MAYIS 1996
YIL 2
SAYI 21
DÜNYADA EVLENEN İLK EŞCİNSEL ÇİFT
AXGİL ÇİFTİ, 1989, DANİMARKA
PEKİ BİZ BUNU İSTİYOR MUYUZ? NASIL BİR EŞCİNSEL HAREKET VE EŞCİNSEL EVLİLİK ÜZERİNE GİRİŞ YAZILARIMIZ BU SAYIMIZDA
’den Eğer 16 Mayıs 1996 Perşembe günü, bir gazete bayiinde gazetelere şöyle bir göz attıysanız sizin de dikkatinizi çekmiştir. Bizim de gözümüzden kaçmadı ve hemen “Son Havadis” adındaki gazeteyi hemen aldık. Birinci sayfasında, üstelik isminin de üstünden boydan boya “Kaos” dan sözediyordu. Birileri “Kaos” yaratmış ve memleket “Kaos”a sürükleniyormuş. Memlekette “Kaos” varmış da bizim haberimiz olmuyor! Doğrusu kara günler yaklaşıyor ama henüz ortada Kaos bulunmuyor! Böyle bir durum gerçekleşse pek doğal olarak çılgınca danslarımız ve kahkahalarımız birbirine karışırdı kuşkusuz. Bu topraklara Kaos henüz şanlamadı. Canı gönülden istediğimiz Kaos hali henüz gerçekleşmese de memlekette “Kaos” varmış gibi sapla samanı birbirine karıştırıyor. Zaten bu ülkedeki kavram karmaşası ve cehalete bir de medyanın bilinçli çarpıtması eklenince insanın aklını koruması başlı başına bir sorun olabiliyor. Bir kez daha ortaya çıkıyor ki medya, insanları haberdar edip bilinçlendirmediği gibi kitlesel cehaleti yeniden ve yeniden üretmektedir. Kısacası medya cephesinde yeni bir şey yok! Ne kadar sapla saman birbirine karıştırılsa da Kaos’u anlamak için ipucu yakalamak mümkün. Hareket noktası, yönetememe ve yönetilememe halidir. Memlekette bir yönetme krizi olsa da yönetilmeme hali henüz bir düş halinde. Bu düş tam da yönetenlerin karabasanıdır. Yönetenlerin ve kendilerinin daha iyi yöneteceklerini söyleyenlerin sorunu! Yönetilmek de yönetmek de istemiyoruz! KAOS GL SATIŞ NOKTALARI: MERSİN: DİLAN, MARTI İZMİR: KABİLE (KONAK), AYRINTI (ALSANCAK) DENİZLİ: İLERİ, KİBELE ESKİŞEHİR: TURKUAZ İSTANBUL: TAKSİM MEPHİSTO, PANDORA, PENTİMENTO (BEYOĞLU SİNEMASI PASAJI-BU KİTABEVİNDE ESKİ SAYILARIMIZI DA BULABİLİRSİNİZ.) ANKARA: DOST, ABC, ARKADAŞ, İLHAN İLHAN, İMGE KİTABEVLERİ. -------------------------------------------------------------------------------------------------------KAOS GL’NİN LONDRA’DA DA BİR POSTA KUTUSU VAR: KAOS GL PO BOX 10116 LONDON SE22 82D ENGLAND
KAOS GL AYLIK POLİTİK GAY VE LEZBİYEN DERGİSİ MAYIS 1996 YIL 2 SAYI 21 İLETİŞİM İÇİN SADECE VE EKSİKSİZ OLARAK ŞU ADRESİ YAZINIZ:
ALİ ÖZBAŞ P.K. 53 CEBECİ / ANKARA HER AYIN 20’SİNDE ÇIKAR.
“MUTLUYUZ, EVLENMiYORUZ” gay’e efendisiz “Kopenhag Belediye Binası’nın önü ana-baba günü. Yeni evli çiftlerin yakınları, arkadaşları, meraklılar... Şampanyalar patlıyor, havada konfetiler uçuyor, çiftlerin üzerine avuç avuç pirinç yağıyor. Herşey geleneklere uygun ve klasik bir görünüm içinde. Evlenen çift, 70’ine merdiven dayamış iki ihtiyar ve 40 yıldır birlikte yaşıyorlar. Yasalar bugüne kadar evlenmelerine izin vermemiş. Hayır, Danimarka’da evlilik yasak değil, yalnızca eşcinsellerin evlenmesine yeni izin verildi. Bu kutlamaların odağı olan çift de kır saçlı iki erkek.” Henüz genç bir gay’im ve sevgilimle 4 yılı aşkın bir süredir birlikte yaşıyorum. Türkiye’deki sağlık ve hayat şartlarını gözönünde bulundurmazsak, bu 4 yıllık birliktelikten çıkardığım sonuç ise zevkle ve isteyerek, 4’ün sağına bir sıfır koyma doğrultusunda. Baştan söyleyeyim: Türkiye’de eşcinsellerin evlenmesine izin
Türkiyeli eşcinseller olarak düşten ve yaratıcılıktan yoksun muyuz ki yok edilemeyen varlığmz ortadayken, heteroseksüel kurumların içine hapsolalım? veren bir yasa çıksa bile yine de “evlenmek” gibi bir niyetim bulunmuyor. Hayatımın her alanını paylaştığım biricik hayat arkadaşımla beraberliğimizi yasallaştırmak için hiçbir belediye başkanından izin almayacağım. İki erkeğin ya da iki kadının mutluluğu, bir eşcinsel olarak benim de mutluluğumdur. Ama bu yazımda yukarıdaki mutlu tablonun dışındaki şeylerden söz etmek istiyorum. Onun için, “ne olursa olsun, eşcinseller evlenmeli” diye düşünen arkadaşlar, yazının bundan sonrasını okumayabilirler! Bildiğim kadarıyla İskandinav ülkelerinin yanısıra birkaç yerde daha aynı cinsten kişilerin evlenmesine izin veriliyor. Yasal çift/aile statüsü kazanılmasa da pek çok yerde aynı cinsten kişilerin evlenmesi, törensel anlamda sözkonusu. Bu arada eşcinsel aileler, heteroseksüel ailelerle her alanda eşit haklara sahip olamayabiliyorlar. Taşımacılıktaki aile indirimi gibi devletçe zararsız bulunan alanları saymazsak,
çocuk edinme ya da önceden sahip olunan çocukların vekaletinin devamı gibi konularda eşcinsel ailelere eşit hak tanınması devletlerce zararlı bulunabiliyor. Her alanda olduğu gibi hakları engellemelerin birbirini takibi burda da ortaya çıkıyor. Örneğin Amerika yasalarına göre, başka ülkelerde evlenen çiftler resmen evli olarak kabul ediliyor. Buradan hareketle Hawai’yi keşfeden birçok Amerikalı eşcinsel orada mümkün olan evliliklerini, kendi eyaletlerine dönerek bu haklarından yararlanmak istediklerinde, Amerikan Federal Hükümetlerinin ek yasalarıyla, yetkili bir kuruldan onay şartı isteniyor. Yine bu arada partnership denilen ve “eşcinsel evliliği”nden daha kapsamlı olan hukuki bir durum sözkonusu. Miras aktarımı ve diğer vekaletlerle ilgili olarak, aynı cinsten de olsa çift olarak kabul edilen kişilerle ilgili yasal bir düzenleme temeli özel mülkiyete dayalı bir kapitalist toplumda, çare tükenmez elbette! Herneyse, işin teknik ve hukuki tarafını ilgilisine/meraklısına bırakalım. Beyaz gelinlikler içinde iki kadının kol kola girmesi; takım elbiseli ve papyonlu iki erkeğin bıyıklarını birbirine sürterek, dudaktan dudağa öpüşmesi doğal olarak millete ilginç geliyor. Eğer şov meraklısı değilsek, buraya nerden geldiğimiz, nerden gelip nereye gidiyor olduğumuzu sorgulamamız gerektiğini düşünüyorum. Kuzey Amerika ile Batı Avrupa’nın modernizmin kaleleri olduğu bilinir. Dünyanın diğer bölgeleri geri kalmış ve uygarlık dışıdır! Biricik yol olduğu ileri sürülür ve dayatılır: Hem endüstriyel hem de sosyo-kültürel açıdan geri kalmış bu ülkelerin yapması gereken K.Amerika ve B.Avrupa’nın gittiği yolu takip etmektir! Çağdaşlaşma, modernleşme olarak da bilinen sözkonusu ilerlemeci yaklaşım, ne için, sorusunu sormaz ve ilerlemek için ilerler. Daha doğrusu ilerlemeye çalışır. Bu süreçte ilişki öyle bir hal alır ki dayatmanın yerine talep geçer. Köleleşme durumları hak olarak görülür ve algılanır. İlişkilerin içeriği, kurumların işlevleri gözden kaçar ve zaman zaman sarsılan ilişkiler ve kurumlar yeniden canlandırılır. Sosyo-ekonomik ve kültürel örgütlenmenin bir sonucu olarak mahkum edilmiş kadınların, köleleştirilmesinden başka bir işe yaramayan evlilik ve aile kurumları karşımıza bir hakmış gibi çıkabiliyor. Özellikle Batıda sürekli çatırdadığı söylenen ve başlıbaşına bir pislik yuvası olan bu kurum, nasıl oluyor da eşcinseller tarafından bunca talep edilebiliyor? Gerçi talebin boyutu henüz net değil ama bu durumu kavramak için iki taraflı bir kuşatmanın altını çizmek gerektiğini
KAOS GL 21/3
düşünüyorum. Birincisi 60’lı yıllarda ortaya çıkan özgürlük hareketlerinin kurumlara yönelik muazzam tehdidi 80’lerle birlikte fiilen ve resmen yenildi. Ne sekspol ne komün düşü bilinmiyor artık. 80’li yılların K. Amerika’dan, Avrupa’ya gerici dalgası, sıvası dökülmüş birçok kurumu yeniden cilaladı. Kuşatmanın ikinci boyutu ise tam bir trajediye işaret ediyor. Elbetteki tek başına eşcinsel olmak radikal olmayı
Heteroseksüel yaşam tarzına özenen eşcinseller insanın aklına liberal feministlerin yaklaşımını getiriyor. Kadın kurtuluşunu savunan feministlerden ayrı olarak, liberal feministler, biçimsel bir eşitliği talep ederler. Varolan erkek modelini ve onun toplumsal konumunu hedef alarak kadınların özgürleşmesini, erkeklerin konumlarına yükselmekle görürler. Görülmüştür ki erkeklerin yaptığı her işi kadınlar da yapabilmektedir.
Eşcinsel mücadelesini, heteroseksüel toplumun rengi solmuş ve çivisi çıkmış kurumlarını takviyeye yöneltmek bir kazanım ve özgürlük mücadelesi olmadığı gibi, bir türlü yarılamayan heteroseksist kuşatmayı görmezden gelerek onun modeline teslim olmaktır. beraberinde getirmez. Bununla birlikte bağımsız bir varoluş olarak eşcinsellik, heteroseksüel topluma ve onun tüm kurumlarına bir tehdit potansiyeli her zaman taşır. İşte bu noktada dışlanan ve baskı altında tutulan eşcinseller yeni bir hayat ortaya koyabilirler. Oysa görünen o ki Batı’da 60’lı yıllarla birlikte doruğuna çıkan eşcinsel hareket günümüzde tam bir neoliberal kuşatma altında, heteroseksüel toplumla pazarlık yapıyor. Azınlık psikolojisinin bir sonucu olarak da kendini ispatlama gereği duyuyor ve heteroseksüel toplumun cılkı çıkmış bütün kurumlarına talip oluyor. Askerlik yapabileceğini, hatta polis bile olabileceğini göstermek, aile kurumuna taze kan taşımak için “mücadeleden mücadeleye” koşuyor! Türkiye ise yine geç kaldı! 60’lı yıllara yetişemeyen Türkiyeli eşcinseller ne talihsizlik ki bugün karşılarında neo-liberal yavşaklıktan başka bir seçenek göremiyorlar. Bu talihsizliği tersine çevirmek için Türkiyeli eşcinsellerin önünde kesinlikle bir şansın olduğuna inanıyorum. Çünkü biz Türkiyeli eşcinseller tam da 80’li yılların gerici dalgasına rağmen ortaya çıkmış bulunuyoruz. Türkiyeli eşcinseller olarak düşten ve yaratıcılıktan yoksun muyuz ki yok edilemeyen varlığımız ortadayken, heteroseksüel kurumların içine hapsolalım? Heteroseksüellerin bile üzerinde taşımaktan bıkıp usandıkları giysileri hiç sorgulamadan bir de bizim giymemiz bize ne kazandırabilir? Eğer heteroseksüel ilişki ve kurumsallaşmaları, bütün işleyişleriyle devralacaksak, o zaman eşcinsel olmamızın yani heteroseksüel olmamamızın ne anlamı kalıyor?
Ama model sorgulanmadığı sürece, değişen bir şey olmamaktadır. Aile reisinin kadın olması, kadın öğretmen, kadın polis, kadın asker ve kadın başbakan hiç kimseye bir özgürlük getirmediği gibi kadınları ezen ve sömüren kurumları daha da güçlendirmiştir. Liberalizmin kuşatmasına karşı durulamadığı ölçüde eşcinseller için de sonuç farklı olmayacaktır. Heteroseksüel toplum, her alanda biz eşcinselleri dışlar ve baskı altında tutarken, annesi dövdükçe ona daha çok sarılan çocuklar gibi bu topluma yamanma azmi nedir? Hayat tarzımızı oluşturmak ve varoluşumuzu gerçekleştirmek için heteroseksüel kurumsallaşmaya öyküneceksek bunca acıyı neden çektik. Ve sürüp giden heteroseksist şiddete neden maruz kalıyoruz? Evlilik ve aile kurumu tam da sözkonusu şiddetin kaynaklarındandır. Özgür bir birlikteliği var eden ruhu ve sevgiyi küllendirir ve kısa sürede öldürür. Çocukların, kadınların hatta erkeklerin bile cehennemi olan bu kurumları neden biz eşcinseller cilalayalım ve yeniden canlandıralım? Heteroseksüellerin bile sosyo ekonomik ve sosyo kültürel bir dayatma sonucu zorunlu olarak girdikleri bu kurumlara biz eşcinseller neden gönüllü girelim? Eşcinsel mücadelesini, heteroseksüel toplumun rengi solmuş ve çivisi çıkmış kurumlarını takviyeye yöneltmek bir kazanım ve özgürlük mücadelesi olmadığı gibi, bir türlü yarılamayan heteroseksist kuşatmayı görmezden gelerek onun modeline teslim olmaktır.
GAY VE LEZBİYEN DERGİLERİNİN YÜZÜNCÜ YILI Dünyanın ilk erkek eşcinsel dergisi 1896’da Almanya’da “Der Eigene” adıyla yayınlandı.
KAOS GL 21/4
çiğnenmiş haklarımız bu metin aksaray’dan bir ortaokul öğrencisine aittir. 8 mart kadınlar günü dolayısıyla yazılan bu kompozisyonun yazarı ortaokuldan sonra ailesinin izin vermemesi nedeniyle okuyamayacak. Bu gün 8 Mart... “Ne olmuş dün de 7 Mart’tı” demeyin. Bugünün aslında çok büyük bir önemi var. Bugün “Dünya Kadınlar Günü”. Bugün onların mutlu edilmesi gerek. İyiki Dünya Kadınlar günü var. Çünkü bizler yalnızca bugün hatırlanıyoruz. Bütün yıl içerisinde sadece 8 Mart’ta hatırlanıyoruz. Tabi herkesce değil. Sadece duyarlı insanlar tarafından. Erkeklerin (hiç değilse) bir yıl boyunca işkence ettikleri kadınları bugün hatırlayıp, bu özel günlerini kutlamaları gerekli. Nasıl olsa hergün onların, bir gün de kadınların olsun. 8 Mart dedik de aklımıza birden kadın hakları geldi. Hani şu adı olan da uygulanmayan haklar. Kadınlar köle değildirler, onlar insandır ama görüyoruz ki bugünün toplumu kadınlara hep kötü gözle bakıyor. Nerde kadın hakları! Böyle bir şey duyulmamışki. Ben kadına hiç değer verilmeyen, ona bir hizmetçi, bazen bir zevk olarak bakılan bir toplumda yaşıyorum: Türk toplumu. “Böyle bir toplumda yaşamaktan gurur duyuyorum” diyecek değilim. Çünkü bizim toplumumuz öyle bir toplum ki bütün kurallar çiğnenmiş. Kadın haklarının uygulanması sözkonusu bile değil. Çünkü bizler Türk toplumunda yaşıyoruz. Kadınların bir hayvan gibi çalıştırıldığı, onlara kötü gözle bakıldığı bir toplumda. Buna çevremden örnekler verebilirim. Örneğin annemiz. O da bir kadın. Ama bütün bir yıl boyunca çalışır çabalar, peki bir gün olsun tatlı dil, güler yüz görür mü? Hayır. Onlara hizmetçi denir. Kadın mı? O dışarı çıkamaz, o konuşamaz, o evde çocuklarla, çamaşırla, yemekle uğraşır. İşte biz böyle özgürlüklerimizin alındığı bir toplumda yaşıyoruz. Siz erkekler, sizler kadınları solduran, hayatlarını cehenneme çeviren sizler hala bıkmadınız mı? Hala onlara öyle mi davranacaksınız? Cevabınız evet mi? Siz erkeksiniz ve böyle gelmiş böyle gidersiniz. Biz kadınlar da ezilmekten kurtulamayız. Haklarımız var. Peki haklarımızı arasak ne olur? Onu da yapamayız. Çünkü yapsak bir iki tokat yemekten kurtulamayız. Kadının hakkını ararken ezilmesi ne kötü değil mi? Hem de dövülerek cezalandırılması... Dayak artık geçmişte kalmadı mı? Kalmadı. Bizim toplumumuzda hala yaşıyor. Herkes aya çıkmış, bizler de yaya kalmışız. Bizim toplumumuzda erkek evin reisidir. Evdeki kadınlar da onun kölesidir. Onlara ailevi konularda söz düşmez. “Elinin hamuruyla erkek işine karışma” derler. Öyle birşey yapsanız, haklı da olsanız haksız da olsanız, azarlanmadan kurtulamazsınız. Türk erkeğinin kadından anladığı ne biliyor musunuz? O bir hayvandır, o hür değildir, onun en önemli hakları alınmış, ailesel konularda dilsiz, dedikoduya gelince dilleri uzun, cahil birer mahluk. Oysa kadın bunların çok çok ötesinde keşfedilmemiş yeteneklere sahip bir maden. Ama erkekler bu madenin açığa çıkmasında bir engel. Bugün kadınların durumunu görüyorum da erkekler olmasaydı dünya daha güzel olurdu, diyorum. Bu durumu değiştirmek mümkün değil, erkeklere duyarlı olmalarını ve kadınların haklarını çiğnememelerini söyleyebiliriz. Ama bu durum böylelikle halledilemez. Çünkü onlar öyle alışmış. Değişmeleri mümkün mü? Şunu tekrar söylemek istiyorum. Bugün “8 Mart”, bu anlattıklarımdan sonra “ne olmuş 8 Mart’sa” demeyin. Bugün bizlerin günü. Siz erkekler bari bir kere olsun kadınları sevindirin, bir kere olsun bugünlerde onlara bir hediye alın, bir kere olsun haklarını çiğnemeyin. Ben haklarımın çiğnendiği bir toplumda yaşamak istemiyorum. Erkekler, siz evlerin reisisiniz? Bu ne biçim reislik? Ailenin huzurunu sağlıyamıyorsanız bu nasıl reislik? Siz kadın haklarından ne anlarsınız. Siz karacahilsiniz. Önceden beri kadınlara önem verilseydi belki sizler de bugün kadınların değerini bilirdiniz. Siz onların değerini yalnızca kaybettikten sonra anlayacaksınız. Sizlerden tek bir isteğim var. Kadınları üzmeyin, haklarını çiğnemeyin. Bütün kadınlar çiçektir. Onları soldurmayın.
NEYİN NERDE NASIL ÜRETİLECEĞİNE ÜRETENLER KARAR VERMEDİKÇE EMEĞİN KURTULUŞUNUN GERÇEKLEŞMESİ MÜMKÜN DEĞİLDİR!
KAOS GL 21/5
T A N I K L I K KALEME ALAN: HALUK CÖMERT O artık yoktu. Herkes onu soruyordu. Coşkun, nerde, ne zaman gelecek? diye. Ama Coşkun belki de hiç gelmeyecekti... Sabah mesai başlayalı yarım saat ya olmuş ya olmamıştı. Memurlar daha çay faslını bitirmemişler, birbirlerine takılmakla meşguldüler. -”Coşkuncuğum bugün nasılsın?” -”.................. -”Coşkun’a dokunmayın, bugün morali bozuk.” Odada bir kahkaha tufanı... Coşkun sessiz, bir simitle bir bardak çayın sonuna gelmenin rahatlığındaydı. Son yudumu da alınca odaya bir baktı. Anlamsızdı bu bakışlar. -”Orospu çocukları” dedi. Odadakiler böylesi cevaplara alışık olduklarından tepki vermediler. İçlerinden en yaşlı olanı, -”Bizim orospu çocuğu olduğumuz kesin değil ama senin ibne olduğun kesin.” -”Benim ibne’liğimi kim görmüş pezevenk!” -”Herkesin bildiği birşey.” -”Herkes dediğin senin gibiler.” -”İbne değil misin peki?” -”Değilim.” -”Peki neden ibne gibi hareket ediyorsun?” -”Kaç ibne gördünki nasıl hareket ettiğini biliyorsun?” -”Çoook.” -”O halde sende de ibnelik var?” -”Kaldırma beni” -”Kalk ne olurki?!.” Odada hava hayli elektriklenmişti. O sırada odaya müdürleri girdi. -”Ne oluyor, bu ne gürültü?..” diye bağırdı. Müdür sinirle odadan çıktığında kimsede ses yoktu. Herkes masasına dönüp işine başladı. Coşkun, bir müddet pencereden dışarıyı seyretti. Sonra o da işine başladı. Akşamın soğuğu iyice kendini hissettiriyordu. Artık kış geliyordu. Coşkun eve geldiğinde hala sinirlerine hakim olamıyordu. Annesinin hazırladığı yemekten ayaküstü bir iki lokma aldıktan sonra üzerini değiştirerek dışarıya çıktı. İkiyüz metre kadar yürüdükten sonra annesine haber vermeden çıktığını hatırladı. Dönecekti, sonra vazgeçti, tekrar yoluna devam etti. Yolun kenarındaki kulübeye, telefon etmek için girdiğinde arayacağı numarayı kendi kendine tekrarladı, sonra kartını makinaya takıp numarayı çevirdi. -”Alo” -”Benim, Coşkun.” -”Çoktandır aramamıştın...” -”İş güç çoktu, musait misin? Sana gelmek istiyorum.” -”.................. -”Alo Tufan?” -”Bir dakika Coşkun....” -”Cevap vermedin, birşey mi var?” -”Şey... Coşkuncuğum bir misafirim vardı ama gelebilirsin. O da birazdan gidecekti.” -”Tamam Tufan, geliyorum.” Coşkun telefonu kapattıktan sonra telefon kulübesinden çıkıp koşarcasına yolun bittiği yere gitti. Tufan’ın evi görünüyordu. Karanlık bir köşeye çekilip, Tufan’ın evinden kimin çıkacağını beklemeye başladı. Merak etmişti. İki dakika kadar geçmişti ki, evden çıkanı gördü. Neredeyse küçük dilini yutacaktı. Bu, daireden arkadaşı Mahmut’tu. Daha sabah kendisine herkesin içinde “ibne” diye hakaret eden kişi... Zaten, tüm kızgınlığının sebebi de buydu ya. Mahmut, karanlıkta iyice kaybolduktan sonra, Coşkun, Tufan’ın evine doğru yürümeye başladı. İyice şaşkındı. Bunca zamandır güvendiği arkadaşı Tufan’ın Mahmut’la ilişkisinin olması Coşkun’un zoruna gitmişti. Tufan kapıyı açtığında gülümseyerek Coşkun’u karşıladı. -”Gel Coşkuncuğum.” -”Kimdi misafirin?” Coşkun, içeri girerken birden sormuştu. Tufan şaşırdı. Coşkun’u hiç böyle görmemişti. Önce kaçamak bir cevap vermek istedi. -”Tufan bana yalan söyleme, kimdi?” Coşkun sinirinden kızarmıştı. -”Mahmut, sizin oradan.
KAOS GL 21/6
-”Onunla nerden tanışıyorsun?” -”Tanıştık işte.” -”İlişkiniz ne düzeyde?” -”Seninle nasılsa onunla da öyle.” -”Peki ne zamandan beri birliktesiniz?” -”Bir yılı geçti.” -”Benden bahsettin mi?” -”....................... -”Cevap versene!” -”....................... -”Neden cevap vermiyorsun?” Tufan sıkılmıştı. Arka arkaya gelen sorular Tufan’ı iyice bunaltmıştı. Kanepeye sinirle oturdu. -”Ne oluyor sana kuzum?” -”Sen çok kötüsün.” -”Neden? Mahmut’la birlikte olduğum için mi?” -”Kahrolası, kiminle olursan ol ama bana bunu yapmamalıydın!” -”Ne yaptım ki?” -Daha ne yapacaksın ki? İşyerinde adım ibneye çıktı. Hani birbirimize sadık kalacaktık? Hani birbirimizi aldatmayacaktık?” Coşkun adeta sinir krizine tutulmuşçasına ağlamaya başladı. Tufan kalktı. Coşkun’a sarılıp teselli etmek istedi. Coşkun, Tufan’ı iteledi. Dengesini kaybederek yere düşen Tufan, o sinirle fırladı. Şimdi yumruk yumruğa kavga ediyorlardı. Tufan, burnunun kanını durdurmaya çalışırken, Coşkun da midesini tutarak ağlıyordu. İlk konuşan Tufan oldu. -”Özür dilerim. Böyle olacağını bilemezdim. Mahmut’a güvenmiştim.” -”Ben de sana güvenmiştim.” Coşkun’un sesi kırgındı. -”Ben bunun hesabını Mahmut’a sorarım. -”Neyin hesabını soracaksın?” -”Sana yaptıklarının...” -”Ne sorarsan sor. Ama artık seninle bir daha hiç görüşmeyeceğim...” Coşkun sözlerini bitirince Tufan’ın konuşmasını dinlemeden ayakkabılarını giydi. Evden koşarcasına çıktı. Caddeler bomboştu. Coşkun bilinçsizce caddelerde geziyordu. Saatine baktı. Geceyarısını geçeli çok olmuştu. Eve gitmek istemiyordu. Aklına bir arkadaşı geldi. İyi biriydi. Ona telefon etmek için telefon kulübesi aramaya başladı. İlk rastladığı telefon kulübesi jetonluydu. Tekrar telefon kulübesi aramaya başladı. O sırada iki kişi sallanarak karşıdan geliyordu. Yaklaştıklarında sarhoş olduklarını anladı. Yanlarından geçip gitmek için hafifçe yolun kenarına çekildi. Sarhoşlar da o tarafa doğru yürümeye başladılar. Kaçmak istedi. Adamlardan birinin yüzü tanıdık geldi. Rahatlamıştı. Gelenler iyice yaklaşınca aynı semtten kişiler olduğunu gördü. Tanımıştı. Adamlar iyice yaklaşınca; -”İyi geceler” dedi. -”İyi geceler yavrum” diye yılıştı tanıdık olanı. Öbürü bir Coşkun’a bir arkadaşına baktı. Arkadaşı o sıra Coşkun’un kolunu tutmuştu. -”Şöyle bir muhabbete ne dersin?..” diye Coşkun’u sürüklemeye başladı. Bunun üzerine öbür adam arkadaşına; -”Bunu tanıyor musun?” diye sordu. -”Az çok” diye güldü Coşkun’u tutan. “Haydi, uygun bir yere gidelim.” derken, Coşkun ikisinin arasında sıkışıp kalmıştı. Kurtulmaya çalışıyordu. Tenha bir yere gelmişlerdi. Coşkun’un gücü ikisine birden yetmiyordu. Sabahın ilk ışıkları camdan içeri girerken Coşkun yatağında hala uyuyamamıştı. Daha iki saat önce iki sarhoşun tecavüzüne uğramıştı. Kafası allak-bullaktı. Ne uğursuz bir geceydi. Daha doğrusu uğursuz bir gün... Yatağından kalktı. Yatağını düzeltti. Bir duş aldı. Saçını kuruttu. Güzelce giyindi. Kararını vermişti, intikamını alacaktı. İşyerine geldiğinde daha kimse yoktu. Daktilonun yanından bir kağıt aldı. Üzerine büyük harflerle “İBNE MAHMUT, TUFAN’LA YATTIĞINI DA NİYE ANLATMIYORSUN ARKADAŞLARINA?..” Kağıdı odanın duvarına bantladı. Geldiği gibi sessizce giderken, koridor boyunca duvarlara bu kağıttan asıyordu. Bir haftayı geçmesine rağmen Coşkun’u ne gördüler, ne de bir haber aldılar. Coşkun’u çevresi kaybetmişti...
∇ heteroseksüel kurumların tuzaklarına düşmeyelim.
EŞCİNSELLER OLARAK KURTULUŞUMUZ, BİRBİRİMİZİ SEVMEK VE DAYANIŞMAYLA BAŞLAYACAK!
KAOS GL 21/7
OMOFOBİ
HOMOFOBİ BAŞLIKLI BU YAZI DR. DOUGLAS HUNT’UN 1990 YILINDA BASILAN “NO MORE FEARS”, “KORKMAKTAN KORKMAYIN” ADIYLA BELKIS ÇORAKÇI TARAFINDAN TÜRKÇEYE ÇEVRİLEN, KİTABINDAN ALINMIŞTIR. Homoseksüellerden korkma yüzyıllardan beri var gibi görünmektedir. Bir çok dinde bunun sağlam kökleri bulunur, çünkü dinler homoseksüelliği ahlaksızlık ve tanrıya karşı gelmek olarak suçlamışlardır. Çağdaş dindar çevrelerde bile, bu olayı bazıları hastalık, bazıları ahlaksızlık, bazıları da anti-sosyal bir şey olarak kabul eder. 1970’lerin ortalarına kadar tıp mesleği de homoseksülliği ciddi bir duygusal hastalık olarak ele alırdı. Benim katıldığım bazı programlarda, bir takım öğretim üyeleri homoseksüelliği bir tür şizofreni olarak nitelemişlerdi. Ama sarkaç her zaman geriye doğru sallanır; işte bu satırların yazıldığı sıralarda da “homoseksüellerden korkmak” ciddi bir kişilik bozukluğu olarak görülüyor, hem homoseksüellere ve hem de topluma zararlı bulunuyor. Homoseksüellikten korkmanın birazı, bunun toplum üzerindeki etkilerinden kaynaklanmaktadır. Bazıları da bunu kültürümüzün dokusuna bir tehdit olarak görmektedirler. 1960’lı yıllarda homoseksüeller Amerika Birleşik Devletlerinde 3. en tehlikeli grup sayılır, komünistlerle ateistlerin ardından gelirdi. Hatta 1983 yılında bile, bir Newsweek araştırmasına göre, ankete katılan yetişkinlerin ancak 1/3’ü homoseksüelliği kabul edilebilir alternatif bir yaşam olarak görmüştü. Tarih boyunca homoseksüeller her zaman toplumun kenarında varolmayı sürdürmüşlerdir. Bunun nedeni kısmen, sado-mazohizm, promisküvite, efeminelik, ve pasiflik gibi uygulamalara duyulan tiksinti olmuştur. Buna bir de homoseksüel öğretmenlerin ya da gençlik liderlerinin zaman zaman gençlere tasallut etmesi korkusu eklenmiştir. Ne varki bu tür olayların sayısı kendi çocuklarının canını yakan anne baba sayısına göre çok azdır. Homonegativizm’e, hem cinsel olaya karşı duyulan korku, hem de bilinmeyene karşı duyulan korku karışmaktadır. Homoseksüeller hakkında hiç bir şey bilmemek ya da onlarla hiç iletişimde bulunmamak, bu güvensizlik duygusunu yaratır. Örneğin bir erkeğin bir başka erkeğe, kendisine normal olduğu öğretilen davranışın tersi bir davranışla yaklaşması, bu kişide kaygı doğurabilir, çünkü bu tür yaklaşımların değişik bir adabı olduğu düşünülür. Geleneksel erkek eğitimi ve hayvanların davranışı görünüşe göre erkekler arasında rekabetçi bir tutum yaratmaya dönük, teslim olmaya karşı, hükmetmeye eğilimlidir. Bir erkeğin başka bir erkeği çekici bulması, erkeklik karekterine uymaz. Oysa değerler şimdi değişmekte, neyin kabul edilebilir olduğu konusundaki yenilikler de sık sık tedirginlik ve kızgınlık doğurmaktadır. Homoseksüellerle sık tekrarlanan sosyal yaklaşımlar, sonunda herkese yeni sosyal beceriler yaratacak ve gerilimleri rahatlatacaktır. Homoseksüellerden korkmak, insanın kendisinin homoseksüel olmasından ya da olabileceğinden korkmakla aynı şey değildir. Kişinin kendi cinsinden birine karşı erotik tahrik duyması akut kaygı, hatta panik yaratabilir. Erkekte bunun türlü türlü yansımaları olur. Teslim olma korkusu, erkek olarak başarısız olma korkusu, erkeklik gücünü kaybetme korkusu gibi. Bazen bu homoseksüel panik, yapı olarak cinsellik dışıdır ve daha çok başarı korkusuyla ilişkilidir. Başarı korkularını, başka erkeklerden korkma haline dönüştüren simgesel bir transferas vardır. Önce bir ayrılma korkusu, fazla bağımsız olma korkusu, başkalarını hadımetme korkusu, çaresizlik korkusu ve bunların getirdiği misilleme. O zaman birey kendini pasifliğe teslim eder, amaçlarından, hedeflerinden vazgeçer, bu arada erkekliğinden de vazgeçer. Daha kadınsı, daha boyun eğen yaklaşımı seçince de kendisinin belki homoseksüel olduğundan kuşkulanır. Kendi cinsel yönlendirmelerinden emin bulunan heteroseksüel erkek ve kadınlar, kesin bir cinsiyet kimliği olanlar, homoseksüeller karşısında kendilerini tehdit ediliyormuş gibi hissetmezler. Genellikle erkek ne kadar maço olursa, homoseksüeller ona o kadar tehdit edici gelir, hatta bazen ancak bir homoseksüele sözle ya da fiziksel olarak saldırmakla kendini güvende hissedebilir. Son yıllarda homoseksüellere fiziksel istismar yöneltilmesi büyük ölçüde azaldıysa da, bir zamanlar onları hırpalamak bir tür spor sayılır, moda olarak kabul edilir ve toplum tarafından onaylanırdı. Homofobi son zamanlarda yerini AIDS fobisine bırakmış gibi gözükmektedir. Bu da tabi kişinin kendisine AIDS bulaşmasından korkmasıdır. Belki de AIDS fobisinin, artıp isteri düzeyine varmış bir homofobi olduğunu söyleyebiliriz.
KAOS GL 21/8
KAOS GL 21/9
YALNIZLIĞA DAİR DERYA KURAT Bir ömür ‘tek’ kalan insanlar bu seçimi her zaman isteyerek yapmazlar. İnsan hayatının herhangi bir döneminde beklentilerinin tersine yalnız kalınca zorlanır ve bocalar. Belki doğru dürüst bir açılma süreci bile yaşamamıştır. Olumsuzluklardan sıyrılmaya çalışırken ansızın tek kişilik bir yaşama geçtiğini farketmek, her sabah bu gerçekle uyanmak ve bunun yanısıra ortaya çıkan ruhsal problemlerle başetmeye çalışmak kolay değildir. Çünkü bu yalnızlık kişinin iradesi dışında gelişmiştir ve toplum bunda subjektif olarak rol oynamıştır. Bu yalnızlık duygusu zamanla bir hastalığa da dönüşebilir. Bu kez irade dışı ya da zorunlu bir yalnızlık sözkonusu değildir. Tam tersi burada kişinin yalnızlığı bir kaçış yolu olarak görmesi ve bunun karesi ile doğru orantılı hareket etmesi sözkonusudur. Bu durum genellikle kendini insanlardan soyutlama şeklinde belirginleşir. Çevreden kopma, ilişkilerden kaçma, insanlarla temas etmeme... gibi. Kişi toplumla ve kendisiyle büyük çatışmalar yaşıyordur, kendinden yoğun bir biçimde şikayetçidir, kaçışları çok fazladır. Öyleyse yalnızlık duygusunu nasıl yok edebilir veya nelere kanalize edebilir? Eğer sözkonusu olan derin hastalıklı bir yalnızlıksa tek bir şeye kanalize edemeyebilir. Bu durumda bir ruh hekiminin devreye girmesi yararlı olabilir. Yalnızlık bizlere yabancı olmayan bir kavram. İnsan kalabalıklar içinde de zaman zaman yalnızlıklar yaşayabiliyor. Ama ara sıra veya daima yalnız kalmaktan, yalnız olmaktan hoşlananlar, yalnızlığı sevenler, yalnızlıklarını kendi irade ve isteğiyle seçenler de yok değil hani. Aslında bu hem iyidir hem de kendini daha iyi tanıma, hatta sınama açısından yararlıdır. Bazen kişinin gizli bahçelerinin olması, orada rahat rahat özgürce dolaşması büyük bir deneyimdir. 20. yy. başında bir Alman ressam, insana yoğun yalnızlık duygusu veren resimler çizmiş. Resimlerde bir iki insan var ama siz resimlere baktığınızda bu insanların ne kadar yalnız olduklarını hissedebiliyorsunuz. Hissedebiliyorsunuz çünkü resimde size yansıyan derin bir yalnızlık duygusu hakim. Yalnızlığın fotoğrafı, resmi zor... Bakın mesala mutluluk da bir çeşit yalnızlıktır. Yalnız yaşanır. Hiç kimseyle mutlu olunmaz. Çünkü bu insanın kendi yoğunlaşmasına bağlı bir duygudur. Karşınızdaki insanla aynı anda paylaşamazsınız bu duyguyu. O kendi mutlu yoğun duygularını yaşar siz de kendinizinkini. Yan yana iki kişi kendi mutluluklarını yaşarlar beraber. Bu her duyguda böyledir. Sosyal açıdan aktif olanlar ne kadar sosyal olurlarsa olsunlar, yalnız yaşamı seçtiklerinde, zan altında kalabilirler. Aile ve çevresi evlenmesi için baskı yaparlar. Bu durumun daha ne kadar böyle süreceğini sorar dururlar. Tabi bu pek rasyonel bir durum değil. Onlara göre yalnızlığı seçmek toplumun varoluşuna
KAOS GL 21/10
tepki olarak yaşanan bir olaydır. Çelişkili bir şekilde insanlar hem özgür olmanızı hem de onlarla birlikte hareket etmenizi isterler. Yalnız yaşamak kuşkulu bir durumdur ne de olsa, gizemi merak duygusu uyandırır. Biri ile birlikte olup aynı evi paylaşmak istemiyorsunuzdur. Bunun pek çok sebebi olabilir. Birlikte olduğunuz kişiden ayrılma, terk edilme korkusu vs. gibi. Pek çok insanda ayrılma ve terkedilmenin psikolojik yıkımlara sebep olduğu da biliniyor. Durum böyle olunca ya yeni ilişkilere cesaret edilemiyor ya da sevgi, samimiyet, doğallık ve içtenliğe dayanmayan ilişkiler yaşanıyor. Sevginin anlamı bilinmediğinden sevgiden korkuluyor. Kalıcı duygular önemsenmiyor ve gözardı ediliyor. Böyle olup da yalnızlığı seçenlere kanımca herşey acı veriyordur. Dolaşmak, alış veriş yapmak, çalışmak, gezinmek... Çünkü onlar yalnızlığa sığınıyorlar. Ayrılma, terkedilme korkusuyla yaşayanlar da her yeni beraberlikte bunu hissedebiliyorlar. Bir duyguyu tanımak istiyorsanız, zaman bu konuda en iyi yardımcınızdır. Sevgiyse asla korkmak demek olmamalı. Son olarak sözlerimi Özdemir Asaf’ın sözleriyle noktalıyorum. Hepinize sevgi dolu günler. “Sevmek kolay değildir Sevgi için bir ömür harcamak gerekir. Harcayacaksın.”
MEKTUP-LAR-DAN Diyarbakır, Gay Kaos GL’ye ilk mektubumda uzun bir süre iletişime geçme olanağını bulamadığımı ifade etmiştim. Aslında, bir yanıyla da, kendim bu olanağı yaratmadım: -Güven yokluğu... -Sadece bir kaç yazılarından tanıdığım ve “reaksiyoner” olduklarını çıkarsadığım ama yine de hiç tanımadığım insanlara bir tür “coming-out” girişiminde bulunacak olmam... -”Münzevi” bir yaşam tarzına koşullanmış olmam... ve daha bir çok neden... Ancak herşeye rağmen, kişinin toplumsal konumu ile cinsel tercihlerinin bu kadar içiçe geçtiği bu toplumda “kuşatılmışlık” ağır bastı. Ve elime geçen, dergimizin, 17. ve 18. sayıları... Fikirdaş ve duygudaş bir dost çevresinin, güven verici, varlığına tanık olmak gerçekten sevindirici... Sınıflı toplumların -doğal bir sonucu olarak- insanların cinsel tercihlerinin bile sınıflandırıldığı bu düzende, bizim lehimize, “pozitif ayrımcılığın”, maalesef, gerekli olduğu kanısındayım. Bu bazda: mûstakil bir derginin önemi tartışılamaz diyorum. Bu konu itibariyle, mûstakil bir derginin yapabilecekleri: Kişilerin, varoluşlarının ayrılmaz ve tamamlayıcı bir parçası olarak, kabul ettikleri cinsel tercihleri bağlamında; kendi sorumluluklarıyla, kendi yaşamlarına yön vermelerine yani kendi kültürlerini ve karakterlerini kendi yetenekleri ölçütünde yaratma şanslarına katkıda bulunmak olabilir. Gerisi kişinin başkalarının onayına duyduğu gereksinimin şiddetine göre kendisini çevresine herhangi bir şekilde kabul ettirmesine kalıyor. Yani, kısacası, estetik bir tavrı onaylıyorum. Bu anlamda, Kaos GL’nin “eşcinselliği” disipline etmeden, hoşa gitse de gitmese de, herşeye ve herkese açık olması gerektiği kanısı taşıyorum. “İnsana dair hiçbir şey yabancımız olmasın.” Dergi kapsamında belirlenecek herhangi bir tartışma konusu üzerinde, okurların katılımları sağlanarak bir bilgilenme-bilgilendirme süreci başlatılabilir. Bunun dergiye, “kollektif” bir biçim kazandıracağına inanıyorum. Örneğin; “biyolojizm-psikolojizm” hakkındaki sayıda olduğu gibi daha önce bu konularda okurların düşünceleri sorulsa, kişilerden gelecek düşünsel ürünler dergide yer alabilirdi... (tabiki bunun ne derece yapılabilir olduğunu, derginin çalışma koşullarını ve bunun getireceği ek zorlukları bilmeden talep ediyorum.) Ayrıca (daha önce çıkan sayılarda oldu mu bilmiyorum ama 17. ve 18. sayılar itibariyle söyleyecek olursam) dergimizde gördüğüm en büyük eksiklik; tarih boyunca yaratılan “eşcinsellik” ile ilgili literatürlere hemen hiç yer verilmemesi... Nice emekler ve bedeller ödenerek yaratılan bu ürünlerin tanıtımına geniş yer veilmesini rica ediyorum. Ayrıca dilimize çevrilmemiş eserler için de çevirmen dostlara çok büyük görevler düştüğünü ve bu açıdan onlara çağrılarda bulunmanın gerektiğini düşünüyorum. Tarihsel emeklerimizin ürünlerini “damıtalım”... (...) Emeğimizin, duygularımızın ve sevdalarımızın rantını bu düzene yedirmemek dileğiyle... İzmir, Gay (...) Kaos GL’nin yeni sayısını aldım, Jean Genet’nin hakkındaki yazınız ilginçti. Bu arada Kadınlar Günündeki etkinliğiniz de kayda değer bir etkinlikti. (...) Eşcinseller, cinsel tercihlerine ailelerin tepkisini fazlaca abartıyor olabilirler. Benim annem de ablam da beni çok severler. Aslında onların bana karşı duydukları sevgi oldukça koşulsuz. Beni her durumda kabul etmeye hazır olduklarını düşünüyorum. Ama yine de eşcinselliğimi onlara açamam. Çünkü kendimi yeterince tanımadan ve kabul etmeden onlara bunu açamam. Bunun için çok zamanın geçmesi gerekiyor. Daha tam olarak bir eşcinsel çevrem bile yok. Kendimi tam anlamıyla kabul etmeden bunu aileme ve arkadaşlarıma açmam çok zor. Yalnız annem cinsel eğilimlerim hakkında birşeyler biliyor olabilir. (...) Belki de bu konuyu deşmek istemiyor. Ya da cinsel eğilimlerimi kabul etmek istemiyor ve içine bastırıyor. Babam ise yaklaşık 5 yıl önce öldü. Onunla pek iyi anlaşamazdık. Babam cinsel yanımı merak eder, kızlarla ilişkilerimi öğrenmek isterdi. Babam eşcinselleri pek sevmezdi. Onları birer cinsi sapık olarak görürdü. Neden kendi cinsinden olanlarla yattıklarını ya da bazılarının neden cinsiyet değiştirdiğini anlayamadığını söylerdi. Eşcinsellerden hoşlanmadığını her fırsatta söylerdi. Hatta hiç unutamam bir defasında televizyonda ünlü bir film yıldızının yaşamıyla ilgili bir film vardı. Neyse, filmin bir sahnesinde kadın (Yani o film yıldızı) kocasını bir erkekle yakalıyordu. Tabiki bu bir kadın için çok zor bir durumdu ve o adamdan boşandı. Kadının kocasını başka bir erkekle yakaladığı anda babam da ablama dönerek “bak görüyor musun; homoseksüel, sapık” dedi. Annem de o anda “iğrenç bir şey! (Kadına yönelik) Sen nasıl evlendin o adamla” dedi. Bu gerçekten benim için zor bir şeydi ve üstümde epeyce bir gerginlik yaratıyordu. Bilemiyorum, eşcinsellerin belki de sorunlarının tamamen toplumsal ve ailesel baskı, yargı ve yasaklar olduğunu düşünüyorum.
KAOS GL 21/11
T
A
R
T
Kaos çalışanı arkadaşlarıma, Önce özür dilerim. Bunca sorun yarattığım, bunca öfkenin oluşmasına neden olarak zamanınızı aldığım için üzgünüm. Bundan sonra yazmayacağım. Özür dilememin nedeni, bir tartışmanın çıkmış olması değil. Tartışmaya inanıyorum. İhtiyacımız olan en önemli şeyin tartışma olduğuna da inanıyorum. Hiçbir mutlak doğruyu, hiç bir yaygın geçerlik kazanmış politik, etik, toplumsal ‘doğru’yu, artık irdelemeden, tartışmadan kabul etmek istemiyorum. Yazdığım iki metinde de tartışılacak, tartışılması gereken pek çok şey olduğunu biliyorum. Zaten tartışmak istediğim için yazmıştım bunları (ama öğüt almak da, ders almak da hakarete uğramak da istemiyorum. Ben kendimi küçümseyebilirim; ama bunu yapmasına izin vereceğim başkalarını henüz seçiyorum). Belki, bir konuyu alışılmadık bir yalınlıkta ve netlikte tartışmaya açmak, hakarete uğramayı da (normal olarak) göze almayı gerektirir diye düşünmeliydim. Böyle düşünmememin nedeni, Kaos’un farklı olduğu izlenimini edinmiş olmamdı (inanmıyacaksınız biliyorum, ama yazdıklarımdan ötürü çıkan tartışmayı okurken, kulaklarımın ucuna kadar kızardım. Kendimi ne kadar gereksiz yere açıklamış olduğumu düşündüm. Yapayalnız olduğum halde, utançtan yerin dibine geçtim ve yazdıklarımı hiç yazmamış olmayı diledim). İkinci yazıyı, yazmaya devam etmemi istediğiniz için yazmıştım. Her iki metini yazmaktaki amacım da aynıydı: Çeviri olmayan, içtenliği törpülenmemiş, gerçekliği iç denetimlerle çarpıtılmamış ve yaşanmışlıkların üzerine inşa edilmiş özgün düşünme denemelerinin Kaos’ta yer alması iyi olur diye düşünüyordum. Yazdıklarım bu açıdan çok masumdu. Dergiyi okuyan herkes gibi ben de derginin politik çizgisini anlayabilecek bir kavrayışa sahibim ve yazdıklarımla buna karşı durduğumu (bu karşı gelişte, olumsuzlamayı olumsuzlayarak egemen görüşlerin pekiştirilmesi olarak yorumlanabilecek şeyler söylemekte olduğumu) biliyordum. Ancak tartışılmasını beklediğim konular başka yerdeydi. Politik olanın ne olduğunu, toplumsal bir politikanın değil de, bireysel bir politikanın nasıl ve hangi düşüncelerle yoğrulabileceğini, hangi terimlere dayanılarak geliştirilebileceğini merak ediyordum. Eşitlik, herkes için eşit düzeyde özgürlük, demokrasi, anti-otoriteryanizm, ezme-ezilme veya efendi-köle ilişkilerinin sona ermesi vb. kavramların, ilkelerin üzerinde hiç düşünmeden, bu konular üzerinde
KAOS GL 21/12
I
Ş
M
A
kendimle hiç tartışmadan yazdıklarımın yazılamayacağı bence çok açıktı. (Yasemin Özalp’in sezdiği ironi, belki de buradan kaynaklanıyor?) Biraz önce de söylediğim gibi, ben, “iyi”, “doğru”, “güzel”, “geçerli” vb. olduğu yaygın bir biçimde kabul edilmiş herhangi bir kuralı, ilkeyi, politikayı vb. olduğu gibi kabul etmek istemiyorum. Politik alanda kendim için değer verebileceklerimin neler olduğunu, her düşünce için yeniden keşfetmek istiyorum. Bunun zor, zaten çok çetin yeniden kurmak istiyorum. Bunu yapmaya hakkım olduğuna hiç kimsenin karşı çıkacağını sanmıyorum. Yazmış olduklarıma neden karşı çıkılmış olduğu da çok açık: “Doğruları bilen” (ve bunların saptırılmasına izin vermeyecek olan, iktidar ve otorite kavramlarını bütün olumsuz yüklemleriyle hiç sorgulamaksızın kullanmaya hazır) politik tercihe uymuyor da ondan... Ancak (bence içten ve dürüst bir biçimde kendini ifadeden başka bir özelliği olmayan) bu iki metin bile bunca öfke yaratabiliyorsa, bir Bunuel filmini, bir Foucault kitabını nasıl değerlendirebiliriz? Delilik veya “sapkınlık” üzerinde nasıl akıl yürütebiliriz? Yazdıklarımın, “mevcut koşulları olumlama”, “başeğmeye çağrı”, herkese önerilen bir “kölelik ruhu” gibi algılanması, elbetteki mümkün. Ancak her durum, her duruş, her ifade ne kadar çağrı yapıyorsa, bu yazılar da o kadar çağrı yapıyor. Ama asla propaganda yapmıyor. Ben sadece kendime ait bir düşünceyi ifade etmek istedim, o kadar. Eğer, davranışla, yürüyüşle, susuşla ve konuşmayla ifade edilebilecek doğal iletilere bile hoşgörü yoksa, (bireysel açıdan bakıyorum) özgürlük sözkonusu olabilir mi? Toplumsal politika arayışlarına ilişkin hiç bir şey söylemedim iki metinde de. Sadece benim için gerçek olanlardan bahsetmek, bunlardan çıkabilecek anlamların tartışılmasına dolayım yaratmak istedim. Yazdıklarımda herkesin benim gibi düşünmesine, duyumsamasına yapılmış hiç bir çağrı yoktu. Ama metin yayınlandığında, (her yazı gibi) bütün okuyanlara ait oldu. Bu kamusallaşma, bence yazıların olsa olsa bir döküman haline gelmesi demektir. Üzerinde tartışılacak eğer gereksinim duyuluyorsa doğru-yanlış, iyi-kötü olduğuna değgin bir şeyler söylenebilecek herhangi bir döküman... Bu yazının sansür edilmemiş olmasından dolayı Kaos’ta yol ayrımına gelindiğinin iması bile tartışmada sık sık geçen iktidar kavramının nasıl özümsendiğini göstermiyor mu? Ben kendi hesabıma, içinde yaşadığım toplumda ve (binlerce yıldır çeşitli kültürlerden bir çok öğenin katılmasıyla zenginleştiğini düşündüğüm) kültürde farklı ve (çok büyük bir oranda) örtük bir biçimde belirebilecek bir özgürleşmenin, bireysel bir içbarışın, duruluğun, arılaşmanın, sadeleşerek yalınlaşmanın
yollarını arıyorum. Karşımdakinde olduğu varsayılabilecek iktidarı kolayca kabullenerek onu anlamsızlaştırmak ve gereksizleştirmek, böylesi bir ilişkideki iktidar mücadelesinin gerilimine uğramayarak onu hiçleştirmek, acaba mümkün mü? Tartışmak istediğim bu tür sorulardı. Biraz daha açık bir biçimde ifade edecek olursak, içinde yetiştiğim kültürdeki izlerini algıladığım (ama henüz pek az şey bildiğim) insana deneyim öncesi saygı göstererek onu üstün tutmak, karşısında tevazu göstermek, kendini olduğundan kü.ük görmeye ve göstermeye çalışmak (rol olarak, ikiyüzlülükle değil, gerçekten ve bütün içtenliğiyle karşısındakinin içinde saklı duran cevhere inanarak), kendi içindeki kibiri ve azameti, böbürlenmeyi kırmaya çalışmak ve bu arayışla durulaşarak arınmak... Bu bir anlamda “çile çekmeyi” göze almak demek. Bunlar nereye kadar anlam taşıyor aramızda. İçinde yetiştiğimiz kültür, neden böyle davranışları benimsedi, hatta kurumlaştırdı, nasıl inceltti? Çile çekmeyi çilehanelerle mekana bile dönüştürmüş olduğuna göre, bu bakış, geçmişte kalmış olduğunu düşünsek bile, üzerinde düşünmeyi haketmiyor mu? Düşündüğümde, dervişlerin yaşama biçimi, dünyaya bakışlarındaki derin ve içten hoşgörü ve egemen değerlere boşvermişlik, beni etkiliyor. Dervişlikteki dünyayı değiştirmeye kalkmayan, onu bir anlamda olduğu gibi (görmezden gelerek) kabul eden ama önemsemeyen ve hiçleyen tutumu üzerinde düşünme gereği duyuyorum. “Sabır”, “tevekkül”, “katlanma” devrimcilerin kullandığı terimler değil. Ama kendini değiştirmek isteyen biri için, hiçkimsenin ona zarar veremeyeceği kadar içdisipline, özgüvene ve saydamlığa ulaşmak isteyen biri için, bu kavramların farklı bir çekiciliği olabilir. Bu terimler, sadece evliyalığa, ermişliğe doğru yürümek isteyenler için değil herkes için, yeniden yorumlanarak anlamlandırılabilir. Bilgeleşmek isteyen herhangi birinin gündelik yaşamını da yönlendirebilir. Bu kavramların “Doğu Kültürüne” özgü olduğunu düşünüyor olabilirsiniz. İsa da doğuluydu. İkinci tokatı yemek için yüzünü öbür tarafa döndürüyordu. Ama, Batı Kültürü de bazı benzer öğelere sahip: Papa uçaktan inince toprağı öpüyor ve manastırlarda yaşıyan keşişlerin yaşamı çok sade, güçlüklerleçilelerle dolu. Doğumla başlayan (herhalde bir günah bile olmaması gereken) ilk günahın, gerçek bir İsasever’i nasıl etkilediğini Kokteyl Parti’de (T.S. Eliot) gördükten sonra herhalde bir günah bile olmaması gereken günahlar(ımızın) üzerinde bu kavramları anımsayarak düşünmek, öyle hissetmek çok tuhaf olmasa gerek... Modern dünyadan bugün artık iyice kovulmuş olan bu gibi kavramların evrensel bir yönü olduğunu, biraz farklı biçimlerde de olsa Japonya’dan Hindistan’a, A.B.D.den Afrika’ya kadar insanlığın bütün kültürlerinde benzer öğelerle bezenmiş bir dervişlik kültünün olduğunu düşünüyorum: Kendini disiplin altında tutarak, pasif bir katlanış ve boyun eğişle
yücelirken, gerçek dünyayı önemsizleştirmek... Kendini değiştirerek ve sadeleştirerek, dünyanın değişmesini sağlamak. Yani, İnsanın büyük bir özveri ile önce kendi dünyasının değerlerini, önceliklerini, bencillikten olabildiğince uzaklaşarak değiştirmesi, hırstan ve toplumsal kavgadan arınmış bir tevekkülle, toplumun en az değer verdikleriyle bile, bir ağaçla, bir hayvanla, cansız doğa ile eşitlenmeye çalışması... Ancak böyle yaparken, Yeats’ın “fedakarlığın fazlası bir kalbi taşlaştırabilir” öğütüne kulak vermek. Yeni bir ortaçağ dinginliği, ortaçağın durağan dünyasının dervişhanelerde, çilehanelerde yeniden üretilmesine çalışmak değil söylemek istediğim. Ama oradaki ışığı da görmek istiyorum. Kendim için, böyle bir eşitlik (en alttakilerle ve sıradışı olanlarla eşitlik), böyle bir özgürleşme arayışını ve böyle bir anlayışın toplumsal yaşama dilini nasıl kurabilirim? Sorularım daha çok bunlara dairdi. Kendimi dinleyerek, birlikte olduğum insanları dinleyerek, hepimizi yoğuran kültürün bu sorun bakımından anlamlı öğelerine kulak vererek, kendim için politik alanı kurmaya çalışıyorum. Kimseye de çağrı filan yaptığım yok. Ama kuşkusuz tartışma ihtiyacı içindeyim ve başkalarını dinlemek istiyorum. Bütün bu kavramların çok mistik hatta dinsel bulunabileceğini biliyorum. Dinle hiçbir ilgim olmadığı halde, dinden başka bir alandan örnek verememem önemli bir eksiklik. Ayrıca dinsel bir motifle özgeçide bulunan birinin, düşüncesine asıl yoğunluğu kazandırdığı, daha önemli başka bir alan var: Tanrı gibi, cennet gibi, kurtuluş gibi, vb. Oysa ben, özgeçiyi özgeçiden başka birşeyle pek fazla temellendiremiyorum. Aklıma ancak R.M. Pirsig’den bir cümle geliyor: “... bu cesaret kendini feda etmesini gerektirecek bir idealist düşünceden değil, arayışın yoğunluğundan ileri geliyordu; bundan soylu birşey yoktu.” (Zen ve Motorsiklet Bakım Sanatı) Benim yapmak istediğim, bu kavramları dinsel bağlantılarından ayırarak, başka durumlardaki geçerlilikleri üzerinde düşünmek. (Gerçi, Bektaşi dervişlerindeki, diğer birçok tarikatın dervişlerindeki dinselliğin, nasıl bir dinsellik olduğu ve anemizme çok yakın bu arayışların, İslamiyet veya Hristiyanlık bakımından nasıl yorumlanabileceği de ayrı bir soru. Bu konuda epeyce ciddiye alınabilecek bir birikim olduğunu biliyorum.) Ayrıca, dinlerden (özellikle Budizm’den), mistisizmden öğrenebileceğim çok fazla şey olacağını düşünüyorum. Bu düşüncelerim modern psikiyatri bakımından nasıl yorumlanabileceğini, modern kapitalist bir dünyada, üstün olma, öne geçme, en azından eşit olma arayışları karşısında, hırstan ve kibirden kurtulmayı isteme, geri çekilme, alttan alma, boyun eğme ve pasif durma gibi davranışları bilinçli olarak içine sindirebilme arayışı hakkında ne düşünülebileceğini bilmiyorum. Akıllıca ve rasyonel değil, sapkın, şizofrenik vb. adlandırmalar yapılabilir. Sado-mazoşist bir seçim yapıldığı söylenebilir. (Oysa dikkatli okunursa, pek de mazoşist bulunmayacaktır bu metinler.) Politiktoplumsal mücadeleler açısından, kitleleri pasifize etmeye çalışan, sapkın, mücadele kaçağı, teslimiyetçi,
KAOS GL 21/13
egemen değerlerin payandası vb. türü tanımların yapılması sözkonusu olabilir. (Metinleri okuyan herkesin büyük bir olasılıkla düşünmüş olabileceği gibi toplumsal olarak beklenen role uyum göstererek ucuz kurtuluş arayışı diye yorumlarsak bu düşünceyi, o zaman, elimizden böyle bir arayışa, yukarıda betimlenen bir tarzda bir öğrenme sürecine girebilme şansının alınmasını da kabul etmemiz gerekecektir.) Oysa ben, birinci elden düşüncelerle, kendi deneyimlerimden süzdüklerimle tartışmayı eğliyorum. Moda olana, modern olana, “in” olana vb. aldırmadan tartışmayı... Tercüme olmayan, düşündüğüm konud ödünç alınmış olmayan ve yeniden içeriklendirilmiş olan terimlerle özveriyi tartışmayı... Hem içinde bulunduğum toplumu ve insanı dikkate alan, hem yerel kültürel bağları önemseyen, hem de evrensel değerleri hesaba katan bir düşünce geliştirme çabasıyla tartışmak... Özveri benim için çok önemli bir sözcük. Bu sözcükteki “öz” de “vermek” de ayrı ayrı önemli. Özveri derken, gerçekten özümü vermekten, özümü bir hiç için bile olsa, başka insanlara içtenlikle sunmaktan, özgeçiden bahsediyorum. Gerçi, “yaşamı böyle kavramaya çalışmanın neresi yeni? Neresi özgün? Samuraylara sunulacak hizmet için yüzyıllarca geliştirilmiş, inceltilmiş, kurumsallaştırılmış Geyşa’lık varken?” diyebilirsiniz. Metinlerde Geyşalığa çok yakın tanımlar yaptığımı biliyorum ama, bu arayışta kendi özüme biçtiğim ödül, (bir Geyşadan farklı olarak) Samuraydan da, rahipten de daha bilge ve yetkin olabilmek. Cehennemin ateşinden geçirerek, içimdeki cevheri saflaştırabilmek ve ancak ondan sonra artık pek de önemi kalmamış olacak eşitlik sorununun yanıtına yönelmek. Kirlenirken saflaşmak, bataklıkta boğulurken uçmayı düşlemek, gerçeklikten ne kadar uzaksa, o kadar da zihin çelici. Sadece yayınlanan iki metindeki konuyla ilgili olarak değil, insanlarla bütün ilişkilerle ilgili olarak, yumuşaklık ve hoşgörünün, (karşıda kim olursa olsun) yapmacık olmayan bir saygının ve onun öğretebileceklerine alabildiğine açık-kendi verebileceklerime olabildiğince cömert bir tutumun, daha doğru olduğuna inanıyorum. Bu yumuşak başeğiş, kabullenme ve vericiliğin (çoğu kez hiç anlaşılmasa ve bir bozuk para gibi harcansa bile) bazen, karşımızda derin ve içten bir anlama ve aydınlanma yaratabileceğini gördüm. O kim olursa olsun, karşımızdaki insandır. Deneyim öncesi saygıyı hakeden biri. En azından duyan ve düşünen biri olarak, gerilim ve şiddetin alternatifi hoşgörüyü ve yumuşaklığı kendi içinde olgunlaştırması için fırsat verilmesi gereken biri... Bu kültürle yoğrulmuş gerçek insanlar, gerçekten de filmlerdeki insanlar gibi değiller. Eşcinselliğe (bireysel) bakışları da daha doğal ve rahat. Ancak metinlerdeki vurgunun abartılmışlığı, çubuğu geri bükerek kendi içimdeki egoizme karşı alturizmi ön plana çıkartmaya çalışırken, sadece karşı egoizmlerin oluşumunu kışkırtan bir anlamın okunmasına neden oldum. Biliyorum. Bu bir hata mı yoksa bir üslup
KAOS GL 21/14
özelliği mi, onu bilmiyorum. Yazdığım iki metinde de vurgunun, bu mektupla aynı yerde olmadığını ve karşımdakini yüceltirken kendimi hiçlemede abartılı bir dil kullandığımı kabul ediyorum. Düşüncem okuyucunun kendine soracağı sorularla, örtük olarak işaret edilenin kendisinin keşfedebilmesine imkan sağlıyabilmekti. Ama metinler, belki anlatılanlardaki kendiliğinden erotizmden ötürü, doğrudan ve apaçık söylenmiş olanlarla yorumlandı sadece. İnceltilmedi. Tartışma başlığını görmek, yukarıdaki beklentilerle beni çok heyecanlaştırmıştı. Beklediğim ve istediğim bir şeydi tartışma. Ama tartışmanın üslubu beni yıldırdı. Bundan sonra yazmıyacağım. Bu yazdıklarımı da, daha fazla ayırıcı, bölücü bir etki yaratmamak için yazıyorum. Kimsenin Kaos’tan ayrılmasına neden olmak istemiyorum. Kaos’ta her türlü arayışın bulunabilmesine değer veriyorum. Başka düşüncelerden bir şeyler öğrenmeye çalışıyorum. Bu anlayışlar, Benim düşünceme zıt olsalar da, değer veriyorum onlara. Bana tahakküm etmek isteyen insanlara katlanmayı nasıl öğrenmek istiyorsam, karşıt düşüncelerden öğrenmeyi de öyle istiyorum. Demokrasi, eşitlik vb. kavramlar, benim için burada operasyonel oluyor. Deneylerimle biliyorum ki bu öğrenmenin önemli bir yolu. Sadece bunları söyleyebilirim. Bu yazıyı Kaos çalışanlarına bir mektup olarak yazdım. Sizde bir mektup olarak kalmasını istiyorum. Ama sizin için zorunlu nedenlerle Kaos’da yayınlamak isterseniz buna karşı çıkamam. Mektubum yayınlansa da yayınlanmasa da bundan sonra sadece okuyucunuz olacağım.
mustafa
İLETİŞİM Malatya’dan bir okurumuz sizden mektup bekliyor.
Mehmet Sarıkaya P.K. 159 MALATYA
NASIL BİR EŞCİNSEL HAREKET TARTIŞMASINA ÇAĞRI YEŞİM T. BAŞARAN İki sayıdır “Konuşulmayan Kurallar” (Unspoken Rules) adlı kitaptan yaptığım çevirileri, dergiyi takip edenler hatırlayacaklardır. Sırbistan, İran ve Ürdün’de lezbiyenlerin nasıl yaşadıklarına, katlanmak zorunda kaldıkları baskı ve eziyetlere, bir araya gelmiş lezbiyenlerin yaptıkları çalışmalara dair, kilometrelerce uzaklardan kısa bilgiler edindik. İleriki sayılarda, başka ülkelerdeki lezbiyenlerin bildirilerini de yayınlayacağız. Fakat, bu sayı için kitabı karıştırıp “Acaba hangi ülkeyi çevirsem” diye düşünürken, her ülkenin kendi koşullarını da gözönünde bulundurarak, ters giden birşeyler olduğu izlenimini edindim. Hemen hemen
Ümidim, yazdıklarım, diğer arkadaşları rahatsız eder ve hep birlikte bir tartışma zemini oluştururuz. hepsinde lezbiyen ve gay topluluklarının kaygısı hukuksal zeminde sınırlı kalıyordu. Elbetteki işyerlerindeki ayrımcılıklar veya lezbiyenlerin günlük yaşamlarında karşılaştıkları zorluklardan da bahsediyorlar ama yapılan ve yapılması planlanan çalışmalar hep lobicilik, yani parlemento üzerinde baskı kurmak yönünde. Bu durumda, Türkiye’de yaşayan bir lezbiyen olarak aklıma şöyle bir soru geliyor: Peki ama, bir ülkedeki insanların yönetilmesi için oluşturulmuş olan yasalarda eşcinsellerden ve eşcinsellikten bahis yoksa ne olacak? Yani bizim tek kaygımız, yönetildiğimiz yasaları değiştirmek veya olumlu yönde olacağını düşündüğümüz konularda yasa yapmaları için devlete baskıda bulunmak mı olmalı? Ceza yasasında, “birisine, cinsel yöneliminden dolayı şöyle şöyle şekilde ayrımcılık yapan kişi, böyle böyle cezalandırılacaktır” gibisinden bir madde bulunsa, başımız göğe mi erecek? Bütün bu sorulardan, eşcinsellik karşıtı yasaların varlığında, elimiz kolumuz bağlı oturalım, gibi bir anlam çıkarılmasın. Yalnızca böyle yasaların yokluğunu, sorunlarımızı çözmediğini dikkat çekmek istiyorum ki, Türkiye’de bu çok rahat gözlemleyebileceğimiz bir şey. Hatta heteroseksist bir toplumda, yasal zeminde ayrımcılık yapan bir yasanın yokluğu eşcinselliği yok saymak demektir ki, bu da
başka bir tür stratejik yaklaşımdır. Bu ülkede kişi, sadece eşcinsel olduğu için sınıfta, işyerinde, ailesinde, kahvede, sokata dışlanabilir, hakarete ve fiziksel şiddete maruz kalabilir; ve polis hiç bir gerekçe göstermeksizin, sokaktan ve barlardan topladığı eşcinselleri nezarethanede tutabilir, dövebilir. Öncelikle yapılması gereken ayrım, yasaların ne olduğu ve toplumsal işleyişe ne derecede etkide bulunduğudur. Kişi su içerken, ayakkabısını bağlarken, arkadaşı ile yemek yiyip sohbet ederken, kitap okurken, vs. pek çok ediminde yasalardan bağımsız davranır. Fakat bütün bunların toplumsal düzene bağlandığı bir nokta vardır: Eğer su faturanı gününde ödememişsen sular kesiktir, yaşamın için gerekli parayı kazanamıyorsan kitap, ayakkabı, yiyecek gibi zaruri ihtiyaçlarını satın alamazsın ve para kazanma zorunluluğu kişiyi sisteme dolayısıyla yasalara bağlı kılar. Sen doğmadan önce bile belli olan bu zorunlu bağımlılık, yaşamı kavrama ve kendi yaşam şeklini oluşturma çabalarına ket vurur. Çünkü vaktinin, enerjinin, duygularının, düşüncelerinin büyük bir bölümünü sisteme satmak zorundasındır; Bütün bunların maddi olarak karşılığı vardır, ve yaptığın işin başkalarına kazandırdığı ve başkalarının sana layık gördüğü ölçüde para kazanırsın. Ortaokul vatandaşlık bilgisi kitaplarında yazar: “Birey toplumun bir parçasıdır, ondan yaşaması için gereksinim duyduğu şeyleri alabilmek adına, topluma bir şeyler vermek zorundadır. Çünkü tek başına kendisi için gerekli şeyleri üretemez.” Elbette bu cümleler çok da yanlış değil, ama o zaman “Toplumun ve bireyin ihtiyaçları
...eşcinsel camiada, heteroseksüel kampta meşruiyet kazanmayı matah bir şey zannetmek çok moda nedense. nelerdir?” gibi bir soru geliyor akla, ve bir çırpıda gereksiz bulduğum işleri sıralama ihtiyacı duyuyorum: Reklamcılık, emlakçılık, bankacılık, sigortacılık, pazarlamacılık, hazır yemek üretimi, kozmetik üretimi, devlet yönetimi, askeri eğitim, askeri teçhizat üretimi, gereksiz endüstriyel üretim, komisyon kazanılan her tür aracılık vb. Yukarıda bahsi geçen ve benzeri işler
KAOS GL 21/15
yaşamı güçleştirir, karmaşıklaştırır, beyinleri prangalanmış insan orduları üretir; bu üretim de aslan payını alanların işine geldiği ve sistemin sürekliliğini sağladığı için devam eder, gider. Yaşamını, yaptıklarını sorgulamak derdinde olmadan, “Daha nasıl servetime servet katarım?” (servetin büyüklük ve küçüklüğünün konuyla ilgisi yok) anlayışıyla yaşanan yaşam ne kişiye, ne de topluma bir şey katabilir, aksine götürür. Herhalde buna en anlaşılır örnek medya çalışanları olacak. Bir öğrenci eyleminde tepkiyle karşılaştıklarında en klasik gerekçeleri “Peki ama sesinizi nasıl duyuracaksınız?” olacaktır. Oysa orada yapmaya çalıştığı, öğrencileri haklı bulup, söylemek istediklerini topluma iletmek değil, aksine akşam haberlerinde, gündüz olanların budanmış ve çarpıtılmış halini binbir iğrençliğin arasında ekrana yansıtarak hem kanalının geleceğini garanti altına almak, hem de rating toplamaktır. Ve bütün bunlar, bilinçli olarak yapılmak zorunda olan şeyler değil, robotlaşmış, emirlere uyan bir kişinin yaptıklarıdır. Burada varmak istediğim nokta, su faturasını ödeme ihtiyacının, bireyin kendini yok saymasına varacak kadar hazin bir şekilde sonuçlandığı.
evlenme teklifleriyle dolu mektuplar alması, beyaz derili, ortalama bir Amerikan vatandaşı için kanıksanmış, kabul edilmiş, sorgulanmayan bir durum. Oysa siyah derili bir insan, bütün bu olanların anlamsızlığını daha kolay farkedip, kendisine karşı üretilmiş politikaların çözümlemesini daha kolay yapabilir; tıpkı bir eşcinselin heteroseksist baskıcı bir toplumun karşısındaki konumu gibi.
Heteroseksüel kurumlar ve ön kabullenimlerle dolu varolan yaşam biçiminin, eşcinsellerin, şöyle bir silkelenip kendilerine gelmelerine neden olması beklenirken, eşcinsel camiada, heteroseksüel kampta meşruiyet kazanmayı matah bir şey zannetmek çok moda nedense. Örneğin, medyadan eşcinseller hakkında homofobik olmayan bir program yapmasını beklemek ne derece anlamlıdır; bu tarz bir sonuç için çaba sarfetmek, sistemin içinde bir boşluk açmaya çalışıp, “Aman, kimse bana dokunmasın!” anlayışıyla yerleşmek istemi değil de nedir? Eşcinsellerin, beyin prangalama aracı olan, köleleşmiş ruhları hergün yeniden üreten medyadan bekleyecek neleri olabilir ki? Görsel medyayı, ciddi bir iletişim aracı zannetmek, korkunç bir yanılgıdır, medyanın kokuşmuş sistemle bağıntısını görememek demektir ve/veya “Toplumun ve bireyin sistemden rahatsız olmamak demektir. ihtiyaçları nelerdir?” Böyle düşünen bir eşcinsele önereceğim en mantıklı şey bol para gibi bir soru geliyor akla, ve bir kazanacak bir iş bulması - böylece, çırpıda gereksiz bulduğum işleri sosyal statüsünün getirileri dolayısıyla sıralama ihtiyacı duyuyorum: eşcinsel kimliği altında ezilmeyecek(!) Reklamcılık, emlakçılık, bankacılık, ve bir eşcinsel sisteme ne kadar entegre olabilecekse, o kadar entegre sigortacılık, pazarlamacılık, olacaktır- veya Danimarka’ya gitmesi böylece de, heteroseksüel kurumlar hazır yemek üretimi, kozmetik içine girerek, heteroseksüel camiada üretimi, devlet yönetimi, askeri meşruiyet kazanıp(!), eşcinsel eğitim, askeri teçhizat üretimi, kimliğinden duyduğu rahatsızlığı giderecektir. gereksiz endüstriyel üretim,
Son yıllarda gelişen “şirket kültürü” kavramı, aslında çok eski bir modelin kopyası. Bu, bireyin duygu, düşünce, enerji ve vaktini sömürmek için yapay değerler yaratmaktan başka bir şey değildir ve bu da, devletin 7 yaşındaki çocuklar için uygun gördüğü “Türküm, doğruyum, çalışkanım, yasam küçüklerimi korumak, komisyon kazanılan her büyüklerimi saymaktır...” vb. başlangıcı ve arkasından gelen robotlaştırma sürecinin bir taklididir. Devletin ulaşamadığı yere, anne-baba ve patron yetişir. Siyasi iktidarın yapay değer üretme çabasıyla, ekonomik iktidarın yapay değer üretme çabası birbirinden bağımsız değildir; ve bu değerlerin korunması için yasalar ve kurumlar imdada yetişir. Bütün bu ilişkiler örgüsü, bireyin yokluğunda ve bireye rağmen gelişir. Sistemin herhangi bir yeri ile çelişen bireyler -bu ırkından, etnik kökeninden, cinsiyetinden, cinsel yöneliminden vb. dolayı olabilirçelişme noktalarını farkedebilme ve sistemi sorgulayabilme şansına sahiptirler. Yaşam yalın bir şekilde ele alındığında, insanlar arası ilişkilerde, deri renginin bir hiyerarşi oluşturabileceği akıl almaz bir olayken, insanların siyah oldukları için öldürülmesi, hatta öldüren kişinin Amerika”nın dört bir yanından
KAOS GL 21/16
tür aracılık
Türkiye’de, eşcinsel hareketliliğin nasıl olması gerektiğine dair tartışmalar için henüz geç kalınmış değil. Ama 90 sonrası başlayan bu uyanma sürecinde, artık “Nasıl bir eşcinsel hareketlilik?” tartışmalarına başlamamız lazım. Ve bu, ÖDP gibi oluşumların çatısı altında olamaz. Çünkü eşcinsellerin, konuşmak için birilerinin onlara izin vermesine ve fırsat tanımasına ihtiyaçları yok. Ümidim, yazdıklarım, diğer arkadaşları rahatsız eder ve hep birlikte bir tartışma zemini oluştururuz. Kaos GL, Venüs’ün Kızkardeşleri, Lambda-İstanbul, Lambda-Erzurum gruplarındaki arkadaşların ve bağımsız bireylerin bu konudaki tartışmalara katkıda bulunmalarını bekliyorum.
“ H Ü K Ü M L Ü N Ü N
C İ N S E L L İ Ğ İ
Y O K ” !
Adalet Bakanlığı Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürü Prof. Dr. Mustafa Tören Yücel tarafından cezaevlerindeki cinsel yaşamla ilgili yapılan incelemenin 27.02.1996 Cumhuriyet gazetesindeki haber aktarımını yayınlama gereği duyduk. Cezaevleri ve diğer kapalı mekanlarda cinsellik sözkonusu edildiğinde ilk akla gelen ve bir sapıklık olarak değerlendirilen eşcinsellik yine incelemenin ana noktasını oluşturmuş. Yeni hiçbir şey ortaya koymayan bu inceleme bizce gerçek sapığın devlet ve onun dilini kullanan bilim olduğunu gösteriyor. Bağımsız bir varoluş ve bir hayat tarzı olan eşcinselliği adet edinilmiş bir tatmin yolu olarak gören zihniyetin ne tutsaklar adına ne de biz eşcinseller adına söyleyebileceği bir şeyin olabileceğini sanmıyoruz. HABER METNİ Evin GÖKTAŞ-Cumhuriyet Cezaevlerinde en çok kullanılan cinsel tatmin şeklinin, “mastürbasyon” olduğu ve bunun fiziksel ve ruhsal bakımdan kişiye en az zarar veren (doğrusu az da olsa ne tür bir zarar verdiğini merak ediyoruz) yöntem olduğu bildirildi. Cezaevlerinde homoseksüel ilişkilerinin de yaşandığı, sınırlı homoseksüel ilişkilerde bulunan kişilerin büyük çoğunluğunun bu tatmin yolunu adet edinmiş “sapık” kişiler olmadığı dışarıya çıktıklarında normal cinsel ilişkilerine devam ettikleri belirtildi. (biz dışardakiler birer sapığız bu durumda!) Adalet Bakanlığı Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürü Prof. Dr. Mustafa Tören Yücel, cezaevlerindeki cinsel yaşamla ilgili incelemede, hükümlünün cezaevine girmesiyle birlikte cinsel yasaklar dünyasına gömüldüğünü, bu durum karşısında hükümlünün normal yetişkin bir insan olma durumunu yitirip özgürlüğünün aşırı derecede kısıtlanması nedeniyle, küçük bir çocuk gibi hareket etmeye başladığını saptadı. Yücel, cezaevleri gibi gerilimli atmosferlerin cinsel arzuları bastıracağı yerde, tersine kamçıladığını ve daha çok teşvik ettiğini kaydetti. Yücel, incelemesi sonucunda şu tür belirlemelerde bulundu. “Cinsel konudaki ilgi noksanlığı, hükümlülük süresinin ilk devresinde oldukça yaygındır. Hükümlülük gerçeği hissedilmeye başlandığında, cinsel faaliyet tekrar çocuksu şekle bürünerek belirmeye başlıyor. Bunlar arasında mastürbasyon en masumane bir hareket tarzı olarak tekrarlanıyor ve yetişkinlik durumuna rağmen, daha az suçluluk hissiyle yapılıyor.
Özgürlükten yoksunluk yanında, cezaevinde cinsel arzuların tatmin edilmeyişi oldukça aşikar olan mahrumiyet ve anormalitenin ifadesidir. Cezaevi çevresi, sağlıklı cinsel adet ve fikirlerin tesis ve devamlılığı için uygun değildir. (Cezaevi zaten insan için hiç bir şekilde uygun olamaz.) Ancak ufak bir suçlu grubu, cinsel arzuları tatmin olmaksızın idare edebiliyor. Bu kişilerin cinsel dürtüleri yetersiz olup, hypogonadal tiplerdir ve gereksinim duymadıkları için de cinsel arzu ifade etmezler. Cinsel bakımdan anormal olan suçluların oldukça az bir bölümü ise zayıf motivasyona sahiptirler. Onların işlemiş oldukları suçlar, genellikle kendi cinsiyetlerini kanıtlamak yolunda duyulan kuvvetli ruhi bir gereksinimin ifadesidir. Bunların bazıları cinsel arzularını tatmin için gereksinim duyuyor veya anormal arzulara, örneğin fetişizme yöneliyorlar. Bunlar, cezaevlerinde az veya hiç denilebilecek derecede cinsel arzu ifade ederler. Fakat, bu durum onlar bakımından bir iyileşme delili sayılmamalıdır.” Homoseksüalitenin, cezaevleri, kamplar, yatılı okullar ve ıslahevlerinde daima bir problem olduğunu kaydeden Yücel, (bildik hikaye bir yana ‘problem’i yaşayanlar değil, her zaman olduğu gibi yine ‘dışardaki’ler tanımlıyor.) Türk Ceza Yasası’na göre yetişkinler arasında homoseksüel ilişkilerin suç olmadığını, ancak görüldüğünde ayıplandığını ve kınandığını belirtti. Yücel, cezaevlerinde yöneticilerin cinsel gereksinmeler sorununa ana bir sorun olarak bakmadıklarını vurgularken, doğal olarak romantik ilişkilerin açık olarak
sürdürülmesine de izin vermediklerini bildirdi. Bu nedenle yapılan sıkı kontrol ve alınan güvenlik önlemlerinin sonucunda, zaman zaman kavga ve bıçaklama olgularının yaşandığını kaydeden Yücel, cezaevlerinde sınırlı homoseksüel ilişkilerde bulunanların olduğunu anımsattı. Yücel, bu kişilerin büyük çoğunluğunun bu tatmin yolunu adet edinmiş sapıklar olmadıklarını öne sürerek, bu kişilerin homoseksüel ilişkileri ikame unsuru olarak kullandıklarını, dışarıya çıktıklarında normal cinsel ilişkilerine devam ettiklerini belirtti. Mustafa Tören Yücel, yaptığı incelemede cezaevlerinde en çok görülen cinsel tatmin yolunun mastürbasyon olduğunu belirlediklerini söyledi. Yücel, bu konuda ayrıca şu saptamayı yaptı: “Mastürbasyon, fiziki ve ruhi bakımdan en az zarar veren bir yöntem olmakla beraber, sınırlı bir değere sahiptir. Diğer tatmin şekilleri olmaksızın adet haline gelen mastürbasyon şevkat hissi, cazibe ve karşılıklı sorumluluklara dayanan tatminkar homoseksüel ilişkiler tesisini zorlaştırabilir. Bununla beraber cezaevi kurumlarında pozitif ilişkiler tesis edilmeyeceğinden, mastürbasyon en zarasız bir ifade şekli olarak belirmektedir.” Cezaevlerine cinsel tatmin ziyaretleriyle ilgili bazı ülkelerdeki uygulamaları da irdeleyen Yücel, bu tür ziyaretlerin Türkiye’de de yapılabilmesi için halkın kültür düzeyinin henüz yeterli olmadığını, ayrıca cezaevi koşullarının da buna uygun düşmediğini savundu.
KAOS GL 21/17
ESMERDEVRiMCiKIZ yasemin özalp Tesadüfen geçiyordum oradan. Tesadüfler için bedel ödendiğini bilmiyordum. Bir sokak tiyatrosu gösterisi için çağrıda bulunuyorlardı. Yetişilecek hiç bir yer yoktu. Durup izlemeye karar verdim. Kalabalığın içinde bir yerlere sıkıştım. Siyahlı bir sürü kadın arasında seninle gözgöze gelene dek oyunu izlemiş miydim hatırlamıyorum. Bu gözler bir yerlerden tanıdıktı. Bedeninin kıvrımlarından başka hiçbir düşün gerçek olmadığı o anda, birlikte hapsolduğumuz o kasvetli Cumhuriyet binasının koridorlarında çay bardağını, sigarayı tutuşun, afiş asışın, türkü söyleyişin, halay çekişin geçti gözlerimin önünden. Bana yıkıntılarımı varettiren esmer devrimci kız. Gösteri ne zaman bitmişti, ne çabuk toparlanıp hergün gelip geçtiğim ama şimdi seni nereye götürdüğünü bilemediğim sokağın ucundan kaybolup gitmiştin. Artık o kasvetli Cumhuriyet binası bir başka tutsaklıktı benim için. Bir aşkın bütün ayrıntıları, sigara dumanları, çay bardakları, masalar, sandalyeler ve adımın hiç çağrılmadığı uğultu içinde, birbirine çarptıkça hız kazanıp daha uzaklara giden bilyeler gibi dağılıyordu. Her sabah umutla köşede bir sandalye kapıp, nesnelerin duru dünyasında bir devinim bekliyordum. Şu merdivenlerden iniversen sanki ortalık bir renk cümbüşüne boğulacak ve bir zaman sonra herşey açık mavi olacaktı. Günlerce lanetli bir aşkın dile gelemeyen sancılarıyla merdivenlerden inişini bekledim, geliversen ne yapacağımı bilemeden. Devrim düşüne koşan çocuklar gibi. Her akşam nesnelerin yalın dünyasından başka belleğimde hiçbir iz bırakmayan bu kasvetli Cumhuriyet binasındaki kalabalıkta seni bulamamış olmanın adlandırılamayan korkusuyla kendimi sokaklara atıyordum. Bu kirlenmiş metropolün geçebileceğin tüm sokaklarında, gidebileceğin her yerde esmer bir devrim düşü aradım; karşıma ne çıkacağını bilmeden, umursamadan. Belki biraz önce buradan geçmiştir telaşıyla yürüyordum sokaklardan. Bu sokaklar çocukluğumu tüketiyordu. Saklıyamıyordum, koruyamıyordum. Nereye yetişeceğimi bilmeden bir yerlere savruluyordum. Bu sokaklar bir devrim düşü gizliyordu. Gizine ermek istediğim bir şeyler kaçırıyorlardı benden. Ve ben gözlerinin içine hiç bakamadığım bu acımasız kalabalığın şiddetinden ancak kendi günahımın yalnızlığına sığınarak kurtulabiliyordum. Umutsuzca o kasvetli Cumhuriyet binasının merdivenlerinden indiğim bir gün karşımda görüverdim seni. Bir “Madonna tablosu” gibi yalın, net ve erişilmez bir köşede oturmuş hararetle bir şeyler konuşuyordun. Öylesine gerçek. Merdivenlerin ortasında kalakaldım. Ses tonunu duyacak kadar sana yakın olmak ve bu sesi evrendeki tüm seslerden ayırmak. Sesini duymayı hiç düşlememiştim. Düşlerimin bir sesi vardı artık. Yanına gelip tüm cesaretimle sana anlamsız, sıradan bir soru sormuştum. Gözlerimin içine bir kez baksan o düşün içinde kaybolacağımı bilerek. Oysa uzansam parmak uçlarımla sana değebilecek kadar yakınken, uçurumun iki ayrı yakasındaymışız gibi uzaktın bana. Yabancısı olduğum, yoksayıldığım bir yerlere aittim. Nasıl girdiğimi bilmediğim bir çember içinde, ateşler arasında dönüyordum. Yok olmak, yalnızca yok olmak istiyordum. Uğultunun içinde hücrelerimdeki bütün şiirler ölüyordu. Yalnızlığımı sana tutsak etmiştim. Sen benim yalnızlık düşümdün. Ve bu düşten gözlerimi bir uçurum kenarında aralamıştım. Bu kasvetli binanın yüksek duvarları arasında, o düşün sanrılarını beklediğim günlerin birinde, bir arkadaşın evine gitmiştik. Artık düşlerimin cehenneminde tükenmek üzereydin. Evin koridorunda aniden seninle karşılaşmıştık. Senin için öylesine sıradan olan ve bakışlarının beni tanımadığı o anda, ben yaşam denen bilinmezin bir yerlerinde çocukluğumun son kırıntılarını öldürmüştüm. Demek bu evde yaşıyordun. Uyuduğun yatak, kitapların, plakların; hepsi bana derin bir acı vererek senin erişilmezliğini bütünlüyordu. Saatlerce şarap içip plaklarını dinledim. Sokaklarda koşmak ve ağlamak istiyordum. Bir şeyleri yitirdiğimi biliyordum. Ama yitirdiğim bir düş müydü, sen miydin, çocukluğum muydu, bilmiyordum. Bütün akşam önüme gelen herşeye ağız dolusu küfür ettim. Kimsenin tutamayacağı, kimseye tutunamayacak kadar yalnızdım. Yaşam ve ölüm arasında bir nehirde yıkanıyordum sanki. Nehir beni akış yönüne sürüklüyordu. Ben ise kaynağa dokunmak istiyordum. Ertesi gün seni gördüğüm o sokaktan geçtim. Bir gece vakti bu sokakta çıldırasıya özgür gözleri ve bir masaldan kaçmışcasına asi bedeniyle sisler içinde dans eden esmer bir çingene görmüştüm. Bu düşün bana yasak olan kapıları bana sonsuza dek kapanmıştı. Artık bütün bu sokaklar birbirine benziyordu. Ve hiçbirinin ayrı bir müziği yoktu. Seni en son gördüğümde bu kasvetli Cumhuriyet binasının koridorlarında telaşla biryerlere koşturuyordun. Durup ayak üstü bir şeyler söylemiştin. Ve ben senin gözlerinde benimle vedalaşan çocukluğuma gülümsemiştim. Şimdi bu kasvetli Cumhuriyet binasında başka bir aşkın tanıdık hüzünlerini yaşarken, aklıma ansızın sen geldin. Adı DEVRİM olan esmer devrimci kız!
KAOS GL 21/18
A R T E M İ S ’ İ N
T A P I N A Ğ I
TAPINAKLAR YERİNE GÜL BAHÇELERİ YASEMİN ÖZALP Biz eşcinsellere sunulan mekanların çeşitliliğine bir göz atalım. Erkek eşcinseller için, bar, hamam, park, sinema; kadın eşcinseller için ise sadece bar. Tabi bu mekanlar metropollerde böyle. Kırsal kesim için durum daha vahim. (Ancak burada sunulan mekanlar, biraraya gelebilmemiz anlamında kullanılıyor. Yoksa işyerinizde, okulda eşcinsel arkadaşlarınız olabilir ya da evinizde toplanabilirsiniz. Burada özellikle vurgulamak istediğim, partner bulmak için gidilen mekanlar.) İnsanın bu çeşitlilikten başı dönüyor ve “buna da şükür” diyesi geliyor. Burada tartışmak istediğim mekanların sınırlılığı değil, o mekanlarda ne kadar kendi dünyamıza ait olduğumuz. Eşcinsel mekanlarda gözlemlenebilen ilk grup partner arayışında olan insanlar. İnsanların bu mekanlardaki partner arayışı da gayet anlaşılabilir birşey. Çünkü heteroseksist toplumumuz bizi en birincil dürtülerimizden biri olan cinsellik noktasında kilitliyor. Kendi cinselliğimizi keşfetmemiz ve kabul etmemiz için yıllarca süren sorgulamalardan, acılardan, aşağılanmalardan geçiyoruz bir çoğumuz. En nihayet kendimizi kabullenip, artık birşeyler yaşamaya sıra geldiğinde ise partner sorunu çıkıyor karşımıza. Bu sorunu halletmenin en pratik yolu ise eşcinsel mekanlar gibi gözüküyor. Yukarıda saydığım bu mekanlarda ise sağlıklı insan ilişkileri kurulması olasılığı, kurulmaması olasılığına göre hayli düşük. Çünkü bu tarz mekanlarda insanların sohbet etme olasılığı zayıf. Dolayısıyla kişileri dışarıdan görüp algılıyoruz. Böylece de fiziksellik ve cinsellik çok ön plana çıkıyor. Özellikle de insanlar bu mekanlara gelirken sokaktaki
maskelerini çıkarıp, yeni bir maske taktıkları için insanları tanımak, güvenmek, birşeyler paylaşmak daha da zorlaşıyor. Artık bu mekanlara gire çıka birbirlerini tanıyan insanlar bile birbirleri ile sohbetlerini, “merhaba, nasılsın, neler yapıyorsun” ötesine götürmüyorlar. Arkadaşlarla yapılan sohbetler hep cinsellik çerçevesinde dönmeye başlıyor. Ve eşcinsel geyik yapmanın ötesi şeyler paylaşamıyoruz. Bu mekanlar da konumları gereği zaten geyik mekanları. Bu mekanlara gelene kadar gündüz işyerinde, okulda, evde yeteri kadar heteroseksüel numarası çektiğimiz ve baskı altına alındığımız için de hepimiz o mekanlarda bir şekilde patlıyoruz. Ve dolayısıyla bu tarz mekanlarda hepimizin cinsel kimliği bizi bütünleyen diğer yanlarımızdan sıyrılıp ön plana çıkıyor. Ve yaşadığımız o bastırılmış cinsellik, kışkırtılmış bir cinselliğe dönüşüyor. Böylece de eşcinsellik bir kültür ve yaşam biçimi olarak değil, salt cinsellik olarak ortaya konuyor. Hepimiz bir müddet sonra cinselliği duygusal ve derin boyutları ile değil, fizyolojik bedensel boyutları ile algılamaya, bedeni içinde taşıdığı duygu, düşünce ve ruhtan ayırıp metalaştırmaya başlıyor ve cinselliği mekanik, teknik bir şeymiş gibi algılıyoruz. Cinsellik sevgi aktarımı boyutlarından çıkıp çiftleşme türü bir olguya dönüşüyor. Yıllarca yaşayamadığımız, uğruna aşağılandığımız cinselliğimizi, sürekli bir şeylere yetişme ve panik duygusu içinde yaşıyoruz. Böylece hiç tanımadığımız ve belki de bir daha hiç görmeyeceğimiz insanlarla cinsellik yaşayabiliyoruz. Burada tek eşliliği savunduğum sanılmasın. Cinselliğimizi şöyle ya da böyle yaşayalım diye bir yargıya varmıyorum. Beni düşündüren şey, bu tarz ilişkilerin bizleri tüketebileceği. Acaba hangimiz o hiç tanımadığımız insana, “bu benim aradığım kişi olabilir mi” kaygısını bilincimizden ve bilinç ötemizden kazıyarak yaklaşıyoruz? Acaba içimizden kaçı cinselliği sevgiden ve sevgi arayışından soyutlayabiliyor? Ve tüm bu yaşanmışlıklar ve hayal kırıklıkları yıllar geçtikçe kaçımız üzerinde psikolojik baskı yapmıyor? O hiç tanımadığımız insanların bize verdikleri maddi ve manevi zararların bedelini kaçımız ödemiyoruz? Kaçımız binbir türlü tehlikeyi atlatmadık, dövülmedik, soyulmadık, aşağılanmadık? Tüm bunlara ne için katlanıyoruz? En birincil ihtiyaçlarımızdan biri olan cinselliğimizi yaşayabilmek, birilerinin elini sevgi ile tutabilmek için. Ve tüm bu olanlara ses çıkarmıyoruz, değiştirmek için çaba göstermiyoruz, kendimize yapay bir dünya kurup onun gerçekliğine inanıyoruz. Yıllar geçtikçe de yalnız, küskün, mutsuz insanlar oluyoruz. Tüm bu çizdiğim karamsar tabloya lütfen gülüp geçmeyin. Bu mekanlarda da güzel insanlarla tanışılabilir; sağlıklı dostluklar, ilişkiler kurulabilir. İçimizden bunu yapanlar da az değildir. Ancak herşeyi daha güzelleştirebilecekken; kendimizi yozlaştırmadan, kirletmeden, yaşama küstürmeden de birşeyler yapabilecekken neden yerimizde oturup etrafımızda olanları seyrediyoruz. Eşcinsellerin dünyasını heteroseksüeller güzelleştirmeyecektir çünkü bu onların sorunu değil. Kendimize yeni alanlar açmak bizim elimizde. Bunu bizden başka kimse yapmaz. Kendimizi ve çevremizi tükettiğimiz yetmiyormuş gibi bir de bizden sonrakilere böylesi bir yaşam alanı yaratıyoruz. Ve bu kısır döngüyü mutlaklaştırıyoruz. Efendinin ahlakını bozguna uğratan bizler; gündüz okulda, sokakta, işyerinde vs. bu ikiyüzlü heteroseksüel ahlakın birer parçası olup; kendimize ait zamanlarda ise bu ahlaka alternatif olamayacak bir başka ahlak üretiyoruz. Oysa konumumuz gereği bütün bunları en net görebileceğimiz yerde duruyoruz. Bu cehennemin içinde bireysel olarak kaybolmaktansa, kendi iletişim ağımızı kurmak ve kendi yaşam alanlarımızı yaratmak zorundayız. Heteroseksizmin kalelerine yapacağımız en vurucu darbe bir araya gelmemiz olacaktır. Size tapınaklar yerine gül bahçeleri vaadediyorum.
KAOS GL 21/19
FiLM ÖZETLERi “İki Gemi Yanyana” isimli filme üç yıl önce rastlamıştım TV.de. Renksiz bir filmdi. Tipik bir mafya öyküsü, genelde konusunu oluşturuyor. Başarılı bir film olmasa da Türkiye’de türünün ilk örneği olması açısından önemli. Suzan Avcı, “erkeksi kadın” görünümünde. Bir de ortalıkta kıvıra kıvıra dolanan, erkek görünümünde olup kadınsı hareketler sergileyen bir adam dolaşıyor. Yaklaşımları pek hoşuma gitmedi. Cinselliğin, eşcinselliğin tek odak noktası olduğu düşüncesiyle hareket etmiş gibiler. Film boyunca çok az yer vermişler ve iyiki de az yer vermişler. İzlemeye değer bir film değil. Saçmalamalarına siz de en az benim kadar gülersiniz. Film 1963 yapımı Yönetmen: Atıf Yılmaz Oynayanlar: Suzan Avcı, Sevda Nur
“Madama Selam Söyle” Oyuncular; P. Tornade, S. Barjac Fransız yapımı 18 Nisan 1996, 00.20’de Kanal D Şu anda ismini anımsamadığım Fransız anne, baba ve oğulları Jul ve Daniel’in yaşantısını komik anlamda ele alan bir film. Aslında film tipik bir Fransız filmi. Ama beni gerçekten gecenin sessizliğinde kahkalarla güldüren tesadüf eseri izleme olanağı bulduğum bir film. Fransız aile bizim yaşam tarzımızla kıyaslandığında orta halli ama bizim orta halli insanlarımıza nazaran imkanları daha geniş bir aile. Aile büyük oğulları Jul’ün kız arkadaşının hamile olması ile şok geçirir. Aileye göre evlilik öncesi çocuk olması yanlıştır. Jul, tıpkı bizlerde olduğu gibi bunu önce annesine daha sonra babasına anlatır. Baba tıpkı bizim hetero erkekler gibi sinirli bir tip ve memur. Jul’ün bu açıklaması yeni yeni durulmuşken annesi kuaförde karşılaştığı bir arkadaşından onu şoke eden haberi duyar. Kadın “oğlun Daniel oğlumu öpmeye kalkmış ama çocukça bir şeydir herhalde, takma “Venedik’te Ölüm” Thomas Mann’in kitaplarını kafana. Ama oğlun bunu bir daha yapmasın” der. Anne bu okudunuz mu? Onun bir eşcinsel olduğunu biliyor şokla eve döner, oğlu Daniel’e dolaylı yoldan homoseksüel musunuz? Ölümünden sonra ortaya çıktı ve tüm olup olmadığını anlamak için sorular sorar. Ama bunu açıkça romanları eşcinsellik ağırlıklı. Hatta bir kaç yıl Daniel’e sormaz ve eşine anlatmaz. Fakat birgün babayı oğlu önce bir romanı sinemaya uyarlanmıştı; Daniel ile ilgili görüşmek için okul müdürü okula çağırır. Müdür, oğlu Daniel’in okul arkadaşlarından Milli Eğitim Venedik’te Ölüm. Bir yazar erkek, öleceğini Bakanı’nın oğlunun soyunma odasında erkeklik organına anlayıp son günlerini Venedik’te geçirmeye karar dokunmaya kalkıştığını söyler. Daniel’i okuldan atmayı veriyor ve orada bir otele yerleşiyor. Otelin yemek düşündüğünü ama babası nedeniyle yapmadığını belirtir. salonunda “dünyanın en güzel yüzlü çocuğu” diye nitelendirdiği 16-18 yaşlarında bir oğlan çocuğuna Baba şaşkın ve kızgın bir şekilde eve döner, eve girer girmez Daniel’e iki tokat atar. Tam bu esnada annesi de arkadaşının rastlıyor ve ona aşık oluyor. (Kendisi 50 oğluna da asıldığını söyler. Bunun üzerine iki tokat daha atar. yaşlarında) Film boyunca eşcinsellik, hiç Anne-baba şok içinde olmasına rağmen Daniel gayet sakindir. vurgulanmıyor ama kendini hissettiriyor. İlişkileri Aile çocuklarının hasta olduğuna ve düzelebileceğine bakışmaktan, yoğun bakışmaktan ve bir kaç defa inandıkları için psikoloğa başvururlar. Baba işyerindeyken ürkek konuşmaktan öte gitmiyor. Sürekli hayatı ve işyerinin Genel Müdürü tarafından odasına çağrılır. Konu yine güzelliği sorguluyor yazar. Saçlarını ve bıyıklarını Daniel’dir. Müdür babaya Daniel’in oğluna asıldığını bunu boyatıyor ve hep o çocuğun peşinde bir gölge gibi yapmamasını çünkü oğlunun bir erkek arkadaşı olduğunu dolaşıyor. Gençleştiğini, yaşama enerjisiyle dolu söyler. Bunun üzerine baba çok şaşırır, müdürün de eşcinsel olduğunu ve artık ölümü arzu etmediğini olduğunu öğrenmesi onu şoke eder. Odadan çıkışta iş hissediyor. Çocuk, ailesi ile birlikte ansızın arkadaşları müdürün eşcinsel olduğunu düşündüklerini ve ona şehirden ayrılınca yazar yıkılıyor ve filmin asıldığını söylemeleri onu endişelendirir. Tüm bu gelişmeler sonunda, kumsalda oturduğu sandalyede, denize sonucunda anne ve baba oğulları Daniel’in bir kıza aşık olursa bundan kurtulacağına inanırlar ve Tencere adında bir kızla bakarken, saçı ve bıyığındaki boyalar güneşin onu hafta sonu için tatile götürürler. Burada komik gelişmeler etkisiyle akıyorlar. Ölüm zamanı geliyor ve olur ama sonuçta Daniel’in Tencere’den hoşlandığına hiçkimse farketmiyor orada öldüğünü. Sözlere inanırlar. Aslında öyle değildir. Sonunda Jul’ün birlikte fazla gerek duymayan ama yine de etkileyici olan yaşadığı kız arkadaşın hamile olmadığı ama yine de bir filmdi. evlenecekleri, Daniel’in homoseksüel olmadığı, bunun bir Eşcinsellik ağırlıklı filmleri kaçırmamaya şaka olduğu ve annenin yeni bir çocuğu olacağı şeklinde çalışıyorum ama çoğu filmler bu konuya öyle saçma sapan bitiyor. saçma ve mantıksız yaklaşıyorlar ki eşcinselliği BARIŞ EVREN
irdelemeyen filmler oluyorlar. Daha çok duygusal ağırlıklı ve izleyiciye bir şey vermiyorlar. DERYA KURAT
KAOS GL 21/20
Ferit EDGÜ (Bu yazı Cumhuriyet Gazetesi’nin 10 yıl önceki bir ek’inden alınmıştır.) Ne krallar, ne kilise; ne otoriter, ne totaliter rejimler; ne anneler-babalar, ne hocalar; ne coğrafya, ne de tarih, cinselliğin dışa vurmasının, bir şiire, bir resme, bir romana, bir türküye, bir filme dönüşmesinin önüne geçememişlerdir. Çünkü cinsellik insan gerçeğinin bir parçasıdır. Zaman içinde, toplum töresi, gelenekleri değişir, ama bu gerçek değişmez. Bir gerçek varolsun da insanoğlu onu dile getirmesin, o gerçek sanat yapıtlarına yansımasın, görülmüş şey midir bu? Görülmediği için de, insanoğlu kendini bildi bileli, cinsellik gerçeğini, kimi dönemlerde ve ülkelerde özgürce, kimi ülkelerde gizlice dile getirmiştir. Bunun da kimilerinin sandığı gibi ümmet ahlakıyla, millet ahlakıyla bir ilgisi yoktur.* Yunan/Latin edebiyatı erotizmin başyapıtlarıyla doludur. Hindistan’da, tüm duvarları cinsel aşkın sahneleri ile donanmış tapınaklar vardır. Zen dininin Tantra mezhebinde, kadın ve erkek cinsel organları kutsal simgelerdir. Tantra’nın kutsal el yazmaları, cinsel organların (Yin ve Yang) ve çiftleşme (daha doğrusu tekleşme) sahnelerinin resimleri ile bezelidir. Nietzsche’nin ünlü, “Eros’u zehirleyen tek tanrılı dinler olmuştur.” sözü bir gerçektir, ama zehirlenmiş de olsa Eros yaşamını sürdürmeyi başarmıştır. Kilise baskısının en ağır oluğu ortaçağ Avrupası, cinsellikle dolu türküler, şiirler, destanlar, öyküler, masallar yaratmıştır. Belki tek tanrıya inanan toplumlarda, cinsel sanat, Japonya’da, Çin’de olduğu gibi bir gelişme göstermemiştir ama insan suretini yasaklayan İslam dininin geçerli olduğu ülkelerde, topluluklarda bile erotik bir sanat vardır. Kuşkusuz her toplum, kendi özellikleri içinde bir cinsel aşk sanatı yaratmıştır. Bu nedenledir ki bugün, bir Japon, bir Hint, bir Çin, bir Avrupa, bir İslam, bir Afrika, bir Okyanusya erotizminden söz edilmektedir. Başta Binbir Gece Masalları olmak üzere, tüm İran ve Osmanlı (hem halk, hem divan) şiiri,Mevlana’nın ulu Mesnevi’si erotik öğelerle, anlatılarla, betimlemelerle doludur. Tüm bunlar herkesin bildiği gerçekler. Bu bilinen gerçeklere, daha az bilinen bir gerçeği ekleyelim: Cinsel aşk sanatının geliştiği dönemler, o toplumların en az sorunlu olduğu dönemlerdir. Yunan/Roma sanatına bakalım, Çin ve Japon erotizminin doruğa ulaştığı dönemi inceleyelim, toplumun görece huzur içinde olduğu dönemlerdir bunlar. Yasaklamaların ağırlaştığı dönemlere baktığımızda ise savaşları, toplumsal kargaşaları, ekonomik çöküntüyü ve siyasal yönetimin kendine olan güvenini yitirmeye başladığını görüyoruz. Bugün bizde olduğu gibi. Dün batı toplumlarında olduğu gibi. Örneğin çok değil 30 yıl önce, 1956 yılının Kasım ayında bugün cep kitabı olarak satılıp da pek fazla bir okurun ilgisini çekmeyen, cinsel aşk edebiyatının en cesur yazarı Marquis de Sade’ın kitaplarını yayımlayan Jean Jacques Pauvert adlı yayman kendini yargı organlarının önünde bulur. Bir çoğu 475 adet basılmı, en yüksek tirajı 2.000 olan bu kitabı yaymlayarak kamu ahlakını bozmakla suçlanan Pauvert’i savunan ünlü hukukçu Maurice Garçon, görkemli savunmasında, düşünce özgürlüğü ve yasaklamalarla ilgili tarihsel bilgileri verdikten sonra şöyle der: “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne, çağımızın bu kutsal kitabına varabilmek için yüzyıllarca süren bir çaba göstermiştir filozoflar, bunun savaşımını vermişlerdir. Tüm uygar devletlerin imzaladığı bu bildirge kişinin inançlarından ötürü ‘rahatsız’ edilemeyeceğini öngörür. 3 Eylül 1971 anayasası, her kişiye düşüncelerini söylemek, yazmak, basmak ve yaymak özgürlüğünü verir, yazılan, basılan, yaymlanan hiçbir şey sansüre tabi, tutulamaz, önceden denetlenemez, der. (İki yüzyıl önceki bu anayasa maddesini güncelliği dolayısyla, “özel olarak” aktardım buraya F.E.). Daha sonra şöyle der yargıçlara savunma avukatı Maurice Garçon: “Şunu da belirteyim ki kamu ahlakı konusunda, yargı organları, her zaman yaşadıkları zamanın 30 yıl gerisindedir.” Fransa’nın en saygın yazarlarının, düşünürlerinin savunma tanığı olarak yer aldığı bu dava sonucunda yayımcı Pauvert mahkum olmuş, Marquis de Sade’ın kitapları toplatılıp yok edilmiştir.
*
Müstehcenlik konusunun sürekli gündeme gelmesini “ümmet ahlakından millet ahlakına geçemedik de ondan” diye açıklayan, meraklısının tahmin edeceği gibi Attila İlhan’dan başkası değil. Yazar, 19 Ocak 1986 günü Milliyet’teki “Temcit Pilavı: Müstehcenlik”başlıklı yazısında, o bildiğimiz “ümmet/millet” şablonunu, bu kez de müstehcenlik olayına uygulayıp şaşırtıcı sonuçlara ulaşıyor. Violette Leduc adlı Fransız kadın yazarın 1960’larda yayınlanan “La Bâtarde/Piç Kız” adlı özyaşam öyküsünü örnek gösterip, “Fransa demokratik ve laik, Violette Leduc kitabını serbestçe yayımlamış: Beğenen övmüş, beğenmeyen yermiş, kimse ‘ahlak’ elden gidiyor telaşına düşüp, yasaklar koymya kalkışmamıştır’ diyor. Yazarın mantığını izleyecek olursak, son derece ilginç sonuçlar çıkıyor ortaya: 1/Marquis de Sade’ı ölümünden 150 yılı aşan bir süre sonrayargılayp mahkum eden Fransa, 1956 yılında, demek oluyorki henüz ‘ümmet’ toplumuydu. 2/Attila İlhan, ‘Fena Halde Leman’ adlı romanını (ki andığı Piç Kız bu kitabın yanında cinsel fantazmlar açısından zemzemle yıkanmış gibi kalır) kendi sözcükleriyle “serbestçe yayımladığı, beğenen övüp, beğenmeyen yerdiği, kimse ahlak elden gidiyor telaşına düşüp yasaklar koymaya kalkışmadığı” için de Türkiye 1980 yılında “ümmet” değil “millet” ahlakına sahipti. Peki ne oldu? Nasıl oldu da Fransa 15 yılda, “ümmet” toplumundan “millet” toplumuna; Türkiye de gene 15 yılda “millet” toplumundan “ümmet” toplumuna dönüştü?
KAOS GL 21/21
1956... Cezayir savaşının en kızgın dönemidir. Aradan 30 değil, 15 yıl geçmeden bu kitaplar, binlerce adet yayımlanmış ve hiç bir kovuşturmaya uğramamıştır. 15 yıl içinde kamu ahlakında ne değişmiştir ki Sade’ın kitapları, ahlak bozucu, yıkıcı, kışkırtıcı niteliklerini bu arada yitirmiştir? Tek örnek ne Fransa’dır, ne de Marquis de Sade olayı. Örnekler her dönemde, her ülkede vardır. Henri Miller’in, kendi yurdunda, Amerika’da yayımlanması için 30 yıl beklemesi, Fransa’da ünlenmesi gerekmiştir. İngiltere, bırakın Lady Chatterly’nin Aşığı’nı, majestelerinin bile okuyup anlamakta güçlük çekeceği Joyce’un Ulysses’inin yayımına izin vermemiştir. Eh, düşünce özgürlüğünün “Kabeleri”nden sonra başka bir örnek vermek gerekir mi? Tüm yasaklar, koruyacakları hiç bir şey kalmadığı zaman, bir şeyi korurmuş gibi görünmek isteyen siyasal iktidarların döneminde ortaya çıkar ve belli toplumsal tabakalardan güç alma amacı taşır. Bugün Türkiye’deki durum da budur. Sağdan ya da soldan ya da ortadan biri çıkıp sorabilir: Kamu ahlakını korumak gerekmez mi? Kuşkusuz gerekir. Ama kamu ahlakını yalnız uçkur indirgeyenlerin koruyamadıkları başka ahlak değerleri vardır demektir. Toplumun tüm “maddi ve manevi” değerleri korunduğunda, cinsellik de, onun dışa vurumu da, sanatı da, yaşamı da o ahlakın çerçevesi içindeki gerçek yerlerini alır. Böylece yasaklamadan ve yasaklanmaktan kurtulunur. Yasaklama tutkusunu niteleyecek en hafif sözcük ‘ayıp’tır.
KAOS YAYINLARI’NDAN YENİ KİTAPLAR “Sanayi Toplumu ve Geleceği” unabomber / manifesto
“HAYIR ÖDP! Aşkın ve Özgürlüğün Partisi Olmaz!” APOLİTİKA ’nın 4. Sayısı Çıktı!..
1995 Eylül ayında Amerikan basın tarihinde görülmemiş bir olay yaşandı. 18 yıldır kimliği belirlenemeyen ve çeşitli adreslere gönderdiği bombalı paketlerden ötürü Unabomber olarak adlandırılan kişi Amerikan basınının en büyük iki gazetesi olan The Washington Post ve The New York Times’ı dize getirdi. Bu ilginç olay Türkiye’de de birkaç kez basına konu oldu. Bunca yıldır gizini koruyan Unabomber kimdir, nedir, ne istiyor? “...Teknoloji severler hepimizi bilinmeyene doğru tam anlamıyla çılgın bir maceraya sürüklüyorlar. Çoğu insan teknolojik ilerlemenin bize neler yaptığını kısmen anlıyor ama bunun kaçınılmaz olduğunu düşündüğü için pasif bir tavır alıyor. Oysa biz teknolojik ilerlemenin kaçınılmaz olduğunu düşünmüyoruz. O nedenle biz, endüstriyel-teknolojik sisteme karşı bir devrim savunuyoruz. Bizce teknolojik ilerleme durdurulabilir ve buna yönelik bazı yöntem ve stratejileri burada göstereceğiz...”
2 Milyon anarşistin katıldığı 1936 İspanya Devrimi’nin bilinmeyen tarihi: HALK SİLAHLANINCA Durruti ve İspanya Anarşist Devrimi Kaos Yayınlarından çıktı!.. Büyük bir düşü vardı onların; her türlü otoriteyi bütün işleviyle ortadan kaldırmak istiyorlardı.
KAOS YAYINLARI: PİYERLOTİ CAD. DOSTLUKYURDU SOKAK NO:8 ÇEMBERLİTAŞ İSTANBUL
KAOS GL 21/22
KAOS GL 21/23
Semer’i kim gerekser? Eşek’in semere ihtiyacı olabilir mi? “Eşeklik” ayrı konu ama eşek, bir hayvan. Bir hayvan olarak eşek’in semer’e ihtiyacı bulunmuyor; olamaz! Doğanın ve hayvanların üstünde egemenlik kuran insan, kendi üzerinde kurulacak egemenliğin de önünü açmıştır. Eşeğin bir hayvan olarak doğadan koparılması ve onun semersiz düşünülememesi, eşekliği de beraberinde getirmiştir. Semer, mutlaklaştırılarak bir zorunluluk halini almıştır. Artık semer, olmazsa olmazdır ve semersiz bir eşek, çıplak bir eşektir. Gelinen noktada eşek bizatihi talep eder, kendisine binen, yüklenen ve kullanan efendisinden semerini. Battığında veya sırtını rahatsız ettiğinde bazen tepinir ve efendisi eski semeri atar ve yeni bir semer vurur sırtına. Semersiz bir eşek efendisine hiçbir şey veremez. Semer, eşek’in değil efendisinin ihtiyacıdır. Semer, dışsal bir müdahaledir. Eşein sırtında iki koşulda durur: Zorla sırtına vurur ve belinden sıkıca bağlarsın ve buna ihtiyacı olduğuna, onsuz yapamayacağına ikna edersin. Zor ve ikna birbirini tamamlar. Bilinir; eşek, bir hayvanken eşeklik insana özgü bir durumdur ve insan, eşek kaldıkça sırtından semer eksik olmaz. İnsan’ın eşeklikten sıyrılarak “insan” olabilmesi ancak sırtına vurulmak istenen semerleri üstünden atabilmesi ile olanaklıdır. Ezilen, sömürülen ve baskı altında tutulan insan, bedenindeki ve beynindeki, görünen ve görünmeyen “semer”leri üstünden atmadığı sürece bir eşekten farklı olabilir mi? Öyleyse, semerler arasında seçim yapmak yerine bütün semerleri reddedebilmek gerekiyor. Reddiye, olanaklı ve mümkündür. Dayanışma ve karşılıklı yardımlaşmayı, hayatımızdan ve beynimizden kazıdıklarında, yönetilmeye mahkum olduğumuzu ve başka türlü yapamayacağımızı sanırız. Birazcık şüphe edersek, eşek olmadığımız yanılsaması yaratılır ama yeni seçeneğimiz sadece yarış atı olmaktan ibarettir. Bu süreçte gaza gelerek kendisinin daha iyi yöneteceğini söyleyenlerden geçilmez ortalık. Demokrasicilik oyunu ise her şeyin üstüne tuz biber eker ve olan, sonuçta hepimize olur. Nuri Kurtcebe “semer”ler arasında seçim yapmış ve “CHP” ve diğerlerini unutmuş! Oysa biz ezilen, sömürülen ve baskı altında tutulanlar açısından, birinin diğerinden farkı var mı; olabilir mi?
KAOS GL