KaosGLD16

Page 1

ARALIK 1995

YIL 2

SAYI 16

SEÇMEYECEĞİZ!

ÖZGÜR DEĞİLİZ. BİZİ SOYACAK HIRSIZLARI BİZE HÜKMEDECEK KATİLLERİ SEÇEBİLİYORUZ YALNIZCA.


’den Belki de 16. sayımız elinize geçtiğinde, “seçim” çoktan bitmiş olacak. Kasım sayımızı çıkartacağımızda durumlar henüz net değildi. Bir özel sayı hazırlamayı düşündük ama malum koşullardan dolayı vazgeçtik. Her durumda Bakunin’in yazısı okunabilir. Oy kullanmış da olsanız bu yazıyı okuyun! Bu sayımız çeviri ağırlıklı oldu. Büyük olasılıkla önümüzdeki sayı da çeviri ağırlıklı olacak. Siz yine de çevirilerinizle birlikte her türlü yazı ve ürünlerinizi göndermeyi ihmal etmeyin. Simon Karlinski’nin yazısını aslında “Kasım” sayısı için düşünmüştük. Bu aya kısmet oldu. İkiye bölmenin mümkün olmadığı bir metindi. Ve sekiz sayfa olarak yayınlamak durumunda kaldık. Uzun diye okumamazlık yapmıyorsunuz. Çünkü gerçeklerin ve söylencelerin birbirine karıştığı bir döneme ışık tutuyor. Türkiye’de bir çok kesimin, eşcinsellere dair görüşlerinin kaynağının ne olduğunu göreceksiniz. Aynı zamanda ezilenlerin ve sömürülenlerin gerçekleştirdiği devrimin, onu gasp eden iktidar tarafından nasıl boğulduğunu da okuyacaksınız. Venüs’ün Kızkardeşleri tarafından gönderilen çeviri metinle bilgilerinizi tazeleyebilirsiniz. Önümüzdeki sayıda Venüs’ün Kızkardeşleri’nden bir çeviri daha olacak. Kaos GL’ye Hamburg’tan katılan Sibel Türker, bu sayımızda çevirileri ve bir Hamburg haber-yorumuyla katılıyor. Yasemin Özalp, Kaos Lezbiyenlerinden. Yani bizden biri. Ayrıca bu sayımızda Kaos Lezbiyenlerinin bir çağrısı yer alıyor. Bir göz atın. Başak Upar’ı ve Tartışmayı sürekli okurlarımız bilirler. Başak Upar Kaos GL’ye İstanbul’dan katılıyor. Socarides’in eleştirisi ve Gartrell’in yanıtını bu sayımızda nihayet okuyabileceksiniz. Tabi önce 14. sayımızdaki Gartrell’in yazısını tekrar okursanız iyi olur. Dr. Socarides’in sözümona eleştirisini okurken (maalesef buna katlanmanız gerekiyor) gülmekten ve sinirlenmekten kendinizi alamayacaksınız. Dr. Socarides, yüzyıllık Freudyen martavalların dışında yeni bir şey söylemediği gibi profesyonelce çarpıtmaktan geri kalmıyor. Tipik bir heteroseksist olan Bay Socarides’in oğlu ne acı ki(!) bir gay aktivisti. Dr. Socarides’in sözünü ettiği kitabı ve oğlu ile ilgili çeviriler önümüzdeki sayılarda yer alacak.

ETKİNLİK İnsan Hakları Haftası kapsamında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde düzenlenen etkinlikler çerçevesinde Kaos GL’den Ali ve Ediz birer konuşma yaptılar ve tartışmaya katıldılar.

Beyin araştırmaları ile ilgili gelişmeleri takip ediyorsunuzdur. 12. sayımızda kapak yapmıştık. Bu sayımızda, beyin araştırmalarından kalkarak genel olarak bilimi eleştiren bir yazıyı (Alçaklar!) Gay’e Efendisiz hazırladı. Önümüzdeki sayı psikoloji ve psikiyatri ağırlıklı olacak. Her türlü katkınızı bekliyoruz.

KAOS GL AYLIK POLİTİK GAY VE LEZBİYEN DERGİSİ ARALIK 1995 YIL 2 SAYI 16 İLETİŞİM İÇİN SADECE VE EKSİKSİZ OLARAK ŞU ADRESİ YAZINIZ:

ALİ ÖZBAŞ P.K. 53 CEBECİ / ANKARA HER AYIN 20’SİNDE ÇIKAR.


K A P İ T A L İ Z M İ N

Ç A R K I

D Ö N Ü Y O R

ALÇAKLAR! GAY’E EFENDİSİZ Çark, sermaye’nin varlığı ile iktidar’ın sürekliliği için dönüyor. İdeolojik bombardımandan ve aktüelin yarattığı yanılsamalardan kurtulabilirsek karşımıza çıkacak tek gerçek budur. Sözkonusu bu gerçek, varolan toplumsal örgütlenmenin can damarıdır. Aynı zamanda mihenk taşı işlevi görürler. Toplumdaki her kurum, bu gerçeklikten kendini uzaklaştıramaz. Biliminden, medyasına her kurum, kendilerini bu ana hatta varedebilirler. Toplumsal organizasyonun gerçek bir eleştirelliğe tahammülü yoktur. Bu bağlamda “Bilim” kurumunun özel bir yeri vardır. Çocukluğumuzdan beri biliriz. Bilim denince akan sular durur. Bazen yanılsa da, çuvallasa da, o bilimdir ve onun yanlışlarında bile bir mana saklıdır. Her an herşeyi gören Tanrı gibi, Bilim de her an herşeyi bulup ortaya sürebilir. Hal böyle olunca bilimde her adımın başı olan merak’ın yerini korku alır. Bir şeyin başına ya da kıçına “bilimsel” damgası kondu mu o iş orda biter. Artık insanların da farelerden bir farkları kalmamıştır. Herşeyin başına ya da kıçına “bilimsel” damgası koymakta ya da koymamakta özgür olan “Bilim”, kendi adının önüne konabilecek herhangi bir sıfata asla tahammül edemez. Çünkü o, biricik ve tektir! Çünkü o, gerçeğin ama yalnızca gerçeğin peşindedir! Çünkü o, tarafsızdır! Çünkü o, sürekli ilerler ve gelişir! Çünkü o, her adımını bütün insanlık için atar! Açıktır ki bilim, her adımını ‘bütün insanlık’ için atmaz. İşin kötüsü, ideolojik perdenin gerçekleri gölgelediği oranda, bilimin bu yalanlarına bütün insanlar inanabiliyor. Böyle bir ortamda bilim, merkezi iktidardan aldığı güçle de istediği gibi (daha doğrusu merkezi iktidarın istediği gibi) yol alabiliyor. Modern tıbbın (‘kapitalist tıp’ olarak da adlandırmak mümkün) iktidarını kurmasıyla birlikte, bilim, kendisinin denetleyemediği ve kurumsal alanına çekemediği her adımı gasp edene kadar, “bilimdışı” olarak niteler ve reddeder. Kendi denetimine girdiğinde ve kendisi yeniden tanımladığında, daha önce bilimdışı olan herşey artık “bilimsel”dir. İlaç tekellerini, medyayı ve bilimi, bir şeytan üçgeninin açıları olarak görebiliriz. Artık bir fareden farksız olan insanın, varolan toplumsal organizasyondan dolayı, bu kafes (şeytan üçgeni)ten kurtulması çok zordur. Korkunç olan budur. Bize düşen, demir de olsa beton da olsa, kemirmeye devam etmek olmalı! Attığı her adımı ‘bütün insanlar’ için attığını ileri süren bilim, son yıllarda özellikle beyin araştırmaları ve genetik mühendisliği alanında yeni cepheler açtı. Gerçi genetik mühendisliği alanında henüz hiçbir bok ortaya koyamadığını itiraf etmek zorunda kaldı. Ama bu cepheyi terketmeyeceği kesin. (Genetik araştırmaları ile ilgili bir derleme önümüzdeki sayıda yer alacak.) Kapitalist tıp, genetik araştırmalarıyla birlikte, beyin araştırmalarına da çok büyük önem veriyormuş. Binlerce uzmanın seferber olduğu bu alanda, duygularından davranışlarına, insanın

her türlü davranışının nedeninin beyninde olduğu ortaya konmak isteniyor. Bu adımlar aynı zamanda henüz pes etmemiş olsa da sosyal-çevreci cepheye (öğrenme ve eğitim merkezli) karşı fizyobiyolojik cephenin popülaritesini de arttırıyor. Toplumsal organizasyona ve kapitalizme en küçük bir eleştiri getirmeden şiddetin, “suç”un ve iktidarın işine gelmeyen her türlü düşünsel ya da eylemli eleştirelliğin bir hastalık (biraz hafifleterek söyleyecek olursak, rahatsızlık) olarak görülüp, kaynağın beyin olduğunu ileri sürmek, aslında yeni bir şey sayılmaz. Anlaşılıyor ki günümüzdeki beyin araştırmaları, ırkçılığın bilim alanındaki yansıması olan sosyal-biyolojinin modern versiyonu olmaya aday. Çünkü şiddetin kaynağının beyin olduğunu yadsınamaz bir gerçek olarak kabul etmek başka bir anlama gelemez. Kar için kar döngüsünün herşeyi belirlediği kapitalist toplumda elimizde avucumuzda kalan bir beynimiz vardı, şimdi bilimsel ve bilimsel olmayan bütün güçleriyle oraya saldırıyorlar. Bu alçaklar, bilim maskesiyle beynimize saldırırlarken, gerçekte şiddetin kaynağının nerde olduğunu gayet iyi bilirler. Çocuk şiddetinin ve çocuk katillerin artmasıyla dehşete düşen alçaklar, karakolda uğradığı işkenceyle kolu kırılan ve komaya giren 12 yaşında bir çocuğu görmezden gelirler. Ölenin de öldürenin de çocuk olmasına şaşıran alçaklar, efendiye karşı dışsallaşamayan öfkenin, kendi bedenine ya da daha güçsüz bir başka bedene patlayacağını bilmezler mi? Domuz gibi bildikleri halde bu çocuklara karşı yetişkin mahkemesi ve idamdan başka bir seçenek sunamazlar. Aynı gelişmenin psikiyatri alanında da yansımasını bulması gecikmedi. Medikal psikiyatrinin ağırlık kazandığı bir alanda terapi ve benzeri teknikler gibi psikolojik muhabbetler değer kaybediyor. Çünkü madem ki herşeyin kökeni beyin, o halde beyinde ilgili nokta saptanacak ve üzerine çarpı işareti konacak. Doğal olarak bu alanda görev tıbba düşer. Bütün bu sürecin sonunda ne olacak? Onların sadece “katiller, kundakçılar ve banka soyguncuları” ile yetineceklerini mi sanıyorsunuz? Asla yetinmeyecekleri gibi kaynağı kapitalizm olan sorunları tartışmak ve devrimci eleştirellik bir mızmızlanma olarak kabul edilecek. Sorun yalnızca transseksüellerin, eşcinsellerin, banka soyguncularının ve kundakçıların değil hepimizin sorunudur. Zaferleri yoksulların, eşcinsellerin, tüm ezilenlerin ve sömürülenlerin... sonu olacaktır. Her koyunun kendi bacağından asıldığı kapitalist toplumda birlikte direnmekten başka şansımız bulunmuyor. Unutmayalım ki bu alçaklar, “suçlular” arasında ayrım yapmazlar. İktidarın karşısında kimin, ne zaman suçlu ya da hasta olacağına iktidar karar verir. Sapasağlam biri efendisini safdışı bıraktığı için ya da iktidarı eleştirdiği için suçlu ya da hasta olarak damgalanabilir.

KAOS GL 16/3


RUSYA’DA GAY KÜLTÜRÜ Ve edebiyatı Simon Karlinski Çeviren: Cem Rusya’daki özgürlük ve baskı konusu açıldığında Batılılar bunu basit ve şematik terimlerle hayal ederler. Öncelikle Çarlık Rusyasının Korkunç İvan zamanından beri hiç değişmeyen, esnekliği olmayan bir tiranlık olduğuna inanırlar. Oscar Wilde’ın, ilk sahnesinde karakterler konuşurken zincire bağlı sonsuz sayıdaki politik tutukluyu yavaşça yürürken gösterdiği 1883 melodramı “Vera: ya da Nihilistler” yapıtı bu görüşe iyi bir örnektir. Sonra, popüler inanışa göre, Lenin ve Troçki Çar’ı devirdi, köleleri (serfleri) serbest bıraktı ve kadın ve gayleri özgürlüğe kavuşturdu. Ardından, Joseph Stalin söylenene göre Lenin’in özgürleştirici devriminin kazanımlarını tersine çevirdi ve Sovyetler Birliğini bir polis devleti haline getirdi. Rusya’da gay ve lezbiyenlerin hakları da dahil olmak üzere, insan haklarını ve özgürlüklerini anlamak için, ülkenin son bir asır ve evvelki çeyrek asırda yaşadığı en az altı devrimci değişimi düşünmemiz gerekir. Bu değişimler şunlardır: 1. Çar Aleksandr II’nin 1860’ların başındaki liberal reformları (“ilk yukarıdan aşağıya devrim”) 2. 1905 Devrimi olarak bilinen kitlesel halk ayaklanması 3. 1917 Şubat’ında ılımlı-demokrat ve libertersosyalist partiler koalisyonunca monarşinin kansız bir biçimde devrilmesi 4. 1917’nin sonunda, Lenin ve Troçki tarafından yönetilen, Ekim Devrimi 5. Tarımın kamulaştırılması ve geride kalan konuşma ve basın özgürlüğünün Stalin’in 1929’da başlayıp II. Dünya Savaşı’ndaki görece rahatlama dışında 1953’teki ölümüne dek süren terör hükümdarlığıyla baskı altına alınması 6. Şu anda açık bir toplum (glasnost) ve ekonomik olarak yeniden yapılanma (perestroika) kampanyaları Mikhail Gorbaçev tarafından yürütülen “ikinci yukarıdan aşağıya devrim”. Rus gay ve lezbiyenlerine önceden görülmemiş bir ifade özgürlüğü sağlayan 1917 Şubat ve 1905 devrimleri, Batılılarca sık sık Bolşeviklerin Ekim Devrimiyle bir tutulmakta ve Ekim Devrimi, rutin bir biçimde ilk iki devrim tarafından başarılan cinsel özgürlüğe konmaktadır. Büyük Peter’in Batı yanlısı reformlarından öce (18.yy’ın başlarında), erkek eşcinselliğinin Rus toplumunun bütün katmanlarında hoş görüldüğü ve yaygın olduğuna dair önemli kanıtlar vardır. Bu, turistler (gezi notlarından) tarafından, ya da eşcinselliğin yaygınlığından sürekli şikayet eden 16. ve 17. yy Rus Ortodoks papazların ayinlerinden ve vaazlarından anlaşılmaktadır.

Rusya için ne denli yararlı olursa olsun 18.yy’ın Batılılaştırılması ayrıca pek alışılmamış cinsel ifadelere karşı önceleri görülmemiş bir tiksintiyi de beraberinde getirdi. Büyük Peter’in hükümdarlığı sırasında, 1706’da, Alman askeri danışmanları yeni bir Askeri Kanun yayımladılar; Moskovitische Kriegsreglament. O zamanlar İsviçre’de varolan askeri yasaya göre yapılan bu yasa, Rus tarihinde duygusal birliğe dayalı erkek eşcinselliğini cezalandıran ilk yasa oldu. Önceden “iki erkek arasındaki sodomiye” verilen ceza yakılmaktı. Ancak ara sıra biseksüel ilişkilere girdiği bilinen Çar bu cezayı yumuşatmış ve cezanın uygulandığı bir zaman da görülmemiştir. 1706 yasasının yeniden gözden geçirilmiş hali 1716 Askeri Yasası’na dahil edilip genişletildi; bu yasa sodomi için bedensel cezayı; tecavüz ya da şiddete başvurmanın kanıtlandığı hallerdeyse ömür boyu ağır iş cezası ya da ölüm cezasını öngörüyordu. Rus tarihçilerinin ortak kanısı, 1706 ve 1716 askeri yasalarının yalnızca aktif görevdeki askerlere uygulandığı ve halkın geri kalanıyla ilgisi olmadığıdır. Erkek eşcinsel davranışının bütün Rusya toplumu için suç haline gelmesi, Romanovların en zalimi olan Nicholas I’in hükümdarlığı sırasında, 1832’de çıkarılan yeni bir yasanın yürürlüğe girmesiyle gerçekleşti. Bu yasa Büyük Peter’in askeri yasasını içermiyor, tersine o zaman çeşitli Alman prensliklerinde özellikle de kopya ettiği Würtemberg prensliğinde bulunan suç cezalarının üzerine inşa ediliyordu. Bu ülkelerin örneğini izleyerek yeni yasanın madde 995’i, mahkemelerin erkekler arasındaki anal ilişki olarak ifade ettiği muzhelozhstvyo’yu yasaklıyordu. Brockhaus-Efron Ansiklopedisi’nde (20.cilt, St.Petersburg, 1897) eşcinsellik başlığı altında, anal ilişki dışında eşcinsel pratiği olan insanları madde 995 altında yargılamanın Rus mahkemelerince tanınmadığı belirtiliyordu. Bir de eşcinsel tecavüzü ve erkek çocukların ve zeka geriliği olan erkeklerin baştan çıkarılmasını kapsayan madde 996 vardı. Madde 996’yı çiğneyenler bütün haklarından mahrum bırakılıyor ve 10 ile 20 yıl arasında ağır iş cezası için Sibirya’ya yollanıyorlardı. Madde 995’i çiğneyenler için öngörülen ceza, bütün haklardan mahrum bırakılmak ve Sibirya’da 4 ile 5 yıl arasında değişen sürede sürgüne gönderilmekti. Tolstoy’un romanı “Resurrection / Diriliş” (1899) Madde 995’ten alıkonan bir hükümet görevlisinin öyküsünü de içerir. Adam, kültürü ve müzikal yeteneği yüzünden şehrin en iyi evlerine kabul edildiğinden, aynı konumda tutularak, Sibirya’nın büyük şehirlerinden birine transfer edilmek için hazırlanır.

KAOS GL 16/4


Tolstoy bu episodu ve aynı romanda hükümete çalışan bir avukatın eşcinseller için eşit hakları savunduğu bir diğer episodun Çarlık Rusyasının ahlaksal gevşekliğini ve çürüyüşünü sergilemesini istemiştir. Madde 995 sıkı sıkıya uygulanamazdı, çünkü 19.yy’ın ilk yarısında eşcinselliğini herkesin bildiği birçok önde gelen devlet adamı ve yazar görüyoruz. Tutuculuğuyla ve kökten dinciliğiyle eşcinselliğini barıştıramamış biri varsa, o da büyük yazar Nikolai Gogol’dü. Bu çelişki Gogol’ün kendini 43 yaşında açlıktan öldürmesine sebep oldu. 19.yy Rusyasının öteki toplumsal kutbundaysa, Kuzey Rusya’daki köylü, dinci mezheplerde ve Volga nehri boyunca yerleşmiş dini muhalif topuluklarda erkek eşcinselliği ve lezbiyenlik vardı. Bu mezheplerden ikisi, The Khlysty (Christ-İsa kelimesinin çoğulunun bozulmuş hali) ve The Skoptsy’nin (Castrates-İğdiş Edilmişler) dini törenlerinde ve folkloründe göze çarpan eşcinsel, biseksüel ve sado-mazoşist özellikler vardı.

sağında” diye nitelediği, çok katı, tutucu görüşlerinden ve öykü ve romanlarında sık sık görülen erkek bedenini ve güzelliğini rapsodik bir biçimde yüceltmesinden ileri geliyordu. 19.yy’ın son 20 yılında Rus edebiyatında göze çarpanlar iki lezbiyen çiftti. Anna Yevreinova (18441919) Leipzig Üniversitesi’nde hukuk okumuştu ve feminist harekette oldukça etkindi. Sevgilisi MariaFeodorova’yla beraber çıkardığı önemli edebiyat dergisi “The Northern Herald”ın kurucusuydu. Polyxena Soloviova (1867-1924) sembolist bir ozandı ve “Alice Harikalar Diyarında” kitabını Rusça’ya çeviren ilk çevirmen olmuştu. Hayatını ünlü bir bilim adamının eşi olan ve kendisiyle beraber olmak için eşini terkeden Natalia Manaseina’yla paylaşıyordu. Kurgusal bir görüntü altında 1890’ların kültürel sahnesinde gay ve lezbiyenlerin çıkışı şu anda unutulmuş bir yazar Aleksandr Amfiteatrov’un “1890’ların İnsanları” adlı romanında yansıtılmıştı. 1910’da basılan romanın iki ana karakterinden biri REFORM SONRASI DURUM güçlü bir lezbiyen bankacı diğeriyse gayliğini gösterme Aleksandr II tarafından 1861’de başlatılan, amacıyla cafcaflı mücevherler takıp makyaj yapan toprağa bağlı köleliğin kaldırılması, çürümüş bir hukuk “çürümüş” bir gay şairdi. sisteminin yerini basına ve halka açık jürinin olduğu Dönemin açık ve söze değer gay figürleri; mahkemelere bırakması, zorunlu askerliğin 25 yıldan 5 Çaykovski’nin sınıf arkadaşı ve bir zamanlar sevgilisi yıla indirilmesi ve diğer liberal reformlar Rusya’yı olan popüler şair Alexei Apukhtin; tutucu ve adı demokrat yapmadı. Ancak köleleştirilmiş 52 milyon çıkmış gay yazar ve yayımcı insanı özgürleştirdi, yerel hükümetlere Prens Vladimir Meschersky (son biraz özerklik sağladı ve kitap ve üç çar tarafından sık sık saraya dergilerdeki sansürü gevşetti. Reformlar Rus gay ve lezbiyenlerine çağrılırdı; Meschersky saray önceden görülmemiş bir topraklarında bir askerle seks ayrıca Rus üniversitelerini de radikalleştirerek (istemeden de olsa) ifade özgürlüğü sağlayan yaparken yakalandığında Çar devrimci ateşi körükledi ve kaçınılmaz Aleksandr III tanıkların susturulup 1917 Şubat ve 1905 olarak kadınların yüksek öğrenime ve bir devrimleri, Batılılarca sık davaların düşürülmesini emretti); çok işe girebilmesini sağlayan bir feminist ve elbette çoğunlukla gaylerden sık Bolşeviklerin Ekim hareketi de beraberinde getirdi. oluşan, Sergei Diaghilev’in başını Bu atmosfer içinde eşcinsellik hem Devrimiyle bir tutulmakta çektiği ve 1898’de aynı adlı bir Rus yaşamında hem de Rus edebiyatında ve Ekim Devrimi, rutin bir sanat gazetesini yayımlayan ve daha göze görünür bir hale geldi. 1870 ve birkaç yıl içinde Rusların kültürel biçimde ilk iki devrim 80’lerde yurtiçi ve yurtdışında Rusya’nın miraslarına bakışını tamamıyla en önemli şöhretlerinden biri kaşif ve tarafından başarılan cinsel değiştiren “Sanat Dünyası” grubu. özgürlüğe konmaktadır. doğabilimcisi Nikolai Przhevalsky’di Diaghilev, kuzeni ve aşığı Dmitry (1839-1888). Gezileri ve maceraları Filosofov’la beraber derginin (Equus Przevalskii-evcilleştirilmemiş at’ı editörlüğünü yaptı. Filosofov’la keşfetmesi gibi) hakkında kitapları diğer dillere çevrildi olan uzun beraberliğini bitirdikten sonra, Diaghilev ve İngiltere ve Amerika’da büyük bir ilgiyle okundu. Vaslav Nijinski’de yeni bir sevgili buldu. Daha sonra Donald Rayfield tarafından yazılan bir biyografi, baleye olan ilgisi, her ülkede bu sanatı etkilemiştir ve Przhevalsky’nin keşif gezilerinin her birinin yaşları 16 üzerinde durmak için fazlasıyla bilinen bir konudur. ile 22 arasında değişen bir erkek aşık-eşlikçiyi Çaykovski biyografisinin Fransız basımına kapsayacak biçimde planlandığını gösteriyor. yazdığı yeni önsözde Nina Berberova yüzyıl başındaki Przhevalsky’nin ünü öylesine büyüktü ki her yeni Rusya’da erkek eşcinsellerin göze görünürlüğünü ve aşığını otoritelere söz konusu keşif gezisi için serbestliğini doğrulayacak birçok diğer durumdan vazgeçilmez bir kişisel asistan olarak sunabiliyordu. sözeder. O zamanlar en az 7 gay Grandük vardı (son Rus hükümeti de bunun üzerine, aşığın eğitimi için iki çarın kuzenleri, amcaları, yeğenleri). Bu grubun en para ödüyor ve onu orduya teğmen olarak atıyordu. göze batanı Nicholas II’nin amcası, Grandük Sergei Przhevalsky’nin çağdaşı, Tolstoy’un romanları Aleksandroviç’ti. Bu amca düzenli olarak yeni üzerine yazdığı kitabı günümüze dek bir klasik olarak sevgilisiyle tiyatroya ve diğer sosyal etkinliklere kalan biseksüel yazar ve eleştirmen olan Konstantin gidiyordu. Gay akrabalar sadece asilzadelerle sınırlı Leontiev, kaşif kadar tanınmazdı. değildi, birçok üstsınıf Rus ailesinde de görülüyordu. Bunun sebebi, çağdaşlarının ve öncüllerinin onun Vladimir Nabokov’un Rusya’daki çocukluğu günümüz eleştirmenlerinden birinin “çarın birazcık

KAOS GL 16/5


hakkındaki otobiyografisi “Speak, Memory” ebeveynlerinden her birinin bir gay kardeşi olduğunu gösterir, tıpkı Nabokov’un da olduğu gibi (kardeşi Sergei Nabakov Avusturya’da yaşadı ve II. Dünya Savaşı sırasında Nazi gaz odalarında öldürülmüştü). Alt sınıflara (köylülere, kentteki işçilere) gelince, Çaykovski’nin, kardeşi Ippolit tarafından basılan kişisel günlükleri (Dnevniki, Moskova, 1923) iyi bir kaynaktır. Günlüklerinde Çaykovski evinden Moskova’ya döndüğünde gördüğü Vanya adında bir şoförden sözeder. Çaykovski’nin ziyaret ettiği zengin bir arkadaşın mülkünde çalışan eşcinsel bir kahya, bestecinin bir aşk ilişkisi krizi sırasında sadık bir dinleyicisi haline geldi. Günlükler ayrıca bestecinin Moskova’nın anlaşıldığı kadarıyla gaylerin uğrak yeri olan basit tavernalara yaptığı ziyaretleri de anlatır. Mikhail Kuzmin’in romanı “Kanatlar” ve Nikolai Klivev’in şiirleri sırasıyla, her sınıftan erkeklerce yönetilen bir St.Petersburg gay hamamından ve Klivev’in bazı şiirlerinde ölümsüzleştirdiği gay çiftçilerin ve çiftlikte çalışanların sevişmesinden sözeder. Nina Berberova’nın Çaykovski’nin ölümü zamanında Rus eşcinsellerinin durumuna dair geniş araştırması 1890’larda ceza kanununun 996 ya da 995 no’lu maddesi gereğince suçlanan bir adamdan sözeder. Bu, Langovoy adında zarif, özel bir yatılı okulda erkek çocuklara klasik dil öğreten bir adamın davasıydı. Bir çok öğrencisinin ailesi Langovoy’un çocuklarını baştan çıkardığına dair şikayette bulunmuştu. Dava gazetelere geçti. Langovoy yargılandı ve 13 yaşında bir çocukla seks yapmaktan suçlu bulundu. Karar, Saratov eyaletine sürgündü. 5 yıl sonra, Langovoy genel afla serbest bırakıldı ve öğretmenlik işine geri dönmesine izin verildi. Bu kültürel atmosferde Çaykovski’nin sözde, eşcinselliğine düşman olan bir grup hukuk öğrencisi tarafından kendini zehirlemeye zorlandığına dair son zamanlarda yeniden gündeme gelen söylenti de bir fanteziler ağı olarak görülebilir. 1917 devrimlerinden önceki yarım asır boyunca, şöyle böyle iyi uyum sağlamış Rus gay ve lezbiyenlerinin varlığı, toplumun her kesiminde, köylülerde, tüccar sınıfında, orduda ve ruhban sınıfında görülebilir. Rus yaşamında görünmez oldukları alanlardan biri devrimci hareketti. Rus toplumunun 1860’lardan itibaren büyük oranda önemli bir yönelimi eğitim almış sınıfın radikalleştirilmesi yönünde oldu ve bu Turgenyev’in romanları “Babalar ve Oğulları”, “Bakire Toprak”; Dostoyevski’nin “Ecinniler”i ve Andrei Belly’nin “Petersburg”u gibi edebi klasiklerde açıkça yansıtıldı. Düşünceleri ister popülist ister Marksist olsun, devrimci programları isterse Proudhon’dan, Bakunin’den ya da Plekhanov’dan gelsin, 19.yy’ın sonunda ve 20.yy’ın başındaki Rus devrimcileri, 1860’lardaki (ütileteryen) yararcı pozitivistler tarafından düşünülen bir viktoryen, püriten ve ataerkil etiği onaylıyordu. 19.yy sonundaki Rus radikallerinin sofu

bakış açısı İngiliz tarihçi Aileen Kelly tarafından devrimcilerin ideallerini özetlediği bir denemesinde şu şekilde çözümlenmiş ve belgelenmiştir: “Devrimci, değişim doktrinine (gidilmesinde) iradesinin ve aklının bütünlükçü ve bir an bile duraklamadan yönetilmesini engelleyen bütün kişisel duygu, ilgi ve arzularını bastırarak kendini bir kusursuzluk anıtı haline getirmeliydi. Sadece sanat, edebiyat ve kişisel ilişkiler değil, bütün entellektüel ilgiler, sebeple doğrudan bağlantılı olmadıkça, gereksiz insanların boşuna zaman harcaması olarak yasaklandı.” Bu, Lenin, Troçki ve Stalin gibi anahtar devrimci figürlerin düşüncelerini oluşturan gelenekti. Rus anarşisti Aleksandr Berkman, sömürücü olarak gördüğü bir adamı süikastle öldürme girişiminden dolayı konduğu Amerikan hapishanesinde, işçi sınıfı erkeklerinin de eşcinsel arzuları olabileceğini ve gay olabileceklerini keşfetti. Bu Berkman’ı Rus devrimci geleneğinin kendisine öğrettiği herşeyi paramparça olarak tersine çevrilmesi biçiminde altüst etti. Berkman öğrendiklerini eşcinsellerin haklarını politik mücadelesinin bir parçası yapan anarşist lider (eski sevgilisi) Emma Goldman’e iletti. Berkman’ın ilk kez 1912’de New York’da basılan, hapishane deneyimleri kitabı, Rusya’daki bir kaç devrimci liderin düşüncesinde bir etki yaptı ve 1905 ve Şubat 1917 devrimleri arasındaki parlamanter dönem boyunca en azından iki anti-monarşist parti, Anarşistler ve ılımlı demokratlar, erişkinler arasındaki bütün duygusal, cinsel ifadeyi yasaklayan yasaların geçersiz sayılmasını desteklediler. Demokrat Parti kurucularından biri, Kadets olarak da bilinen, ünlü yazarın babası Vladimir Nabokov’du. Nabokov, Rus eşcinsellerinin yasal konumu üzerine yazdığı ciddi bir makaleyi Berlin’de Magnus Hirschfeld tarafından yayımlanan eşcinsel özgürlüğü yanlısı gazeteye verdi. Devletin, kişisel cinsel ilişkileri düzenlememesi gerektiğine ve cinsel seçimlerin sınıf sınırlarını aştığına dair Goldman, Berkman ve V. Nabokov tarafından desteklenen görüşe, 20.yy’ın başlarındaki Rus devrimci liderlerinde pek rastlanmıyordu. Sekse dair çok daha yaygın bir tavır Lenin’in 1915 Ocak’ında Inessa Armand’la, yakın politik destekçisiyle olan yazışmalarında görülebilir. Armand, Lenin’e gelecekteki sosyalist devlette kadın hakları hakkında fabrika işçisi kadınlar arasında dağıtılmak amacıyla hazırlanan bir broşür taslağı gönderdi. Lenin, Armand’ın eşitliğe dayalı bir toplumda bir kadının herhangi bir erkek gibi rastgele ilişkileri olmasında ve eğer istemiyorsa çocuk doğurmayı reddetmesi gibi hakları olması gerektiği ifadesine şiddetle karşı koydu. Lenin’e göre böyle haklar yalnızca burjuva kadınlarının çıkarınaydı. Lenin, Armand’a proleter kadınların böyle burjuva hakları istemeyeceğini ve onlara böyle hakların verilmeyeceğini temin etti. Alman Kominist Clara Zetkin’in Lenin’le 1924’teki ölümünden önce ettiği sohbetleri içeren “Lenin’in Hatıraları” adlı kitabında, gücü elinde tutan Lenin’in cinsellik hakkında Armand’a önceden sözünü ettiği aynı olumsuz görüşü sürdürdüğünü görüyoruz. Zetkin’in

KAOS GL 16/6


kitabının son bölümü “Kadınlar, Evlilik ve Seks”te, Lenin’in her türlü cinsel özgürlüğe toplum karşıtı ve Marksizm dışı biçiminde baktığını okuyoruz. 1905 ve 1917 DEVRİMLERİ ARASINDA 1905 yazında bütün yurtta görülen ayaklanma, Nicholas II’yi, parlamenter sisteme izin veren ve önceden kitaplar ve dergiler üzerinde bulunan sansürün kaldırılmasını sağlayan Ekim Manifestosu’nu ilan etmeye zorladı. 1906’dan sonra, ifadeye verilen yeni özgürlükte, yaşam biçimlerini dürüst ve olumlayıcı bir tavırla sergileme şansı gören gay ve lezbiyen ozanlar, yazarlar ve sanatçılar ortaya çıktı. Rusya’nın en açık sözlü, ünlü ve üretken gay yazarlarından Mikhail Kuzmin, ilk edebi çıkışını 1906’da, yavaş yavaş eşcinsel olduğunu keşfeden bir genç adamın öyküsü olan otobiyografik romanı “Kanatlar”ı yayımlayarak yaptı. Kitapta genç adam deneyimleri sayesinde yöneliminin değerini ve olumlu tarafını öğrenir. Kitabın sonunda kendisini seven yaşlı ve kültürlü bir adamla yaşamaya karar verir. Ve bu karar sanki kanatları çıkmış gibi hissettirir ona kendini. 1906 ve 1923 arasında, Kuzmin, çoğu gay aşkını ve gay seksini anlatan bir çok roman, kısa öykü, oyun ve bol bol şiir yazdı. Öyküleri ve şiirleri zamanın en iyi gazetelerinde yayımlandı. Oyunları tiyatrolarda oynandı, amatör gruplarca sahnelendi. “Kanatlar”, Rus gaylerinin ilmihali haline geldi. Ve iki üç yılda bir yeniden basıldı. Kuzmin hayattayken yapılan son basım, 1923’te Sovyet hükümetinin sahip olduğu bir yayınevinin kitabı Berlin’de piyasaya sürdüğü zaman gerçekleşti. Bundan sonra kitap, Kuzmin batılı aydınlarca yeniden keşfedilene dek ve “Kanatlar” bir çok batı diline çevrilip kendine yeni ve meraklı bir okuyucu kitlesi bulana dek hiçbir yerde yeniden basılmadı. 1905’le 1910 arasındaki diğer önemli edebiyat olayları arasında Lydia Zinovieva-Annibal’ın öykülerinin toplandığı “Trajik Hayvanat Bahçesi” ve romanı “33 Çılgın” vardır. Bu iki kitap, Rus lezbiyenleri için “Kanatlar”ın Rus gayleri için yapmış olduğu şeyi yaptı: okuyanlara lezbiyen aşkın ciddi, derin ve etkileyici olduğunu gösterdi. Zinovieve-Annibal’in (1866-1907) bazı yazıları yazarın zamansız ölümünden sonra, önemli bir sembolist şair ve denemeci olan eşi Viacheslav Ivanov tarafından basıldı. Ivanov bir biseksüeldi ve çok övgü alan “Con Ardens” (1911) adlı şiir kitabının “Eros” adlı bölümünde açıkça bir başka adama olan tutukusundan sözediyordu. 1910 dolaylarında Rusya’da kendilerine narodnik (köylü) denen bir grup ortaya çıktı sadece kökenlerinden dolayı değil, ama (ayrıca) 20.yy’da köylülüğün hayatta kalması ve kaderin asıl temalarını oluşturduğu için de. Bu grubun tartışmasız lideri Nikolai Kliuev’di (1887-1937). Khlysty mezhebine bağlı bir narodnik ailesinden doğan Kliuev, Rus Sembolistleri tarafından geliştirilen yerel köy folklorüyle modernist stili ve şiirleştirmeyi birleştirmeyi öğrendi (ve kendini izleyenlere öğretti). 1912’de

basılan iki şiir kitabı “Çınlayan Çamlar” ve “Kardeşçe Şarkılar” sansasyon yarattı ve Kliuev’i ünlü yaptı. Kliuev’in gizlenmemiş eşcinselliği bir çok şairin, eleştirmenin ve edebiyat köylüsünün onu bütün Rus köylülerinin en önemli edebiyat sözcüsü saymasına engel olmadı. Kliuev’in bir çok köylü entellektüelle ilişkisi oldu ama yaşamının en büyük aşkı, Batı’da Amerikan dansçı İsadora Duncan’la olan kısa evliliğiyle tanınan Sergei Yesenin’di (1895-1925). İki yıl boyunca (1915-1917) Kliuev ve Yesenin beraber sevgili olarak yaşadılar ve bunu şiirlerinde de yazdılar. Yesenin sözü edilmeye değer bir şairdi. Üç ünlü kadınla evlenmesine rağmen (Duncan’ın yanısıra, Leo Tolstoy’un torunu ve ünlü bir oyuncu), Yesenin yalnızca diğer erkeklere dair olduğunda anlamlı şiirleri yazabiliyordu. Şiirde ve düzyazıda eşcinsel ilişkilerden sözetme özgürlüğü tepki görmeden kabullenilmedi. Bir çok yazar ve eleştirmen tiksinmiş ve öfkelenmişti. Tutucu tavır G.P. Novopolin’in “Rus Edebiyatında Pornografik

Lenin, Armand’ın eşitliğe dayalı bir toplumda bir kadının herhangi bir erkek gibi rastgele ilişkileri olmasında ve eğer istemiyorsa çocuk doğurmayı reddetmesi gibi hakları olması gerektiği ifadesine şiddetle karşı koydu. Lenin’e göre böyle haklar yalnızca burjuva kadınlarının çıkarınaydı. Zetkin’in kitabının son bölümü “Kadınlar, Evlilik ve Seks”te, Lenin’in her türlü cinsel özgürlüğe toplum karşıtı ve Marksizm dışı biçiminde baktığını okuyoruz. Öğe” (1909) adlı kitabında tipik bir biçimde örneklendi. Açıkça ırkçı bir yaklaşım göstererek Novopolin, bildiği kadarıyla eşcinselliğin yalnızca daha az uygarlaşmış halklarda ortaya çıktığını yazıyordu: Kafkasya’da dağlarda yaşayan kabilelerde ve Arap ülkelerinde. Rus edebiyatına Zinoieva-Annibal ve Kuzmin gibi yazarlarca yapılan böylesi temalara giriş, Novopolin tarafından genç Rus insanlarını yozlaştırma çabası olarak nitelendirildi. Kitabı, bu iki yazarı pislik dağıtıcısı olarak suçladı. Novopolin’in politik tayfının diğer ucunda Maksim Gorki vardı. 1905’ten beri Bolşevik Partisi’nin üyesi, Lenin’in yakın arkadaşı olan Gorki, o zamanlar her yerde popüler olan devrimci bir yazardı. Yazdığı her şey diğer dillere çevrildi, kitapları çok sattı ve kazandıkları da Bolşevik Partisi’nin önemli finansal desteklerinden biriydi. 1907 yazında Gorki, oyun yazarı Leonid Andryev’e Kuzmin’in yazılarında eşcinselliğin resmedilmesi hakkında şöyle yazdı: “Eski moda köleler onlar, özgürlüğü eşcinsellikle karıştırmaktan kendini alamayan insanlar. Onlar için, örneğin, ‘kişisel özgürlük’ tuhaf bir biçimde bir lağım çukurundan ötekine tırmanmak olarak karıştırılıyor ve

KAOS GL 16/7


bazen de penis özgürlüğüne indirgeniyor.” Politik soldan bir diğer tipik tepki de Sosyalist gazeteci Aleksei Achkasov’un 1908’de basılan deneme kitabında bulunabilir. Achkasov, Mikhail Artsybashev’in sansasyon yaratan başarılı romanı “Sanin”i savunuyordu (kitabın başkişisi her hoşgörünümlü erkeğin kaba güç kullanarak arzuladığı kadını elde etmesini savunuyordu, çünkü ona göre kadınlar çekici erkekler tarafından tecavüze uğramaktan hoşlanıyorlardı). Achkasov, Sanin’in şehveti bir aygırınkine benzediği için insan doğasına daha yakın olduğunu ve “tersine dönmüş Eros vaizlerinin yılan ve örümceğe benzeyen şehvetinden” daha normal olduğunu yazdı. Rus edebiyatında 1906 sonrası görülen “Lesbos ve Sodom’a kitlesel hac”ın, genç insanları “üç yıl öncesinin muhteşem çabalarından” saptırmak amacıyla göze alındığını ve “politik ve sosyal değişimin ve yenilenmenin” düşmanlarının çıkarlarına hizmet ettiğini söyleyerek sözünü bitiriyordu Achkasov.

1920’lerde ortaya çıktı ve 1970’lerde de Batı’da oldukça geçerlilik kazandı. Bu görüş genellikle Aralık 1917’de Lenin’in hükümetinin eşcinselliğe karşı bütün kanunları iptal ettirdiği iddiasıyla desteklenir, tıpkı John Lauritsen ve David Thorstad’ın sık sık alıntı yapılan 1974 basımlı kitabında olduğu gibi. Devrimden önce bu alanda yalnızca iki kanun vardı ve bunlar çoktan sözü edilen Madde 995 ve Madde 996’ydı. İptal edilen şey, bu maddelerin yalnızca küçük bir bölümünü oluşturduğu Rus İmparatorluğu’nun bütün ceza kanunlarıydı. 1922’de Sovyetleri terkeden ve gerek Sovyetlerde gerekse yurtdışında gay arkadaşları olan Nina Berberova, kendisine eşcinselliğin yasallaştırıldığını belirten Amerikan yayınlarından sözedildiğinde söyleyecek söz bulamamış ve “ama o halde eski kanunun iptal edilmesi, cinayeti, tecavüzü ve ensesti de yasallaştırdı. 1917 ve 1922’de kitaplarda onlara karşı da kanunlar yoktu ki” demişti. Şubat Devrimi, Rus yazarları ve diğer DEVRİM SONRASI DURUM entellektüeller tarafından neredeyse evrensel bir Şubat 1917’de Nicholas II’nin feragat etmesinden destekle karşılandı. Ama Ekim Devrimi edebiyat sonra Demokratlar ve Sosyalist Devrimciler tarafından çevrelerini çabucak ayırdı. Sözü edilmeye kurulan geçici hükümet yalnızca değer bir ittifakla bütün erkek gay ve Berkman’ın ilk kez sekiz ay sürdü. Solda Bolşevikler ve biseksüel yazarlar Ekim devrimini sağda da Monarşistler tarafından 1912’de New York’da memnuniyetle karşıladı. Nikolai Kliuev, basılan, hapishane sürekli sabotaja uğrayan rejim, insan Lenin’de köylülüğün geleneksel tarzlarını hakları ve özgürlüklerini Rusya’da o deneyimleri kitabı, destekleyecek ve köy yaşamını güne dek ve o günden beri modernizasyondan koruyacak yeni bir köylü Rusya’daki bir kaç görülmeyen bir derecede hayata çar görüyordu. Yesenin, devrimi doğuran devrimci liderin geçirmeyi başardı. Kadınlara ve Rusya’yı harman zamanındaki doğaya ve azınlıklara oy hakkını da kapsayan düşüncesinde bir etki İsa’yı doğuran Kutsal Meryem’e bütün sivil ve politik hakların yaptı ve 1905 ve Şubat benzetiyordu. Mikhail Kuzmin, günlükleri, tanındığı zamandı. Din, konuşma, şiirleri ve biyografilerinin (John Malmstad’ın 1917 devrimleri basın özgürlükleri, sendikalar ve biyografisinde aktarılmıştır) gösterdiği arasındaki grevler bir gerçeklik haline geldi, ünlü kadarıyla, Ekim Devriminde “uzun zamandır parlamanter dönem beklenen bir mucize” gördü ve karşı feminist Sofia Panina kabinede görev boyunca en azından çıkanları da “hayvan ve pislik” olarak aldı, bütün sansür kırıntıları kaldırıldı. İktidarın Lenin ve Troçki tarafından iki anti-monarşist niteledi. 1917 Ekiminde ele geçirilmesi, bir İçsavaş bittiğinde, 1922’de yeni bir parti, Anarşistler ve çok insan tarafından kazanılan Sovyet Ceza Kanunu ilan edildi ve 1926’da ılımlı demokratlar, hakların daha da artması olarak düzeltildi. Cinsel alanda, bu kanun 16 erişkinler arasındaki yaşından küçüklerle seks yapmayı, erkek ve karşılandı ve hala da öyle görülmektedir. Ama gay hakları da bütün duygusal, kadın fahişeliğini ve muhabbet tellallığını dahil olmak üzere haklar ve kişisel yasaklıyordu. Yetişkinler arasındaki cinsel ifadeyi özgürlükler söz konusu oldukça, ilişkilerden sözedilmiyordu ve bu yetişkin yasaklayan yasaların Ekim Devrimi aslında önceki erkek eşcinselliğinin yasal olduğu anlamına geçersiz sayılmasını geliyordu. Bu kanunlarda yapılan gözden devrimlerin tersine çevrilmesi ve desteklediler. reddedilmesiydi. geçirmeler, Merkez Rusya’ya ve Ukrayna 1920’lerin başında, Christopher Cumhuriyetlerine dek uzanıyordu. Ama Sovyet Ceza Isherwood Berlin’deki Hirscfeld Kurumu’nu ziyaret etti. Kanunları uzmanı Valery Chalidze’ye göre “Christopher ve Benzeri” adlı eserinde dönemin Alman Kafkasya’da (mesela Gürcistan’da) ve Orta Asya’nın gay özgürlüğünün önde gelen ismi Magnus Hirscfeld’in müslüman bölgelerinde (Azerbaycan, Türkmen ve “Komünistlerle müttefiğinin içine çekildiğini” ... “çünkü Özbek Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri) önceden Sovyet hükümeti 1917’de iktidara geldiğinde, yaygın olan eşcinsel davranışlar 1920’ler boyunca yetişkinler arasındaki bütün cinsel ilişki biçimlerinin cezalandırıldı. yasanın dışında mahrem bir konu olduğunu ilan Merkez Rusya’da, Moskova’da ve Leningrad’da etmişti” diye yazıyordu. Bolşevik liderlerinin gay dahil olmak üzere, iç savaş sonrası Sovyet özgürlüğüne dair konumlarının böyle yanlış hükümetinin eşcinselliğe karşı iki olumsuz tavrı okunması Almanya ve İngiltere’de belirginleşti: Zihinsel bir hastalık olarak gördü ve

KAOS GL 16/8


1920’ler boyunca edebi yapıtlardaki varlığını görmezden geldi. Eğer 19.yy kanunları eşcinselliği cezalandıracak bir suç olarak gördüyse, 1920’lerdeki Sovyet rejimi de tedavi edilecek bir hastalık olarak gördü. Bu görüş, 1923’te Moskova’da İnsanların Halk Sağlığı Örgütü himayesinde basılan ve Izrael Gelman tarafından yazılan “Çağdaş Gençliğin Cinsel Yaşamı” adlı kitapta açıkça belirtilmektedir. Bu kitap, cinsel pratikler hakkındaki bir soru kitapçığına dayanıyordu ve genç fabrika işçileri, çiftçiler ve üniversite öğrencilerine dağıtılıyordu. Yanıt verenlerden ikisi, yaşları 23 ve 28 olan iki lezbiyendi ve ikisi de işçi sınıfındandı ve ateşli komünistlerdi. Yazarın bu iki olaya yaklaşımı şöyleydi: “Bilim bugün hiçbir kuşkuya yer vermeyecek şekilde ortaya koymuştur ki eşcinsellik bir suç ya da irade eksikliği değil, bir hastalıktır (...) Dişi ya da erkek bir eşcinselin yaşamı sapmıştır, normal bir insanda varolan normal cinsel çekime yabancıdır.” 1920’lerde eşcinsellik üzerine diğer ünlü Sovyet ‘uzman’ı Mark Sereiski, eşcinselliğin cezalandırılmaması gerektiğini, çünkü bir zihinsel hastalık olduğunu söylemiştir. Bu olgunun patolojisini yazarken “olmak” fiilinin yerine “acı çekmek” fiilini kullanarak belirtmiştir. Sereisky, Sovyet Tıp Ansiklopedisi’ndeki eşcinsellik maddesini (1930’daki Büyük Sovyet Ansiklopedisi ilk basımda yeniden basıldı) eşcinselliği “doğaya karşı, kişinin kendi cinsinden birine cinsel çekim duyması” olarak tanımlayarak açmıştır. Ardından erkeklerin yaklaşık %2’sinin “eşcinsellikten acı çektiğini” ve Sokrat ve Leonarda da Vinci gibi bazı ünlü kişilerin “eşcinselliğin kurbanları” olduğunu belirtmiştir. Sereiski eşcinsellerin sözde eğilimli olduğu birkaç duygusal zayıflığı da sıralar: eşcinseller isterik, çocuksu, kaba olmaya ve kendi fantazi dünyalarında yaşamaya eğilimlidirler. Tıp ansiklopedisindeki madde, Sereiski’nin eşcinselleri tedavi etmek için bir erkek heteroseksüelin erbezlerini bir eşcinsele naklettiği deneylerini anlatmasıyla sona erer. Sereiski bir kez bedenin yabancı dokuları reddetme sorunu çözüldükten sonra bu yöntemin bütün eşcinselleri ‘tedavi’ edebileceğine inanıyordu. Eğer 1920’lerin Sovyetler Birliğindeki tıbbi görüş eşcinselliğin tedavi edilebilir bir hastalık olduğuysa, edebiyat ve entellektüel çevrelerinde eşcinsellikten giderek daha az sözedilmeye başlandı ve 1930’larda artık sözedilmiyordu bile. 1905 devriminden sonra kazanılan gay ve lezbiyen temalar üzerinde edebi çalışmalar yayınlamak hakkı 1929’a kadar korunuyordu. Kliuev, Kuzmin ve Parnok gibi ünlü gay şairleri en iyi yapıtlarını 1920’ler boyunca üretiyorlardı, ama kitapları ya Sovyet basınında eleştirilmiyor ya da Sosyalist toplumla ilgisi olmayan bir şeymiş gibi görmezden geliniyordu. Gay temalarına gösterilen bu körlüğe örnek, Leon Troçki’nin Nikolai Kliuev’in “Dördüncü Roma” (1922)sını incelemesinde ortaya konmuştur. O zamana dek, Kliuev Sovyet rejiminin muhalif din mezheplerini koruyacağı hayalini yitirmişti (Bolşevikler onları çarlardan da daha kötü bir biçimde

cezalandırdılar) ve kentleştirme ve elektrik kullanımı kampanyalarının kendi yerel bölgesi Olanets’in vahşi yaşamına ve doğaya bir tehdit olarak görüyordu. Kliuev ayrıca eski sevgilisi Yesenin’in köylü yaşam tarzından vazgeçip, şehirli bir şairler grubuna katılmasından ve bir şiirde belirttiği gibi bundan böyle “silindir bir şapkayla/ve ayrıcalıklı deri ayakkabılarıyla” dolaşacağını söylemesinden hayal kırıklığına uğramıştı. “Dördüncü Roma”nın Yesenin’ine adanan ilk bölümünde ‘kendini ya bitir’ tarzında, Kliuev’in yeni sevgilisi köylü romancı Nikolai Arkhipov ve onunla sevişmek anlatılıyordu. Açık homoerotizmiyle bu şiirin Rus şiirinde önceden bir benzeri görülmemişti. Kesif bir biçimde üst üste binmiş imgelerle Kliuev, arkadaşının ‘kızıl saçlı ormanlıkta, şelale damarlarının yanında’ki organlarına ulaşıp onu orgazma getiren beş parmağını ‘pervasız ve vahşi beş arkadaş’ olarak betimliyordu. Arkhipov’un bedeninin güzelliğini ‘meme uçlarının kıyısı, kalçalarının sıcaktan kavrulan adası/ kasıklarının vadisi, dizlerinin yaylası’ biçiminde övüyor ve kendini ihtiyaç duyduğu anda rahatlattığı için ‘(Arkhipov) benim insanlarımca sevilecektir’ şeklinde kehanette bulunuyordu. Troçki, sözü geçen kitabı “Edebiyat ve Devrim”de “Dördüncü Roma”nın açılış bölümünü şöyle yorumlamaktadır: ‘Son zamanlarda Kliuev, bir redingot ve silindir şapka giymeye karar veren ve bundan bize şiirinde sözeden Yesenin’le şiir dizeleriyle bir kavgaya tutuştu. Kliuev, burada köylü köklerine yapılan bir aldatmaca gördü ve genç şairi şehirden bir afişteyle evlenmeye ve meteleksizler arasına katılmaya karar veren genç kardeşini azarlayan zengin bir köylü gibi hırçınca payladı.’ Troçki, parçanın güçlü gay erotizmini görmezden geliyor ve çelişkiyi yalnızca sınıf terimleriyle açıklıyordu: şair Kliuev sosyalizmi anlamaktan yoksun olan ve soyları tükenmeye yazgılı zengin köylüleri (kulak) temsil ederken, bir yoksul köylü olan Yesenin hala kurtarılabilecek durumdaydı. (Aslında Yesenin Kliuev’inkinden çok daha varlıklı bir aileden geliyordu.) Troçki’nin şairlere eşcinsellikleri yüzünden değil, (aslında o, onları fiilen ‘şehir aşifteleri’ referansıyla heteroseksüelleştirmiştir) sınıf kökenleri olarak gördüğü şey yüzünden saldırdığını anlamak önemlidir. Bu, Sovyet basınının 1920’ler boyunca, gay olsun olmasın ünleri devrim öncesi zamanlardan gelen bütün yazarlara gösterdiği standart yaklaşım haline geldi. Yesenin, Kliuev ve Kuzmin Ekim Devrimini oldukça desteklemişlerdi ama bu Troçki’nin ve Sovyet Basınının devrim sonrası zamanlarda onları gereksiz olarak görmesini engellemedi. John Malmstad’ın Kuzmin biyografisi ve Boris Filippov’un Kliuev biyografisinin gösterdiği gibi, 1922’den sonra Kliuev sömürücü ‘kulak’ların sözcüsü olarak ve Kuzmin de burjuva sofu olarak Sovyet basınında giderek daha fazla klişeleştirildiler. Ama Anna Akhmatova ve Osip Mandelstam gibi eşcinsel olmayan ve iyi tanınmış şairler de tıpkı Kuzmin gibi sanatlarının Batı kültüründe derin kökleri olmasından dolayı aynı dönem boyunca kınanmışlardır. Köylü grubunun

KAOS GL 16/9


devrimden önce Kliuev’i liderleri olarak gören şair ve romancıları 1920’ler boyunca geleneksel köylü yaşamını idealize ettikleri gerekçesiyle kınandılar. (1988’de Sovyet edebiyat dergileri 1920’lerden Brejnev döneminin sonuna dek Sovyet hükümetinin birçok yazarı ve diğer kültürel figürleri acımasızca cezalandırmasına dair yığınla belge yayımlamaya başladılar.) Öte yandan 1920’lerde lezbiyen şair Sofia Parnok burjuva ya da lezbiyen olmasından dolayı yerilmedi. (Parnok), devrimden önce Kliuev ve Kuzmin gibi önemli bir ün edinmemişti. En önemli ve olgun kitabı “Müzik” (1926) ve “Susturulmuş Bir Sesle” (1928) çıktığında tam bir sessizlikle karşılandı. SSCB’deki bir kaç şair dışında hiç kimse bu kitapların yayımından haberdar değildi. Gay yazarlara aşama aşama gösterilen bu titizliğin olduğu kadar sınıf yazarların eşcinselliğiyle kökenleriyle de (rejimin algıladığı biçimiyle) ilgisi olabilir, ama yine de 1920’lerde gay edebiyatı ve sanatının görünürlüğünde muntazam bir düşüşe sebep olmuştur. Ayrıca Ekim Devriminden sonra edebiyat sahnesine çıkan bir çok yetenekli şair ve yazarın arasında bir tane bile gay ve lezbiyen olmadığını anımsamalıyız. Duygusal birliğe dayalı eşcinsellik Sovyetlerde Devletin, kişisel cinsel 1920’lerde ismen ilişkileri yasal olsa da düzenlememesi hükümette ya da gerektiğine ve cinsel sanat dallarında kariyer yapmak seçimlerin sınıf isteyen bir çok gay sınırlarını aştığına dair erkek bugün de Goldman, Berkman ve uygulanan bir taktiğe V. Nabokov tarafından -bir kadınla evlenmek- kuşkuları desteklenen görüşe, yoketmek için 20.yy’ın başlarındaki başvurmak Rus devrimci zorundaydı. Bu liderlerinde pek taktik Rusya’da rastlanmıyordu. Ekim Devriminden önce bilinmezdi. Erkek nü’leriyle ünlü Kuzma Petrov-Vodkin 1920’lerin başında evliydi ve bundan sonra çiftçilik sahnelerinde ve eşinin birçok portresi üzerinde uzmanlaştı. Şair Pavel Antokoski ve aktör-yönetmen Yuri Zavadski, Marina Tsvetaeva’nın biyografisine göre 1918’de sevgiliydiler ve ilişkilerinin gizlememişlerdi. 1920’lerin ortalarında ikisi de evlenmişlerdi. Devrim öncesi zamanların gay sado-mazoşizm şairi olarak bilinen Riurik İvne gay temalarını bıraktı ve Sovyet diplomatik bölümlerine katılmasına izin verildi. Zamanın tıp görüşleriyle paralel olarak Sovyet otoriteleri bir eşcinsel erkeğin tıbbi tedaviyle ya da evlilikle tedavi edilebileceğine inanıyorlardı. Çiçerin iyi bir örnektir. Kuzmin’in sınıf arkadaşı olan Georgy Çiçerin 1917’ye dek yöneliminden oldukça

memnundu. 1918’de Bolşevik Partisine katıldıktan sonra Kuzmin’le ve diğer gay arkadaşlarıyla bütün bağlarını kopardı. Çiçerin 1918 ve 1925 arasında Sovyetler Birliği için bir çok diplomatik zafer kazanmıştır. Ardından Sovyet hükümetince bir dizi psikiyatrik kliniğe başvurması için zorlanmıştır. Batıda çok sonradan yayımlanan bir biyografi, incelenen hastalığın eşcinselliği olduğunu açığa çıkarmıştır. Hiçbir tedavi başarılı olamadı ve 1930’da Çiçerin ‘sağlık sebeplerinden dolayı’ görevinden alındı. Sovyet otoritelerinin hayat boyu gizli kalmaya zorladığı bir diğer önemli kişi de büyük yönetmen Sergei Eisenstein’dı. Eisenstein uluslararası komünist hareketlerin ve Rusların homofobisini içselleştirmiş olabilir, çünkü Sovyet eleştirmeni Sergei Tretiakov’a eğer Marks, Lenin ve Freud olmasaydı kendisinin de “bir diğer Oscar Wilde” olacağını söylemiştir. Ama Eisenstein Berlin ve Paris’i ziyaret ettiğinde gay arzularına yenildi ve 1930-32 yılları arasında film yapmak için gittiği Meksika’da açıkça gay haline geldi ve neredeyse uluslararası bir skandala yolaçtı. Sovyet hükümeti Eisenstein’a kişisel yaşamını deşifre etme tehdidiyle Moskova’ya dönmesi için şantaj yaptı. Başka bir film yapmasına izin verilmeden önce Eisenstein eşcinselliğin Sovyet tarzı tedavisine boyun eğdi: evlilik. Asla bir arada yaşamamalarına rağmen, arkadaşı ve asistanı Pera Attasheva bu törene katılmaya gönüllü oldu. STANİLİST DÖNEM Sovyet hükümetinin ve basının eşcinselliğe karşı 1920’lerde görülen düşmanlığı, Sovyet Ceza Kanununun yeni yasası Madde 154a’da (sonradan 121’e çevrildi) sonucunu verdi. 17 Aralık 1933’te ilan edilen ve 7 Mart 1934’te bütün SSCB’de zorunlu hale getirilen bir kanun erkekler arasındaki cinsel ilişkileri yasaklıyor ve gönül rızasıyla yapılan davranışlar için 5 yıllık ağır çalışma cezası ve zor kullanma veya tehdit için ve küçük yaştakilerle seks yapanlara 8 yıl veriyordu. Maksim Gorki, özüne uygun olarak, kararnameyi Pravda ve Izveistaa gazetelerinin sayfalarında ‘proleter insancılığın başarısı’ olarak selamlıyor ve eşcinselliğin yasallaşmasının Faşizmin ana sebebi olduğunu yazıyordu. (Çüşşş!dizgicinin notudur) İronik olarak, aynı zamanlarda Almanya’daki Naziler birçok durumda gaylerin Komünizme özel bir yatkınlığı olduğunu iddia ederek Alman gayleri infaz etmeye başlamışlardı. Wilhelm Reich’ın 1936’da ve Valery Chalidze’nin 1977’de belirttiği gibi Madde 121 eşcinselliği yalnızca halk ahlakına karşı bir suç yapmadı, eşcinsellik şimdi artık devlete karşı işlenen bir suç olarak görülüyordu. Reich eşcinselliğin topluma karşı işlenilen “eşkiyalık, karşı devrimci eylemler, sabotaj ve casusluk” gibi öteki suçlarla aynı kefeye konduğunu yazıyordu. Chalidze, “Sovyet otoritelerinin gözle görünür biçimde bir ciddiyetle eşcinselliğin politik bir suç olduğuna inandıklarını” belirtiyordu. Bu türden olaylar polis tarafından değil, devlet güvenlik ajanları tarafından

KAOS GL 16/10


araştırılıyordu. Reich Ocak 1934’te Moskova’da, Leningrad’da, Kharkov’da ve Odesa’da aralarında bir çok aktör, müzisyen ve diğer sanatçıların bulunduğu kitlesel eşcinsel tutuklamalarını kanıtlamaktadır. 1930’lardan sonra eşcinselliğin Sovyet sistemine karşı olmak anlamına geldiğine dair düşünce, Sovyet bürokratların zihninde iyice sarsılmaz bir hale geldi. 1936’da Adalet Komiseri Nikolai Krylenko 20 yıllık Sosyalizmin ardından hiçbir insanın eşcinsel olması için bir sebep kalmadığını ve eşcinsel olmakta ısrar edenlerin ‘sömüren sınıfların kalıntıları’ olduğunu ve böylece 5 yıllık ağır çalışma cezasını hakettiklerini söylemişti. İşçi sınıfından birisi muhtemelen eşcinsel olamazdı, çünkü ‘kötü gizlerinin mağaralarında’ dolaşan insanlar ‘çoğunlukla başka bir işle, karşı devrimle uğraşıyorlardı’. Ancak Stalinist dönem boyunca gay erkeklerin Sovyetler tarafından cezaya çarpılması ne süreklilik gösteriyordu ne de bütünlükçüydü. Eisenstein, popüler tenor Sergei Lemeshev, piyanist Sviatoslav Richter ve bir çok erkek balerin gibi ünlü kişiler söz konusu olunca otoriteler, erkek evli oldukça ve eşcinselliğini halkın gözünden uzak tutukça başlarını çeviriyorlardı. 1940’larda ve 1950’lerde irtibat subayı ve konferans tercümanı olarak (bölünmemiş ve sonra bölünmüş savaş sonrası Almanya’sında) kendi deneyimlerim boyunca Kızıl Ordu’da ya da diplomatik görevlerde çalışan bir çok Sovyet gay erkekle tanıştım. Çoğu izlenmekten kaçmayı başarıyor ve gay cinselliklerini ifade etmenin yollarını buluyordu. STANİLİST SONRASI DÖNEM Stalin’in 1953’teki ölümünden sonraki yıllarda yabancı uzmanlar ve turistler daha uzun zaman zarfları için SSCB’ye gelebiliyorlardı. Eşcinsellik hala bir devlet suçuydu (ve hala da öyle). Ama yabancı ziyaretçiler bütün büyük şehirlerde gizli gay toplulukları bulabiliyorlardı. Stalin’de olduğu gibi, Sovyet polisleri eşcinselleri hala yabancı gay erkekleri casus etme amacıyla toplamakta ve jurnalci olarak kullanmaktaydı. Yurtdışında basılan birçok biyografide ve Vladimir Kozlovski’nin kitabında straight KGB ajanlarından tuzağa düşürme amacıyla gay seks yapmalarının istendiği anlatılmaktadır. 1970’ler gay ve lezbiyen yazarların ortaya çıkışına tanık oldu, bu Sovyet rejiminde ilkti (1920’lerde gay ve lezbiyen temaları işleyen yazarlar Ekim Devriminden önce açığa çıkmışlardı). Yapıtlarını bastıramayınca samizdat’a (kendileri basmaya) ya da tamizdat’a (dışarıda bastırmaya) başvurmak zorunda kaldılar. Pandomim hocası olarak çalışıp gay kurgularını samizdatla basan ve 1981’de 40 yaşında kalp krizinden ölen Yevgeni Khoritonov hakkında çok şey bilinmez. Daha iyi bilineni 1976-80 arasında ağır çalışma cezasını ödeyen ve 1986’dan beri gay konularından sözetmedikçe Sovyet dergilerinde

deneme ve eleştirilerini yayımlama hakkı verilen şair Gennady Trifonov’dur. İki Sovyet yazarı SSCB’den göç ettikten sonra gay olarak açığa çıktılar. Bu kişiler ünlü romancı Vera Panova’nın kocası David Dar (1910-80) ve anlatıcısının Amerikalı siyah erkeklerle olan yakın ilişkilerini anlattığı otobiyografik romanı “Benim, Eddie”nin yazarı biseksüel yazar Edward Limonov’dur. S.B.den atılan Sovyet feminist yazarların yazılarından ya da gulag kamplarında kalıp orada lezbiyen davranışı gözlemleyen kadınların son yıllarda yurt dışında basılan biyografilerinden, S.B.de lezbiyenlerin durumuna dair daha çok bilgi edinilebilmiştir. Şimdi otoritelerle arası iyi olan Sovyet yazarları için Batı’da basılan eserlerinde eşcinsellikten sözetmek olasıdır. Nitekim, şair Viktor Sosnora, kitabı “Uçan Hollandalı”da ünlü ve yaşlı bir aktörün Leningrad’daki bir barda 4 sarhoş ordu görevlisi tarafından parçalanmasını anlatır. Sosnora, barmene polisi çağırması için yalvarır, ama barmen kahkalarla güler ve askerleri devam etmeleri için destekler. Sosnora devam edince, barmen eşcinsellerin insan olmadıklarını ve onları savunanların da eşcinsel olmaları gerektiğini söyler. Şu anki glasnost kampanyası Sovyet basınında eşcinselliği sözü edilebilir bir konu yaptıysa da şu ana dek gay hakları için hiçbir şey yapmamıştır. Bu alandaki en çok umut veren iki işaret 15 yıl öncesine dayanır. 1973’te Leningrad’da basılan Sovyet Ceza Kanunu Ders Kitabı’nın yazarları, hiçbir Sovyet adli yayınında erkekler arası duygu birliğine dayalı cinsel davranışları suç haline getirecek hiçbir mantıksal ya da bilimsel bulgu olmadığını belirtmiştir. Yazarlar eşcinsel karşıtı kanunların topluma ispatı imkansız bir zarar vermediği halde lağvedildiği diğer Sosyalist ülkelerden örnekler verir. Yine 1973’te Venedikt Erofeev’in “Çizginin Sonuna Dek Moskova” adlı yapıtının yurtdışı basımı gerçekleşti. 1968’ten beri bir samizdat klasiği olan yapıt, Moskova’daki her yeraltı istasyonunda şampanyadan eşya parlatıcısına dek herşeyi içerek sarhoş olmayı başaran bir alkoliğin destansı öyküsünü anlatır. Buna adamın Sovyet toplumunun gizliliği ve dürüst olmaması hakkındaki bilinçliliği de eşlik eder. Kozlovski’nin kitabında epigraf olarak kullandığı, adamın iç monoloğunun bir kısmı şöyledir: “Ülkemde eşcinselliğin tamamen olmasa da nihai olarak kökünden sökülüp atıldığını söylememe izin verin. Ya da daha doğrusu, bütünüyle, ama tam olarak değil. Ya da daha da doğrusu tamamıyla ve bütünüyle ama tam olarak değil. Çünkü bugünlerde insanların aklında fikir nerede? Eşcinsellikten başka hiçbir yerde.” Birbiriyle bağıntısız bu iki olgunun (ders kitabı ve Erofeev’in sözlerinin) gelecek onyılda ve sonrasında ardıllarını bulup bulamayacağı ve çoğalıp çoğalmayacakları sorusunun, (20.yy.ın sonunda S.B.de eşcinselliğin anlaşılmasıyla) yanıtı için yüzyılın ilk 20 yılındaki gözlemlenen düzeylere dönülebilir.

HIDDEN FROM HISTORY (A Meridion Book)dan alınmıştır.

KAOS GL 16/11


.

.

.

.

.

LEZBIYENLIKLE ILGILI 10 ÖNYARGILI SORU: 1. Lezbiyenlik Nedir? Lezbiyenlik birçok şeydir ama öncelikle duygularla başlar. Bir kadın bir başka kadına yakınlık, sevgi ve bunlarla birlikte cinsel bir çekim duyabilir. Kadınlara aşık olup bu duyguları cinsellikle ifade edebilir. Aşkı ve cinsel çekimi genelde veya her zaman kadınlara karşı duyan bir kadın kendini lezbiyen olarak adlandırır. 2. Her kadın lezbiyen olabilir mi? Eğer bir kadın lezbiyen olmayı seçerse, lezbiyendir. Nasıl yaşıyacakları veya kimi sevecekleri konusunda seçme özgürlüğü olan çok kadın yok, ama bu kısıtlamalarla yaşayan kadınların arasında bile lezbiyenler var. Çevrenizde herhangi bir kadın lezbiyen olabilir: komşunuz, doktorunuz, kız kardeşiniz, öğretmeniniz, kızınız. Her kadın lezbiyen değildir, ama lezbiyen eğilimleri olan birçok kadın var. 3. Kaç tane lezbiyen var? Kinsey ve Hite’in A.B.D.’de değişik zamanlarda yaptıkları araştırmalarda kadınların %5-%10’u, ya da 20 kadından 1-2’si lezbiyen olarak saptanmıştır. Başka bir araştırmaya göre, araştırma kapsamı içindeki kadınların %50’si deneyim ya da eğilimlere sahip. Bize göre, kadınların seçme özgürlüğü olsaydı, daha çok lezbiyen olurdu. Ama şu anda hemen tüm toplumlarda, heteroseksüel ilişkiler “normal” sayılırken, eşcinsel ilişkiler “anormal” olarak görülüyor. 4. Lezbiyenlik dünyanın nerelerinde var? Her yerde, her ülkede, her kültürde, her toplumda... Bazı ülkelerde kadınlar kendi yaşamlarını belirleme konusunda daha özgür. Örneğin Batı ülkelerinde lezbiyen olarak yaşamak daha kolay olduğundan Batı’da daha çok lezbiyen varmış gibi görünebilir. Oysa bu, büyük bir olasılıkla doğru değil. Toplumsal yapı, lezbiyenlerin görünürlüğünü ve açıkça yaşamalarını etkileyebilir. Lezbiyenleri baskı altında tutabilir veya lezbiyenlere karşı ayrımcılık yapabilir. Ama duyguları öldüremez. Lezbiyen örgütlerin uluslararası iletişim ağı genişledikçe, daha çok gizli lezbiyen örgütler keşfediyoruz. 5. Lezbiyenliğin nedeni nedir, tedavi edilebilir mi? Bazı lezbiyenler doğuştan lezbiyen olduklarını düşünür. Bazılarıysa lezbiyen olmayı seçtiklerini. Lezbiyen olmanın birçok nedeni olabilir. Tıpkı heteroseksüelliğin birçok nedeni olduğu gibi. Ama niye nedenler bulmaya çalışalım ki? Uzun süre eşcinsellik bir hastalık olarak kabul edildi. Hatta bir zamanlar Dünya Sağlık Örgütü’nün hastalıklar listesindeydi. Bazı tıp araştırmacıları, bu “hastalığın” tedavisini aramakta. Bazı doktorlar eşcinselliğin hormonal dengesizlik sonucu meydana geldiğine inanıyordu. Lezbiyenlerin çok fazla erkek hormonu taşıdıklarını düşünüyorlardı ve bu yüzden lezbiyenlere tedavi amacıyla kadın hormonları veriyorlardı (örneğin İndonezya). Bazı doktorlarsa, eşcinselliğin yetiştirilme tarzı ve eğitime bağlı olduğunu savunuyordu. Tedavi, rehabilitasyon kamplarına yatırılıp düzeltilmekti (örneğin Mozambik). Biz eşcinselliğe hastalık ve tedavi bazında bakmayı reddediyoruz. Eşcinsellik bir hastalık değildir ve sözde “tedavileri” ise fiziksel ve ruhsal işkenceden başka birşey değildir. 6. Lezbiyenler birbirlerini nasıl buluyor? Lezbiyenlerle her yerde karşılaşıyorsunuz, ama farkında değilsiniz. Bir kadının lezbiyen olduğunu sadece ona bakarak çıkaramazsınız. Bazı kültürlerde lezbiyenler belli semboller kullanarak kendilerini görünür hale getirirler, pembe üçgen ve çift-kadın sembolü gibi. Pembe üçgen pek çok gay ve lezbiyen hareket tarafından bir gurur sembolü olarak benimsenmiştir. Tarihsel olarak İkinci Dünya Savaşı’nda, Nazi Konsantrasyon Kamplarında eşcinseller pembe üçgen takma zorunluluğundaydılar. Bir kadını lezbiyen olduğunu o size söylediği zaman bilirsiniz. Dünyanın birçok bölgesinde lezbiyenler kadın barlarında, eşcinsel barlarda ya da eşcinsel organizasyonlarda birbirleri ile tanışabilirler. Bazı lezbiyenler gizlice buluşurlar, bir arkadaşın evinde ya da küçük sosyal bir grupta. Ama siz yine de lezbiyenleri kendi şehrinizde, pazar yerinizde, üniversitenizde, ibadet yerinizde, köyünüzde ya da kentinizde bulabilirsiniz. 7. Lezbiyenler evlenip çocuk sahibi olabilirler mi? Danimarka, İsveç ve Hollanda’da lezbiyen bir çift ilişkilerini kaydettirip, heteroseksüel çiftlerin sahip olduğu hukuki hakların bazılarına sahip olabilirler. A.B.D.’de bazı ticari şirketler ve kent hükümetleri eşcinsel çiftlere heteroseksüel çiftlerle aynı tıbbi ve emeklilik haklarını tanımakta. Kiliseler ve sinagoglarda lezbiyen evlilikler olmuştur ve eşcinsel çiftlerin evlenebileceği gay kilise ve sinagoglar vardır, ama bu evliliklerin yasal statüsü yoktur. Bazı ülkelerde gruplar eşcinsel evlilikleri yasallaştırmak için çalışmaktadırlar. Lezbiyenler mal, miras ve çocuklar konularında hususi yasal düzenlemeler yaptırabilirler. Lezbiyenler, diğer kadınlar gibi, çocuk sahibi olabilirler. Bazı lezbiyenlerin erkeklerle olan evliliklerinden çocukları vardır. Lezbiyenler aynı zamanda çocuk evlat edinmeyi deneyebilirler, bu çok zor olmasına rağmen. Bazı

KAOS GL 16/12


lezbiyenler yapay döllenme ile hamile kalabilirler, bu çok pahalı olmasına rağmen. Bir lezbiyen erkek bir arkadaşından sperm isteyebilir, kendisini dölleyip hamile bırakabilmek için. Bazı lezbiyen anneler çocuklarını erkeksiz büyütürler, diğerleri partnerleri ve/ya da biyolojik babalar ile çocuğun yetiştirilmesine yardım için hususi düzenlemeler ve taahhütler yapabilirler. 8. Lezbiyenler nasıl birlikte yaşar ve sever? Lezbiyen ilişkilerin birçok şekli vardır. Bekar lezbiyenler, evlenmeyen lezbiyenler, tek eşli lezbiyenler, beraber yaşayan ve birbirlerinin başkalarıyla ilişkiye girmesine izin veren lezbiyenler, aynı zamanda erkeklerle ilişkileri olan lezbiyenler. Önemli olan nokta, herkesin kendi yaşam biçimini yaratmakta serbest olmasıdır. Birçok lezbiyen, bir partnerin feminen, diğerinin maskulen, rollerin cinsiyete göre dağıtıldığı heteroseksüel yaşam biçimlerini taklit etmek istemiyor. Aynı şey cinsel sevme için de geçerli: neyin hoşuna gittiğini ve neyin hoşuna gitmediğini kendi başına ve/ya da başka kadınlarla bulma. Kendinize koyduğunuz zorunluluklardan başka zorunluluk yoktur. 9. Kendisine lezbiyen diyen kadınların yaşadıkları sonuçlar nelerdir? Genelde lezbiyen olduğunu söyleyen bir kadına tepkiler negatiftir. Aile üyeleriniz sizi reddedebilir ve arkadaşlarınız terkedebilir. Bazen lezbiyenler işlerini kaybederler ya da çocukları onlardan alınır. Birçok ülkede, açık bir lezbiyen, sürgün, eğitim kampı, psikiyatrik hastane ya da hapishane riskleri ile yaşar. Başka ülkelerde, lezbiyenlere eziyet eden yasalar yoktur. Bazı durumlarda bu, otoritelerin kadın cinselliğinin varlığını reddetmelerinden dolayıdır. Sonuç olarak aynı zamanda, kadınların cinsel duygularını nasıl ifade edeceklerine dair seçim hakları olduğunu da reddetmiş olurlar. Birkaç ülkede eşcinsel insanlara ayrımcılığı yasaklayan yasalar vardır, ama yine de lezbiyenler düşmanlıkla karşılaşabilirler. Birçok kültür ve toplumlarda kadınların özgürce açık bir şekilde lezbiyen olarak yaşama özgürlükleri olmadığından, dürüstlüğün bedeli çok ağır olabilir. Ne şanstır ki, özellikle gay özgürleşme grupları ya da eşcinsel bireyler sayesinde, durum değişmektedir. Batı Avrupa’da yapılan son araştırmalara göre, nüfusun %85’I eşcinselliğe tolerans gösteriyor ya da kabul ediyor. Lezbiyen duygularınız hakkında açık olsanız da olmasanız da, bir bedel ödeyeceksiniz, sadece özel hayatınızda değil, toplum içerisinde de. Eğer bir lezbiyenseniz ve bir lezbiyen olarak özgürce yaşamak istiyorsanız, bir bedel ödeyeceksiniz ama aynı zamanda er geç diğer lezbiyenlerin sizin mücadelenizden yarar göreceğini bileceksiniz. 10. Lezbiyenler üzerlerindeki baskıya karşı ne yapabilir? Biz dünyadaki her kadının vücudunu kendisinin yönlendirmesi hakkına sahip olduğuna inanıyoruz. Onun sevme ve aşk yapma hakkı vardır. Bu hak, kadınlar üzerinde gücü olan erkekler tarafından alınmıştır: politikada, evde ve yatakta. Kadınların seçme özgürlüğünü kısıtlayan kanunla ve kurumlarla savaşmalıyız: bu sebepten dolayı kiltirektomiyi, zorlama evlilikleri, tecavüzü ve kadınlara karşı diğer tüm şiddet biçimlerine karşıyız. Lezbiyenlerin üzerindeki baskıyı da kapsayan kadınların üzerindeki baskı, erkek egemenliğiyle sıkıca bağlantılıdır. Feminizm zorlama heteroseksüelliğe karşı bir mücadele içermelidir. Kadınlar nasıl yaşamak istediklerini seçmede özgür olmalıdırlar, bu da demektirki, başka hayat biçimleri hakkında bilgi elde edilebilir olmalıdır. Bunu tek başınıza yapamazsınız. Atılacak ilk adım örgütlenmektir. Eğer kadınlar lezbiyen olarak ortaya çıkmaktan korkarlarsa, hiçbir şey değişmeyecektir. Lezbiyenlerin biraraya gelmesi çok önemlidir: kendimizi ve birbirimizi iletişimle, duygularımızı, başarılarımızı, işlerimizi ve sorunlarımızı konuşarak güçlendireceğiz. Hatırlayın, dünyada milyonlarca lezbiyen var ve beraber kuvvetliyiz.

Uluslararası Lezbiyen Bilgi Servisi (ILIS) tarafından hazırlanan ve 1985’te Kenya, Nairobi’de, Birleşmiş Milletler Uluslararası Kadın Konferansı’nda dağıtılan bu yazıyı, Venüs’ün Kızkardeşleri çevirmiştir. Venüs’ün Kızkardeşleri ile iletişim için: MBE 165, KAYIŞDAĞI CAD., NO:33 81043, Ziverbey İSTANBUL

KAOS GL 16/13


ARTEMiS’iN TAPINAĞI Yasemin Özalp Merhaba lezbiyen ve gay dostlar. Bundan böyle bu dergide düşlerimizle, düşündüklerimizle, yaşayıp yaşamadıklarımızla, hüzünlerimiz ve sorunlarımızla birlikte olacağız. “Artemis’in Tapınağı’nda yaşamın içinden gelmek dışında hiçbir kaygı taşımayan yazılar bulacaksınız. Yazıya herşeyden önce “Artemis’in Tapınağı”nın isim açılımını yaparak girmek istiyorum. Bilindiği üzere “Artemis” Yunan mitolojisinde Savaş Tanrıçası’dır. Böylesi cehennem bir toplumda lezbiyen kimliği benimsemek, lezbiyen bir kültür ve yaşam biçimi geliştirmeye çalışmak için de bir kadının ancak bir Savaş Tanrıçası gibi davranması gerekmektedir. “Tapınak” kelimesiyle ifade etmek istediğimiz ise, lezbiyen ve gaylerin aile-iş-toplum üçgeninde gizlenmek, kendilerini tapınaklarına hapsetmek durumunda bırakılmasıdır. Sizlerle tanışıklığımıza “bakışık bir aşk öyküsü”yle başlamak istedim. Hepimizin başından geçmiş olabilecek bir öykü bu. Belki de sizin başınızdan geçmiştir! ♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥ Yurtta kaldığım dönemde, pek çok tesadüfün ardından, görünüşte çok soğuk bulduğum bir kızla tanışmıştım. Bizi öncelikle yakınlaştıran siyasi görüşlerimizdi. Zamanla sohbetlerimiz edebiyat, şiir, tiyatro, sinema gibi konularla gelişti. Aslında ne kadar da ortak yönümüz olduğunu, yaşama ne kadar da yakın noktalardan baktığımızı keşfettik. Sonra şiir sohbetleriyle geçen geceler; ortak sorunlarımız, düşlerimiz... Yaz tatiline çok az bir süre kala yakaladığımız o güzel dostluğun her günü, her anı nasıl da doluydu. Sıkışık zamanlarda, bir

yandan ders çalışılarak yakalanmaya çalışılan yaşam... Onunla birlikte uyuduğumuz ilk gece akrabalarımı trafik kazasında kaybetmiştim. Ölüm; yokoluş bana hiç bu kadar yakın olmamış birşeydi. Birilerinin hergün başına geldiğini bildiğim ama bir gün benim de başıma geleceğini düşünmek istemediğim ölüm bir anda beni allak bullak etmişti. Yattığımızda gün ağarmıştı ve ben yatakta sessizce ağlarken, hiçbir şey söylemeden saçlarımı okşamış ve varlığıyla beni sarıvermişti. Sonra araya yaz tatili girdi. Yakın şehirlerde oturduğumuz için, yazın da görüşme imkanı bulabilmiştik. Onu o kadar özlüyor, düşüncelerimde o kadar yaşıyordum ki, ne telefon ne de mektuplar bunu giderebiliyordu. Yaz tatilim yaşanmasını değil bitip tükenmesini beklediğim günlerin yorgunluğuyla geçti. Yeniden birlikteydik. Dostluğumuz adına her biri bir diğerinden daha yoğun günler geçirdiğimiz son yılımıza başladık. Bütün bu duygusal ve düşünsel yoğunluğa rağmen arkadaşlığımızın ilk 7-8 ayı boyunca onu bir dosttan başka birşey olarak hiç algılamadım. Yıllardır içimden atamadığım bir başka aşkla boğuşuyordum. Bütün bir yılın her gününü onun mezun olup gideceği telaşıyla yaşadım. Belki de zamanın bana verdiği acı kendimi sorgulamamı engelliyordu. Onunla birlikteyken gündelik yaşamın bütün anlamsızlıklarından ayrılıp, yalnızca bir düş veya efsanede yaşanabilecek bir huzur duyuyordum. Ellerini avuçlarıma aldığımda kendimi evrendeki her varlıkla, Tanrı’yla, yüzlerini görmediğim insanlarla bir vücut gibi hissediyor, yüreğimdeki coşkunun tüm evrene yansıdığını düşünüyordum. Yaşamla barışmak, bir başkasıyla bütünleşmek bu demekti sanırım. Zamanla ona karşı duyduğum şeylerin dostluktan öte bir aşk olduğunu farkettim. Ben bir eşcinsel olarak kendimle barışıktım ama o bir heteroseksüeldi. Bu aşkın da karşılıksız kalmaktan başka bir şansı yoktu. Ýlk zamanlar ne yapacağımı bilemedim. Ona eşcinsel olduğumu bile söyleyememiştim. Karmaşaya düştüm. Öyle gerginlikler yaşıyordum ki, o güne kadar birbirimizi hiç kırmamış ve birbirimize sesimizi bile yükseltmemişken, benim gerginliğim ilişkimizi yıpratmaya başladı. Sonra da bir erkekle beraberliği başladı. Doğru davranış ne olabilirdi? Ona kızmıyordum, kıskanıyordum. Yalnızca söylemekle söylememek arasında gidip geliyordum. Nasıl söyleyeceğimi tasarlayamıyordum. Nihayet kararımı verdim ve ona eşcinsel olduğumu söyledim. O da beni olduğum gibi sevdiğini söyledi. Üzerimdeki bu büyük ağırlık kalkınca bir gece ona sarılarak, ona aşık olduğumu söyledim. Gözyaşlarımı tutamıyordum. Kendimi bütünleyebildiğime inandığım tek varlığın yanında acı çekiyordum. Dakikalarca konuşmadan ağladık. O da böylesi içten bir sevgi anlatımıyla hiç karşılaşmamıştı ama ikimizin de yapabileceği birşey yoktu. Ama o geceden sonra herşey eskisinden daha güzel gelişti. Öylesine yoz ve yıpratıcı ilişkilerle çerçevelenmiş, öylesine yaralanmıştık ki, bir aşkı birlikte yaşamasak da, o yapay ilişkilerden kendimizi soyutlayıp güzel birşeyler yakalayabildik. Ben haftalarca onunla nasıl konuşacağımı bilememişken, o, ben acı çekiyorum diye üzülüyordu. Zaten onunla konuştuktan ve üzerimdeki baskı kalktıktan sonra ben de acı çekmeden de bir aşkın tek başına yaşanabileceğini öğrenmiştim. Şu anda ayrı şehirlerde yaşıyoruz; dostluğumuzdan hiçbir şey kaybetmeden. Hala yaşamla ilgili ortak düşlerimiz, düşündüklerimiz var. Ondan öğrendiğim en önemli şey, bir aşkın cinsellik yaşanmadan da insana neler kazandırabildiği. Yaşamın içinden güzelliklerle buluşmak ve kendi tapınaklarımızı yıkmak dileğiyle...

KAOS GL 16/14


YAŞAMIN İÇİNDEN KARTPOSTALLAR... karşı aynı duygularla doluydu, anlıyordum. Ama, o da bir heteroseksüeldi. Şimdi ne olacaktı? Ne mi oldu? Çok güzel şeyler oldu. “Şimdi ne olacak” sorusunu Öğretmen bir babayla terzi bir annenin ilk uzun uzun sorarak daha fazla zaman kaybedemezdik çocukları olarak dünyaya gelmişim. Büyüklere karşı artık. Gecelerden bir gece, vakit kemale erdiğinde, oldukça çekingen, saygılı ve onlardan korkan bir yaşamamız kaçınılmaz olan şeyleri yaşadık. Ve ikimiz çocuktum. Mahalle ve okul arkadaşlarım arasında çok de hayatımızın en güzel birlikteliği olduğu kanısında girişken olduğum söylenemese de, kolay ve iyi birleştik. arkadaşlıklar kurabilen, hareketli, her türlü oyunun Arkasından sevgilim benim evime taşındı, vazgeçilmez elemanı, ama hep ve her yerde ölçülü, birlikte oturmaya başladık. Yalnız pek küçücük (!) bir ağırbaşlı olmak zorunluluğumun bilincindeydim. Bu sorun vardı: Benim lezbiyenliğimden henüz haberi son iki kavramın, o zamandan başlayarak kişiliğimin olmayan kızkardeşim de benimle aynı evde otuuyordu. gelişmesine damgasını vuracağını ve benim onlardan Üstüne üstlük, koca evde sanki başka yatak odası kurtulmak için büyük çabalar sarfetmem gerekeceğini yokmuş gibi, aynı yatak odasını paylaşıyorduk! Kimin o zamanlar henüz bilmiyordum. Ayrıca okulda her hangi yatak odasında kiminle yatacağını ayarlamak zaman sınıf birincisi olmak gibi (öğretmen baba!) bir her gece küçük çaplı dramların yaşanmasına sebep yükümlülüğüm de vardı ve ben bunu hiç sorgulamadan olmaya başladı. Oysa daha önceleri, erkek sevgililerim “olmam gerekenler” hanesine yazarak, uslu çocuklara bende kaldığında, üzerimde herhangi bir hak iddia yaraşır şekilde yerine getiriyordum. Neyse ki, lise etmek hiç mi hiç aklına gelmezdi kardeşimin. Bu yıllarında böyle bir yükümlülüğü sorgulamayı ve duruma bulunabilecek en kolay çözüm, kardeşime “yerine getirmem gerekmeyenler” hanesine alabilmeyi A.’nın herhangi bir arkadaşım değil, sevgilim olduğunu başardım” Bütün bu zorluklara rağmen oldukça mutlu ve onunla aynı yatakta uyumak ve uyanmak istediğimi ve kendimi istediğim gibi gerçekleştirmeye ve anlatmaktı., değil mi? Bu aklıma geliştirmeye açık bir gelen ilk seçenek olmasına çocukluk ve gençlik dönemi 25 yaşıma kadar heteroseksüellik karşın, kardeşimin tepkisinin ne geçirdim. Her zaman dışında başka bir cinsel kimliğim olacağını kestiremediğimden ve yaşıtlarımdan daha fazla olabileceği usumun kenarından en önemlisi, henüz lezbiyenliğimi olanaklarım oldu. Örneğin, ilk köşesinden bile geçmedi. 21’imde sindirememiş olmanın verdiği gençlik çağlarında erkek sevgililerimden biriyle güvensizlik yüzünden kendim bir çoğunluğun derdi olan, erkek coming out’a hazır olmadığımdan arkadaş, gece dışarı evlenmeye bile kalktım hatta. kardeşime açılmam o dönemde çıkamamak, ailesiyle iletişim Yani, “kendimi bildim bileli gerçekleşmedi. Sadece kuramamak vs. gibi konular lezbiyen” olanlardan değil, kardeşime değil, hiç bir benim sorunlarım arasında “lezbiyen olduğunu sonradan arkadaşıma “A. ve ben sizin hiç bir zaman bulunmadı. 25 yaşıma kadar keşfedenler”dendim. Bu keşif için zannettiğiniz gibi yalnızca iyi bir arkadaşlığı değil başka bir çok heteroseksüellik dışında tam 25 yıl beklemiş olmamı ise, şeyi paylaşıyoruz” diyemiyordum. başka bir cinsel kimliğim heteroseksüelliğin olası tek İş yerimde, özel yaşamımda, olabileceği usumun yaşam biçimi olarak kısacası hayatımın her alanında kenarından köşesinden bile dayatılmasıyla açıklıyorum. hala heteroseksüel numarası geçmedi. 21’imde erkek yapıyordum. Çevrem tabi ki bir sevgililerimden biriyle kaç yıldan beri hiç erkek sevgilim evlenmeye bile kalktım hatta. olmamasına şaşıyor, hatta üzülüyor, bu duruma bir Yani, “kendimi bildim bileli lezbiyen” olanlardan değil, anlam veremiyordu; ben her seferinde başka “lezbiyen olduğunu sonradan keşfedenler”dendim. Bu bahaneler uydurarak bu tür konuşmaları keşif için tam 25 yıl beklemiş olmamı ise, geçiştiriyordum. Ama bir yandan da, yaşadığım bu iki heteroseksüelliğin olası tek yaşam biçimi olarak yüzlü hayattan müthiş rahatsızlık duyuyor, en dayatılmasıyla açıklıyorum. yakınlarıma bile numara yapmanın vicdan azabını İlk kez bir kadından hoşlandığımda buna hiç çekiyordum. Bu duruma daha fazla tahammül bir anlam veremedim. “Şimdiye dek erkeklere edemeyeceğimi kestirdiğimde, lezbiyenliğimi iki duyduğum bu duyguları ne diye şimdi bir kadın seneden fazla bir zamandan beri kapalı kapıların arkadaşıma duyuyorum, bu ne ola ki?” diye geceler arkasında yaşıyor olduğumu gördüm. Artık buna bir boyu kafa patlattım. Bu arada belirteyim, bu soruları son vermenin, insanlara, “lezbiyenim ve bundan da kendime açık açık sorabilmem bir iki ay aldı! son derece hoşnutum; hakkımda varacağınız değer Hissettiklerimin adını aşk koyma süreci ise daha da yargılarına göğüs gereceğim” demenin zamanı çoktan uzun bir süreye yayıldı. Aşık olduğum kadın da bana Lezbiyen, dilbilimci, 35 yaşında

KAOS GL 16/15


gelmişti. Bu arada kardeşim başka bir ülkeye göçmüş, ama araya giren coğrafi mesafe her zaman iyi olan ilişkimizi hiç etkilememişti. Bir Türkiye ziyareti sırasında ilk olarak ona açıldım. Bana, A. ile olan arkadaşlığımın arkadaşlık ötesinde boyutlar içerdiğini zaten öteden beri hissetmiş olduğunu ve lezbiyenliğimle ilgili hiç bir sorunu olmadığını söyledi. Kendisi için ablasının Ahmet’le mi yoksa Ayşeyle mi aşk yaşadığı değil, mutlu bir beraberlik yaşaması önemliydi. Yaptığım bu olumlu ilk açılma deneyiminin verdiği güvenle yavaş yavaş arkadaşlarıma da açılmaya başladım ve ikisi dışında hepsinden “zaten tahmin ediyorduk, açıklaman hepimiz için rahatlık getirdi” yanıtını aldım. Ne yazık ki, iki arkadaşım lezbiyen olmamı sapkınlık olarak değerlendirip, “bir çaresini aramam gerektiği, bana ellerinden gelen her türlü yardımı yapabilecekleri” (sağolsunlar, yoksa ben ne yapardım!) tavsiyesinde bulundular. Ben de onlara “elveda ey zavallı heterolar!” demekten başka bir tepki gösteremedim. Şimdi sıra, babamın yıllar önce ölümünden sonra hayatının odak noktasına iki kızını koymuş, onların mutluluğunu kendi mutluluğu saymış anneme açılmaya gelmişti. Evleneceğim ve ona pırıl pırıl torunlar armağan edeceğim düşüncesinin hiç bir zaman gerçekleşmeyeceğine çoktan alıştırmıştı kendini, ama üstüne üstlük bir de lezbiyen olmam kadıncağızın kalp krizi falan geçirmesine neden olabilir miydi acaba?! Yok yok, ne kalp krizi ne ayılıp bayılmalar. “Ben zaten biliyordum oldu ilk sözleri. “Neden bana bir şey sormadın peki?” sorumu ise, “senin hayatın, istediğin gibi şekillendirmek de senin bileceğin şey” diye yanıtladı. Üzerinden bir kaç ay geçtikten sonra kardeşimden öğrendiğime göre, kendine biraz dert etmemiş değil. “Ay, biz bu kızı biraz erkek gibi yetiştirdik. Acaba ondan mı lezbiyen oldu?” falan gibi savlarla kendini suçlamış biraz, ama kardeşimle yaptığı uzun konuşmalar bu suçluluk duygularından çabuk ve zamanında kurtulmasını sağlamış. Arkadaş ve akrabalarına da lezbiyen olduğumu anlatması gibi bir beklentim vardı başlangıçta. Çünkü bunun utanılacak bir şey olmadığını biliyor ve onun da saklamamasını istiyordum. Ama daha sonra, kendi çevresinde bu konuyla nasıl başa çıkacağına en iyi kararı kendisinin verebileceğini düşünmeye başlayarak, bu beklentiden vazgeçtim. kaldı ki, kendim lezbiyen olduğumu açıklamak için senelerce devam eden (3 yıl) bir bilinçlenme sürecinden geçmek zorunda kalmıştım, şimdi annemden aynı süreci paldır küldür tamamlamasını nasıl bekleyebilirdim? Coming out hikayem böyle. Daha sonraki dönemde, yaşadığım şehirde çeşitli nedenlerden dolayı kendimi iyi hissetmemeye başladım. Daha doğrusu, sevgilim ve ben kendimizi iyi hissetmemeye başladık. En önemli neden, lezbiyenliğimizi gizli yaşamak durumundan kurtulmuş olmamıza rağmen, hala ataerkilliğin en son boyutlarda kol gezdiği bir toplumda yaşıyorduk. Kadın olarak kendimizi iyi hissedebileceğimiz, rahat hareket edebileceğimiz alanlar yok denecek kadar azdı hayatımızda. Bir de meslek kariyerimiz açısından yurt

dışında bulabileceğimiz olanaklara Türkiye’de hiç bir zaman ulaşamayacağımız gerçeğini göz önünde bulundurduğumuzda Avrupa’ya göç etmek fikri oldukça cazip geldi. Dört yıl önce bunu gerçekleştirdik. Buraya gelip, lezbiyenlerin bulunabilecekleri ortam ve onlara sunulan olanaklarla tanıştığımda aklım başımdan gitti. Ülkemizin büyük şehirlerinin bile hiç birinde lezbiyenlerin kendine ait bir tek mekanın bulunmaması gerçeğinden sonra, burada yalnızca lezbiyenler için işleyen psikolojik danışma ve yardım merkezlerinden başlayıp disko ve cafèlere kadar uzanan etkinlikler ve olanaklar yelpazesinin ne kadar geniş olduğunu görmek ilk dönemde mest etti beni. Sokakta, sinemada, markette, semt kütüphanesinde sevgilime sarılmak ya da dudağına bir öpücük mü kondurmak istiyorum? Hiç sorun değil. Kendimi tutmama, “aman sonu nelere varabilir bu en masum isteğin” diye kendimi bundan alıkoymama hiç gerek yok. Kondur öpücüğünü sevgilinin dudağına, sarıl beline içinden geldiği gibi, trende, üniversitede, alışveriş merkezinde sesini alçaltmadan, aman bir duyan olmasın diye endişe etmeden anlat lezbiyenliğe ilişkin konulardan. Komşuların, iş arkadaşların, kasabın, manavın bilsin lezbiyenliğini. Hiç sorun değil, ne ala! Arada sırada azılı eşcinsel düşmanlarının hafif çaptaki saldırılarına uğrayabilir, sövgü ve nefret dolu sözlerine hedef olabilirsin, ama eh n’apalım, olur o kadar! Karşı kaldırımdan geçen kadınlı erkekli genç grup “lezbiyenler, geldiğiniz yere defolun gidin!” diye mi haykırıyorlar tatilini geçirdiğin küçük Kuzey Denizi kasabasında, sen de onlara “siz defolun!” diye bağırırsın, olur biter! Faşist dazlaklar bir eşcinsel eğlencesini basıp bir kaç kişiyi mi yaralamışlar, bir çok eşcinsel dernek ve kuruluş bir araya gelerek kınayıcı bir bildiri yayınlar, arkasından bir de protesto yürüyüşü düzenlerler, böylece gerekli tepki gösterilmiş olur! Tamam! Hayır! Hazır bulduklarınla yetinmek, küçük özgürlüklerle tatmin olmak yetmiyor. Daha yapılacak çok şey, katedilecek uzun yollar var. Heteroseksüel insanların kafalarındaki “eşcinseller de insandır!” kökenli toleransı (eğer varsa tabi!) yok etmek, ulaşılması gereken ilk nokta bence. Çünkü bizim derdimiz, “farklı” olmamızdan dolayı tolerans görmek değil, “farklılığımızın” en az onların “farksızlığı” kadar meşru olduğunun kabullenilmesi. Her yeni girdiğimiz çevrede, “dünyada yalnızca heteroseksüeller vardır” bakış açısıyla heteroseksüel olduğumuz var sayıldığından, “hayır öyle değil de böyle” olduğunu anlatmak zorunluluğunun olmaması. Heteroseksüel yaşam biçimi, toplum ve onun yasal birimleri tarafından hangi biçimde korunup gözetiliyorsa, eşcinsel yaşam biçiminin de aynı koşullarda korunup gözetilmesi. İnsanın hayatında varılacak hedefler bittiğinde yaşamın ne kadar tadı kalır? Önümüzde çok keyif alacağımız bir yaşam uzandığı kanısındayım..

KAOS GL 16/16


BAKISIK TARTISMASINDA SON DURUM... . .

BASAK UPAR .

Karşı cephenin, tüm iddialı ve cesur tanımlama ve görüşlerine rağmen ortadan kaybolması, tartışmamızı kesintiye uğrattı. Ben, çekilmelere de saygı duyarım, nihayet hiçkimse süresiz çabalamak ve hele tartışmak zorunda değildir de, bunun tam iddia ve ataklık arzuları anında yapılmış olması ilginçtir. Bu olan biteni değerlendirmek isterim. Farkında mısınız bilmem, yoğun bir Şark kültürü ve kurnazlığı içinde bulunuyoruz. İçeriklerden çok ambalajlar önemli ve değerli, sloganları bağrımıza basıyoruz. Duygusallık, gereksiz yoğun, hoşgörü yok denecek kadar az! Alev Alatlı, Viva La Muerte’de “bir fikri ileri sürmekle, o fikre katılmak arasında fark olduğunu, bu ülke insanları ne zaman öğrenecekler” der. Ben bir kez daha, belki önyargı ve alışkanlıklarınıza ters gelecek ama, ileri sürdüğüm düşüncelerin savunucusu olmadığımı belirtmeliyim. Ben, ileri sürdüklerime katılmayanların düşünce ve görüşlerini ifade etmelerine, gerekçelendirmelerine zemin olmaya çalışıyorum. Ama maalesef, bundan heyecan duyan ve yaratıcı fikirlerin oluşması için yararlanan fazla birileri çıkmadı. “Ben böyle istiyorum, olmaz böyle şey, her düşünce açıklanamaz, bu budur” demelerin dışında, istatistik, belge, bulgu, tarihten örnekler gibi ciddi gerekçelendirmeler yapılamadı. Bu herşeyi bilen, yetişkin tavrının karşısında, bilmek ve öğrenmek isteyen yaramaz çocuk tavrımı sürdürüyorum. Çocuklar yorucu ve sersem edicidirler; müsait ve keyifli olduklarında, kendileriyle bu sayfalarda buluşmayı ümid ediyorum.

Şimdi ben, hızlı değişimlerin eşiğinde, eşcinsel kadın hareketine ilişkin düşlerimi paylaşmak istiyorum sizinle.. Hatırlayacaksınız, çok küçük pencereler açmıştım, kimsenin bakmaya heves etmediği pencereler! Eşcinsellik, sanatçılık, yeni bir terim ama mutlaka yeni bir içeriğe kavuşturulması gereken bir terim gibi kaygıları paylaşmıştım. Terimi değiştirmeye fazla heves eden olmadı. Çok iyi. Öyleyse, içerik üzerinde tartışalım. İçerik ve yöntem. Düşlerimde, farklı düşüncelerin uzlaşarak değil ama saygı ve hoşgörü harcıyla uyum içinde varolduklarını görüyorum. Bundan sonra, öyle insanlar biraraya geliyormuş ki, (bakışık diye isimlendirdiğim lezbiyenler bu çeşit insanlardandır mesela) kendilerini katı çizgilerle tanımlamadan, taraf tutmanın totaliter çizgisine düşmeden eşcinsel hareketi yönlendiriyorlarmış. Lezbiyenlerden(*) farklı olarak tarafları ve düşünceleri yıkmayı değil, dönüştürmeyi hedefliyorlarmış. Çünkü, * Taraf olmak yararsızdır. Kutupları daha çok uzlaşmaz kılar. * Seçmek de, tercih etmek de, özgürlük ifadeleri değildir. Cinsel yaşantımızı seçerek ve tercih ederek değil “olarak” yaşamamız özgürlüktür. * Cinsel kimlik denecek bir “kimlik” arayışının ortadan kalkması gerilimleri yok edecektir. * zira cinsel kimlik, önceden belirlenmiş ve bir ömür boyu sürecek bir kader değil, zamanla değişebilecek bir “oryantasyon” olarak görülmelidir. Bir tarafı seçmek, tanımı gereği kendi tarafımız için zafer diğer taraf için ise yenilgiyi istemektir. Bu totaliter bir tavırdır. Oysa herbirimizin kendi içinde bulacağı henüz isimleri konulmamış bu lezbiyenler, diğer lezbiyenler gibi karşılıklı olarak birbirini dışlayan kategoriler üretmek ve bunlara bağlılık andı içmek gibi totaliter bir tavır içine girmezler. Onlar, başkalarını değiştirmek isterken, kendi varoluşlarını da eleştirip, değiştirmeye çalışırlar çünkü başkalarının değişimi, benim kendi değişimimden geçmektedir. SLOGANLARI: SADECE MUHALEFET YAPARAK, KARŞI KOYDUÐUMUZ DÜŞÜNCENİN EKSENİNDE OLUŞMAYACAK, ÖZGÜRCE YOL ALACAÐIZ.. Yıkıcı güçler yıkılamaz; çünkü bu daha fazla yıkıcı güç kullanmayı gerektirir. Yıkıcı güç kulanmak ise, yaratıcılığımızı elimizden alır; oysa yıkıcı güçler yaratıcılıkla, yaratıcılığımızdan doğacak güzellikle yok edilebilir. Lezbiyen hareketin başlangıcında bir müsvedde kağıda yazılan şu cümleden esinleniyorum. “Üç kişiyiz. Hareketimizin ana hatlarını belirledik, artık çoğalabiliriz.” Bu cümleye referansta bulunuyorum; çünkü lezbiyen diyelim bakışık diyelim, ya da bir başka söz kullanalım, sonuçta aynı dairenin etrafında toplanmış durumdayız. Birbirimizin içine girer ya da birbirimizden koparak çoğalırız. Düşüncelerimizin müşterek ve ayrılan noktaları olacaktır. Demokratik zemin, demokratik nefes alıp verme budur. Düşünsel kurgumuz farklıdır, amacımız aynı! Tek kişiyim. Düşlerimi paylaşabileceğim birileri olacak biliyorum.. *Lezbiyen: Bu cümlede, cinsel politikada tıpkı heteroseksüeller gibi cinsel kimliğine sıkı sıkıya sarılmış kadın eşcinseller anlamında kullanılıyor. Bu kavramın karşısına Biseksüelliği koymuyorum. Eşcinsel yaşantısının teorisini yumuşak hatlarla ve heteroseksüellerle ortak payda yaratarak (eşitlik başka nasıl sağlanabilir) sunmayı isteyen kadın eşcinselleri, kendimi koyuyorum.

KAOS GL 16/17


Hamburglu eşcinselleri ve basını yaklaşık bir aydır meşgul eden bu olayı Kaos’a yazmadan edemedim. Liberal (!) ve toleranslı Avrupalıların insan hakları konusunda ne kadar ilerlemiş olduklarının en iyi örneklerinden biri!

Sibel Türker

Hamburg Homofobileri Yaşlanan, emekliye ayrılan, hayatlarının sonbaharını kendi insanlarıyla huzur içinde geçirmek isteyen heteroseksüeller ne yaparlar? Eşleri artık hayatta değilse ve kendi yaşamlaını kurmuş yetişkin çocukların annebabaya ayıracak pek fazla zamanları yoksa, bu insanlar kendi yaşam biçimlerine ve bütçelerine uygun bir yaşlılarevi arar, bulduklarında da buraya yerleşirler. Hayatlarının geriye kalan kısmını istedikleri gibi kendi seçimleri ve beklentileri doğrultusunda düzenlemelerine karşı çıkmak kimsenin aklına gelmez. Üstelik içinde yaşadıkları toplumun her türlü kurumundan bu konuda destek bulurlar. Hamburglu bir grup yaşlı insan bu “en doğal yurttaşlık hakkını” kullanmak üzere bir araya gelip, birikmiş paralarını birbirine katıp Yaşlılıkta Birlikte Oturma Projesini başlattılar. Amaçları, hastalıklarda, zor günlerde birbirine yardımcı olmak, sevinçleri ve ortak zevkleri paylaşmak, yaşamlarının son döneminde yalnız kalmamak, toplumdan ve sosyal hayattan kopmamaktı. Çıktılar, şehrin çeşitli semtlerini dolaştılar, hangisinin kendi beklentilerine ve yaşam biçimlerine uygun olduğunu araştırdılar. Ve neticede yeşile yakın, sessiz sakin bir semtte, bütçelerine uygun, proje üyelerinin içinde istediğince yaşayabileceği, büyükçe bir ev buldular. Evi satın almakta hiç bir sorun yaşamadılar. Sıra satın alınan evin, yaşlıların, tekerlekli sandalyeye bağımlı olanların kimseye muhtaç olmadan günlük hayatlarının üstesinden gelebileceği gibi düzenlenmesine gelince de büyük bir problemle karşılaşmadılar. Her şey yavaş yavaş yoluna koyuluyordu ve eve taşınmalarına pek az bir süre kalmıştı, son tadilatlar da artık bitmek üzereydi. Bu arada, semt sakinleri de yeni komşularının kimler olduğunu

üzerlerine vazife olabilecekten daha büyük bir merakla izliyorlardı. Bu meraklarını gidermeyi çok kısa bir zaman sonra becerdler. “A aaa! Bunlar homo ayol! Bir kaç lezbiyenle bir kaç gay bir araya gelip, bizim kutsal ve sağlıklı dünyamızdan pay kapmaya çalışıyorlar. Savaaaaş!” çığlıklarıyla seferberlik ilan ettiler. Tek taraflı ilan edilen bu meydan muharebesinin baş komutanlık görevini, devletin ve tek tek her bireyin hakkını ve özgürlüğünü savunmakla yükümlü savcı Bay Wolfgang Arnold üstlendi. Hak ve özgürlük savunuculuğu zaten mesleği olduğu için bu işi ondan iyi kimsenin yapamayacağı çok açıktı herıld yani! Hemen bir çirkeflik kampanyası başlattı Bay Arnold. Þehrin sağ eğilimli bütün gazetelerinin (Hamburg’ta bunların sürüsüne bereket!) redaksiyonlarını arayarak, sayfalarca süren demeçler verdi. İşte bir kaç inci: “Sapık bir takım insanların iffetli mahallelere yerleşerek semt sakinlerinin huzurunu bozmasına kesinlikle izin vermeyeceğiz!” “Maddi durumları oldukça iyi olan bu homoların evlerine para karşılığı reşit olmayan ibneler getireceği gün gibi açıktır. Bu yaşı küçük ibnelerin de hepsi uyuşturucu bağımlısıdır. Bu demektir ki, yarın öbür gün kapılarımızın önünde kullanılmış şırıngalarla karşılaşmamız uzun sürmeyecektir. Çocuklarımızı bu tehlikeye karşı korumamız kaçınılmazdır.” “Hem, bu homoların çoluk çocuğumuza sataşmaları işten bile değil.” Bu yoldaki demeçlerle eşcinsel düşmanı kesimler harekete geçirildikten sonra meyvelerin toplanması da gecikmedi tabi ki. Yaşlılıkta Birlikte Oturma Projesi hakkında olumlu ve övgü dolu bir haber hazırlayan liberal bir gazetenin gafil (!) redaktörünün arabasına meçhul kişiler tarafından yabana atılmayacak zararlar

KAOS GL 16/18

verildi; proje üyelerine tehdit telefonları ve mektupları gelmeye başladı; proje yönetimini üstlenmiş gay emlakçı karanlıkta sıkıştırılarak iyice hırpalandı; sürdürülen tadilat çalışmaları çeşitli yöntemlerle engellenmeye çalışıldı. Öte yandan liberal bir kaç gazete olayın üzerine gitmeye başlayarak, farklı bir kamuoyu yaratmayı başardı. Semt sakinlerinden bir grup ve semtin papazı bir araya gelerek bir imza kampanyası başlattılar. “Semtimizde bir grup insanın azınlık bir gruba karşı gösterdiği ayrılıkçı tutumdan utanç duyuyor ve bunlar hakkında suç duyurusunda bulunuyoruz” diye bu imza listesini savcılığa ilettiler. Ama Yaşlılıkta Birlikte Oturma Projesi üyeleri için artık bunun bir anlamı kalmamıştı. Bir grup tarafından da olsa, istenmedikleri bir yerde huzurlu bir yaşam sürebilecekleri inancını yitirmişler, bütün bir hayat boyunca dışlanmaktan ve sürekli ‘sapık’ olmadıklarını anlatmaktan yorulmuşlardı. Hayatlarının sonbaharını da bu işe harcamak yerine, “azınlıkların” bir arada ve karşılıklı anlayış içinde huzurla yaşadıkları bir semte yerleşmeye karar verdiler. Varsın o semt yeşilin içinde olmasındı, varsın o semt curcunanın orta yerinde bulunsundu, varsın evleri yeterince büyük ve rahat olmasındı, varsın tekerlekli sandalyedekiler diğerlerinin yardımına muhtaç olsundu. O semte hoşgeleceklerini biliyorlardı ya. Genç gay ve lezbiyenlerin kendilerine destek olacakları, koruma grupları oluşturacakları sözleri vermeleri, onları iknaya çalışmaları hiç bir sonuç vermedi. Yaşlılıkta Birlikte Oturma Projesi üyeleri yaşlı gay ve lezbiyenler küskünler. Bu günlerde bir kaç ay önce satın aldıkları evlerine bir alıcı aramakla meşguller. /////////


KADIN EŞCİNSELLİĞİNE PSİKOANALİTİK BAKIŞ " 'YALNIZ' BİR KADIN OLARAK LEZBİYEN " HAKKINDA BİR TARTIŞMA CHARLES W. SOCARIDES ÇEVİRENLER:Yeşim T. Başaran Harun T. Dr. Gartrell'in ilginç makalesi, "çağdaş toplumda lezbiyen olmanın zorlukları" hakkında psikiyatri camiasına bilgi vermektedir. Makalesinde, kadın eşcinsellerin karşılaştığı, okuyucunun merhamet ve anlayış duygularını uyandıran, bir takım üzücü durumları betimliyor. Toplumsal önyargının, duygusal bozuklukların yarattığı acıya katkısı çok azdır. Bu açıdan yaklaşıldığında, makalesi ilgimizi hakeden yararlı bir katkıya sahip. Kadın eşcinselin başetmek zorunda kaldığı dışsal zorluklara olan ilgimiz ve merhametimiz bizi, onun rahatsızlığının da nedeni olan bilinçli ve bilinç dışı eğilimlerinden doğan içsel çatışmalarına kör yapmamalı.Eşcinsel, yaşamın diğer alanlarındaki uyumu ve işlevi ne olursa olsun, en hayati alanda ciddi yoksunluklara ve sorunlara sahiptir-yâni, kişisel ilişkileri. Karşı cinsten korkmasının yanısıra, kendisini erkeklerle anlamlı ilişkiler kurmaktan da mahrum bırakır. Özellikle çocukluğunda kendisinden esirgenmiş olan ilgi ve desteğe şidetle ihtiyacı olduğu zamanlarda bütün erkek ve kadınlara karşı oldukça saldırgan tavırlar besler. Patoloji, organik ve psikolojik olarak, beraberinde acı ve sıkıntıları da getiren işlev yetersizliği şeklinde tanımlanabilir. Zorunlu eşcinsellikte açık olarak görülen , işte bu yetersizlik, yetersizliğin önemi, ve türlü sonuçlarıdır. Zorunlu eşcinsellik, uç noktalara vardığında, insan soyunun yokoluşu anlamına gelecek bir işlev yetersizliğidir. Bu işlev yetersizliğl ve onun yan dışsal çatışmalarının altında, eşcinselin yaşamına bilinç dışı ve üstünde egemen olan bir özelliğin ıstırabı, acısı, trajedisi, korkusu ve suçluluk duygusu yatar. Böylesi bireyleri ciddi anlamda ele alarak tedavi eden psikiyatristler, bu gerçeği iyi bilirler. Eşcinsellerin, ara sıra kaygı ve sorunlarından kurtulup, rahat yaşamalarından dolayı, psikoterapi veya psikoanalizi derinlemesine çalışmamış olanlar eşcinselin içsel sorunlarından, çatışmalarından kaynaklı acılarının miktarını görmezler veya az görürler. Ek olarak, zorunlu eşcinsellik, bireyi, en başından anlamlı ilişkiler kuramayacak ve ruhi çöküntüye açık bir hale getiren dengesizlikler yaratabilir. Karşı cinse yönelik tavırlar, oldukça yüzeysel ve kırılganlığa açık olanları hariç, herhangi bir kişisel ilişki kuramayacak kadar güvensizlik ve korku içerir. Zorunlu eşcinsel yaşamdaki en anlamlı ilişkiyi

(erkekle kadının cinsel birleşmesi, ve karşı cinsle paylaşılacak aşk, şefkat ve zevk gibi duyguları) yaşamakta yetersizdir. Eşcinsel, kendisini kaygılarından korumak adına, cinsel haz için kendi cinsinden bir eş "seçip", ödün vererek yaşamla uzlaşmaya çalışır. Bu şekilde, sadece toplumu değil, derin bir şekilde araştırma yapmayıp da görüneni kabul eden araştırmacıları da yanıltabilecek geçici bir dengeye ulaşır. Eşcinsel semptomun kaygıları etkisizleştirme yeteneği, eşcinseli, itibarını korumak için akılcıllaştırma yoluna iter-yâni, kendini, durumunu değiştirecek herhangi bir yardım alamayacağına ikna etmişse, duygusal bozukluklardan dolayı daha fazla acı çekmeyecektir. Yaşantısının herhangi bir zaman diliminde gerekli başarıyı gösteriyor olabilmesine rağmen, içsel sorunları bu kırılgan uyumu dağıtmaya her an hazırdır. Yazar, " lezbiyenler ve heteroseksüel kadınlar arasında psikolojik uyumları açısından genel bir farklılık bulunmadığını” iddia etmiş. Çeşitli kişilik testlerinden sonra, eşcinsel kadınların en az heteroseksüel kadınlar kadar uyumlu oldukları sonucunu çıkarmış. Evelyn Hooker. psikolojik kişilik testlerinden, eşcinseller ve heteroseksüeller arasında temel psikolojik farklılıklar olmadığına dair sonuçlar çıkaran ilk psikologlar arasındadır. Bu tür bir kanıtı değerlendirirken, Task Force on Homosexuality of the New York County District Branch of the American Psychiatric Association’ın 1973'deki raporuna değinelim: "Hooker'ın, eşcinsellerin çevrelerine uyumsuzluklarına dair ( tabii eğer eşcinselliklerini saymazsak) hiçbir kanıt olmadığını ileri süren çalışması hiçbir şey anlatmamaktadır. Çalışması, yöntemsel hatalarla, (özellikle de abartılmış “kontrol”ler) ve vardığı türden bir sonucu gerektirmeyen düşünce karmaşıklıklarıyla doludur. Sonuç olarak yeterli bir şekilde hazırlanmamıştır." Task Force, daha ilerde, belirli zamanlarda eşcinseller üzerinde yapılan psikometrik araştırmaların Dr. Gartrell'in iddia ettiğinin aksini belirttiklerini not etmiş.Örneğin, Doidge ve Holtzman, herbiri yirmi hava kuvvetleri acemi erlerinden oluşan dört grupla çalışmışlar: belirgin olarak eşcinsel olanlar; ağırlıklı olarak heteroseksüel olmalarına rağmen sınırlı eşcinsel deneyimleri olanlar; eşcinsellikle ilgili olmayan suçlardan yargılanmış, tamamıyla eşcinsel olanlar; ne

KAOS GL 16/19


bir suçtan yargılanmış, ne de disiplin koğuşturması altında olan heteroseksüeller. Bu araştırmacıların en dikkate değer buluşları, ilk grup ile diğerleri arasındaki farklılıklardır: "Ağır patolojinin, belirgin eşcinsellerde görülmesi daha olasıdır." Dr. Gartrell, eşcinselliğin psikolojik kaynakları ile ilgili olan psikoanalitik kuramı , yazısında ele almamıştır. "Psikoanaliz tedavisi gören" hastalardan toplanan verilerin geçerlilik taşımadığını düşünmektedir. (Psikoanalistler, belirli bir davranış veya edimin anlamını açıklayacak en önemli çalışmanın, iç gözlemle ve dürtüleme çözümlemesiyle sağlamlaştırılan çalışma olduğunu pekala söyleyebilirler. Çünkü, bir edimin anlamı güdümsel bağlamdaki yeridir, yani hangi amaca hizmet ettiğidir.) Dr. Gartrell, psikoanalitik sonuçların, "genel nüfus üzerinde denetimli çalışmalar" yapılmadan, tedavi altındaki bireylerden elde edildiğini ifade etmiştir.Eğer bu kanıt ciddiye alınır ve de şizofreni, histeri, obsesif-compalsif nevroz gibi diğer psikopatoloji biçimlerine uygulanırsa,örneğin şizofreniye dair bütün bulguların ancak genel nüfus üzerinde eşzamanlı bir denetimli çalışma yapıldığında, geçerli ve patolojik olması gerekecektir. Şizofren hastalarımızın temel ve yan belirtilerinin bir patoloji biçimi olup olmadıklarını anlamak için, toplumdan rasgele bir örneklem grubu almamız gerekmez.Terapiye başvuran eşcinsellerin "hasta eşcinseller" oldukları ve (psikiyatrik tedavi altına girdikleri için) özel bir grubu veya çarpıtılmış bir örneklemi temsil ettiklerine dair fikirler hatalıdır, her zaman olduğu gibi, bu hastalar, kederlerinden kurtulmak için asla gerçekçi bir adım atamayan eş ve arkadaşlarından daha az mazoşistikler ve intihara daha az eğilimlidirler.Hastalarım ve pek çok meslektaşımın hastaları, terapi sayesinde yaşamın bir çok alanında başarılı olmaya devam etmektedirler. Bazen, semptomlarının bir kaygı sonucu olduğunu algıladıklarında veya ilşki sorunları yaşadıklarında bizden yardım isterler; diğerleri, özellikle orta yaşa yakın olanlar, eşcinsel yaşantının kaypaklığının artık pek de “cazip” olmadığını farkederler. Eşcinselliklerinin anlamsızlığını farketmeye başlayıp, terapi esnasında, gelişmemiş psikocinsel konumlarının düzeltilmesine teşebbüs etmeyi kendilerinde bir hak olarak görürler. Denetleyemedikleri çocukluk deneyimlerinden kaynaklı, ve toplumsal cinsel kimliklerini tam olarak taşımalarını engelleyen duygusal konumlarından yakalarını kurtardıklarında almaları mümkün olan mükafatı istemektedirler. Artık "gay mitolojisi"nin içinde kilitli kalmak istemezler, ayrıca toplumsal reddin genel temelini tevil edecek kadar zeki ve de kavrayışlıdırlar. Birey olarak, sevmeye ve sevilmeye hakları olduğunu düşünürlertecrübeyle de bildikleri gibi eşcinsel ilişkilerde ulaşılması oldukça güç olan bir karşılıklılık.

Kadın eşcinseller, çevresel zorluklarla başetmek için elbette psikiyatristlerden yardım istemelidirler. Fakat, eğer temel psikogensel çatışmalarından dolayı tedavi görmek istiyorlarsa, psikiyatriste gitmekten vazgeçirilmemeliler ve cesaretleri kırılmamalıdır. Birincisi (çevresel zorluklar) üzerine eğilmek ve diğerini (temel psikogensel çatışmalar) gözönünde bulundurmamak, eğer eşcinselliğin patogensel bir sorun olduğu, yetiştirilme tarzından kaynaklandığı kabul edilmiyorsa, hastalarımızı ve toplumu yanıltmak demektir. Son olarak, Dr. Gartrell, “yeni sıkı bilimsel çalışmaların”, psikoanalitik kuramların geçerliliğinden şüphe ettiği sonucuna varmış. "Yüzyılın başlarında psikiyatristlerin, lezbiyenliği gelişimsel bir bozukluk olarak gördüklerini", fakat artık öyle olmadığını belirtmiş. Böylesi bir izlenim elbette düzeltilmelidir. Geçtiğimiz yirmi yıl boyunca, eşcinselliğin kuramsal, klinik, ve tedaviyle ilgili görünümlerini tanımlayan, oldukça büyük miktarda psikoanalitik klinik araştırmalar yayınlanmıştır.Geliştirilmiş bir kaynakça, Homosexuality isimli kitabımda bulunabilir. Gerçekten de, onun savunduğu gibi, hiç de 1960'lardan bu yana az miktarda çalışma yapılmamıştır, fakat eşcinsel hastalardaki odipaldevre çatışmalarının her zaman odipal öncesi çekirdek çatışmaların üzerini örttüğü sonucuna ulaşıldıktan sonra esas bulgular elde edilmiştir. Belli başlı eşcinsellik durumlarında, cinsel nesneye ilşkin dürtülerin birbirini izleyen değişmeleri yerine, eşcinselliğin gelişimine katkıda bulundukları aşikârdır-bir diğer deyişle, erkek eşcinsellerde de olduğu gibi, kadın eşcinsellerin merkezi çatışmaları, yapısal olmak yerine, nesne ilişkilidirler. Bu bakış açısı, sapıklık gelişiminin açık ve kesin olarak gözlemlendiği, pek çok kereler bahsi geçmiş durumlara da uygun düşmektedir. Bu hastalarda, sapık davranışları gerçekleştirememe anksiyeteye sebep olur. Sapık davranışların, genellikle cinsel doyuma ulaşmanın yegâne yolu ve anksiyetenin azaltılması için bir zorunluluk olduğu için, ayrıca bu tür doyumlara olan gereksinmenin şiddeti görece çok telaffuz edildiğinden, böylesi durumlar "iyi yapılanmış" cinsel sapkınlıklar olarak adlandırılabilirler. Üstelik, yetişkin kadın ve erkek eşcinsellerin psikoanalizleri süresince toparlanmış olan psikoanalitik klinik veriler, diğerlerinin arasında, insan gelişiminin simbiyotik ve ayrılma-bireyselleşme evrelerini göstermiş olan Mahler ve arkadaşlarının desteğini

KAOS GL 16/20


almışlardır. Çocuk gözlemleri ve gelişimsel kuramların kombinasyonu, ve yetişkin eşcinsellerden toparlanmış çözünümsel malzemeler, eşcinselin saplantısının ayrılma-bireyselleşme sürecinin son evresinde yattığını açıklamaya yarıyor. Bu süreç toplumsal cinsellikte olduğu kadar kişisel kimlikte de kargaşalık, anneyle bir tutulan temel feminin kimlikte ısrar (kadın eşcinsellerde, annenin nefret ve kötülük dolu algılandığı durumlarda), ayrılma anksiyetesi, egemenlik altına alınma korkusu (anne-çocuk birliğinin yenilenmesi), ego işlevlerinde ve cinsel nesne ilşkilerinde kargaşa yaratmıştır. Verileri ve kuramları birleştirirek, sebepler hakkında önemli ilerlemeler kaydedilmiştir. Toplumda eşcinsellik, bütün insanların, toplumsal tanımlı kimliğin kişisel izdüşümünü belirleyen, çocukluk çağındaki ayrılma-bireyselleşme evresini geçmiş olma gereksiniminden kaynaklanmış olmalıdır. Pek çok çocuk, bu gelişim işlemini başarıyla tamamlayamamakta, bu nedenle anatomik ve biyolojik yeterliliklerine göre sağlıklı bir cinsel kimlik (bütün eşcinsellerin temel kargaşası) oluşturamaktadırlar. Son zamanlarda, yeni sorunlar farkedildi, ve içsel cinsel nesne ilişkilendirmenin patolojisi, ego

gelişimsel psikoloji (self-psychology'i de kapsayarak), ve narsizm kavramına dair ilerlemiş bilgilerimizin ışığında çözümler önerildi. Eşcinselliğin klinik şekilleri artık dörde ayrılmaktadır: Ödipal, ödipal öncesi tip 1 ve 2 (nesne ilişki patolojisinin derecesine bağlı olarak), ve şizo-eşcinsellik (eşcinsellik ve şizofreninin birarada varolması). Kadın eşcinsel, cinsel nesnesini seçme şansına sahip değildir. Gerçek zorunlu kadın eşcinselin konumu, durumsal etkenlerden veya farklı tecrübelere olan istekten dolayı kadın-kadın cinsel birleşmesi yaşayan kişilerin davranışlarından farklıdır, onunki bilinçsizce belirlenmiştir.Bunlar eşcinsel davranışın klinik olmayan biçimlerini oluşturur. Gerçek eşcinselliğin temeli, kesinlikle bilinçli bir seçim değildir. Aksine, çoçukluğun erken evrelerinde belirlenmiştir ( elbette uygulama anlamında değil, kaynağı anlamında). Kadın eşcinselin yaşantısını zorlaştıran dışsal sorunların var olması, derinlemesine psikoanalitik çalışmalar süresince toparlanacak, geçerli klinik verilerin gölgelenmesine neden olmamalıdır. Aksi takdirde psikiyatristler, okuyucu, ve maalesef savunmasız halk yanlış bilgilendirilecektir.

NANETTE GARTRELL'IN YANITI " 'Yalnız' bir kadın olarak lezbiyen" isimli makalemi tartışırken, Dr. Socarides, lezbiyen hastaların tedavisine ilişkin kuramsal yaklaşımını özetlemiş. Lezbiyenliği "duygusal bir bozukluk" olarak tanımlamış, lezbiyenlerin "sapık davranış"larda bulunduklarını belirtmiş, lezbiyenlerin "kişisel ilişkileri[nde]...ciddi yoksunluklara ve sorunlara sahip olduklarını" iddia etmiştir. Bu kuramların doğruluğunu kanıtlamak için, Dr. Socarides, 1956'da (Doidge ve Holtzman) hava kuvvetleri acemi erlerinin psikolojik uyumlarını inceleyen çalışmayı da içeren, erkek eşcinseller hakkındaki çeşitli araştırmalardan bahsetmiş, sonuç olarak da .bütün lezbiyenler için derinlemesine psikoterapinin önemini vurgulamıştır. Dr Socarides’in tedavisinin amacı, iddiaya göre lezbiyenliğe neden olan bilinç dışı çatışmaların hastaca Psikiyatristlerin, anlaşılması değil, Dr. Socarides’in lezbiyenlerin çocuk doğurmamayı seçtikleri lezbiyenliğin zaman olacağından korktuğu “insan soyunun yokolması”nı da engellemektir. yaşanabilir ve sağlıklı Eğer Dr. Socarides, iddialarını destekleyecek, kadınlar üzerine herhangi bir bir alternatif yaşam geniş ölçekli, bilimsel olarak iyi araştırılmış bir çalışmadan bahsetmiş olsaydı, biçimi olduğu üzerine lezbiyenlik hakkında kuramları daha ikna edici olurdu. Erkeklerden oluşan gruplar üzerinde çalışılarak, kadınlar hakkındaki psikodinamik kuramların doğruluğunu yeni bir anlayış geliştirebilmeleri için kanıtlamak için verilen bilimsel örneklerle ilgilenmiyorum. Benim lezbiyenlerin psikolojik uyumları üzerine olan literatür araştırmam, Dr. Socarides’in lezbiyenlerin zaman gelmiştir. anlamlı ilişkiler kurmalarını eleştiren ödipal öncesi çekirdek çatışmalardan acı çektiklerine dair düşüncelerini kesinlikle desteklememektedir. Makalemde bahsi geçen hastalar, gayet olumlu, sağlıklı ve yapıcı uzun süreli ilişkiler yaşamışlardır. Dr. Socarides’in lezbiyenliğin sonuç olarak insan soyunun yok olmasına neden olacağı hakkındaki düşünceleri temelsizdir. Nüfus artışı açıkça daha acil, ivedi bir sorundur. İnsanlarda lezbiyenlik ve eşcinselliğin varlığı (hayvanlarda da olduğu gibi), bizi nüfus artışından koruyarak insansoyunun devamını sağlayacak teleolojik işlevler sunar mı diye merak ediyor insan. Nasıl olursa olsun, Dr. Socarides lezbiyenlerin ve eşcinsel erkeklerin üreme yetenekleri olduğunu, ve lezbiyen anneler ve gay babaların varlığını gözden kaçırmamalıdır. Dr. Socarides, lezbiyenlerin psikopatolojisi üzerine kişisel inanışlarını ifade etme hakkına sahip olmasına rağmen -her ne kadar bilimsel kanıtlar bu inanışın karşısında da olsa- bütün lezbiyenler için derinlemesine psikoterapiyi savunacak herhangi bir gerekçe yoktur. Bu tür bir tedaviyi salık vererek, Dr. Socarides psikoterapinin lezbiyenlerin heteroseksüelliğe dönüşmelerine yardım edebileceğini kastetmektedir. Gerçekteyse, çalışmalar tekrar

KAOS GL 16/21


tekrar göstermişlerdir ki, terapinin her biçimi (psikoanaliz, davranış motifikasyonu, şok terapi, vb.) uzun süreli heteroseksüelliğe dönüşümü sağlamada dikkat çekecek derecede başarısız olmuştur. Lezbiyenliğe, etkili olduğu kanıtlanmamış bir tedavi önermek bilimsel ahlaka aykırıdır ve sorumsuz bir davranıştır. Bitirirken belirtmek isterim ki, bizler, sağlık uzmanları olarak, hastalarımıza ve topluma lezbiyenlik hakkında kesin ve güncel bilgi sağlamak zorundayız. Dr. Socarides, lezbiyenliğin patolojik olduğunu kanıtlayacak hiçbir veri sunmamıştır. Gerçekte, çalışmalar ısrarla tam tersini göstermektedirler -lezbiyenler, psikolojik uyumları açısından heteroseksüel kadınlardan ayırtedilemezler. Psikiyatristlerin, lezbiyenliğin yaşanabilir ve sağlıklı bir alternatif yaşam biçimi olduğu üzerine yeni bir anlayış geliştirebilmeleri için zaman gelmiştir. Kaynak: American Journal of Psychotherapy, Vol.35, No.4,Ekim 1981

HEPATİT-B Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıkları Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. İbrahim Baydar, kamuoyunda “sarılık” olarak bilinen Hepatitlerin basite alınmaması gerektiğini belirterek, “Tedavisi olmayan Hepatit-B, çağın vebası olarak nitelenen AIDS’ten daha tehlikeli bir hastalık” dedi. Prof. Dr. Baydar, hepatitlerin A, B, C, D ve E olmak üzere bilinen 5 tipi bulunduğunu, A ve E’nin ağızdan, B, C ve D’nin ise kan ve kan ürünleri, cinsel ilişki ve doğum sırasında bulaştığını söyledi. Hepatit A ve E’nin, önemsiz bir sağlık sorunu olmamakla birlikte, B, C ve D gibi ölümcül olmdığını belirten Prof. Dr. Baydar, şöyle konuştu: “Virüslerin yol açtığı karaciğer iltihabı olan hepatitlerde çabuk yorulma, halsizlik, eklem, kas ve karın ağrıları, hazımsızlık ve bazen de bedenin sarımtırak renk alması, genel belirtilerdir. Hepatit A ve E yalnızca akut hastalık oluşturup kendiliğinden iyileşirken, diğerleri kronikleşip, siroz ve karaciğer kanserine yol açabilir. Türkiye’de doğanların yüzde 95’I, 20 yaşına kadar Hepatit A’yı geçiriyor. Gelişmiş ülkelerde, koruyucu sağlık hizmetlerine bağlı olarak, bu hastalık sık görülmez.” Prof. Dr. Baydar, viral hepatitlerin “Çağın Vebası” nitelemesini AIDS’ten alacak düzeyde olduğuna dikkat çekerek, “Kan ve kan ürünleri, cinsel ilişki ve doğum sırasında Hepatit B bulaşan bir hastanın mukadder akibetini değiştirmek mümkün değil” diye konuştu. Kan ve kan ürünlerinin iyi tetkik edildikten sonra hastaya verilmesi gerektiğini kaydeden Prof. Dr. Baydar, şöyle devam etti: “Hepatit B’nin tedavisi yok. Hepatit B’ye yakalananların yüzde 10-15’inde siroz gelişiyor, karaciğer kanseri oluşuyor.” Prof. Dr. Baydar, Türkiye’de 400-500 dolayında AIDS’liye karşın, 5-6 milyon Hepatit-B’li bulunduğunu vurgulayarak, şu önerilerde bulundu: “Hepatit B’den ölenlerin sayısı AIDS’ten ölenlerden daha çok. Bu hastalık, AIDS’ten 100 kat daha bulaşıcıdır. Sık kan verilenler, damar içi uyuşturucu

kullananlar, hemodiyalize giren kronik böbrek hastalarıve hemodiyaliz çalışanları, sağlık koşullarına uymadan cinsel ilişkide bulunanlar, Hepatit B’li hastanın yakınları, sağlık personeli ve insan kanı ile temas eden güvenlik elemanlarıyla askerler, yüksek risk grubu içerisinde bulunuyor. Ekonomik, ruhsal ve sosyal sorunlara yol açan bu hastalığın önlenmesi için, bulaşmaya yol açan etkenler ortadan kaldırılmalı. Seksüel ilişki konusunda toplum eğitilmeli. Hayat kadınları ile cinsel ilişkide prezervatif kullanımı zorunlu kılınmalı.” Prof. Dr. Baydar, yüzde 98-99 oranında etkili ve koruyucu olan aşının, yeni doğan tüm bebeklere yapılması ve bu amaçla ülke genelinde kampanya düzenlenmesi gerektiğini de, sözlerine ekledi. (SiyahBeyaz’dan alınmıştır)

VEREM Verem, günümüzde tüm dünyayı tehdit eden bakteri kökenli hastalıkların en belalılarından. Dünyanın bazı bölgelerinde, örneğin Hindistan’da, sağaltım girişimlerinin yarısı akıl almaz biçimde etkisiz kalıyor. Emektar BCG, başvurulabilecek tek önlem! Tüm verem çeşitlerinin kaynağını oluşturan Koch basilinden kaynaklanan menenjitlere ve kemk hastalıklarına karşı korunma sağlıyor BCG. Koch’un amcazadesi Hansen basiline karşı silahlanmayı da sağlıyor. Verem dünyanın her yanında hızla yayılıyor. Saniyede bir kişinin ağına düştüğü verem hastalığı günümüzde dünyanın en ölümcül sorunlarından biri sayılıyor. Dünya Sağlık Örgütü’nin (WHO) verdiği bilgilere göre, dünya nüfusunun üçte biri TB basili taşıyor. Örgütün kestirimlerine göre, önümüzdeki on yıl içinde 300 milyonu aşkın kişi daha bu mikrobu alacak, 90 milyonu hastalığa yakalanacak ve 30 milyon kişi de veremden yaşamını yitirecek. Verem, her yıl üç milyon can alıyor. İnsanlığın üçte biri verem mikrobu taşıyor. Her yıl 8 milyon yeni verem olayı kaydediliyor. Bunların yüzde 95’I Üçüncü Dünya’dan. Ama hastalık Üçüncü Dünya ile sınırlı kalmıyor. AIDS mikrobu taşıyan ve “seropozitif” adı verilen kişilerin yüzde 11’inde verem görülüyor.

KAOS GL 16/21


’den Çeviriler - Sibel Türker Sydney Sydneyli bir grup lezbiyen, yaklaşık bir sene önce kentlerinde bir lezbiyen merkezi kurabilmek için bir bağış kampanyası başlattı. Bugüne kadar 250.000 Avustralya Doları toplandı. 10 Aralık 1994’teki kurucular toplantısında transseksüel lezbiyenlere kapalı olması 27 evet, 15 hayır ve 6 çekimser oyla kabul edildi. Bu karardan sonra bir grup lezbiyen bağışladıkları 20.000 Avustralya Dolarını geri çekti. (L.M., 4/95) Barbra Streisand Barbra Streisand NBC film şirketi için çektiği Serving in Silence: The Margarethe Cammermeyer filmini yapmasının nedenlerini şöyle açıkladı: “Bir musevi ve bir kadın olarak, kendimi toplumdaki her türlü bağnazlığa karşı savaşan herkese yakın hissediyorum.” Adı geçen film Amerikalı bir lezbiyenin gerçek hayatta yaşadıklarını anlatıyor. Lezbiyen olması nedeniyle 1989 yılında Amerikan Ordusundan atılan Margarethe Cammermeyer uzun uğraşlardan sonra 1994 yılında tekrar orduya dönmeyi başardı. (L.M., 4/95) İrlanda - Bir Eşitlik Savaşçısının Ölümü İrlanda’da eşcinsellerin eşitliği için savaşan lezbiyenlerin ilklerinden biri olan Margaret McWilliams 7 Þubat 1995’te 49 yaşında öldü. 70’li yıllarda İrlanda’ya yerleştikten kısa bir süre sonra, Cinsel Özgürleşme Hareketi çerçevesinde senatör David Norris’le birlikte çalışmaya başlamıştı. “Eşitlik Hareketi” başladığında GLEN (Gay ve Lezbiyen Eşitlik Ağı) ve LEN (Lezbiyen Ağı) örgütlerinin başkan yardımcılığı görevlerini üstlenmiş, 19901992 yılları arasında İrlanda’nın eşcinsel camiasının ortak yayın organı Gay Community News dergisinde düzenli olarak makaleler yayınlayarak eşcinsellerin hakları için savaş vermişti. Makalelerinde yerel politikadaki homofobiden lezbiyen ve gay sanatının yapıtlarına kadar uzanan bir çok konuyu işleyerek toplumda egemen homofobik değerlere karşı çıkmıştı. Öldüğünde “Nazi Rejimi Altında Kadınlar” başlıklı bir kitap üzerinde çalışıyordu. Senatör David Norris, McWilliams’ın cenaze törenine katılarak birlikte yaptıkları çalışmaların ne kadar önemli olduğunu vurguladı. (L.M., 5/95) Kanada - “Eşcinsel Yaşam Biçimi ve Toplum” Konulu Seminerler Montreal’deki Quebec Üniversitesi (UQUAM) Eylül 1995’ten itibaren, lezbiyen ve gaylerin tarihsel, sosyolojik, politik ve kültürel konumlarına ilişkin seminerler düzenlemeye başlıyor. Bu seminerler, bilimsel disiplinler üstü olup öğrenci olmayanlara da açık olacak. Bundan başka, UQUAM’deki lezbiyen ve gay öğrenci örgütü, Homo Sapiens adlı aylık bir dergi çıkarmaya başladı. Bu dergi Lesbia Magazine, B.P. 19, F-75521 Paris cedex adresinden istenebilir. (L.M., 5/95)

LEZBİYENLERE AÇIK ÇAÐRI Biz Kaos GL Lezbiyenlerinin bir sıkıntısı var. “GL”nin “L” kısmına katılımın yeterli olmadığını düşünüyoruz. Yaşadıklarımızı, yaşam tarzımızı dergide dile getirebilmemiz için, dergiye olan lezbiyen katılımının da daha fazla olması gerektiğine inanıyoruz. Kendi iletişim ağımızı birlikte kuralım ki; lezbiyen altkültürünü sorgulayalım, geliştirelim. Lezbiyenliğe, hemcinslerimize bakış açılarımızı tartışalım, anlayalım; hislerimize birbirimizden destek alarak kucak açalım. Erkek egemen toplumun lezbiyen kimliği yok sayarak sindirme politikasının ve gaylere yönelik homofobiden daha farklı olan bize yönelik homofobinin karşısındaki yerimizi belirleyelim. Susmayalım! Yazmaya devam edersek kaygılarımızın sonu gelmeyecek. İyisi mi şimdilik bu sıralamaya ara vermek. Sizlerin de bizler gibi kaygıları ve sıkıntıları varsa lütfen posta kutumuza mektup yazarak bizlerle iletişim kurun. Hiç kimse bize yaşam bağışlamıyor. Hak ettiğimiz yaşamı ancak elele, birbirimizden destek alarak kurabiliriz. Hissediyoruz ki bu çağrımız karşılıksız kalmayacak. Bahsettiğimiz ve bahsetmediğimiz noktaları tartışan, yaşama geçirmeye çalışan veya buna ihtiyaç duyan birey ve gruplardan haber bekliyoruz.

Brezilya Sayıları 300’ü aşan lezbiyen, gay, travesti ve transseksüel Curitiba’da, 8 gün süren “8. Brezilya Konferansı”nı gerçekleştirdi. Bu konferansta, Brezilya’nın çeşitli bölgelerinden 31 eşcinsel grubun yer alacağı ülke çapında bir organizasyon kurma kararı alındı. Konferans vesilesiyle lezbiyen ve gayler Brezilya tarihinde ilk kez bir yürüyüş düzenledi. Bu KAOS LEZBİYENLERİ heyecan ve coşku bütün bir hafta devam ederek sonsuz bir sevinçle noktalanacaktı neredeyse, ama üzücü gerçek bütün şiddetiyle bir kez daha yumruğunu indirdi eşcinsellerin üzerine: Yürüyüşün sonunda katılanlardan biri, şehir merkezinin orta yerinde ve herkesin gözleri önünde polis tarafından öldürüldü. (ILGA/L.M:, 6/95)

KAOS GL 16/23


EVRENSEL OY HAKKI YANILSAMASI Michael BAKUNIN İnsanlar bir zamanlar evrensel oy hakkının sağlanmasıyla halkların özgürlüğünün garanti edileceğine inanıyorlardı. Ne yazık ki büyük bir yanılsamaydı ve bu yanılsamanın gerçekleşmesi bir çok yerde radikal partinin çöküşüne ve demoralize olmasına yol açtı. Radikaller halkı aldatmak istemiyorlardı -ya da radikal gazeteler bizi buna inandırıyor- ancak bu durumda kesinlikle kendileri aldandılar. Halka evrensel oy hakkı yoluyla özgürlük vaadettiklerinde bundan gerçekten emindiler ve bundan ilham alarak kitleleri harekete geçirmeye ve kurulu aristokratik hükümetleri devirmeye yetenekliydiler. Bugün deneyim ve iktidar politikalarından ders almış olarak kendilerine ve kendi ilkelerine olan inançlarını kaybettiler. Böylece yenilgiye ve çürüyüşe gömüldüler. Her şey son derece doğal ve basit görünüyordu; doğrudan halkın seçimiyle gelen yasama ve yürütme gücünün halk iradesinin saf ifadesi olması gerekmez miydi ve bu, halk arasında özgürlük ve refahtan başka bir ey üretebilir miydi? Bütün temsili sistem aldanışı, halk seçiminden çıkan bir hükümetin ve bir kanun koyucunun, halkın gerçek iradesini temsil etmesinin zorunlu ya da en azından mümkün olduğu kurgusunda yatmaktadır. İçgüdüsel ve kaçınılmaz olarak halk iki şey bekler: En büyük hareket ve eylem özgürlüğüyle birleşmiş, mümkün olan en fazla maddi refah: Bu, halkın ekonomik çıkarlarının en iyi şekilde örgütlenmesi ve her türden iktidar ya da politik örgütlenmenin var olmaması anlamına gelir -çünkü, bütün politik örgütlenmeler özgürlüğün inkarına varmaya mahkumdur. Halkın temel özlemleri bunlardır. İster yasa koyucu ister yürütücü olsun yöneticilerin içgüdüleri -istisnai konumları nedeniyle- taban tabana zıttır. Duyguları ve niyetleri demokratik de olsa bir kez yüksek bir göreve geldikten sonra toplumu ancak bir öğretmenin öğrencilerini gördüğü gibi görürler ve öğretmenle öğrenci arasında eşitlik olamaz. Bir yanda, bir üstünlük konumuyla kaçınılmaz olarak teşvik edilen üstünlük duygusu; diğer yanda ise ister yürütme ister yasama gücü uygulasın öğretmenin üstünlüğünü izleyen bir aşağılık duygusu vardır. Kim ki politik

iktidardan söz eder, aslında hakimiyetten söz ediyordur; ama nerede hakimiyet varsa kaçınılmaz olarak orada toplumun büyük kesimine hükmediliyordur ve hükmedilenler doğal olarak hükmedenlerden nefret eder, hükmedenlerin ise hükmettiklerini boyun eğdirmekten ve baskı altına almaktan başka seçenekleri yoktur. Bu, politik iktidarın ortaya çıkışından bu yana ebedi ve ezeli tarihidir. En uç demokratların, en hiddetti isyancıların iktidarı ele geçirir geçirmez nasıl ve niçin en dikkatli tutucular olduklarını da açıklayan budur. Böyle dönmeler genellikle ihanet olarak görülür, ama bu yanlıştır; bunun tek nedeni sadece konum ve dolayısıyla perspektif değişikliğidir. İsviçre’de de her yerdeki gibi yönetici sınıf yönetilen kitleden tamamen farklı ve ayrıdır. Burada da her yerdeki gibi politik anayasamız ne kadar egaliter olursa olsun, yöneten burjuvazidir ve onun yasalarına boyun eğen halktır -işçiler ve köylülerdir. Halkın hükümetle ilgilenmek için ne fırsatı ne de gerekli eğitimi vardır. Burjuvazi ikisine de sahip olduğuna göre, gerçekte hak olarak değilse bile kendine ait bir ayrıcalığa sahiptir. Bu nedenle her yerde olduğu gibi İsviçre’de de politik eşitlik sadece çocukça bir kurgu, bir yalandır. Ancak varoluşlarının bütün ekonomik ve toplumsal durumlarıyla halktan ayrılmış olan burjuvazi, yasalarda ve hükümette halkın duygularını düşüncelerini ve isteklerini nasıl dile getirebilir? Bu imkansızdır ve günlük deney gerçekte, hem yasa koymada hem de hükümette burjuvazinin temel olarak kendi çıkarları ve önyargılarıyla hareket ettiğini ve halkınkilere büyük bir ilgi duymadığını kanıtlamaktadır. Bütün kantonal hükümet üyelerimiz kadar bütün yasa koyucularımızın da doğrudan ya da dolaylı olarak halk tarafından seçildiği doğrudur. Seçim gününde politik hırsa sahip olan en gururlu burjuvanın bile Majestesi, Egemen Halka dalkavukluk etmek zorunda kaldığı doğrudur. Ama seçimler bittikten sonra, halk işinin başına, burjuvazi de karlı işlerine ve politik entrikalarına döner. Tekrar birbirleriyle ne karşılaşırlar ne de tanışırlar. İşi üstüne yüklenmiş ve güncel sorunların çoğunluğundan habersiz olan halkın, temsilcilerin politik eylemlerini denetlemesi nasıl beklenebilir? Gerçekte seçilmiş temsilcileri üzerinde oy kullananların uyguladığı kontrol tam bir kurgudur. Ama temsili sistemde halk kontrolü halkın özgürlüğünün tek garantisi olduğuna göre bu özgürlüğün de bir kurgudan başka bir şey olmadığı oldukça açıktır.

KAOS GL


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.