ÞUBAT 1996
YIL 2
SAYI 18
sorunumuz iki aşamalı: lezbiyenlerin bu âşikâr görünmezliğinin nasıl açıklanacağı... ve şu her tarafa yayılmış geleneksel heteroseksist aşk, seks, ticaret, otorite, mülkiyet, habercilik, siyaset ve eğlence tasvirlerinin nasıl alt üst edileceği
’den Yeni bir sayıyla herkese merhaba. Belki birçoğunuz bayram tatiline gidecektir. Ama biz yine zamanında, bir dergi sunuyoruz size. Bu sayımızda “seminer” dikkatinizi çekecektir. Kaos GL Grubu’nun haftalık toplantılarında gerçekleştirilen bir diziden, sizlerle paylaşmak için aktarıyoruz. Kaos GL Grubu, eşcinsellerin en çok etkilendikleri kurumları ve toplumsal ilişkileri düzenli olarak tartışıyor. Konularından dolayı bazı tartışmalar aynı zamanda bir grup terapi işlevi de görüyor. Paylaşma ve dayanışmanın önemi doğrudan ortaya çıkıyor ve etkisini gösteriyor. Seminer ve tartışmalar hızlı yazan iki arkadaş tarafından not ediliyor. Belki kopukluklar olabilir. Yine de bir bütünlük yakalamak mümkün. Bu tartışmalara sizlerin de katılması gerektiğini anımsatırız. Yeni ilişkiler ve yeni bir hayat birlikte yaratılabilir. Nefret ve bilinç ancak yanyana gittiğinde, yıkım anlamlı olabilir. Bu sayımızda, belki de çoğunluk okurumuzun adını ilk kez duyduğu bir kadını ve mücadelesini tanıtıyoruz: Emma Goldman. Daha doğrusu Emine Özkaya tanıtıyor. Emine Özkaya’nın bu yazısı daha önce mevsimlik bir dergide yer aldı. Bu yazının birinci bölümünü (biz ayırdık) veriyoruz. İkinci bölümü biraz fazla uzun. Ama hem Emma Goldman’ın düşüncelerini ve mücadelesini tanımak için hem de Simon Karlinski’nin yazısını tamamlayacağını düşündüğümüz için önümüzdeki sayılarda mutlaka yayınlayacağız. Özgürlük mücadelesinde aynı zamanda ve kesinlikle toplumsal hafıza kaybına karşı da mücadele etmenin aciliyeti ve önemi bir kez daha ortaya çıkıyor. Emma Goldman’ı yalnızca kadınların değil erkeklerin de tanıması gerektiğini düşünüyoruz. Bu sayımızda Sırbistan’dan bir gay ve lezbiyen grubunu kısaca tanıtıyoruz. Arkadia ve Sırbistan’la ilgili önümüzdeki sayılarda daha ayrıntılı bir yazı olacak. Ayrıca Uluslararası Gay Lezbiyen İnsan Hakları Komisyonu’nun (IGLHRC) derlediği bir kitaptan başka ülkeleri de tanıyacağız. Bu arada IGLHRC’nın ABD’li genç gay ve lezbiyenlerle ilgili bir haberini ILGA Bulletin’den çevirdik. Mutlaka okuyun! Mustafa arkadaş bize güzel ve ilginç bir metin yollamış. Biz, ondan yazılarının devam etmesini bekliyoruz. Erkekler ve Estetik’i Gay’e Efendisiz kaleme aldı. Bu konunun tartışması bitmez! Bu yazıyı, bir tartışma için ön metin olarak okuyabilirsiniz. Eleştiri ve katılımınızı bekleriz.
Kaos GL Grubu, Ankara’da, Arkadaş Radyo’da bir buçuk saatlik bir program gerçekleştirdi. Radyo, gelen istek üzerine programı bir hafta sonra tekrar yayınladı. Arkadaş Radyo, Ankara’da, 88.4 frekansında dinlenebilir. Program kaydını isteyen arkadaşlar bize yazabilir.
Yaşamın İçinden Kartpostallar devam ediyor. Bu sayıda iki katılım var. Kartpostallarınızı sizler ne zaman yolluyorsunuz? Bu sayımızda “ilginç” bir mektup okuyacaksınız. Bay Doktor’un mektubunu olduğu gibi yayınlıyoruz. Aydın ve müslüman kardeşimizin hakkımızdaki görüşlerini mutlaka okuyunuz. Asıl ilginç olan sözkonusu görüşler, “müslüman” olsun ya da olmasın birçok aydın ve bilimci tarafından savunuluyor olmasıdır. Biz bu faşizan yaklaşımı ve bütün dinleri gayet iyi tanıyoruz. Onların “ahlaki yücelişi” olsa olsa zaten mücadelesini verdiğimiz özgürlükçü etiğimizi yaratma ve geliştirme sürecinde bize hız verir.
KAOS GL AYLIK POLİTİK GAY VE LEZBİYEN DERGİSİ ŞUBAT 1996 YIL 2 SAYI 18 İLETİŞİM İÇİN SADECE VE EKSİKSİZ OLARAK ŞU ADRESİ YAZINIZ:
ALİ ÖZBAŞ P.K. 53 CEBECİ / ANKARA HER AYIN 20’SİNDE ÇIKAR.
HAYALLERİN KIZI: Emma Goldman Emine ÖZKAYA Rus devriminde kadınlar denince akla malum isimler gelir: Clara Zetkin, Alexander Kollontay, R. Luxemburg. Ama Çar’ın en önemli adamı olan General Lukhanovsky’e suikast yapıp Sibirya’ya ömür boyu sürgüne gönderilen, 12 yıl sonra Çar Nikolas’ın devrilmesiyle geri dönüp tekrar devrim mücadelesine katılan, Devrimden sonra Lenin’in önayak olduğu, Almanlarla imzalanan Brest-Litovsk antlaşmasına karşı çıktığı için Çeka tarafından işkenceye maruz bırakılan, Sol Sosyalist Devrimcilerin liderlerinden Maria Spiridonovna’nın adı pek bilinmez. Çeka, Maria’ya yaptığı işkenceyi ona deli damgası vurarak örtbas etmeye çalışmıştı. Rus devriminin büyükannesi olarak da tanınan kadın devrimci Catherine Breshkovskaya ise, devrime en az diğer ünlüler kadar emeği geçmiş, Sovyetler Birliği resmi tarihi tarafından üzeri örtülmü isimlerden bir diğeridir. Eminim bir başkası bu örneklere diğerlerini ekleyecektir. Bense, bu kadınların içinde yer aldığı devrimci dalgadan esinlenen, ismi pek anılmayan bir başka kadın devrimci Emma Goldman’dan söz edeceğim. Böyle bir yazı yazmamın nedeni, onun bir anarşist-feminist olarak her iki safta da güncelliğini korumasının yanısıra, o günlerde yaşanılanların bir tanığı olarak, Bolşeviklere getirdiği eleştiri ve öngörülerin, bu bağlamda yapılacak tartışmalara katkısının bugün de önemli olduğunu düşünmemdir. * Emma Goldman, Yahudi bir ailenin üçüncü çocuğu olarak Litvanya’nın Kovno kasabasında, 27 Haziran 1869 tarihinde doğdu. 1881’de ailesiyle birlikte St. Petersburg’a göçetti. Yalnızca altı ay okula gidebilmesine rağmen, okumaya merak saldı. O günlerin yasak yayınlarından, Turgenyev’in Babalar ve Oğullar, Çerniçevski’nin Nasıl Yapmalı? adlı romanlarını okudu. Dönemin devrimci-anarşist kadın kahramanlarının eylem ve yaşam biçimlerinden etkilendi ve onların yaşam biçimlerini kendisine model aldı. O kadınlar ki, Çar’a suikast yapacak kadar isyancıydılar ve kadın olarak yaşamlarını her türden erkek egemenliğini reddederek sürdürüyorlardı. Onlar, Batılı kızkardeşlerinin yıllar sonra başlatacakları feminist mücadelenin ilk pratik öncüleriydiler. O günlerin ekonomik ve sosyal bunalım ortamında Rusya adeta bir iç savaş yaşamaktadır. Yahudi gettosu bu koşullarda en çok baskı ve zulme uğrayan azınlık durumundadır. Emma ise, ek olarak aile içi baskıyı da yaşamaktadır. Daha 15 yaşındayken babası onun kitaplarını yırtıp “kızların erkeğe çocuk doğurmanın ve yemek pişirmenin ötesinde başka şeyleri bilmeleri gerekmez” diyerek evlendirmeye kalktığında, Emma’nın baba otoritesine boyun eğmeyerek evlenmeyi reddetmesi onun isyancı kişiliğinin ilk örneğini oluşturmuştur. Emma bir yandan fabrikada işçilik yaparken, bir yandan da hem aile içindeki hem dışardaki baskıya karşı durma yollarını aramaya başlar. 1886’da
babasının itirazına rağmen Amerika’ya gitmeyi başarır. Aynı yıl, Şikago’nun Haymarket Meydanında işçilerin sekiz saatlik işgünü için düzenledikleri gösteride patlayan bir bomba sonucunda on polisin ölmesi ve yüzlerce işçinin yaralanması üzerine 4 anarşist uydurma bir mahkeme kararıyla ölüme mahkum edilerek asılırlar. Bu olay, Emma’nın isyancı ruhunun bilince çıkmasında önemli bir dönüm noktasıdır. Amerika, hiç de hayalini kurduğu özgürlüğün ülkesi değildir. Günde 10-12 saatlik kötü çalışma koşulları bir yana, Amerika’daki Rusya’lı Yahudi gettosu tam bir ekonomik sömürü altında yaşamaktadır. Aslına bakılacak olursa, Amerika’daki bu koşulların, Çarlık Rusya’sının Yahudilere yaptığı zulümden pek farkı yoktur. Emma’nın bir isyancı olmasında şu üç temel etkenin önemli rolü olmuştur: 1. Ailede babasının despotizmine karşı verdiği mücadele; 2. Rusya’nın sosyo-politik yapısı ve o günkü nihilist akımın verdiği yıkıcı mesajlar. Ve o günün devrimci kadın kahramanlarının, isyancı eylemlerde kendi paylarına düşeni yapmalarının yanısıra, her türden feodal baskıya rağmen kadın olarak kendi ayakları üstünde durabilmelerinin Emma için önemli bir örnek oluşturması. 3. Haymarket olayından sonra 4 anarşistin fikirleri yüzünden ölüme mahkum edilmelerinin Emma’nın ruhunda yarattığı fırtına. * Emma, IWW (Uluslararası Dünya İşçiler Birliği) saflarında Amerikan kapitalizmine karşı mücadelede yerini alır. Amerika’nın, işçi sınıfından yetişmiş ilk kadın devrimcilerinden Elizabeth Curley Flynn da aynı sendika örgütlenmesi içindedir. New York, o günler, her cinsten anarşistin, ihtilalcinin, sosyalistin ve komünistin bir arada bulunduğu bir politik sahne görünümündedir. Emma’nın, kendisi bir Rus göçmeni olan ve aynı geçmişe sahip genç anarşist Alexander Berkman’la tanışması bu tarihe ve politik ortama rastlar. Birbirlerine aşık olurlar, ortak davaları temelinde komün hayatı yaşamaya başlarlar. Kısa zamanda Emma kalabalık mitinglerde ajitatör ve konuşmacı olarak sivrilir. Yıl 1892. Pensilvanya’daki, Homestead Çelik İşçilerinin kitlesel grevi, on işçinin öldürülmesi ve yüzlercesinin yaralanmasıyla kırılır. Emma ve Alexander, bu katliamın sorumlusu olan milyonersanayici Henry Clay Fric’e suikast yapmaya karar verirler. Ancak tabanca alacak paraları yoktur. Emma bu nedenle New York’lu fahişelerin piyasa yaptıkları caddelerden birinde eyleme geçer, ama ilk müşterisi ona 10 dolar vererek evine gitmesini salık verir. Romantik Emma, Dostoyevsky’nin Suç ve Ceza’sındaki Sonya’yı oynamıştır. Sonunda, Alexander Berkman, Fric’e üç el ateş ederek onu ağır bir şekilde yaralar. Bu eylemin yasadaki karşılığı yedi yıldır. Ama Amerikan adaleti,
KAOS GL 18/3
savunma yapmayı reddeden Berkman’a 72 yıllık bir cezayı uygun bulur. Berkman bu cezanın 14 yılını fiilen yatar. Bu olayın arkasından Emma, yaptıkları eylemin kişisel bir terör değil, toplumsal kurtuluş davasına hizmet etme amacıyla düzenlenmiş bir cezalandırma olduğunu anlatmak için kitle toplantıları düzenler. Öyle ya, Çar’a da suikast yapılmamış mıydı? Daha sonra Emma Goldman ve Berkman bu eylemin özeleştirisini yapacaklardır. Emma Goldman’ın eylemlerinin savunusunu kamuoyu önünde yapmak için başlayan kitle konuşmacılığı genel toplum sorunlarının yanısıra, özellikle kadın sorunları üzerinde yoğunlaşarak devam eder. Amerika çapında tanınmış bir kitle konuşmacısı olarak ünlenir. Burjuva basını tarafından “anarşist kraliçe” ve “kızıl Emma” adı yakıştırılarak saldırıya uğrar. Emma Goldman’ın anarşizmiyle feminizminin buluşması kaçınılmazdır. O, ezilen bir cins olarak kadınların kurtuluşu mücadelesinin her türden ezme ve ezilme biçimine bugünden karşı çıkarak yürütülmesi gerektiğini söyler: “Kadınların gerçekten kurtuluşu oyla ve diğer yasal düzenlemelerle değil, onların uyanan ruhuyla başlayacaktır. Tarih bize her türden ezilen sınıfın, bağımsızlığını ancak kendi gücüyle başardığını göstermiştir. Kadınların bu dersi öğrenmeleri gereklidir. Bunun için, kadınların, kuşatıldıkları önyargı, gelenek ve göreneklerin ağır yükünün bilincine varmaları belirleyici öneme sahiptir.” Muhalefetini üç temelde yoğunlaştırır: Aile, Kilise ve Devlet. Kadınların kurtuluşu mücadelesiyle kadın hakları mücadelesinin aynı şeyler olmadığını söyler. Evliliğin esas olarak bir ekonomik düzenleme olduğunu, karı-koca ilişkisi içinde kadının pozisyonunun bir fahişeninkinden bile onur kırıcı bir görünüm arzettiğini, kadının cinselliğini kocasına sunmasıyla fahişenin kendisini, üstelik seçme şansına sahip olarak birçok erkeğe satması arasında hiçbir farkın olmadığını vurgular. Kilise ve devlet, bu ilişki biçiminde en önemli rolü oynayan kurumlardır. Emma Goldman’ın, evlilik ve aşk, kadın ticareti, doğum kontrolü gibi konuları içeren kitle Emma Goldman’ın anarşizmiyle feminizminin buluşması kaçınılmazdır. O, ezilen bir cins olarak kadınların kurtuluşu mücadelesinin her türden ezme ve ezilme biçimine bugünden karşı çıkarak yürütülmesi gerektiğini söyler: “Kadınların gerçekten kurtuluşu oyla ve diğer yasal düzenlemelerle değil, onların uyanan ruhuyla başlayacaktır. Tarih bize her türden ezilen sınıfın, bağımsızlığını ancak kendi gücüyle başardığını göstermiştir. Kadınların bu dersi öğrenmeleri gereklidir. Bunun için, kadınların, kuşatıldıkları önyargı, gelenek ve göreneklerin ağır yükünün bilincine varmaları belirleyici öneme sahiptir.”
KAOS GL 18/4
mitinglerindeki konuşmaları o günün Amerika’sında ortalıkta konuşulacak konular değildir. Yalnız bu kadarla sınırlı kalsa iyi! Anarşist olması yetmiyormuş gibi bir de bomba ve suikasta ne demeli! Evliliği eleştirmesi hoş karşılanabilir ama, evlilik dışı ilişkiler yaşaması kabul edilemez bir şeydir! Serbest aşkla ilgili bir konuşmasının sonunda, otelde uyurken aniden odasına don paça bir adam dalar. Emma’nın bağırması karşısında hayrete düşen adam “Yahu serbest aşkı savunan sen değil misin?” diyerek o zamanın Amerikan erkeklerinin ortak duygu ve düşüncelerini dile getirir. Sonunda adam çoluk çocuk sahibi olduğunu ve bu olayın duyulmasının kendisine çok zarar vereceğini söyleyip özür dileyerek odayı terkeder. Emma, doğum kontrolüyle ilgili bir konuşmasından dolayı tutuklanır ve 15 gün hapis yatar. Gerekçe şudur: “Emma Goldman, kadınlar ağızlarını değil, rahimlerini kapalı tutmalıdır diyerek suç işlemiştir.” Emma’nın bu ilk tutuklanması değildir. Daha önce, işsizliğe karşı mücadeleyi konu alan bir açıkhava toplantısından sonra işçileri kışkırttığı için bir yıl Black Island’da hapis yatmıştır. Emma Goldman, kendisini esas olarak hapishanede geliştirir. Bunu şu sözlerle ifade eder: “Gelişmemi, hayatıma giren bazı kişilere borçluyum, ama hepsinden çok da hapishaneye. Hapishane, en iyi okul olduğunu kanıtlamıştır. Acı veren ama bir o kadar da hayati bir okul. Burada insan ruhunun en bilinmeyen derinlik ve karmaşıklığıyla yüz yüze geldim: burada çirkinliği ve güzelliği, bayalığı ve yüce gönüllülüğü tanıdım. Burada yaşama doğrudan kendi gözlerimle bakmasını öğrendim.” Emma ilk ebelik eğitimini hapishanede yapar ve daha sonraki yıllarda da ebeliği bir meslek olarak sürdürür. Hapishanede kurduğu eşit ilişkiler ve gösterdiği dayanışma sayesinde kadınlarla arkadaş olur. Çoğu, hırsızlıktan dolayı hüküm giymiştir. Hırsızlık denen şey bazı durumlarda bir ekmek çalmaktan ibarettir. Kadınların bir kısmı ise kocasını ya da sevgilisini öldürmekten yatmaktadır. Kendilerini, toplumun onları mahkum eden değer yargılarının
dışında görmeye alışık değillerdir. Emma hapisten çıktıktan sonra da hapishane arkadaşlarından birkaçıyla ilişkisini sürdürecek ve iş bulmalarına yardımcı olacaktır. Emma, hapishanede bir yandan kadınlarla ilişkilerini sürdürür ve onlardan bir çok şey öğrenirken bir yandan da okumasına aralıksız devam eder. Hapishanedeki kütüphanesi oldukça zengindir: Shakespeare, Nietzsche, J.Stuart Mill, H. İbsen, George Sand, G. Eliot. Emma hapisten çıktıktan sonra mücadelesini kaldığı yerden sürdürür. Avrupa’yı turlar. Dönemin bilinen isimleriyle tanışır. John Reed, Jack London, Louis Mitchel, Peter Kropotkin, Ernest Hemingway, Oscar Wilde. Bu arada Berkman’dan sonraki sevgilisi Edward Brady’le birliktedir. O günlerde Oscar Wilde, eşcinselliği savunduğu için yargılanmaktadır. Emma hemen bu konuyu kapsayan kitle toplantıları düzenler. Bu toplantıların birinde Amerikalı bir doktor onu uyarır ve şöyle der: “Puriten Amerikan halkının önünde bu tür şeyleri konuşmaya nasıl cesaret edersin!” Emma buna “saçma” diye karşılık verir, “benim protestom yalnızca yapılan büyük haksızlığadır.” Aynı konuşmaları lezbiyenlik konusunda da sürdürür ve bu yüzden baskıya uğrayan birçok insana yardım eder. Toplum onlara sapık gözüyle bakarken bir kadın çıkıp bunun alternatif bir yaşam biçimi olduğunu söylemektedir. Emma o sıralar, iki avand-garde (öncü) lezbiyenle tanışır. Bunlar bir küçük dergi çıkarmakta olan Elizabeth Andersen ve Harriet Dean’dır. Aynı dönemde, eski bir fahişe olan anarşist Almeda Sperry, Emma’ya aşık olup ona tutkulu mektuplar yazar. Emma, eşcinsellik ve lezbiyenlik üzerine düzenlediği salon toplantılarından dolayı yoldaşları tarafından dahi eleştiriye uğrar. Onlara göre bu tür konuları kitle önünde konuşmak doğru değildir; anarşizmin halk tarafından yanlış algılanması yetmiyormuş gibi, bir de bu konuları ekleyip halktan tecrit olmanın anlamı yoktur. Aynı tartışmayı Emma, modern anarşizmin babası kabul edilen, o sırada İngiltere’de sürgünde yaşayan filozof Peter Kropotkin’le yapar. Peter Kropotkin, anarşist propagandada seks sorununun önemli bir yer tutması gerektiği konusunda aynı fikirde olmadığı Emma’ya, kadının erkekle eşit bir konuma gelebilmesinin cinsellikle bir bağlantısı olmadığını söyler. Ona göre eşitlik beyinle ilgilidir. Ve ekler: “Ne zaman kadın entellektüel olarak erkekle aynı seviyeye ulaşır ve onun toplumsal ideallerini paylaşır, ancak o zaman erkek daha özgür olabilir.” Emma’nın cevabı hazırdır: “Tamam yoldaş, senin yaşına eriştiğim zaman, cinsellik benim için artık bir sorun olmayacak. Ama şu anda cinsellik, milyonlarca insan ve özellikle gençler için muazzam bir faktör.” Peter Kropotkin kısa bir duraklamadan sonra, Emma’ya hak vererek bunu hiç düşünmediğini söyler ve özeleştiri yapar. O sırada Kropotkin 58, Emma 34 yaşındadır. Emma Goldman serbest aşk konusunda savunduklarını özel yaşamında pratiğe geçirmiş sayılı insanlardan biridir. Amerika’ya henüz yeni gelmişken
evlendiği kocası Jakop Keshner’den kısa bir süre sonra boşanması özel yaşamındaki tutarlılığının ilk örneğidir. Daha sonra, Berkman’la birlikteyken, aynı komünde bulunan ressam Fedya ile de ilişki kurmuş ve bu durumu Berkman’a da kabul ettirerek iki sevgilisiyle birlikte oturmaya başlamıştır. Berkman’ın hapse girmesiyle bu üçlü ilişki son bulmuştur. Berkman’dan sonra Emma’nın bir çok sevgilisi olmuş ama özellikle iki sevgilisiyle yedişer yıllık uzun zaman dilimlerini paylaşmıştır. Bu iki erkekten biri, kendisi gibi anarşist olan Ed Brady, diğeri Ben L. Reitman’dır. Emma bu iki ilişkiyi oldukça sancılı yaşar. Ve bu iki uzun ilişkinin ardından şöyle yazar: “Hayat tarafından soyulduğumu hissediyorum. Güzel bir ilişkiye olan özlemlerim yenilgiye uğradı... Niçin hayattan çok şey bekledim? Erkek, dünya işlerini aşkın güçlü etkisine mahkum olmadan yapma becerisine sahip; neden kadınlar da aynı beceriyi edinmesin? Yoksa kadınların aşka olan ihtiyaçları erkeklerden daha mı fazla? Saçma ve romantik bir sav, kadınların erkeklere ebediyen bağımlı kalmalarını pekiştiren bir sav. Öyleyse buna hiç ihtiyacım yok; aşk olmadan da yaşayabilir ve çalışabilirim.” Emma bu sözüne asla bağlı kalamadı. Bir arkadaşına bu konuda şöyle yazar: “Bir kadınım, hem de fazlasıyla, bu benim trajedim.” Hayatına giren erkekler ise, onun politik ve entellektüel bir kadın olmasını, bir eksiklik olarak algılamışlar ve onu “yeterince kadınsı” olmamakla damgalamışlardır. Amerikalı sosyalist-liberal feministler Emma’yı icazetli feminist olarak nitelendirmişlerdir. Çünkü Emma, onların oy hakkı için verdikleri mücadeleyi yetersiz bulmuş ve yukarda özetlediğimiz fikirlerini ileri sürmüştür. Onlar ise oy hakkını elde ederlerse bu yolla doğum kontrolü ve diğer hakları da elde edebileceklerini düşünmüşlerdir. Muhafazakar feministler, Emma’nın anarşistlerle birlikte başlattığı ve Margaret Sanger’in de içinde yer aldığı doğum kontrolü kampanyasına, onların oy hakkı için verdikleri mücadeleyi zedeleyeceği gerekçesiyle muhalefet etmişlerdir. Emma’nın ise bu konudaki fikirleri kesindir: “Kadının gelişmesi, özgürlüğü, bağımsızlığı kendisinden kaynaklanmalıdır. Birincisi, kendisini cinsel bir obje olarak değil, kişiliğiyle ortaya koymalıdır. İkincisi, bedenin üzerinde hiçkimseye tasarruf hakkı tanımamalıdır; eğer istemiyorsa çocuk doğurmayı reddetmelidir; Tanrıya, devlete, topluma, kocaya, aileye vb. hizmet ederek yaşamını basitleştirmemeli, tersine yaşamını derinleştirmeli ve zenginleştirmelidir... Kadınlar seçimle değil, yalnızca bu yolla özgür olabilirler.” Onun bu düşünceleri oy hakkı mucadelesini birinci plana alan kadınları kızdırmaktan başka bir sonuç vermedi. Ancak 1920’de Amerikalı kadınlar oy hakkını elde ettiklerinde Emma’nın kehanetinin doğruluğunu anladılar. Çünkü eşit haklar antlaşması yürürlüğe girmediği gibi, oy hakkı da onlara çok az özgürlük getirebilmişti. devam edecek
KAOS GL 18/5
SEMİNER
A
İ
L
E
Ali: Bugün en önem verilen kurum aile kurumu. Çekirdek aile. Ailenin kimden oluştuğundan ziyade bu kurumun işlevi üzerinde durmalıyız. Bu model değişemez mi? Çünkü, bu model, heteroseksüel bir modeldir. Bugün devletin aile kurumuna önem vermesinin gerekçesi toplumdaki egemen ideolojinin aile kurumunda çocuklara verilmesidir. Çocukların dişi ya da erkek olarak doğmasıyla birlikte yetişmesinde de roller burada veriliyor. Çekirdek aile kapitalizmle ortaya çıktı. Aile insanlığın başlangıcında değil, zamanla ortaya çıktı. Bu modelde insanlar birbirini seçemiyor. Kişilerin babasının “iyi”liği önemli değil. Toplumsal dönüşüm için kurumların da değişmesi ya da bütünüyle ortadan kalkması gerekir. Atilla: Bu kurumun ortadan kalkması mümkün değil. Çünkü doğumla insan aciz. İnsanlar çocukluğunda ne yaşamış? Psikiyatrinin, çocuklukta yaşananların ileride etkili olduğu görüşüne ben katılıyorum. Ütopik olarak bunu düşünsek bile mümkün değil. Yasemin: Hiçbir şey imkansız değildir. Atilla: Tarihe baktığımızda biyolojik olarak şart. Yasemin: Çocuk kime aitse onu sevmek zorundadır. Çocuk ailenin mülkü olduğu için sevmek zorundaymış gibi. Çocuklar aile olmadan da yetiştirilebilir. Psikiyatri kuram geliştirir. Onlara katılmıyorum. Her birey farklı yaşar, sadece çocukluk belirlemez, algılayışı belirler. Duygusallığı ve düşüncesiyle belirler. Çocukluğun etkili olduğuna ben de inanırdım. Artık bu görüşe katılmıyorum. Ali: Yöntem yanlış. Şu an toplumun değişmesi kurgulanmadan aile kurumu değişsin demek tamamen bok yemektir. Bugün İsveç vb. ülkelerde çocuk bakımı kamuya malediliyor. Aile kurumunu sadece çocuğun bakımı ve korunması için görürsek böylece (İsveç örneğin) aile kurumu ortadan kalkmıştır. Bu gün kaç anne baba çocuğu yetiştirecek bilgi, beceri ve olanağa sahiptir? Eğer sadece çocuk bakımı aklımıza gelirse tuzağa düşeriz. Nitekim böyle bir durumda eşcinsel birliktelikler “aile” olamaz. Atilla: Biyolojik bir durum var. İnsanların üremesi gibi. O anlamda da çocuk yapan insanlar olacaktır. Psikoloji ile katı bir şey söylemek istememiştim. Yasemin: Sadece çocuklukla ilgili değil. İnsanlar evlenmeden de çocuk yapabilirler. İnsan soyunun tükeneceği yalan. Heteroseksüel toplumlar nüfusu azaltmak için çocuk yapmıyorlar. Bir ailede yetişen 3 çocuk birbirinden farklı. Sahiplenme içgüdüsü yoktur. İnsanda, dogada yoktur. Ali: Yarışma, hiyerarşi öğretiliyor. Ailenin ortadan kalkması.................... Atilla: Biyolojik gereği var mı? Yasemin: Yoktur. Ali: Kurumsallaşmış aile ile birlikte yaşamanın ayrımı yapılsın. Atilla: Bir erkekle 2,5 yıl birlikte yaşadık. Bir aile olduk ve dayanılmaz oldu. Yeşim: İmkanlı ya da imkansız dememek lazım. Tartışmak istediğim, insanlar neler istiyorlar? 2,5 yıl öyle yaşamış olabilirsin ama başkaları yaşamamıştır. Atilla: Birlikte yaşam da aile kurumunu oluşturabilir. Ali: Kurumun toplumla ilişkisini ele almadan incelersek yanlıştır. (Ali burada antropolojik incelemelerden, daha önce babanın fonksiyonu bilinmezken çocuğun sadece anneye ait sayılmasından, nüfus sayımından bahsetti. Çocuğun büyütülmesi ile ilgili Ursula’nın Mülksüzler’inden örnekler verdi.) Bugünkü aile kurumu mülkiyetin aktarımı için var. Serdar: İnsandaki sahiplenme içgüdüsü... Diğerleri: YOKTUR!.. Yasemin: Parayla birşeyleri zorla aldığımız için sahipleniyoruz. Yeşim: (Küçük bir kızın sahiplenmesini kardeşinin paylaşımcılığa çevirdiğini anlattı.) Okulda arkadaşımıza verdiğimiz bir kalemi annemiz “nasıl verirsin? O’na şu kadar para saydım ben” demesi sahiplenmeyi doğurur. Ali: Sahiplenmenin yıllardır gelen konumundan dolayı bunu içselleştiriyoruz. Yasemin: Herhangi bir malı tüketmek için zorluyorlar. Yeşim: Eskiden ikinci TV gereksizken şimdi insanlar “neden mutfağımda yok” diyor. Özgür: Orangutanlarda çocukların topluluğun olduğu izlenimini edindim. Ali: Bugün İsveç’te ortak salon, mutfak kullanımı görülüyor. Hem de kapitalizmin maksimum olduğu bir ülkede... Özgür: Mimari dolayısıyla, bu tasarımlar sosyal ilişkilerin kurulması açısından yapılıor. Serdar: Özgür paylaşımcı çocuk olabilir ama tamamen toplumun çocuğu olamaz, sahiplenme mutlaka olacaktır. Ali: Örneklere daldığımızda işin içinden çıkılamaz. Somuta inelim. Bugün ailede birincil olan miras aktarımıdır. Özel mülkiyeti reddettiğinde ailenin bu işlevi ortadan kalkar. Ben çocuğumu besler, geliştiririm, ne olacağına o karar verir. Serdar: Pratikte imkansız.
KAOS GL 18/6
Yeşim: Zamanında olmuş ama. Tamam bugün göremeyiz ama bu yeniden olmayacak değildir. Ali: 3-5 yıl sonra da komünal yaşam mümkün. İspanya’da Katalan bölgesinde bu gerçekleşti. Özel mülkiyetin, paranın olmadığı bir komün. Ukrayna’da da 17-18 ve 1919’da aynı şey gerçekleşti. Karşındaki yapı öylesine mükemmel gösteriliyorki algı kapılarımız kapanıyor. Biz algımızı açarsak, 100-200 kişi bunu yaparsa kısa sürede ani yıkılmalar olabilir. Atilla: Tarihten verilen örnekleri kabul etmiyorum. Şu an evrensel şeyleri görüyorum. Yasemin: “Sınırsız ve alansızım” demek lazım. Atilla: Düzenin kendini çok çabuk yenileyeceğini bu nedenle kırılmaların yetersiz olduğunu söylüyorum. Yeşim: Kurumların yaptırım gücü vardır dersen vardır. Bunu yoketmek mümkün. Sedat: (İran örneği ile düzenin kendini uzun yıllar yenileyemediğini örnekledi.) Atilla: Tabiki kuralsız, parasız vb. bir toplum güzel ama (ben de isterim) yapılması mümkün değil. Sedat: Yapılır, yapılamaz değil. Neyi nasıl yapmak mümkün, onu tartışmalıyız. Ali: Bir eşcinsel olarak biz aile kurumuna tehditiz. Sedat: Bu sisteme rahatsızlık duyan sadece bizler değiliz. Bizler rahatsızlığımızı dile getirirsek, öneriler üretirsek ileride bunu ortaya çıkarırsak diğerleriyle birleştiririz. Atilla: Kaos’un ilk katıldığım toplantısından itibaren ben daha rahatım. Herşey yerine oturuyor. Ben aileyi biyolojik temele dayandırıyordum. Şimdi öyle olmadığını gördüm. Yasemin: Toplum değişemez denilirse değişemez elbette. Ali: Bu aile modeli değişmezse, psikolojiye giden sorunlu insanlar bitmez. Özellikle eşcinseller için durum bu. Benim böyle bir sorunum olmadı. Ama kurumsal aileden dolayı durum bu. İşleyiş anlamında sorun. İnsanları yarışmaya, sahiplenmeye, bencilliğe itiyor. Erkek egemen ahlaka itiyor insanları. Bizi de bu ahlak yok sayıyor. Aile kurumunda özgürlük, demokrasi yoktur. Çünkü baba, olmadığı yerde anne söz sahibidir. Eşcinsel olmasak bile insanı cinsel, dinsel ve her anlamda sakatlıyor. Yeşim: Aile bir tecrittir. Sana yardım edecek bir anne baba vardır. Bir sürü yanılsama vardır. Şiddet yaşanmazsa bile....................................... Atilla: Bu kurumu zaman kaybı olarak da görüyorum. Ailenle bazı şeyleri paylaşmak zorundasın. En azından yemeğe kadar. Yemekten sonra odana kapanabilirsin. Ama bu süreklilik kazanırsa bir süre sonra odana da giriliyor. Kimseyi ailenden fazla sevme derler. Serdar: Aile kurumunun duygusal katkısı hiç mi yok? Ali: Hiç yok. Anne, baba ya da kardeşini sırf aynı ailenin elemanları olduğun için sevmek zorunda kalıyorsun. Bu tür dayatmanın olduğu yerde ne tür pozitif katkıdan bahsedebilirsiniz. Sedat: Sadece negatif yükleme olamaz. Pozitif yüklemeler de olamaz mı? Ali: Sence pozitif yükleme nedir? Sedat; Kendimi dışlayarak -nötrdü benim ailem- hiç olamaz mı diyorum. Mantıken sadece negatif olamaz diyorum. Nurhan; Elbette olamaz denilmez. Her türlü şeyde küçük pozitiflikler olabilir. Yeşim: Çok iyi, konuşulabilen, birbirine saygılı bir aileye aile kurumu diyemezsin. Atilla: Koşulsuz sevgi -anneme karşı- duyduğumu sanırdım eskiden. Sonradan bunun o kadar da koşulsuz olmadığını gördüm. En son noktada “engin hoşgörü” dolayısıyla bir izin var. Koşulsuz sandığım sevginin altında hep ezildim. Sedat: Çocuğun sevgisi de hep koşulsuz mudur? Atilla: Psikiyatri de bu koşulsuz sevgiye beni inandırmıştı. Örneğin eşcinselliğimi saklamamama rağmen bu tür bir ad konulmuyor. Bundan vazgeçtik, arkadaşlarımın bariz görüntülerinde bile -yine benden dolayı- ad konulmuyor. Sedat: Coming out sürecinde bu koşulsuzluk ortaya çıkıyor. Yasemin: 18’ine kadar annemle iletişim kuramıyordum ve korkunç gergin yaşıyordum. Annemi herhangi bir birey olarak taktir etmeye başladığımda güzel bir iletişim kurduk. Eşcinselliğim dolayısıyla bu konuyu konuşamıyorum. Kurumdaki statüsü dolayısıyla bunu konuşamıyacağız. Bana “kesinlikle evlenme” diyor. Birlikte yaşama kısmını ise bir kızla birlikte yaşamak isteyeceğimi söyleyemem. Ali: Değinilmeyen bir konu anne-baba açısından aile kurumu. Babayı ve anneyi de yıpratan, onların birey olmasını elinden alan bir kurum aile kurumu. Babalık ve annelik toplumsal bir rol. Birey olarak katıldığı bir konuya bile toplumsal rol dolayısıyla karşı çıkmak zorunda kalır. Yasemin: Mesela işbırakma eylemine babam katılacakken, bana para yollaması gerektiğinden, işinden olma korkusuyla bunu yapamıyor. Atilla: Çocuklar da anne-babanın yaşamını kısıtlıyor. Ali: Kendilerini çocuklarına adıyorlar. Sağlıksız bir durum. Bize yaşantılarını adayacakları yere paylaşmayı yaşayamıyorlar. Yasemin: Sana yaşamlarını adıyorlar, karşılığında senin hareketini kısıtlıyorlar. Bu hakkı kendilerinde görüyorlar. Çocuğu suçluluk psikolojisine sokuyorlar. Çocuğu psikolojik olarak işgal ediyorlar. Bunun adı sevgi midir? Ali: Aile kurumu eşcinsel olsun olmasın, çocuğun gelişmesini ketleyen bir kurum. Doğayı doğrudan tanıması mümkünken “koruma” isteğiyle buna engel oluyorlar. Hayatının yarısı bu labirentte geçiyor. Sonra da birden hayatın içine düşüveriyorsun.
KAOS GL 18/7
Yasemin: Yatılı okuduğumu duyunca, çevreden “ben olsam yollamazdım” diyorlar. Oysa ben 11 yaşımda her işi yapabiliyordum. Ali: Her çocuk da 11 yaşında bunu yapabilir. Yasemin: Diğer kızlar yatakhanede ilk gece ağlarken ben rahattım. Bütün kızlar ben ağlamadığım, kendi işimi halledebildiğim için benden ürküyorlardı. Erkek kardeşimi kollarlardı, bu yüzden o her telefonda (o da yatılı okula gitti) ağlardı. Yatılı okullar kuralcı olmazsa gayet iyi. Yeşim: Kardeşim benim verdiğim savaşımlardan sonra daha rahat yaşıyor. Babam benim şort giymeme karşı çıkarken şimdi erkek kardeşimin saçını uzatmasından gurur duyuyor. Yasemin: Daha önceleri şort giymeme izin vermiyeceğini bildiğimden böyle bir talepte bulunmazdım. Salihli’de herkes şort giydiği için babam bana şort almayı teklif etti. Kurumlar yıkılsa, kişilerden çok iyi bireyler çıkacaktır. ...................2. hafta........... Ali: Bir kurumun ortadan kaldırılmasıyla yerini ikame edecek yeni şeyler konur. İki insanın birlikte ürettikleri şeylerde karşılıklı kurallar koyması var, bu kabul edilir ama bizlerin dışında, bize dayatılan kurallar var. Atilla: Aile kurumunun kaldırılıp yerine başka kurumsallaşma konulsa bile aile kurumunu devam ettirecek olanlar çıkacaktır. Diğer kurumlarla, aile kurumlarından çıkan insanlar birbiriyle kıyaslanacak ve sonuçlar görülecektir. Ali: Aile kurumunu toplumdan soyutlayarak eleştiremeyiz. Aksi taktirde bir kopukluk oluyor. Aile kurumu kalksın derken birlikte yaşama, çocuk yapma ortadan kalksın demiyoruz. Babanın egemenliği, mülkiyetçilik vb. ortadan kalksın diyoruz. Kurum olarak AİLE olmasın diyoruz. Somut alanda kurumları ayırmak mümkün değildir. İnsanların özgür olması için mücadele etmesini savunuyoruz. Örneğin öğretmenin özgürlüğü... Ama onun öğrenciler üstünde estirdiği bir terör var. Bunun da tartışılması, hesabının sorulması gerekir. Çocuğuna fiziki zarar veren anne-babaya kurumu eleştirmeden “cani anne-cani baba” diyemeyiz. İçinde bulunduğumuz toplumda egemen güçler, bütünü bütün olarak ele almazlar. Bunu cahilliklerinden değil, bilerek ele almazlar. Çünkü kuruma karşı bir cephe almayı gerektirir. Bu da işlerine gelmediği için kurum pür-i pak yerinde duruyor; o anne, o baba suçlanarak sorun çözümlenmeden geçiyor. Örneğin, Amerika toplumundan çocuğunu öldüren kadın çıkınca medyanın da dallandırıp budaklandırmasıyla aile kurumunun o kadını o hale getirmiş olabileceği sorgulanmadı. Özcan: O zaman ilk olarak resmi evliliğin ortadan kalkması gerekir. Ali: Kadın babasından kalan mirası kocasından izin almadan satamıyor. Yasemin: Yanılmıyorsam, yasada koca izin vermezse kadın çalışamaz. Bundan dolayı kadın boşanma davası açamaz. Ali: Sınıftan bir kız anlatıyordu. Bir dava izlemiş. Boşanma davasında, hakimin yaklaşımına şaşırıyor. Oysa gayet açık ki o hakim de bu erkek egemen düzenin bir sözcüsü. Yasemin: Hakimler, yasadaki haklarını bile kulandırmıyorlar. Evden ayrılan bir kızı hakim “babanın evinde otur” diyerek eve yolluyabiliyor. Herşeyden önce, kurumsallaşmak falandan önce ekonomik bağımsızlık kısmı çok önemli. Ekonomik bağımsızlık kazanıldıktan sonra daha güvenli hareket ediyorsun. Ama kırsal kesimden bir kız büyük şehirde yaşamayı bilemiyor. Yol parası bile olmayan bir kız kurum hakkında olumsuz düşünse, bunları kafasında yıksa bile hareket edemiyor.
Şimdilik AİLE Kurumu Seminerinin Sonu
Dul kadından MEB’e!.. SEVGİLİ Güzin Abla, sizin aracılığınızla Milli Eğitim Bakanlığı’na seslenmek istiyorum. Ben boşanmış bir anneyim. Kızım ilkokula gidiyor. Babasından ayrı olmamız, onu çok etkiledi. Babası da onu çok seyrek görmeye geliyor ve beklediği ilgiyi göstermiyor. Kızım çok hassas yapıda. Aksi gibi, okulda tüm kitaplar da hep anne, baba ve çocuğu birlikte işliyor. Aile mutlaka anne, baba ve çocuk üçgeni ile anlatılıyor. Kızım bu durumdan çok etkileniyor. Bana bu konuda pek çok soru soruyor. “Anne yani biz şimdi aile değil miyiz?” gibilerden sorular bunlar. Babasının yokluğunu bu şekilde çok daha fazla hissediyor. Kitaplarda hep, baba kızını ya da oğlunu gezmeye götürüyor. Oysa benim kızım bu durumdaki tek çocuk değil, hiç bunu düşünmüyorlar mı? Kitapları düzenlerken daha ince düşünemezler mi? Boşanmış anne ve baba çocuğu o kadar fazla ki... HAKLISINIZ Şermin kızım, ben de boşanmış bir anneydim. Ve kızımı tek başıma yetiştirdim. Ne demek olduğunu iyi bilirim. Çocuk her zaman eksik tarafın yokluğunu hisseder maalesef. Siz ne kadar çırpınsanız, yine de ötekinin yerini tutamazsınız. Ne yazık ki anneleri, babaları boşanmış pek çok çocuk var okullarda. Çocuk zaten bunların üzüntüsünü hissediyor. Bir de bu tür düşüncesizliklerle acısını arttırmak çok yanlış. Bu sefer babasının yokluğunu daha fazla hissedecektir. Umarım haklı çağrınız harekete geçirir.
KAOS GL 18/8
LEZBİYEN İLİŞKİLER HANGİ NEDENLERLE BAŞARISIZLIĞA UĞRAMAKTADIR? Monika Streit Çeviren: Başak Upar Bu konu bana verildiğinde, "başarısızlığa uğrama" kavramı yerine başka birşey koymaya veya bunu tırnak içinde belirtmeye çabaladım. Sona ermiş olanları da dahil, her ilişkiyi yaşama bilgeliğinden oluşan bir sürecin parçası olarak görüyorum. Başarısızlığa uğrama kavramını benimsediğimde kendimi, aşk ilişkisini didik didik edip parçalara bölen kişinin veya yaşananları kendisi ile diğer tarafın müşterek bir başarısızlığı olarak hisseden kadının yerine koyuyorum. Çoğunlukla kadın kendisini suçlu hissederek, "artık bitmeli, zaten karaya çoktan oturdu" demektedir. Kadınların tek başına sorumluluktan bahsetmeleri zordur. Aslında ilişkinin başlangıcı çoğu kez kadere bırakılmıştır. İlişkiye başlamada etkin olan iradi bir karardan veya karşılıklı birbirini iyi tanımadan ziyade çekicilik veya aşık olma halidir. Pek çok lezbiyen ilişki, deneme safhası olmaksızın ve tarafların birbirine gerçekten uygun olduğu belli olmaksızın başlamakta ve kendisini günlük yaşama ani bir birlikte yaşama olarak ilan etmektedir. Heteroseksüel ilişkilere nazaran lezbiyen ilişkiler daha kısa süreli olmaktadır. Bir Amerikan araştırması lezbiyen ilişkinin ayrılıkla neticelenme olasılığının en yüksek olduğu dönemi ilişkinin 18. ayı olarak gösterdi. Buradaki pek çok hadisede tarafların yeni bir ilişki içine girdikleri tespit edildi. Bundan çıkan sonuç: Lezbiyen kadınlar ilişkilerini kolayca bitirebiliyorlar. Ancak olgular bunu aksini göstermiştir. Kadınlar, aşk kültürünün taşıyıcısıdırlar. İç ilişkilerinde birbirlerine sıkı bağlanmaya çalışmaktadırlar. İlişkinin işbirlikçi ve belirgin bir kültürel formu vardır. Buna karşın bu ilişkinin çerçeve ve kurallar statüsü eksiktir. Bir çok lezbiyen kadın da bu noktayı görebilmektedir; zira dış dünyada olduğu gibi birbirlerine yakın iki insan olarak da aralarındaki sınırları belirlemede zorlukları vardır. Kadınlar arasında sıklıkla yaşanılan kıskançlık krizleri ilişkinin kendi içinde olduğu gibi dışında da belli olmayan sınırları ilan etme, belirleme ve sınırlar üzerinde hak sahibi olma isteklerini yansıtmaktadır. Lezbiyen ilişkiler, görüşüme göre genellikle "kendini gizlemek" ve "kendi kendini savunmak" arasında gidip gelmekten kurtulamadığı için karaya oturmaktadır. Kadınlara ilişkin bir problem olan "özerkliği daha sonradan öğrenme" mecburiyeti bu ayrılma sürecinde de karşımıza çıkmaktadır. "Hayatımızın sonuna kadar, iyi günde ve kötü günde" Evlenme törenlerindeki bu sözveriş, heteroseksüel ikili ilişkiye güç ve iktidar vermekte ve
aynı zamanda sınırları çizmektedir. Eşcinsel erkek çiftler, seks ve aşkı birbirinden ayırırlar. Seksin ikili ilişkinin dışında da yaşanabileceğini ve bir gecelik maceraların ilişkiyi tehlikeye sokmayacağını düşünürler. Romantizm ve idealize eden tutumlar ise kadınlar arsındaki ilişkilere daha fazla anlam ve iktidar vermektedir. Lezbiyen kadınlar kendi ilişki modellerini oluşturmaya çalışıyorlar. Tabii ki, bu her bireyin kendi olgunluk seviyesine göre olabilecektir. Uyum eğilimi, uzlaşmazlık yaşamaktan çekinme ve bir o kadar da kavgaya hazır olma: Kendi isteklerini görmede tutukluk, kendi cinsel itkilerine karşı gözünü kapama, içselleştirilen bir "Sen" beklentisi. Herşeyden çok da birbirine aşık ve birbirini isteyen iki insanın hadiseleri romantize etmesi. Bu potansiyel şikayet ana faktörlerini tek tek ele almak istiyorum. Neden pek çok lezbiyen ilişki karaya oturmaktadır? 1. Zayıf bir "Ben " Yaşantısı Kendini feda etme ve kendini yükümlülük altına sokma gibi dişi eğilimler, ikili ilişkilerde karşılıklı olarak tarafların birbirlerine fikse olmaları şeklinde ortaya çıkıyor. (Du-Fiksierung) ötekinin arzu ve hisleri kendisininmiş gibi algılamakta, Ben ve Sen artık açıklakla ayırt edilememektedir. Umutları yansıtan çekirdek cümleler "Beni sever misin, ben söylemeden neye ihtiyacım olduğunu bilir miydin?". Böylesi beraberliklerde hayal kırıklıkları olacaktır. Suçlayan cümleler ise "Bana yeterince vermiyorsun, yeterince sevgi, yeterince şefkat, yeterince zaman" Sınırların yeterince belirgin olmaması, mesafenin konmasındaki güçlük ve mesafelerin kabullenilmesinin zorluğu, açıkca "hayır" diyememe büyük psikolojik gerilimlere sebep olmaktadır. 2. İhtilaftan Kaçınma Kadınlar, eleştiri veya kendi arzularını belirtmekten ziyade uyum göstermek üzere yetiştirilirler. Onlar, erkekler ve toplum tarafından belirlenen sınırlarına çekilmeyi, koyulan kurallar içinde yaşamayı ve bunlara göre ayarlanmayı öğrenirler. Genellikle ve ancak kadınlar tarafından konan sınırlara derin bir tepki gösterirler. Bu nedenle de, bu "ilk baskı yapan kadın"a karşı olan tepki görünür olur. Ama tam bu nedenle de, kadınlar arasındaki ilişkide çoğunlukla açık açık ihtilaf yaşanmasından kaçınılır. Bu.., ihtilaf potansiyellerinin birikmesine neden olur ve çok küçük hadiselerle patlamalar yaşanır ve bunların da tekrar sevimli ve hoş olmak çelişkileriyle örtülmeye çalışılması yaygındır. 3. Cinsellik
KAOS GL 18/9
Beklemeye dayalı bir cinselliğin belirlediği rol kondisyonu da, lezbiyen ilişkilerin bitmesinde önemli bir rol oynar. Kadınlar cinsel itkilerini ciddiye almak yerine gözardı etmeyi öğrenmişlerdir. onlar en iyisi beklerler. Yeni yapılan bir araştırmada, lezbiyen ilişkilerde ilişkinin başlamasından 1.5 yıl sonra cinselliğin bariz şekilde azaldığı ve cinselliğin başka bir kadınla yaşanması uğruna ilişkinin bitirildiği görülmüştür. 4. İdealize Etme İlişki baştan aşağıya idealize edilir ve böylece yer gök birbirine karışır. Göreli olarak çabuk eş değiştirmek için bu yöntem gerekli sayılabilir. İdealize etmek yolu ile, yaşam biçimi iç ve dışa karşı korunmuş olur. Bu, homofobiye karşı da bir dengeleme unsurudur. İlşkilerde olağanın dışında bir yakınlık, yoğunluk ve anlayış yaşanmaktadır. Bu pozitif değerler, her iki tarafın kendine güvenini stabilize etmektedir. Fakat er ya da geç ikili ilişkide müşterek hayatın (Symbiose) ve uyumun alt edemeyeceği haklı ihtilaflar vuku bulur, ve bunlar çevre ve ilişkinin barış içindeki vahasında güvensizlik tehlikesi saçarlar. Yaşananlar "yetti artık" noktasına gelir ve "bana daha uygun bir eş" aramalarına başlanır. 5.Özen, Bağımlılık ve İktidar Yüzünden Anlaşmazlıklar Bir sonraki ilişki de bu konularda anlaşmazlıklar getirecektir. Zira yakınlık, özerklik ve kendini gösterme gibi öz ihtiyaçların tatminine ilişkin bir problem vardır. Kadın bedenini duyumsal deneyleri, bir kadınla yaşanan ilk aşk karşılaşmasındaki derin anıları canlandırır. Bağımlılık konusundaki anlaşmazlıklar tekrar su yüzüne çıkar. Sevilenin gücü ile mücadele az rastlanır birşey değildir, çünkü bu eski acılı küçük düşmeleri ve annenin suçlamalarını hatırlatır 6. Homofobi Kadınlar arsındaki sevgi ilişkisinin zor anlarından biridir, kadının kendi içindeki ve dışındaki homofobi. İçteki homofobi ilişki krizlerinde önemli bir rol oynar. İdealize etme ve uyum sağlama noktası bakımından suçluluk ve red problemleri görülmektedir.
Kendini hor görmek ve eşinin değerini düşürmeye çalışmak da tahripkâr olmaktadır. Kısa süreli ilişkilerinde, genç lezbiyenlerin parmakları kimliklerinin içinden çıkmamaktadır. Bazıları tekrar "heteroseksüel" olmaya çalışmakta, bazıları bu yaşamı onaylamak ve reddetmek arasında sallanıp durmaktadırlar. Genellikle sükut edilir -yanlış şeyler hissediyorum, utanç verici ama aslında çevrenin sorumlu olduğu bir durumolarak görülür. Fakat insanın kendi yaşantısı hakkında kimin karar verme yetkisi olduğu hususunda düşünmekten hoşlanılmaz. Dış dünyadaki homofobi, ilişkinin ve lezbiyen olmanın gizlenmesine neden olur. Bu nedenlerle çok yoğun gerilimli anlar yaşanır. 7.Lezbiyenlerin önünde ne ilişkinin başlamasına, ne günlük yaşama ne de ilişkinin sonuna dair kültürel bir örnek, bir önresim yoktur. Bu durum yaratıcı şekil vermelere olanak tanımaktadır. Ama ayrılık sürecinde bu durum bir eksiklik olarak farkedilmekte ve yıkıcı olduğu durumlar da az olmamaktadır. Birbiriyle uzun süre birlikte olan lezbiyen çiftler, (ki böyleleri oldukça azdır) lezbiyen çevrede "ideal çifti" stilize eder. Sonuç ve Özet; Lezbiyen ilişkiler kişisel bozucu etmenlerin yanısıra sosyokültürel ortamdan kaynaklanan yüklenmeler neticesinde ve nihayet iç ve dış homofobik zorlanmalar ile bitmektedir. Lezbiyen ilişkiler, tören ritüellerinin güç kazandıran himayesinden yoksundurlar. Bilhassa ilişki sahasını belirleyen sınırların yokluğu. Pek çok kişi bunu -insanın kendi yaratıcı gücünü kullanmasına imkân veren- bir durum olarak görürken, kendileri için koruyucu bir çerçeveyi gerekli gören diğerleri de yakınmaktadır, tıpkı "Herşey değişir, herşey sürekli bir değişme içindedir" diyen sloganı benimseyen heteroseksüeller gibi.
ma ak kal nu r a l o u i” ... ma ş rsi tel te li'ye i üni ve yaşıyoruz a en Kaos s r r i e b v k üni r dık, . Zat mdili k B ir v e “şi orl uk yaşa urtulabil iriz ber bekli yo i l z i u d r a o z a 'Şim den h k çok burad larak k ş ünüy zi dü , benzer pe e destek o edenle, sen ar, bunu da i m i ğ i ız v imiz Bu n ilebild teker arı b i mi z teker ncak birbir k degil mi? ese ç ağrım k u y ı herk an a aşağ irme ER İ . H ep ulları i anlıyoruz zorl uk lard ve güçlend nedenlerle İYENL ş o B k Z E ı L ayn rolan ılmaz ok iy mak KAOS da va eleri ni de ç etli , dayan mayı sağla emeliyiz ki, n ı t n a l v ç ek nış as Yaş in gerek u daya n ylesi k Ayrıca i steği yoruz ki bö an biri de b i diliyoruz. i d n da bi l amaçların silmemes i e yor. in k n n ' i L G r bekli imiz e b im a ş h i t rden ve ile yalım i siz le la r r a le r n k e e t y Lezbi Kaos
KAOS GL 18/10
BİR SERÜVENDİR HER EŞCİNSEL İLİŞKİ
E
şcinsel evlilik olmaz. Eşcinsel arkadaşlık olmaz. Eşcinsel serüvencilik olur. Eşcinseller arasındaki ilişki bir defalıktır. İkincisi olmaz. İkincisi olursa, serüvenci olmaz. Kolayına kaçmak olur eşcinselliğin. Erkek eşcinselliği, bilinmeyenler denizine yelken açmaktır her defasında. Bilemezsiniz hangi limana uğrayacaksınız ve nerede sonuçlanacak yolculuk. Yıldızlar parlayacak mı? Patlarsa bir fırtına, yelkenleri toplayabilecek misiniz? Bir süre durmak mı gerekiyor sakin bir koyda? Nereye demir atacaksınız; yoksa çaresiz, bir limana mı sığınılacak? Çözerken palamarı, düşünülmez bunlardan hiç biri... Her zaman sadece soluk yıldızlar vardır gökyüzünde. Ama yön bulmaya hiçbir yardımı olmaz bunların çoğu zaman. Bazen gülümseyen bir yüzdeki dişlerin pırıltısı, daha fazla yön gösterir...
U
luslar, sınıflar, meslekler, yaşlar, toplumsal durumlar-arası bir insan denizine yelken açmaya karar verdiniz mi, herşey olabilir. Herşey ama: Tekneniz sadece küçük sürtünme sesleriyle gider suyun yüzeyinde ve sessizce yol alır; bazen kamçılı bir yağmur döver güverteyi ve uğuldar fırtına. Korunabilecek hiç bir yer, hiç bir koy, hiç bir umut yoktur. Tek başına, pusulasız, haritasız ve umarsız, bilmediği denizlerde yol alır, erkek eşcinselin teknesi cesaretle.
A
ma böylesi bir serüveni başka hiçbir ilişkide bulamazsınız. Nasıl bir serüven yaşayacağınızın korkusu sarar yüreğinizi o ışıksız gecede. Deniz fenerleri tehlikelidir. Sizi sakin ve güvenli kıyılara çekmeye, serüvene son vermeye çağırır; huzurlu aile evlerinin sarı ışıkla aydınlanan alışılmış penceresi gibi... Siz direnirsiniz. Gitmek istersiniz ne pahasına olursa olsun. Korsanlara da rastlayabilirsiniz açık denizde, köpek balıklarına da... Her şeyinizi alabilirler sizden. Tutsak edebilirler. Tehlikenin o acı ve yabanıl kokusudur sizi sarhoş eden. Tutkuludur o tehlikeli-karanlık koku. Serüven aşkınızı almazlar elinizden kolay kolay...
Y
üreğinizi dolduran ve her eşcinsel erkek serüvenine eşlik eden, o yabanıl korkudur bağımlılığı yaratan. Korkarsınız kuşkusuz. Birazdan herşeyinizi sunacağınız, her şeyinizi güvence aramadan ortaya sereceğiniz ve karşısında yelkenleri indireceğiniz kişi, herkes olabilir. Siz sadece bir tek şeyi bilebilirsiniz: O bir erkektir. Bu toprakların bütün zamanlarda yarattığı bütün erkekler gibi tehlikeli bir erkek... Size yumuşak dokunuşlar da sunabilir, jiletle parçalıyabilir de sizi; ya da, çoğu kez olabileceği gibi, sizi her hangi bir başka insandan, başka hayvandan, başka ağaçtan, başka bir eşyadan ayırt etmediğini, hayatının bir kaç dakikasını her hangi bir zorunluluk nedeniyle ayırdığı değersiz bir nesneden farklı olmadığınızı anlatır açık bir dille o erkek.
A
ma o gecenin kaderine serüven yazılmıştır bir kere. Bu sonuncu durum, artık serüven filandan bahsedilemeyecek kadar çok tekrarlanmış da olsa, fark etmez. Siz, binbir heyecanla yeni serüvenlere yelken açtığınızı sanarken, her defasında, değersiz bir nesneye indirgenme, bir insan-eşcinsel olarak hiçe sayılma, daha da kötüsü vebalı bir illet olarak algılanma sonucunu elde edersiniz. Bütün öz güveniniz yıkılır, benliğiniz parçalanır, kişiliğiniz ezilir. Hatta doğal olarak böyle olması gerektiğine, siz bile inandırılabilirsiniz. Tekne su almaya başlar. Eşcinsel erkek kimliğinin ağırlığı altında batarsınız derinlere ve boğulursunuz.
O
lsun. Bu da bir parçasıdır serüvenin: Aşağılanma, ezilme, parçalanma, nesneleşme ve insan olarak hiçleşme de bir serüven katar yaşamınıza. Kuşkusuz bu tür bir sonuçtan korunabilir ve bu tür durumların yaşanabileceği sularda yüzdürmeyebilirsiniz teknenizi. Ama o zaman da, serüven çeşitliliğiniz çok sınırlı kalır: Hep güvenli ve ılık suların insanlarını tanırsınız. Sadece onları tanımakla yetinirseniz de, serüven serüvenliğini yitirir. Gündelik yaşamın olağan ve sıradan-suçlu bir parçasına dönüşür.
i
***
yi de olsa, kötü de olsa, maliyeti çok yüksektir her bir serüvenin. Her seferinde kendinizi, bütünüyle her şeyinizi, bedeniniz-aklınız-ruhunuzla her şeyinizi, terazinin bir kefesine koymanız gerekir. Kaybedeceğiniz de, kazanacağınız da, eninde-sonunda, kendi benliğinizde cisimleşir. Kötü serüvenler için de, riske atmanız gerekir onu. Ve ne kadar yalansız saf bir biçimde ortaya koyabilirseniz kendinizi, ne kadar çıplak kalırsanız, o kadar artar tehlike ve serüvenin katkısız heyecanı... Yalan söylememek, hem sapına kadar kendiniz olarak kalmak ve hem de her eşcinsel ilişkiye “bilene bilene tükenen bir bıçak gibi” gözü-kara dalmak... Çok zordur. Çok zordan da zordur. Ya yalan söyler ve dışardan gelebilecek bir tehlikeye karşı korursunuz kendinizi, ya da yalan söylemez ve kendinize yönelteceğiniz en yaralayıcı ve zehirli oklardan korunmuş-sakınmış olursunuz. Ama her ikisi de, birbirinden beterdir... Hileli bir zarla oynamaya ve her zaman kaybetmeye mahkum olduğunuz bir oyun gibi... Bu nedenle bu oyun, kazanmak için oynanmaz; sonunda mutlaka birşeyler kaybedeceğinizi bildiğiniz bu oyun, oynarken yaşayacağınız serüven için oynanır.
*** devamı sayfa 22’de
KAOS GL 18/11
İ P C A M BAZI E Ş C İ N S E LLER Yesim T. Basaran
Ç
oğunlukla bir şeyi ifade etmek istediğimde önüme sinir bozucu bir engel çıkar; daha çok kendimin yarattığı bir engel. Bu daha önce söylendi, yazıldı, çizildi diye konuşmaktan, yazmaktan vazgeçerim. Çok ince fakat önemli olan bir noktayı gözden kaçırırım. Öncelikle bir şeyin tekrarlanması gereksiz ya da zararlı değil, aksine önemlidir; ayrıca herkes kendi rengini, kokusunu katmalıdır varolan bir düşünceye. Hele ki bu düşüncenin karşısındakiler, oldukça devasal boyutlarda tekrarlanıyorsa. O nedenle vazgeçtim susmaktan ve çok kereler duymuş olduğunuz bir takım şeyleri harmanlayıp yeniden önünüze sunmaya karar verdim. Başlıktan da anlaşıldığı gibi eşcinsellerden söz edeceğim elbette, ve eşcinsellerin karşılaştıkları şeylere olan yaygın tepkilerini ve bunları neden yanlış bulduğumu anlatacağım. Bunların başında, içindeki homofobiyi yıkamamış olanların ağzına pelesenk ettiği "Bizim camiada aşk olmaz." kurmacası geliyor. Diyeceksiniz ki, "Ee, kendin söylüyorsun, 'bizim camia' diyenlerden bahsettiğini, hangi homofobi bu o zaman." Kelimenin genel anlamını kullanırsak, haklısınız eşcinselliğini kabul etmiş, eşcinsel çevresi olan bir eşcinselden nasıl olur da homofobik diye sözederim. Fakat, "homofobi" kelimesini bu kadar genel almamak, altında yatan küçük fakat geniş yayılımlı bir sızıntıyı farketmek gerekir; bu da eşcinsellere biçilen yaşam şeklidir. Bir eşcinsel toplumun kendisine uygun gördüğü yaşamı yaşıyorsa, o homofobiktir, toplumun geri kalanından tek farkı, eşcinselliğini bir cezaymışcasına kabullenmiş olmasıdır, zaten hepimiz yaşamın başka alanlarındaki pek çok şeye az ya da çok boyun eğmiyor muyuz. Nasıl ki bir köle, köleliğiyle efendisinin iktidarını mutlaklaştırıyor, geçerli kılıyorsa; "Bizim camiada aşk olmaz" diyen bir eşcinsel de homofobiyi mutlaklaştırıyor. "N'apalım heteroları nasıl değiştirebiliriz, biz böyle yaşamaya mahkûmuz" diyerek eşcinseller arası aşkı yadsıyorsa, eşcinsel olduğu için karşılaştığı şiddete karşı eli kolu bağlı hissediyorsa (17. sayıdaki Tanıklıklardan 1.'sini hatırlatırım), içinde mücadele etmek için güç bulamıyorsa, barlar tek yaşam alanı, yaşamının merkeziyse, toplumun
KAOS GL 18/12
tuzağına düşmüştür, kendisine toplumun bakışaçısıyla bakıyordur, ve dolayısıyla homofobiktir. Belki çok katı yaklaştığımı düşüneceksiniz ama bahsettiğim gibi düşünen arkadaşlar gücenmesinler, ben sadece onların tek eşcinsel yaşam tarzının bu olmadığını görmelerini istiyorum. Ayrıca homofobisinden dolayı daha farklı bir yaşam tarzı seçmiş olanlar da var elbette, onlardan bahsetmemek olmaz. Bunların homofobileri, kendilerine eşcinsel demekten korkmalarına neden olacak kadar korkunç boyutlardadır. Eşcinsel ilişkilere girseler de girmeseler de eşcinselleri horlarlar, kendilerini aklamak için evlenip çoluk çocuğa karışırlar. İşte bunlar da toplumun heterolar için biçtiği yaşamı yaşamaya çalışırlar. Böylelerinin, birinci gruptan en büşük farkları iğrenç ve yapışkan bir ikiyüzlülük içerisinde yaşamalarıdır. Express 105. sayıda, Yıldırım Türker'in "Siyahsın ve Bu Aşikâr" başlıklı yazısı hatırlatılır. Evet ortada ince bir çizgi var eşcinseller için, kendi katılımları, dayanışmalarıyla belirlenebilecek, etraftaki toplumun belirlediği ibne, ya da hetero yaşamları silip süpürecek, çok renkliliğiyle gitgide kalınlaşacak bir çizgi. Bu çizgiyi belirleyip, üzerinde yürüyecek İp Cambazı Eşcinseller için. Bu coğrafyada değil de, daha çok batıdaki eşcinseller arasında yaygın olan bir başka kurmacadan da bahsetmeden edemeyeceğim. "Eşcinsellere, orduya girme, evlenme, bilmemne hakkı" gibi toplumun tuzağına batı icadı düşmeler. Böyle bir istemin, homofobik olmayan -eşcinsel- zihinler tarafından üretildiğini iddia edebiliriz. Çünkü eşcinsellere sunulduğunu varsaydığım yaşam tarzının dışına çıkmak isteyen bir istem ama kabuktaki deliğin açılmaya çalışıldığı noktaya bir bakar mısınız? "Biz de sizin gibi yaşamak istiyoruz". Yok canım, ben hiç de öyle birşey istemiyorum, aksine "Ben, sizin böyle yaşamanızı istemiyorum." Bütün insanlar için evlilik kurumunun yokluğu (tabii diğer bütün kurumların da ama, onlar bu yazının en azından genel anlamda konusu değil, yoksa hepsinin birbirine bağlı olduğu gerçeğini gözardı ediyor değilim), ve askeri eğitime ve orduya katılmayı vicdanen red etme hakkının tanınması (biraz daha ileriye gidelim, ordunun yokluğu)
gerekirken, istenmeliyken, nasıl olur da bir insan, üstelik bir eşcinsel evlenmek ve asker olmak isteyebilir. Nasıl olur da, bir sözde adalet dağıtıcısının kararıyla partner'inden ayrılmayı kabullenebilirsin, nasıl olur da başkasının emriyle tanımadığın insanları öldürmenin sözde sanatını öğrenmek istersin. Aslında bahsetmeye kalkışıldığında, yaşamdan pek çok küçük ayrıntıyı ele alıp, bunlara karşı reaksiyonlar neler, yaşantımızda böyle bir şeyin yeri nedir, nedendir, gibi pek çok soru sorulup, eşcinsellerin bulunduklari nokta ve karşı olduklari yer(ler) itibariyle tavırlarının nasıl olacağı ve olabileceği hakkında satırlar dolusu yazı yazılabılır. Ben sadece bir iki küçük örneğe kısaca değinmekle yetiniyorum, fakat önemli olan bir eşcinselin varolduğu, bulunduğu yer, konum itibariyle, kendi varoluşunu sorgulama gereksiniminden
elde edilen şans ve bu şansın kullanımı. Işte bu noktada, üzerinde ip cambazlığı yapabileceğimiz o ince çizgi çıkıyor ortaya. Yaşamı sorgulama gerekliliği sadece eşcinseller için geçerli bir şey değil elbette, sakın bunu söylediğimi düşünmeyin. Kendi yaşantısını, etrafında olup bitenleri sorgulamak her insanın doğal ödevidir. Benim kasdettiğim, bir eşcinsel hissetiklerinden dolayı, varolan pek çok kurum ve yaşayış biçimine kendini ait hissetmediği için şöyle bir durup “Ya, nedir bu olan bitenler, neler oluyor.” diyebilme şansına sahip. Tabii yaşama katılacak zenginlik, bunun ne kadar denilebildiği, kişinin üzerinde yürüyeceği ipe ne denli ihtiyaç duyduğu ve bu ipte cambazlık yapabilme yetisine bağlı.Umut edelim bu arayış devam etsin.
VE HOMOFOBİ Sara Gül Turan, utanmadan üç kitap yazmış. Daha doğrusu eline kalem kâğıt verenlerle, kitaplarını basan yayınevi utansın -Milliyet Yayınları. Bu zatın reklâmını yapmayacağım için eğer merak ediyorsunuz gidip diğer kitaplarına bakabilirsiniz -vakit harcamanızı hiç tavsiye etmem. Benim bahsetmek istediğim Gülün Dikeni adını verdiği, fırsatlar ülkesi Almanya'nın Sara Gül'ün canını çok yakan hapishaneleri. Gay'e Efendisiz, Bellek ve Özgürlük adlı yazısında bahsetmişti ama yine de hatırlatalım: Hapishane hapishanedir, hiçbir konforu ya da duvarlarının altından olması onu işlevinden alıkoymaz ve biz hapishane inşa edip içine insan tıkılmasının karşısındayız. Bu nedenle hiçbir ülkenin hapishanesini bir diğerinden daha iyi görmemiz mümkün değildir. Bunu yanlış anlaşılmalara mani olmak için baştan belirttikten sonra sadede gelelim. Yazar (!), pek çok şovenistin yaptığını yapmış ve bir ülkeyi karalamak için kendince, kaldığı hapishaneyi Türkiye'dekilerle kıyaslamış. Türkiye'dekileri görmediğini söylemeye gerek yok tabii. Hapishane hapishanedir, nerede ve nasıl olursa olsun karalanmalıdır ama kaldığı hapishanede yazarın iğrendiği ve asla kaldıramadığı bir durum söz konusu. Hapishanede lezbiyen çiftler istedikleri gece bir hücrede başbaşa kalabiliyorlar. Bunun için gündüzden isimlerini yazdırmaları yeterli. Ve Sara Gül Turan'ın hapishaneyi karalamak için seçtiği örneklerden birisi bu işte. Üstelik bir seferinde de, yemekhane sırasında öpüşen bir çifte tokat atıyor. İçindeki eşcinsellere yönelik bu hiddeti anlamak çok zor, özellikle eşcinsel olduğum için bana bu ruh halini çözümlemek bana zor geliyor. Kitapta anlatılan bir olaya daha değineyim. Bir gece, Sara Gül hücresinde uyumak üzereyken, gardiyan kadınlardan biri geliyor ve yatağına yanaşıp, sevgi sözleri söyleyerek onunla sevişmeye başlıyor, Sara Gül ne yapacağını, nasıl bir tepki vereceğini şaşırıyor ve sesini çıkarmıyor, hatta ileriki satırlardan olan bitenin hoşuna gitmeye başladığını çıkarıyoruz, lâkin gardiyanda takma penis olduğunu farkettiğinde korkuyla bağırıyor, bunun üzerine gardiyan çekip gidiyor. . Şimdi, bu anlattıklarımda, yorumlamak için tutulacak bir nokta görüyor musunuz? Ben göremiyorum. Zaten, sırf lezbiyenlikle ilgili olan yerler değil, kitabın hiçbir yerinde şöyle ele alıp yorumlayabileceğiniz bir şey yok. En sonunda yazarın her konuda kafasının karışık olduğuna, işin kötüsü bunun farkında olmayıp bir de hissettiklerini kaleme aldığına karar verdim. Öpüşen iki lezbiyene tokat attıktan sonra, şans eseri lezbiyen seks yaşayacakken, hani diyelim homofobisinden sıyrıldı ve pişman oldu, ama diyemiyoruz çünkü bunu kanıtlayabilecek hiçbir cümle yok kitapta, öyleyse neden elinin altında kendi iradesiyle yazı yazdığı bir sayfaya, bir kadının onunla sevişmesinden hoşlandığını yazıyor. En azından yaşadıklarını yazarken yeniden gözden geçirme ve sorgulama şansına sahip olur insan. Fakat öyle bir belirti de yok. Peki nedir? Takma penisi ele alalım. Neden onu bu kadar korkuttu? Daha doğrusu, bir kadının onu öpmesinden (diğerlerine olan hiddeti biliyorsunuz: TOKAT) daha mı korkunç? Aslında, homofobi bir kafa karışıklığı göstergesi, bulanık kafaların icadı. Her ne kadar homofobiyi ya da Sara Gül’ün yazdıklarını yorumlayamadığımı söylesem de, artık şuna inandım ki homofobi tam da böyle birşey. Karşılaşılan şeylere şok tepkiler vermek, daha sonra bu tepkisini anlamamızı güçleştirecek şeyler yapmak, hepsinin üzerine bütün bu olanlardan kendine ders çıkarmamak ve karşısına çıkacak benzeri diğer durumlarda şok tepkiler vermeyi sürdürmek. Bu durumda daha fazla ne söyleyebilirim ki.
KAOS GL 18/13
YAŞAMIN İÇİNDEN KARTPOSTALLAR... KURALLARIN DIŞINDAN YAŞAMIN İÇİNDEN.. Bakışık, çevirmen, 30 yaşında,
Başak UPAR
Aralık sayımızda “Yaşamın İçinden Kartpostallar” olan, iyi eğitimli ve herşeyden önce “iyi insan” modelini bölümünde nefis bir yazı okudum, hatta bir kaç defa eyleme geçirebilmiş birisi. O zaman ben de, mutlaka okudum. Adımı bilenler nasıl bir eleştiri tutkunu bir kadından ziyade mutlaka “o insan”ı aradığımı olduğumu anlamışlardır. Ama bu seferkine eleştiri anladım. Kendime, lezbiyenliğe bakışım değişti; değil, katkı desem daha doğru olacak. 35 yaşında, bakışık bakışım gelişti. Erkeklerde beni iten şeylerin, lezbiyen ve dilbilimci diye belirtilen bu yazı sahibinin bıyıkları (olamaz mı?), tipik sosyal erkek kimlikleri, kartpostalına ilişkin düşüncelerimi belirtmek istiyorum. cinsellikte mekaniklikleri, buyurganlıkları, rakı ve sigara Bu arkadaşımız, (ne kadar sevimsiz bir imleme, takma içmeleri, bakımsızlıkları, olsun da hangi kadın olursa isimlerin gerekliliği hatta zorunluluğu görülmekte, olsun demeleri, cinsel ilişkiyi penis-vagina ilişkisi editöre duyurulur) “kendini bildi, bileli lezbiyen dışına çıkamadan yaşamalarının olduğunu anladım. olanlardan” olmadığını fakat günün birinde bir kadınla Onunla üçüncü senenin sonuna geldiğimizde, ben buluştuktan sonra nasıl “lezbiyenliğini keşfettiğini” bu istediğim için tıpkı ilk kadın sevgilimle beraber keşif için de 25 yıl geçtiğini anlatıyor. Aslında bana oluşumdaki özgür ve cesur irade ile birlikte oldum. göre anlatıcı lezbiyenliğini değil, kendisini keşfetmiştir. Şimdi benim, heteroseksüel kimlikleri mi bağlamam gerekiyor. Şimdi benim, nasıl 27 yaşında Bir insanın “lezbiyenim ve bundan da son derece heteroseksüelliğimi keşfettiğimi mi görmem gerekiyor. hoşnutum; hakkımda varacağınız değer yargılarına Aslında bana öyle geliyor ki, görmemiz gereken şey göğüs gereceğim” demesi yerine, “seçimlerimi bana böylesi özel ilişkilerin kimliklerin dışında oluştuğu ve dayatılanların dışında özgürce yaptım, ruhumu ve oluşması gerektiğidir. Bunu en kolay cinselliğimi bir erkekle paylaşmanın ve rahat görebilecek kesim bizleriz, doğru olduğunu telkin ettiniz ama ben zira bizler bir kimliği üzerimizden bu konuma bir kadını layık gördüm ve ...insanın kendisine ve atabilmişiz, bu konuda pratiğimiz var onunla baskın olan görüşe aldırmadan yaşantısına sahip ve öyleyse bir diğeri içine hapsolmanın birlikteyim, insanın kendisine ve anlamı yok. Zihnimizde kendimize yaşantısına sahip çıkması onurlu bir çıkması onurlu bir tanıyacağımız bu özgürlük, onları ve davranıştır” demesi daha özgürlükçü, davranıştır” demesi bizi, bizi ve onları şeklinde karşılıklı daha anlamlı, daha açıklayıcı ve özlüdür. Zira ilk cümleyi ters etkileşimle bireyi özgürleştirecektir. daha özgürlükçü, çevirdiğinizde, “lezbiyen değilim ve Anlatıcı, kendisine yardım teklif daha anlamlı, bundan son derece hoşnutum, lezbiyen eden arkadaşlarına “elveda ey zavallı daha açıklayıcı ve olanlar hakkındaki kanaatlerimi heterolar” diyor, bu “zavallı” sıfatının sürdüreceğim” çıkar. (saf mantık ters tüm heteroseksüelleri değil, kendileri özlüdür. çevirmesi değil, pratik çevirme) gibi yaşamayanı kabul etmeyenleri İlk defa özlediğim zihinsel iklimi işaretlediğini biliyor ve anlatıcı yerine somuta taşıyıp anlatabiliyorum. bu parantezi ben açıyorum. Madem ki, kartpostal köşesinde yazıyorum. Şimdi Bir de, yazının son paragrafı var ki, beni çok biraz kendi özelimden bahsedeyim. Ben, anlatıcıdan etkiledi. Anlatıcı, “eşcinseller de insandır!” tarzında bir farklı olarak kendimi bildim bileli kadınlara ilgi duyan toleransdan ziyade, durumumuzun doğallıkla biriyim. Ne olduysa 1991 senesinde oldu, alman karşılanması gereği üzerinde duruyor. Bu hususa Brigitte dergisine verdiğim ilana karşılık İstanbul’da dikkat çekmiş olmasını çok olumlu buldum. Ancak yaşayan bir alman hanımın benimle tanışmak istediğini dilbilimci olan anlatıcının felsefi bir konuya parmak belirten mektubunu aldım. Cevap yazdım ve telefon bastığını belirteyim ve bunun dildeki uzantılarını numaramı belirttim, uzunca bir zaman geçtikten sonra şekillendireyim. günün birinde bu mektubu yazanın bir erkek olduğu Anlatıcı, “tolerans” istemediğini söylüyor. Hayır, anlaşıldı. Telefondaki ses öyle medeni ve düzeyliydi ki, bizim istediğimizin adı “tolerans”, istemediğimizin adı kızamadım. Tanıştık, hayatımdaki en iyi, en dürüst “hoşgörü”dür. Zira “hoşgörü”, bir üst seviyedekinin beni en iyi anlayan, bana en fazla fedakarlık ve şefkati alttakine gösterdiği, anlayış ve doğal bulma değil de, “hoşgör işte canım” şeklinde, affetmeyi bile içeren bir gösteren insan oldu. Ve düşündüm ki, tüm bunları deyiş, oysa biz çeşitliliklerin (“farklılıklar”ın değil”) benimle birlikte olmak için yapmıyor, hem biliyor ki ben doğallıkla yer bulduğu -tolere edildiği- bir toplumsal erkeklerle olmuyorum, hem de nihayet seksapeli had hayat düşlüyoruz. safhada bir kadın değilim. Karşımdaki ince zevkleri
KAOS GL 18/14
YAŞAMIN İÇİNDEN KARTPOSTALLAR... 23 yaşında gay, öğrenci, Barış Evren
Ocak 1996
Lise dönemimde bir ara yatılıda okudum. O günler Doğduğumda evdekiler çok mutlu olmuşlar ama şu de ilginçti. Açık açık eşcinsel olduğumu söylemesem an da mutlular ilk andaki kadar olmasa da.. Bebekken de biliyorlardı arkadaşlarım. Yurt müdürü nedense çok sakinmişim. 3,5 yaşına kadar meme emmişim, şu beni çok severdi. Bu nedenle özellikle hafta sonları an bile özlerim hep meme emmeyi. İlginç!.. Belki de bir yatakhaneleri turlardım. Genelde son sınıfların özlem. İlkokulda, çok iyi hatırlıyorum, hep kızlarla yatakhanesinde olurdum. Aslında yatak arkadaşım Arif oynardım. Oysa diğer erkekler futbol oynarlardı. O de hoş çocuktu. Onunla hep öpüşürdük. zaman da farklıymış tercihlerim. Kızlarla oynamak Namusluluğumun tuttuğu bir gün onu yanımdaki daha zevkliydi. Annemin çok güzel elbiseleri vardı, o ranzadan kovmuştum. Bu arada bizim yurtta yataklar da az kaşar değilmiş hani, o yıllarda miniler falan... Şu (ranzalar) ikili olarak birleşikti. Bu arada Sezgin adında an bile bazen anneme takılırım. Neyse... Onun biriyle çıkmaya başladım, ilk aşkımdı. Aslında ilk aşkım giysilerini giyip şarkılar söylerdim. Evimiz bahçeli olmadığını daha sonra anladım. Ya da insan her aşık olduğu için ağaca kurulmuş salıncağım vardı. Onunla olduğunda aşkları yeni oluyor, bilemiyorum... Aynı sallanmaktan çok hoşlanırdım. yatakhanede Hamdi adında bir gay arkadaşım daha İlk erkek arkadaşım komşumuzun oğluydu, onunla vardı, onunla hala arkadaşız ama pek sık oynaşmaktan müthiş hoşlanırdım. Onunla hala görüşemiyoruz. O ilk gay arkadaşlarımdan biridir. Lise arkadaşız ama artık onunla birlikte olmak istemiyorum. dönemimde pek başarılı bir öğrenci değildim. Ama çok Aslında onunla birlikteliğim seks değildi, bilinçsizce yaramaz olduğumu hatırlıyorum. Nedense en yakın dürtüler galiba ergenlik çağımın başlangıcıydı. öğretmenlerim İngilizce öğretmenlerim olmuştu. Bu Ortaokula gidiyordum. O benden iki yaş büyüktü. arada lise dönemimdeki aşkım Sezgin’den ayrılınca Ortaokul son sınıftayken erkek arkadaşlarım intihar etmek istedim ve bunu yaptım. çoğalmaya başlamıştı. Ama erkek En az yüz tane hap içtim, bileklerimi arkadaşlarım heteroseksüel olan, eşcinsel olmayan kişilerdi. Ne tuhaf, ...ilk aşkımdı. Aslında jiletle kestim. Son anda baygın bir halde hastaneye kaldırılarak kurtulmuşum. zaten yaşamım boyunca hep böyle ilk aşkım olmadığını Bileğimdeki ufak jilet izine bakınca o oldu. Ama sonuçta benim bakış açımdan onlar da eşcinsel, çünkü daha sonra anladım. günlerimi anımsarım hep. Ama ailem eşcinsel olmayan biri hemcinsiyle nedenimi kırık notlarım olarak Ya da insan her aşık intihar birlikte olamaz. Ortaokul dönemimden biliyordu, aşığım diyemezdim. Bu ilk olduğunda aşkları beri cinselliği genelde istediğim intihar denememdi. Bir daha denedim, kişilerle yaşadım. Ama istemediğim yine hapla ama yine bir bok olmadı; ne yeni oluyor, kişilerle de birlikteliğim oldu. Bunun çıkmaz canım varmış. İkincisinde bilemiyorum... nedeni o an bunu istememdi. Lise evdekilerin haberi bile olmadı. dönemimde Hakan adında bir sıra Yine, eşcinsel olduğumu lise arkadaşım vardı. Hep onunla derste dönemimde aileme açıkladım. Eşcinsel birbirimizi okşardık. O benim olduğumu ilk anneme anlattım. kalçalarımla oynar ben de penisiyle oynardım. Hoş Şaşırmıştı, bilinçsiz olduğu için çaresizdi ama bunu öğretmen ya da arkadaşlar hiç farketmezlerdi. Birgün o kabullendi hatta daha önemli oldum onun açısından. bana benim olur musun dedi, ben de hayır dedim. Daha sonra bunu babam, ablam, eniştem, teyzem, Oysa sonradan öğrendim, o sevgilim olur musun dayım... öğrendi. Beni ailem anlamasına rağmen demek istemiş. Ona aşık falan değildim, bu nedenle akraba çevremde beni anlamayan, beni dışlayanlar da hayır dediğim için pişman olmadım. Ama onunla oldu. Mesela dayımın tüm ailesi, teyzemin eşi, ablamın sevişmekten müthiş hoşlanırdım. eşini sayabilirim. Ama onların bu tepkileri asla beni Bir de çok iyi hatırlıyorum çocukluğumdan beri karamsarlığa itmedi, aksine daha da mücadeleci komşularımız hep ismimin başına kız ismini eklerlerdi. oldum. Aileme açıkladığım dönemlerde yine lisede Hala da bunu yapanlar var. Bir de çok iyi anımsıyorum okuyan Hasan adında, benimle yaşıt birine aşık oldum. teyzem “gün”lerde hep benim oynamamı isterdi. O Ona olan aşkım bir yıl karşılıksız sürdü. Daha sonra zaman oynamam çok ünlüymüş, hala da severim. Ama onunla tanıştım. O, benim ona aşık olduğumu nedense o zaman oynamama bayılan bazı tanışmadan biliyordu. Çünkü çoğu kişi bunu biliyordu, akrabalarımız eşcinsel olmamdan çok rahatsız oldular. hatta okul müdürü bile bundan haberdardı. Ama sorun Çok da umurumdaydı sanki. Beni severlerse ben olmadan müdürlükçe konu kapatıldı. Neyse onunla 10 olduğum için sevmeliler cinsel yaşantım nedeniyle ay 23 gün süren bir aşk yaşadım. Bu benim açımdan değil. ilk aşkımdı. Onunla arkadaşlığımız arkadaşça başladı.
KAOS GL 18/15
Zaten o eşcinsellik konusunda bilinçli değildi, toplumumuzdaki çoğu insan gibi. Eşcinselliğin hastalık olduğunu düşünüyordu. Bu nedenle psikoloğa gitmemi isterdi hep sonunda gittik, ama psikolog bunun bir hastalık olmadığını söyleyince bana inandı. Ama bu sürede biz hala çıkıyorduk onunla, sokaklarda sarmaş dolaş gezer, saatlerce pastanede ya da cafede otururduk. Geceleri gizlice buluşur ya onların evine ya da bize gider, sevişirdik. Hatta bazen otele bile giderdik. Ailesi dindar bir aileydi. Onun ilk öpüştüğü, seviştiği kişi bendim. Ama sonuçta ailesi birlikteliğimizi öğrendi ve baskılar sonucu bitti. Ailesi daha sonra onu Mısır’a göndermiş. Son öğrendiğime göre şu an tarikattaymış. Onunla birlikteliğim bittikten sonra tamamen değiştim. Okuluma önem verdim. Ama ondan ayrılınca müthiş bir duygusal çöküntü yaşadım. Hep onu düşündüm, çok ağladım. Bu dönemde, bir daha kimseyi sevmemeye yemin ettim. Hala da ciddi bir beraberliğim yok. Hasan’dan ayrıldıktan sonra edindiğim eşcinsel çevrenin de etkisiyle hormon tedavisi görmeye başladım. Bu arada okula gidiyordum yine. Yazın ise hormonların üzerimde müthiş bir etkisini yaşadım. Zaten uçuk bir insandım, hepten uçuk oldum. Hatta bu dönemde seçerek de olsa genelde hoşlanmadığım tiplerle para ile birlikte oluyordum. Bu, yaklaşık bir sene sürdü. Yaptığım yanlıştı ve hormon tedavisi ile para ile seksten vazgeçtim. O zamanlar Bursa’da yaşıyordum. Hala Bursa ile bağlantılarım var ama artık Bursa’da değil, Yalova’da ailemin yanındayım. Ama sonuçta yaşadıklarımın hiçbirinden pişmanlık duymuyorum. Çünkü bunlar beni olgunlaştırdı. Son sevgilimden sonra hep duygusal beraberliklerden kaçtım. Aşık olmaktan korktum. Ama etkilendiğim Taşkın, Çetin ... gibi kişiler oldu. Bir
süredir birlikteliklerim cinselliğe dayalı. Ama bundan rahatsızlık duymuyorum, şu an böyle yaşamak istiyorum. Ama özde tek eşlilikten yanayım. Ama bir gerçek varki, bir eşcinsel ancak bir eşcinselle mutlu olabilir, bir biseksüel ya da heteroseksüelle değil. Ama ben kolay kolay bir eşcinselle duygusal ya da cinsel paylaşımı yaşayamıyorum. Karşımdaki erkek gibi bir gay olursa o zaman sorun yok. Birlikte olduğum gayler de oldu ama bunlar azınlıkta. Bir kaç yıldır eşcinsel kitle olarak özgür olmamız için bireysel olarak çalışıyorum. Eşcinseller olarak haklarımızı elde etmek için mücadelede kararlıyım. Bu nedenle buna yakın çevremden başladım. Toplumda medya sayesinde oluşan önyargıları aşmak için hepimizin birlik olmasına tüm kalbimle inanıyorum. Sindirilmeyi kabul ettiğimiz sürece bir hak elde edemiyeceğimiz ortada. Bu düşüncelerim çerçevesinde çeşitli dergilerde yazılarım yayınlandı. Ayrıca bazı yerel Tv.lerde bu konuda programlara çıktım. Flash Tv.de katıldığım açık oturum tarzındaki tartışmadan sonra 93 yılında saldırılara dahi uğradım. Ama bunun zaten olabileceğini biliyordum. Bu davranışlar beni korkutmadı, aksine daha da önemli oldu bu mücadele. Eşcinsel özgürlük için bireysel olarak hala çabalıyorum. KAOS GL hazırlayanları ve okuyanları ile tanışmam, yaşamımı paylaşmam da bundan dolayı gerçekleşti. Ben zoru seçtim, kendimi insanlara eşcinsel kimliğimle kabul ettirdim ve ettirmek için daha çok uğraşacağım. Bence gizleyerek bir yerlere gelemeyiz. Bu nedenle come out olmak en doğru olanı diye düşünüyorum. 23 yıllık yaşamımda acısıyla, tatlısıyla birçok şey yaşadım. Ama herşeye rağmen eşcinsel olmaktan çok mutluyum. Yeniden dünyaya gelseydim yine eşcinsel olarak doğmak isterdim...
İLETİŞİM Gay ya da lezbiyen ya da biseksüel... hiç farketmez. Önemli olan benim için kişilik/düşünceler ve duygular. Dostluğu, arkadaşlığı çok önemsiyorum. Gerçek arkadaşlıklara/dostluklara ulaşmak zor olsa da... Yaşım 23, ama bunun belirleyici olmasını istemiyorum. Üniversitede öğrenciyim. Come out olmuş bir gay’im. Gay olmaktan çok mutluyum, sizler de mutlu olun. Bana her konuda yazabilirsiniz. Hissettiğiniz gibi... Paylaşmayı, dostluğu... seviyorsanız bana yazın. BARIŞ EVREN P.K. 145 81900 YALOVA
KAOS GL 18/16
Artık dergimizde iletişim köşemiz de var. Siz de bu köşede adresinizin yer almasını istiyorsanız yapmanız gereken mesajınızı bize yollamak. Ancak mesajınızın yayınlanması için dergiye 1 yıllık abone olmanız gerekiyor. Mesajınızı ve abone bedelini yatırdığınızı belirten dekont fotokopisini Ali Özbaş P.K. 53 Cebeci adresine yoladığınızda hem dergimiz her ay adresinize ulaşacak hem de mesajınız yayınlanacak. Sadece abone olmak isteyenler için de abonelik bedeli aşağıdaki gibi: 6 ay 600.000.-Tl, 1 yıl 1.200.000.-TL: yurtdışı 1 yıl 2.200.000.-TL. T.İş Bankası Meşrutiyet -Ankara Şb. Ali Özbaş 0544328 no’lu hesap
“ERKEKLER FARKLILAŞIYOR” MU?
ERKEKLER VE ESTETİK Gay’e EFENDİSİZ Hetero erkeklerin "Güzellik" serüveninin estetik ameliyatına kadar uzandığını görüyoruz. Konumu ne olursa olsun, sözkonusu serüven hetero erkekler açısından epey sancılı olmalı. Serüvenin seyrini,"erkeklik" denilen sosyo-kültürel ucubenin ne olduğu ve nasıl algılandığı belirliyor olmalı. Biyolojiden bağımsız olan ve egemenlik ilişkilerinin sonucu olarak belirlenen ve şekillenen toplumsal erkeklik de denilen bu ucubeye şimdi ne olacak? Söylendiği gibi, gerçekten "erkekler farklılaşıyor" mu? Açıktır ki sözü edilen "farklılaşma" bir makyaj değişikliği olarak yeni bir imaj şeklinde somutluk kazanıyor. İmaj sözkonusu olduğunda zaten varolan bir ayrımın altını çizmek yerinde olur. İnsanın, bedensel ve ruhsal bütünlüğü için kendi için kendine yönelmesi;kendiyle ilgilenmesi, kendini tanıması ve sevmesi, bana göre birincil bir anlam ve öneme sahiptir. "Makyaj" ve "İmaj" da kabul etmek gerekir ki her zaman boş şeyler değildir. Sosyo-kültürel süreçte insan, diğer insanlarla, doğayla ve toplumsal olaylarla etkileşiminde ve iletişiminde fiziğiyle oynamış ve bedenine müdahale etmiştir. Boş ve boktan olan, sadece makyajdan ibaret bir vücuttur. Plastik bir insan taklidinden başka bir şey olmayan böyle bir vücut güzellik bir yana, bir taş heykelden bile ruhsuzdur. Hetero erkeklerin, fizik güzellik (?) için makyaj ve estetik ameliyatına yönelmeleri neyi ne kadar ve hangi yönde farklılaştırıyor ve değiştiriyor? Yanıtlanması beklenecek soru bu olmalı. Eve çamaşır makinasının girmesiyle kadınların çamaşır derdi bitmediği gibi, hetero erkeklerin makyajıyla da toplumsal erkeklik ortadan kalkmaz. Bir makyajla üzeri gölgelenmeye çalışılan toplumsal erkeklik nedir? Her şeyden önce toplumsal erkeklik kadınların köleleştirilmeleriyle varlık bulmuştur. Sosyo-kültürel yansımalarında farklılıklar olsa da kapitalist toplumda doruğuna çıkmıştır. Heteroseksüel erkek iktidarıyla korunan toplumsal erkeklik, o iktidarın kurumlarınca yeniden yeniden üretilir. Bir dayatma olarak biyolojik cinsiyetin üstüne örülür. Kategorik bir dayatma olarak insanın üzerinde bir yük ve pranga işlevi de görür. İktidarın sunduğu rant dolayısıyla çekiciliği olmakla birlikte insanın özgürleşmesi ve kendini özgürce yaratabilmesi önünde kurtulunması gereken bir engeldir.Bu noktada birçok hetero erkek süreci toplumsal erkeklikten vazgeçmek eşittir eşcinsellik olarak algıladığından ikilemler yaşayabiliyor. Rol ve davranış kalıplarına uymayan en küçük bir hareket ve yönelimin (Karı mısın, ibne misin?) şiddetle
cezalandırıldığı ortada iken sözkonusu kaygılar anlaşılabilir. Rol ve davranış kalıplarının adı üstünde toplumsal kategorilerce belirlendiğini ve her zaman değişebildiğini ve değişebileceğini görmek lazım. Toplumsal erkeklikte, eşcinsel erkekler ve kadınlar üstünde de bir baskı aracı olabiliyor. Eşcinsellik ayrı bir varoluş olarak kabul edilmediğinden eşcinsel erkekler, toplumsal erkekliğe uymayan ya da uymayı reddeden sorunlu ve suçlu kişiler olarak görülür. Doğaldır ki baştan böyle bir dayatma olmasa, eşcinsel erkekler kendilerini keşfetme süreçlerini sancısız ve sorunsuz yaşayarak kendilerini var edebileceklerdir. Aynı şekilde hetero erkekler de "Erkeklik"lerini ispatlamak için kılıktan kılığa girerek o kadar eziyet çekmeyeceklerdir. Toplumsal erkekliğin karşısında toplumsal kadınlığın dışına çıkmayan kadınlar da (lezbiyen ya da hetero olsun) o korkunç baskılanma ve ezilme altında hiçbir zaman gerçek bedensel ve ruhsal bütünlüklerini ortaya koyamazlar. Daha en baştan güçsüz ve aciz olduklarına inandırılan kadınlar potansiyel fizik güçlerini bile dışsallaştıramazlar. Zincirine bir halka da kozmetik sanayiince eklenen kadın, ayakları olup yürüyemeyen, kanatları olup uçamayan bir yaratığa dönüştürülmüştür. Çekicilik (?) ve güzellik (?) için onca eziyete katlanan kadının erkekten benzer şeyleri istemesi hakkıdır aslında. Fakat bizim konumuz bu değil. Kapitalist pazarda, kadın, işgücü olarak sömürülmekle birlikte, ayrıca onun cinselliği imaj olarak de sömürülebilir. Başta reklam sektörü olmak üzere bu durum açıkça görülür. Kadınların hiçbir zaman kullanmayacağı ürünlerde bile kadın ve onun meta haline getirilmiş cinselliği kullanılır. Gerçek olmayan ihtiyaç üretimiyle varlığını sürdüren kapitalist toplumda, kadın cinselliğinin meta haline dönüştürülerek ya doğrudan ya da takviye aracı olarak kullanılması anlaşılabilir bir şey bu durumda Erkek de reklam dünyasında, güçlülüğün cesaretin ve tek başında ayakta kalmanın sembolü olarak kullanılıyordu. Feminist mücadele etkisini bu alanda da gösterdi ve erkek cinsel yönüyle de kullanılır oldu. Maço olmayan ama sert bakan, kılsız ama kaslı/badili yarı çıplak erkekler reklamlarda boy göstermeye başladı. Bu tür erkekler aynı zamanda eşcinsel imajını da ön palana çıkarırken lezbiyen imajlı reklamlar da gecikmedi. Gelişmeler kadın cinselliğinin meta olarak kullanılmasında bir değişiklik getirmediği gibi tekeller artık bir taşla birden çok kuş/müşteri vurmaya başladılar.
KAOS GL 18/17
Şimdi bir japon kozmetik firmasının reklamına birlikte bakalım. Japon kozmetik firması Kanebu tarafından bir ruj reklamında ilk kez erkek kullanılıyormuş. Kadınlar tarafından kullanılan rujun bir erkek tarafından sunulması belki de liberal feministlerin hoşuna bile gidebilir. Erkekler açısından ise yine değişen bir şey yok. Erkeğin resminin kenarında ise "Bana süper lip ile saldır" yazıyormuş. Reklamdaki parlak japon erkeği bana maço bir erkeği hatırlatıyor. Sırt üstü yatmış bir maço sırıtarak kadına, bana tecavüz et, diyor "Bana süper lip ile saldır". Focus dergisi, erkeklerin estetik ameliyatları ile ilgili bir haber yapıyor aynı haberin türk medyasında aktarımı ve sunumu birbirinden çok farklı şekillerde gerçekleşiyor. Cumhuriyet, herzaman olduğu gibi haberi yarı bilim-teknik havasında aktarıyor. Hürriyet ise tam bir magazin ağızı ile haberin sadece popo ile ilgili olan bölümünü bol resimli olarak veriyor. Hürriyet, popolara silikon taktırmayı erkeklerin ençok rağbet ettiği estetik müdahale olarak aktarıyor. Cumhuriyet ise göğüse kadar her noktayı şekillerle sergilerken göğüsten aşağı inmiyor. Hürriyet ise popodan yukarı çıkmıyor. Şimdi burada Hürriyet'i ve Cumhuriyet'i eleştirmek gibi bir niyetim yok. Medya herzamanki medyalığını yapıyor. Dikkat çekmek istediğim noktalar şunlar: Türkiyeli hetero erkeğin olmazsa olmazlarından biri durumundaki bıyığın sözü bile edilmiyor. Bıyığın adı bile geçmeyince göğüs kılları rahatça aldırılıyor. Bu süreçte Avrupalı ve Amerikalı erkekler erkekliklerinden birşey yitirmedikleri gibi kadınlara daha çekici geliyorlarmış. Elbette oralarda da estetik ameliyatlarının ve güzelleşmelerin erkekler açısandan bir sınırı vardır. Her şey bir yana görülmesi gereken, mutlaklaştırılmaya çalışılan sosyo-kültürel kalıpların pekala değişebiliyor olmasıdır. Yine de gözden kaçırmamamız gereken bu değişikliğin mantığı olmalı. Uzun vadeli düşündüğümüzde insanın ruhsal ve bedensel bütünlüğü gözardı edilip bir robot insanın yaratılma tehlikesi akla geliyor. Nazizmin sarışın alman askerlerinin tornadan çıkmış gibi bir örnek oluşunu kastediyorum. Böyle bir zihniyet var olan ayrımcılığı daha da keskinleştirecektir. Ele krem sürmenin bile kadınsılık olaraka algılandığı bir kültürde gerçi robot insana kadar ne tehlikeler vardır kimbilir! Erkeklerin farklılaştığına, Suna Tanaltay da dikkat çekiyor. Kendisi tipik bir burjuva psikoloğudur. Bizim açımızdan zaten düşman cephesindedir. Fakat burjuva gençlerine de yarardan çok zararı olduğunu düşünüyorum. Çünkü onları toplumsal gerçeklikten uzaklaştırarak yabancılaştırıyor. Gerçi bu onların sorunu ama yalnızca onlarla yetinmiyor. Psikolog Tanaltay sokakta yürüyen çiftlere baktığında, cinsiyetleri zaman zaman birbirine karıştırıyormuş.Erkekler giyim, takı, küpe ve dövmelerle kadınsı süslenmeye yenik düşmüşler. Tanaltay'ın belirttiğine göre küpeler de takıldığı kulağa göre farklı şifreler ifade ediyormuş!Burada giyimi, takıyı, küpeyi, kılı,tüyü tartışmayacağım. Suna Tanaltay, orta sınıf ahlak zabıtası rolüne soyunmuş anlaşılan. "İlk
KAOS GL 18/18
çağlardan bu yana hep kadınlar süslenmiş ancak günümüzde erkekler de böyle bir yönelime girmiştir."Tanaltay geçmişe bugünün gözlükleriyle bakıyor ve yanlış ve eksik şeyler görüyor. "Erkek tarihin çok uzun bir döneminde doğa ile savaşırken kadınlarını besleme uğraşı verirken hep somut yararları önde tutmuştur."Böyle diyor psikoloğumuz.Geçmişte insanların, hem kadınların hem erkeklerin vücutlarına, saçlarına,başlarına sürdükleri boyalar, taktıkları takılar bugünün gözüyle bakıldığında boş ve saçma gelebilir. Fakat o insanlar için somut karşılıkları mutlaka vardı. Galiba Tanaltay sözlerinden de çıkarabileceğimiz gibi erkek avdayken kadın boş boş oturuyor ve o esnada makyaj yapıyor sanıyor. Burada Tanaltay o kadar çok yanlış yapıyor ki hangi birini sayayım. Zamanmerkezcilik, kültürmerkezcilik, erkekmerkezcilik hepsi Tanaltay'ın bakış açısında mevcut. Kadınlar isteseler de boş oturamazlardı. Avdan eli boş dönen erkekleri ve çoçukları kim besliyordu? Her boktan anlayan psikologlar biraz da antropoloji ve sosyoloji bilselerdi belki insanlara daha yararlı olurlardı.Gerçi zihniyet değişmediği sürece onlar yine görmek istediklerini görürlerdi. Onların dilini kullanacak olursak "Bilimci" sorumluluğunu bir yana bırakıp ortalama bir anne babanın kaygılarını dillendiriyor. Uzun saçtan, takıdan, küpeden dert yanıyor.Anlamaya çalışması gerekirken tam tersi sorumsuzca davranıyor. Ortada bir yarış ya da kazanan- kaybeden birileri varmış gibi erkeklerdeki sözümona farklılaşmaları, kadınsı süslenmeye yenik düşme olarak görüyor. Açıktır ki yoksulların ve alttan gelenlerin fiziksel değişikliklerine dikkat çekiliyor. Yoksa burjuva ve zengin erkekler zaten süsleniyorlardı. Bu görmezlikten geliniyor. Daha doğrusu alt kesimlerdeki insanlar aynı şeyleri yapmaya başlayana kadar ses çıkarılmıyor. Alt kesimlerde benzer davranışlar görülmeye başlandığında yaygara koparılıyor. Bu durum egemen ahlakın bir iki yüzlülüğüdür. Bu iki yüzlülüğün burjuva sınıfı tarafında yaşananlar güya gizlidir. Hafta sonu travestiliğinden, ‘bi’ kereden bir şey olmaza kadar o cephede herşey meşrudur. Kılıfına uydurabilirsen herşey denenebilir gerisi magazin muhabirleri ile danışıklı dövüşe kalmıştır. Onlardan biri yaparsa macera olur yoksullardan biri yaparsa sapıklık olur. Onlardan biri yaparsa çılgınlık olur, yoksullardan biri yaparsa soytarılık olur. Suna Tanaltay'lara düşen bu ikiyüzlülüğe bilimsel kılıflar hazırlamaktır. Fiziksel değişiklikler sosyokültürel çağrışımlıdır. Yani sembolik bir anlam da taşırlar.Kadınsılık ve erkeksiliğin dışında bir süreçtir bu. 60'lı ve 70'li yıllarda erkeğin uzun saçı bir asilik belirtisi idi ve köylerde bile klasik uzun saçlı erkekler olurdu. 80'lerle birlikte hatta biraz daha erkenlerde saçlar birden kısaldı. Günümüzde kırda uzun saçlı erkek görmek belki de imkansız iken kentlerde yeniden saçlar uzadı. Ama hiç kimsenin aklına asilik ya da devrimcilik gelmiyor. Artık uzun saçlı bir erkek hele de at kuyruğu yapmışsa ya entel ya da ibne olarak algılanıyor. Giysiler, takılar ve
benzeri şeylerin sosyo kültürel süreçte birden çok anlamları olabiliyor ve aynı şeyler farklı zamanlarda farklı anlamlar kazanabiliyor. Bu anlamları ilgili zaman ve mekanda değerlendirmek gerekir.Yoksa ‘ah vahla’ ya da ‘hot zot’la bir bok olmaz. Herkes saçını uzatabilir ya da herkes küpe takabilir. Ama herkes güzellik salonlarına veya estetik kliniklerine gidemez. İlgili pazarda ve medyada kullanılan"Babalar", "Erkekler" çoğul özneler kapitalist toplumun yapısı gereği doğru bilgi vermez. Güzellik salonları ve estetik klinikleri para gerektirir ve farklılaşan erkekliğin toplumsal yansımalarını doğru tahlil edebilmek için ilgili erkeklerin sosyoekonomik konumlarını bilmek gerekir. Bununla birlikte ilgili pazar üst-orta sınıf ve burjuva erkekleri ile yetinemeyeceği için bu alanın genişleme olasılığı yüksektir. "Süslenme" ve "Estetik kaygı" tek başına kapitalist pazarın kar mantığı ve imaj kaygısı ile açıklamak yeterli olmayacaktır.Bununla birlikte estetik kaygının ne kadarı insanın kendi bedenini sevmesini ve ona saygı duymasından ve ne kadarı imaj kaygısından kaynaklanıyor olduğunun ortaya konması gerekir. Bu durum zorunlu ve gerekli bir ayrımdır. Çünkü kapitalist
toplumun insanı aynı zamanda vücuduna da yabancılaşmıştır. Kapitalist toplum insan vücudunu da bir mal olarak görür ve piyasaya çeker. Kapitalist toplumun insanı eğer vücuduyla ilgilenebiliyorsa bedensel ve ruhsal bütünlüğü için değil başkaları için ilgilenir. Kendini başkalarına sunar. Bu durum bir pazarlama olarak da görülebilir. (Pazarlama derken, kapitalist toplumda herhangi bir meslek olan fahişeliği kastetmiyorum).Bir mal/meta olarak insan vücudu insanın kendi denetiminden çıkmıştır. İlgili pazarın kuralları insan vücuduna yön vermektedir. Gelinen aşamada "Güzellik" de "Estetik" de çoktan içi boşaltılmış kavramlardır. Farklılaşan ya da elden giden "Erkeklik"in yasını tutacak değiliz. Gerçekten "Elden giden" birşey olsa bir tekme de biz vururuz kuşkusuz. Heteroseksüel erkek iktidarınca korunup kollanan ve onun kurumlarınca davranışsal ve zihinsel olarak yeniden üretilen toplumsal erkeklik bizim sorunumuz olmalı. O değişiyor mu, o parçalanıyor mu? Makyaj değişiklikleri ile kendimizi kandırmayacaksak yanıtlanması gereken soru budur.
SIRBİSTAN
A R K A D I A Arkadia, varlığını 1990’dan beri sürdüren ilk Sırp gay ve lezbiyen organizasyonudur. Birçok hevesli insan tarafından, sürüp giden aşağılanmayı ve kişisel yalnızlığın umutsuzluğunu yenmek amacıyla kuruldu. 1994 yazına kadar Arkadia, tamamiyle illegaldi. Erkek eşcinselliğini suç sayan kanun yüzünden hukuksal meşruluk kazanamıyordu. İki yıl önce kurucularından biri, polis tarafından tutuklanarak karakola götürüldü ve Arkadia’nın üyeleri, finansal destekçileri (“Her ne yaptıysak kendi paramızla yaptık”) ve devlete karşı giriştikleri dolaplar vb. hakkında sorguya çekildi. Salıverildiğinde, polislerin onu oldukça dövdüğü açık seçik ortadaydı... Bu durum Arkadia’nın başına açılan dertlerin uzun listesinden sadece bir tanesi. /Erkek eşcinselliğine dair reformu kim başlattı, hiç öğrenemedik. Bu, tamamıyle sessiz bir önergeydi ve kabul edildikten sonra da hiçkimse (medyayı kastediyoruz) bu değişikliğin yapıldığını duyurmadı. 14 Haziran’94’ten önce iki erişkin erkek arasında rızaya bağlı cinsel ilişkiye suç gözüyle bakılıyordu. Cezası ise bir seneye kadar hapisti. Şimdiyse herşey değişmiş gibi! Partnerler 18 yaşın üstünde oldukça (Sırbistan’daki yasal yaş 14) eşcinsellik bir suç değil artık. 14 yaşın altında birisiyle ilişki kurmaya (ister heteroseksüel isterse eşcinsel olsun) bir suç gözüyle bakılıp cezalandırılabiliyor. Bu yaş sınırlamasına uyulmadığı zamanlarda ceza 6 aydan 5 yıla hapis oluyor. Bu son otuz yıl içinde hiç kimsenin gay olduğu için mahkemeye çıktığını ya da tutuklandığını gösteren bir kayıt bulunmuyor. Ama bir çok polis baskını olmuş ve bir çok gay, karakollara götürülerek dövülmüş ve aşağılanmıştır. Yugoslavya’da savaşın başlamasıyla, gaylere karşı şiddette bir artış olmuştur. Çoğunluğu genç insanlardan (16-25) oluşan sokak çeteleri, “güçlerini göstermek” amacıyla çark alanlarını seçiyor. En son olaylardan birisinde bir gay bıçaklanmıştı ve bu adam polise şikayette bulunmaktan korkuyordu. Kanun değişmiş olsa da hiçbir şey başarılmış değil. Polisler hala, “bana asılıyordu, ben de ona vurmak zorunda kaldım” türü hikayeleri kabul etmeye ve saldırganı cezalandırmak yerine, kurbanı aşağılamaya istekli görünüyor. Lezbiyenler ise her zaman olduğu gibi tamamıyle göze görünmez durumdalar. En son kanun reformu onlar için bir şey getirmedi; çünkü onlar hiç bir zaman “var olmadılar”. Arkadia, Belgrad sokaklarında lezbiyenlerle ilgili bir anket yaptı. Sonuçlar üzücü olmaktan da öteydi. Katılımcıların %60’ından fazlası, lezbiyenlerin hasta olduğunu ve hastanede tedavi görmesi gerektiğini söylüyordu. Bazıları, onları gettolara kapatacaklarını söylerken, %40’tan fazlası, sahibinin lezbiyen olduğunu bildiği bir dükkana gitmeyeceğini belirtiyordu. Tabii ki böyle bir şeyi bekliyorduk. Çünkü bizim geleneklerimiz, eğitimimiz (özellikle de bu!) ve son “maço” savaş politikası, “vatanseverlik” kendine uymayan herşeyi dışlamakta. Bununla beraber, Ceza Kanunumuzun değişmesi, Arkadia’ya çalışmalarına tamamen yasal olarak başlaması için alan açmış durumda. Çalışmalarımızı korkmadan gerçekleştiremeyeceğimizi biliyoruz, ama birisi bir yerden başlamak zorunda.
KAOS GL 18/19
A R T E M İ S ’ İ N
T A P I N A Ğ I
MODA SENDROMLARI Yasemin ÖZALP Yükselen değerlerle birlikte yaşamımıza giriveren “lezbiyenlik modası” son zamanlarda oldukça kafamı kurcalıyor. Öylesine kafamı kurcalıyor ki, lezbiyen oluveresim geliyor! 80’lerle birlikte dünyada esen neo-liberalizm rüzgarı ülkemize ulaşınca, bir sahte özgürlükler cennetinde buluverdik kendimizi. Ekonomik alanda görece bir özgürlük başladı. Artık nescafe içebiliyoruz, ithal malları yasal yollarla bulabiliyoruz, hatta dövizle alış-veriş edebiliyoruz. Canım; bu saydıklarımın kimlere yaradığı, kimlerin ise günlük ekmek paralarının hesabını yaptığını da fazla kafanıza takmayın. Her özgürlüğün bir bedeli vardır. Siyasal bir ideoloji yalnızca ekonomik politikalarıyla ayakta duramaz. Her ideoloji beraberinde kültürünü de getirir. Burada bizi ilgilendiren kısım ne olabilir? Uzun lafın kısası, 90’larla birlikte atılımcı ve özgürlükçü Türkiye’mizde özel kanalların da kurulmasıyla eşcinsellik mass medyada telaffuz edilir oldu. Pek ciddi tartışma programlarımızda ve “kim, kiminle, nerede, ne yapıyor” programlarımızda eşcinsellik tanındı, utanmadan çoluk çocuğun birlikte oturduğu odalarımıza bile girdi. “Aaa, bakın onlar da insan. Hiç ummadığınız biri eşcinsel olabilir. Mecliste bile eşcinseller var” diye buyurdu medya. Jet sosyete ve sanat dünyamızın pek kibar hanımefendilerinin isimleri de lezbiyenlik dedikodularına karıştı. Kırk yıllık “ablacılık” piyasaya yeni sürülmüş bir mal gibi oldu “lezbiyenlik modası”. Otorite, egemen ideolojisini bireylerin bilinçlerine ve bilinç ötelerine kazımak için pek çok yöntem kullanır. Sistemin sürekliliğinin sağlanması için de otoritenin bir takım kurumlarla ittifak yapması gerekir. Doğal olarak bu kurumlar da sistemin sürekliliğinden çıkarı olan kurumlardır. İşin mantığı gereği,
KAOS GL 18/20
kitle iletişim araçlarına çok fazla iş düşmektedir. Mass medya da kraldan fazla kralcı kesilerek görevini layıkıyla yerine getirmektedir. Medyanın kendilerini bilgilendirdiğini sanan bireyler, medyanın “tarafsızlık” ve “doğru habercilik” uğruna nelere katlandığını bir bilseler, reklamlara bile tahammül edebilirler. Oysa mass medya bizi gerçekten bilgilendirmekte midir, yoksa bilgiye istediği yönden bakarak bize aktarmakta mıdır? Medyadan bize şöyle bir haber ulaşır; “Lezbiyenlik moda oldu.” Sanki insanoğlunun ve doğanın varoluşuyla birlikte eşcinsellik de binlerce yıldır var olmamış ve 20. yy’ın son çeyreğinde keşfedilmiş gibi. Eğer dikkatli dinlemezsek, bu cümlenin gerisindeki terörü de farkedemeyiz. Mass medya bir yandan lezbiyenliği tanırken, diğer bir taraftan yok saymaya çalışmaktadır. Bu bir modadır. Modalar gelip geçer. Asla bir yaşam biçimi haline gelmez. Otoritenin karşısına taleplerle çıkmaz, çünkü moda olan bir şey için bunlara gerek yoktur. Egemen ideolojinin içinde biryerlere sıkışabiliriz. Büyüklerin kusurları haşa varsa, görmezden gelir. Eğer olmadık bir yerlerde ağzından kaçırırsa, Devlet Baba’nın sopasını kıçında bulur. Ama eğer sopayı hakedecek kadar yaramaz bir evlat değilse, sistem ona nimetlerini sunmaya hazırdır. Al sana bar, al sana sinema, al sana pornografi, al sana yatak odası. Sana kim karışıyor? Sen yeterki Noel baba’yı şeytana çevirmeye kalkma. Yeterki heteroseksist toplumda yaşanılanın zaman zaman fısıltıları duyulan sessiz bir katliam olduğundan söz etme. Kutsal aile birliğine olan inancını yitirme. Hatta evliyken bile istersen modayı takip edebilirsin. “Bir kereden hiçbir şey olmaz. Yasak aşkla kıyamet kopmaz.” Altı üstü bir kadınla beraber olacaksın diye bu kadar yaygara koparmaya ne gerek var? (Zaten seni lezbiyenliğinden vazgeçirecek kadar kendine güvenen bu kadar yağız delikanlı varken, birgün evlenmemen büyük bir kayıp olur.) İşin bir de başka boyutu var. Sosyete ve sanat dünyamız içinde moda olan birşeyi sokaktaki bir insan yaptığında, aynı medya bu insanları “sapık” olarak nitelemektedir. Siz de modaya mı uyduğunuza, yoksa ruh hastası mı olduğunuza karar veremezsiniz. Aslında egemen kültür, “Lezbiyenlik moda oldu” söylemiyle artık yok sayılamayan bir olguyu yatak odasına indirgemeye ve bireyleri sistem içinde sindirmeye çalışmaktadır. Bazı Batı Avrupa ülkelerinde de egemen ideoloji eşcinselleri sistem içinde kanalize etmenin çaresini, eşcinsellere evlenme ve evlat edinme gibi haklar tanımakta bulmuştur. Bu söylemler ve haklar ilk bakışta özgürlük gibi görünse de, eşcinsel kurtuluşçularının yükselen mücadelelerine ket vurmanın bir yoludur. Ülkemizin tablosu ise Batı Avrupa’ya göre daha karamsardır. Eşcinseller açık bir devlet ve toplum baskısı altındadır. Ama seni psikiyatrik bir vaka olarak gören erkek egemen heteroseksist ideoloji, bir yandan da açık bir ikiyüzlülükle senin için bar, sinema açılmasına, pornografik yayın yapılmasına bir nebze izin vererek, senin sayende yeni bir sektör kazanmakta, kar elde etmektedir. Bunun sistemin seni tanımasıyla, senin özgürleşmenle bir ilgisi yoktur. 80’lerin ortalarında “Türkiye’de Kürtler vardır” söyleminin mass medyaya girmesi Kürt halkına ne kadar özgürlük getirdiyse ve ne kadar iyi niyet içeriyorsa, “Lezbiyenlik moda oldu” söylemi de lezbiyenlere o kadar özgürlük getirir ve o kadar iyiniyetli bir söylemdir. “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” diyenler zaten senin ne yapabileceğini, en son sınırda nereye kadar gidebileceğini çok önceden senin bilincine ve bilinç ötene kazımışlardır; ama eğer hala algıyla ilgili bir problemin varsa, sendeki algı kıtlığını gidermenin binbir yöntemi de ellerinde mevcuttur. Bizler için “vaat edilmiş topraklar” yoktur. Ama hala seçme-seçilme hakkına sahip olmanızın, işte çalışmanıza, bara gitmenize, partner bulmanıza, bakan ve hatta başbakan olmanıza açık bir sistemde yaşamanın, size yettiğini düşünüyor, özgürlük denen veba mikrobunun ruhunuzu kirletmediğine inanıyorsanız; sorun yok. Ama daha yolun başındayız; heteroseksist toplumun hoşgörüsüyle değil, heteroseksist topluma rağmen var olacağız diyor ve başka bir özgürlük istiyorsanız (burada kastedilen özgürlük yalnızca cinsel kimliğinizle ilgili değildir), sizinle eleleyim. “Siz hala annenizin tapınağında mı yaşıyorsunuz?”
MEKTUP
YALNIZCA KAOSLAŞTIRIYOR!
Bu satırların yazarının; Tabi olduğu yasa:2547 sayılı üniversiteler yasası Akademik statüsü:Uzman-Öğretim Görevlisi Mesleği:Tıp Doktoru Sınıfı:Burjuva Orta Öğretimi:Yabancı dille öğretim yapan özel lise Medeni hali:Evli Siyasi görüşü: (Halk arasındaki deyimiyle ve yanlış olarak) Radikal islamcı ve Köktendinci Beklentisi: Aydınlar Aristokrasisi eksenli Federatif İslam Devleti Tıbbi İlgi Alanı: Alternatif Psikiyatri-Limbic lobe aktivitesi İNCİR ÇEKİRDEĞİNİ DOLDURUP DOLDURMAYACAĞINI BİLMEDİĞİ BEYLİK BİR SORU: Neden “KARMAŞA EEDE” değil de “KAOS GL” (EEDE: Erkek Eşcinsel Dişi Eşcinsel) (16. sayınız dışındaki sayıları izlemediğim için bu sorunun yanıtını bilemiyor olabilirim eğer açıklama yapmış iseniz soru kadüktür.) oturduğu varoşlarda “eşcinsel spekülasyonlar yapmakta ve TIPSAL BAKIŞ izlenimi veren” (Eşcinsel değil!) eşcinselleri muhtemelen malzeme Öncelikle Freudien bakışın analizini olarak kullanmaktadır. insanların dövüldüğünü ya da “siktir yapmanın hem çok gerekli git ibne!” hitabıyla kovalandıklarını, olmadığını hem de çok uzun SİYASETTE EŞCİNSELLERİN kahvehane ya da lokal olacağını düşündüğümden hiç KONUMU sohbetlerinde işçilerin, örneğin Tv. değinmemeyi tercih ediyorum. T.C. özelinde (hatta tüm dünyada) izlerken, bir sanatçıyı görüp, şu herif Ancak -çok subjektif olarakeşcinseller kendilerine sıcak de filancayla düzüşüyormuş (erkek Freudien bakışın doğru olmadığını bakılmayan, hem hekimlerce hem partnerinden bahisle) dediklerine söylemekde yarar var. Bunun en sosyal bilimcilerce hem de halkça defalarca şahit olmuşumdur. temel nedeni ise “Psyche”nin hiç cinsel sapık, kişilik bozukluğu olan, kimse tarafından manipüle livatacı, oğlancı (kulampara) v.s. gibi Burjuva ideologların, Kemalistlerin, Anarşistlerin de eşcinsellere iyi edilemeyeceği ve edilmemesi “condescendent” sıfatlarla anılan, gözlerle bakmadığı bir gerçektir. gereğidir. Bunun yerine daha pozitif bizden ırak olsun cehenneme direk Örneğin Atatürk’ün eşcinsel olduğu (somut) verilerin değerlendirilmesi olsun mantığıyla itilen ve bir dönem yönünde ciddi iddialar varken yararlı olacaktır. Günümüzde Avrupa’sında cüzzamlı ve vebalı Kemalist çevreler bunu reddetmekte Infrastrüktürel araştırmalar bütün hastalara uygulanan tecritin bu hatta bu “utanç verici!” cinsel yaşam hızıyla sürmekte ve her gün yeni kesime de uygulanmasını öngeren biçiminin Atatürk gibi bir Devlet doneler elde etmektedir. Örneğin insanların -her şeye karşınAdamı tarafından kesinlikle Psikoz ve Nörozların “genetik” orjinli arasında yaşayan bir topluluk. benimsenemeyeceği ifade olduğu neredeyse kesinlik Riyakar, samimiyetsiz ve özellikle edilmektedir. Yine sermaye kendi kazanmıştır. Ehli bu gelişmeleri “Sosyal Demokrat” yaftalı politikalar içindeki eşcinselleri pek izlemektedir. Yine insanda bir görünürde eşcinsellere sahip sevmemektedir. Ali Koçman buna Obsesyon-Kompülsiyon, Paranoya, çıkmakta ancak aslında örnektir. V.İ. Lenin için -cinsel Şizofreni geni veya gen gruplarının arkalarından onların kuyularını yaşam açısından- bir aziz gibi olduğu hatta bu genlerin bütün kazmaktadırlar. Marksizmin “nesebi yaşadığı söylenmekte ve insanlarda mevcut olduğu fakat gayr-ı sahih” çocuğu sosyal bazılarında açığa vurduğu (tecelli demokrasi (aslında böyle bir kavram eşcinsellere ayrıcalıklar tanımadığı ettiği, belirdiği) veya dominansi arz siyasi literatür’de olmamalıdır.) kendi bilinmektedir. Buna karşın eşcinseller de Lenin’in Nörosifilis’ten ettiği bazı insanlarda ise açığa piçliğini toplumun bütün (frengi 3. dönemi) öldüğünü 1950 çıkamadığı veya Resesyon katmanlarına yansıttığı gibi eşcinsel yıllarda Bulgaristan ve gösterdiği, sosyo-ekolojik etkenlerin kesime de dayatmıştır. Örneğin Macaristan’da yaymak suretiyle ise bu tablolara predispoze olduğu, Parlemento’da insanlar kendilerine küçük çaplı bir intikam almışlardır. onları güçlendirdiği veya gerilettiği “siz eşcinsel misiniz?” diye -”nazire” bilim çevrelerinde -yüksek- kabul yollu- sorulduğunda ortalığı birbirine İllegal siyasi platformda en yüksek noktaya tırmanmış “gay” -eğer görmektedir. Bu cümleden olarak katmakta ve bu sözlerden dolayı gerçekse- EZLN lideri Marcos’tur. benzer mekanizmanın (ya da aynı birbirlerini mahkemeye Marcos bu iddiayı şu ana dek mekanizmanın) eşcinsellerde de verebilmektedir. Bu soruyu meclis yalanlamamış aksine doğrular işlediğini söylemek bir kehanet kürsüsünden, bana göre -”legere”tavırlar sergilemiştir. T.C.de bir olmasa gerektir. Yani eşcinsellik bir biçimde soran serseri de, o başka durum da eşcinsellikten psişik bir öz değil ve fakat organik zamanlar, sosyal demokrat bir yalnızca “erkek eşcinselliğin” bir öz taşımaktadır. Toplumsal alt partinin mensubuydu. Sınıf anlaşılmasıdır. Örneğin halk bakış (özellikle T.C.de) arabesk bilincinde olduklarını iddia eden arasında erkek eşcinseller için temele oturduğu ve erkeksilik proleteryamızın ve emekçi “ibne” tabiri kullanılırken lezbiyenler egemen olduğundan, konu çok kesimimizin eşcinsellere bakışı için böyle bir tabire boyutlu tartışılamamakta ve bu loş sosyal demokratlarınkinden çok rastlanmamaktadır. Bunun nedeni ortamda birileri bol bol ve gayri tıbbi farklı değildir. Özellikle proleterlerin
KAOS GL 18/21
lezbiyenlerin toplumda yok sayılması veya kaale alınmamasıdır. Bütün bu gelişmelere karşı eşcinseller kendi örgütlerini (sağlıklı olmasa da) kurmaya yönelmekte, kendi klüplerini, cafe’lerini ve toplantı mekanlarını oluşturmakta, kendi yayın organlarını (yetersiz de olsa) kurmakta ve herhangi bir siyasi yapılanmaya entegre olmayı tercih etmemektedirler. İstedikleri Rezonansı alamadıklarından bu tercihe giden eşcinseller -tersindenkendilerini yalıtmaktadırlar. SON TAHLİLDE 1-Gerek Freud ve ardılları gerekse farklı psiko-analitik akollerin temsilcileri yeterli felsefi, dinsel ve etik birikim ve donanıma sahip olmadan, palas pandras, “psyche”nin ummansı yapısına dalmışlar, daha da kötüsü kuramlarını bilimsel bir baza oturtma lüksüne kalkışmışlardır. Bu, en hafif deyimiyle “illüzyon”dur. Freud ve ekoldaşları ne İslam’ı, ne Hint felsefesini, ne Christianite’yi ne de Eski Yunan’ı bilmiyorlardı ya da çok yüzeysel bir bilgi sahibiydiler. Felsefe ve Sosyolojiyle, Etik’le, Politika ve Edebiyat’la artı sanatla zenginleştirilmemiş kuru bir tıp (psikoloji-psikiyatri) bilgisi hiçbir -
yüksek- camiada kabul görmez. Freud’un tıp camiasında tescilli biri sanılıyor- olması onun birikiminden ve hatta deneyselliğinden değil özel bir etniko-politik kimliğe sahip olmasındandır. Freud’un musevi olması ve musevi politisyenleri arasında kabul görmesi ona “ün”ü getirmekte gecikmemiştir. O kadar da değil canım diyenlerle polemiğe girmek bir zaman kaybı olduğundan ciddi değildir. 2-Aynı biçimde Lenin’de metafizik ve dinsel birikimi olmadığından veya çok kifayetsiz kaldığından kendine Hegel’i ve Marks’ı referans edinmiş ve eksiklerini tamamlama yoluna gitmiştir. Dinsel verileri “bilimsel” bulmamış ancak gerek “felsefe defterlerinde” gerekse başka eserlerinde “Ruh”u tanımlayamamış ya da çok zorlanmıştır. Bilimsel ilerlemenin de Lenin’e denk gelememesi -özellikle Fizik’teLenin’in belki de şanssızlığıydı. Ne olursa olsun Lenin felsefi insanı özellikle onun Ruh’unu didiklemekte ve aydınlatmakta güçlük çekmiş ve lenguistik- illüzyonlara sapmıştır. Bunun nedeni genetik olarak sahip olduğu “iman” geninin belirememesi bir diğer deyişle resesif kalmasıdır.
3-Bütün zamanlar boyunca filozoflar, hekimler, sanatçılar “Ruh”un ne olduğunu merak etmişler ve bu yönde birçok eserler vermişlerdir. İslam mütefekkirleri özellikle Gazzali- bu konuyu çok detaye biçimde irdelemişler ve “Ruh”u tanımlamışlardır. Bu başka bir başlık olarak irdelenebilir. Şu kadarını söyleyebiliriz ki gerek Ruh gerek Akıl kutsal kavramlar olup Yaratıcı’ya izafe edilmektedir. Bu bağlamda Ruh hastalığı veya Akıl hastalığı gibi kavramlar “İslami” anlamda yanlıştır. Sinir hastalıkları daha doğru bir kullanım olacaktır. Bu nedenle psikiyatri yanlış yolun yolcusudur. 4-”Gay”lik bir psikiyatrik tablo değil “Genetik Status”tur. Ahlaki yüceliş, dialektik işleyiş gereği, “Gay”likle çatışmakta ve onu tasfiye etme gereği duymaktadır. Bunun nedeni İslam’ın “livata”yı büyük bir günah olarak görmesi ve bunu sure ile kesinleştirmesidir. Sadome kasabası tarihe bu özelliğiyle geçmiştir. Dolayısıyla islami siyaset “Gay”liği reddeder. Bu inakçı bir yaklaşım olarak ele alınabilir ancak tutarlıdır, ikiyüzlü değildir, dürüsttür, sahihtir ve nettir. Saygılarımla Dr.Fazıl HAKARAR
Baştarafı sayfa 11’de
KAOS GL 18/22
E
rkekler arası eşcinsel ilişkide serüven zenginliği, çok çekicidir ve bağımlılık yaratır. Evlilikler zaten her zaman serüvensizliktir. Erkek-kadın ilişkisi ise, çoğu kez aynı toplumsal çevrelerin içinde, aynı tür insanların arasında olur. Bir erkek, rastlıyacağı kadının, biraz sonra birlikte yatağa gireceği kişinin kim olacağını, iyikötü bilir; Hangi sınıftan olabilir, nerede oturur, ne kadar okumuştur, ne iş yapar vb. bütün bunlar önceden belli olur. Bir kadın da aynı biçimde, önceden tanır bir erkeği. Hatta, eşcinsel bir ilişkiye hazırlanan kadın da, kestirebilir beraber olacağı kişinin nereden geldiğini. Oysa erkek eşcinsel için durum, çok daha farklı, çok daha değişiktir. Tehlikeler dolu bir değişikliktir bu... Her türlü erkeğe rastlıyabilirsiniz bu okyanusta: Zengin veya yoksul, okumuş veya cahil, üst veya alt sınıftan, kentli veya köylü, mert veya sahtekar, aslan yürekli veya köpek balığı yüzgeçli olabilirler. Malatyalı, Karslı, Çankırılı veya İzmirlidirler. Genç veya kır saçlıdırlar. Elleri nasırlıdır veya üniversitede okurlar. Öğretmen, otopark bekçisi, hurda kağıt toplayıcısı, fırıncı veya işsizdirler. Canları sıkkın veya çakırkeyiftirler. Hırsızlık yapar ve şarap çekerler ucuzundan. Çam ağaçları gibi kokar doğramacılar ve marangoz atelyesinde çalışanlar. Kaportacılar ve oto tamircilerinin ise, benzin kokusu vardır bacak aralarında bile. Bazıları ter kokar ekşi ve mayalanmış, bazıları ise parfüm kokuludur. Ucuz berber kolonyalarından kokanlara da, gül kokanlara da rastlarsınız. Sakin ve konuşmasız olur kimisi. Ağır başlıdır ve soylu bir sessizlikle dinler. Hiç dili yok gibidir. Sadece beden dili ile anlaşırsınız. Bazısı ise konuşmayı “şehvetle sever”. Sürekli anlatır: İşini, ailesini, köyünü, günlük kaygılarını, umutlarını, gelecek planlarını... Her şey doğaldır onun için. Eşcinsel ilişkide de bir terslik yoktur. Şöförler, sağır edecek kadar çok açarlar radyonun veya teybin sesini. O inanılmayacak kadar sıradan ve boş şarkı sözleriyle reklamlar azaltır onların yalnızlıklarını. Mevsimlik inşaat işçileri ise, daha çekingen ve mesafeli dururlar. Kentlilerin bıçkınlığı yoktur onlarda ve elleri daha ağırdır kentli işçilerden. Bir inşaat mevsimi boyunca, bütün şehirli beyleri sıradan geçirerek yükseltirler yapılarını. Paydos edilince inşaat, yemeklerini tek bir kapta pişirip yerler ve parklara dağılırlar. Soğuk sularda sabunsuz yıkanırlar. Pazarcılar, küçük esnaflar, düz memurlar, gecekonduda oturan mustahdemler... “Bugün hapisten tahliye olan” hasretlikler... Hepsi, hepsi ile kesişebilir rotanız. Buradaki çekimin, fiziği olduğu kadar kimyası da değişiktir. İşçiler de olabilir sizi çeken, işveren de; çırak da olabilir, usta da...
B
***
u kadar geniş ve bazen de derin bir serüven denizinde boğulmak, her zaman mümkündür ama, başka hiç bir durumda, insanların bu kadar geniş bir kesimini, böylesine özelbir biçimde kucaklayamazsınız. Ne partide, ne sendikada, ne dernekte... Derin ve karanlık bir okyanusa dalmak gibidir eşcinsel ilişki.
M
U
S
T
A
F
A
ILGA BULLETIN’den (1995, sayı 4) AMERİKAN PSİKİYATRİSTLER BİRLİĞİ (A.P.B.) ABD’DE LEZBİYEN VE GAY GENÇLİĞİ RAHAT BIRAK!
ŞİLİ’DE SODOMİ YASASI YÜKSELİYOR
1974’de APB, eşcinselliği hastalık kategorisinden çıkardı. Ancak hala her yıl, yüzlerce lezbiyen, gay, biseksüel ve transgender genç psikiatri kurumlarına kapatılıyor ve cinsel yönelimlerini değiştirmeleri için “tedavi”ye tabi tutuluyorlar. Doktorların bu tedaviyi haklı göstermek için kullandıkları teşhislerden biri “cinsel kimlik bozukluğu”. APB’nin Teşhis ve İstatistik Yıllığına göre cinsel kimlik bozukluğunun kızlardaki belirtileri, “ana babanın beklentilerine, onların elbise ve diğer kadınsı giysileri giydirme çabalarına karşı şiddetli olumsuz tepkiler göstermek”, oğlanların giysilerini ve kısa saçı “tercih etmek”, “Batman ve Süperman gibi güçlü erkek figürleriyle özdeşleşmek”. Amerikan Pediatri Akademisi, Amerikan Hekimler Birliği ve Amerikan Çocukları Koruma Birliği lezbiyen ve gay gençliği hastalıklı görme karşısında çok net tavır aldılar. Bununla birlikte, APB, sosyal olarak empoze edilen toplumsal cinsiyet rollerine veya heteroseksüel kurallara boyun eğmeyen genç insanları damgalamaya devam ediyor. Lezbiyen Hakları Ulusal Merkezi, Transgender Yasası ve İstihdam politikası Uluslararası Konferansı, IGLHRC (Uluslararası Gay Lezbiyen İnsan Hakları Komisyonu) ve başka bir çok örgüt APB’e durumunu değiştirmesi için baskı yapmak amacıyla bir kampanya başlattılar. 1.”Cinsel kimlik bozukluğu”nun bir hastalık olarak sınıflandırılması sağlık hizmetinden yararlanmada çok önemli bir engeldir. Damgalanmaktan veya kapatılmaktan korkan gençler günlük yaşamlarında karşılaştıkları yalnız bırakılma, reddedilme ve düşmanlıkla başetmek için ihtiyaç duyabilecekleri sağlık hizmetini kullanmaktan kaçınacaklardır. 2-ABD’nin ruh sağlığı uzmanlarının en üst örgütü olarak APB, doktorların lezbiyen, gay, biseksüel ve transgender gençler de dahil tüm hastalarına güvenilir ve önyargısız bir hizmet sunmalarını sağlama sorumluluğu taşır. APB, Amerikan Pediatri Akademisine, Amerikan Hekimler Birliği’ne ve Amerikan Çocukları Koruma Birliği’ne cinsel azınlık gençliğini hastalıklı görmeye karşı tavır alma konusunda uymalıdır. Erişkinler arasında eşcinsellik hastalık olarak kabul edilmemektedir, gençlik için de aynı durum geçerli kılınmalıdır. 3.APB, tüm insanların kendi tanımladıkları cinsel kimliklerine ulaşabilme ve onu oluşturabilme konusunda yetkin sağlık hizmeti görme hakkını savunmalıdır.
Şili Parlementosu alt komisyonunda, 365. maddede kendi cinsiyle ilişkiyi yasallaştıran bir değişiklik yapılması kabul edildi. Şu anda, Şili Ceza Yasasının 365. maddesi “sodomi”yi suç kapsamına alıyor. Yoğun lobi çalışmalarından sonra 2 Ağustos 1995’de, aynı cinsten insanlar arası cinsel ilişkiyi sadece 18 yaşın altında yasaklayan madde 365 değişikliği Şili Parlementosu alt komisyonu Camara de Diputados’da onaylandı. Eğer geçerse, yeni yasada eşcinsel ilişki yaşı heteroseksüel ilişkilerdeki yaştan daha yüksek olacak. Ki bu IGLHRC için tatmin edici bir sonuç değildir. Yine de bununla birlikte, aktivistler aynı cinsten erişkin insanlar arası özel ilişkilerin illegal olmaktan çıkarılmasını selamlıyorlar. Madde 365’in öngörülen değişikliğinin Şili Senatosuna sunulması gerekiyor. Senato politik olarak daha tutucu ve öngörülen değişikliği onaylama şansı düşük görünüyor. Gelecek yıldan önce onaylanması beklenmiyor. Son raporlar, Güney Santigo caddelerinde çalışan travesti seks işçilerinin Neo Nazi gençlik grupları tarafından sistematik fiziksel tacize uğradıklarını gösteriyor. Gay aktivistler madde 365’in kaldırılması konusunda destek verenlere karşı da saldırganlığın gündeme geleceğine inanıyorlar. Bu bağlamda, Şili Senatosunu tüm Şili vatandaşlarına karşı eşit ve ayrımsız davranma deklerasyonuna en kısa sürede zorlamak kaçınılmaz olmuştur.
Çev: Didem KOLOMBİYA HAPİSHANELERİNDE “ANORMAL VE AHLAK DIŞI DAVRANIŞLAR” Geçen yıl Kolombiya, Pereira, La Badea Kadınlar Hapishanesinden bir mahkum, Martha Alvarez, Savcılık Bürosundan uzun süredir birlikte olduğu eşiyle açık görüş talep etti. İzin verildi ama hapishane müdüründen beş aydan daha uzun bir süre resmi yanıt gelmedi. Gayrıresmi olarak, müdür hapishanede “anormal ve ahlakdışı davranışlar”a izin verilmeyeceğini söyledi. Ocak’95’de Ombudsperson (halkın şikayetlerini takip eden memur) Kolombiya Anayasasında garanti altına alınmış hakların hapishanelerde ihlal edildiği iddiasıyla yasal bir hareket başlattı: dilekçe hakkı, yasa önünde eşitlik, kişiliğini geliştirme hakkı. Hakim, Alvarez’in dilekçe hakkının hapishane tarafından ihlal edildiğine karar verdi, fakat diğer iddialar hakkında hüküm vermedi. Bu mahkeme kararı sonrası hapishane müdürü dilekçeyi cevaplamakla görevlendirildi. 5 Şubat’ta ziyaret izni verilmeyeceğini belirten bir cevap verildi. İzin verilmeme nedeni olarak, başvurulacak yerin davanın görüldüğü mahkeme olduğu, savcılık bürosu olmadığı belirtildi. (Bu tartışma yanlıştı; her ikisi de böyle bir izni verme yetkisine sahipti. Alvarez’in ilk başvurusunu yaptığı savcılık bürosu uygun başvuru merkeziydi.) Ombudsperson Santa Rosa de Cabal Yüksek Mahkemesine başvurdu ve “hapishanelerde eşcinsel davranışlara izin verilmesinin bu tür kurumlarda disiplini bozduğunun” ve bu tür ziyaretlerin hapishane sisteminin amaçlarına karşı olduğunun tartışılmasını sağladı. Sonraki gün Alvarez, koşulların çok kötü olduğu başka bir kuruma nakledildi. Konu Anayasa Mahkemesine iletildi.
KAOS GL 18/23
Galli atalarımdan açık mavi gözler, dar bir kafa, savaşlarda da beceriksizlik kaldı bana. Onlar kadar barbarca buluyorum giyimimi. Ama yağlamıyorum işte saçlarımı. Zamanlarının en ahmak hayvan yüzücüleri, ot yakıcılarıydı Galliler. Onlardan bana: putperestlik, hayasızlık sevgisi -oh! tüm kötülükler, öfke, şehvet - canım şehvet- yalan ve tembellik özellikle de, bir bunlar kaldı. Tiksiniyorum bütün zanaatlardan. Ustası da, işçisi de, hepsi köylü, iğrenç yaratıklar. Kalem tutan el de, sapan tutan elden değerli değil. -Bir el çağı salt!- Hiçbir zaman benim ellerimle ilişiğim olmayacak. Sonra hizmetçilik kişiyi çok uzağa götürüyor. Dilenciliğin dürüstlüğü içime işliyor. İdişler gibi tiksindirici caniler: dokunulmamışım ben, bu da bana vızgelir. Ama! kim benim dilimi bu denli hayın yaptı, tembelliğimi bugüne değin gütsün, korusun diye? Hiçbir şeyden, hatta vücudumdan bile asılanmadan, kurbağadan daha başı boş, işsiz güçsüz, önüme gelen yerde yaşadım. Tanımadığım bir tek aile kalmadı Avrupalı. -Benim ailem gibi her şeysini İnsan Hakları Bildirisi’ne borçlu aileleri demek istiyorum.- Her aile çocuğunu tanıdım! Fransız tarihinin bir noktasında geçmişlerim olsaydı! Ama, hayır, hiçbir şey. Benim aşağı bir soydan geldiğim açık. Ayaklanmayı anlamıyorum. Benim soyum ancak yağma etmek için ayaklandı: öldürmedikleri bir hayvana saldıran kurtlar gibi. Kilisenin büyük kızı Fransa’nın tarihini hatırlıyorum. Bir köylü gibi, kutsal ülke yolculuğunu yapmış olmalıyım; kafamda ova yolları, Bizans manzaraları, Kudüs surları var: Meryem saygısı, çarmıh duyarlığı uyanıyor bende, o binlerce saygısız periler evreni arasında. -Bir cüzzamlı olarak, güneşin kemirdiği bir duvarın dibine, kırık çömlekler, ısırganlar üstüne oturmuşum.- Daha sonra da, ben bir süvari Alman gecelerinde konaklamış olmalıyım. Ah! işte gene: ağaçlıklar arasındaki kırmızı bir alanda ihtiyar kadınlar ve çocuklarla sebt gününü kutluyorum. Bu topraktan ve Hıristiyanlıktan daha eskiyi hatırlamıyorum. Bu geçmişte kendimi buluşuma son yok. Ama hep yalnız; kimsesiz; hem hangi dili konuşuyordum ben? Kendimi hiçbir zaman İsa’nın yanında görmüyorum; ne de o Soyluların yanında -İsa adına konuşan. Geçen yüzyılda neydim ben: yeniden bugünde buluyorum kendimi ancak. Paydos bundan böyle serseriliklere, belirsiz savaşlara paydos! Herşeyi kapladı o aşağı soy -hani halk denen, us, ulus ve bilim. Ah! bilim! Her şey yeniden bulundu. Vücut için, ruh için -azık- tıpla felsefe var - kocakarı ilaçları, yeni bir biçime sokulmuş halk türküleri. Sonra prens eğlenceleri ve prenslerin hani o yasak ettikleri oyunlar! Coğrafya, gökbilim, mekanik, kimya... Bilim, yeni soyluluk! İlerleme. Yürüyor dünya! Niye dönmesin? Sayıların görünümü bu, Tin’e doğru gidiyoruz. İyice belli bu, bir öngörü bu, bu dediğim. Anlıyorum, puta tapanlara yaraşır sözler etmeden anlatamayacağım, susmalı daha iyi. A.Rimbaud, Seçme Şiirler, de yayınları, Çev. İlhan Berk
KAOS GL
KÖTÜ KAN
“İki şair arasındaki eşcinsel ilişki Paris sanatçılarının alay konusu olur. Odeon Tiyatrosu’ndaki bir galadan sonra bir gazetenin sanat haberleri sütununda yayıncı Lepelletier’nın imzasıyla şu satırlar çıkar: “Bu galaya Verlaine de genç bir hanımla, kolunda matmazel Rimbaud’yla geldi.” Verlaine evli, çoluk çocuk sahibi, kart ve çirkin. Rimbaud bekar, genç, bakışları vahşi ve sert ama yüzü bir genç kız yüzü gibi, güzel. Bu nedenle Paris sanat çevresi Verlaine’i aktif, Rimbaud’yu pasif sanıyor. Oysa tam tersi.” ----------------------------------------------------------TOTAL ECLIPSE Gösterime girmek için sıra bekleyen “Total Eclipse”in başrolünde 1995’in starı olarak nitelendirilen 1975 doğumlu Leonardo (Wilhelm) Di Caprio oynuyor. 1994’te “What’s Eating Gilbert Grape” filmiyle 19 yaşında Oscar’a aday gösterilmiş Di Caprio. Eşcinsel Fransız şair Arthur Rimbaud’nın 37 yıllık yaşamın anlatıldığı bu film bir eşcinselin hayatını her yönüyle ama özellikle eşcinsel yaşamı yönüyle ele alması bakımından önemli. Henüz gösterime girmeyen bu film umarım dünya ile aynı anda Türkiye’de de gösterime girer ve bizler de bu filmi izlemekten mahrum kalmayız. Yalnız, bir gay olarak, Leonardo Di Caprio’nun “Dudakları bana doğru yaklaşmaya başladığında ‘aman Tanrım gerçekten olacak mı?’ dememe gerek kalmadan oldu. Doğal olarak daha önce bir erkekle öpüşmemiştim. Kızların dudaklarının serin, erkeklerinse sıcak olduğunu öğrendim. Zırt pırt ağzımı çalkalamaktan midem bulanmış. Sonradan filmdeki rol arkadaşımla her karşılaştığımızda erkekliğe toz kondurmamak için birbirimize keskin bakışlar fırlatıyorduk. Şimdi düşündüğümde komik geliyor ama o zamanlar hiç eğlenmiyordum...” demesini kınıyorum. (Barış EVREN)