenilir 'Otoritenin Sesi' olabilmek için sesimin rengini saklamak zorundaydım ve bu metafor filan da değildi. Onun kademelerinde yükselmek için kültürel ve ideolojik beyazsurat maskesine bürünmem gerekiyordu. Aslında yeni bir bilgi değildi: bunu derslerim ve hatta tüm yaşamım boyunca görmüş ve duymuştum: televizyonda, filmlerde, gazetelerde, magazinlerde ve kitaplarda. Ama o kadar açıkça önüme konduğunda, bu bilgi en sonunda yerli yerine oturmuştu. Egemen medyaya karşı tutumum değişmeye başlamıştı; artık bu rotada kalmak istemiyordum. Rotanın beni nereye götüreceğini görmüştüm ve yolun sonundaki maskesiz Ben'in hiç de hoş olmayan görüntüsünü gözümün önüne getirebiliyordum. Bundan da öte, medya dünyasından yansıtabileceğimi umduğum toplum manzaraları, açıkça görülüyordu ki ne kadar ilginç ve aktüel hikayeler anlatsalar da çok katmanlı ve karmaşık gerçeği yansıtamıyorlardı. Medyanın toplumdaki dördüncü güç, anayasada ilerici reformlar yapabilecek bir aracı, sömürücü ittifaklar ve politik güçlere karşı bir denetmen, devletin karşı durulamaz güçteki otoritesini dengeleyen eleman olduğu hakkındaki mitolojiye


KAOS GL 13/16

yanlışlıkla inanmıştım. Ama görüldüğü üzere medya düşünüldüğünden çok daha azı başarıyordu, ama aynı zamanda da çok daha fazlasını. Medya sistemli bir biçimde tüm o Doğru Sesleri ve benimki gibi toplumun yerleşik otorite seslerini -o cilalanmış, pürüzsüz medya seslerini, kanunu, hükümeti, bilimi, ekonomiyi, reklamcılığı, tartışmasız beyaz, erkek ve heteroseksüel bir bütün olan Amerika gücünü ve otoritesini- tehdit eden görüşleri dengeler ve denetler. Ve benim gibi çıkıntılar dengelenip, egemen medya söylevinden dışarı atılırken, medya iş dünyası ve devlet için daha nazik bir servis verir: bu üçü özeleştirel, konsensusu sağlamış, vazgeçilemez, ve yüzeyde görünmeyen politik ve kültürel statükoya uygun bir sosyal bilinç yaratmak için bir ideolojik bütünleşme içinde samimice birbirlerine sarılırlar. Egemen medyanın denetleyen mekanizmaları hakkındaki keşif ve yanılsamaları ortadan kaldırıcı tespitlerin orijinal olduğunu söylemiyorum. Bilakis yaşadığım deneyimleri 60'lı yıllardan beri yaşayagelmiş ve Amerika'nın medya kültürünün bize sürekli empoze ettiği bu ideolojik prangalardan kurtulmaya çalışan binlerce insan var. Benim kişisel değişimim en temel seviyede oldu: sonunda yalnızca insanlığımı değil varoluşumu bile inkar eden bir mitolojinin psikolojik bağlarından kurtulup, kendi benliğimin bilinmeyen topraklarını keşfe başladım. Bu yüzden sondan bir önceki özgürleşme eylemim çok kolay oldu: dilimin zincirlerini attım. Konuştum. Kendime özgü sesimin paha biçilemez değerini öğrendim. Sessizlikten, gölgelerin ve ağıza alınamayan ayıbımın dünyasından kurtulup asil yaşamıma ve egemen kültürün beni reddedişinin yaşayan tarihine sahip çıktım. Bulduğum kişilik bireysel değildi, toplumsaldı. Vurguladığım gerçek bu yüzden kişisel değil politikti. Sözler güç demekti. Basit ve hoş bir cümleyi, sosyal ve kültürel denetimin bir zamanlar heybetli olduğunu sandığım surlarına kazıyorum: "Siyahım, gay'im, zekiyim, ve gururluyum". Böyle bir sesin gücüyle, benim gibi milyonlar bu açık insanlık dersini tecrübe ettiler, ve ne zaman biz -yani topluca marjinalleştirilmiş ve insan sayılmayan 'Öteki'- yaşamlarımızın gerçeklerini konuşursak, o zaman kendimizi kabul etmenin en radikal biçimiyle buluşuruz. Toplumlar nasıl tarih boyunca sessizlik yoluyla bastırıldılarsa, sesin gücüyle de gerçek özgürlüklerini bulacak ve gerçek insanlığı kavrayacaklardır. İşte bu gelişen politik, sosyal ve psikolojik dinamik sayesinde temelde Descartes'ın özbilinçlenme ilkesini özümsemeye başladık: Konuşuyorum, o halde varım. Konuşuyoruz, konuşan ve bizi dinleyen bir dünya yaratarak. Böylece yaşama hakkımızı ve kavgamızı perçinliyoruz. İnanıyorum ki, ucuz ve yüksek kaliteli video patlaması ve tutucu ve kökdenci sağın bastırıcı değerleri sayesinde yeni bir medya-sanatları aktivizmi dalgasının eşiğindeyiz. Bu aktivizm büyük olasılıkla asıl gücünü kimlik fikrinin, toplumsal cinsiyete (gender), ırka, cinselliğe, veya ulusallığa bağlı olarak insanlık deneyimi ve görüşlerini açıkça etkileyeceği 21. yüzyıla kadar kazanamayacak. Medya sanatçılarının günümüzdeki hedefi sadece ne kadar dua etseler, saldırsalar, ya da dava etseler de sayılı günleri kaldığı aşikar olan ideolojik sağla mücadele etmek değil. Bizim en büyük hedefimiz farklılık ve öznelliklerimizi iletebilecek; aramızdaki ve içimizdeki kültürel ve politik sınırları geçmişteki şovenizm ve indirgeyici politik gündemleri tekrarlamadan müzakere edebileceğimiz bir yol, bir dil geliştirebilmektir. Bu kolay bir iş değil. Sosyal güçlenmeyi başaran insanların sıkça başına gelen şanssız olasılık sosyal hiyerarşileri yeniden biçimlendirme çabasına girişmektir; böylece onlar imtiyaz sahibi konuma geçerlerken ötekileri bastırırlar. Hiyerarşi sistemi dokunulmamış kalır; yalnızca grupların göreceli yerleşimleri değişir. Kimliklerin tüm dünyada radikal bir şekilde yeniden formüle edildiği bugünkü tarihi anın gerektirdiği şey, kimlik sınırlarını, bastırılmışlıklarımızı, ve kişisel güçlenmemizin stratejilerini gerçek ve radikal bir çok-kültürlü (multi-cultural) koalisyon (hatta belki bir toplum) yaratabilmek üzere birbirimize anlatmamızdır. Farklılığı takdir eden ama içine kapanmışlık ve ayrıcalılık yaratan öznelliğe neden olacak dışarıdaki-içerideki karşıtlığının trajik uçurumlarına düşmeyecek kültürel bir dil, bir kimlik fikri bulmalıyız. Tekrar ediyorum, bu kolay iş değil. Şu ana kadar seçtiğimiz şey, çeşitli öznelliklerin nasıl kesişeceğini, yarışacağını ve çarpışacağını çözümleyecek sert bir söylev geliştirmeyen kibar, saygıyla kabul eden, politik ve kültürel çoğulculuğa saygı duyan basit bir çok-kültürlülüktür. Belki medya sanatlarının hala çok genç olması ve birçoğumuzun konuşmayı yeni öğrendiği için yalnızca kendi öznel kişiliklerini yansıtması bunu başaramamış olmamızın nedenleridir. Ama bu sefer geçmişimiz ve gelecek zamanın vaadettiklerinin üstünde tekrar yoğunlaşırsak yapmamız gereken daha büyük işler olduğunu anımsarız. Bu diyalog ve benzerlerinde yaptıklarımız, bu çağın ya daha ilerici, kapsayıcı ve dinamik bir insanlık ve kültür inşasının geliştirildiği ya da başarılamamış bir başka tarihi vaadin ertelendiği çağ olmasını belirleyecektir. MARLON T. RIGGS** İngilizce'den çeviren Doğan Hürkan * "Notes of a Signifyin' Snap! Queen" adlı makaleden kısaltılarak alınmıştır. Art Journal. Fall '91. Vol.50. No:3. College Art Association. **Riggs film yönetmeni ve yapımcısı, medya aktivisti, ve kamu yayıncılığında bağımsız görüş programcılığını savunan bir lobi üyesidir. Berkeley'deki California Üniversitesi'nde dersler vermeye devam etmektedir.


KAOS GL 13/17

İşte baylar ve bayanlar, yarıbaylar ve yarıbayanlar, ve siz oradaki dönme milleti, tüm ulusa, deniz ötesine ve denizdeki tüm gemilere haykırmış olduğunuz şeyi uygulayın: Buna Alışın! Bunu Aşın! Vladimir Gonzalez, BAR, 27 Mayıs. “Post-queer” (ibne sonrası) döneme yapılan göndermeler daha şimdiden görülmeye başladı. Queer dönemi gerçekten de acayip(*). Kesin olan, Queer Nation (İbne Ulus) topluluklarının en parlak devrinin geride kaldığı. Örneğin, San Fransisco ve Washington D.C.’deki merkezlerini çoktan kapadılar, diğer yerlerde de sayıları azaldı. Buna rağmen, basının ve akademik çevrelerin konuya olan ilgisi artıyor. 1992, Village Voice dergisinin her yıl Eşcinsel Gurur Yürüyüşü için çıkardığı Haziran sonu özel sayısının “ibne” olgusuna ayrıldığı yıl olmuştu; ancak derginin 1993 sayısı da “İbne Sayısı” olarak çıktı. Konuya ilişkin akademik araştırmalar, eğitim programları ve konferanslar giderek çoğalmakta(1). İbne olgusu 1990 baharında New York’ta patlak veren yeni dalga eşcinsel hareketi ve bunu körükleyen “Heterolardan Nefret Ediyorum” yazılı bildirilerin dağıtılmasıyla başladı. İbne Ulus’un bir süre sonra dağılması bile bu olguyu sonlandıramadı. İbne sonsuza dek olmasa da şimdilik burada, bizimle birlikte. Şiddetle karşı çıkılan bu sözcük, daha önceki sözcüklerin yerine olmaktan çok, onlara ek olarak, sıkça kullanılır oldu. İbne hem sıfat, hem ad, hem de edim; artık politikaya ve kültüre uygulanıp, biçem, tavır ve maddeleri tanımlamakta kullanılıyor. Kuram ve estetik ibne sözcüğü ile nitelenebiliyor, tıpkı ibne bir kuşaktan, bir akımdan ve hatta bir dönemden bahsedilmesi gibi. İnsan, tarihçileri, bu hareketin tarihinin içinde bulunduğumuz evresini -bu evre ne kadar sürerse sürsün- “ibne dönem” olarak adlandırırken hayal ediyor. 1950 ile 1969 arasının genelde homofil (eşcinsel dostu) olarak benimsenmesi de böyle olmuştu. İbne modasının ilk heyecanlı anları geçmiş de olsa, neden olduğu tartışmalar daha sona ermedi. Bu sözcük üzerine geçen tartışmalarda yakalanması ve aynı zamanda karşılık verilmesi gereken bir tat ve tutku var. Çalışmamda sözcüğü tartışanların seslerinin doğrudan duyulmasını sağlamak istiyorum. San Fransisco’daki bir tartışmanın ve Santa Cruz’da gerçekleştirilen oldukça aydınlatıcı özellikte bir dizi röportajın üstünde duracağım. Anlaşmazlık, ABD’de alanında her yıl en büyük olan San Fransisco Gay ve Lezbiyen Kurtuluş Günü Gösterisi için seçilen konu başlığının oldukça kesin bir politik tavır içermesi üzerineydi(2). Gösteri için seçilen başlık “Queer Year” (İbne Yılı)ydı. Bu, San Fransisco’daki gay/lezbiyen

*Queer sözcüğünün asıl anlamı acayip, tuhaf, garip’tir.

gazetelerinin okur mektubu köşelerinde ve sponsorluğunu GLAAD’ın üstlendiği halka açık bir forumda yoğun olarak tartışıldı. Erkek ağırlıklı BAR (Bay Area Reporter) ve kadın-erkek dengesini korumaya oldukça fazla önem veren Bay Times’tan alıntılar yapacağım. Daha az polemik yaklaşımlar ise yetenekli bir öğrencim olan David Raunch’un “Q” adını taşıyan bir video çekimi yapma hazırlığı amacıyla Santa Cruz’da yaptığı yazıya geçirilmiş 18 röportajdan alındı. David bu kişilerin çoğuna bir grup ortak soru sordu ve özgürce yanıt vermelerini sağladı. Görüşülen kişilerin seçimi, kendilerini kamera önünde iyi ifade edebilirlikleri açısından olduğu kadar, görüşlerinin çeşitliliği de göz önünde bulundurularak yapıldı. Her ne kadar hepsi üniversite çevrelerinden gelmiyorsa da, üniversite etkisindeki bir ortamdan geldiklerini söylemek zor değil(3). Birkaç anayasal kısıtlama dışında, eşcinsel toplumun tüm üyelerine açık olan Kurtuluş Günü Gösteri Komitesi 1993 Haziran gösterisinin konusunu 1992 Aralık ayındaki bir toplantıda belirledi. “Queer Yıl” başlığı, diğer iki başlığa -”Savaş ya da Öl” ve “Ölmeye Değecek Bir Aşk”- karşı büyük bir oy çoğunluğuyla seçildi. Tartışmalar hemen başlayıp, gösterinin yapılışına dek ve asıl olayın boyutlarını aşacak biçimde, altı ay boyunca sürdü. Onur kırıcı ve saygısızca. (BT,25 Mart) Greg Hayes: Ben “ibne” değilim ve hiç bir zaman da olmadım... “Gay” sözcüğünün bir eksiği yok ki. (BT, 17 Haziran) J.Philip Harrison: Geçen yıl gidiş-dönüş toplam 80 mil yol katettim ve gösteri sırasında 200 dolardan fazla para harcadım. Bu yıl katılmayacağım. Birisinin bana ibne diye seslenmesini sadece beş mil gidip Concord’da da, üstelik bedavaya, duyabilirim. (BAR, 23 Aralık 1992) Walter Thomas: Hiç bir şekilde. Böylesine iğrenç ve alçaltıcı hakaretleri meşrulaştırma yolunda hiç bir çabayı kabul edemem. (BAR, 1 Haziran) Bill Smith: Eşcinsel toplumu, gösteri komitesindeki 40 kişinin gay sözcüğü yerine queer’i koymasına izin vererek bir kez daha kendi kuyusunu kazdı. Yaşı ne olursa olsun, herhangi bir eşcinselin (ya da başka bir cinsel seçimi olan birinin) bu insanlar –ya


da başkaları- tarafından ibne diye çağrılmayı seçmesi akıllara durgunluk verici! Queer 40’ı hatırlamak için çok mu geç? Asla bu kadar az insanın bu kadar çok kişiyi yabancılaştırmasına izin verilmemişti. (BAR, 11 Şubat) Charles Dargis: Queer Yılıyla ilgili hiçbir etkinlikte, hiçbir koşulda yer almayacağım. Ancak hem Gay Onuru’nu hem de özsaygıyı uygulamaya devam edeceğim; bunu tek başıma yapmam gerekse bile... (BAR, 29 Nisan) Ted Radamaker: Biz birbirimizi “puşt”, “ibne” diye çağırırken, diğer insanların bize bu tür lakaplar takmayı bırakıp, bizi gay’ler (ya da yalnızca başka insanlar) olarak düşünmesini gerçekten bekleyebilir miyiz? (BT, 8 Nisan) Sözcüğün hayranları (meraklıları?) da aynı derecede vurgulu konuşuyorlardı.

KAOS GL 13/18

Patrick Fitzgerald: Bence müthiş... Queer Yılı, ibnelerin hareketi yönettiğine dair eşsiz, büyük, cayır cayır bir onay. (BT, 31 Aralık 1992) Jeff Bullard: Queer Yılı, radikal olarak farklı olanların ayağa kalkıp kendilerini de hesaba kattırmaları için çağrıda bulunuyor... Gösteri tamamen ibne/acayip olma hakkında... Bir kabile gibiyiz. (BT, 14 Ocak) Claudia Lorie: Artık benzersiz olmamızı kutlamanın zamanı geldi. Queer Yılı harika bir başlık. Şu sorunlu dünyamıza -”Normaller”e ait üzgün ve dertli dünyamıza- tepeden bakabileceğimiz müstahkem bir seyir noktasında olduğumuz için ne kadar şanslıyız! (BAR, 14 Ocak) Allen Carson: Yeni başlığın eleştirenleri çok olacaktır. Bar taburelerinde ve TV karşısındaki yerlerinden ayaklanıp, rahatça ve görünmeden “gay” olma haklarına yapılan bu saldırıyı kötülemeye başladılar bile. İbne sözcüğünü kullanmanın hala böyle büyük bir isyana yol açması şaşırtıcı. (BAR, 7 Ocak) Hippy Chick (Hipi Piliç): Bazılarımızın bu yılın konusu olan Queer Yılını gerçekten beğendiğini kimse durup bir düşündü mü? Asla gay olmadım. Asla uyumlu değilimdir... Artık kabul edelim: ben ibneyim: “normal” gay bir erkek değilim. Fazla egzantriğim/fazla garibim/deli gibi egzantriğim. (BAR, 13 Mayıs) Peggy Sue: Bu sözcükten hoşlanmayan bütün o aptal, eşcinselliğini gizleyen tipler siktirip başka birilerinin gösterisine gidebilirler. (BT, 31 Aralık) San Fransisco’daki gay/lezbiyen gazetelerinin okur mektupları köşeleri yer verdiği görüşlerin zenginliğiyle ünlüdür, ancak bu yorumlardaki aşırılık hayret verici. Kızgınlık, öfke, kırıcılık, isyan, alay, aşağılamanın hepsi burada dışavurulmuş. Biri için hakaret olan bir diğeri için kutlama nedeni oluyor. İşin aslı o ki, bazıları için kutlama kesinlikle diğerlerini incittiği için var. Belli ki bu heyecanlı ve tartışmalı bir konu; tartışmaya katılanların bedelini yüksek bulduğu bir hisseli bahis... Konu, dar ve katı bir anlamda ilginç bir biçimde politik: yetki sahibi bir oluşumun kesin ve bağlayıcı kararı üzerinde anlaşmazlık; ancak bunun üzerinde tartışılmasının nedeni, gösteriye katılanlar için

de, katılmayanlar için de konunun kültürel önemi. Yeni konu başlığı bazı açılardan dramatik bir değişim ve böyle de algılanıyor. Gösterinin yöneticileri konuyu açıklarken tepki yaratacağını bildiklerini gizlemiyorlar. Pek çok kişinin de bahsettiği bu değişim kuşaklar arasında oluyor. John Embry: Queer teriminin halkla olan berbat ilişkileri bir yana, (başlığın) çağrıştırdıkları bizi daha da bölüyor -gençler ve yaşlılar olarak. Closeted(*) 40’lar ve 50’leri, Homofobik (eşcinsel düşmanı) 60’lar ve 70’leri yaşamış olan ve bu Pepsi kuşağının artık tatmakta özgür olduğu şeyleri kazanmak için çalışıp terleyen pek çok eşcinsel gay sözcüğüne bile hala tam olarak alışamadı... Sözcükler, fikirlerin yanısıra, tarihi tekrar tekrar biçimlendirebilir.(BT, 28 Ocak) Mark Stephens: 45 yaşımdan sonra queer sözcüğüne karşı duygusal tepkimi değiştirmem olası değil. Bana, gençliğimde ve daha sonra beni tanımlamak için bu kelime kullanıldığında hissettiğim o acı ve kendini sevmeme duygusunu anımsatıyor. (BAR, 28 Ocak) Peter Cassels: Queer Yılı, 25 yaşın üstündeki herkesi eski kafalı bir moruk sanan, daha pek büyümemiş cüretkar ve benmerkezli genç gaylerin bir icadı. (BT, 22 Nisan) Brian Procknal: Eğer bu yılki gösteriye katılmak istemiyorsanız gelmeyin o zaman. Eğer bazı insanlar diğer pek çoklarına güç katan bir sözcük yüzünden inciniyorlarsa, üzgünüm. Bazıları eski alışkanlıkların yıkılıp parçalandığını duyumsuyor -eski alışkanlıklardan da bu beklenmeli. (BT, 14 Ocak) D.B. Saunders: Artık şuna şüphe yok: Lezbiyen/gay/biseksüel toplumunda giderek büyüyen bir kuşak çatışması/kuşaklararası ayrılık var... Queer’i savunanların çoğunluğu 35 yaşın altındakilerken, bu sözcüğün kullanılmasına ateşli bir şekilde karşı çıkanların çoğunluğunu 35’in üstündekilerin oluşturduğu bir gerçek. )BT, 28 Ocak) Mark Haile: Bu yeni kuşak, bizim 70’lerde son moda süveter almak için Macy’s mağazasının önünde sıra beklemekten devrime verecek zaman bulamadığımızı düşünüyor -sanki kendi vücut takıları ve dövmeleri daha ucuzmuş gibi! (BT, 28 Ocak) Mike Schaeffer: Meşaleyi yeni kuşaklara devretmek demek, diğer herkesin huzurevine postalanması anlamına gelmemeli. (BAR, 30 Aralık) John Woods: Artık zamanı geldi derim... Zamanla ilgili? (BT, 31 Aralık) Tom Stoker: Onur/Gurur Günü, bizden önceki kuşağa neler borçlu olduğumuzu hatırlamak için iyi bir zaman olduğundan, bu sözcüğün onların çoğu için hala ne derece onur kırıcı olduğunu göz önüne alabilir ve daha az dışlayıcı bir başlık seçebilirdiniz. (BAR, 25 Mart) Burada, queerin yeni politik bir kuşağın ya da grubun ortaya çıkışını gösterdiği, bu duruma karşı çıkanlar tarafından bile açıkça doğrulanıyor. Gay/lezbiyen tarihinde daha önce de olduğu gibi, bu değişim, toplumsal politikadaki yaklaşımlarda ortaya

*Closet: İngilizcede dolapo, küçük oda/kabin anlamından gay jargonuna “açılmış olma”nın karşıtı olarak geçmiştir.


KAOS GL 13/19

çıkan değişimden çok daha fazlasını; kültür, politika ve cinselliğin ta kendisini içeriyor. Genetik kopyalama (cinsel birleşme olmaksızın bireyin tek hücresinden oluşturulan yeni birey) Harvey Milk’in 70’li yılları için neyse, vücut takıları da queer dönemi için o (4). Yukarıda dışavurulan kızgınlık ve gücenme, bir kenara çekilmeye, daha doğrusu itilmeye duyulan normal bir düşmanlığı, ama aynı zamanda daha fazlasını da gösteriyor. Bütün azınlık politikalarında yinelenerek gündeme gelen ve bazen asimilasyoncu/ayrılıkçı tartışması diye de adlandırılan, şu bildik anlaşmazlığın sertleştiği görülüyor. Ancak, bu kuşak çatışmasının en ayırt edici özelliği, genç kuşak tarafından seçilen -daha doğrusu bayrağı dalgalandıran- yeni ismin, eski kuşaktan pek çokları için en kırıcı sözcük olmasıdır. Queer kapanmamış eski yaralara tuz basıyor. Büyük bir olasılıkla başka hiç bir sözcük bu denli can yakmaz. Diğer önemli bir kuşak farkı ise, AIDS deneyimi. Son on yıldır bu salgınla savaşmak, 30 yaşın üzerindeki bir çok gay, özellikle gay erkeklerin, gerek politik gerekse diğer alanlardaki tüm enerjisini tüketti. Daha genç ibneler içinse, AIDS daha az öneme sahip ve bunun için de daha farklı biçimlerde değerlendiriliyor. İbne Ulus, ACT UP’tan tarz/biçem, yöntem ve taktik öğrendi ancak bunları farklı -ACT UP’ınkilerle uyumlu mu, bilinmez- amaçlar için kullandı. Queer kadınları erkeklerden daha farklı bir biçimde etkiliyor. Elena Dykewoman (Sevicikadın): 25 yıl önce, queer kendim ve sevdiğim kadın için bildiğim tek sözcüktü. Şimdi çarpıcı sloganlarla yeniden ortaya çıkışı, kadınları bir kez daha temelinde erkek tanımlı bir grubun içine sokuyor. 1993’ün sevicilerin bize ait tüm isimleri geri almayı talep ettikleri bir yıl olmasını umuyorum. (BT, 31 Aralık) Jerry Brown: (Queerin) bir takım yararları olduğunu anlıyorum. Örneğin, sadece erkeklere ya da kadınlara ait değil; ne yazık ki gay o özelliğini yitirdi (gay erkekler ve lezbiyenler, vs.) (BAR, 13 Mayıs) Corva Radici: Bu olayda lezbiyenler gözardı ediliyor diye düşünüyorum. Benim gördüğüm biçimiyle, queer her anlama gelebiliyor sanırım. “Lezbiyenler ve gay erkekler”e ne oldu? Lezbiyen gay erkeklerden çok farklılar. Lezbiyenler hakkında pek çok şey gözden kaçıyor... (BT, 31 Aralık) Society’s Eavesdropper (Toplumun Kulakmisafiri): Sözcüğün her iki anlamıyla da bir “Queer” -yani hem garip bir kişi hem de bir cocksucker(*) (götveren)- olarak diyorum ki: “Queer” sözcüğünün bir heteroseksüel tarafından herhangi bir lezbiyene/seviciye yöneltildiğini asla duymadım. Herhangi bir lezbiyenin/sevicinin, herhangi bir heteroseksüel erkek ya da kadın tarafından “Queer” diye nitelendirilmiş olduğundan da oldukça şüpheliyim. Bu sözcük her zaman, benim son 50 yıldır kullanıldığını duyageldiğim biçimiyle, sadece erkeklere ayrılmıştır. (BT, 6 Mayıs) Desi Del Valle: Ondan hem hoşlanıyorum, hem de hoşlanmıyorum. Hoşlanmıyorum, çünkü bu terimin herkesi kapsayacak biçimde kullanılması hoşuma *Cock: Sik, yarak Sucker: emen

gitmiyor. “Gay”de de aynı şey vardı. Ne kadar herkesi kapsayıcı olmasına çalışsanız da, sonuçta “beyaz erkekler” anlamına geliyor. Birilerini dışarıda bırakıyor. Hoşuma giden yönüyse, küstahlığı, “al işte suratına!” demesi/cüretkarlığı. Kendimi queer olarak görüyorum. Ancak kendime “queer” diyerek ortalıkta dolaşmam, çünkü lezbiyenler bu karmaşada kayboluyor. (BT, 31 Aralık) Bu tartışmaya erkeklerden daha az sayıda kadın katıldı. Geçmişte queer, lezbiyenler için neredeyse hiç kullanılmadı. Bu, onun suçunu azaltsa da, şüpheli konumunu yine de korur. Daha genç kadınların bir kısmı sözcüğü benimsedi ama onlarda da havaya çelişkili duygular hakim. Queer, başka nedenlerden ötürü ne kadar çekici olursa olsun, kapsayıcılık kisvesi altında yatan/kimliğine bürünmüş erkeklere ait bir terim olarak şüphe çekmekte. Bu dilbilimsel sorun/dilbilim sorunsalı geçen kuşak boyunca defalarca yüzeye çıkan, lezbiyenlerle gay erkekler arasında devamlı süregelen gerginlik ve çatışmaların başını çekmekte. Gay teriminin yakın tarihi, yeniden yaşanması olası bir şablon/örnek oluşturuyor. Gay, hem eşcinsel erkekler, hem de her iki cinsten (kadın ve erkek) eşcinseller anlamında kullanıldı. Bu çift anlamlılık sorgulamalara ve meydan okumalara yol açtı. Daha eski kuşaktan kadınlar bu terimi kendileri için kullandılarsa da -ki bazıları hala kullanmakta- ikinci feminizm dalgasından sonra, çoğu kendilerine lezbiyen dediler. 80’lerin başlarında pek çok örgüt, kadınların bu konuda ısrarlarına karşılık olarak resmi adını Gay’den, Gay ve Lezbiyen (ya da Lezbiyen ve Gay)’e çevirdi. Lezbiyene de karşı çıkılmıyor değil. GLAAD forumunda Anetta Gaudino lezbiyen’e “hoş, Avrupalı, beyaz” olduğu gerekçesiyle karşı çıktı. Queer yeni, saldırgan bir görünürlük ima ediyorsa da, acaba lezbiyenlerin görünmezliğini sürdürmesi ya da arttırması da olası mı? Beyaz olanlarla olmayanlar arasında bununla ilgili sorunlar ortaya çıkıyor. Yine de, diğer ırklardan eşcinselliğini kabul etmiş/kendini eşcinsel olarak tanımlayan yalnızca birkaç kişi tartışmaya katıldı. D.B. Saunders: “Stonewall kuşağı”nın 35’in üzerinde bir üyesi ve Amerikan Yerlisi (Çeroki), Afrikalı Amerikan, ve İrlandalı karışımı kökenli biri olarak, “queer” sözcüğü benim için daima onur kırıcı ve homofobik bir lakaptı. Şimdi de öyle ve hep de öyle kalacak. (BT, 28 Ocak) Manuel: Kendine queer demek, oldukça fazla güç ve gerçek hareket alanı gerektirir. Oysa pek çok renkli (derili) insan için durum böyle değil. Kendimizi bu biçimde adlandıracak hareket alanına sahip değiliz... Terim orta sınıf beyaz erkeklerden çıktı. Beyaz gay erkeklerin daima kendilerini istedikleri gibi adlandırma özgürlükleri ve lüksleri oldu. Bir terimin/terimlendirmenin birdenbire herkese uygulanabileceğini farzetmek... Bence bu biraz küstahça. Daniel Tarver adında zenci bir psikiyatrist, GLAAD forumunda konuşurken queer terimine bölücü olduğu gerekçesiyle karşı çıktı. Afrikalı Amerikan


toplumunun bu sorun üzerinde ayrılığa düştüğünü ve yarısının bu yıl yürüyüşe katılmayacağını söyledi. Lila: Bana biraz fazla beyazmış gibi geliyor. Bana biraz beyazlık kokuyor gibi geliyor.

KAOS GL 13/20

Manuel’in söylediklerinin bir kısmı, queerin temelde beyaz gay erkeklere ait bir terim olduğu, kadınların endişeleriyle benzeşiyorsa da, çeşitli adları olan kadınların tersine Manuel, renkli/beyaz olmayan/farklı ırktan eşcinseller için herhangi bir ad önermiyor. Onun duygusal çelişkisi kadınlarınkinden farklı. Bir yandan terimin renkliderililere uygun olmadığını, bir yandan da bu terimi kullanmak isteyebileceklerini ama şimdilik bunu yapacak gücü bulamadıklarını ima ediyor. Gay ve lezbiyen terimleri de pek çok renkli deriliye yabancı geliyor. O zaman, queer de mi aynı: en iyi olasılıkla, elinde olmadan ırkçı mı? Yine de, queer hakkındaki en güçlü iddialardan biri de onun gay ve lezbiyenden çok daha kapsayıcı olması. Özellikle, ne adları konmamış/konmuş, ne de dolaylı olarak G ve L, L ve G genel başlıklarına dahil edilmemiş/edilmiş olan diğer cinsel azınlıkları da içermesi/içeriyor. Son birkaç yılın bir özelliği de, bu cinsel azınlık gruplarının, özellikle biseksüellerin ve transseksüellerin kendilerini ifade etmekteki artan iddialılıkları ve tanınma talepleri oldu. İki transseksüel, GLAAD forumunu düzenleyenleri, aralarından kimsenin panelde olmaması nedeniyle suçladıktan sonra öfkeyle forumu terk ettiler. Çok geçmeden, bir biseksüel de dert yandı. David Miller: Fakat bu ismin tüm amacı, geleneksel olarak -gösteri de dahil- politikadan ve “lezbiyen ve gay toplumu”nun son 20 yıldır edindiği kazanımlardan dışlanan gruplara -gösterinin adı yoluyla- sözde temsil hakkı vermek: diğerlerinin yanısıra/yanında renkliderili insanlara, biseksüel, transseksüel, ve S&M (Sado-Mazohist) toplumlarına, fetişistlere, fahişelere, yoksullara ve “küçükler”e... (BT, 22 Nisan) Anne Ogborn: Ben, çoğunlukla cinselliği radikal olan insanlarla yatan biseksüel bir transseksüelim. Bence, beni queer yapan bu. Queerofobik bir iş arkadaşım tarafından böyle çağrıldığımda kesinlikle queerdim. Gay değilim. Lezbiyenler gay değildir. Ancak hepimiz buradayız ve hepimiz queeriz. (BT, 1 Temmuz) Patrick Renner: Ben, kendi adıma, “lezbiyen, gay, biseksüel, transseksüel, transgender...” derken birilerini dışarıda bırakmaktan korkuyorum; soluksuz kalmak da cabası.(BT, 6 Mayıs) Dove (Beyaz Güvercin): Bu sözcüğü çok seviyorum çünkü kestirme bir söz. Gay erkekleri, lezbiyenleri, bi’leri, transseksüelleri, bunları destekleyenleri ve (yerleşik değerleri) sorgulayan insanları kapsayan bir topluluğu tanımlayan tek heceli bir sözcük... Nygel Wesley Daggers: “Queer” terimine, toplumumuzun tüm üyelerini içine alsın diye oy verdim. Acaba Bay Disler (Daha önce mektubu yayınlanmış bir kişi) bir lezbiyenle bir dyke arasındaki farkın ayırdında mı? Ya bir fag punk’la bir gay’in? Bir travesti’yle bir

transseksüel’in? Transgender bir biseksüel olarak ben, onun sınırlı “lezbiyen ve gay” yelpazesinin neresine özellikle de bu gruplar trans’ları ve bi’leri dışlıyorkenuygun düşmem gerekir? (BT, 25 Mart) Queer Leather Morris Dancers (Queer Deri Morris Dansçıları): SF Bay Times sayfalarında queer leather morris dansı toplumuna karşı sürdürülen marjinalleştirme çabaları karşısında duyduğumuz hakarete uğramışlık ve hayret duygularımızı belirtmek isteriz. Biz, sayısı düzineleri bulan (tamam, öyle ya da böyle bir iki düzine), hızla büyüyen bir toplumuz. Ne var ki, gazetenizi okuyan biri, queer leather morris dansçılarının varolmadığını bile sanabilir! Gazetenizin üzerimize örttüğü görünmezlik örtüsü yüzünden kendisinin dünyada yapayalnız olduğuna inanan genç queer leather morris dansçılarını düşünün bir. ...Bu suskunluğun bilinçli olduğuna inanıyoruz. Şurası açık ki, lezbiyen/gay/biseksüel kurumlaşması, bizim queerler, deri fetişistleri ve morris dansçıları olarak varlığımız ve kullanabileceğimiz güç tarafından tehdit ediliyor. +SF Bay Times’ın, “Gay/lezbiyen/biseksüel gazetesi ve etkinlik takvimi” biçimindeki altbaşlığını, “Gay/lezbiyen/biseksüel/leather morris dansı gazetesi ve etkinlik takvimi” olarak değiştirmesini talep ediyoruz. +Queer leather morris dansına ayrılmış düzenli bir köşe de dahil olmak üzere, toplumumuzun sorunlarını, edimlerini ve etkinliklerini bildiren, bol fotoğraflı haberlere yer verilmesini talep ediyoruz. +Sizin suçlu ilgisizliğinizin gerek gizli gerek açılmış düzinelerce queer leather morris dansçısına verdiği acı ve incinme/işkence için para tazminatı (hem de çok para) talep ediyoruz. Artık daha fazla susturulmayacağız! (BT, 20 Mayıs) Lila: Queer sözcüğünün başka iyi bir tarafı da, yanısıra bütün öteki sözcükleri söylemek zorunda olmamanız... Sözcüğün anlamı nedir? Sonuçta büyük bir şemsiye görevini görüyor. Bu mektuplar ve yorumlar, queerin tutulmasındaki hızlı yükselişi açıklayan anahtar niteliğinde bir özelliğin altını çiziyor. Homoseksüel tıbbi bir terim ve cinsel nesne seçimini maddeleştiriyor; tek başına gay fazla erkek; Lezbiyen ve gay kadınları da ekliyor ancak yorgun olmaktan başka, yine de cinsel nesne seçimiyle sınırlı; geçen Nisan Washington’daki ulusal yürüyüşte yapıldığı gibi, ad’a biseksüelleri eklemek ise kategorileri genişletiyor fakat hemen başka eklemelerin yapılması istemine yol açıyor. Her ekleme bir yenisini özendiriyor. Buradaki mantık zorlayıcı bir güce sahip ama aynı zamanda giderek artan boyutlarda çılgınca da. Sonu nerede? Queer bu süreci kısaltarak hiç bir türü kayırmadan, taraf tutmadan hepsini kapsıyor. Bu kendini yeni tanımlamış cinsel azınlıkların en gür sesli/sesveren bireyleri gençler arasından çıktığı için kapsayıcılık onların terime gösterdikleri yakınlığı daha da arttırıyor.

devam edecek


KAOS GL 13/21

AIDS HABERLERİ √AIDS’in 10 yıllık bilançosu: Türkiye’de AIDS’in hızı yavaş. Türkiye’de 1985’te görülen ilk AIDS vakasından bu yana, AIDS hastası ve taşıyıcılarının sayısı 10 yılda 472’ye yükseldi. AIDS, en çok heteroseksüellerde görülüyor, bunlarda taşıyıcı ve hasta sayısı toplam 190. Madde bağımlısı; 59 kişi, homoseksüel ve biseksüel; 54 kişi, transfüzyon alanlar; 29 kişi, hemofili hastaları; 14 kişi, anneden bebeğe geçiş; 3 kişi, hastalık nedeni bilinmeyenler; 119 kişi. √Azerbaycan’da AIDS paniği. Azerbaycan’da, son günlerde AIDS vakalarında artış görüldüğü bildirildi. Azerbaycan AIDS’le Mücadele Merkezi’nden yapılan açıklamada, altısı Azeri, toplam 22 kişide AIDS virüsü tesbit edildiği, yabancı uyruklu kişilerin, ülkelerine gönderildikleri belirtildi. Bu rakamların, ülkedeki durumu yansıtmadığı ifade edilen açıklamada, Azerbaycan’da, AIDS’in yayılmasına son derece musait ortam oluştuğu kaydedildi. Açıklamda, ülkede uyuşturucu kullanımının artması ve hastanelerde bir kullanımlık enjektör sıkıntısı çekilmesinin, AIDS’in yayılmasında önemli rolü olduğu vurgulandı. √Romanya’da köylüler AIDS virüsü taşıyan bir çocuğu taşladı. Romanya’nın bir köyünde, AIDS virüsü taşıyan 8 yaşındaki bir kız çocuğu ve ailesi köylülerce taşlandı ve evlerinden atılmak istendi. Ülkenin kuzeyindeki Iasi kentinden doktor Constantin Barabolski, retuers’e yaptığı açıklamada, 8 yaşındaki çocuğun, virüsü, önce yaşadığı çocuk yuvasında kaptığını belirtti. Baraboski, “köylülerin kız çocuğunu ve ailesini bir felaket, bir salgın hastalık olarak gördüklerini” belirterek, geçen ay meydana gelen olaydan sonra virüsü taşıyan çocuğun ailesinin, saldırılardan korunmak için çocuklarını tekrar yuvaya vermek istediklerini söyledi. Romanya’da yoksul ailelerin bakamadıkları çocuklarını yuvaya verip, maddi durumları düzelince tekrar geri almaları, yaygın bir uygulama. Yuvalardaki çocuklara AIDS virüsünün, genellikle, hasta çocuklara, virüs taşıyan denizcilerden alınan kanların verilmesi ve aynı enjeksiyonun bir kereden fazla kullanılması gibi yollarla bulaştığı biliniyor. AIDS, ancak kan ya da cinsel birleşme yoluyla bulaşıyor. Romanya, Avrupa’da AIDS virüsü taşıyan çocuk sayısının en fazla olduğu ülke. Romanya’daki yaklaşık 3 bin AIDS vakasının yüzde 90’dan fazlasını 12 yaş altındaki çocuklar oluşturuyor. √AIDS virüsü taşıyan kadınlar artıyor. 1985 yılında ABD’de AIDS’li kadın sayısı 534 iken 1994 yılında 14.081 olarak kayda geçmiş. Başka bir deyişle bundan 10 yıl önce AIDS’li kadınlar, bütün AIDS vakalarının yüzde 7’sini oluştururken, günümüzde yüzde 18’ini oluşturuyor. Bulaşmanın yüzde 38 oranında heteroseksüel ilişki, yüzde 41 oranında ise damar yoluyla uyuşturucu kullanma sonucu olduğu belirtiliyor. Vakaların yüzde 77’sinin siyah ve Latin kökenli olduğu belirtilen uzmanlar kadınlardaki AIDS sıklığının erkeklerden daha hızlı arttığı günümüzde 25-44 yaş arası kadınlarda dördüncü sıradaki ölüm nedeninin AIDS olduğunu vurguluyorlar. AIDS virüsü HIV’ın vücuda girdikten sonra yarattığı hastalık tablosu kadınlar ile erkeklerde oldukça farklı, bu farklılık yüzünden kadınlarda erken dönemde hastalığın gözden kaçması olasılığı yüksek. Virüsün doğum sırasında anneden bebeğine bulaşması da ayrı bir sorun. Yapılan araştırmalar virüse karşı kullanılan zidovudine adlı ilacın anneye verilmesiyle virüsün bebeğe bulaşma oranının azaldığını ortaya koymuş. Şimdi ABD’de gündemde olan bir konu da gebe kadınlara AIDS ile ilişkili testin zorunlu kılınıp kılınmayacağı konusu. √AIDS ölümlerinde verem de suçlu! Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından tanıtılan bir raporda, verem mikrobunun AIDS hastalığına yol açan HIV pozitif virüsünü taşıyanları normal insanlardan çok daha fazla etkilediği belirtilerek, bu konuda bir kampanya düzenleneceği duyuruldu. WHO tarafından Cenevre’deki genel merkezde yapılan tanıtım açıklamasına göre, AIDS’ten ölümlerin üçte biri, vereme yakalanma sonucu bünyenin zayıf düşmesinden kaynaklanıyor. HIV pozitif virüsü taşıyan kişilerin verem mikrobunu kapmaları riski, normal ve sağlıklı insanlara oranla otuz kat daha fazla. Ölüm oranlarındaki artış ve söz konusu riskin sürekliliği, WHO bünyesindeki iki ayrı kurumu birleşik bir yapı altında birlikte çalışmaya yöneltti. Örgüt, yaptığı açıklamada, daha önce bağımsız birer birim olarak çalışan Global Verem (TB) Programı ve AIDS/HIV Programı’nın biraraya gelerek, 1996 Ocak ayında BM Birleşik AIDS Programı (UNAIDS) adı altında ortak projeler ve kitle sağlığı programları üzerinde çalışacaklarını belirtti. Dünya Sağlık Örgütü Global Verem Programı Başkanı Dr. Paul Nunn tarafından yapılan açıklamada ise, “verem tedavi edilebilir tipik bir hastalık gibi gösteriliyor. Geçmişteki umursamazlıklar sonucu bugün verem, tüm dünyada kontrol altına alınabilir olmaktan çıkmıştır” denilerek, iki birimin birleşip ortak çaba göstermesiyle, verem kaynaklı AIDS ölümlerinin yeni yüzyılda azaltılabileceği vurgulandı. Ocak 1996’da verem konusunda bilinçlendirmeyi amaçlayan dünya çapında bir kampanya da başlatılarak, kitleler eğitimden geçirilecek. √AIDS’e karşı aşı umudu Pasteur-Merieux Serum ve Aşı Enstitüsü kurucusu Dr. Charles Merieux, enstitüde AIDS hastalığı için 1985 yılından bu yana aşı geliştirme çalışmaları yapıldığını belirterek, aşının 1997 ya da en geç 2000 yılı içerisinde bütün klinik fazlarının tamamlanacağını bildirdi.


√Şirketlerin AIDS korkusu 1992 Türkiye güzeli doktor Elif ILGAZ AIDS’le mücadele için tertipledikleri konsere sponsor bulamadı. Firmalar kendilerine yapılan başvuruları, ‘AIDS imaj bozar’ endişesiyle reddetti. √Müftü, AIDS vaazına karşı Sağlık Bakanlığı AIDS ile mücadele konusunda çeşitli kurumlarla işbirliği içine girerken Cumhurbaşkanı başkanlığındaki toplantıda yapılacak çalışmalar tartışıldı.Bakan Doğan Baran işbirliğine girilen kurumlar arasında Müftülüklerin de bulunduğunu da belirtiyordu. Durum camideki vaazlarda AIDS’ten sözetmeyi gerektiriyordu. İşte bu noktada Sağlık Bakanlığı ve Diyanet İşleri arasında bir tartışma başladı. Diyanet İşleri, “Sağlık Bakanlığı’nın genelgesiyle ilgili bize birşey ulaşmadı” derken, hazırlık aşamasında da danışılmadığından şikayet ediyor. Ancak Sağlık Bakanlığı’nın Müsteşar Yardımcısı Dr. Ahmet Miski imzalı genelgesinin 7. maddesinde ise durum “Halk eğitimi çalışmalarında ailevi değerlere sahip çıkılarak tek eşliliğin vurgulandığı mesajlara yer verilecek, ayrıca kondom kullanmanın önemi üzerinde durulacaktır.” diye açıklanıyor. İstanbul Müftüsü Selahattin Kaya ise “Kur’an-ı Kerim’de zaten ‘Adalete bağlı kalın’ diyerek tek eşliliği tavsiye ediyor. Prezervatif konusu cami adabına uyar mı münakaşa edilebilir” derken televizyon ve gazetelerde konudan yeterince sözedildiğini, camide konuşulmasının zamanı olmadığını söylüyor. √AIDS’in sorumluları IMF ve Dünya Bankası mı? “Çağın Vebası” AIDS’in yayılmasında, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) uyguladığı ekonomik reçetelerin etkili olduğu öne sürüldü. San Francisko AIDS Önleme Çalışmaları Merkezi’nden Peter Lurie adlı araştırmacı, AIDS konusundaki makalesinde, gelişmekte olan ülkelerde, 2000 yılına dek AIDS vakalarının artış göstereceğini belirterek buna, ekonomiye bağlı olumsuz sosyo-ekonomik gelişmelerin neden olacağını savundu. “AIDS’in yayılmasını istemiyorsak, ekonomik programlar da dahil olmak üzere herşeyi masaya getirip tartışmalıyız” diyen Peter Lurie, birçok ülkenin, kredi alabilmek için, Dünya Bankası ve IMF tarafından dayatılan özel sektörün ve ihracatın büyümesini hedefleyen yapısal değişim programlarını uygulamaya yönlendirildiğini, bunun da o ülkelerdeki sosyo-ekonomik yapıyı değiştirdiğini belirtti. Lurie, gelişmekte olan ülkelerdeki sağlık harcamalarının kısıtlanmasının da AIDS’e neden olan HIV virüsünün yayılmasında etkili olduğunu belirtti.

KAOS GL 13/22

GENEL HABERLER √Show TV “Erkek Güzeli” yarışması düzenliyor. Evet, Türkiye’de ilk defa “Mr. Turkey 95” yarışması düzenleniyor. Fakat biz bu habere hiç de sevinmedik.Kaos GL olarak, bütün güzellik yarışmalarına neden karşı çıkılması ve reddedilmesi gerektiğine dair bir metin hazırladık. Bu metin haftalık Express dergisinin 2 Eylül 1995 tarihli 85. sayısında yayınlandı. (Ulaşamayanlar bu metni bizden isteyebilir.) √İki penisli genç, hayırseverleri bekliyor. Doğuştan iki penisli Celal Canbakış, ameliyat olması için 500 milyon lira gerektiğini, bu parayı temin etmelerinin mümkün olmadığını belirterek, “Hayırseverlerden yardım bekliyorum” dedi. Sorununu ailesi dışında bilen kimsenin olmadığını, iki penisli olması nedeniyle askere alınmadığını anlatan Canbakış, şöyle devam etti: “Çevre sürekli baskı yapıyor. ‘Bunu niçin askere göndermediniz? Yaşı geldi, niçin evlenmiyor?’ gibi sorularla beni ve ailemi psikolojik baskı altına aldılar. Sorunlardan bunalınca rahatsızlığımı söylemek zorunda kaldık.” √‘Fahişeler işçi olamaz’a tepki. Genel-İş Sendikası Konut İşçileri Şubesi Başkanı Muzaffer Ünlü, Türk-İş’in Kadın Dairesi Başkanı Seyhan Erdoğan’ın Günaydın Gazetesi’nde yayımlanan ‘Fahişeler İşçi Olamaz’ şeklindeki açıklamasını yanıtladı ve “Fahişeler kafası ve beyni orospu olanlardır. Bedeniyle çalışan bu kadınlarımız, namus edebiyatı yapanlardan daha namuslu ve onurludur.” dedi. Devlet tarafından vesika verilerek çalıştırılan bu kadınların nasıl işçi değil de fahişe sayılabileceklerini soran Ünlü, Seyhan Erdoğan’ın istifa etmesini istedi. Muzaffer Ünlü, Erdoğan hakkında suş duyurusunda bulunacaklarını da açıkladı. √Pekin’de Kadın Konferansı. Çin’in başkenti Pekin’de Eylül ayında, Hükümetler Dışı Kadın Konferansı gerçekleşti. Konferansa gay ve lezbiyenler de katıldı. Fakat, gay ve lezbiyenler, Çinli yetkililerle ve bazı kadın gruplarınca tepkiyle karşılandı. Konferansta kendilerine bildiri sunma olanağı tanınmasını isteyen lezbiyenlerle Çin polisi arasında sert tartışmalar oldu. Sayıları 400’ü bulan lezbiyen ve gaylerin istemleri metinlerde yer almadı. Konferansta kendilerine yeterli oranda söz hakkı tanınmadığından yakınan lezbiyen kadınlar “Lezbiyen hakları insan haklarıdır” yazılı 7 metre boyunda bir pankart açtılar. BM ve Çin güvenlik birimleri olaya mudahale etti ve toplantı salonlarından çıkarttılar. Konferansın sonuç metninde yeralan ‘aileler’ ibaresine Vatikan temsilcisi karşı geldi. Aileler ibaresinin aynı cinsten birliktelikleri de kapsadığı öne sürülerek reddedildi. Ayrıca cinsel haklar nitelemesine ise başta İranlı kadınlar olmak üzere bazı gruplar karşı geldi, ‘cinsel haklar’, ‘insani haklar’ olarak değiştirildi. Bu arada konferansa katılan Japon delegesi “erkeklerin en iyi göğüs ve bacak ölçülerini saptamaya ne hakkı var?” diyerek güzellik yarışmalarının durdurulması için imza topladı.


√ABD’de her 3 kadın askerden birinin ırzına geçilmiş. Amerikan ordusunda görev yapan50 yaşın altındaki kadın askerlerin tamamına yakınının cinsel tacize uğradığı ve yaklaşık üçte birinin ırzına geçildiği bildirildi. √Macaristan’da Çingene Festivali. Macaristan’ın başkenti Budapeşte’de 1. Uluslararası Çingene Festivali düzenlendi. Festival “Ben bir çingeneyim” ya da “Ben bir insanım” anlamına gelen “Rom Som” başlığı altında gerçekleştirildi. Festivale İspanya, Rusya ve eski Yugoslavya’dan sanatçılar katıldı. Sinemalar, Çingene filmleri gösterirken, Çingeneler de sokaklarda kendi anlayışlarıyla eğlendiler. √Kanada yerlileri ile polis çatıştı: 1 ölü, 2 yaralı. Kanada yerlilerinin kendi inançlarına göre kutsal olan bir bölgede park yapılmasını protesto için düzenledikleri bir gösteriye polisin mudahalesi, 1 kişinin yaşamını yitirmesine, 2 kişinin de ağır yaralanmasına yol açtı. Kanada yerlileri, Ontario polisinin kendilerine karşı sert tutumunu protesto için olaylardan sonra da kentte gösteri yaptılar. Toronto’nun 250 km. güneyindeki bölgede geçen hafta da Kanada hükümet güçleri ile yerliler arasında çatışmalar olmuştu.

EŞCİNSEL HABERLERİ √Dünya Kitap Fuarında eşcinsellere engelleme. Zimbabwe’nin başkenti Harare’de düzenlenen uluslararası Zimbabwe Kitap Fuarı’na (Z.I.B.F.) eşcinsellerin kabul edilmemesi tartışmalara ve birçok yayınevinin fuardan çekilmesine neden oldu. Fuarı düzenleyen organizatörler, Zimbabwe hükümetinin baskısı nedeniyle bu kararı aldıklarını açıkladılar. Karar nedeniyle fuarı boykot ettiklerini açıklayanların da aralarında bulunduğu 120 ülkeden katılımcı yayınevi fuardan çekildi. Uluslararası ve yerel insan hakları savunucuları ve dernekleri fuar yönetimine eşcinsellerin katılımının engellenmesini isteyen bir direktif gönderen Zimbabwe hükümetini insan haklarını ihlal etmekle suçladı. Hükümetin Enformasyon Bakanı Bornwell Chakaodza ise “bir çok ülkeden düşüncelerimizi ve kararımızı değiştirmemizi isteyen fakslar aldık. Fakat kararımızı değiştirmeyeceğiz” dedi. Zimbabwe yasaları eşcinsellerin yasal statüsü konusunda muğlak olmakla birlikte eşcinsellik ve “doğal olmayan seksüel eylemler” kabile hukuku açısından bu ülkede yasak sayılıyor. √Polisten travestiye haraç dayağı. Merter civarında trafik kontrolü yapan polis ekibi yol kenarında müşteri bekleyen Esen isimli travestinin verdiği haraç miktarını beğenmeyince Merter mezarlığına götürerek hastanelik edinceye kadar dövdü. 27 Ağustos Pazar günü meydana gelen olaydan sonra, 31 Ağustos günü İHD’ye başvuran Esen, adli tıptan rapor alıp suç duyurusunda bulunacağını belirtti. √Bulgaristan’da ilginç arkeolojik buluntu. Bulgaristan’ın Sozopol kasabasında kazı yapan arkeologlar M.Ö. 5. yüzyıldan kalan ve bir savaşçıya ait antik mezarda büyük bir sürprizle karşılaştılar. Kazıda savaşçının iskeletinin yanında silahlarının yanısıra o dönemde sadece kadın mezarlarında görülen kadın takıları ve parfüm şişeleri bulundu. Bulgaristan Milli Tarih Müzesi Genel Müdürü Bojidar Dimitrov yaptığı açıklamada savaşçının “eşcinsel olduğunun düşünüldüğünü” ifade etti. √Latin Amerika’da ırkçılık artıyor. Arjantin ve Brezilya’da ırkçılık giderek artıyor. Irkçıların ortak hedefini Yahudiler, eşcinseller ve etnik azınlıklar oluşturuyor. Bunlardan Yahudiler ve eşcinseller dünyanın her yerinde dazlakların ve genel olarak ırkçıların ortak hedefi.

KAOS GL 13/23

NE YAPMAYA ÇALIŞIYORLAR? √Cumhuriyet Gazetesi ne yapmaya çalışıyor? Cumhuriyet gazetesi idamlar dolayısıyla yeniden gündeme gelen Suudi Arabistan’ı ve şeriatı eleştirme hızında yolunu şaşırdı. Uzun süre orada yaşamış bir Türk ile yapılan röportajda başlık olarak bula bula “S.Arabistan’da eşcinsel eğilim yaygın” sözünü kullanıyor. Aklı sıra Suudi Arabistan toplumunu eleştirecek. Ama eşcinselliği bir sorun olarak göstermekte hiç sakınca görmüyor. Söz konusu ucuz mantık Cumhuriyet gazetesinin gerçek yüzünü ortaya koyuyor. Kınıyoruz! √Paparazzi programları bildiğiniz gibi. Bu tür programlar her zaman olduğu gibi ‘çarpıcı’ haber yapmak uğruna insanların hayatlarına bariz saldırılar yapmaktan kaçınmıyorlar. Tinerci bir gencin tecavüze uğramasını haber yaptıklarında bu gencin yüzünü tanınmaması amacıyla flularken, bu oalyla ilgili araştırma yapılırken yakın çevrede rastlanılan bir cücenin de tecavüze uğramış olduğu görülüyor. Ancak bu cücenin “homoseksüel” olduğu biliniyormuş. Ve program yapımcıları cücenin tanınabilir bir şekilde gösterilmesinde bir sakınca görmüyorlar. Ve yine aynı programda, öldürülen radyo sanatçısının ısrarla eşcinsel olduğu vurgulanıyor. Ama bu kesinlikle olayın aydınlatılmasına yönelik bir vurgu değil.



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.