NİSAN 1996
YIL 2
SAYI 20
yalnızca
Z
diz çöktüğümüz için büyüktür.
İLETİŞİM
’den
Handsome, 42 y., male, bilinguel (Eng./Deutsch only), German gay Eurocrat in MUNICH/Germany seeks his ideal mate/friend/lover? for visits, hospitality exchanges. My ideal man: talL, very hairy
(body only), active, romantic, athletic build, non-smoker. able to travel,
intelligent, v.
masculine/str.-acting. VVrite details + photo: GUHA, Jaegerkampvveg 20, D-85748 Garching/Germany.
Tel: (+49.89)
KAOS GL SATIŞ NOKTALARI:İZMİR: KABİLE (KONAK), AYRINTI (ALSANCAK) DENİZLİ: İLERİ, KİBELE ESKİŞEHİR: TURKUAZ İSTANBUL: TAKSİM MEPHİSTO, PANDORA, PENTİMENTO (BEYOĞLU SİNEMASI PASAJI-BU KİTABEVİNDE ESKİ SAYILARIMIZI DA BULABİLİRSİNİZ.) ANKARA: DOST, ABC, ARKADAŞ, İLHAN İLHAN KlTABEVLERl. KAOS GL'NİN LONDRA'DA DA BİR POSTA KUTUSU VAR: KAOS GL PO BOX 10116 LONDON SE22 82D ENGLAND
3202818, evenings CET only. E-mail: rguha@eso.org --------------------------------------------------------Kapak Sözü: Max STIRNER The Ego and His Own (Ego ve Kendisi)
KAOS GL AYLIK POLİTİK GAY VE LEZBİYEN DERGİSİ NİSAN 1996 YIL 2 SAYI 20 İLETİŞİM İÇİN SADECE VE EKSİKSİZ OLARAK LÜTFEN ŞU ADRESİ YAZINIZ:
ALİ ÖZBAŞ P.K. 53 CEBECİ / ANKARA HER AYIN 20’SİNDE ÇIKAR.
CİNSEL KİMLİK ÜZERİNE BİRKAÇ DÜŞÜNCE Murat Bireylerin kendilerini ve "başka"larını tanımlamaları tekil ve değişmez bir düzlemde oluşmaz. Kültürel kimlik çoğul bir kavramdır: Etnik köken, sınıfsal bağ ve duyuşlar, milli duygular, cinsiyet, din, bölgeselcilik-hemşehricilik gibi aidiyet şekilleri bir bütün olarak ve farklı yoğunluklarla kendisini etkisi altına alan kültürel kimlik öğelerinden bir ya da bir kaçını eksen alarak (mekansal ve tarihsel olduğu kadar bireysel tercihlerin de etkisiyle) belli bir "grup" içerisinde konumlanabilir. Böyle bir konumlanma, kendisini adlandırma ve tanımlamasını daha da açık bir hale getireceği gibi, kendisinden "farklı" olanların da net bir şekilde belirlenmesini ve onlarla arasında varolan sınırların çizilmesini beraberinde getirir. Örneğin bir grup işçi, kendilerine karşı olarak tanımladıkları insanlarla birçok ortak değeri (dilsel, kültürel...) paylaştığı halde, sınıfsal kimliklerini ön plana çıkararak belli bir cemaatleşmeye doğru gidebilirler. Ya da dinsel öğeler eksen alınarak ve grup içi belli seramonilerin uygulanması sağlanarak dışa karşı belli bir "fark" oluşturulur ve grup sınırları çizilmiş olur. Bireyin toplum içindeki yerinin bilgisine ulaşması ve kültürel kimliğin oluşumu için "öteki"nin varlığı (yeterli olmamakla birlikte) gereklidir. Hazırda bulunmadığı durumlarda ise, "öteki", yaratılır. Kendini "öteki"ne göre tanımlayıp oluşturmanın en rahat görüldüğü alanlardan birisi de cinsel kimlik alanıdır. "Cinsiyet, insanların kategorize edilmesinin ve onlara karşı tavırların belirlenmesinin temel yolu olmaya devam etmektedir." (Gittins, 1985, 109). Cinsiyetin biyolojik temellerinin (genler, fiziksel görünüş farkları vb) yanısıra, toplumsal alanda varolan "kadınlık", "erkeklik" ve "eşcinsellik" kategorileri, birer kültürel öğeleri olarak işlerler. 'Yaşamdaki fırsat ve ödüllendirmelerden pek çoğunda olduğu gibi gizli ya da açık pek çok biçimlerde cinsiyetimizle tanımlanırız" (Smith, 1994,17). Örneğin, "kadın, sürekli üzerinde anlamlar çoğaltılan bir imge sanki" (Coward, 93, 8); şefkatli bir kucağa sahiptir, çocuğunu "en iyi" şekilde yetiştirir, ona kol kanat gerer ve üstelük erkeğin yaptığı "yaramazlıkları" derin sevgi ve arılığıyla affeder ve onu "sıcak yuvasına" çekmeye çalışır. Kadınlar işyerlerindeki hiyerarşide de altlarda yer alırlar. Hayatın her alanında yüzyüze geldikleri ikincil konumlar, onlara doğalmış gibi benimsetilir. Örneğin kız çocuklarına verilen isimler yumuşaklığı, edilgenliği, bağımlılığı, narinliği çağrıştıranlardan seçilir. Kadınların giydikleri elbisilerin renkleri göz alıcı, kadını topluluk içinde görüntüsel olarak belirginleştirici ve kolayca farkedilmesini sağlayacak niteliktedir. Böylece kadınlar daha kolay "izlenirler". Kız çocuklarına seçilen oyuncaklar, ona öngörülen yaşam biçimini sezdirir: mutfak eşyaları, bebekler, vb. Erkek ise hemen hemen "kadınsı" olarak bilinen sıfatların tam tersiyle tanımlanır. Kadının yeri evken, erkek kamusal alanda etkinlik gösterecektir. Erkek, doğası gereği "akıllı", "oturaklı", "saygın", "ciddi", "otoriterdir". Erkek giysilerinin renkleri grinin tonlarında ya da lacivert vb.dir. (Özellikle ceket ve paltolar). Buradaki bilinçsiz amaç, kendisini görüntü düzleminde silikleştirerek gözönünden kaçırmak ve böylece izlenen değil, izleyen olmaktır. Erkek, bakılan olmayı istemez o hep bakmalıdır. Bakmak bir otoritedir. Erkeklik de bir iktidar olarak anlaşılır, yayılır ve içselleştirilir. Bu alanın üzerinde görünür-görünmez baskı kurduğu alan ise "kadınlık'tır. Erkekliğe yapılan vurgunun bir diğer nedeni de eşcinsel olunmadığına işaret etmektir. Erkeklik eşcinsel olmamaktır. "Çoğu erkeğe göre kendi erkekliklerinin en dolaysız, en somut ve en tutarlı kanıtı eşcinsel olmamaları, diğer erkeklerin arzu nesneleri olmayı istememeleridir" (Segal, 1992, 173-174). Bakılan,, izlenen, üzerinde fantazi kurulan bir "nesne" olunmasını istememenin gerisinde bu yatar. Gerçekten de eşcinsellerin cinselliği erkeklik ve kadınlık durumlarına bir karşı oluştur. Eşcinsellikle birlikte aktiflik-pasiflik, sertlik-yumuşaklık, alan-veren gibi kategorilerdeki vurgular artar. Erkekliğe ve kadınlığa atfedilen özelliklerin içerikleri ve sınırları daha bir belirgenliştirilir. Eşcinselliğin bir kimlik, bir kendini ifade ediş tarzı haline gelmesi, "erkek arkadaşlıklarının hepsinin potansiyel homoseksüellik içerdiği şüphesi erkeklerin kadınlarla birlikte görülmeye, heteroseksüel olduklarını kanıtlamaya ve evlenip çocuk sahibi olmaya zorlanmasını" (Gittins, 1985, 142) beraberinde getirmiştir. "Çağdaş toplumdaki kadın ve erkek homoseksüeller hem korkulacak hem de alay edilecek tipler olarak görülmektedir. 'Homo'lar her zaman efemine, 'lezo'lar her zaman erkeksi görünürler. Bu tiplemeler kabul edilen heteroseksüel rollerin tam tersini temsil eder ve bu nedenle 'sıradan' erkek ve kadınlar ve onların içinde yaşaması gerektiği iddia edilen heteroseksüel aileler için tehlikeli" (Gittins, 1985, 142) görülürler. Yukarıdaki belirlemeler, "öteki"nin varlığının cinsel kimliklerin oluşumunda ve sınırlarının çizilmesindeki önemini göstermeye çalışmak için yapıldı. Fakat "öteki", yalnızca bu alanda değil, diğer tüm aidiyet tarzlarında da kendini gösterir. Dini, milli, bölgesel-yerel, mesleki, etnik vb. aidiyet tarzlarında da "ötekiler"le ilişkiler dışında bir "kendi"lik söz konusu olamaz. Tüm aidiyet tarzlarında, tabiki cinsel kimlik tercihlerinde de, yapılması gereken "fark"ı kabullenerek aşmaktır. "Öteki" her zaman vardır ve yalnızca "kendimiz"den "farklı" olması bile sağlayacağı zenginlik açısından ona bir değer atfetmemiz, onu kabullenmemiz için bir sebeptir. Bu ise her şeyden önce etik bir sorundur. Kaynakça: Coward, Rosalind. Kadınlık Arzulan, Ayrıntı yay. ist. 1995. Gittins, Diana. Aile Sorgulanıyor, Pencere yay. İst. 1985. Segal, Lynne. Ağır Çekim, Değişen Erkeklikler Değişen Erkekler, Ayrıntı yay. İst. 1992 Smith, Anthony D. Milli Kimlik, İletişim yay. ist. 1994
KAOS GL 20/3
KONUŞULMAYAN KURALLAR
İ
R
A
N
VAHME-SABV Varolan İran rejimi, cinsel azınlıklara yönelik, yaygın yasal ve sosyal zulüm ve işkenceler, lezbiyenlerin örgütler oluşturmalarını veya yaşamlarının herhangibir yönünü açıkça yaşamalarını imkânsız kılmaktadır. Sürekli şiddet tehditi altında ve hapsedilme ve hatta idam edilme olasılıkları arasında yaşamak, pek çok iranlı lezbiyeni başka ülkelere iltica etmenin yollarını aramak zorunda bırakmıştır. İranlı lezbiyen ve gay gruplar, ancak sürgündeyken varolabiliyorlar, bu nedenle bu yazıda İran'ın dışında yaşayan lezbiyenler, aileleri ve aşırı dincilerden aldıkları tehditlere dair meseleler tartışılmıştır. Pek çok örnek göstermiştir ki, İran'dan göç cinsiyet ve sınıf ayrımına bağlıdır. Çoğu kadın, ekonomik kaynaklarının yetersizliğinden ve sınırdan kaçmaya yeltendiklerinde cinsel saldırı, hırsızlık ve cinayete erkeklerden daha fazla maruz kalma olasılıkları olduğundan, ülkeyi terkedememektedirler. İran'da ülkeyi terketme olanağına sahip olmayan lezbiyenler, insan hakları ihlâllerine karşı savunmasız kalmaktalar. Fakat bu ihlâller, İran'da veya sürgündeki savunma grupları tarafından yeni yeni farkedilmekte İran'daki kadın örgütleri, ancak kendilerine cinsel roller ve cinsel yönelime dair konuları tartışacakları alanlar bırakmayan, aşırı tutucu islam prensiplerinin sınırları arasında varolabiliyorlar. Sürgündeki pek çok İranlı feminist grup örtünme ve cinsler arası ayrımcılık gibi konuları ele alırken, henüz iran toplumunda yaygın olan heteroseksizme dair tartışmalar başlatmamışlar. Sürgündeki insan haklan grupları hiçbir zaman lezbiyenlere destek olduklarını kamuya açık bir şekilde telaffuz etmediler; İran toplumundaki heteroseksüellik varsayımı sürgün ve mülteci toplulukları, İranlı lezbiyenlerin varlığını tanımalarından ve yaşadıkları baskı ve zulmün ciddiyetini kavramaktan uzak tutuyor. YASAL ENGELLEMELER 1978'deki İslâmi devrimden sonra iran Anayasası islâm yasalarına (Sharia1 ) göre yeniden düzenlendi. 1991'de tırmanan bu gerici iklimde parlementodan Qisas (ceza) diye bilinen bir kanun geçti. Bu kanuna göre özgür iradeyle ve yetişkin insanlar arasında olduğu takdirde, aktif ya da pasif olsun sodomy ölümle cezalandırılabilir hale geldi. Sodomy, mahkemede dört kere itiraf edilerek ispatlanabiliyor; itiraf, ancak itiraf eden kişi yetişkinse, kendi isteğiyle ve özgür iradesiyle itiraf ediyorsa geçerli oluyor. Dörtten az olan itiraflar sadece kırbaçla cezalandırılıyor. Eğer itiraf eden kişi azınlıktan biriyse, cezası ölüm yerine 74 kırbaç oluyor. İslâm dünyasında, lezbiyenlik geleneksel olarak, eşcinsel olmayan mücahitler tarafından yok sayılsa da, kanunun ikinci bölümü de mosaheçeh'e dair-kadınlar arası eşcinsellik. Madde 129, lezbiyenliğin cezasının 100 kırbaç olduğunu belirtiyor. Madde 131'de ise dördüncü cürümün ölümle sonuçlanacağı yazılı. Lezbiyen ve gay'lere yönelik insan hakları ihlâlleri 1991'deki Quisas kanundan önce de vardı. 27 Mayıs 1979'da, Yeni Zelanda Gay Hakları Birliği, İran'da 26 gay ve lezbiyenin kanlı idamını protesto eden bir broşür (?) yayınladı. Aynı günlerde, Ayetullah Humeyni'nin sadece işkence, cinayet ve katliam gibi suçların ölümle cezalandırabileceğine dair teminatına rağmen, üç gay daha idam edildi. Tahran's islamic Revolutionary Tribunai'ın başkanı hapsedilmelerin, İran'ı ahlâki çöküşten kurtarmak için plânlanan yeni bir kampanyanın bir parçası olduğunu söyledi. İsveç'te bir gay gazete olan Kom Ut, 1991 Martında, İran'da 70 lezbiyen ve gay"in idam edildiğini yazmıştı. Yazı, "Farid" adlı, İran'dan kaçarak İsveç'e yerleşmiş olan İran'lı bir gay'le yapılmış bir söyleşiden yola çıkarak yazılmıştı. Farid'in söylediğine göre, otoriteler, bir gay örgütü kurduklarını öğrendikten sonra, 1980'lerin başlarında kurbanlarını bir uçurumdan aşağı atmışlar. Birleşik Devletler'de kendine kalacak yer arayan bir başka gay mülteci, R., 1991 yılı Ağustos ayında, Tahran'da bir gay lezbiyen örgütünde oldukları öğrenilince kendisinin ve beş arkadaşının tutuklandıklarını anlatmış. 60 gün içerde tutulmuş, her gün pek çok kereler dövülmüş ve kırbaçlanmış, ve eşcinselliğini defalarca inkâr ettikten sonra, ellerinde yeterli kanıt olmadığı için serbest bırakılmış. 1992 yılının Ocak ayında yeniden tutuklanmış ve 37 gün sonra serbest bırakılana kadar işkence görmüş. Bu ve benzeri bilgiler, ülkelerinden kaçmayı başarmış İranlı gay ve lezbiyenlerin tanıklıklarıyla toparlanmıştır. Ortaya çıkma, açık olma korkusu, bu mültecileri sessizliğe itmiştir. Bu durum, insan hakları gruplarını doğru, yerinde bilgileri toparlayıp tetkik edebilmelerinin önünde bir engeldir. Ülkeden kaçmayı başaran ve başlarından geçeni korkusuzca açıklayan lezbiyenlerin sayısı, gay'lerinkine göre oldukça az olduğundan, lezbiyenlerin durumlarını değerlendirebilmek daha da zor. Fakat, eşcinselliğin yasalarca yasak olmasının yanısıra, lezbiyenlerin cinsiyetçi baskılara maruz kaldıkları da açıktır. Örneğin, islâm Hadth'inde (Kuran'ın tefsiri) belirtildiğine göre, bakire kadınlar öldükten sonra cennete gidecekleri için, iran'da, "ahlaki çöküş"e neden olan kadınları idam etmeden önce tecavüz ediyorlar. Böyle durumları belgelemek oldukça güç olmasına rağmen, lezbiyenlere hapishanelerde tecavüz edildiği düşünülüyor. Reuters'in2 2 Mart 1988'de bildirdiğine göre, iki kadın
1
Şeriat(Ç.N.) Bir haber ajansı (Ç.N.)
2
KAOS GL 20/4
fahişelik ve "genç kızları kandırmak" suçlarından, taşlanarak ölmeye mahkum edildiler.Raporda, lezbiyenlikten bahsedilmiyor ama buna rağmen, İran yasalarına göre, "cinsel kâfirler" oldukları iması var. ŞİDDET İran'da lezbiyenler, sadece devletten değil ailelerinden ve toplumdan gelen şiddete ve zarara maruz kalmaktalar; hiçbir lezbiyen örgütü ve kadın gruplarından ve diğer örgütlerden lezbiyenlerin yaşadıklarına karşı bir ilgi olmadığından, şiddete maruz kalan lezbiyenlerin başvurabilmekleri çok az yer var. iki yıldır bir kadınla birlikte olan "Anvvar" adlı bir lezbiyenin başından geçenler bunlara bir örnek olabilir. Sevgilisi, daha sonraki bir tarihte Anvvar'ın göç etmesine yardım edebileceğine umarak, Birleşik Devletler'e gidiyor. Anvvar'ın babası, sevgilisinden gelen mektuplara el koyuyorAnvvar, babası ve erkek kardeşlerinden hastanelik edilene kadar dayak yiyor. Ailesi tarafından, evlenmezse ihbar edileceğine dair tehdit ediliyor, ve hastaneden çıktıktan iki hafta sonra evlendiriliyor. Evlendikten iki ay sonra, kocası, Anvvar'ın lezbiyen ilişkisini öğreniyor ve ona periyodik bir şekilde tecavüz etmeye başlıyor. Anvvar İran'ı terkedemiyor, çünkü kanunlara göre kocasının izni gerekiyor. İranlı lezbiyenlere yönelik sosyal düşmanlık ve şiddet, yurtdışına göç etmiş olanlara kadar ulaşıyor. Lezbiyenlere ve/veya sevgililerine yönelik tehditler, ayrıca erkek arkadaşlar veya aile üyeleri tarafından yapılan cinsel saldırılar oldukça yaygın. Birleşik Devletlerde yaşayan İranlı bir lezbiyen, J., San Francisco'daki İranlı Gay/Lezbiyen/Biseksüeller İletişim Ağına, sevgilisinin akrabaları tarafından tehdit edildiğini bildirmiş. Fakat bu olayın üzerine gidemiyor, çünkü cinsel yönelimi iran'da bilinirse , aşırı dincilerin onu rahatsız etmesinden korkuyor. Lezbiyenler cinsel kimliklerini açık ederek, yalnızca iran'ın desteğini çekmesi riskini göze almıyorlar, ayrıca olası şiddet tehdidi altında yaşıyorlar. Avrupa ve Kuzey Amerika'da yaşayan İran'lı ve diğer Orta Doğu'luların karşılaştıkları ırkçılık ve yabancı düşmanlığından dolayı, İranlı lezbiyenlerin ailelerinden ve toplumdan gelebilecek her türlü desteğe ihtiyaçları var; bundan dolayı, cinsel yönelimlerini gizlemek zorunda kalıyorlar. İranlı lezbiyen ve gay'lerden gelen iltica talepleri Kanada, Birleşik Devletler, Avustralya ve bazı Avrupa ülkeleri tarafından kabul ediliyor Fakat, başvuruların çoğunluğu erkekler tarafından yapılıyor, pek çok İranlı lezbiyen ülkeyi terketmekte zorlanıyor. CEZA YASASINDAN Madde 127: Mosaheqeh (lezbiyenlik) kadınlarası eşcinselliktir. Maade 128: Lezbiyenliği kanıtlama yolu, erkek eşcinseller için kullanılanla aynıdır. Maade 129: Lezbiyenliğjn cezası her iki taraf için de yüz (100) kırbaçtır. Madde 130: Lezbiyenlik, suçu işleyen kişi yetişkin ve özgür iradeliyse cezalandırılabilir. Not: Lezbiyenliğin cezalandırılmasında, müslüman, kâfir ayrımı olmadığı gibi faal olan kişi ile maruz kalan kişi arasında da ayrım yapılamaz. Madde 131: Eğer lezbiyenlik üç kere tekrarlanırsa ve her seferinde de cezalandırılırsa, dördüncü keresinde cezası ölüm olacaktır. Madde 132: Eğer bir lezbiyen, şahitler tanıklık etmeden önce pişmanlığını dile getirirse, ceza iptal edilecektir; eğer pişmanlık tanıklıktan sonra belirtilirse , ceza iptal edilmeyecektir. Madde 133: Eğer lezbiyenlik davranışı, faal olan kişi tarafından kabul edilip, kişi pişmanlığını dile getirirse, Sharia yargıcı, kişiyi bağışlaması için Amr Valisi'ne ricada bulunabilir. Madde 134: Eğer, akraba olmayan iki kadın, aynı örtü altında çıplak olarak yakalanırlarsa cezaları yüz (100) kırbaçtan az olacaktır. Suçun tekrarlanması durumunda, yüz (100) kırbaç üçüncü seferde vurulacaktır. YAZAR HAKKINDA: Vahme-Sabv Birleşik Devletlerde yaşayan, İranlı lezbiyen eylemci. Diğer lezbiyen topluluklarıyla birlikte asimilasyon karşıtı güç birliği oluşturmak için çalışmalarını sürdürmekte.
Ü
R
D
Ü
N
AKHADAR ASSAR Yazarın Notu: Bu yazı kişisel, bireysel bakış açımı yansıtmaktadır ve Ürdün'deki diğer lezbiyenler adına konuşulmamıştır. Ürdün'deki lezbiyenler hakkında bir yazı yazmanın zorluğu, sağlıklı ve özgür olanaklardan, kendimizi ifade edebileceğimiz veya lezbiyenler olarak kendimizi algılama şeklimizi biçimlendirebileceğimiz ortamlardan mahrum bir hayat yaşıyor olmamızdan kaynaklanmaktadır. Ürdün'de bugüne kadar lezbiyenler üzerinde hiçbir araştırma yapılmamış. Kendini açık etmiş hiçbir lezbiyen topluluğu, örgütü veya lezbiyenler için hiçbir imkân yok. Arkadaşlarımızla buluşup, yaşantılarımız hakkında konuşurken bile, kendimizi tanımlayabileceğimiz ortak bir dil yok. Bir "lezbiyenle" (diğer kadınlarla yakın ilşkiler içerisine giren kadın) konuşuyor olabilirim, fakat o kişi kendini lezbiyen diye adlandırmaz, bundan dolayı tartışmamızdan herhangibir hareketlilik gelişmez- ne kişinin kendine
KAOS GL 20/5
olan güvenini ve bir topluluk anlayışı geliştirmek için kişisel bazda, ne de varolduğumuzu ve karşılaştığımız zorlukları göstermek amacıyla toplumsal bazda. Bu görünmezliğin, bu halka açık olmamanın nedeni nedir? Ürdün yasaları Suhak (lezbiyenlik) kelimesini içermediği halde, toplumdaki yaygın önyargılar herhangibir yasal engellemeden çok daha güçlü. Lezbiyenler ortaya çıkmaktan çekiniyorlar, çünkü az da olsa sahip oldukları özgürlüğü kaybetmekten kokuyorlar. Ürdün toplumu içice geçmiş, ailevi ve dini değerlere önem veren, herkesin birbirini bildiği ve adını gizleme şansına çok az sahip olunabilen bir toplumdur. Bir kadın ekonomik özgürlüğüne sahip olsa bile, ailesi onu halâ kontrol edebilir. (Yasal ve politik sistem yerine), asıl destek alınabilecek yer ailedir, söz konusu olan cinselliğini açık etmiş bir kadınsa, aile bu sefer saldıran konumuna geçecektir. Lezbiyenler topluma açılmış bir şekilde yaşayamıyorlar ama 1970'lerden beri, kadınlar için meydana gelen daha genel değişimlerin bir parçası olarak, küçük iletişim ağları oluştu. Bu değişimlerin en önemlilerinden biri kadınların yüksek öğrenime, özellikle de yurt dışında eğitim görmeye kabul edilmeleriydi. Varolan ileteşim ağları, politik bir biçeme sahip omaktan çok, sadece sosyal gruplarla sınırlılar. Yine de, bu gruplar lezbiyenlere kendi konularını tartışma fırsatı vermekteler. Geçtiğimiz beş yıl içinde, bazı lezbiyenler, bireysel olarak bölgenin içindeki ve dışındaki ülkelerden lezbiyenlerle iletişim kurmaya başladılar. İki Arap-Amerikan grupla, Gay ve Lezbiyen Arap Topluluğu ve Arap Lezbiyen ve Biseksüel Kadınlar İletişim Ağı gibi gruplarla ilişkiler içerisine girmek, bu topluluklardaki insanlarla benzer kültürel yapı paylaşıldığı için oldukça önemli. Ürdün'deki lezbiyenlerden bahsedilmiyor, onlar tanınmıyorlar, dışlanılıyorlar... FAKAT BİZ VARIZ.
ARTEMİS'İN
TAPINAĞI
EŞCİNSELLİK; HİPERSEKSÜALİTE?
Yasemin ÖZALP
Eşcinsel denilince her nedense hemen cinsellikten başka birşey düşünmeyen, her önüne gelenle beraber olan hiperseksüel bir varlık akla gelir. Eşcinsel olmakla insanların gözünde bir anda cinsel kimliğiniz sivrilir ve diğer bütün yanlarınız göz ardı edilir. Oysa gerçekte hem cinslerinizden hoşlanmak dışında sizin de diğer insanlardan farkınız yoktur. Homofobik bir toplumda yaşıyor olmak dışında, sizin yaşam kaygılarınız da onlarınkinden farklı değildir. Cinsellik belki yaşamınızda onlarınkinden bile az bir yere sahiptir. Peki neden eşcinseller hiperseksüel gibi algılanmaktadır? Eşcinseller de bu toplumun bir parçası olduğuna göre, çok farklı sosyo-ekonomik-kültürel seviyelerden gelen eşcinseller vardır. Farklı kişiliklere, farklı davranış biçimlerine, farklı yönelimlere sahip eşcinsellerin olmasından doğal hiç birşey olamaz. Bunların bir kısmı da yaşamlarında düzenli ilişkileri sevmeyen, günübirlik ilişkileri tercih eden bireyler olabilirler. Buna da kimsenin itirazı olamaz çünkü bu kişisel bir tercihtir. Kişilerin düzenli ilişkileri tercih etmemesinin pek çok nedeni olabilir. Geçmişte yaşanmışlıklar, hayal kırıklıkları, özgüvensizlik vs. Ben bunun da ötesinde eşcinsel bir yaşam biçimi örneğinin insanlara sunulmayışının önemli bir etken olduğunu düşünüyorum. Ülkemizde insanlar genellikle ister dışsal ister içsel olsun zorlamayla evlendirilmeye ve yaşamları boyunca evliliğin getirdiği birliktelikleri bir zincir gibi taşımaya alışmışlardır. Evlilik gibi düzenli ilişkilerin paylaşımdan çıkıp zorunluluk olarak algılandığı bir ülkede baştan evlenme şansınız yoksa düzenli ilişkilere elveda demek de çok kolaydır. Aslında bütün bunların ötesinde, bu konuda bir açıklama aramamıza bir neden yoktur çünkü bu, bireylerin özgür olduğu bir alandır. Ancak zaten eşcinselliğe düşmanca yaklaşan toplumun önünde bir de böylesi örnekler olunca eşcinsellerin tümü cinsellikten başka birşey düşünmeyen ve sabah kalktığında ismini bile zor hatırladığı insanlarla birlikte olan kişiler olarak tanınmaktadır. Aslında bu yargının oluşumunda toplumun eşcinsellik konusundaki cehaletinin de büyük payı vardır. Toplumdaki insanların pek çoğu daha eşcinsellik, travestilik ve transseksüelliği ayırd edememektedir. Eşcinselleri de henüz travesti ve transseksüel olmaya karar verememiş ya da buna cesareti olmayan bireyler olarak sandıklarından eşcinselleri de hiper seksüel ve düzensiz lişkilere giren bireyler olarak algılamaktadırlar. Burada travesti ve transseksüellere herhangi bir ithamda bulunduğum sanılmasın. Travesti ve transseksüeller, heteroseksist toplum tarafından dışlandıkları ve herhangi bir yerde istihdam olanağı bulamadıkları için fuhuş sektörüne itilmektedirler. Fuhuşla geçimini sağlamak zorunda olan bir insanın da doğal olarak yaşamında cinsellik istesede istemese de ön planda olur. Ancak her ne şekilde olursa olsun bir insanın yaşamı cinsellikten ibaret olamaz. Burada heteroseksist toplumumuza şirin görünmenin yollarını arıyor değilim. Siz ağzınızla kuş da tutsanız, kimsenin ulaşamıyacağı yerlere de gelseniz 'ibne' olmaktan kurtulmanız mümkün değildir. Bu sizin aleyhinize her fırsatta kulanılan bir kozdur. Önemli olan biz eşcinsellerin, eşcinselliği, cinsellk temeline indirgemeyip, eşcinsel bir kültür yaratmak için savaşmamızdır. Bunu önce kendimiz için; kendi cinselliğimizi, kendi duygularımızı, kendi bedenlerimizi sevmemiz için sonra da kendimiz gibi bireylerin önünde yeni alanlar açmak için yapmalıyız. Eğer aramızdaki ilişkiler cinsellik temelinde kalırsa, bu cehennemin içinde yok olmamız ve bizden sonrakilerin yok olması için de zemin hazırlamamız işten bile değildir. Heteroseksist işgalin karşısında kendimizden yana olmak zorundayız. ÇÜNKÜ EŞCİNSELLİK BİR KARŞI DURUŞTUR
Çeviren:Yeşim T. BAŞARAN
KAOS GL 20/6
S Ö Y L E Ş İ Bu söyleşiyi Ferdi Merter ile Kaos GL'den Gay'e Efendisiz yapmıştır. Ankara Devlet Tiyatrolarında bu sezon oynayan "Kuğular Şarkı Söylemez" adlı oyunu tanıtıcı yazıyı geçen sayımızda yayınlamıştık. FERDİ MERTER: 1939'da İstanbul'da doğdu, İstanbul İtalyan Lisesi'nden sonra Ankara Devlet Konservatuvan'nda eğitim gördü. 1962 yılında Konservatuvar'ı bitirdi, aynı yıl Devlet Tiyatroları'nda göreve başladı. Halen Devlet Tiyatroları'nda oyuncu ve yönetmen olarak görev yapan Ferdi Merter, yazarlık çalışmalarını da sürdürüyor. 9 oyunu, 11 çocuk oyunu ve bir de "Okullara Tiyatro Kılavuzu" adlı basılmış kitap çalışmaları vardır. "Kuğular Şarkı Söylemez", Ferdi Merter'in yazıp yönettiği bir oyundur. Öncelikle belirtmek isterim ki oyun kesinkes bir AIDS oyunu değil. AIDS o motifin, o mozaiğin bir parçası. Bu oyun, yalnız insanların oyunu, bu oyun aileleri ile bütünleşemeyen gençlerin oyunu, bu oyun kuşak farklılığından gençlerine yakınlaşamayanların oyunu. -Asıl bu nokta teorik süreçle hayatın birbirine her zaman tekabüliyeti sözkonusu olmuyor ya, ne kadar biz ya da siz, AİDS'le ilgili değil desek de, seyirciye bunu kafasına yüzbin defa tekrarlasan da sonucu değiştiremiyebiliyoruz. Böyle bir durum var. Örneğin sorularımızdan biri de bu olacak... Sorun... -Neden öyle efemine bir eşcinsel seçildi sorusu gelebiliyor. Ama... Neden seçilmesin? -İşte ben onu diyeceğim. Sonuçta daha önce konuştuğumuzda da "benim çevremdeki insanların da büyük çoğunluğu böyleydi" gibi bir yanıt aldık biz. Ben bu yanıtı aldıktan sonra soru sorma hakkım ortadan kalkıyor. Efemine tabirini kullandın. Yer yer kullanan ve oynayan bir tip. Ben size örnekler verdim; bazı isimler. Toplumda o kadar düzgün olmalarına rağmen biliriz ama gene kendilerini belirli boyutta tutmaya çalışıp oynarlar ama evlerinde rahatlarlar. İşte buradaki tip de o. Yani oynuyor; yaşamla oynuyor, o kadar çok her şeyden bıkmış ki, bunalmış ki; oynuyor. Zaman zaman doğallığını yitiriyor, zaman zaman oynuyor. Alay ediyor her şeyle. Öylesine özgürlüğünü kendisine göre ele aldığını savunuyor ki; alay ediyor her şeyle. -Şu an toplumda kişi ister sokaktan biri olsun, ister entelektüel ya da akademik çevreden biri olsun, eşcinsel dendiğinde nedense genç, yani fazla parlak olmasa da biraz temiz ve kendine bakan bir tip olarak alıgılanıyor. Oysa şimdi örneğin ben de bir eşcinselim ve ben 30 yıl sonra eğer ötmezsem, diyelim ki 50 küsur yaşımda olacağım. Var öyle benim arkadaşım. 50'sinde, 60'ında olan da var. Oyunda söylüyor ya; belli boyutta yalnızlığı vurgularken. Yani en büyük korkusu, bugün genç olduğu için belirli bir çevre edinebiliyor ama hakikaten 50 sine, 60'ına gelenler o çevreyi edinemiyorlar. 50'sinde, 60'ında tehlikeli bu olayın çevresel yönü, benim incelememde. İşte onun için yalnızlığı vurguluyor. Kim bana bir tas çorba verir, kim benimle arkadaşlık eder diyerek. Çünkü o zaman korkuluyor. Anlamadığı için, daha belirli boyutta o noktaya varmadığı için toplum, korkuyor. Neden korkuyor? Açıkçası kendine saldırılmaktan korkuyor. Kendisinin, çocuğunun her hangi bir olayına, yapar mı diye korkuyor. Çünkü bilmiyor, içinde değil, uzak. Gençken böyle bir şeyden korkmuyor ama yaşlıdan korkuyor. Acı ama toplumda inceleyin, toplumumuz yaşlı eşcinselden korkar. -Sapık tabiri de yaşlı eşcinsellere yüklenir zaten. Öyle, öyle yüklenir. Olmasa dahi öyle yüklenir, onlar tamamen yalnızlığa itilir. Çünkü o noktaya, o bilince hala gelinemedi. Herkesin seçme özgürlüğü denilen kavrama gelinemedi. O bakımdan burda biraz genç olarak ele aldık. Orta kuşaktır daha doğrusu, genç de değil. Çocuk genç, öbürü daha ileri yaşta hesabını yaparsak. 20 yaşında evi terk etmiş. 31-32 yaşında bir delikanlı, Mustafa'nın oynadığı kimse. -O zaman, bu durumda eşcinselliği kim nasıl yaşarsa yaşasın, bir toplumsal olgu, bir toplumsal gerçeklik olarak görüyorsunuz. Gerçeklik tabi. Onun seçim hakkıdır. Bu seçme hakkında kişisel seçimini kullanması gerekir. Ama bu, kendini başka bir yere adapte edip, başkalarını o yönde yönlendirirse tartışırım. İnsan kendi özgürlüğüne sahiptir. Her şeyi
KAOS GL 20/7
seçer. Ama kendi seçtiği şey, toplumunda ters düşen, aykırı olan veya toplumun varmadığı noktalarda ise buna başkalarını da yönlendirmeye kalkması tartışılır. Seçim bir doyum içindir. Onun için kişinin seçtiği hiç bir şeye karşı değilim ben. İşte oyunun da nedeni bu zaten. Kişi özgür olmalı. -Peki şu anki oyun, yani bu tekil oyunun dışında, oyun mantığı artı şu anki tiyatro yaklaşımı çerçevesinde, yani şu anki kullanılan, denenilen, yaşanılan, üretilen tiyatroda bu kaygı, insanlara, seyircilere ulaştırılabiliyor mu? Şimdi ben sahnedeyim, ben fazla bilemem. Benim bildiğim bir tek şey var, selamda seyirci beni belirli boyutta alkışlıyor, Mustafa'yı ayakta alkışlıyor. -Zaten Bülent Ersoy ile Zeki Müren de bu ülkenin en çok sevilen iki sanatçısı... Yani, yani ben onu görüyorum. Onun dışında yalnız, dediğim gibi işte çoğu insanın söylediği, bir çerçevenin kırıldığı, devlet tiyatrosunda bazı gerçeklerin bu boyutta kullanılmadığı, bu oyunda kullanıldığı, memnun oluyor gelenler. Ama büyük boyutlu tartışmaya maalesef giremiyoruz. Bizim istediğimiz bir olay var, onu yapabilirsek, belirli günlerde seyirci ile buluşup tartışmak istiyoruz bazı oyunların üstüne ama henüz yapılamıyor. Yani çok eskiden vardı. Uzun zamandır kalktı, çünkü saptırılıyor, bu tür şeyler. -Ben şimdi yeni öğreniyorum. Şu açıdan ilginç olabilir. Örneğin sahnede en çok alkışlanan kişi olan arkadaş gerçekten sahnede değil de seyredenlerin arasında olsaydı gerçek yüzler ortaya çıkardı. Gençlik günleri olarak, eleştiri günleri olarak eskiden biz bunları yapardık. Uzun zamandır bunlar kalktı. Çünkü Türkiye'nin içinde bulunduğu konumda bu tip tartışmalar saptırıldığı için ürküldü. O nedenle de kalktı kurumlarımızdan bunlar. İşte böyle fırsat bulursak, sizlerle falan görüşüp düşüncelerimizin noktalarını yakalamaya çalışıyoruz bizler de. Maalesef bizler de bir şeyin içindeyiz; bilinmezliğin içindeyiz değil mi? Tartışmak, sizlerle görüşmek bana daha yararlı oluyor, hoşuma gidiyor. -Şimdi toplumda bir önyargı var. Eşcinsel çocukların aileleri sorunlu diye bilinir. Yani Freud'u okumayanlar da öyle düşünür. Gerçekten öyle, bütün aileler sorunlu, bana sorunsuz bir aile gösterin. -İşte oraya geleceğim... Bütün aileler sorunlu. Bunun nedeni kuşak farklılığından oluyor, ekonomik nedenlerle oluyor, şu boyutta oluyor, bu boyutta oluyor. Bütün aileler sorunlu ama bütün sorunlu ailelerin çocukları eşcinsel olacak diye bir şey yok. Ayrıca her eşcinselin ailesi de sorunlu değil. Öyle kişiler gördüm ki, ailelerinde hiç bir sorun yok ama eşcinselliği seçmiş. -Zaten oyunda beğendiğim noktalardan biri de buydu. Diğer iki kahramanın aileleri de sorumluydu. Bu noktada şunun ya da bunun ailesinden öte bir aile kurumu sorgulaması vardı. Onlar seçmediler mi? Bilakis, tercih hakkını öteki yönde kullandı. Bilakis, uzak kalmaya çalıştı, kendisine kapı açıldığı halde. Öbürü seçti. Aile kurumlarının; biraz maalesef çürümüş, yozlaşmış aile kurumlarının sorgulanması bu oyun. Ufacık değindiğimiz kızın ailesinde de bu var. Anne hakimiyetinin babayı pasifleştirmesi, kızın bu yüzden kaçışı ve evliliği istemeyişi. Delikanlıda da aynı şey, babada da aynı şey. Aile sorunları var. Öbür babada da aynı şey; ailelerin yozlaşmışlığı, birbirlerine uzak düşmeleri, yalnız kalmaları bu oyunun baz'ı bu, ana noktaları bu. -Belki yansız yaklaşıldığında, o sorunlu gibi görülen çocukların hayatları daha önemli, çünkü sorunlu ama kendileri bilerek adım atıyorlar, düşe kalka da olsa yürüyorlar. Tabi, kavga veriyorlar. -Diğer yanda baba aile kurumunu koruyan, konumu olan, bürokrat baba, silahını bırakıyor, çocuğunun kendi kendini öldürmesi için... Kendince bir çözüm getiriyor. -Yani daha güçlü gibi görünen aile kurumu aslında babanın, annenin ya da bir bireyin kendi seçimi değil, bir dayatma, bir kalıp... Ben, Güvenle de konuşurken söyledim. Bu oyunun en önemli iki rolü babalar. Bütün düğüm noktaları, bütün olaylar sahneye bir girip çıkmayla babalarda düğümleniyor. Çünkü hakkaten bizim toplumumuzda ailenin, mutlu mutsuz, yönlendirilme yönlendirilmeme, çocuğun kopması kopmaması babalarımızla bağlantılıdır. Dikkat ederseniz anneler daha pasiftir. -Baba zaten aileyi dışarıda temsil eden toplumsal bir konumdur. Tabi, tabi anneler onun için hiç çıkmıyor oyuna. Yalnız telefonda, yalnız konuşmalarda lafı geçiyor. Oysa olaya neden olan hareket, annenin eve getirdiği dayı, abi diye tanıştırdığı insanların birinden çıkmış. -O zaten en çok tartışılan, karıştırılan konu da oldu. Dayı-AIDS espirisi altında... Eşcinselin babasının tavrının da altının çizilmesi gerekiyor bana göre. Hani o kaderci tavır, reddetmiyor. AIDS'imin babası silahını bırakıyor ve gidiyor, diğeri reddetmiyor ama... Evet, istiyor, onunla birlikte yaşamak, gözleri parlıyor. Ama onu topluma kabul ettiremiyor. -işte bu noktada gerçek olan, babanın konumuna rağmen, güçsüz olan o. Boyun eğiyor kalıplara. Ondan beklenenin dışında bir şey sunamıyor ve bu, kendi öz çocuğu olsa bile reddediyor. Ama bu görülebiliyor mu acaba? Onu bilemem, ama dikkat edersen o baba, topluma kendini esir eden bir baba; o baba zaten dine de kendini esir etmiş, birtakım bağnazlıklara da esir etmiş. Zaten herşeye karşı kendini esir etmiş. Güçlü olduğunu zannederken herşeyiyle kendini esir etmiş bir insan o. -Bu durumda sorunlu ve savruluyor gibi algılanan çocuklar daha güçtü görülebilir.
KAOS GL 20/8
Tabi, tabi... -Yani bu da bir vicdan rahatlatma, bir yanılsama yaratma anlamında değil; gerçekten hayatın içinde, hayatla mücadele eden çocuklar... Tabi daha güçlüdür, her kuşak bir öncesinden daha güçlüdür, bu ortadadır, bu bir aşamadır. Önemli olan bu güçlülüklerini bir sonraki kuşağa doğru taşıyabilmek. -Peki bu süreçte, aile kurumunun ciddi bir şekilde sorgulanması, şunun ya da bunun dışında ailenin hastalıklı bir kurum olduğu düşünülebilir mi? Zaten baştan vurguladığım o, Onu belirtmek, onu getirmek. Ama ben bu boyutta getirdim, başkaları başka boyutta getirir. Bir başka oyunda da başka türlü getireceğim. Mesela bugün bitirdiğim bir oyun var, Güven biliyor. O oyunda da aile sorgulaması var; gelişen olaylar sonunda kız orospu oluyor. Kızın orospuluğu mu ön planda, ailelerin onu itişi mi ön planda? Neden oluyor? Ben hep nedenleri aramaya çalışırım. -Türkiye'de kendine gay diyen erkek eşcinseller özellikle 80'lerle birlikte ortaya çıktı. Daha önce her şey aşure gibi birbirine karıştırılırdı. Eşcinsel dendiğinde akla, travesti ya da transseksüel gelirdi. Böyle bir ayrımın altının çizilmesinin gerekli olduğunu düşünüyorum ben. Tabiki, çocukta zaten 80 sonrası geçişi olarak ele alıyor. Sözlerinde, espirilerinde, benim için eşcinselden başka bir şey diyemezler diyor topluma. Yani o bilince gelmiş zaten o. Çok rahatlıkla gelmiş. Ne diyor, "ben kadın olmayı hayal etmedim, kadınlığı hayal ettim" diyoryalnızca. Ben travesti olmayı düşünmedim diyor. Ameliyatı falan kabul etmiyor. Benim yaşam biçimim bu, diyor. Kesin, orda yani. -AIDS konusu... Onu elimden geldiğimce didaktik olmadan, dokundurmaya çalıştım. AIDS bir eşcinsel hastalığı değildir. Eşcinselliğin bir takım başka olayları, başka kavramları var. Ama biçimsel olarak, daha geçici bir faktör olarak yayıldı birden bire, eşcinseller arasında çıktı diye, yoksa çok daha başka durumlar var. Anne karnında AİDS olanlar var, hastaneden AIDS olanlar var... -O video aktarımı da, o da iyi bir seçimdi bence. Orada AIDS hakkında bilgi verirken gebelik durumu örnek veriliyordu. Ama aynı yerde "toplumu nasıl koruyacağız" diye bir söz var... O röportaj Milliyet Gazetesinde çıkan, AİDS'le ilgili demeğin başkanı olan kadının sözleridir. Yani bilimsel bir açıklamadır. Benim orda bir saplantım yok. -Yani AIDS Savaşım Derneği mi verdi size? Evet, hatta ilk yazdığım biçimde o bölüm yoktu. Milliyet'te bu yazı çıktıktan sonra, oyunu sahneye koyma aşamasında, o yazıyı alıp kullandım. Benimle hiç bir ilgisi yok. Toplumdan bir bireyin söylediği sözler. Onun için tv.den veriliyor. Oyunda yok o sözler. -Şimdi bir sorum var ama devlet tiyatrolarında oynanan bir oyun olduğu için, koşullardan kaynaklanıyor olabilir, eşcinselle AIDS'imin, işte sahnenin birinde e/e/e tutuşmaları vardı. Yani orda bir adım daha atıp öpüşebilirlerdi... Hayır, hayır öyle değil. Olmaz, orda yıkar. Geçen günlerde izleyen bir arkadaşımız vardı. O da aynı şeye değindi. Burdaki aşk, orda ne diyor, "kimsenin kilidini açamadığı aşkımız uğruna", "en kutsal noktama demirini batırdın" oraya kadar kesinlikle birbirlerini biliyor, ikisi de biliyor, öbürü de biliyor. -Yani diğeri kendisini kabul etmese de onlar aşık... Mesela ben Camus'nün "Yalnızlık" adlı oyununu koydumdu, kız ölüme giderken anne geliyor, kızı dudağından öpüyor. Çünkü ikisi eşcinsel yaşıyorlardı, lezbiyendi. Yani hiç öyle bir derdim yoktu benim, ben bu boyuta getirdikten sonra onu da yaparım. Ama burda olmaz. Bak, kız öpüyor onun yerine. Kız öpüyor ve buz gibi oluyor, onun öpüşü ile kız aracı oluyor öpüşmeye. Onların arasında ama onlar olmaz. O elini tuttuğu anda elini öpüyor, dikkat edersen. Yoksa biranda alttaki tuğlayı çekerdik, bütün bina yıkılırdı. -Kız sahneye bir kaç kez geldi ve her gelişinde çocuk onunla kavga etti. Bu anlamda çocuk adını koysun ya da koymasın, kendini kabul etsin ya da etmesin kızla ilişkisi bir sosyal gerekliliğin sonucuydu diyebilir miyiz? Tabi, tabi. Yine orda öyle bir sarılma anı vardı ki dokunamıyor, titriyor. Dokunsa, bütün vermek istediklerimiz, insan, arkadaş, sevgi belirli boyutta tamamen çöker. -Sen oyuna gelmeden önce bir çok heteroseksüel arkadaşla hatta bir gazeteci ile konuştum. Özellikle eşcinselin evde giydikleri, bulaşık önlüğü falan abartılı bulunmuş. Ama oyunu gördüm, örneğin bulaşık önlüğü onun değil, babanın da tepkisiyle bunun altı çizildi... Evet, onun değil, "sen takınca başka türlü gözüküyor" diyor baba... -Ne kadar farklı şeyler giyse de yine de eşcinsel dendiğinde birilerinin aklına gelen şaşaalı, şovmen tipler uyandırmaması da önemli. ilk geldiğinde çizimler öyleydi. İster istemez kostüm tasarımcısı arkadaş da öyle düşünmüş. Ama biz onu çektik. Ben bu noktada insanı savunuyorum, başka hiç bir şeyi savunmuyorum, insanın seçme özgürlüğünü savunuyorum. Benim için önemli olan bu. Ben insanı insan olduğu için savunuyorum ve onu toplumda en uç noktaya varana kadar seçimini savunuyorum. Kendi seçer, kendi kendini yönlendirir, kendi karar verir. Kendi mücadelesinde istediği noktaya kadar gider. Ölmemek elinde değildir ama ölmek elindedir. Mesela tıpçıların çoğuyla ölümü tartıştık; en çok onun üstünde duruyorlar. Yani AIDS'İ» olanlara antimesaj olmuyor mu diyorlar. Oysa hayır, topluma diyoruz ki siz bunlarla ilgilenmezseniz, bunlara sahip çıkmazsanız, siz bunlara o babalar gibi davranırsanız, siz bunları iterseniz, ancak ölümle kendilerini toplumdan kurtarabilirler. O zaman bunları yapmayın ki, bunlar ölmesin. Ama noktayı koymayız, noktayı isteyenler kendileri koysun.
KAOS GL 20/9
-Devlet tiyatroları seyircilerinin çoğunluğunun kalıplaşmış bir profili olduğunu düşünüyorum... Ama biz, bunları kırıyoruz, yavaş yavaş kırmaya çalışıyoruz. -Bir iki tane oyun-tiyatro tekniği dolayısıyla kullanılan noktanın dışında eleştireceğim bir şey yok... Onları da söyledim ben, tiyatronun kendine özgü bir tekniği vardır. Bunlar kullanılmadan didaktik bir kitap olur oyun. -O konuda bir şey söylemiyorum da ama kaygılar var ortada; mesela AIDS'in 'dayı'dan geçtiği varsayılıyor. Oysa çocuk uyuşturucu kullanıyor, ayrıca kız da taşıyıcı olabilir... Sorun değil ki, bana ne... Kimden geldiyse geldi. Rastlantıyla o cümle geldiği için ondan geçtiği sanılıyor. 'X' dayıdan geçtiği, o da öldüğü için, çocuk öyle benimsiyor. Onun korkusuyla doktora gittiğinde ortaya çıkıyor 11 yıldır uyuyan AIDS. Kimden geçtiğini seyirci düşünsün, ben polisiye oyun yazmıyorum, o istediği noktaya bağlasın. Benim için o noktaya gelmiş insanın yaşamsal boyuttaki kavgası önemli. "Şu ya da bu nedenle olmuş ne değiştirir baba" diyor, "nedeni önemli değil" diyor, "bana yardım et" diyor, "ben bu noktadayım" diyor. Benim için önemli olan bu. -Bizim açımızdan önemli bir nokta da aile kurumunun, onun ya da bunun ailesi değil de kurum olarak altının çiziliyor olması. Çünkü biz de, ailenin dağılıp dağılmaması ayrı bir konu ama bir kurum olarak sorgulanması, masaya yatırılması gerektiğini düşünüyoruz. Aslında Türkiye'de en önce masaya yatırılması gereken insan., kültürel anlamda. Ordan araştırılmaya başlanmalı, bunların hepsi kültürel boyutlu. Toplumumuzun varamadığı kültür noktasının getirdiği eksiklikler bunlar. Biz kültürü kitaplar falan sanıyoruz. Oysa kültür, insanı tanımaktır. -Genel olarak oyunlarınıza nerden hazırlanıyorsunuz? Yani ele aldığınız konulardan bir çoğu sizin hayatınızın dışından olabilmekte. Bu anlamda nasıl bir hazırlanma... Sanatçı, araştırıcıdır. Bir sanatçının görevi okuyup, ezberleyip sahneye çıkmak değildir. Herşeyi, herkesi araştırmaktır, insan nerdedir, benim toplumum nerdedir, araştırır sanatçı. Düşündüğümüz ve yapılması gereken sanatçılık budur. Ben bu oyunu yazarken tanıdıklarım falan vardı. Daha başka boyutlarda, oynanırken sizlerle tartışmalarımız bana daha başka şeyler getirdi. Başka bir yerde onları da kullanacağım. Bu oyunu başka bir yazar ve başka bir yönetmen, başka bir boyutta getirirdi. Herkesin seçimi farklı olabiliyor. Mesela bir dekan şikayet etmiş bizim oyunu. Böyle ahlaksız bir oyun DT.de niye oynuyor diye bakanlığa şikayet etmiş. Tabi bir profesör, dekan. Oyunu yarıda terketmiş.Kimdir diye merak ettik biz, terkedeni. Sonradan öğrendik, dekanmış, bakanlığa yazmış, şikayet etmiş. Genel Müdürlüğümüz, sağolsun, tam tersine savunmuş, böyle çağdaş bir oyun getirdiğimiz için bize bilakis teşekkür edilmesi gerektiğini savunmuş. -O dekan hala, bu konuların psikiyatri kliniklerinde işlenmesini, dışarı çıkmamasını istiyor olmalı... Güven Besimoğlu: Biz o konuyu düşündük. Oyunda 'dayı' figürü var. Dayı kötü gösterilmiş, herhalde onların da bir 'dayı'sı var... Kim dayı, kim abi belli değil diye geçiyor oyunda. Orda kalkmış gitmiş... Ferdi Merter: Adam rahatsız olmuş gitmiş. Düşünki, tartışmaların tam düğüm noktasında gitmiş... -Aslında o dayı, dayı figüründen dolayı başlangıçta bana da itici gelmişti. Ama aileden biri anlamında kullanıldığında çok da iyi olmuş. Çünkü çocuğun en çok istismar edildiği bir kurumdur aile. İzlemiyor muyuz tv.lerde, bunu milyonlarca insan biliyor, öz babası kızının ırzına geçiyor... Rahatsız olsun bırak. Herkesi memnun etmek değil, biraz da rahatsız etmek önemli.
λ
E
R Z U
R U
M
Dostluk ve sevgiyle merhaba; Bizler, Eşcinselliğin, hastalık, bozukluk, eksiklik, yasak, günah, utanılacak durum, vb. gibi sözde çoğunluğun uydurduğu durumlardan olmadığı gerçeğini anlatarak, özellikle bölgemizde yaşayan eşcinsellere kendilerini kabullendirmek için bilinçli çalışmalar yapmak, Heteroseksüellehn bu konudaki önyargıiarını kırmak ve bilinçlendirme yoluyla bireylere ulaşmak, Gelişimi, insanlık tarihine dayanan ve bastırılıp, ezilen cinsel seçim farklılığının, salt seks anlamında olmayan, aksine bir yaşam tarzı olduğunu ve sözde çoğunluk heteroseksüellerden sadece bu seçimde faiktı olduğunu benimsetip, kanıtlamak, Ve cinsel seçim özgürlüğünü kısıtlamaya çalışan tüm güçlerle bilinçli mücadele yoluyla karşı koymak gibi bir çok alanda yaptığımız bireysel çalışmaları, belli bir topluluk halinde sürdürmek için biraraya gelen eşcinselleriz. Bulunduğumuz şehrin milliyetçimuhafazakar yapısında yaptığımız bu çalışmaları LAMBDA ERZURUM adıyla sürdüreceğiz. Cinsel seçim özgürlüğü adına verilen mücadelede, BİZ DE VARIZ diyor, özellikle bilinçlendirici dergi, broşür, bülten gibi yayınlar konusunda, dünya çapında yürütülen hareketler, gruplarınızın çalışmaları ve yapacağınız etkinlikler konusunda sizlerle haberleşme ağı kurmak istiyoruz. Çalışmalarınızda başarılar diliyor, ilginize şimdiden teşekkür ediyoruz.
λ --ERZURUM
Bir gün aşık oldum ve farklı olduğumu keşfettim... İlk başlarda bir kimlik bunalımı olarak düşünerek insani içgüdülerimi bastırmaya, kendime yasaklar koymaya başladım... Çevremden gözlemlediğim kadarıyla, anormallik ve bir nevi sakatlık olarak değerlendirilen hislerimi -ne acıdır ki- toplum zincirleriyle bağlayıp, gecelerime, uzun ve düşünceli gecelerime gömdüm... Sanki ben sakladıkça ortaya çıkan, öldürmeye çalıştıkça dirilen hislerim beni boğuyor ve sadece ve sadece bana zarar veriyordu unutmaya ve öyle olmadığına inandırmaya çalıştıkça kendimi... Hayatım anlamsız ve korku dolu olmaya başlamış, en güzel yıllarım zehir olmuştu... Sevdiğimi unutamıyor, olmayacak, olmamalı diyerek git gide kapanıyordum kendi dünyama... Hatta intihar etmeyi bile düşünmüştüm... Ne aptalmışım...
Şimdi her şey değişti... Güneşli mutlu günlere oğru yol almaya başladım. Her şeyden önce, normal olduğumu, farklı ancak ayrıcaklı oiduğumu öğrendim... Kabul ettim... Önceki bunalımlı dönemlerimin sadece toplumdan kaynaklandığını düşünürken birazda hatayı kendimde aradım ve buldum... Daha ben kendimi kabul etmemiş ve normal olduğuma inanmamışken, başkalarının anlamasını ve kabullenmesini istemişim. Oysa kendi inanmamışlığımı başkalarına inandırmanın
KAOS GL 20/10
zorluğu altında ezilmemek işten bile değil... Şimdi kendim inanıyor ve çevremde ulaşabildiğim insanlardan doğal karşılamalarını bekleyebiliyorum... Ve genelde doğal karşılamaları beni mutlu ediyor... Peki doğal karşılamayanlar... Onlar zaten tabuların ve boş cahilliğin esirleri olmuşlar... Onların öncelikle kendilerini tanımaları ve boş inançların penceresinden kurtulmaları gerekiyor... Tabiki tam bir dönüşüm bu... Önce her birey kendini sonra da çevresini tanımalı... şimdi mutluyum diyorum... mutluyum da... kendimi, çevremi ve her şeyi tanıyor, öğreniyor, her ulaştığım sonuçla yaşamın sadece nefes almaktan ibaret olmadığını keşfediyorum... Yenmemiz gerekiyor. Peki bunları nasıl aşacağız... Öncelikle gruplandırmaya gitmeliyiz. İlk grup olarak kabullenen ve kendini tanıyanlar, ikinci olarak gizlemenin faydalı olduğuna inanan acak kabullenenler, üçüncü olarak, kendilerini tanımayan ve normal olduklarına inanmayıp, kendilerini frenliyenleri gösterebiliriz... İlk grup zaten kendini aşmış ve tanımıştır. İnandığı değerlerin doğruluğuna inanmış ve çizgisinden taviz vermeyen bir seviyeye yükselmiştir. İkinci grup genellikle kendilerini mecbur oldukları için kabulenmiş ve yine de genelde değişmek için çaba sarfedenlerdir. Bu grup konuşmaktan, açılıp rahatlamaktan korkarak kendi iç dünyasında duygularının esiri olmuşlardır. Tartışma ortamının eksikliğinden mantıksal hareket kabiliyetinin gelişmemesiyle bir çok yanlış kararı uygulaması sonucu zarar görenin kendisi olduğunu kabullenen ancak herşeye rağmen yine de kendini aşmaktan korkarlar... Bu grubun sık sık tekrarlanan bunalım süreçlerinden geçmemesi imkansız gibi görünmektedir. Bu gibi durumlarda yapılması gereken tek şey, öncelikle mecbur olunduğu için kabullenmemektir... Hiç bir mecburiyetin olumlu sonuç vermediği düşünülürse insanın kendini mecbur olduğu için kabullenmesi de olumlu sonuç vermeyecektir... Buna göre kabullenmeyi mecburiyetle değil, gerçekten inanmakla başarmalıyız. Bunun için kendimize inanabileceğimiz örnekler bulup örneklerin senteziyle yaratılmsı gereken tartışma ortamlarında objektif bir bakış sağlamalıyız. Bazı durumlarda tek bir örnek bile yeterli olabilmektedir. O zaman kendimizin sağalyacağı düzgün tartışma ortamında tarafsız bir bakışla kendi yolumuzu ve çizgimizi tesbit edebiliriz. Tartışma ortamının oluşturulması zor gibi görünse de kendiliğinden oluşan ortamları kendi açımızdan değerlendirip örneklemelerimizi ortaya çekinmeden sürebiliriz. Bunu yaparken dikkat edilmesi gereken husus yanlış ortamları anlayabilmektir. Tamamıyle aynı görüşte olan insanlarla sağlanan ortamın ne derece sağlıksız olacağı ortada iken, kozmopolit yani bir çok görüşün birden bulunduğu ortamlarda tartışmak kuşkusuz faydalı olacaktır. Örnekleme ve tartışmalarla bir sonuca yarılamıyorsa o zaman yapılması gereken şey kişinin kendini anlayabileceği bir ikinci kişiyle yani kendisi gibi ancak birinci gruba dahil insnalarla konuşmak olmalıdır... Bu kesin sonuç sağlayacaktır. Çünkü birinci grup insanları kendilerini tanıyanlardır ve ikinci gruba en çok faydalı olabilecek kişilerdir. O kişilere ulaşmak sanıldığı kadar zor değildir... Bundan bir kaç yıl önce İstanbul'a gitmemle birinci gruba yükselmem fazla vaktimi almadı. İnanın bana olayı her yönüyle önyargısız şekilde ele almak zor değil. Ancak genelde yaşanan ve taşradan büyük şehirlere giden bazı ikinci grup insanlarımız maalesef o renkli ve parlak gibi görünen dünyanın içyüzünü sonradan öğrenip hüsrana uğruyorlar. Sonuç ne üzücüdür ki intihar oalylarına dek sürebiliyor. Günümüz dahil hiç bir devirde bizlerin yeri büyük eğlence yerlerinin kenar ve arka sokakları olmamalı. Bir çok insan kendini aşmakla büyük başarılara imzalarını atmıştır. Tıpkı diğer insanların deyimiyle normal insanlar gibi yaşamışlardır. Ve hala yaşayanlar vardır. Bu nedenle arayışlarda objektif olmak kadar dikkatli olmak da önemlidir. İnsanların zaaflarından yararlanmak isteyen insan diyemeyeceğimiz kişiler bizlerin zaaf sandığımız histerimizden yararlanarak, bizleri arayışımızda yanıltabiliyorlar... Hiç bir zaman kimseye hesap vermek zorunda olmadığınızı unutmayınız. Yardıma ihtiyacınız olmadığı gibi korktuğunuz da olmamalı. Çünkü siz sadece ve sadece kendiniz için yaşıyorsunuz. Kendi benliğinizden ödün vermediğiniz sürece o kişilerden öğreneceklerinizin sizi ilk sınıfa yükseltmemesi imkansızdır... Tanıdığım çok ünlü bir organizatörden bahsetmek istiyorum. Yaşayışıyla, tavırlarıyla ve çalışmalarıyla çevresinde seviliyor. Ve yadırganmıyor. Olduğu-olmak istediği gibi olduğundan, başarıları da dünya çapında biliniyor. Kendinden ödün vermeyen ve layık olduğu yaşamı yaşama imkanını kendi hakkıya kazanan o sevgili dostum herkese örnek olmalıdır. Daha onun gibi nice örnek var aramaya kalkarsak... Önce kendini tanıyan, aşan ve çizgisini belirleyerek kendisini kabul edip kabul ettiren insan problemlerinin kaybolduğunu görecektir. Artık o da diğerlerine yardımda bulunacağı kadar iyi bir ilk grup insanıdır... İkinci gruba daha sonra tekrar detaylı bir şekilde değineceğimden, şimdilik üçüncü gruba geçmek istiyorum. Üçüncü grup için kendini tanımayan ve hislerini frenlemek suretiyle yapmak istediklerinin normal olduğuna inanmıyanlar demiştik. Bu grup gizli olarak tanımlanabilir. Ençok rastlanan grup bu gruptur. Kendilerinin normal olmadığına tüm kalbiyle inanmakla sorunlu ve özürlü olduklarını sanırlar. Bu derece yanlış ve sapmış düşünceleri nasıl kazandıkları sorusuna cevap olarak toplum ve toplumun en küçük birimi sanılan aile gösterilebilir... Toplumun en küçük biriminin fert olduğu unutulmamalıdır. Bu grup ikinci grup gibi arayışa girmektense, genelde tartışma oratamlarında bile kendileri gibi düşünen kişileri, sırf şüphelenilmemesi için kötülemeyi tercih ederler... Kendilerini kendilerinden bile saklamanın çabası içerisinde yapmak zorunda olmadıkları şeyleri yaparak ödün verimini arttırırlar... Kimlik bunalımının içinde amaçsız kalırlar. Artık mücadele verdiği değerlerin bile zamanla kaybolduğunu görür, birşey yapamazlar. Çünkü kendileri bile inanmazlar... Bu sınıf insanlar araştırma ve tartışma yapmadıklarından genellikle ikinci ve birinci gruba yükselememektedirler... Tabiiki istisnai durumlar hariç. Söylenebilecek ve tavsiye edilebilecek şey araştırmaları. Zaten gerisi çorap söküğü gibi gelecektir. Daha sonra ikinci grubun izlemesi gerekenlerle devam etmelidir. Bu şekilde hem kendini tanıyacak, hem rahat bir şekilde yaşayacak , hem de mücadele verebilecektir. Böylesini kim istemez ki... MELİH (LAMBDA-ERZURUM)
KAOS GL 20/11
TARTIŞMA 18 ve 19. sayılarda Mustafa adlı bir arkadaşın yazıları yer almıştı. Özellikle "Tanrıdır Bütün Phalluslar" adlı son yazı KAOS oluşumunda bir tartışmaya yol açtı. Aşağıdaki görüşler bu tartışma sürecinde ortaya çıktı. Sizlerle paylaşma gereği duyduk. ATİLLA KARAKIŞ:'Tanrıdır Bütün Phalluslar" metnini ilk dinlediğimde (dinlediğimde diyorum, çünkü bu yazıyı arkadaşlarım okumuştu ben dizmeden önce -bu arada dizginin çoğunu benim yaptığımı belirteyim-) metnin ilk bölümünde rahatsız oldum. "Mustaf ne yapmak istiyor?" sorusuna metin ilerledikçe yine kafamda "ama bunlar gerçek, yaşanan şeyler" saptamasıyla birlikte Mustafa'nın pek de taraf olmadığı, anlatımın sert, maço ve girici erkeğin düşüncesi/bakış açısıyla yapıldığı yanıtı oluştu. Mustafa'nın bir önceki yazısının tartışma konusu olduğunu bildiğim için de çevremdekilere bu yazının daha tartışılır olduğunu söylüyordum. Yazıyı dizme aşamasında 'Tanrıdır" sözcüğünü klasik yazı karekterlerinden biri ile yazmamam gerektiğini düşündüm. Bir çok neden bu düşünceyi oluşturdu bende. Birincisi benim tanrıyı reddetmemdi. Tüm kainatın yaratıcısı tanrı kavramının dışındaki çok önemsenen, yüceleştirilen şeylere verilen tanrı sıfatı -ki bu da bir önceki cümledeki tanrının devamı- kullanımında bir tanrı, benim için yine kusursuz bir şeyi anlatmıyordu. Üçüncü olarak phallus gerçekten de heteroseksist erkeklerin tanrılaştırdığı bir organdı. Ve bu benim açımdan hiç bir dönemimde destek vermediğim bir durumdu. O halde 'Tanrıdır" sözcüğünü çalakalem bir stilde yazmam aynı zamanda tanrıyı küçümsemem, kusursuzluğuna gölge düşürmem olacaktı. Ne varki düşüncemi aktaramamış olmalıyım ki başlığı süslü yazdığım ve Mustafa'nın yazısını bu şekilde öne çıkarttığım doğrultusunda eleştiri aldım. Dizgi ile ilgili kısmı bir kenara bırakıp metnin içeriğine bakmak istiyorum. Mustafa iki sayıdır bize sadece dergide yayınladığımız yazıları; başka hiç bir not yazmadan yolluyor. Kim olduğu, ne düşündüğü konusunda hiç bir bilgimiz yok. Yazınsal anlamda yetkin biri olduğunu ve yazılarının tam da hayatın içinden olduğunu düşünüyorum. Bu yazının "mektup" ya da "tartışma" ibaresi altında değil de olduğu gibi yayınlanması, ne kendi adıma benim ne de Kaos eşcinsellerinin anti-otoriterliğine bir halel getireceğini sanmıyorum. Tam tersine böyle bir yazı bizim antiotoriterliğimizi kışkırtmalı ve otoritenin üzerine üzerine gitmemize yol açmalı. Yazının pornografik olması ise benim için yazıdan hoşlanmam demekti. Ve gerçekten de tahrik edici olduğu (bir erkek eşcinseli) kabul edilmeli. Ama bu demek değil ki bir phallusun altında kul köle olmak fantazim var. Yalnız, bir sevişme sırasında böylesi bir durum yaratmak gerçekten savunulan düşüncelere ters düşmek, mücadeleye ihanet etmek anlamına mı gelir? Tartışacağımız yığınla konu var doğrusu. Yukarıdaki sorumdan tutun da aşk vs.ye kadar... Kendimize yeni kurallar, yasalar yaratmadan ama tuzaklara da düşmeden katetmemiz gereken bu uzun yolda yoğun tartışmalarımız da olacak. Son olarak Mustafa'nın yazısı bence yazılması ve yayınlanması gereken bir yazıydı. Ve de tartışılması... YASEMİN ÖZALP:"Tanrıdır Bütün Phalluslar" yazısını ilk okuduğumda, yazıyı yalnızca ironik buldum. Eşcinsel bir erkekle toplumsal bir erkek (muhtemelen heteroseksüel geçinen) arasındaki ilişki yazı boyunca pornografik bir dille anlatılmış. İlişki boyunca toplumsal erkeğin eşcinsel erkeğe nasıl hükmettiği ve eşcinsel erkeğin de partnerini nasıl yücelttiğini algılıyoruz yazıdan. Yazıya pek çok açıdan bakılabilir. İlk göze çarpan anlatılan ilişkinin phallus merkezli olması ve başlıkta değinildiği üzere phallusun Tanrı'laştırılması. Phallusa olan bu tapınmanın gerisinde, bir de erkek egemen kültürün, tahakküm ilişkilerinin içselleştirilmesi var. Sanırım yazıda söz edilen türü yok olan (!) erkeklik de maço erkeklik Yazı boyunca eşcinsel erkek, toplumun lanetlediği bir günahkar olarak kendini aşağılıyor. Ve partnerinin tüm isteklerine sadomazoşistçe boyun eğiyor. Kendi cinselliğiyle barışık olmama ve kendisine toplumca verilen konumu benimseme seziliyor. Duygusal paylaşımlara dair hiç bir ipucu görülmüyor. Ve ilişki yalnızca cinsellik
KAOS GL 20/12
temeline oturmuş. Burada yaşanan ilişkinin ne derece sağlıklı olduğu konusunu tartışmayacağım. Çünkü bu durumun kişisel bir tercih olduğuna inanıyorum. Ancak eleştirilmesi gereken noktalar var. Cinselliğin phallus merkezli olması erkek egemen kültürün bir uzantısı ve onun iktidarını olumlayan bir olgu. Burada karşımıza bir köle ahlakı çıkıyor Çünkü eşcinsel erkek bu durumdan rahatsız değil. Ayrıca yazı boyunca eşcinsel erkeğin partnerine boyun eğişi ve onu bir iktidar olarak algılayışı da eşcinsel erkeğin ne kadar toplumsal olduğunu ve eşcinselliğini özümseyemediğini sergiliyor. Partnerin onunla beraber oluşu bir lütufmuş gibi algılanmış. Oysa ortada her iki tarafın karşılıklı tercihi sözkonusu. Ve bu durumda erkeklerden birinin diğerinden daha az eşcinsel olduğunu düşünmek bile anlamsız. Yazıya bir başka açıdan bakarsak, anlatılan ilişki eşcinsel erkeklerin bir çoğunun yaşadığı şeylere denk düşüyor. Yani varolanı ortaya dökme anlamında karşı çıkılamayacak kadar gerçek şeyler. Ancak bu varolanı olumlayacağımız ya da kanıksayacağımız anlamına gelmiyor. Yazı boyunca ise bu durumun kanıksandığını görüyoruz. Ben yazıya bir başka boyuttan bakıyorum. Başta söylediğim gibi yazının anlatımı sanırım ironik. Eşcinsel erkek aslında erkekliğini yücelttiği partneriyle dalga geçiyor. Varolanı görebilen bir bilince sahip. Yazı boyunca derin bir acı ve hüznün de anlatımı var. Eşcinsel erkek partnerinin kendisinden daha erkek olmadığını görüyor ve biliyor. Ancak partnerine bunu sezdirmiyor ve cinselliğini yaşamak uğruna ona erkekliğini hissettiriyor. Ancak bunu yaptığı için de partnerine kendisini aşağılama fırsatı veriyor ve onun erkek egemen iktidarını sağlamlaştırıyor. Yani bir eşcinsel olarak bütün tanrıları yok edebilecek konudayken kendine yeni tanrılar yaratarak içinde yok olduğu bir çemberi daha da daraltıyor. Yani yazının ironik oludğunu ve eşcinselin her şeyi bilinçli olarak yaşadığını düşünürsek bile karşımızda anlaşılmaz bir içsel boyun eğme çıkıyor. Bu da eşcinselliği bir renk olmakan çıkarıp bir tutsaklığa dönüştürüyor. ATİLLA A:Bu yazıyı ilk okuduğumda hiç düşünmeden altına imza atabilirim demiştim. Çarpıcı bir dili olan "Mustafa" yaşadıklarını anlatırken kendiliğindenliğini korumayı başarmış. Cinsellik söz konusu olunca; örtülere, imgelere başvuran yazı dilinin tüm zorlamalarını bir yana bırakmış olmasının doğal kavrayıcılığından etkilenmemek olanaksız. İçeriğine dair bir kaç söz söylemek gerekirse; suçlamalara karşı savunma yapmaya ve tüm eleştirileri üstüme almaya hazırım. Derginin politik kurgusuna bir zarar verir kaygısı taşınmamalı. KAOS oluşumu tüm gönderilen yazıları "değerlendirerek" okuyucularına sunma çizgisini değiştirmeyecektir sanırım. Ayrıca Mustafa gibi düşünen, yaşayan arkadaşlarımızı dışlamak bizlere hiç bir şey kazandırmayacaktır. Türkiye"de bir eşcinsel altkültür oluşmuştur bunu görmezden gelemeyiz. Amacımız altkültür kavramının içeriğinde değişiklik yapmak, düşünen ve düşündüklerini dile getirip kimliğine sahip çıkan bir kesim yaratmak olmalıdır. Mustafa'ya bir mesajım olacak: "Yaz geçer" DİDEM:KAOS grubuyla birlikte davranmaya ve üretmeye karar verdiğimde iktidar ilişkilerini sorgulayan ve karşı çıkan insanlarla karşılaşacağımı umdum. Mart'96 sayısına kadar bu beklentimi boşa çıkaracak net bir şey olmadı. Şubat sayısındaki kim olduğu belirsiz Mustafa'nın yazısı bir sancının sinyallerini verdi ve bunu dile getirdim. Birbirimizi anlamak çin bağırmaya gerek olmadığı yolundaki düşüncem boşa çıktı ve Mart'96 sayısında Mustafa bir kez daha boy gösterdi. Demek ki sıkıntım anlaşılmamış. Beni gruptan ayrılma noktasına getiren Mustafa ile derdim nedir? Kimdir Mustafa? Bir erkek eşcinsel. Bence son derece sıradan bir eşcinsel. "Gay" diyemiyorum, gay'lik politik bir tanım çünkü. KAOS, gay ve lezbiyenlerin ortak ürünü. Az sayıdaki biseksüelden biriyim ben KAOS'da. Kadınım ve doktorum. Doktor olmamın önemi Mustafa'nın tanrılaştırdığı phallusların benim için mesleğimden dolayı herhangi bir organdan hiç bir farkının olmaması. Yazıda özene bezene anlatılan phallus, hasta hekim ilişkisinde sıradanlaşırken politik görüşüm nedeniyle de hiç de sıradan olmayan ideolojik bir organ. "İktidar phallusun ucundadır" diyen egemen ideolojiyi KAOS'un anti-otoriter yazarları, hangi akla hizmetle bilmiyorum, Mustafa'nın yazısında hoş görmüşler. Erkek eşcinselliği kadınınkinden farklıdır diyordu Mustafa. Phallus tapınması olan Mustafa'nın bile görebildiği bu farkı KAOS gay'leri göremediler herhalde. Heteroseksüel yaşayan ve yıllarca sevişmenin güzelliğini tadamayan ortalama kadın nüfusunda bile bir penis iğrenmesi ve nefreti vardır. Politik lezbiyenler için ise tüm iktidar ilişkilerini reddetmenin en bütünsel noktasıdır penis reddi. Tecavüz eden, nesneleştiren, boyutları ve işlevi ile iktidar kuran phallus binlerce kadının, lezbiyenin, biseksüelin tiksintiyle baktığı bir organ. Benim biseksüel yaşamımda ise iğrenme yoksa bile penis, sevişmeyi bütünleyen herhangi bir vücut parçasından farklı değil ve soyut bir penis sevgim yok. Sevilen insanın sevilen yerlerinden söz edilebilir benim sevgi yaşamımda. Bunlar bireysel zevk tercihleri deyip geçebilirsiniz. Eğer yaşama ideolojik bakamıyorsanız; soyut bir phallus sevgisi de tapıncı ile insanın köleleştirilmesinin bağını kuramıyorsanız.
KAOS GL 20/13
KAOS'un misyonu eşcinsel aşkı kaçamak, yasak, günah olmaktan çıkarıp kendi yaşam dünyasına sahip çıkan ve hayallerimizle süslediğimiz bir noktaya taşımaktır. KAOS gay'leri ile lezbiyenlerinin ortak noktası eşcinsellikleri değil, düzene karşı eşcinsel duruşları, tavır alışlarıdır. Grupta penisi ya da klitorisi çok sevenler olabilir ama bu, organlarla simgelenen iktidar ilişkilerini görememeyi getiremez. Getirirse, phallusa köle erkeklerle phaliusu sevmeyen kadınların yollan ayrılır. Ne amaçla KAOS'un phallus güzellemeleri yayınladığını anlayamadım. G&L diye iki bileşeni olan KAOS, kadın ve erkek organlarına övgü kürsüsü mü olacak? L'ler de klitoris-vajina tarif ve tahlilleri mi yapsın? Biseksüel olduğum halde bu kadar tepki duyduğum yazıyı hangi yüzle lezbiyenlere sunabiliyorsunuz? Miting alanlarında heteroseksüel kadınlara, erkeklere köle olma diye akıl verirken KAOS'da erkek köleliğini öven yazıları nasıl açıklamamızı bekliyorsunuz? Ben eşcinsellerin zincirlerinden başka kaybedecekleri olmadığını düşünürdüm. Meğer gay'lerin vazgeçemeyecekleri kıllı karınlar, ezen phalluslar, "kirleten" smegmalar varmış. Sanırım sizleri erkek vücutlarıyla başbaşa bırakıp hiç bir organın bir diğerinden daha üstün olmadığı özgür kadın bedenleriyle birlikte yükselen kadın yoldaşlığına uçmamız gerekiyor. Çünkü bizim "kirleten" ve kanatlarımızı kıran sahiplerimiz yok. KAOS çevresini düşünmeye davet ediyor, birlikteliğimizi zayıflatacak değil, güçledirecek tartışmaları bekliyorum. S.:Yazı akıcılık ve dil olarak oldukça iyi. Belkide bu ülkedeki ilişkilerin yüzde sekseni bu şekilde yaşanıyor; mantık ve nitelik olarak kabul edilse de edilmese de. Bu denli yaşandığına ve insanlar teoride böyle bir şeyi kabullenmiyor görünseler de temelde aranan erkek tiplemesi bu olduğuna göre istenen ilişki tarzı da bu olsa gerek. Eşcinsel ilişkinin bu ülke koşullarında böyle yaşanıyor olması phallusa tapınma mantığını da birlikte getirmemeli. Koşulları sağlanamıyor da olsa en azından doğru beklentiyi belirlemeli ve bu tahakküme dur deme cesaretini gösterebilmeliyiz. KAOS'un amaçlarından biri de zaten budur. Bu yazının yayınlanması, daha önce bu açıklıkta KAOS'ta tartışılmamış bir konunun gündeme gelmesi ve irdelenmesi açısından oldukça yararlı olabilir. Ama yayınlanırken bu yazının KAOS'un kendi düşüncesi olmadığı bence belirtilmeliydi. Çünkü yazının varolanı betimlemek yanında kabullenmek ve hatta abartmıyorsam özendirmek ve bundan başkasının olamayacağı şeklinde bir yönlendiririni var. Varolana bir itiraz, en ufak bir ironi bence yok. Yazıda "bir erkek, ne kadar yoksul ne kadar cahil, ne kadar başarısız, ne kadar horlanan, hatta çirkin ve gündelik yaşamın alt katmanlarına acımasızca itilmiş olursa olsun" diye belirtilen kısımda, bu ezilmişlikten dolayı, bir ezme eylemi gerçekleştirdiğini hissettim. Bir erkek zengin, okumuş, başarılı, takdir edilen, güzel ve toplumun üst katmanlarında olduğu zaman bu tahakküm gerçekleşmiyor mu? Bu ilişkiye psikolojik nedenler aramak yerine, varolan toplumsal ahlak kurallarını irdelemek gerekir. "Siz ancak onun verdiği kadar zevk alabilirsiniz. Hiç zevk almasanız da, hatta canınız acısa da sonuna kadar zevk vermeye çalışmalısınız." Niçin? Niye bu kabulleniş? Zevk almak için başka tercihlerin de olabileceğinin insanlara hatırlatılması gerekmiyor mu? "Güzel olan erkektir". Sen nesin? Kadın mı? Kadınlar çirkin mi? gibi soruları kendimize bir kez daha sormalıyız. Bu tür ilişkileri koşullar gereği yaşıyor da olsak, daha onurlu ve özgür bir yaşam mücadelesi için uğraş göstermeliyiz. ÖZCAN: "Erkek olmak" ne demektir? Bir erkek nasıl konuşur, yürür, yemek yer, arkadaşlık eder? Nelerden hoşlanır? Çocukluktan çıkarken bu soruları sorar ve farkında olmadan çevrenizdeki erkekleri gözlemler ve bir süre sonra da kaslarından oturuşuna kadar her şeylerine özenmeye başlarsınız. Aslında sünnet olarak erkekliğe ilk adımı atmışsınızdır ama yine de vücudunuzun çeşitli yerlerinde çıkmaya başlayan kıllar erkek olduğunuzun en büyük göstergelerinden biri olarak kabul edilir. Sizinle birlikte "erkek" olma yolunda ilerleyen arkadaşlarınızın vücutlarını merakla izlerken bir süre sonra garip bir şekilde aslında bu işten zevk aldığınızı hissedersiniz. Bu arada içinde yaşadığınız toplumun "erkeklik" imajı kafanıza çoktan yerleştirilmiştir. Göğüslerindeki kılları sergilemek için gömleklerinin düğmelerini göbeklerine kadar açan, kaba ve sert davranışlarıyla hiç bir zaman erkekliklerine bok sürdürmeyen, "erkek" olmaktan başka bir şey de olamayan tiplerle aynı şekilde erkekliği yorumlamaya vardıracak kadar abartılı düşünmeye başlarsınız. (Aslında onlar da sizin gibi "erkek" olmaya takmıştır.) Ağızlarından hiç eksik etmedikleri "koymak" ve "sikmek" eylemleri, onların hem en büyük zevkleri hem de en büyük cezalandırma, aşağılama biçimleridir. "Erkeklik" imajının bu kadar doruklarında olan bu "erkekleri" sizden en az bir gömlek önde görmeye başlarsınız. Bu imaja olabildiğince yakın olabilmenin artık tek yolu vardır. Vücudunuzu taptığınız bu imaja sunar, bir "erkeğe", "erkekliğini" gösterme fırsatı verir ve "erkek" olmanın en büyük simgesi haline gelmiş olan phallus'un İKTİDARINA boyun eğersiniz. YEŞİM T. BAŞARAN:Mustafa'nın yazısını ironi arayarak okudum. Zaten bahsettiği şeyler önceden düşündüğüm, insanlarla tartıştığım şeylerdi. Fakat aradığım ironiyi bulamadım. Yazıda, toplumsal erkekliğin övüldüğünü düşünüyorum. Yaşamın bütün alanlarına olan lezbiyen bakışımdan dolayı toplumsal erkeklik ve toplumsal kadınlık'ın karşısındayım.
KAOS GL 20/14
MERHABA KAOS GL, Bir kitapçıda dergileri karıştırırken eşcinsellerin sesi olan KAOS GL'ye rastladım ve hemen aldım. Dergiyi okuduğumda oldukça olumlu bir izlenim edindiğimi söyleyebilirim. Eleştirel bir yapı oturtmaya çalışan her yerden katılım bekleyen ve olumlu-anlamlı tartışmalara açık olan bir varoluşla karşı karşıya olduğumu gördüm. Açıkçası ilk okuduğum sayıda, hem de fazlaca bilgili olmadığım konularda hemen bir şeyler yazmayı önceleri düşünmedim. Yalnız belirtmeliyim ki önüme, böyle bir çabaya katılma hedefini koydum. Bu görüşümü değiştiren düzenin içinden çok pis bir koku oldu. Dergiye gönderilen çirkin mektup beni yazmaya itti. Aslında tek başına mektubun iğrençliği herhangi bir yazıyı zorunlu kılmazdı. Bu kadar ilkel suçlamalar ve sapta(yama)malarla dolu bir yığına cevap vermenin ne zorunluluğu olabilir ki? Ama Lenin'in de belirttiği gibi bizler en iğrenç sendikalara, parlementolara, okullara girmeyi, en pis kişiyle aynı yerde bulunmayı bilebilmeliyiz. En olumsuz yerleri olumluya çevirmeliyiz. Bu açıdan bakınca yazılan mektubun açılması gereken kimi konular için bir giriş olabileceğini düşündüm. Ve bu pislikle uğraşmaya karar verdim. Radikal islamcı, evli ve burjuva olduğunu söyleyen, aydınlar aristokrasisi görüşüyle Platon'un hacıvatı bile olamıyacak olan bu zat yazısına Freud'u anlatmaya fazla gerek olmadığına ilişkin sözlerle giriyor. Ama iki üç kelimeyle Freud"u mahkum etmekten geri durmuyor, (iyi ki Kuran'da bu konuya ilişkin bir ayet yok. Yoksa iki kelime bile sürmezdi.) Ardındn da eşcinselliğin genetik temelli olduğunu anlatmaya çalışan kalabalığı sıralıyor. Bu tartışmaya hiç girmeyeceğim. Daha önce de belirttiğim gibi söyleyecek bir çok şeyim olmasına rağmen henüz yeterli bir birikime sahip olduğumu düşünmüyorum. Gevelemek isteseydik Allah için, yiğidi öldürelim ama hakkını yemeyelim, sayın öğretim görevlimizin yanına bile yaklaşamazdık. "Siyasette Eşcinsellerin Konumu" başlığı altındaysa eşcinsellere yapılanlardan başlayıp sosyal demokratlara, komünistlere, kemalistlere, anarşistlere kadar genişleyip herşeye değinen ve böylece hiçbir şeye değinmemiş olan bir seri cümle yazılıyor. Eşcinsellerin siyasette kimseyle rezonansa gelemediklerini belirten bir sonuçla bağlanıyor. Tüm bu özetlediğimiz bölümdense dört maddelik "son tahlil" incisi dökülüyor. Ben eleştiriyi daha sağlam bir zeminden yapabilmek ve eleştiri sınırını aşıp başka şeyler de söyleyebilmek için öncelikle kaba da olsa genel bir çerçeve çizerek bakışımı özetlemek istiyorum. Dünyayı, insan, ilk etapta kendiliğinden edindiği ideolojik bakışla anlamlandırmaya başlar. Empirisizm, pozitivizm vb. anlayışların en ilkeli denilebilecek olan sağduyuyla dünyayı algılar. Burjuva ideolojisi, din ideolojisi gibi bir çok ideoloji yakaladığı her boşluktan içeri sızar. İdeoloji boşluğu hiç sevmez çünkü çimento gibidir. Marks'ın deyişiyle söylersek binlerce yıllık gelenek yeni kuşakların üstüne kabus
gibi çöküverir. Erkek egemenliği, meta düşkünlüğü, kadın sinikliği, eşcinsellerin aşağılanması vb. bir çok olumsuzluk hem çok öncelerden hem de bugünün sisteminden gelerek domuz topu oluverir. Böylece ortaya binlerce ideolojiyle kuşatılmış bir dünya çıkıverir. Bu dünyaya müdahele edebilmek ancak sarsılması gereken platformu sarsabilmek için onun dışında bir "bilgi" tanımlayabilmekten geçer. Aristoteles'in sağduyuya dayalı ideolojistik devinim tanımını yıkan Galileo'nun bilimselliğidir. İdeolojik bilgiyi (nosyon) reddedip bilimsel bilgiyi (konsept) yaratarak yeni bir döneme imzasını atan bir kişidir o. Ancak böyle bir sıçrayışın üstüne çağdaş felsefi akımlar, yeni bilimsel açılımlar tüm dünyayı sardı. Tarih içinde de benzer bir sıçrama şarttır ve hiç bir burjuva düşüncesinin kabul etmediği, şiddetle reddettiği bir gerçek var; böyle bir sıçrama yaşanmıştır. Marks tarih bilimini (tarihsel materyalizm; tarihsel materyalizm tarih biliminin ısrarla reddedilişine karşı doğan bir tepkili vurgudur. Yoksa hiçkimse kimyaya kimyasal materyalizm demiyor.) kurarak tarihin ideolojik temelli felsefi açımlamalarına (tarih felsefesine) son vermiştir. Bilim ile ideoloji birbirine bu nedenle düşmandır. Marks'ın yeni bir bilimsel kıtayı kullanıma açışı, artık geri dönülmez bir yola girişi tanımlar. Bir kere fizik ortaya çıktıktan sonra "fizik yok" denilemez. Fizik içinde sıçramalar gerekir. Galileo örneğini verirken de belirttiğimiz gibi her bilimsel kıtanın açılışı yeni bir felsefi dönemin de açılışı demektir. Doğaldır ki Marks'ın açtığı bilimsel kıta da yeni bir felsefi sıçramayı getirmeliydi ve getirdi. Ama her zaman görüldüğü gibi burada da felsefe belirli bir süre geçtikten sonra farklarını koyup hayata girebildi (Diyalektik materyalizm). Zaten felsefe dediğimiz teoride sınıf savaşı değil midir? (Felsefe, bilim, ideoloji, politika vb. ayrımların yapılması çok ayrıntılı ele almayı gerektiriyor. Bu yazıyı böyle bir uğraşa yöneltmeyeceğim. Ama genel hatlarıyla belirtmek zorunda olduğum bunca şey anlatmak istediklerimin havada kalmaması için bir temel oluşturuyor. Özellikle öğretim görevlisinin her kavramı birbirine karıştırması ve bol kavramlı, -açıkçası- laf salatası yapması bu gerekliliği arttırdı. Hem bu burjuvanın yazdıkları felsefenin teoride sınıf savaşı olduğunu göstermiyor mu? Her ne kadar söyledikleri felsefecik olabilse de.) Tüm bu anlattıklarımdan gelmek istediğim nokta hangi toplumsal sorun olursa olsun çözümüne yönelik atacağımız her adımın ideolojistik, sağduyusal olmaması, aksine bilimsel temelli bir politiklik ifade etmesi gerektiği önermesidir. Herkes sorunlara kendi ilgili olduğu parçasından yaklaştığı için bir türlü bütünlükler yakalanamıyor. Demek istediğim; insanlar sorunlara ilgili oldukları noktalardan yaklaşsın ama belli bir bütünsel kavrayış içinde olsundu. Çevre sorunuysa derdimiz, sorunun gerçek sorumlusuna, kapitalizme
KAOS GL 20/15
ve çözümüne kadar cesaretle ilerliyelim. Herşeyi önce bilimsel bir temelde ele alalım, (bilgi düzeyinde) inceleyelim, değişmesi için gerekli olan dinamikleri ve bu dinamiklerin değiştirme hareketinde izleyeceği yolları saptayalım. Ardından bu bilgileri politik bir müdahaleye dönüştürelim (gerçek düzeyine). Zaten politika bilimin pratiği değil midir bu yönüyle? Böylece konuyu özelleştirebilecek bu bütünsel çerçeveyi -bir çok açık, eksik ucu kalsa da- yakalamış olduk. Eşcinsellere yönelik hakim ideolojik anlayış ve onun yarattığı baskıyı inceleyip bir noktaya ulaşabiliriz. (Söyeleyeceklerim bir çok kez söylenen şeyler olacak. Önemli olan tekrar tekrar söyleyip yeni bir dünya için daha güzel birliktelikler yakalayabilmek.) Egemen ideoloji burjuva ideolojisidir. Burjuva ideolojisi kendi varoluşunu sürdürebilmek için bir çok ideolojik aygıta sahip olduğu gibi kapitalizm öncesi dönemlerin ideolojileriyle de domuz topu olup konumunu güçlendirmektedir. Din ideolojisi bunun en güzel örneği. Kapitalizmin kendi sömürgen karekteri ve kral Midas'ın her dokunduğunu altına çevirmesi gibi her dokunduğunu metaya çevirmesi her şeyi belirleyen temel nokta. Böylece kadın vücudu, kadın-erkek ilişkisi, eşcinsel ilişki, sevgi, aşk... kısaca aklımıza ne gelirse meta oluveriyor. İnsanların bilinçleri de meta meta çalışıyor. Bir kadın ezilmiş kimliğini, kullanılan cinselliğini kabul ediyor ve zevkle sunuyor. Bir eşcinsel klasik kadın gibi davranıyor. Bir erkek klasik erkek gibi.... Çok doğal! Dünyada keşfedilmeyen başka denizler olduğunu bilmeyenler ister istemez bildikleri tek oyunu oynayacaklar. Önemli olan bu dünyanın dışına çıkabilmek, çıkarabilmek. Yalnız onu, beni, seni çıkarmakla yetinmemek, herkesi çıkarmak bu pisliğin dışına. Kendi küçük adamızda kendi küçük dünyalarımızla yetinmemek. Bütünsel olarak pislikten çıkabilmekse tek tek her insanı psikolojik ağırlıklı bir çabayla dönüştürmeye çalışmakla olmaz, olamaz. Bir kere buna zaman hiçbir zaman yetmez. Bunun yanında tarihin işleyiş yasaları buna aykırı. Tarih bilimi bambaşka yollar gösteriyor. Spartaküslerin yolu bu... Paris Komünarlarının... Şimdi, tarihsel olarak doğan iki sınıftan, bunların çelişkilerinden ayrıntılarıyla bahsetmiyorum. Kısaca söyleyeceklerim şunlar; tarihin motoru sınıf savaşı mıdır. Bu savaşım bizi kapitalizme kadar getirdi. Kapitalizmse ilerici misyonunu çoktan yitirdi. Her yerde küflenme, yozlaşma, baskı, işkence anlamına geliyor. Öyleyse dünyayı değiştirme, kapitalizmi yıkma amacını önümüze koymaktan geçiyor. Tüm bu sınıfsal, cinsel (ki cinsel baskılar sınıfsal baskıların yarattığı ortamda yaşam bulur) baskıların çözümü sınıfsız bir topluma ulaşmakta düğümleniyor. Bu genel hedefi belirtmemden özeli kaybettiğim, silikleştirdiğim düşünülmemeli, aksine özelin anlamlanabileceği bir ortam yaratıyoruz. Özelin sorunlarına alabildiğine yönelebileceğimiz bir ortam. Eşcinsellerin kimilerinin vücutlarını satmak zorunda kalması, herhangi bir insan olarak sokakta dolaşamaması tamamen bu iğrenç para düzeninin ve onun yarattığı ideolojik bilincin ürünü. Çözüm sistemin
bütün baskı ve ideoloji aygıtlarını alaşağı etmekten geçiyor. Polisin grev yapan işçiye, eylemci öğrenciye ve farklı bir cinsel tercihi olan eşcinsele tavrı nitelik olarak aynı. Aynı mantığın ürünü. Önemli olan kapitalizmin çarklarının en önemli noktalarına çomak sokabilmek, yani üretime. İşçi sınıfı temelli bir mücadelenin gerekliliği bundandır. Yoksa çevre sorunu küçümsendiğinden değil, tek çözüm yolunun devrim olmasındandır. Gay'e Efendisiz'in yazısında da sınıfsal temel iyi belirtilmiş. Burjuvaların yaptıkları çılgınlık diye nitelenirken halktan birinin yaptığı sapıklık oluyor. Toplumun baskı gören her kesiminin böyle bir birlikteliği tarih bilimi temelinde örgütlemesi gerekiyor. Şimdi gelelim bizim öğretim görevlisine: Eşcinsellerin başkalarıyla rezonansa gelemedikleri ve bu yüzden kendi örgütlenmelerini yapmak zorunda kalıp, kendilerini başka bir yönden soyutladıklarını söylemek ilerde söyleneceklere, yani eşcinsellerin toplumdan dışlanması görüşüne destek vermek için yapılmış çok kaba bir hazırlık. Kargalar bile böyle bir oyunu farkedebilir. Herşeyden önce hiç bir şekilde eşcinsellerin tek kalması, kimseyle rezonansa geçememesi söz konusu olamaz. Çünkü sorun tüm toplumu ilgilendiriyor. Kadın sorunu nasıl hem kadınların hem erkeklerin sorunuysa yani insanlığın sorunuysa benzer bir şekilde eşcinsel sorunu da tüm insanlığı etkileyen, tüm insanlığın sorunudur. Eksiklik kimi dar kafalıların cins, cinsellik gibi ayrımlara gömülüp hepsinin üstünde yer alan, hepsini kapsayan "insan" gerçekliğini görememesinde yatıyor. (İnsanı da "kitle" gerçeği içinde görmeli. Kitleyi sınıf, sınıfı savaşım vb.) Doğaldır ki kadın sorununun ana savunucuları sorunu bizzat yaşayan kadınlar olduğu gibi eşcinsel sorununun da mücadelecileri eşcinseller olacaktır. Kadınlar, eşcinseller insanlara birçok şeyi eylemleriyle göstereceklerdir. Tüm insanların katıldığı eylemleriyle... Kendince eşcinselleri dünyadan soyutlama planları kuran ve alimallah birgün iktidara gelse eşcinselleri kesmekle kalmayıp, ilk grev yapan işçileri, eylemci öğrencileri de kılıçtan geçirecek olan bu sakat görüşlerin sahibine bakarak kapitalizmin vahşetinin nasıl yedekte durduğu ve ilk sıkıştığında nasıl gündeme gireceği kolayca görülebilir. (Görüldüğü yerler yok mu sanki? Kayıplar, katliamlar, yargısız infazlar...) Dünyayı 'insan'ı unutarak anlamlandırmaya çalışan öğretim görevlimiz öğretici hatalar yapıyor. Herşeyi eşcinsel olmak ya da olmamak noktasından algılayan beyin, Lenin'in eşcinsellere taviz vermediği, Atatürk'ün eşcinsel olduğu, en ünlü yasadışı eşcinselin Markos olduğu hem de Markos'un kendine yöneltilen suçlamaları olumsuzlar bir tavır içinde olmadığını söylüyor. Ne yapsındı yani? Kendine yöneltilen bu sözde suçlamayı bir suçlama olarak algılayıp aynı platformda cevap vermeye mi çalışsındı? O ve yoldaşları şöyle demeyi seçti; "Markos, San Francisco'da bir gay, Güney Afrika'da bir zenci, İspanya'da bir anarşist, İsrail'de bir Filistinli, San Cristobal sokaklarında bir Maya yerlisi, Almanya'da bir
KAOS GL 20/16
Yahudi, soğuk savaş sonrası çağda bir komünist, Bosna'da bir barışçı, Meksika'nın herhangi bir kentinde bir evkadını, gece saat onda metroda yalnız başına bir kadın, topraksız bir köylü, işi olmayan bir işçi, mutsuz bir öğrenci ve tabi Güneydoğu Meksika dağlarında bir Zapatacı. Kısaca yeryüzündeki tüm diğer insanlar gibi bir insan Markos. Tüm sömürülenler, dışlananlar, tüm ezilen azınlıklar birer Markos'tur. Kadın ve erkek tüm direnenler ve "Basta!" diye haykıranlar." Ve böylece sorunun insan sorunu olduğunu anlattılar. Anlayana! Atatürk'e yönelik aptalca söylemlere Atatürkçülerin cevabı (eğer öyleyse) kendi dar görüşlülüklerinin göstergesi. Ayrıca Lenin'in hayatından örnekler vererek Lenin'i mahkum etmeye çalışmak çok saçma! Ya da Atatürk'ü... Daha önce belirttik; tarihi insan değil kitleler yapar, tarihin motoru sınıf savaşımıdır. İnsana bu çerçeveden bakabilirsek onu anlamlı bir özgürleşme yolunu açabiliriz. Öyleyse dünyadaki ikinci büyük sosyalist devrime imzasını atmış olan bir partinin önderi eserleriyle, yaptıklarıyla bütünsel olarak değerlendirilmeli. Tek başına bir yönüyle değil, (ki söylenenlerin doğru olup olmadığını da bilmiyorum.) Kepler çok dinci bir insandı. Ne yani koyu dincidir diye bilim insanı olamaz mı deseydik? Ya da Einstein diyelim eşcinsellerin katledilmesinden yana (uçlaştırıyorum) bu bizim onun görecelilik devrimini yoksaymamızı mı gerektirirdi?.. Lenin'e de böyle bakmak gerekir.. Mükemmel insan ölü insandır. Aklına geleni cımbızla Piyano lütfen -"la si sisi..." çekip mahkum etmek Teşekkürler" 666'nın gözyaşı kolay. içinde geçenlerde dehşet Ömründe giyotini bir düş doldu beynime. hiç Marks, Uzakta bir atım var benim. Dört belki Engels okumamış kez göğü dolaştıran. Neşeli, olan ya da okuduysa çocuksu ve düşüncelisin.. birşey Benimle atımın yamacına gelir öğretim görevlisi aklı sıra misin? At sürmek ister misin? sınıf bilincine ulaşmış Hükümsüzüm! Gözlerimle bağırmayın bana! Gözleri bile proleterlerimiz bakın çekemez oldunuz. Bana (bize) neler yapıyor diyerek verin onları. Sıkıldım kurnazlık yapmaya, fraksiyonumdan. Yalnız çünkü. böylece Fucksiyonunuz boş viteste marksizmi çürütmeye ölmüştür inşallah. En tropik çalışıyor. Sınıf bilinçli yeminlerle çocukluk geçiren olmak kendiliğinden vatandaşlar. Sürek avınızda iyi gelen bir şey değil. bok yediniz yaaa... Küfürlerimle Ayrıca Türkiye'de sınıf bağırmayın bana! onları da iplemez oldunuz. Bize ve çocuk bilinçli işçi sayısı da çok az. Biz Marks'ın kaderine verin onlan. Sadece dediği gibi hareket aşk var: yemin ederiz ki ederiz; "sınıf bilincine bedenimizde- 666'mla bağırır ulaşmamış oldunuz. Lütfen geri verin onu rezildir" bize. Ama bizden size kalan diğer elemanları ve mutluluğun Yoksa elementlerini de istiyoruz. ...si kuyruğuna takılarak mi si la si. değil. olanları biz de biliyoruz. O küçük MEVLÂNA ilkelliklerin
hepsini görüyoruz (sizden iyi olmasınlar bay öğretim görevlisi) ama bunlardan çıkardığımız sonuç değiştirmek gerektiğidir. Kaldı ki devrimcilerin de eksikleri var. Ama bunların tartışmasını yapacağımız insanlar dünyayı güzellemek isteyenler olabilir sadece... Beyni altıyüzyıl geriden gelenler değil. Gerek kadına, gerek eşcinsele bakışta birçok eksiklik var. Düzeltebilmek için mücadele etmek gerekli. Yoksa şu ya da bu hatalar var deyip çekip gitmek değil. Sovyet Devrimini yapan o güzel insanların büyük olasılıkla çoğunun kafasında eşcinselliğe bakış olumsuzdur. Sıradan, küfreden, döven, içen insanlardı onlar. Ama ileriye doğru kahramanca bir adım attılar. Ne yapalım yani? Bir kerede silelim mi bu güzellikleri? Ya da Alman faşizmine karşı savaşan, Moskova önlerine dayanan o katiller ordusunu sonunda püskürten 20 milyon ölüyü unutalım mı? İnsanı, birkaç olguyu alıp mahkum etmek isteyenler insanlık düşmanıdır! Bakın ne demiş; "Felsefe ve sosyolojiyle, etikle, politika ve edebiyatla artı sanatla zenginleştirilmemiş kuru bir tıp (psikolji-psikiyatri) bilgisi hiçbir yüksek camiada kabul göremez." Bu kadar kaba ve kuru bir cümleyi de hiçbir aklı başında insan kuramaz. Aklına gelen her kavramı ardarda sıralayıp bir şeyler deme(me)ye çalışmış. Zaten bir şeyler deme(me)nin ardından söyleyeceğini söylemiş. Freud yahudiymiş, ondan ünlenmişmiş. Hem bu konuda kendinden eminmiş, tartışmaya bile lüzum yokmuş. Hadi ordan! Senin bu iddianı zaten hangi bilimsel bakışla tartışabiliriz ki? Kafasınca bize Hint, İslam, Antik Yunan felsefelerini öneren bay! Ya Lenin'in metafizik, dinsel birikimi olmadığı için Marks ve Hegel'den yararlanmış olması? Çok komik... Bu nedenle ruhu tanımlayamamış Lenin, ya da çok zorlanmış. Hangisi karar verin, tanımlayamamış mı yoksa zorlanıp tanımlamış anlamıyan mı? Hele "iman" geninden bahsetmeniz evlere şenlik doğrusu. Eh iman geninden bahseden herşeyi sinir hastalıkları çerçevesinin içine kafasını gözünü yarararak, kolunu bacağını keserek tıkıştırır. Sonuçta da gayliğin genetik olduğunu söyleyip yeni bir Hitler olmaya yönelir. Ahlağımızı bozan bu eşcinsellerin yokedilmesi gerekli değil mi? Kanıtımız güya da hazır zaten; Kur'an öyle demiş! Hem bilimsellikten dem vurup hem de temcit pilavı gibi önümüze Kur'an'ı sunmak... tutarsız, ik yüzlü, adice, silik bir davranış. Hiç kimse faşist saldırılara karşı sessiz kalınacağını düşünmesin. Her türlü baskıya karşı direnecek yüreği olanlar var bu dünyada, ve nasıl Hitler, Mussoloni, Franco faşizmlerini yıktılarsa yenilerini de öyle yıkacaklar... elele... KAOS GL okur ve yazarlarına bu bakış ışığında tüm muhalif unsurlar olarak baskılara karşı durmayı (böyle bir duyarlılığı görüyorum) daha çok birlik içinde yapmayı öneriyorum. Birilerinin dediği gibi rezonanz yakalayamamak işçi sözkonusu diyerek!bile değildir. İnsani değerlerini yitirmeyenler her zaman böyle bir olasılığa sahiptir. birilerinin Mehmet ALAZ Varoşlarda
KAOS GL 20/17
YAŞAMIN İÇİNDEN KARTPOSTALLAR... Memur, 26, Biseksüei ..."Çocukluğumun anımsayamadığım salıncak şıngırtıları" Sözler onarabilir mi yaşanılanları ya da insan temize çekebilir mi kendini. "ANILAR" bırakır mı peşimizi, yoksa sürer mi izini kan kokusu almış kurtlar gibi. İlk çığlığı duyulmadı, duyulmayan çığlıklar attım, yaşamımca. Sonradan öğrendim duymayan kulaklara haykırmanın anlamsızlığını. Yıllarca düşündürmüştür "ne neden önceydi, ne neden sonraydı" çözümsüzlüğü. Bu bir tuzakmış ben de gönüllü av. Ne gerek vardı neyin neden önce ya da sonra oluşunun. Yaşamıştım(?) Tiradlar atan bir trajedi oyuncusu olduğunu düşün-dür-müşümdür kimi zaman. "Hayatım Roman" anlatmasam olmaz(?) -"Sana bir şey itiraf edeceğim" Ne acıdır ki yaşadığım her şeyin tek sorumlusu kendimmişim, yaşadıklarımın hepsi birer suçmuş gibi duyumsamam, bunları duyumsatan adı. insan olanlarla birlikte yaşamaya çalışmam. Yine de geç olmadı ne olduğumu kavramam. Belki de geç oldu; kıyaslamaları neye göre yaptığına bağlı insanın. Başkalarıysa kıstas hiç de yabana atılmayacak derecede ne istediğimi, ne yaşadığımı çok çabuk kavrayıp çözümler üretmem. Kıstas zaman ise; yazık su gibi akıp giden yıllara. Çocukluğumun, ilk gençliğimin bunalımlarını taşıdığım beynime, yüreğime. Oysa suçların ve cezaların bana danışılmadan oluşturulmuş bu "heteroseksist" düzende yanılsamaların yansıması kaçınılmaz bir gerçek olarak dikilip durdu önümde. Duvarları sevmem tabuları anımsattıkları için. Gizleri, gizemleri sevmem kendimi gizleyerek yaşamam gerekliliğini dayattıkları için. ..."Az önce kesildi en şen kahkaları çocukların" Küçüktüm "hayır" sözcüğünü söylesem de dinletemeyecek kadar küçük. Büyüktüm, her şeyi olmasa da olup bitenin çok berbat, belki de korkunç...... (noktalı yerleri istediğiniz benim yazmakla bitiremeyeceğim kötülüğü tanımlayan sözcüklerle doldurabilirsiniz.) olduğunu anlayacak kadar. Bir dayım vardı. Severdim, çok ilgilenirdi (!) bizimle. İlgisinin yeğenini seven bir dayıdan farklı olduğunu anlamak ne zor oldu çocuk aklımla. Gün be gün şiddetlendi öpüşleri, elleri kaba etlerimi sıkıştırmaya başladı. Canım acıdıkça, pis soluğunu duydukça uzaklaşmaya çalıştım ondan. Mazeretler dinlenmedi, olmazlar naz diye nitelendirildi. Kimseye bir şey söyleyemiyordum. Küçük dünyamda "o"na yer yoktu. Kaçtım, uzak değildi yollar akşam çabuk çöküyor, sokaklar korkutuyordu, içki içerdi, içtikçe gözleri döner hep bir şeyler sorardı gözlerimden. Karabasandı geceler yatma vakti gelince
Atilla A. minik gözlerimi sıkıca kapatır, hemen sabah olsun isterdim. Gün be gün arttı istekleri. Kardeşlerimle birlikte gezmeye götürürdü bizi. Birgün Karşıyaka mezarlığına gittik. Hiç eğlenceli bir gezi değildi. Ablamı ve kardeşlerimi bir yerlere götürdü. Ben arabadan inmek istemedim. Ne ürkütücü bir yerdi benim için anlatamam. Fakat onun yanında olmaktansa arabada yalnız başıma korkunç "zombi" öyküleri düşünmek daha az acıtıcıyordu. Sonra tek başına arabaya döndü ve "garip" şeylerden (seks ile ilgili) söz etmeye başladı. Cinsel organını gösterdi önce, sonra zorla tutturdu. "Kafesteki güzel kuş ne yapıyorsun, korkma, bak pençelerim. Acıtır, acıtır ama ne olacak canım, bir lokmacık etinden." Çırpınma, faydası yok çırpınışlarının. Yetmedi ona hiç bir şey, bir gece babamla çilingir sofrasını kurup demlendiler (zıkkımlandılar) Yataklar yapıldı, uykulara geçildi. Onu hissettim gözlerimi açmadan orada olduğunu (tepemde, üstümde dünyamı kapsadığını) anladım, kulağıma eğildi "sakın sesini çıkarma, fena olur sonra" dedi. Ne diyecektim, nasıl bağıracaktım. "Baba, anne kalkın bakın dayım burada" mı? "İmdat, dayım beni sikecek zaten her fırsatta sarkıntılık yapıyor, sikini tutturuyor, kıçımı okşuyor, ısırıyor" mu? Sustum. Susmasaydım çığlıklarımı duyacaklar mıydı? Yatağına götürdü. Her yerimi okşuyor, öpüyor.. Basınç. Bu sözcük her şeyi anlatır sanırım. Bedenime, beynime, yüreğime korkunç bir basınç uyguluyordu. "Annem" dedim. Duymadı. "Annem uyandı, beni arıyor" dedim, inanmadı. Sonra odanın kapısının açılması ve annemin seslenmesiyle üç saattir uyuyor, sızmış adam rolüne döndü. Bense sımsıkı yumdum gözlerimi bu kabustan uyanıp kurtulmak istemedim. Uykuda olmadığım gerçekliğini bildiğimden "uyuyup kalmak sonsuza kadar" sanırım tam olarak bunu istedim. "Ne işin var burada?" "Bilmem, uyuyordum." "Hadi yatağına." Uyumak için çok sıkmışım kendimi. Gün ışıyınca bütün sıkıntılı günlerimdeki gibi annemi pencerenin önünde, perdelerin küçük aralığından sokağı izlerken gördüm. Gece hiç kımıldamadan, hep orada böylece oturmuş gibi görünüyordu. Evet, hiç kımıldamadan, gözünü bile kırpmadan sokağa (dünyaya) bakıyordu. Sabah erken saatlerde dayım da uyandı. Tartıştılar. Neler konuştuklarını pek kavrıyamadım ya da unuttum. Ama anımsadığım "bir daha evimde içki içilmeyecek" "Ne diyorsun sen kovuyor musun beni" "Nasıl anlıyorsan öyle" Gitti. Beni pisliğini, kötü anılarını bırakıp gitti. ************* Hepiniz bilirsiniz ayakkabıdan şapkaya, bardaktan buzdolabına, insan için gerekli (!) bütün eşyaların yer aldığı renkli büyük katalogları. "Model" derim küçükken. "Model"e bakardım saatlerce. Siyah-
KAOS GL 20/18
beyaz mahallemizden renkli dünyaya. Çocuklar hep dilini, dişlerini; her yerimde gezindirmesini. Onu yalayıp gülerkenki güzellikleriyle, oyun oynarmışcasına, temiz yutmak, sindirmek. Sarılıyor, sıkı sıkıya sürtünüyor, rengarenk giysileriyle; kadınlar kuaför salonlarından ürkekçe ellerimizi birbirimizin üzerinde gezdiriyorduk. çıkmış albenili havalarıyla bacaklarının görkemliliği; Sonra yüksek sesle Ufuk'u çağıranlarla doldu erkekler delici bakışlar, alaycı gülümseyişler, yatakhane. Hemen durduk. Fakat ne kalbimizin şakalaşanlar... Uzun bacaklar, güzel traşlar, makyajların gümbürtüsü, ne de dişlerimizin mızıka çalışı rengarenk dünyası. Büyülenirdim "model"in karşısında. durmuyordu. Sonunda cevap verdi Ufuk. Arkadaş geldi, Sonraları elimde kalem erkeklerin pantolonlarının ön birşeyler sordu. Kısa, kesik soluk alış verişler, ve kısmını kazırdım. Kazıdığım yerden (dışarıdan belli dişlerinin zangırtısından söylediği hiç bir şey olan) organlarını görecekmişim hevesine kapılırdım. Bir anlaşılmıyordu. (Ne kadar ilginç hiç bunu türlü beceremezdim. Hep fazla kazıyıp sayfayı deler ve düşünmemiştim. İlk defa isteyerek birisiyle birlikte kendime kızardım. Daha önemli, daha dikkatlice oluşumu "kartpostal"ımı yazarklen farkediyorum. Bunu defalarca tekrarlardım aynı işlemi, sonuç tahmin hiç düşünmemişim). ettiğiniz gibi. "Hafızamın kötü bir oyunu bu adlı *************** adsız kahramanlar elimi uzatsam tutacakmışcasına." Dayımın bıraktığı yerden, ağebeyim devam etti. ******************** Dedim ya "hayatım roman". Neler neler anlatmak istiyorum, bu ayrıntılar boğuyor beni. Karmaşa! İlk "Bu nasıl bir öfkedir ki dinmek bilmiyor". Yine ilişkimi ağebeyimle yaşadım. Kamışıma henüz su lise yıllarında "dini bütün" bir arkadaşımız vardı. Hiç yürümüştü. Taze bahar dalı gibi. Emdi, kurutacak sevmez hatta nefret ederdim. Eee, tabiki duygularım zannettim. İçine aldı, ateşi beni sardı. İlk kez zevk aldım karşılıksız değildi. Okulda inanç sömürüsü yaparak bu işten. Zevk adığım için daha çok kızdım kendime. kutuplaşmalara yol açanların ele başı olan bu Nefretim de benimie birlikte büyüdü. dangalak, bana yavşamadan da edemiyordu. Hiç ..."Süreğen mutsuzluğumun sahte unutmuyorum bir "mübarek kadir gecesi" gülümseyişi" üstümü değiştiriyordum. Adı geçmeyen Liseyi yatılı olarak okudum. salak da dolap komşumdu. O da aynı işi İlli kez zevk Gençliğimin ilk sancıları, ergenliğimin tutkulu, yapıyordu. Pis, fırlak gözleri her zamanki aldım bu işten. arzulu, ürkek yılları. Erkekler... şimdi gibi bedenimi kuşatmıştı. O an haince Zevk adığım düşünüyorum da biraz daha farkında bir şey geldi aklıma. "Ne o, gözlerini olsaydım da herşeyin, boşuna zaman için daha çok dikmişsin üzerime, bir şey mi harcamayıp, fırsatları değerlendirseydim. kızdım kendime istiyorsun." "Ne istediğimi biliyorsun" Aklımın ucundan geçmiyordu orada "Çok mu istiyorsun?" "Evet" derken Nefretim de hemcinslerimle seks yapmak. Onlar da benim salyaları akan kuduz bir köpek benimle birlikte (köpeklerden gibiydiler, kendimi "cins" olarak ayrı bir özür kategoride görmüyordum ya da onlar cinsel gibiydi."İstiyorsan yaparız." "Bu gece büyüdü. meta değillerdi benim için. Fakat birgün "TOP" olmaz." "Bu gece olmazsa hiç bir zaman diye seslendi birisi. Ardı arkası gelmedi. Ne olmaz." "Arkadaşlar beni bekliyor, hep kız gibi davranıyor oluşumun ne garip davranıyor birlikte sabaha kadar namaz kılıp dua edeceğiz." "bu oluşumun ne ... Bilinen şeyler bunlar. Onlar birbirine gece ya da hiç bir zaman." "Hiç mi Allah"tan bunu hep söyleyip duruyorlar, şaka ile işi götürüyorlar, korkmuyorsun? Bundan sonraki bütün anlar bizim." "Bu akşam gece." "Ne olur." "Ya Allanın ya ben." "Böyle yapma." yatakhanede boğuşurken boşatıyorlardı... "Söyle kim?" 'Tamam, istediğin gibi olsun." Hiç bir zevk ****************** almadan (sizi en iğrendiren şey ne ise) "o"nunla birlikte oldum. Ufuk, çok "serseri" bir çocuktu. Dağınık, tembel, Öç almıştım kendimce. Bir kaç pisliğe de aynı absürd espiriler yapan deli dolu bir çocuk. Kimi şeyi yaptım. Onlara siz de "ibne"siniz, bir erkeği zamanlar onun da kimse tarafından sevilmediği arzuluyor ve onunla birlikte olmak için en kutsal düşünürdüm. Onu sevmiyor, onun yaptıklarına bildiğinizden vazgeçiyorsunuz deme zevkini yaşadım. gülüyorlardı. Eğlendiriyordu herkesi. Bazı zamanlar Bana yaşattıkları bunalımları kısa süreli de olsa onlara yatakhanede başbaşa kalırdık. Gerçi hep birileri etrafta yaşamak istedim. Şimdi mi? Bilmiyorum "Yaşandı bitti olurdu ama onların bizden, bizim yalnızlığımızdan saygısızca." bihaber oldukları kesindi. İşte böyle anlarda "Kaçışın kolay olmuyor/labirenteki fareden yalnızlıklarımız kucaklaşırdı, birbirimize kalkansız, farkın/peynir kırıntısı olman." silahsız yaklaşıverdik birden. Çok ilginç geldi bu Kabus dolu yıllar, lise yıllarım. Bedensel serserinin de bir kalbi oluşu, her şeyin farkındaydı. isteklerimi bir kenara atarak yapılan baskılarla Oyunu kurallarına göre oynuyordu, bunu istiyordu. savaşmak gücümü tüketmişti. En sevdiğim, güvendiğim Zaman, geçmesi, geçip gitmesi gereken bir kavramdı. arkadaşlarımı bile, yanlarına çekip, beni bir başıma Bir gece yatakta konuşuyorduk. (Yatılı okulda bırakmaya çalışıyordu, yurdun dört bir yanından gelmiş okuyanlarınız bilir, gece belirli bir satten sonra ışıklar erkek zihniyeti taşıyan küçük erkekcikler. Küçümsüyor, söner ve yatakhane sohbetleri fısıltılara dönüşür, bazen alay ediyor, etkili olamayınca tehdit edip şiddete de yakıcı öpüşmelere.) Beni öptü. Yoksa ben mi onu. başvuruyorladı. Savaştım onlara karşı onların Delice, tutkuyla, kıyametler kopuyordu. Cehennem silahlarıyla. Hep bir numaraydı dostlarım. zangoçları beynimdeydi. Onu istiyordum. Dudaklarını,
KAOS GL 20/19
Tüm öğretmenlerin gözde öğrencisi "örnek öğrenci" oldum. Sırtımı sağlama almıştım ama yüreğim, zavallı yüreğim sevgiye açtı. Ağebeyim evlendi, mutiuydu, gözü hiç bir şeyi görmüyordu. Tamam dedim; büyüyecek, evlenecektim. Bu hastalıktan kurtulacaktım. Geçici bir şeydi(!). Bak, ağabeyin iyileşti, sen de kurtulabilirsin düşüncesiyle avuttum bir süre kendimi. Kaçtım. Kendimden, gerçekliğimden. ****************** Okul bitince (devlet yatılı okulu olması nedeniyle) hemen işe başladım. Bir memurdum. Para kazanıyordum. Güç bendeydi. Aile içinde söz hakkım gözle görülür biçimde artmaya başladı. Bu arada okuyor, okuyor, okuyordum. Yeni arkadaşlar, yeni düşünceler... Önce aile içindeki konumumu sağlamlaştırıp bir güvenlik ortamı (kale) sağladım. Sonra, akınlara başladım. "Bir kitap olmak isterdim, kitapçı vitrinini süsleyen, şöyle yanımdan geçerken göz ucuyla süzülmek, meraklının birisince ele alınmak, kapağına bakılmak, göz almak. İyi bir okuyucunun eline geçip şöyle bir sayfaları çevrilmek, yazarı, önsözü derken "nedir ederi" diye sorulmak." ******************** "Bense
doğanın
koynunda
büyümüşcesine
hür". Herkes gibi doğayı severim. Fakat özellikle ağaçları, ağaçların kendiliğindenliğini. Ankara"da doğayla kucaklaşmak pek kolay olmuyordu. Ben yine de iyimserdim. Kitabımı alır, parklara giderdim. Parkların bildik coğrafyalarında kaybolmaya. İşyerime yakınlığı nedeniyle o yıllarda sıkça öğle arası tatillerinde Güven Park"a giderdim. Hem kitap okur, hem çevreyi izlerdim. Bir kız arkadaşım da çoğunlukla bana eşlik ederdi. Parkta esrarengiz bir şeyler döndüğünü hemen kavradım. Fakat ne olup bittiğinden pek emin değildim. Olur mu canım; birbirini hiç tanımayan insanlar ne yaparlar? "Kendi ensestime" takılı kalmışım oysa. Bir gün parkta VVoody Allen'ın "Tüysüz" adlı kitabını okuyordum. Büyük dairesel banklarda oturmuştum. Hemen yan tarafımda, 50 yaşlarında iki kişi yüksek sesle konuşuyorlar, arada bir dikkatlice bana bakıyorlardı. Birisini becermişlerdi. İyi, hem de çok iyi birisi olduğunu fakat, "çükü"nün kalkmadığını anlatıyorlardı. Ne! Bir erkek, hem de yaşlı bir erkek dışarıdan gayet normal görünen bir erkek, başka bir erkekle yatmıştı. Çaktırmadan dinlemeye koyuldum. Zaten onların amacı da bana duyurmakmış. Daha sonraki konuşmalardan bunu da anladım. Benimle konuşmak için okuduğum kitabı bahane ettiler. Niyetlerini açıkça söyleyemedilerse de açıkça belli ettiler. İyi günler dileyip oradan ayrıldım. Az önce yanlarından ayrılan insanın iyi özelliklerini bir bir sıralayıp ardından alay eden bu insanlar midemi bulandırmıştı. Çok merak etmiştim o insanı. Keşke tekrar görme şansım olsa ve onunla olan biteni konuşsam derken, parkın çıkışında o insanı karşımda buldum. Bana mı bakıyordu? Ona doğru yürüdüm. İyice yaklaşınca gülümserken kısılan iyicil gözleriyle
selamlayıp "merhaba" dedi. Sonra konuşmaya başladık. Bir çırpıda herşeyi anlatıverdim. Temkini elden bırakmayan yine de o oldu. Sonra evine davet etti. öncelikle yapması gereken işleri olduğunu söyleyip adresini ve telefonunu bıraktı. Bir kaç saat sonra görüşmek üzere ayrıldık. Evine gitme konusunda oldukça tereddüt ettim. Fakat merak duygusu yakamı bırakmadı. Dostluğumuz ve ilişkimiz ağır ama iyi ilerliyordu. Ondan her şeyi öğrenmeye çalışıyordum. O ise yılların verdiği bıkkınlık ve yorgunlukla aynı zamanda beni kollama arzusu ile ortamı fazlaca tanıtmaktan kaçınıyordu. Ne gerek vardı, birlikteydik, yetmiyor muydu bu! İlk eşcinsel kahramanları olan kitabı onun sayesinde okudum, iki günde. "Birbirimizin olamayacağız Tekdim tehir hatası yaşamlarımızda" ******************* "Yön tutmaz adımlarımız kavuşturur Ayırır bizi" "Park günleri" başladı. Artık daha bir istekle, daha bir merakla parka gider oldum. Kitap elimde bir okuyor bir izliyordum. Önce çıplak ayakbileklerini gördüm, tempolu, rahat, emin adımlarını sonra. Daha sonra telaşlı, ürkek, meraklı bakışlarını. Sonradan en iyi dostlarım olacak iki insanla böyle tanışacağımı geniş hayal dünyamda bile kuramazdım. Sırasıyla aşık ile maşuk olduk. Aşkın erkek yüzü aramızda sorunlar çıkmasına neden oldu. Entrikalar dönüyor kimin ne istediği bir türlü anlaşılamıyordu. Aşkın şiddeti seyrelince, birbirimizi tanıma fırsatını bulduk. Tanışdığımız ilk günden beri önemli bir virüs bulmuş bilim adamı gibi incelediğim insanların bana benzediklerini ya da onlara benzediğimi kabullenmem zor oldu. Ben farklıydım(l) Ah "ensestim" "kendi ensestim". Merakla gay'lerin gittiği ortamlara gidip ne aradığımı da pek bilmiyordum(!) Sevmediğim ve eşcinsel dili diye kullanılan sözcüklerle tanımlamak gerekirse "kezban"lık dönemindeydim. Yeni tanıştığım bir gay ve arkadaşlarıyla pikniğe gitmek için Gençlik Parkı"nda buluştuk. Araba arızalandığı için piknik işi yatmıştı. Parkta oturup ordan burdan konuşuluyordu. Derken amcamı (babamın amcasının oğlu, amcamız olmadığı için amca derdik.) gördüm. Şaşkınlık nidasında bulundum. "N'oldu" dediler. "Hiiiç" dedim. Benim gibi bir "kezban" "kaşar"lara yutturamazdı bunu. Hemen "amcamdan" konuşmaya başladılar. Ne kaşarlığı, ne seks düşkünlüğü kaldı. Tepkisiz kalmaya çalıştıkça üstelediler. Sonunda amcam da tur atarken oturduğumuz yöne baktı ve bizi gördü. Arkadaşlara durumu anlatıp, ne yapmam gerektiğini sordum. Bana bu durumdan kurtulmak istiyorsan bizleri yeni tanıdığını ve buraya öylesine geldiğini söyle dediler. Ben de söylediklerini yapmak için amcamın yanına gittim. Amcam hakkında duyduklarıma inanamamış olmam, o güne kadar yakın akrabalar tarafından hep amcama benzetiliyor olmamla birleşip beynimde gel gitlere neden oluyordu. Amcam, "ne işin var burada" ile başlayan bana yazık olacağına, gençliğime acıdığına, eğer buralarda görmeye devam ederse babamla
KAOS GL 20/20
ağabeylerimle konuşacağına varan tehditkar konuşması bu olayı almış ve lanet okumuş yıllarca. Oysa 17 ve 21 sırasında söylediklerimle pek ilgilenmedi. Üzgün, yaşlarında iki insan arasında iradi bir yaklaşım şaşkın, kızgın us... Tepkisel bir konuşma. Oradan ayrılıp olabileceği bilinen bir gerçekken ya ben nasıl 6 eve dönerken kendi sorularıma beni korkunç bir son yaşlarında ve dayım 40 yaşlarındayken yaşadığım beklediği kaygısı da eklenmişti. Bir hafta boyunca bana yıllarca bir kaba oturtamadığım "ensest" ilişki nasıl söylediklerini düşündüm. Yaşlanınca onun gibi (?) kafamı kurcalamasındı? Amcamla aramızdaki fark olacağımdan korktum. Aradan uzunca bir süre geçmiş dayım benim miladım olmadı. Olamadı. Yalnız ve hemen yanımızdaki evde oturan halam yaşadıklarımın kafamı karıştırmadığı anlamında bir şey hastalanmıştı. Kanserdi. Gelenin gidenin haddi hesabı söylemek istemediğim anlaşılıyordur umarım. "Düştüğü yoktu. Bu arada amcamla böyle üzüntülü bir anda bir yerden al tak Yakışır yüzüne sahte gülümseyişler" Kısa araya geldik. Bu süre içinde eşcinselliğimi zaman içerisinde düşüncelerim değişiyor, dünyamı alt kabullenmiş(ne demekse)tim. Şöyle mi demeliydim; Var üst eden kavramlarla bir bir yüzleşiyordum. "Kozamı" oluşumun normalliğine kendimi alıştırmıştım. E, tabiki yırtan ipek böceği ben miydim? Murathan Mungan'ı beynime sokulan "anormal" olduğumuza dair "Serçe"nin sayesinde tanıdım. Kaç kez okuduğumu dayatmalardan kurtulmak pek kolay olmadı bildiğiniz anımsayamıyorum "Son İstanbul'u 20"li yaşlar başladı. gibi. Sorgulamalar, iç hesaplaşmalar. Yeni insanlar, yeni Amcam ve ben iki gay olacak söyleşiyor, dünyalar... Kırık aşk masallarıyla yıllar bir bungun havadan gizli yaşantımız hakkında konuşarak bir geçiyordu. kurtuluyorduk. Halam bir akşam üzeri öldü. Hepimiz **************** üzüntülü ve yaslıydık. Özel bir yeri olan bu insanın "Hep birisi olsun" diye düşünür insanlar. Ben acılarından kurtuluşu beni sevindirmişti bir anlamda. de beyaz atlı prens-es hayali kurmadım değil. Nice Ağlandı, anılardan sözedildi. Yorgunluk gecenin ilerliyen insanla tanıştım. Hemen aşkını ilan edenler, ERKEK saatlerinde uyku isteğini arttırdı. Sabah cenaze olanla, "kadın" olanla, "gay"im, "biseksüel"im, "aşka kalkacak, biraz dinlenilmesi gerekiyor düşüncesi baş inanmıyorum", "uzun süreli bir ilişki istiyorum", gösterdi. Annem amcamı da alıp, eve gidip yatakları "yalandan nefret ediyorum", "güven-güven olmadan; hazırlamamı söyledi. Eve gelip, yatakları hazırlarken saygı-saygı olmadan,, sevgi-sevgi annem kalabalık bir misafir grubuyla geldi sonunda. olmadan hiç bir şey olmaz" Amcamla birlikte benim yer yatağında diyenler. yatmamız gerekti. 20 santimetre ötedeki İhanetler gördüm, Onlara siz de yatakta ise babam yatacaktı. Aslında bu gözyaşları; durmaksızın konuşmak, duruma içten içe sevinmiştim. Amcam uslu "ibne" siniz, bir erkeği sevişmek vs. isteyenler. Ben şuyum, durmaz diye korkuyordum. Yatakta da sohbet arzuluyor ve onunla buyum diyerek kendini tanımlamaya ettik. Babam horlamaya başlayınca amcam birlikte olmak için en çalışan insanlar. Aynalar gördüm. organımı tuttu. Roller nasıl da değişmişti. kutsal bildiğinizden "Uzayan saatlerde / yabancı Uyarılmam zor olmadı. Daha sonra arkasını aynalarda seyrettim kendimi / dönüp beni içine aldı. Kısa gel gitler sonunda vazgeçiyorsunuz deme dudaklarım şifre bilmez / gözlerim boşalmamı sağladı. Sonra da her zamanki o zevkini yaşadım. el..." sevimli tavrıyla "piç kurusu senin yüzünden ***************** yarın ablamın cenaze namazını "Hastalık" saplantısından kurtulalı çok oluyordu. cenabet kılacağım" dedi. Romanlar, öyküler, bilimsel yazılar, psikiyatrik ****************** tanımlamalar birbirini tutmuyor, her şey birbirine Sabah kahvaltı sonrası acımız depreşmiş ve bir karışıyordu. "Ne önemi vardı bunların", yaşıyordum! yandan cenaze hazırlıkları yapılıyordu Amcamla çok Mutlu olmanın yolunu bulmak için araştırma yapmak eski arkadaşlar gibi sohbet ediyor, hem çevreyi izliyor yeterli gelmiyor. Kimdim, neydim? öğrenmek için çaba hem de eleştiriyorduk. Amcamla yakınlığımızın mihenk harcamak zorunda kalışımın nedenini buldum sonunda. taşını oluşturan gizli yaşantımızın dşında ortak bir Bu heteroseksist düzen ve öğretileri ben de dahil "geçmiş"imiz olduğunu hiç düşünemezdim. Bana her tanıdığım tüm insanların beynine öyle bir yer etmişti ki, şeyin nasıl başladığını sordu. Nasıl mı! Her halde ilk insanlar öyle içselleştirmişti ki bu kavramları yeni bir ilişkimi, çocukluğumu falan kastediyorsun diyerek söze kavrama (eşcinsellik) yer yoktu bu sistem içinde. başladım. Dayımla yaşadığım (!) olaylardan söz edince Sistemle beraberinde getirdiği kurallar içinde yaşadıkça, yüzündeki öfke "pezevenk herif diye söze dönüştü. düşündükçe çözüm üretmek mümkün değildi. Bunu 'Tahmin etmeliydim" deyip bir an sustu anlaşılmaz öğrenince, anlayınca bütün mırıltılar çıkarıp kızgınlığını dışa yansıtamamanın soruların, sorunların birer yanılsama olduğunu gördüm. bungunluğu içinde tekrar suskunluğuna geri döndü. ************************ Sonra "biliyor musun beni de o ayarttı" dedi. "Nasıl yani" İki yıllı birlikteliğimize nokta koyduğum "İkimiz de gençtik, benden bir kaç yaş büyüktü ve sevgilimle temel sorunun onun eşcinselliğiyle barışık kandırıp becerdi" dedi. yaşıyamaması olduğunu ilişki bittikten sonra Fazla şaşırmadım, hayatta hiç bir şeye anlayabildim. Bunu ilişkimiz sürerken farketmiş fakat şaşıramaz olmuştum "ensestim" sayesinde. Belki de o duygusallığımız hep yön saptırıyor, sorunlar değişik yüzden sürprizlere bayılırım. Beni şaşırtan insanlara maskelerin ardından bizimle alay ediyordu. Onu sevgiyle bakarım. Amcam eşcinselliğinin miladı olarak
KAOS GL 20/21
sevmiştim. Tanrıya inanmıyan ben, Tanrısallaştırdığım aşk, sevgi kuramına tapar olmuştum. Bütün tapınmaların boşunalığındaki gibiydi sonuç. İnanç yerine akıl konulduğunda ortaya çıkan komik manzara yakınımızdakilerin bizim bunu göremeyecek kadar aptal olduğumuzu da düşündürtmüştü. Aşk mı? Sevgi mi? Bilemiyorum, çok örselendim. Onu sevdiğimi düşünüyorum ayrılalı bir yıl olmasına rağmen. Sevmek?.. Bir pufu sever mi insan? Kimi zaman dergiyi alır ve okur. Yüzünü görebiliyorum. Yine bana çok kızacak. Özel yaşamımı hem de onu da anarak nasıl herkesin (!) okuyabileceği bir dergide yayınlatırım?
Yazdıklarımın tümünü uzun uzun düşünmeden, fazlaca kurgulamadan kağıda geçirdim. O kadar plansız ki yaşadığım ama, neredeyse unuttuğum olayları toparlamaya çalışırken, kendimle ilgili yeni keşiflerde bulundum. Pek toparlandığını da sanmıyorum. Bölük pörçük yaşanmış yıllar, önümde bile isteye yaşayacağım yıllar, bir hüzün duygusu kaplıyor içimi. Yazdıkça anlatacak en az bir bu kadar önemli ayrıntı var. Zamanım ise tükendi. En azından kartpostalımın dergiye yetişmesi açısından noktalamam gerekiyor. Oysa yaşamım boyunca nokta koymadım, virgül attım. Yine nokta koymuyorum yazıma küçük, önemsiz, sıradan bir, (virgül)
Ve Homofobi YER: Yeni Erkal Dersanesi - İstanbul ZAMAN: Kasım -1996 HOMOFOBIK KİŞİ: Yeni Erkal Dersanesi Felsefe Grubu Öğretmeni OLAY: Psikoloji dersinde karşı cinslerarası aşka değinirken, bir öğrenci "Bir de aynı cinsten olan insanların birbirlerine karşı duydukları aşk var." diye ortaya laf atar. Öğretmen demeye dilimin varmadığı homofobik kişi, kendinden emin ve ikna edici bir edayla, b u insanların sapık olduğu, eşcinsellerin tedavi edilebileceği ama genelde eşcinsellerin sapıklıklarından memnun olduklarını ve tedavi edilmek istemediklerini söyler. Öğrenciler kendi aralarında sapıklık üzerine şakalaşırken, öğretmen sıfatlı homobik kişinin sınıfı susturarak derse devam etmesi beklenirken, o eşcinsellik (kendi kullanımıyla 'sapıklık') üzerine bir hikâye anlatmaya başlar. Hikâye aynen şöyle: Samsun'da bir öğretmen arkadaşı oğlunu-kız çocuklarını sevdiği ve kız çocuğu olmadığı için- kız gibi yetiştirir. Çocuk büyüdüğünde, eşcinsel olur. Samsun'da hiçbir okul çocuğu kabul etmez., ve yanlış hatırlamıyorsam ailesi de onu reddeder. Bu arada bir kızı olur. Onu da oğlunun yerine geçmesi için, erkek gibi yetiştirir, Öğretmen sıfatlı homofobik kişi, o kızın da büyük bir ihtimalle lezbiyen olacağına dair bir tezle hikâyeyi bitirir. O sırada da teneffüs zili çalar YORUM: Düşüncenin her ne yönde olursa olsun özgürce ifade edilmesi gerektiğine inanan bir insanım. Ama bu olayda, düşünce ifade değil dikte ediliyor, ve eşcinselliğin sapıklık olduğu su götürmez bir gerçekmişcesine genç beyinlere aktarılıyor. Ayrıca orada öğretmen sıfatıyla bulunan bir kişinin olaylara subjektif bir şekilde yaklaşması, en azından eşcinsellerle ilgili gerçekleri ( görüşleri demiyorum, çünkü eşcinselliğin sapıklık olmadığı yıllar önce American Psychiatric Association tarafından onaylandı ve eşcinsellik, ruh hastalıkları listesinden çıkarıldı) gözler önüne sermesi gerekirdi. Öğretmen sıfatlı bu homofobik kişinin bu gerçeği biliyor olup söylememesi, düşündürücü ve üzücü; bilmiyor olması ise psikoloji dersi vermek gibi bir yetkiye sahip olması açısından acı...
Güneş K. Göker Venüs'ün Kızkardeşleri
Ve Homofobi KAOS GL 20/22
EŞCİNSELLİK VE FLÖRT Yedi yaşımdan beri hemcinslerime aşık olmama, onyedi yaşımda coming out'umu gerçekleştirmeme ve bir kaç eşcinsel ilişkiye girmeme rağmen ancak yirmi yaşımda flört etme şansımı yakaladım. Yaklaşık bir ay süren bu flört, heteroseksüel insanlar için çok olağan ve sıradan olmasına karşın, benim gibi duygularını her zaman ön planda tutmuş bir eşcinsel için adeta destansı bir şenlik idi. Flört, bana kısa vadede heyacan, mutluluk, özgüven, seçme şansı; uzun vadede ise huzur, sevgi gözlüğü ve geleceğe dönük sağlıklı bir ilişkinin tohumlarını kazandırdı. Ayrıca homofobik bir toplumun, biz eşcinsellerden esirgediği bu masum aşk oyunlarının bir ilişkiyi ve yaşamı nasıl güzelleştirdiğinin farkına varmamı sağladı. Önemi azımsanan flört konusunu biraz açmak ve sizinle paylaşmak istiyorum. Düşünceler nasıl özgür ve demokratik ortamlarda gelişirse duygular da aynı koşullar gerçekleştirildiğinde filizlenip büyür. Bir ilişkinin sağlıklı olması, bireylerin bir süre flört ederek, birbirlerini aşk çerçevesi içinde
tanımalarına bağlıdır. Daha önce de belirttiğim gibi flört kelimesinin sözlük anlamını açıklamak istiyorum. Türk Dil Kurumu Sözlüğünde flört şöyle açıklanmış: "Kadın ve erkeğin(!) ileri gitmeyerek, aşıktaşlık (pek ciddiye alınmayan aşk) etmeleri." Cinsel dürtülerin fazla ağır basmadığı duygusal yaklaşımlar olarak da değerlendirebiliriz flörtü. Flört etmek, kişinin kendine olan güvenini kazanmasını sağlar. Bireye çeşitli alternatifler sunarak hem bireyin sevgi ve şefkat açlığını giderir hem de bireye seçme şansını kazandırır. Tabii bütün bunları homofobik bir toplumda yalnızca heteroseksüel insanlar yaşayabiliyorlar. Asıl değinmek istediğim konu da bu zaten. Biz eşcinseller flört edemiyoruz. Çünkü bize özgürlük tanımayan ve anti demokratik olan toplumumuzda ya aşağılanmaktan ya da homofobik baskılar sonucu arkadaşımızı kaybetmekten korkuyoruz. Sevdiğimizle yakınlaşamıyoruz ve sevgimizi yüreğimizde bir çığ gibi büyütüyoruz. Heteroseksüel bir dünya tarafından platonik aşklara mahkum ediliyoruz. Böylece özgüvenimizi yitiriyor, sevgi ve
şefkatten uzak kalıyor, seçme şansımızı da kaybediyoruz. Kimimiz duygusal ve cinsel ihtiyaçlarımızı bir kenara iterek platonik aşklara saplanıyoruz. Kimimiz herhangi bir eşcinselle karşılaştığımızda hazine bumuş gibi sevinerek onu tanımaya bile fırsat bulamadan sırf birliktelik adına sağlıksız ilişkilere giriyoruz. Ardından hepimiz etiketleniyoruz: Hasta, dejenere, sapkın... Önce eşcinselleri bir kenara itip yok sayan; sonra da bilimum negatif özellikleri yine eşcinsellere yükleyen bu sağlıksız ve homofobik toplum, bizim de yaşamı olağanüstü kılan flörtü yaşamaya hakkımız olduğunu anlamalı artık. Kendimizi sevmemizi, yaşama sevgi gözlüklerinin ardından bakmamızın ve sonsuz huzuru yakalamamızı sağlayan flörtü, tüm eşcinsellerin coşkuyla ve özgürce yaşaması dileğiyle.
Güneş K. GÖKER (Venüs'ün Kızkardeşleri)
KAOS GL 20/23
İSPANYA MADRID'TE ULUSAL PROTESTO Kasım'ın 28'inde soğuk ve yağış altında, yaklaşık 5.000 kişiden oluşan gay ve lezbiyenler, Sosyal İşler Bakanlığı'nın kendilerine defalarca vaadettiği yasal eşitliği ve birliktelik kanununu talep ederek, Madrid'in merkezine yürüdüler. Katılımcılar ülkenin dört bir yanından geldiler. Jordi Petit ve Coordina dora Gai-Lesbiana "Haklarımız İçin" yazan bir afiş taşıyorlardı. Ayrıca ilga tarafından hazırlanan ve üzerinde insan haklarına saygı gösterilmediği sürece Avrupa Birliği ve diğer ülkeler arasında hiç bir anlaşma olmayacaktır. Şili, Ekvator ve Nikaragua'da eşcinsellik suç olmaktan çıkarılsın. Meksika'da öldürülen 33 gay için adalet. Ortadoğu'daki idamlara son." yazan pembe bir döviz talıyorlardı. Madrid'in merkez meydanı Puerto del Sol Plaza'da Cogam lideri Pedro Gonzales "kişilerin cinsel seçimleri veya kimlikleri yüzünden çekmek zorunda kaldıkları; bireyler, gruplar, hükümetler veya örgütler tarafından yapılan tüm fiziksel ve psikolojik saldırıları, örtülü veya açık tüm homofobik davranışları, baskıları ve düzenlemeleri" kınayan bir manifesto okudu. MEKSİKA'DAKİ LEZBİYEN VE GAY HAKLARI İÇİN PROTESTO Madrid'teki Meksika Büyükelçiliği önünde toplanan yaklaşık 100 kişi, Meksika'da öldürülen 33 gay aktivist için adalet istedikleri talebi ile toplandı. 90'lar boyunca Meksika'daki pek çok şehirde yaklaşık 30 gay, travesti ve gay aktivist öldürüldü. Bu cinayet olaylarının çoğu çözülemedi. Protestocular polisin gay ve lezbiyenlere olan saldırılarını da kınadılar. Protesto boyunca katılımcılar 33 kurbanı temsilen, kendileri katledilmiş gibi başlarına plastik poşet geçirip elçiliğin önünde kendilerini yere attılar.
ARJANTİN GENÇ EŞCİNSELLER... 21 yaşın altındaki gay ve lezbiyenlerden oluşan Arjantinli bir grup, yasalara karşı gelerek kendi organizasyonlarını oluşturdular. The Grupo de Jovenes Construyendo Otras Sexualidades (Genç Diğer Cinsellikleri İnşa Etme Grubu) kamuya açık yerlerde buluşuyor ve güvenlikleri açısından 21 yaşın üzerindekileri gruba almıyorlar. Grubun sözcüleri Luciana Kemer ve Juiio Talavera şunları söyledi: "Ebeveynlerimiz ve devlet üzerimizde her türlü hakka sahip. Gizliliğimize tecavüz edebiliyorlar ve ediyorlar. Özelliklerimizi yok ediyorlar, tıbbi/psikiyatrik tedaviye zorluyorlar. Arkadaşlarımızdan ve sevgililerimizden ayırıyorlar-ve yasalar onlardan yana"
İRLANDA İRLANDALI İLGA KTİVİSTİNE SALDIRI 10 Şubat'ta akşamın erken saatlerinde 2 adam, İrlandalı tanınmış aktivist Suzy Byrne'ı Dublin'deki evinin yakınında belirlediler ve anti-lezbiyen düşüncelerini bağırarak ona saldırdılar. Saldırıdan sonra Byrne hastaneye kaldırıldı. Şu anda evinde ve sağlığına kavuştu. Suzy'nin bildirdiğine göre eve gönderilen polis, gay-bashing'in (gay'lere yönelik şiddet) ne olduğunu bilmiyordu ve kendisine saldıran adamı gay sandı. Polis memuru Suzy'ye saldırıyı proveke etmek için herhangi bir şey yapıp yapmadığı gibi homofobik sorular sordu. Son iki yıl içinde bu, Suzy'ye yapılan ikinci saldırıydı. İlk seferi de Byrne'ın Ulusal Televizyonda görülmesi sonrası olmuştu. Suzy ilga'nın aktif bir üyesi, liga'nın Helsinki ve New York'daki konferanslarında pek çok toplantıya katıldı. Ayrıca Uluslararası Gay Lezbiyen Gençlik Organizasyonunun (ILGYO) itici gücü. Suzy'nin bildirdiğine göre İrlanda eşcinsel hareketi güçleniyor, irlanda'nın ortadoğusunda büyük bir topluluğa hizmet verecek ilk gay ve lezbiyen topluluğu merkezi açılıyor. Suzy'ye gay ve lezbiyen hakları konusundaki global savaşımıza verdiği destek, güç ve çaba için teşekkür ediyoruz.(ILGA)
PORTEKİZ DİLDE HETEROSEKSİZM... Potekiz'in yeni gay organizasyonu ILGA-Portugal, eşcinselliği sapma olarak tanımlayan en önde gelen ulusal sözlüğü kınıyor. Binlerce okulda, üniversitede, kütüphanede vs. kullanılan bu sözlüğün diğer baskılarında bu tanımın değiştirilmesi için bir kampanya başlatıldı.