E Ş Cİ N S E L L E R İ N K U R T U L U Ş U a y n ı z a m a n d a H E T E R O S E KS Ü E L L E R İ D E Ö Z G Ü R L E Ş T İ R E C E K T İ R
ŞUBAT 1997
YIL 3
SAYI 30
M E R H A B A Şubat ayı ile birlikte oldukça yoğun bir döneme girdik. Eylül ayında Arkadaş Radyo’nun teknik donanımını güçlendirmek amacıyla yayınına ara vermesiyle birlikte “Radyo Kaos” da bir süreliğine tatile girmişti. Bu sürede radyo programının daha verimli olabilmesi için neler yapabileceğimiz üzerine çalışmalar yaptık. Programımızı dinleme olanağına sahipseniz sizlerin de önerilerini ve eleştirilerinizi iletişim adresine bekliyoruz. Dergi gibi programı da birlikte üreteceğiz. Programın yayın gün ve saatini arka kapağımızda bulabilirsiniz. Radyo programımızı daha önceden dinleyenler o neşe dolu cıngılımızı hatırlayacaklardır. İşte o eğlenceli ve bizi programa motive eden cıngıl, Tom Waits’in bir parçasından ve Klezmetics’in Jews with Horns albümündendi. Bir lezbiyen ve bir gayin de içinde bulunduğu, Klezmer müziğinin çağdaş temsilcisi Klezmetics grubu hakkında bir yazı ve söyleşiyi iç sayfalarımızda bulacaksınız. Bu çeviri iletişimde bulunduğumuz ARCIGAY/ARCILESBICA FRENZE grubunun dergisi QUIR’dan alındı. Bu gruptaki arkadaşlarımız söyleşiyi Klezmetics’in İtalya turnesi çerçevesinde Floransa’da verdiği konser esnasında gerçekleştirmişler. Mart ayı içerisinde iki söyleşi gerçekleştireceğiz. Bununla ilgili bilgiyi de yine iç sayfalarda bulabilirsiniz. Ankara’da olan okurlarımızı bu söyleşilere bekliyoruz. Daha önce çeşitli sayılarımızda kitap tanıtımları yapmıştık. Bu sayımızdan itibaren GL Kitaplığı köşesi haline getirdiğimiz kitap tanıtımlarında kimi zaman kitaplar hakkında teknik bilgileri verirken kimi zaman da bu kitapların geniş bir tanıtımını vereceğiz. Sizler de okuduğunuz kitaplar hakkında tanıtımlarınızı, eleştirilerinizi ve önerilerinizi gönderebilirsiniz. Bunların dışında sahip olduğunuz ya da bildiğiniz eşcinsellikle doğrudan ya da dolaylı ilgili olan kitap ve benzeri kaynakları hangi teknikle yazılmış olursa olsun bize bildirirseniz seviniriz. Dergiyi ikinci sayfayı okuduktan sonra okumaya başlayanlardansanız yine beğeniyle okuyacağınıza inandığımız bir sayı sizleri bekliyor. Yaşadığı mekanlara okuduğu KAOS GL’leri götüremeyip, okuduktan sonra imha etmek zorunda kalan arkadaşlar, dergiyi imha etmek yerine bir bankın üzerine bırakırlarsa, dergimiz başkaları tarafından da okunabilir. KAOS GL LONDRA ADRESI: KAOS GL PO BOX 10116 LONDON SE22 8ZD ENGLAND İstanbullu KAOS GL okurlarıyla iletişim kurmak isteyen arkadaşlar, PK: 1017 Sirkeci-İstanbul adresine yazabilirler.
e-mail: kaosgl@ilga.org internet sayfamız: http://www.geocities.com/WestHollywood/2884/kaos.htm K A O S
G L
i l g a
KAOS GL SATIŞ NOKTALARI: LEFKOŞA Işık Kitabevi ANTAKYA Ferah Kitabevi (Saray Cad.) İSKENDERUN Çağdaş Kitabevi BALIKESİR Çağdaş Kırtasiye SAMSUN MayısMartı Kitabevi ANTALYA Akdeniz Kitabevi BURSA Can Kitabevi (Heykel) ADANA Püren Kitabevi (Arı Sineması Sk.), Ada Kitabevi (SİEM Dersanesi Karşısı), Kardelen Kitabevi MERSİN Dilan Kitabevi, İZMİR Kabile Kitabevi (Konak), Ayrıntı Kitabevi (Alsancak), Ayrıntı Kitabevi (Karşıyaka) DENİZLİ İleri Kitabevi, Kibele Kitabevi İSTANBUL Taksim Mefisto, Pandora Kitabevi, Zihni (Kadıköy), Pentimento (Beyoğlu Sineması Pasajı. Bu kitabevinde eski sayılarımızı da bulabilirsiniz) ANKARA Dost, ABC, Bilim&Sanat, İlhan İlhan ve İmge Kitabevleri ESKİŞEHİR Eskişehir’deki arkadaşımızla iletişimimiz koptuğu için dergi gönderemiyoruz.
ü y e s i d i r .
KAOS GL AYLIK POLİTİK GAY VE LEZBİYEN DERGİSİ ŞUBAT 1997
YIL 3
HER AYIN 20’SİNDE ÇIKAR. B u
d e r g i
K A O S
G r u b u
t a r a f ı n d a n
SAYI 30 YAZIŞMA ADRESİMİZ ¨ y a y ı n l a n m a k t a d ı r .
Sevgili D. Sana uzun zamandır her akşam yazmakta olduğum mektuplarıma bu akşam bir başka dolayımla bir yenisini eklemek istiyorum. Yaklaşık sekiz yıldır tanıdığım bir eşcinsel arkadaşımın da içinde bulunduğu dergiye eşcinsellik hakkında düşündüğüm şeyleri yazmamı istiyordu uzun zamandır. Bense erteleyip duruyordum. Bugün, sonunda bu gücü bulabildiğime seviniyorum. Verdiğim söz bir kambur gibi duruyordu çünkü sırtımda. Bu mektubu sana seslenir tarzda yazmamın nedenine gelince, hem bir süredir bütün eylemlerimi koşullayan varlığının titreşimlerinden bir mektup süresince olsun uzak kalmama yarıyor bu, hem de “Sevgili KAOS GL okurları” gibi bayağı ve yapmacıklı bir mektup yazma tarzından korunmuş oluyorum. Bu da işime geliyor. İnsan birbiriyle çelişen eğilimleri indirgenebilir, uzlaştırılabilir bir noktasını bulabildiğinde kurtulabiliyor. Söz konusu arkadaşlar böylesine berbat çevresel koşullar içinde bir yandan sözgelimi yan binadaki bakkala politik bir lezbiyen-gay dergisi çıkaran birileri olarak deşifre olmama çabasını ve temkinliliğini elden bırakmamaya çalışırken bir yandan da kendileri gibi insanların özgürleşebilmesinin olanaklarını araştırıyor ve bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Çelişen eğilimlerin indirgenebilir, uzlaştırılabilir noktası dediğim şey de işte burada, bu dergide, yani KAOS GL’de bulunuyor. Belki de bundan sonra bu insanlar çıldırmama, çözülüp dağılmama olanağını ve gücünü bulabiliyor. Şimdi, eşcinsel arkadaşlarımdan ve sana yazdığı bu mektubu bir lezbiyen-gay dergisinde yayınlanacağını söyleyen bu adam hakkında yani benim hakkımda neler düşüneceğini gerçekten merak ediyorum. Bu mektubu üç biçimde karşılayabileceğini düşünüyorum. Birincisi ‘mezhebi geniş’ bir takım günün çocukları gibi “o, onların seçimi” deyip geçiştirmek olabilir. Bu tavra elbet ki saygı duymuyorum. Çünkü söz konusu insanların hiç bir alanda gerçekten itiraz edebilecek kimseler olduğuna inanmıyorum. Onlar bütün sorunları kişilerin kendi hataları istekleri ve seçimleriyle açıklamaya çalışan bir takım kuşlardır; diye düşünüyorum. İkincisi böylesi konulara hiç mi hiç kafa yormamış biri olarak ilk anda şaşkınlığa uğrayıp ne yapacağını bilemez hale gelebilirsin ve üçüncüsü de bütün bu insanların da ötekiler yani heteroseksüeller kadar kaba, iğrenç, zavallı, sevecen, iyi, mert vb olduğunu düşünür, en az ötekiler kadar bu insanların da kendilerini ifade edebilme, varlıklarını koruyabilme hakkına sahip olması gerektiğini söyler ve bu mektubu, sana yazılmış olan bu mektubu, böylesi bir dergide yayınlanmasından hoşnut olursun. Şimdi, böylesi konularda uzun uzadıya düşünme olanağı bulamamış ya da buna gerek duymamış biri olduğunu var sayarak sana yaşadığım dönüşümlerden falan söz etmek istiyorum. Bu dergiyi çıkaran ve bu yazıyı yazmamı isteyen arkadaşımla tanıştığım günlerde askeri okul gibi hayli erkek bir kurumdan ayrılalı bir yılı aşkın bir zaman oluyordu ve etrafımızdaki bir çok insan gibi “eşcinsel” dendiğinde “ibne” sözcüğü bütün çağrışımlarıyla birlikte çınlıyordu kafamda. Bu nedenle beni söz konusu arkadaşla tanıştıran
heteroseksüel arkadaşımın nasıl olup da bu insanla ev arkadaşı olduğu, uzun zaman kafamı kurcalamış ve doğrusu ya o heteroseksüel arkadaşıma da hayli zaman bozulmuştum. Öte yandan sanatsal ve politik süreçler hakkında keyifli ve verimli tartışmalar yapabildiğim bu insanlarla görüşmekten de uzak durmuyordum. Anlayabileceğin üzere bu arkadaşların evine gidip gelmem, hatta orda sabahlamam demekti bu. Sabah uyanıp da yüzümü kurulamam gerektiğinde eşcinsel arkadaşımın havlusunu kullanmak zorunda kalma olasılığım bile bir çeşit tiksintiye yol açıyor ve midemi bulandırıyordu. Etrafımızdaki entelektüel geçinen geri zekalı kişiliksiz kafa insanların onca bayağılığına karşın yeterince nitelikli sayılabilecek bu arkadaşa uzunca bir zaman bazan örtük bazan açık bir biçimde ikinci sınıf insan muamelesi yaptığımı hatırladığında hala yüzüm kızarıyor. O zaman o evde çay içmekten bile belli bir tiksinti duyan ben şimdi bu mektubu bu arkadaşımın evinde çay içerken yazıyorum. Bu evde, onca zaman içinde, bayağı iğrenç ve belki de kafamızdaki “ibne” imgesine bile taş çıkartacak kimseler gördüğüm gibi çevremizdeki yığınla insandan daha nitelikli, daha derin, daha kafalı, daha saygılı insanlar da gördüm. Tıpkı yığınla heteroseksüel gibi onların da bir bölümünden nefret ettim, tiksindim; bir bölümünüyse “tuttum”, benimsedim, sevdim. Sorunlarına tanıklık ettim. Acılarını ve sevinçlerini gördüm. Yanımda öpüşen insanları önceleri yadırgadım ama sonra onların sevişmelerinin de heteroseksüellerin ki kadar saf ve temiz, onların ki kadar bayağı ve çirkin olduğunu gördüm: “olağanlaştı”. Her şeyin alınıp satıldığı bu dünyada onların arasında da kendilerini satan insanların olmasından daha anlaşılabilir ne olabilirdi. Elbet ki yazıktı, kötüydü ama ne olabilirdi. Bu süreçlerin etkisinden ötürü oturup düşünmek ve biraz da okumak zorunda kalmış ve yaklaşık üç yıl önce “cinsellik, eşcinsellik ve meşrulaştırım mekanizmaları” adlı bir yazı yazmıştım. Kuşkusuz, kimi konularda bu arkadaşlardan görüşlerim ayrılıyor. Ama bu kez görüşlerimin ayrıldığı bu insanların arkadaşlarım olduklarını ve bu ayrılıktan ötürü hiç bir aşağılamayı ve horgörüyü haketmediklerini biliyorum. Artık insanları, özgürlük isteyen ve kölelik isteyen insanlar olarak ayırmayı tercih ediyorum yoksa cinsel kimliklerine göre değil. Sahip oldukları iyi koşulları hovardaca, bayağılıkla, yavşakça kullanan insanlarla kendi sorunlarının bile farkında olmayan, bir yığın iğrençliğin sürdürülmesine hizmet eden insanlar öte gitsin benden. Bununla birlikte bu kimselerin bazan annemiz, babamız, arkadaşımız, sevgilimiz hatta kendimiz olduğu gerçeğini de unutuyor değilim. Bu konuda önerilerim var. Bu arkadaşların da önerileri var daha insanca ve daha mutlu bir dünya için (Ne kadar da içi boş gibi duruyorlar değil mi, ama suçlu olan ne bu düştür ne de bunu düşleyenler). Özgürleşmeyi gerçekten isteyen ve buna kafa yoran ve bilek yoran bütün insanları ve seni seviyorum.
KAOS GL 30/3
M. Bülent KILIÇ
BİR GRUP EŞCİNSEL KAMU EMEKÇİSİNİN SENDİKALAR’I DEĞERLENDİRMESİ
Derginin Aralık sayısında “Biz eşcinsel kamu emekçileri sendikalarımızın iç sorunlarını, kendi içinde düştükleri ikiyüzlülüğü daha sonra irdelemek üzere 14 Aralık’ın değerlendirmesini yapmak istiyoruz.” demiş ve değerlendirme yazımızı dergi dışında yazı olarak belli başlı sendikalara göndermiştik. “Lezbiyen, gay ve biseksüel kamu emekçileri olarak sendikalar “bizde öyle üyeler yok!” deseler de bizler...” diyerek üyesi olduğumuz sendikalardan bazılarının ismini vermiştik. “Bu yazıyı eşcinseller ibaresini görmeden okuduğunuzda ve yazdıklarımıza katılın ya da katılmayın tartışabilecekken sırf eşcinsel ibaresi dolayısıyla “bırakın şu ibneleri ya” diye bu yazıyı bir kenara bırakmayacak düzeye geldiğinizde sendikacılık oynamıyor, sendika gerçeğini kavrıyorsunuz/kavramışız demektir.” diye eklemede bulunmuştuk. Bunları yazdığımızda sendikalarımızı tanıdığımız için hiç de yanlış şeyler söylemediğimizi biliyorduk. Yazılarımız sendikalara ulaştığında ne tür tepkilerin gösterileceğini biliyorduk. Ve yanılmadık. Bir çok sendika bu yazıyı aldığında büyük şaşkınlık geçirdi. Bu yazının sendikaları karalamak üzere kaleme alındığını söylemekten tutun da bu karalama işini polislerin tezgahladığına kadar bizim tahminlerimizin ötesinde tepkilerdi bunlar. Örnek olması amacıyla bir kaç sendikanın ismini saymıştık. Yazımızı okuyanlardan bazıları sadece bu sendikalarda bizlerin varolduğunu sandı. Kimileri “aa şu sendikada da mı varmış” gibi komik tepkiler verirken yanında/sendikasında eşcinsel biri olduğu gerçeğini anlayamadılar. Karalama olarak algılayan kişiler eşcinselliği hala bir “kara leke” olarak görüyorlar ve “hak alma mücadelesi”, “insan hakları” söylemi yapmaya devam ediyorlar. “Susma, sustukça sıra sana gelecek” diyorlar ama sen konuşmaya başladığında seni dinlemiyor, söylediklerine kulağını tıkıyor, senin gerçeğini kabullenmiyor ve en kötüsü söylediklerini bir “karalama” olarak değerlendiriyorlar. Yazımız üzerine sendikaların çoğunda uzun tartışmalar başladı. Tabii ki konunun “nazik”liği dolayısıyla bu tartışmalar bir kaç kişinin hararetle yaptığı ama kesinlikle genele taşımadıkları, taşımaya çekindikleri tartışmalardı. Kimi sendikalar ise bu yazının sadece kendilerine geldiğini düşünüyor olacaklar ki (kendilerinin ne tür ayrıcalığı varsa) “aman diğer sendikalara göndermeyin, aman onların haberi olmasın” gibi yazıyı gizleme gereği duydular. Yazının ortalıkta kalmasını istemeyenler de vardı. Maazallah birinin eline geçerse ne olurdu sendikanın hali!
Sendikaların yazımıza tepkileri tahminlerimizden “iyi” değildi kısacası. Bizler yeniden belirtelim; lezbiyen, gay ve biseksüel kamu emekçileriyiz. Kamu emekçilerinin mücadelesi hak alma yerleri olan sendikalarda yer almamız da kaçınılmaz. Sendikaların hepsinde eşcinsel kişiler var. Bunu sendikaları karalamak için söylemiyoruz, çünkü biz eşcinselliği bir “kara leke” olarak görmüyoruz. Bizler eşcinselliğimizle barışık kişileriz. Bu nedenle bu yazıyı ve önceki yazıyı kaleme alıyoruz. Efendim sadece KESK bünyesindeki sendikalarda değil, Türk Kamu Sen ve Memur-Sen’e bağlı sendikalarda da eşcinseller vardır. Yine sadece memur sendikalarında değil, işçi sendikalarında da ve her türlü kitle örgütlerinde de eşcinseller vardır. Burada eşcinsellik tarihinden bahsedecek değiliz ama bilinir ki eşcinsellik tarih boyunca ve her durumda varolmuştur. Ancak biz sadece KESK’e bağlı sendikalara üye olan eşcinsel kamu emekçisiyiz. Öyle de olması gerekmez mi?
Karalama olarak algılayan kişiler eşcinselliği hala bir “kara leke” olarak görüyorlar ve “hak alma mücadelesi”, “insan hakları” söylemi yapmaya devam ediyorlar. Bir eşcinsel “eşcinsel hareket” içinde yer alıyorsa, bu eşcinsel bir kamu emekçisiyse devlet güdümlü sendikalarda yer alması nasıl mümkün olabilir? Devlet güdümlü sendikalara üye olan eşcinseller aynı bu sendikaya üye olan heteroseksüeller gibi “memur” zihniyetinden kurtulamamış insanlardır. Bunlar bazı kolaylıklardan yararlanmak isterler, devlet kendilerine zarar vermesin, yatak odalarına karışmasın yeter, egemen olanla başka bir sorunları yoktur. Yani hatırlanacağı gibi Haziran 1995 Ankara oturma eylemi sırasında Resul Akay’ın boynunu büküp o zamanların başbakanı Tansu Çiller’e “aman efendim, ölmeyeceğimiz kadar zam” demesi gibi tek istedikleri bir şeylerin bahşedilmesidir. Bizler derdimizin bir kaç lütuf olmadığını çeşitli yazılarda ifade ediyoruz. Bizler Türkiye’de bir eşcinsel hareketin artık var olduğunu, bu harekete katkı koyduğumuzun bilincinde adım attığımızı söylüyoruz. Bu nedenle kendi özel durumumuzdan kaynaklı olarak üyesi bulunduğumuz sendikalarla ilgili çeşitli yazılarımız oluyor. Düşüncelerimizi iletmenin zorunlu olduğunu düşünüyoruz. Bu düşüncelerimizi eşcinsel kimliğimizin altını çizerek ifade etmemiz gerektiğine inanıyoruz. Yoksa sanıldığı gibi, ya da olsa daha hoşa gideceği gibi sendikalarda da eşcinseller var, dedikodusu yaratıp ortalığı karıştırmak gibi
KAOS GL 30/4
bir derdimiz yok. Arasıra ortaya çıkan medyatik kişilerin meclisteki, sanat çevresindeki, bilmem ne çevresindeki eşcinselleri bildiğini, kızarsa açıklayacağını söylemesi gibi “sendikalardaki eşcinselleri biliyoruz” demiyoruz. Sendikalardaki eşcinselleriz diyoruz. Bizler var olduğumuzu haykırıyoruz. Sizlerse hala birinin kara çalmasından bahsedip görmemezlikten geliyorsunuz. Ama bu bizi şaşırtmıyor. Türkiye’de demokratım demenin, devrimciyim demenin ne kadar ucuz olduğunu biliyoruz. Devrimci sıfatını kullanan DİSK’in ne kadar devrimci (!) olduğunu sizler de kabul ediyorsunuzdur. İşte sizlerin de yani sendikaların yönetiminde bulunanların da aynı yolda olduğunu görüyoruz. Söyledikleriniz, kendinize yakıştırdığınız sıfatlar davranışlarınızla hiç mi hiç uyuşmuyor. Yaptığınız bir çok şey sendikaları yıpratıyor.
“sendikalardaki eşcinselleri biliyoruz” demiyoruz. Sendikalardaki eşcinselleriz diyoruz. Bizler var olduğumuzu haykırıyoruz. Sizlerse hala birinin kara çalmasından bahsedip görmemezlikten geliyorsunuz. Bugün sendikaların içinde bulunduğu durumun 7 yıl önceki durumun oldukça gerisinde olduğunun farkında mısınız? Değilseniz bu körlük neden kaynaklanıyor. Farkındaysanız neden bir şeyler yapmıyorsunuz? Her hüsrana uğranıldığında tabanı eleştirmek, tabanın duyarsız olduğunu söylemek belki doğru tespitleri içerir ama sonucu değiştirmez. Bugün bir çok sendikanın yöneticileri patron olma zevkini yaşamaktan öte ne yapıyor? Patron olma zevki ne yazık ki bir çok emekçinin içinden atamadığı bir düştür. Bir emekçi eline bir fırsat geçtiğinde memurluktan, işçilikten kurtulmak ister. Kuracağı işinde ise zamanında eleştirdiği patronlardan geri kalmamaya özen gösterir. Birilerinin ekmeğini lütfetmek, birilerine emir vermek çok hoşuna gider. Bu yıllarca amirlerinin altında ezilmenin getirdiği komplekslerden kaynaklanıyordur biraz da. Sendikalarda yönetim organlarına gelen biri de genel kurullarında söz verdiği hizmetleri yerine getirmeden önce sendika bürosunda patron olmanın keyfini çıkarmak ister. Savunduğu değerleri bir anda unutuverir. Örneğin en büyük zevki çalışanına işten atma espirisi yapmaktır. Bu arada kurumlarındaki işten atmalara, sürgünlere karşı da fax eylemleri, protesto eylemleri düzenlemektedir. Çalışma koşullarından dert yanar, sendika çalışanlarına yapmadığını bırakmaz. Bizce bunun adı adiliktir. Bunlar sendika çalışanlarının da artık işyerlerini tanıyıp ona göre davranmalarıyla değişebilecek şeylerdir. Yani çalıştıkları yerin herhangi bir işyerinden farklı olduğu yanılsamasına artık son vermeleri gerekir. Ancak bizler de, sendikaların
yönetiminde olan insanların bu yaptıklarının onların samimiyetine gölge düşürdüğü ve sendikalara zarar verdiğini belirtmek istiyoruz. Sendikalarda görev yapan yönetim kurulları ne yazık ki genel kurulda nereden nasıl daha fazla oy alırız kaygısıyla yapılan listelerden oluştuğu için aslında çalışmayacağı baştan bilinen kişiler de yönetime alınır. Ve işler yoğunlaştığı dönemlerde adam eksikliğinden, işlerin bir kaç kişi üzerine kaldığından yakınılır. Ne varki bu da iktidar olmanın cilvelerinden biridir. İktidarı ele geçirebilmek her zaman bunu kullanmak anlamına gelmez. Dolayısıyla seçimi kazanan yönetim hiç bir icraat yapamaz hale gelir, iktidardadır ama bunu kullanamıyordur. Elbette ki memur sendikalarının maddi olanaklarının kısıtlı olduğu bir gerçektir. Henüz çözümlenememiş olan aidat toplama işi oldukça sıkıntı yaratmaktadır. Üyelerin çoğu aidat ödemeyi bir külfet olarak görmektedir. Çünkü sendikayla bir bağı yoktur. Bu bağ oluşturulmalıdır. Bunu için de öncelikle yönetimdekiler üyesini, üyeler de yönetimini tanımalıdır. Ancak yukarıda bahsettiğimiz şekilde davranan, davranmaya devam eden bir yönetimi de üyelerin tanıması olumluluk değil olsa olsa bir felaket getirecektir. Bunun önlenebilmesi için yönetimde bulunanların ciddi bir şekilde özeleştiride bulunmaları, bir çok davranışlarını kökten değiştirmeleri gerekmektedir. Sendikaların karar organlarının toplantılarında büyük kavgalar yaşanır. Toplantı sonucunda zoraki uzlaşma yakalanır ve kararlar alınır. Ne var ki bu kararlar zoraki uzlaşmanın sırıtmasını taşır ve uygulamada başarısızlıkla karşılaşılır. Bir an önce bunu önlenmesi gerekmektedir. Aksi takdirde bir türlü uygulanamayan “alınan kararlar”dan kısır döngüye dönüşen toplantılardan sendikalar tükenecektir. Biz eşcinsel kamu emekçileri bir zamanlar kadın emekçileri de görmemezlikten gelen sendikaların, nasıl ki artık kadın sekreterlikleri, komisyonları oluşturmak zorunda kaldılarsa, tüzüklerinde özel maddeler koyma ihtiyacını duydularsa bizleri de tanımak zorunda kalacaklarını biliyoruz. Sendikaların bu metnimizden sonra da “kara leke” çalanların kim olduğu sorusunu soracaklarını biliyoruz. Bu “kara leke”yi çalan “kara leke” sahibi biz eşcinseller sendikalarımızla ilgili yazılarımıza devam edeceğiz. Bir gün sizler cesaretinizi
topladığınızda bizleri kimliklerimizle yanınızda göreceksiniz. Ama unutmayın, bizler şimdi de yanıbaşınızda, sizlerle aynı sendikalarda, aynı kurumlardayız. Sendikalarımızın daha iyiye istenilen hedefe ulaşması için, 7 yıldır yaşanan mücadelenin artık kazanımlar sağlaması için eleştirilerimizi, önerilerimizi sizlere ileteceğiz.
KAOS GL 30/5
SEVİŞMENİN RENGİ Güner Kuban, Sevişmenin Rengi, Kazancı Matbaacılık Sanayii, 1993. Mektuplar, günceler, doktorun not defteri ve üçüncü şahısların ağzından anlatılan aktarılardan oluşan bu kurgunun bir otobiyografi için oldukça kullanışlı ve zekice olduğunu düşünüyorum. İçinde lezbiyen karakterler bulunan ya da lezbiyenlik hakkında yazılmış Türkçe kitaplar vardır da, açıkça bir lezbiyen tarafından yazılmış bir kitap, benim bildiğim, sadece bir tane. O da Güner Kuban’ın “Sevişmenin Rengi” adlı otobiyografik romanı. Güner Kuban yanılmıyorsam, şu an Hollanda’da ve bir gece kulübü işletiyor. Asıl adı, Maria Josephine, ancak 1942’de Türkiye’ye göç ettikten sonra, Güner Kuban ismini almış. ‘80’li yıllarda lezbiyenliği yazılı basında açıkça ifşa edilen bir kadın, Güner Kuban. Türkiye’de kamuoyuna comingout’unu yapmış ilk lezbiyen. Çerkes Ethem’in yeğeni, nereli olduğunu, hangi kökenden geldiğini kendisi bile bilemiyor artık. “Nerelisin?” sorusuna illa da yanıt isteniyorsa, atalarının Çerkes olduğunu söylemekle yetiniyor. Yunanistan, Türkiye, Almanya, Lübnan, Fransa, Amerika, İspanya, vb. yaşadığı ülkeler arasında. Oldukça varlıklı bir aileden gelen Kuban’ın kitabını okurken de bunun izlerinden kurtulmak mümkün değil. Türkçe lezbiyen otobiyografisi okurken, böyle anlatılara olan açlığımdan dolayı belki de, çok şey bekleyip umduğumu bulamadığımı itiraf etmeliyim, her ne kadar kitabı elime aldıktan sonra bitirmeden bırakamadıysam da kitabın dili ve anlatılanlardan yana biraz dertliyim. Bu kitabı çözümlemek belki büyük bir iş, tekliğinden dolayı. Ancak yapılması gereken bir iş. Kitabı kurgusu, üslubu ve içeriği olarak üç bölümde incelememin uygun olacağını düşündüm. Çünkü, belki imkansızdır ama bu üç yönden ele alındığında kitap o kadar da ayrık algılanabiliyor ki, şaşırmamak elde değil.
Kurgu: Kitap, Paris’te bir hastanede Dr. Jerry Kaminsky’nin not defteriyle başlıyor, tarih 21 Haziran ‘82. Kaminsky’nin yazdıklarına göre, üçyüzbin kişinin katıldığı
barış yürüyüşünde bir kadına motorsiklet çarpıyor, kadın aldığı bir takım yaralar dışında hafızasını da yitiriyor. Dr. Kaminsky’nin gözetimine veriliyor kadın, bunun üzerine doktor hafızasını bulmasına yardım edebilmek için hastası hakkında notlar tutmaya başlıyor. Bu notlarda, doktorun hastayla ve hastanın dostlarıyla yaptığı sohbetler var. Arkadaşlarını her ihtimale karşı hastasıyla görüştürmüyor doktor. Doktorun hastanın arkadaşlarıyla olan sohbetlerinden, hastanın Güner Kuban olduğunu öğreniyoruz, bu arkadaşlardan Kuban’ın geçmişine dair bir çok şey öğreniyoruz. Kuban’ın hafızasını yitirişi, Hürriyet gazetesi sayesinde Türkiye’de öğreniliyor. Kitabın bir başka bölümüne geçiyoruz. Bölümün adı “Leyla”. Leyla, Kuban’ın rahatsızlığıyla ilgili gazetede çıkmış haberi okuyan bir kadın. Bu bölüm Leyla’nın ağzından anlatılıyor. Gazete haberini okuyan Leyla çok seviniyor. Çünkü lezbiyenliği tüm Türkiye’de bilinen Kuban’la geçmişte olan ilişkisi ortaya çıkar diye yıllarını korkuyla geçirmiş. Bu gazete haberi Leyla’yı birden Güner’le tanıştığı, muhteşem anlar geçirdiği günlere götürüyor, ve Leyla’nın ağzından Kuban’ın hayatının bir parçasını okuyoruz. Tekrar doktorun not defterine dönüyoruz. Doktorun Kuban’ın hemşiresi Jacqueline ile olan sohbetleri, Güner’le Jacqueline arasında başlayan aşk. Doktorun aklına hastasına yardımcı olmak için bir fikir geliyor ve Kuban’a bir şeyler karalaması için kağıt, kalem veriyor. Elbette bunları da doktorun not defterinden okuyoruz. Kuban’ın hissettikleri, Jacqueline ve belleksizlik hakkında yazdığı şiirler var. “Lili” isimli bölümde ise, yine “Leyla” adlı bölümde olduğu gibi, bir kadın gazeteden Kuban’ın hafızasını yitirdiğini öğreniyor, ve “Demokles’in kılıcı gibi yıllardır başında sallanan” Güner’le ilişkisi dolayısıyla mutluluktan “göbek atıyor”. Ve elbette, yine “Leyla”da olduğu gibi geçmişe dönüyor ve biz ister istemez, Güner Kuban’ın hayatından başka bir kesiti bu sefer Lili’nin ağzından dinliyoruz. Kitabın olağan seyri; Lili’nin anlatacakları bittiğinde, Dr. Kaminsky’nin not defterine dönüyoruz. Doktorun Jacqueline’le, hastayla arasındaki aşk üzerine yaptığı ve bu konudan hoşnut olmadığını belirttiği konuşmadan sonra, Kuban’ın avukatı Buran Hanım’ın
KAOS GL 30/6
doktora işe yarayacağını umarak gönderdiği bir takım kavuşuyor, hastane odasının önünde heyecanla Kuban’ın dokümanlara geçiyoruz, not defterinde. Bu dökümanlar iyileşmesini bekleyen dostları kapıdan içeri dalıyor, Kuban tarafından avukatına gönderilmiş mektuplar. çığlıklar, kahkahalar ve mutlu son. Başından geçen talihsiz kazadan önce Güner Kuban’ın bir Mektuplar, günceler, doktorun not defteri ve hapishane macerası olduğunu anlıyoruz, bu mektuplarda da üçüncü şahısların ağzından anlatılan aktarılardan oluşan bu Kuban, hapishanede yaşadığı olayları yazarak avukatına kurgunun bir otobiyografi için oldukça kullanışlı ve zekice göndermiş. Hapishane güncesi 19 Mart 1982 akşamı olduğunu düşünüyorum. Bütün bölümler birbirleriyle Kuban’ın polisler tarafından evinden alınıp götürülüşüyle bağlantılı, ve zaman içinde sıkça yapılan atlamalara rağmen, başlıyor, ardından artık tanıdık olduğumuz sorgu sualler ve kurgu hemen hemen hatasız. Kuban kendi ağzından olan Kuban suçsuz olduğu halde hapse atılıyor. Hapiste, o anlatıları, sadece hapishanede yazdığı günceyle taşımış sıralarda sevgilisi olan Melina’nın alt hücrede kapatılmış biyografisine, onun dışında Kuban’ın hayatını hep olduğunu öğreniyor. başkalarından dinliyoruz. Bir hayatı ameliyat masasına “Melina” isimli bölüme geçiyoruz. Bu bölüm, yatırıp, böylesi bir kurguyu ortaya çıkarmak epey emek Kuban tarafından hapishanede yazılmış günceden olduğu gerektiren bir iş diye düşünüyorum. O nedenle kitabın kurgusunun oldukça başarılı olduğunu söyleyebilirim. için, Kuban’ın ağzından yazılmış. Burada ilk defa Kuban’ın bir ilişkisini kendi ağzından okuyoruz. Daha önce olanları hep doktorun ya da Kuban’ın sevgililerinin ağzından Üslup: dinlemiştik. Her ne kadar, kitap boyunca bir çok farklı kişinin Bundan sonraki sayfalar daha çok içiçe geçmiş, anlattıklarını okuduysak da, bu kişilerden her birinin Kuban ayrılık yerleri pek belli olmayan bölümlerden oluşuyor; hakkındaki algılayışları aynı. Bu elbette yaşanılan arasıra Kuban’la birlikte Melina’yla olan geçmişine gerçekliğin böyle olduğu anlamına gelmiyor, sadece Kuban dönüyoruz, ara sıra da hapishanenin boğuculuğuna. 22 Mart kimi ele almış olursa olsun, acemi bir yazar olarak (bence!) 1982 tarihli güncede ise Kuban’ın hapishane psikologuyla herkesi kendisi gibi konuşturmuş, kendini “gözleri projektör görüşmesi aktarılıyor. Psikologun sorularıyla geçmişine, gibi parlayan”, akıllı, zeki, güçlü, oldukça, güzel, zarif bir daha çok çocukluğuna dönünce Kuban, kadın olarak anlattırmış. Kitaptaki genel psikologa aktarılmamış da olsa, biz okuyucular Sanki hayatı değil de, anlamda olumsuz tek şey, Lili ve biyografinin eksik yerlerini tamamlayabiliyoruz. Leyla’nın Kuban’ın hafızasını akşam yattığımızda Kuban’ın Atina’da doğuşu, Türkiye’ye göç yitirmesine sevinmeleri. Burada da gözlerimizi etmesini, Türkçe öğrenme çabaları, ilk aşkı... olumsuzluk gördüğünüz gibi Kuban’a Bundan sonraki sayfalarda, tıpkı Melina’yla kapadığımız zaman değil, başka kişilere yüklenmiş. Yani bu ilgili kısımda olduğu gibi, hapishane yaşantısı “keşke...” dediğimiz anlamda kitabı otobiyografi olarak değil ve Kuban’ın geçmişiyle içiçe geçmiş bir aktarım şeyleri anlatmış Güner de, bir psikoterapi, kişinin kendine olan var. güvenini sağlamlaştırmaya çalıştığı bir Hapishane hakkında yazılanlar, daha Kuban kitabında savunma mekanizması olarak ele almak çok Kuban’ın orada yaşadığı zorluklar ve .... daha doğru olacak. Hepimiz, kendi hapishanedeki diğer kişilerin onları hapishaneye tarihimizi sırtımızda taşıyarak yaşıyoruz İşte o nedenle diyorum taşıyan yaşam öyküleri. Bu yaşam öyküleri ve bunun içinde kendimize kızdığımız otobiyografi değil, arasında Kuban kendininkileri sıkıştırmayı da ama çoğu zaman itiraf edemediğimizihmal etmiyor ve geçmişini anlatmasını keşkografi bu kitap. anılar da oluyor. Yanısıra, asla görmek tamamladıktan sonra, eski sevgililerinden istemediğimiz insanlar veya bizi asla görmek istemeyen Bambi’den gelen bir mektup üzerine “Bambi” isimli bölüm insanlar var hayatlarımızda. O nedenle bir kişinin hayatının, başlıyor. Bu bölümün kurgusu tıpkı, kitapta bağımsızca yer ilişkilerinin bu kadar tozpembe olacağına hiç inanasım alan “Melina” bölümüyle aynı. gelmiyor. Sanki hayatı değil de, akşam yattığımızda Bu bölümün ardından Kuban, hapishanedeyken gözlerimizi kapadığımız zaman “keşke...” dediğimiz şeyleri gece kulübünün hala işliyor olduğunu öğreniyor ve gece anlatmış Güner Kuban kitabında. Çünkü kitapta ismi geçen kulübünün açıldığı günlere dönerek, avukatına gönderdiği herkes, Kuban’ın en sevgili dostu. Hiç kimseden olumsuz günceye bunları da ekliyor. bahsetmiyor, herkesle büyük aşk yaşıyor, kitapta geçen Mayıs ayı geldiğinde, zaten hapishanede olmanın bütün diyaloglar Kuban’a methiyeler diziyor. Kuban da zayıflattığı ruh haliyle felaketler içerisinde geçirdiği ‘79 methiyeler dizmekten geri kalmıyor arkadaşlarına. Mayıs ayını hatırlıyor Kuban, ve en sevdiği sevgilisi Geçmişini hatırlamadan hastane odasında geçirdiği Tonny’nin lösemiden ölüşünü. günlerden birinde, hemşiresi Jacqueline’le aralarından geçen Ardından, bu günceyi doktora veren Buran Hanım bir konuşmada kendisine gösterilmeyen dostlarının nasıl giriyor sahneye. Doktor, Kuban’ın avukatını, kendi insanlar olduklarını soruyor. Jacqueline de “Her biri insan ablasıymış gibi tanıştırıyor Kuban’a. Kuban hatırlamıyor üstü akıllı, esprili, güzelliğin nezaketin simgesiydiler.” diye avukatını, ama avukatı doktora yine işe yarayacağını yanıt veriyor. Hastaneyle aynı sokakta olan arkadaşlarını düşünerek Kuban’ın en sevdiği sevgilisi Tonny hakkında kastederek “Ne iş yapıyorlar?” diye soruyor Kuban, “İkisi yazdığı yazıları veriyor. Bu yazıların ardından avukat ve de ressam.” Ressam mı?” “Evet canım. Tüm dostların doktor arasında yapılan bir konuşma sonucu düğüm sanatçı.” Bir insanın hayatına saldırdığımı zannetmeyin çözülüyor. Tonny öldükten sonra gözlerini bağışlamış, ve sakın. Çünkü eğer kişi kendi olumsuzluklarını anlatmayı da bu gözler yıllarını görmeden geçirmiş bir kızılderiliye başarırsa yakınlık duyarım. Hiç kimsenin de yaşamı boyu nakledilmiş. Bunun üzerine kızılderili (Mitu) çağrılıyor. hiçbir olumsuzluk yapmadığına inanmıyorum. İşte o Kuban Mitu’nun gözlerinde Tonny’i görünce hafızasına
KAOS GL 30/7
nedenle diyorum otobiyografi değil, keşkografi bu kitap. Gayet yumuşak, hiçbir zorluğu olmayan bir hayat. Kuban’ın dili çok acemice. Kitap boyunca bir tutarlılığı olduğunu da söyleyemem. Daha çok kendi odasında, kendisi için, kendini iyileştirmek için yazmak istediği şeyleri yazmışa benziyor. Diyalogların gerçekten uzaklığının bir nedeni de Kuban’ın kullandığı dil olmalı. Bu kitabı okuyan kişinin zihninde kalacaklar, ya da zihninde kalması istenilenler hiç düşünülmemiş gibi. Yalnız kitabın kurgusu gibi güzel olan yanlarından biri, Kuban’ın belleksizliği ve hemşiresi Jacqueline’e olan aşkını anlattığı şiirler: “unutulmuş çocukluğumda / yaşlı bir çocuğum ben. / Çocukların en yaşlısı.” veya “Jacqueline’in yasemin kokan nefesi, / Ağzım dudaklarını öptüyse Jacqueline / çünkü onlar buğuludur. / Elin elime değdiği zaman / bu kara bulutlar dağılıyorsa / ve saçların yüzümü kapattığı zaman / suyun ötesinde / pembe ışıklı, yakamozlu / bir dünyada diriliyorsam, / Gökkuşağının salıncağında oturuyorsak birlikte / Sana baktığımda, / gözlerin ses veriyorsa, / Saçların başak ve yasemin kokuyorsa, / Sen ve ben fildişi bir tahtırevanda / Turkuvaz bir denize götürülüp bırakılıyorsak, / Birlikte olduğumuz zamanlar / bana gülümsediğin an / yıldızlar dökülüyorsa dudaklarından, / seni sevdiğimdendir...” Bu satırları, keşke tüm kitap şiir olsa diyerek okudum. Gerçekten keyif alarak, kendimi satırlarca kavranmış bularak. Belki de burada Kuban’ın insanlarla olan ilişkileri değil de duyguları anlatıldığı içindir ki, kendime yakın buldum. Bu satırlar savunmasızca, kendini “bir şey”miş gibi göstermeye çalışmadan yazılmışlar. Kitabın bana itici gelen yanlarından bir diğeri de, Kuban’ın yaşantısının ne kadar debdebeli, ne kadar içki, eğlence dolu olduğunu anlatması. Ve tabi aralarda tanıdığı ünlülerden bahsetmeyi ihmal etmemesi. Bu ünlüler arasında Yaşar Kemal, Adnan Şenses, Müzeyyen Senar, Romy Schneider var. Yaşar Kemal kitaba, Kuban şu meşhur Park otelde arkadaşlarıyla içki masasında “esprili, matrak” sohbetler ederken arkasından sarılıp onu şaşırtarak, Romy Lezbiyen politikası, Schneider ise öldüğü lezbiyenlerin Türkiye’de zaman Kuban’ın “ama ne gibi zorluklarla nasıl olur, daha yaşadıkları, lezbiyen geçenlerde birlikteydik” sözleriyle giriyorlar. İster olmanın bir insanın istemez, bu aktarım hayatına neler getirip benim aklıma, sırf bu götürdüğü, hiçbir kişilerle tanışıklığı olduğu için zorlama sokulmuş şekilde kitapta yer gibi bir fikri getiriyor. almamış.
İçerik: Evet, belki de en önemli konu. Elbette bu kitap otobiyografi olduğu için, ne içeriği demişsinizdir. Ama bir lezbiyen Türkiye’de kendi hayat hikayesini anlatan bir kitap yazar da, lezbiyenlik bu kitapta sadece sevgililerinin erkek ismine değil de kadın ismine sahip olmasıyla girebilir? İsimleri değiştirin, sevgililerinin kadın olduğunun bir
şekilde aktarıldığı yerleri değiştirin, -“Öyle güzel bir kadındı ki” yerine “Öyle yakışıklı bir adamdı ki” gibi- kitap kendisinden hiçbir şey kaybetmeyecektir. Lezbiyen politikası, lezbiyenlerin Türkiye’de ne gibi zorluklarla yaşadıkları, lezbiyen olmanın bir insanın hayatına neler getirip götürdüğü, hiçbir şekilde kitapta yer almamış. Bu muhtemelen Güner Kuban’ın yaşamış olduğu zengin, aristokrat yaşantıdan kaynaklanıyordur. Çünkü çevresinde hiç kimse lezbiyenliği alçak, sapık bir şeymiş gibi görmüyor, Kuban da bundan dolayı herhangi bir sorun yaşamıyor. Çevresi hep varlıklı, günlerini boğaz kenarında yiyerek ve içerek geçiren insanlarla örülü. Genelde, o çevrelerde insanlar lezbiyenlik veya gayliklerini gizleme gereği bile duymazlar (bizim kendimizi gizlemek için hayatın içinde baş etmek zorunda kaldığımız zorlukları bir düşünün, ailemizden, iş yerimizden, bazı arkadaş çevrelerimizden), herhangi ters bir tepkiyle de karşılaşmazlar. Ama eğer ben bu konuda yanlışsam, bu bahsettiğim çevrelerden insanların hayatlarını sadece dinlemiş olmamdan kaynaklıdır. Lezbiyen ve gay olmanın aynı zamanda sınıfsal zorlukları da içerdiğini düşünürken yanılıyor olabilirim. Ama bugüne kadar yaşam deneyimimde başka bir gerçekle karşılaşmadım. Eğer paranız varsa, çevreniz “kaymak tabaka”ysa, kendinizi gizlemeniz gerekmez, çünkü kimse size dokunamaz zaten. Dolayısıyla böyle bir çevrede yaşıyorsanız lezbiyenliğiniz, siz oldukça “ilginç”, garip ve de komik hikayeleri olan birisinizdir, insanlar sizin anılarınızı dinlemekten zevk alırlar. Kadın aşıklarınız kimsenin sorunu olmaz, olamaz. Yine tekrarlıyorum bir de bizim yaşadığımız hayatı düşünün. Bu kitap nereden temin edilebilir bilmiyorum ama bu gerçeği daha iyi görebilmeleri için Türkiyeli lezbiyenlerin bu kitabı okumalarını nasıl da isterdim. Çünkü ben aktarınca sanki sınıfsal bir nefretten dolayı böyle şeyler yazmışım gibi algılanabilir, ama hayır, böyle düşünmeyin ve bir yerlerden kitabı edinmeye bakın. Hiçbir yerde yoksa, Milli Kütüphane’de vardır diye düşünüyorum, ama affedin hiç gidip bakmadım, orada var mı diye. Güner Kuban kitabında lezbiyenliğin politik boyutlarından bahsetmemiş hiç ama, kitabında şöyle bir dokunduğu politik bir konu var. Bu da Amsterdam’da geçirdiği hapishane günlerinde karşısına uyuşturucu ile ilgili suçlardan dolayı hapse düşmüş insanların çıkmasıyla ilintili. Bu insanlar onu uyuşturucuyu sorgulamaya itiyor. Ama bu sorgu, televizyon karşısında kahraman polislerin uyuşturucu şebekelerini ele geçirmelerini veya Ahu Tuğba’lı uyuşturucu temalı Türk filmlerini izlerken, ortalama vatandaşın “cık cık”lamasından öte bir şey değil. Uyuşturucunun nasıl bir pazar olduğu, onun neden yasak olduğu (!), devletlerin ve devlet içindeki devletlerin uyuşturucu trafiğinden ne gibi çıkarları olduğu hiç düşünülmeden, sadece “cık cık”, kendince hafif bir duyarlanma, bir iç çekiş. Evet, bu kitaptan benim algıladıklarım böyle. Sürç-i-lisan ettiysem affola...
Yeşim T. Başaran
KAOS GL 30/8
G L KİTAPLIĞI ADOLFO CAMINHA “Merhamet Sokağı” Telos Yayıncılık-1996, Roman İlk olarak 1895 yılında yayınlanan Merhamet Sokağı, her bakımdan modern, yayınlandığı dönemin bir tabusunu yıkan, eşcinsellik konusunda yazılmış, bilinen ilk roman. Bunun yanısıra, yazar, klasik-modern karışımı bir kahraman yaratmış: Sevdiği beyaz delikanlıyı öldürerek tutkunun tutsaklığından kurtulan, eşcinsel bir Othello! Böylesine olgun ve şaşırtıcı bir romanın yüzyıl önce yazılıp yayınlanmış olması, roman sanatı bakımından önemli bir uğrak. Ama romanın daha önemli bir özelliği var: sanki “bugün” yazılmış gibi... Romanın kahramanı, Bom-Crioulo adında bir “zenci”. O dönemin Brezilya’sında “makbul” olan “zenci”, toplumun kendisine verdiği “çok mütevazi” yerle yetinmesini bilen, çok uysal bir “zenci”dir; yani televizyondaki Brezilya dizilerinden, Köle Isaura’dan tanıdığımız “zenci”. Oysa Adolfo Caminha’nın yarattığı
“zenci” geleceğin siyahıdır: Boyun eğmeyen, akıllı, güçlü ve beyazlar karşısında aşağılık duygusu taşımayan, eşcinsel bir siyah! Yazar bununla da kalmaz: Onyedi yaşındaki beyaz bir miçoyu bu kahramanın karşısına yerleştirir. Caminha, böyle bir konuyu izlemesine karşın, zamanın koşulları gereği, evrensel “edep” ve “haya” çizgisini “zorlamamış”, buna karşın, aralarında Portekizli dilber Dona Carolina da olmak üzere, üç kahramanın iç dünyalarını “modern” ve “naif” bir yetkinlikle işlemiştir. Merhamet Sokağı, ilk yayınlanmasından bu yana geçen yüz yıla yenilmemiş, daha nice yüzyıllara karşı koyabilecek yeni bir roman.
CEYHAN FIRAT “Bacak Böcek Oyunu” Karbahçe Yayınları-1996 Ceyhan Fırat, tanınmış bir travesti. Bu kitabında yaşadıklarından hareketle bir öykü-anlatı ortaya koymuş. Düz anlatı ile edebi olma kaygısı yer yer birbirine karışıyor. Doğrudan, yaşayanlarca üretilen bu tür eserleri hangi teknikle ortaya koyuyor olması hiç farketmezkesinlikle önemsiyoruz. Bacak Böcek Oyunu, kötü bir kitap değil. Fakat bu kadar kötü bir “kapak” hazırlamak için özel bir çaba mı harcanmış merak ediyoruz. Ceyhan Fırat, kitabına, 1994’te, HBB televizyonunun “Yüksek Tansiyon” programında, kendisinin de katıldığı ve heteroseksist bir psikolog olan Muhteşem Nejat ile gerçekleştirdiği tartışmayı da almış.
“Böcek” nitelemesini Ceyhan Fırat, kitabında travestiler için kullanıyor. Oysa biz tam tersini biliyorduk. İstanbul’a özgü bölgesel bir anlam kayması yoksa Ceyhan Fırat çok büyük olasılıkla “böcek” nitelemesini yanlış kullanıyor. “Böcek” nitelemesi Ankara’daki travestilerce de kullanılan ama kendilerini adlandırmak için değil tam tersine, kendileriyle “aktif” cinsel ilişki kurmak için gelip yatakta “pasif” olan müşteriler için söylenilen bir nitelemedir. Bu tür müşterilerin sosyo-kültürel konumları ve psikolojileri çok önemli bir araştırma ve tartışma konusudur, ama yeri burası değil. Burada bir aşağılama söz konusu olmayıp ironi vardır!
ŞEBNEM İŞİGÜZEL “Hanene Ay Doğacak” - ilk kitabı Can Yayınları-Öykü (1. Basım: Nisan 1993) Şebnem İşigüzel, genç bir yazar. Hanene Ay Doğacak onun ilk kitabı. Bu kitaptaki öyküleri okuyunca
göreceksiniz: yazar, olaylara çok değişik açılardan yaklaşıyor; öykülerin erotik havası içinde, birtakım
KAOS GL 30/9
kalıpları kırarak, toplumumuzun alışmadığı, yasakladığı, çekindiği konulara ustaca dokunuyor. Zaman da, mekan da pek belli değil bu öykülerde. Anlatılan kişilerin adları da yok. Öykülerdeki o ‘uçuk’ gibi görünen kişiler, aslında sıradan insanlar. İç dünyaları da bir türlü farkına varamadıkları ‘şeyler’ bir olayla birlikte ortaya çıkıveriyor. Bu açıdan bakınca, bir doktorun, kadavrasına aşık olduğunu; “ensest” olarak adlandırılan bir baba-kız arasındaki ilişkinin bir aşka dönüştüğünü; bir annenin öz oğluna aşk mektupları yazdığını; intihar sürecindeki bir genç kızın, birlikte yaşadığı insanların iç dünyalarına
doğru bir yolculuğa çıktığını; bir idam mahkumunun kendisine aşık olduğunu bildiği bir ‘dönme’ ile evlenmediği için hayıflandığını görüyoruz. Şebnem İşigüzel’in ikinci kitabı “Öykümü Kim Anlatacak” adını taşıyor. Bu öykü kitabı 1994’te yine Can Yayınlarından çıktı. Şebnem İşigüzel’in bir de romanı var. “Eski Dostum Kertenkele”. Can Yayınlarından 1996’da çıktı.
JEANNE CORDELIER Pamuk Prensesin Ölümü Sel Yayıncılık-1. Baskısı 1994, Roman
Bu bölüm KAOS GL’nin Ağustos 1995, Sayı 12’de yayınlanmış olan Atilla Karakış’ın “On Yüz Bin Milyonuncu Kez Muzır Kurulu ya da Pamuk Prensesin Şüpheli Ölümü” adlı yazısından alınmıştır.
“Jeanne Cordelier bir masal anlatmış. Sel Yayıncılık da bu masalı Türkiye’de yayınlamış. Doğrusu Pamuk Prenses ibaresini görenler inanıp da masal kitabı diye bu kitabı alacak değil, geceleri çocuklarını uyuturken bu kitabı okuyacak değil ama birilerinin (bu birilerinin ne kadar kalabalık olduğunu bir bilseniz...) içi yine de rahat etmemiş, kitabın poşete sokulması ve de hakkında dava açılmasını istemiş.” “Çünkü kitabın kahramanı küçük kız en yakınlarının taciz/tecavüzlerine maruz kalıyor. Muzır Kurulu’na göre bu taciz/tecavüz okurları tahrik edecektir. Çünkü küçük kız yakınlarının cezaları, ihmalleriyle örseleniyor. M.K.na göre bu örseleniş aile kurumunun kutsallığına gölge düşürecektir. Aslında Türkiye’de zaten aile içi taciz/tecavüz olmazken (bir kaç milyon istisna kaideyi bozar mı sandınız!) böyle bir konuyu işleyen bu kitabın Türkçe’de işi ne; değil mi?” “İşin gerçeği, bu kitaptan tahrik olmak ancak M.K.ndakilerin becerebileceği bir fazilet olsa gerek. Düşünün ki bu küçük kız, hastalığı bir kurtuluş olarak görüyor, öylesine acı çeken biri. Düşünün ki kendisine zarar verenleri yok edeceğine inandığı bir salyangoz ordusu yetiştiriyor, öylesine öfke dolu biri. Duygularını anlatıyor bize, yüreğimiz burkularak okuyoruz. Taciz/Tecavüz olayları ise sadece gerçekler olarak geçiyor; iki üç cümleyle. Kitabı okuyup bitiriyorsunuz. Ama aile içi tecavüzler bitmiyor. Var. Dünyanın her yerinde. Dile getirilmese bile var. Yokmuş gibi davranmak sonucu değiştirmiyor. Bu kitabı herkesin okuması için, tavsiye edilmesi gerekirdi aslında. “Bunları neden sadece ben yaşıyorum?” diyen nice insanın tek olmadığını görmesi için, böyle olayların gerçekten var olduğunu, belki de kendi çevresinde “sorunlu” bir çocuk olarak bilinen bir küçüğün aslında mağdur biri olabileceğini anlayabilmesi için...”
GAY SEARCH Son Tabu - Çocuklara Karşı Cinsel Suçlar Sarmal Yayınevi - 1993 Ensest ve çocuklara yönelik cinsel suçlar yeryüzündeki birçok toplumun kanayan yarası. Bu yarayı görmezden gelmek yaranın kapanmasına değil daha da büyümesine yol açmakta.
SON TABU’da yazar, yanıt sağlamaya kalkışmıyor. Gerçekten de bu yanıtların henüz varolmadığının bilincinde. Bunun yerine hala geçerli olan kurumları ve köhnemiş kavramları sorguluyor.
THOR VILHJALMSSON Gri Yosun Yanıyor Telos Yayıncılık-1996, Roman Aynı zamanda bir şair olan genç yargıç Asmandur, bir kardeşler arası ensest ve bu “suç”un ürünü olan çocuğu öldürme davasına bakmak üzere olay yerine gitmek zorundadır. Ancak, at üzerinde yapılan bu yolculuk, aynı zamanda İzlanda’nın bellek ve ruh dünyasına yapılan bir yolculuğa, acılı bir kazıya dönüşecektir. Mahkum etmek üzere yola çıkan, olayı ve dolayısıyla da bir tarihin içine
girdikçe İncil’in, İzlanda mitoslarının ve sagaların özel dünyalarına da giren şair-yargıç, özellikle tanık (neden) olduğu intihardan sonra iyice değişime uğrayacaktır: “Başkalarını yargılamayın ki, Tanrı da sizi yargılamasın!” Konusunu yaşanmış bir olaydan alan bu yapıt, her şeyden önce bir şairin kaleme aldığı bir romandır.
KAOS GL 30/10
EŞCİNSEL VE YAHUDİ
Ünlü Klezmer müziği grubu Klezmetics bu bahar Floransa’da konser verdi. Gruba bir çok ilginç orkestra da eşlik etti; folklorik olmayan, Seferdik, Askenazi ve Yahudi Rony Micro orkestrası ile sokak tiyatrosu jaz’ı stilinde klasik Askenazi şarkılarını yorumlayan Klezmer Clowns -Klezmer Palyaçoları- gibi. “Klezmer Müziği” bir terim olarak eskiden Doğu Avrupa’da gezici Yahudi grupları tarafından yapılan bir tür geleneksel müziğe işaret eder ve müziğin yapısını violin, flüt, akordeon ve davul oluşturur. Müziğin türü ise Sinagog ilahilerinin titreşimleri ile geleneksel Doğu müziğinin histerisini alaycı bir şekilde harmanlar. Aslında Klezmer terimi sadece enstrümantal müziği işaret eder, çünkü eğer Orta-Doğu Avrupa Yahudi müziğinden bahsederseniz kullanmamız gereken terim “Yiddiş” olur ki bu da Trieste’den Rusya’ya tüm Doğu Avrupa’nın bütün Yahudi topluluklarının en çok kullandığı, eski Almanca, İbranice, Slavik diller ve bir parça Fransızcanın karışımı olan bir dil demektir. Klezmer müzik ve Yiddiş şarkılar günümüzde dünya müziği olarak yeniden parlayan geleneksel ve popüler müzik dalgasıyla birlikte yeniden doğuşu yaşamaktadır. İtalya’da
Davide Casali, Faye Nepon ve Senza Pelle isimli filmin müziğini yapmış olan İtalyanBulgar müzisyen Moni Ovadia gibi müzisyenler halen Yiddiş kültürünü yaymaktalar. Yeni Dünya Klezmer’i düşünüldüğünde “Klezmetics”, gelenekselin karşısına orijinalliği getirmelerinden dolayı diğer gruplar içinde anahtar durumunda. Doğu Avrupa’da Ellis Adası yoluyla Amerika’ya göç etmenin deneyimi olarak anılır bu müzik. Onların doğu’ları Yiddiş olanların yıllar önce bırakıp New York’a, Chicago’ya, Los angeles’a göç ettikleri Doğu Avrupa’dır. Polonyalı, Rus ve Bulgar dansları artık onların jazz ritimleriyle birleşir ve onlara ‘50’li yıllardan bugüne iki yönlü göçe maruz kalmış Filistin Araplarının ve Kuzey Afrika Yahudilerinin Orta Doğu ritimleri katılır. Diğer bir çok Avrupalı Klezmer grubunun aksine “Klezmetics” dini şarkılar söylemekle birlikte daha laik, demokratik ve sol görüştedir. Tzadik Yahudilerinin mistik şarkılarından oluşan repertuarlarına, Brooklynli Yiddiş işçilerinin sendikası Bund’un sosyalist ilahilerini ve değişim ve özgürlük ümitlerini yok eden Stalin’in “normalizasyon” dönemi öncesi Rus devriminin neşeli Yahudi şarkılarını taşırlar. Gay teması Klezmetics’in söyleminde fazlasıyla yer alır. (Gay ve lezbiyenler konserde kendilerine ithaf edilen bir aşk şarkısı söylendiğinde heyecanlarını göstermişlerdi) Grubun gay olduğunu açıkça söyleyen solisti Lorin Sklamberg aynı zamanda, ilk
KAOS GL 30/11
albümlerinin kapağında yakasında pembe üçgenle görülüyordu. Aslında onun gibi açık gay sayısı pek fazla sayılmaz; Boy George, Jimmy Summerville, k. d. Lang ya da Florentine Neroluna dışında tabi. Kemancı Alicia Svigals da partneri ve yeni doğmuş bebekleriyle turneye katılmış bir lezbiyen. İlk albümleri SHVAGYN=TOYT adını taşıyordu, bu da Hareketin Çığlığı’na işaret eden SESSİZLİK=ÖLÜM demektir. Bu albümde şair Winchevsky’nin yazdığı sosyalist bir şarkı da var; ALE BRIDER ya da Biz Hepimiz Kardeşiz Orijinalinde şiir; “... Biz hepimiz kardeşiz, dindar ya da solcu, gelin ve damat gibi.” Klezmetics ise buna ekleme yapmış: “ve hepimiz kız kardeşiz Rachel, Ruth ve Esther gibi, ve gayiz biz Kral Davut ve Jonathan gibi, hep birlikte mutlulukla şarkılar söyleriz, ve kimsenin olmadığı kadar birlik içindeyiz.” Ritim ve Yahudi adlı ikinci albümlerinde, Lorin Sklamberg güzel SULAMITA’nın İncil’den alınan şarkısını, orkestral ritimlerle Yiddiş gay üslubuyla söylüyor: “Çölü kim terkediyor? Ağzın öpsün beni, aşkı güzeldir onun, şaraptan da tatlı, bayrağı aşktır onun, gözleri nehirdeki güvercin, dudaklarından bal damlar, dilinin altında saklar süt ve balı.” Son albümleri, “Boynuzlu Yahudiler”de ise eşcinsellikle ilgili olduğu açıkça belli olan bir şarkı var, (Şapkada bir adam, Manhattan adamı / Man in a Hat, Manhattan Man) ve “Es Vilt Zikh Mir Zen”in Celia Dropkin tarafından yazılmış müzik versiyonu var; Lorin’in söylediği erotik bir şiir bu. MUSICHE adlı derginin bir röportajında grubun violinist ve öncü kadını Alicia Svigals gay şarkıları söylemenin grup için derin bir politik önemi olduğunu vurguladı. Kendileri
için en büyük doyumun söyledikleri geleneksel Yiddiş şarkılarına gay sözleri eklendiğinde Yiddiş yaşlılarının gösterdikleri ilgi ve kabul olduğunu söyledi. Şüphesiz Klezmer’in yeniden doğuşu, Amerika’da (İtalya’nın aksine) bir çok lezbiyen ve gayi de içine alıyor, çükü bir zamanla Hitler’in dağıtıp Amerika, İsrail, Arjantin, Londra ve Paris’e göçe zorladığı şiddet karşıtı ve anaerkil kültürü anlatır bu şarkılar. Klezmer bizim Bulgar, Rus ve Tatar danslarıyla yoğrulmuş amca ve teyzelerimizin müziğidir ve şüphesiz gay yeğenleri de kendine çekmektedir. Konserdekiler ne demek istediğimi iyi anlarlar. Kaçıranlara kasetlerini dinleyerek kendilerini avutmalarını tavsiye ediyorum. Klezmer müziğinde neden piyano yok sorusuna ünlü İtalyanBulgar şef Moni Ovadia’nın yanıtı şu; “Hiç sırtınızda piyanoyla kaçmaya çalıştınız mı?” Aslında Doğu Avrupa Yahudilerinin hikayesi diğer Yahudiler gibi sürekli zulümden ibarettir ve bu yüzden kendi kültür, tarih ve geleneklerini koruma çabası, isteğiyle doludurlar. Klezmer işte bunun sonucudur. Anayurtlarının dili olan Yiddiş’le söylenip bir şehirden diğerine kaçarken taşıyabilecekleri klarnet, keman ya da akordeon gibi aletlerle yaptıkları müziğin yarı tatlı yarı acı melodileri Aşkenazi hikayelerini diğer bir deyişle Doğu Avrupa Yahudilerinin hikayelerini anlatır. Israil’deki Aşkenazi’lerin toplam nüfusundan bile fazla insan barındıran dünyanın en kalabalık Aşkenazi nüfuslu New York’ta seslerini duyuran Klezmetics sadece kullanmaya başladıkları modern orglar, elektrik baslar, trompet ve davullarla değil aynı zamanda geleneksel Yiddiş melodilerini kullandıkları jaz, Dixieland ve blues ritimleriyle de gelenekten biraz sıyrılmış gibiler. Politika, feminizm ve eşcinsellik gibi modern konuları kullanmaları da buna etki etmektedir. Acaba bu yeni dünya’nın mı yoksa Aşkenazi hikayeciliğinin ve kültürel korumacılığın günümüze olan uzantısı mı? Quir Klezmetics’in kemancısı Alicia Svigals’le bir söyleşi yapma fırsatı buldu.
Quir: Klezmer müziği içinde gay temasını ele almak fikri nereden çıktı Alicia: Sanatsal olarak görevimizi Klezmer müziğini otantik olarak sunmak diye yorumluyoruz ama otantik derken bunu folklorik olarak nota nota kopya etmek diye algılamıyoruz. Aslına ulaşan, özümüze ulaşan analitik bir anlam bu. Nostaljik müzik değil, bir tür kimlik müziği istiyoruz. Hepimiz genç Yahudileriz ve Jaz ve Rock-n-Roll ile büyüdük, dolayısıyla bunu da kattık. Politik insanlarız ve bunu da aldık, çünkü grubun üçte biri gay (Alicia ve Lorin Sklamberg). Bunu da aldık içimize çünkü otantik genç Yahudi kimliği taşıyan bir müzik grubunda lezbiyen ve gay konuları da olmalı. Lorin Sklamberg bütün gece boyu dikilip bir kadına şarkılar söyleyecek değil ya. Q: Alınan tepkiler ne yönde, peki? Amerika’da ve diğer yerlerde nelerle karşılaşıyorsunuz? A: Daima umduğumdan iyi tepkiler aldık. Kötü bir tepki çok üzücü olurdu ama biz almadık. Bize sürpriz olan bir tepki Amerika’da yaşlı insanlara verdiğim bir konser sırasında oldu. Çünkü bizim Rap şeklinde söylediklerimiz onlara yabancı kalır, ters gelir diye düşünürken bundan çok hoşlandılar. Bazı yaşlı hanımlar gelip “Biliyor musunuz, benim torunum da gay ve sizin gibi genç Yahudilerin böyle şeylerden de bahsetmeleri çok hoş.” dediler. Bunda, sanırım, şimdiye kadar hep aile dışından gizlenmiş gay akrabaların haricinde ilk defa olumlu Yahudi gay melodilerinin de ortaya çıkmasının büyük payı oldu. Bu onlar için çok hoş bir deneyim ve geçerli de. Bu onların gay aile bireylerine olan hislerini de olumlulaştırıyor. Kendilerini daha rahat hissediyorlar. Q: Yahudi ve gay kimlikleri arasında bir bağlantı olduğuna inanıyor musunuz? A: Evet. Sanırım var, bir tarafta gay Yahudiler var. İster gay olsun, ister olmasınlar, biz dinleyiciler için sahnedeyken gayiz. En büyük bağıntı sanırım dışa açılma ve mücadele konusundadır. Bu sonuca sadece biz Yahudiler değil aynı zamanda düşmanlarımız da vardılar. Sanırım bu olumlu fakat onlar olumsuz gözüyle
KAOS GL 30/12
bakıyorlar. Nazilerin yarattığı bu sonuçla yaşamak zorundayız. Bu negatif deneyim de tabii ki bu bağlantı dahilinde ama olumlu deneyim ise dışa atılmış bir grubun kendi güzel ve zengin kültürünü yaratmasına sebep oluyor. Bu bir tür azınlık olma tepkisi ve dışa atılmışlığın getirdiği olumlu bir yan çünkü baskının ve asimile olup ya da yok olup gitmenin karşısında bizim ısrarla ne olduğumuzu bilmemiz de yeter. Q: Amerika’da gayler Klezmer’i doğuşuna tutuldular. Neden? Bunun bir sebebi de Yiddiş’in kamplaşması olabilir mi? A: Hayır. Sanırım bunun sebebi sadece bizde yatıyor. Biz kendini gösteren ilk Klezmer grubuyuz. Gay topluluğu daima kendilerini dışa vuran müzik gruplarına açtır. Q: Bu yakınlarda Itzhak Perlman ile bir albüm yaptınız. “Ale Brider”, siz bu şarkının gay versiyonunu yapmıştınız, Itzhak Perlman ise bu şarkıyı orijinal şekline döndürmüş. Sansüre uğradığınızı düşünüyor musunuz? A: Aslında şarkının gay şekli zaten vardı. Biz sadece kaydetmiştik. ‘80’li yılların başından beri yaşanmakta olan bir gay Yahudi hareketi zaten vardı. Albüm hakkında ise biraz sansüre uğradığımızı ben de hissettim. Perlman albümünde ise Klezmer Konservatuarı Orkestrası çalmıştı ve aslında şarkının orijinal versiyonuna dönmemişlerdi. Onlar da Ruth ve Esther adlı iki kardeşin “feminist” söyleyişini aldılar ve gay şeklini almamaları da sansürü çağrıştırıyor. Aslında orijinal şeklini çalsalar da geleneksel denilir geçilirdi ama böylesi daha kötü oldu. Q: “Ritim ve Yahudiler” adlı albümünüzde sizler için önemli kelimelerden bir alfabetik sıralama yapmışsınız. Bu listeye ekleyebileceğimiz bir kaç kelime var mı? A: (gülerek) Oh, hayır! Yaratıcı olmam lazım. Bakalım... “F”, Floransa
Çeviren: Can Arıkan
ALMANYA’DAN IKI TÜRKIYELI LEZBIYEN Hülya, 19 yaşında öğrenci, anne ve babası Türk Röportajdan bir bölüm I- Kadınlara nasıl ve ne zaman ilgi duyduğunu fark ettiğini anlatmak ister misin? H- Aslında uzun süredir kadınlara ilgi duyuyorum, bildim bileli hep kadınlara aşık oldum. İlk önce kuzenime, bir arkadaşıma, daha sonra öğretmenlerime. İleride kitaplar okuyarak ve biyoloji resimleri görerek lezbiyen olduğumu öğrendim ... yani, böyle bir şeyin öncelikle “anormal” olmadığını anladım. Elbette duygularım benim için eşsizdi, karşılaştırma imkanım yoktu. İlk önce yalnızdım, başkalarını tanımıyordum. I- Yani lezbiyen olduklarını bildiğin... H- Evet... ama yalnız olmadığımı fark ettiğimde müthiş rahatladım. Önceleri çok mutsuzdum, çünkü ileride istemediğim halde, bir erkekle evlenip çoluk çocuk doğurmak zorunda kalacağımı zannediyordum. Bunlar hep istemediğim şeylerdi. Bende bir şeyler “tak” etti ve ben lezbiyenim dedim! Önceleri bunu sakladım, sonra lezbiyenliğimi yaşamaya başladım... küçükken beraber oynadığım çok erkek arkadaşım vardı, kız çocuklarıyla
neredeyse hiç oynamıyordum, çünkü çok “tipik kızsı” oyunlar oynuyorlardı bence. Ben daha çok erkek çocuğu gibiydim. I- Yani, sen daha çok kızlara hayran kalıyordun... H- Evet... I- Ve erkeklere hiç ilgi duymadın mı? H- Hayır, hiç duymadım I- Neden lezbiyenliğin “anormal” olduğunu düşündün? H- Hmmm. Hayallerimde hep bir erkeği canlandırıyordum, filmlerde ve etrafımda her zaman kadın erkek ilişkisi görmemden dolayı bu biraz acayip geliyordu bana. Kendimi sorguladım, zaten o zaman kadınları seven kadınların varlığından haberim yoktu. Kendimi erkek gibi hissetmem “normal” değildi. Yani, ben böyle olmamalıydım. Sonuçta, kızlar elbise giymek ve ip atlama oyunları gibi oyunlar oynamak zorundaydılar, o zamanlar böyle düşünüyordum tabi. I- Ama ailen sana pantolon giydirdi... H- Evet, onlar beni bu konuda desteklediler... Bana hiç bir zaman kızmadılar, çıkışmadılar... Yani, okulla çok ilgileniyordum, durumum iyiydi ve giysi ve makyajla ilgilenmiyordum, bu yüzden olacak sorun yapmıyorlardı. Birçok şeyime izin veriyorlardı, akşamları dışarı çıkmak gibi. Sonuçta okul benim için görünüşte bir çözümdü... bu duygular vardı öncelikle ama bunların bir gün yok olacağını ve muhakkak ben de genç ve tatlı bir erkeğe ilgi duyup onunla evlenirim diye düşünüyordum. I- Zaten senin ailen ileri görüşlüyseler ve senin mesleğinde başarılı olmanı istiyorlarsa, seni illa evlenmeye zorlamıyorlardır. H- Zaten zorlamıyorlar beni. İlerisini düşünmüştüm, bir meslek veya okumak... gerçi onlar da hep bir meslek öğrenmem gerektiğini ve ancak daha sonra evlenebileceğimi söylüyorlardı. I- Ailen lezbiyen olduğunu biliyor mu? H- Evet. Annem ilk anda böyle bir şeyin olamayacağını ve bunun gelip geçici bir heves olduğunu iddia etti... Ama İ. Bize misafirliğe geldiğinde annemle oldukça rahat konuşmuşlar bu konuda!... Babam ise beni pek ciddiye almadı, yani es geçti. Küçük erkek kardeşimse, “ii... lezbiyen” dedi, ama bunu bir oyun olarak gördü. Ama ablam “zaten ben bunu biliyordum, tahmin etmiştim” dedi, gene de pek kabullenemedi. I- Peki akrabaların ve komşuların ne diyor?
KAOS GL 30/13
H- Bilmiyorum. Yani, pek olumlu karşılayacaklarını zannetmiyorum. Doğrusu komşular bilmese de olur, çünkü onları ilgilendirmez bu konu. Ama öğrenirlerse öğrensinler ne yapayım!... I- Kendini izole ettin, kadınlara olan ilginle ve kendini erkek yerine koymanla. Peki bu arada kadınlara hayranlık duyarken hatta onlara aşık olurken, güzel anıların hiç olmadı mı? H- Evet, rüyalar, hayaller... ne bileyim evcilik oyunlarında yaptığımız şeyler işte, ben hep baba idim. Ama hayallerimi daha gerçekleştirememiştim. I- Ne tür hayallerdi bunlar? H- Mesela bir kahraman olmam gibi, veya bir kadınla flört ettiğimi, hatta onunla seviştiğimi düşünürdüm hep. I- Peki hayallerinde hiç kadın kaçırmış mıydın? H- Hayır.. baştan çıkarmıştım!... Ama ben bu zamanı oldukça kara görmüştüm. Bütün bunları gerçekleştirmek olanaksızdı sanki... I- Hiç iyi bir kız arkadaşına aşık olmuş muydun? H- Hayır, çok yakın bir arkadaşıma değil de, bir sınıf arkadaşıma. Duygularımı göstermekten korktum, utandım. I- Seni tersleyebileceğinden mi? H- Evet, evet, yani lezbiyenlik “anormaldi” benim için. Ama bu duygularıma bir isim vermeye başladım... “lezbiyen olmak”... I- Bu lezbiyen kelimesini nasıl buldun, yani kendin için? H- Hmm... biraz yapışkan misali bir etki bıraktı benim üzerimde, bir de etrafımda küfür gibi kullanılıyordu “ii... lezbiyen” gibi. I- 14 yaşına kadar her şeyi olumsuz gördüğünü söylemiştin, peki 14 yaşından sonra ne oldu? H- 14 yaşımdan itibaren bu konuyla ilgili okumaya başladım. Sokakta öpüşen kadınlar da görüyordum zaten. Bu kadınlar benim için lezbiyendi. I- Türkiyeli kızlar için en çok hangi zorlukları görüyorsun? H- Şayet daha kapalı ve katı bir aileden gelmiş olsaydım, yani daha dinci... daha fazla zorluklarım olurdu mutlaka. Sanki kadınların değeri erkeklerinkinden daha az, yani kadın daha az haklara sahip, bu kesin. Ve bir gün evlenmek zorundalar. Eğer toplum tarafından kabul edilmek istiyorsan, evlenmek zorundasın ve lezbiyenlik hiç söz konusu edilmiyor. Aslında kadınlar lezbiyenliğe itiliyorlar... kadınlar kendi aralarında kalıyorlar, erkekler de. Türkiyeli kadınlar arasında çok daha fazla bedensel yakınlaşma var, hele alman kadınlarında çok daha fazla. Mesela göğüsleri ellemek, dudak dudağa öpüşmek gibi şeyler. Bunlar kötü, ayıp diye yorumlanmıyor, kız arkadaşlar arasında böyle şeyler yaşanıyor. I- Türkiye’de lezbiyenlerin olabileceğini düşünebiliyor musun, perde altında, kadın topluluğunda kadınlar arasında aşkın yaşandığını? H- Evet, mutlaka. Yatakta yatsalar da, sadece kız arkadaşlar. Yaşanan lezbiyenlik olarak tanımlanmıyordur. Şayet bu açık yaşanıyor olsaydı, o zaman muhakkak toplumdan dışlanırdı. Açık açık konuşulmadığı için dışlanmıyorlar, hatta kadınlar arasında olduğu için, yani ciddiye alınmadığından, destekleniyor. Sonuçta, daha çok kendi aralarında olduklarını sanıyorum. Ama gizli işte...
Melanie,
16 yaşında öğrenci, annesi Türk, babası Alman Röportajdan bir bölüm I- Melanie, bize lezbiyen olduğunu nasıl fark ettiğini anlatır mısın? M- Aslında bunu her zaman biliyordum, yani kadınlardan her zaman hoşlanıyordum, küçüklüğümden beri... Aslında kadınları hep güzel bulurken, erkekleri hiç güzel bulmuyordum. Tam anlamıyla lezbiyen olduğumu 12 yaşlarımda anladım. Yani “lezbiyen” kelimesini ilk duyduğumda ve anlamını öğrendiğimde, lezbiyen olduğumu anladım... I- Peki lezbiyen olduğunu anladığında başkalarıyla hemen konuştun mu, yoksa bunu kendine mi sakladın öncelikle? M- Tabii ki biraz zaman aldı, sonra okulda başka bir lezbiyenle tanıştım. Tesadüfen birbirimizin lezbiyen olduğumuzu anladık ve onun sayesinde “Coming-out” grubuna girdim. Sonra bazı kız arkadaşlarıma ve ablama anlattım. En sonunda aileme de anlattım. I- Nasıl buldular? M- Çok kötü... İlk başta anneme anlattım ve çok anlayışla karşılamıştı, beni anlayabildiğini söylemişti ama kız kızların bu hislerini arkadaşlarımı eve sorun olarak getirdiğimde bundan görmemelerini, hoşlanmadı, sonra mesela ne kadar babam eve içkili geldiğinde çok kavga güzel bir şey ettik. Babam lezbiyen olduğunu olduğumu bilmiyordu... görebilmek için bir I- Peki şimdi annen ve babanla ilişkin nasıl? gruba girmelerini M- Beni çok üzen bir tavsiye ederim, konu daha var. Daha böylece kendilerini önceleri annem ve babamla olan ilişkim pek yalnız çok iyiydi. hissetmezler. Bu Yaşıtlarımdan çok daha duyguları için fazla haklara sahiptim. savaşsınlar!.. Hatta bu kavgadan iki hafta önce, anneme açık açık lezbiyenliğimi anlattığımda çok mutluydum... Şimdiyse ilişkimiz iyi. Başlangıçta yaralarım oldukça derindi, yaptığımız kavgalar yüzünden. Zamanla tekrar bir şeyler düzeldi... I- Hiç lezbiyenliğin üzerine konuşuyor musunuz? M- Aslında hayır. Sadece televizyonda bu konuyla ilgili bir program yayınlandığında, sanki onları hiç ilgilendirmeyen bir konuymuş gibi davranıyorlar. Aslında lezbiyenler hakkında o kadar kötü düşünmüyorlar. “Hepsi toplama kamplarına atılsın...” diyenleri de var... I- Ablan sana çok destek oldu değil mi? M- Evet, zaten birbirimizle çok iyi anlaşırız! I- Peki o heteroseksüel mi? M- Evet maalesef... Aslında başlangıçta lezbiyenliğimi biraz acayip buldu, çünkü daha önce bir kızın böyle olduğunu hiç duymamış, ne sınıfında ne de okulunda, ama şimdi alıştı ve onun için “normal”... I- Kız arkadaşların nasıl karşıladı lezbiyenliğini?
KAOS GL 30/14
M- 15 yıldır tanıdığım çok iyi bir kız arkadaşım benden uzaklaştı, sanırım biraz zamana ihtiyacı vardı. Şimdi düzenli görüşüyoruz. I- Öbür kız arkadaşların peki? M- Eski sınıfımdaki kızların hepsi biliyordu, sanırım kızlardan birisi de lezbiyendi. Ve bir kaçı hep bu konudan bahsetmemi istiyordu... I- Tahmin ettiğim kadarıyla, kendini oldukça kuvvetli hissettiğinden lezbiyen olmanla pek zorluk çekmedin ve pek yardıma ihtiyaç duymadın. M- Evet, doğru. Oldukça doğal bir duyguydu bu benim için, başkaları gibi yıllarca zorluk çekmedim lezbiyen olmamdan dolayı, kendimle büyük bir iç savaşa girmedim. Yani “ya, millet ne düşünür?!...” diye düşünmedim hiç. Lezbiyenliğimi tabii görmeye başladım... I- Şayet ailen lezbiyenliğini sorun yapıyorsa, sen bunu onların sorunu olarak mı görüyorsun? M- Evet, bu onların sorunu, şayet bunu kabullenmiyorlarsa... I- Küçüklüğünde hiç hayran kalmış olduğun bir kadın veya bir bayan öğretmenin var mıydı? M- Hep... çoğunlukla oldu... genellikle Türkiye’deyken, oradaki kadınlara hayranlık duyuyordum. Bir kadını güzel bulduğum zaman, hemen ablama koşup “yahu, bu kadın çok güzel değil mi?” diyordum... Sonra çocukluğumda anneme çok düşkündüm... I- Lezbiyen olmanın güzel yanları sence neler? M- Erkeklerden bağımsız olmak, kadınlarla beraber yaşamak ve onları sevmek... I- Ve duyguların hayranlıktan aşka mı dönüştü? Peki, bedensel yakınlık? M- Bedensel yakınlık sonradan geldi... Çok küçükken sekiz yaşlarımda falan, bir kadın vardı ve ne zaman onu görsem hep kıpkırmızı olurdum. Ve onun yakınlığını hissetmek isterdim... Ama dosdoğru bedensel yakınlığı daha hiç düşünmemiştim, hatırladığım kadarıyla en fazla öpüşmeyi falan düşündüm! Yedinci sınıfa giderken daha da güçlendi ve sekizinci... ikisi de vardı, yani ruhsal ve bedensel... I- Lezbiyenlik hakkında nasıl bilgi edindin?
M- ‘EMMA’yı okudum ve bir zamanlar ‘Eldo Radio 100’ vardı, hep onu dinlerdim. M. ile tanışınca onunla beraber “Coming-out” grubuna gitmeye başladık. I- Hakikaten çok genç başlamışsın lezbiyenliğini yaşamaya! M- Evet 15 yaşında gruba gitmeye başladım. I- Oraya gitmeye başladığında kendini acayip hissetmedin mi, “ii... ne biçim kadınlar, ya... ben “normal” değilim!...” diye? M- Hayır, hayır... I- Senin için çok “normal miydi”? M- Evet, çünkü kendimi iğrenç veya sapık olarak görmedim!... I- Lezbiyenliğini bilen Türkiyeli kız arkadaşların var mı? M- Evet, iki tane. Birisi oldukça gırgır karşıladı, öteki bunu iğrenç buldu. I- Senin annen Türk, peki senin mutlaka bir gün evlenmeni istedi mi? M- Evet, bir süre boyunca. Özellikle biz Türkiye’deyken bu konuyu açmıştı, ama şimdi bundan hiç bahsetmiyor, çünkü hemen azarlıyorum annemi... I- Annen de küçüklüğünde böyle bir deneyim yaşamış?... M- Evet, evet, annem de bir kız arkadaşıyla böyle bir şeyler yaşamış. Ama daha sonra kadın erkek gibi, kadın kadına yaşamak onun için pek söz konusu olamayacağını söyledi... Düşünüyorum da, şayet annem böyle eğitilmiş olmasaydı o da muhakkak lezbiyen olurdu. Mesela babamla yaşadığı seksten hoşlanmıyor. Hatta bir zamanlar birçok erkek arkadaşı olmuş olmasına rağmen, erkeklere oldukça mesafeli. Annem erkeklerden hep üstün pozisyondaydı, kendini erkeklere hiç ezdirmedi. Erkeklerin onu sevdiği kadar o onları hiç sevmedi. Şayet durum biraz değişik olsaydı, sanırım annem de lezbiyen olurdu... I- Söylemek istediğin başka bir şey var mı? M- Sadece, kızların bu hislerini sorun olarak görmemelerini, mesela ne kadar güzel bir şey olduğunu görebilmek için bir gruba girmelerini tavsiye ederim, böylece kendilerini pek yalnız hissetmezler. Bu duyguları için savaşsınlar!..
Söyleşiler, Lesbenberatung’un bir broşüründen alınmıştır.
Floransalı lezbiyenler ve gayler, uzun zamandır kurdukları rüyalarına kavuştu. Arcigay-Arcilesbica Firenze, şehrin eski merkezindeki 300 metrekarelik yeni merkezlerine taşındılar. Toplantı odaları, lokal, sağlık merkezi, sinema salonu olan, kültürel ve toplumsal etkinlikler için daha geniş ve kullanışlı bir mekana kavuştular.
KAOS GL 30/15
LEZBİYENLER BİRBİRLERİNE HIV BULAŞTIRABİLİRLER Mİ?
RİSKLİ OLMAYAN DAVRANIŞ BİÇİMLERİ
Evet! 1980’den beri kadınların birbirlerine HIV (Human Immunodeficiency Virus) bulaştırdığına dair raporlar var. Buna rağmen, ABD resmi sağlık uzmanları (örneğin, Federal Hükümet Hastalık Kontrol Merkezi), AIDS (Acquired Immune Deficiency Syndrome) raporlarında kadınlararası virüs geçişine yer vermiyorlar. Bu nedenle bir çok lezbiyen yanlış bir şekilde AIDS’ten etkilenmeyecekleri inancındalar. Oysa virüs, bir HIV+ kişinin kanının, vajinal salgısının, sütünün veya menisinin sizin kanınıza girmesiyle bulaşıyor. HIV, lezbiyenlere güvenli olmayan seks (ister erkek, ister kadınla yapılsın), yapay döllenme, şırınga paylaşımı, piercing (vücudun değişik bölgelerinin, takı takmak amaçlı deldirilmesi), dövme yaptırma, kan verme gibi yollarla bulaşıyor. HIV’in hangi durumlarda, nasıl bulaştığını tam olarak bilemediğimiz için, güvenli seks ve hangi cinsel davranışların diğerlerinden daha riskli olabileceğine dair bir rehber verebiliriz.
Masaj, kucaklamak fantazi kurmak, röntgencilik, teşhircilik, mastürbasyon, vibratörler veya diğer seks oyuncakları (paylaşılmadığı sürece), kuru öpüşme, sıvılar birbirlerine karışmadığı sürece bedenlerin birbirine sürtünmesi MUHTEMELEN RİSKLİ OLAN DAVRANIŞLAR Latex eldiven veya başka bir engelleyici kullanmadan parmağınızı partnerinizin vajinasına ya da anüsüne sokmak, arada engel kullanmadan oral seks yapmak OLDUKÇA RİSKLİ OLAN DAVRANIŞLAR Regl evresinde (aybaşı), herhangi bir engel kullanmadan oral seks yapmak; kadının veya erkeğin ağza, vajina ya da anüse boşalması; latex eldiven veya başka bir engelleyici kullanmadan elinizi partnerinizin vajinasına ya da anüsüne sokmak; seks oyuncaklarını herhangi bir engelleyici olmadan paylaşmak; şırınga paylaşmak, pierce ya da dövme yaptırmak
“LATEX ENGELLER” NASIL KULLANILIR?
1
3
1. “Latex engeller”, düz latex kauçuk parçalardır. Ağız-vajina seksinde kadının vajinasına, ağız-anüs seksinde de kadının veya erkeğin anüsüne yerleştirilir. Engeller, salgıların partnerler arasında geçişini önlerler. Latex engeller, cinsel yollarla bulaşan hastalıklar ve HIV için güvenli koruyuculardır. “Latex engel” yapabilmek için, kayganlaştırıcısız bir prezervatifi resimde gösterildiği gibi 2 keserek, düz hale getirin 2. Partneriniz ve kendiniz için farklı tarafları kullanmaya dikkat edin
3.Ağız-anüs seksi için engeli anüsün üstüne yerleştirin
3.2
KAOS GL 30/16
4
4.Anal seks için kullandığınız engeli, vajinal seks için kullanmayın
6
5
5. Ağız-vajina seksi için, engeli vajinal dudakların üstüne yerleştirin 6. Vajinal seks için kullandığınız engeli, anal seks için kullanmayın 7. Latex engeli sadece bir kere kullanın, sonra çöp kutusuna atın, özellikle tuvalete atmayın
7
STREÇ FİLM NASIL KULLANILIR?
1-2
1. Her seferinde yeni bir folyo kullanın 2. Folyoyu yeteri büyüklükte koparın. İki kat kullanırsanız, yırtılmayı önlersiniz
3. Partnerinizin anüsüne ya da vulvasına su bazlı kayganlaştırıcı (K-Y veya diafram jeli) sürün 4. Aynı kayganlaştırıcıyı folyonun bir yüzüne sürün
3-4
5-6 5. Folyonun ıslak tarafını partnerinizin anüsüne ya da vajinasına yerleştirin 6. Artık, güvenli bir şekilde istediğinizi yapabilirsiniz. Ancak folyonun diş veya tırnaklarınızla yırtılmadığına emin olun
7. Kullandıktan sonra folyoyu çöpe atın
LATEX ELDİVENLER NASIL KULLANILIR? Eğer, parmağınızı ya da elinizi partnerinizin anüsüne ya da vajinasına sokacaksanız latex cerrahi eldiveni giyin (bulaşık eldiveni değil), ve su bazlı kayganlaştırıcı kullanın. Çünkü elinizde farkında bile olmadığınız küçücük yaralar veya şeytan tırnakları olabilir. Keskin tırnaklara dikkat edin. Latex eldivenleri eczanelerden edinebilirsiniz.
YARARLANILAN KAYNAKLAR: Coalition for Positive Sexuality Center L.A. Gay & Lesbian Community Services Center San Francisco USCF AIDS Health Project
KAOS GL 30/17
T A R T I Ş M A NASIL BİR EŞCİNSEL HAREKET? LEZBİYENLER, ARTIK LUNA MI YİYECEĞİZ? Yeşim T. Başaran Sadece reklamlarda yaşayan mutfaklardan biri, ama sanki daha kalabalık ve düzensiz. Zaten gergin bir hava seziliyor. Gözlüklü cin gibi bir çocuk, kurabiye yapan ablasıyla margarini paylaşamıyor. Senindi, benimdi derken, çocuk ablasına “O gelcek di mi?” diyor muzip ve muzaffer bir edayla. O geliyor; uzun, sarı, dalgalı saçlı bir kız. Ablayla sarılmış masanın öteki ucunda otururken, kurabiyelerin en azından tadına bakabilmek için çocuğun bitmez tükenmez isteklerine boyun eğmek zorunda kalıyorlar. “Söyle!” “A la luna!” Türkçe’nin sevdiğim bir yanı; cansız nesne, kadın ve erkek üçüncü tekil zamiri aynı. Bu sayede kadınlar için ayrı “o”, erkekler için ayrı “o” demiyoruz. Reklamda da “O gelcek di mi?” diye sorduğunda çocuk, herkes ablasının erkek arkadaşı gelecek diye bekliyor, öyle ya kız arkadaşı olacak değil ya. Bu sayede, televizyonunun karşısında mayhoş mayhoş reklamları izleyen ortalama televizyon seyircisi, erkek beklerken karşısına kız çıkıverince şöyle bir koltuğundaki şeklini değiştiriyor, bir an kafası karışıyor. Ama sonra her şey yerli yerine oturuyor, gelen arkadaşıymış canım. Hem vatandaş lezbiyen reklamı diye ürküntü yaşamıyor, hem de reklamcı amacına ulaşmış oluyor: reklam dikkatleri üstüne toplayabiliyor. Bu reklamın özellikle lezbiyenlerin ilgisini çekmek gibi bir amacı var mı? Sanmıyorum. Çünkü lezbiyenler bu ülkede, “aa.. türkiye’de lezbiyen mi varmış” diye sorulacak kadar görünmezler. Varlar, tabi, ama insanlar komşularından en az birinin lezbiyen ya da gay olabileceğini bilinçli bir şekilde kavrayana kadar, lezbiyenler yokmuş gibi olacak. Hiçbir reklamcı da olmayan (!) lezbiyenlerin ilgisini çekmeyi özel bir marifet saymaz heralde. Lezbiyen ve gaylerin kendileri de “olmamaya” o kadar alıştırılmışlar ki, bu reklamdaki kızların alenen sevgili olduklarına kimseyi ikna edemiyordum, neredeyse. “Değildir, canım! Sadece arkadaşıdır.” Peki, o zaman çocuk neden “O gelcek di mi?” diye sorarken o kadar muzipti? Yazılan hikayelere bakınız. Çocuk aslında ablasının arkadaşına aşıkmış da, o nedenle soruyormuş, hani artık gelmeyecek mi, gibilerinden. İyi de o zaman neden, sarışın kız geldiğinde çocuk kızla değil de, kurabiyelerle ilgileniyordu. Ya da soruyu soruş tarzını ele alalım. Çocuk mutlu ve heyecanlı sormuyordu ki, “eğer bana kurabiye vermezsen, seni anneme şikayet ederim” ses tonuyla soruyordu. Sonuçta, yönetmenin amacı oldukça ortada. Öyle öğeler yerleştireyim ki, izleyenler kızın erkek arkadaşı gelecek diye beklesin, ama gele gele bir kız gelsin; hah ha ne kadar komik, müthiş bir fikir... Biz lezbiyen ve gayler dediğim gibi, “olmamaya” alıştırılmışızdır. Yani biz bile düşünemeyiz, komşularımızdan en az birinin lezbiyen ya da gay olduğunu. Biz de o kadar alışmışızdır ki heteroseksist düşünce yapısına, farketmeyiz bile. Yani, bu reklamdaki kızların lezbiyen canlandırdığına ikna olmamız güçtür, çünkü neden bizim için reklam yapsınlar ki, gibi bir saplantımız vardır. Biz önemli insanlar mıyız? Hepimiz kendimizi keşfettiğimiz yaşlarda kendimizi önemsiz ve yalnız hissetmişizdir, heralde hala o zamanların kalıntısı, şöyle gururla nasıl lezbiyen olunuru bazen unutup eski, korkunç günlerimize dönüyoruz. KAOS GL’nin haftalık toplantılarından birinde, arkadaşlardan biri, gruba katıldığında eşcinselliğinin ne kadar da önemli bir şey olduğunu anladığını söylemişti. Öncesinde ise, işte ööyle bir şey, yani hata mı desem, kusur mu, ne bilim ya. Ama insanlar yalnız olmadıklarını, hissettiklerini sapıklık olmadığını, televizyonların, gazetelerin yalan söylediğini öğrendiklerinde kendilerine güvenmeye başlıyorlar. Ama bu öyle kolay hayata geçen bir şey değil. Pek çok arkadaş bu reklamı izlediğinde tıpkı ortalama reklam izleyicisi gibi kavrandı reklam tarafından, “aa... lezbiyen mi... yok canım değildir, daha neler?” Bir reklam filmi yönetmeninin lezbiyenli bir reklam filmi çekmesi çok mu şaşırtıcı? Kendimizi yok saymaya, olmamaya o kadar alışmışız ki, demem boşuna değil. İnsanlar bu reklam filminde sırf ilgi çeksin diye lezbiyen kullanılabileceğini bile düşünemiyorlar. Tamam, türkiye’de şu yıllarda lezbiyenler ve gayler yokmuş gibi yaşıyoruz. Ama bu böyle devam etmeyecek. Hala kendimize güvenemediğimiz için varlığını kabul edemediğimiz eşcinsel özgürleşme hareketi insanların beynine lezbiyenlerin ve gaylerin var olduklarını çakacak kısa bir süre sona. Bu bir kehanet değil. Eşcinsel hareketin otuz yıl önce başlamış olduğu ülkelere bakıyorum sadece. Oralarda lezbiyenler ve gayler reklamlarda kullanılıyor ama bizim luna reklamındaki gibi şaşırtıp akılda kalmak için değil. Lezbiyenler ve gayler bizim burada yaşadığımızdan daha görünür yaşadıkları için, insanlar lezbiyenlerin ve gaylerin farkında, o zaman sinemanın da bir lg tüketici kitlesi var, reklamların da bir lg tüketici kitlesi var. Ve elbette
KAOS GL 30/18
reklamcılar da bunun farkında. Onlar lezbiyenlerin ve gaylerin ilgisini çekebilmek için, ne kadar da gay dostu olduklarını göstermek için lezbiyenli, gayli reklam filmi çekiyorlar. Madem başka ülkelerde insanlar bizim geçtiğimiz yollardan geçmişler, o zaman oralara bir göz atıp türkiye’ye dair tahminde bulunmak ve strateji belirlemek gerekir gibi geliyor bana. Lezbiyen gazeteci yazar Sarah Schulman’ın Progressive Temmuz 1995 sayısında yazdığına göre, ‘60’lı yıllardan günümüze lezbiyen ve gay özgürleşme hareketi çok farklılaşmış, ticarileşmiş. Bunun en açık göründüğü yerler de lg basınları. Artık ABD lezbiyen ve gay dergileri önde gelen lüks tüketim maddelerinin reklamlarını almak için, sanayicileri okurlarının ortalama yıllık gelirlerinin $ 55,000 olduğuna inandırmaya çalışıyorlar, ayrıca lezbiyen ve gaylerin satın aldıkları markalara ne kadar sadık olduklarına. Bu reklamcılık zihniyeti sayesinde, Schulman’a göre anaakım medyayla gay basını arasındaki fark kapanmış, gay basınında önde gelenler artık entellektüeller değil de pazarlamacılar olmuş. Türkiye’den bakınca inanmamızın oldukça güç olduğu bir şey daha, reklamcıların hedefi olma konusunda HIV+’ler de lezbiyen ve gaylerden geri değilmiş artık, AIDS dergilerinin sayısı gözardı edilemez biçimde artmış. Bu mekanizmanın nasıl işlediğini anlamak çok kolay. Virgin Havayolları, OUT dergisine verdiği bir reklam sonucu, tam 250 teşekkür mektubu aldı. Neden mi? Reklam spotu şöyleydi: “Aileniz sizi kabul etmeyebilir, ama Virgin Havayolları ediyor!” Olivia tatil köyleri, dünyada tek mi bilmiyorum ama sadece lezbiyenlerin gittiği bir tatil köyü. Oranın reklam spotuna da bir göz atmak istersiniz heralde: “Kadınları sevmenin norm olduğu bir yer düşünün!” Mulryon/Nash adında bir gay reklamcılık şirketine göre “gay tüketiciler” eğitim seviyesi ve gelir düzeyi bakımından ortalama Amerikalı’dan daha iyi durumda. Size yaptıkları araştırmadan iki örnek: “Ortalama Amerikalıların %18’i üniversite mezunuyken, lezbiyenlerin ve gaylerin %61’i”, “Ortalama Amerikalıların %8’i cimnastik salonlarına giderken, lezbiyenlerin ve gaylerin %43’ü”. Ben öyle anketlerden, rakamlardan pek anlamam ama şunu biliyorum ki, bu reklamcılık şirketi müşterilerini lezbiyenlerin ve gaylerin alım gücünün ve fazladan tüketilebilecek parasının çok olduğuna ikna etmeye çalışıyor. Bu doğru. Çünkü, görünür yaşayabildikleri ülkelerde kimse lezbiyenleri ve gayleri evlenmeye zorlamıyor. O nedenle aile kurmayan lg’lerin çocuk yapma oranı da oldukça düşük oluyor. Bizim anladığımız anlamda aile sorumluluğu olmadığı takdirde, kazandıkları paranın büyük çoğunluğunu fazladan harcayarak kapitalist çarkı döndürebiliyorlar. İşte reklamcılar müşterilerine bunu anlatmaya çalışıyorlar. Hala tüm kapitalistler bu sektörün farkında olmadığı için rekabetin de oldukça düşük olduğu bir piyasa. Çünkü, eğer sen bir ürünün tek markası olarak girersen lg piyasasına, o andan itibaren tüm lezbiyenlerin ve gaylerin senin bilmemneni satın alacağından emin olabilirsin. Bir de tüm bu parasal çıkarımların yanısıra, işin bir de psikolojik boyutu var. Yukarıdaki reklam spotlarına bir daha göz atar mısınız, lütfen? “Aileniz sizi kabul etmeyebilir, ama Virgin Havayolları ediyor!”, “Kadınları sevmenin norm olduğu bir yer düşünün!”. Tamamen lezbiyenlerin ve gaylerin dışlanmış olma hislerin kullanarak onlara yapay bir özgürlük, yapay bir dayanışma sunuyorlar. Bana para verdiğin sürece neden senin yanında olmayayım ki? Tüm bunlar bir sihirbazın sopasıyla bu hale gelmedi. ‘60’larda başlayan lezbiyen ve gay özgürleşme hareketi yanlış stratejilere saptı ve sadece zincirlerinin gevşetildiği bir özgürlüğe “evet” diyecek bir hal aldı. Paramla özgür oluyorsam, olurum tabi! Ama param olmadığı zaman n’olacak, parası olmayan lezbiyen ve gayler n’olacak? Üstelik insanların seni hiç karşılıksız anladığı, gerçekten anladığı bir toplum düşlemek daha istenebilir değil mi? Ama bir kere yollar saptı işte, bir çok ülkenin, kentin gay pride yürüyüşünde, caddeden aşağı yürüyen lezbiyenler ve gayler “We’re here, we’re queer, we’re gonna shopping!” Sizler diye slogan atıyorlar. “İbneyiz, buradayız, alışverişe gideceğiz!” Tek gerekçe caddenin etrafındaki dükkan tartışmaya katılmıyor sahiplerinin olurunu almak, “bak biz de parası olan musunuz? Yoksa tembellik mi insanlarız, biz de sana çok kazandırırız, o nedenle artık vazgeç şu eşcinsel düşmanlığından, sev bizi bak çok ediyorsunuz? Hareket zenginiz!” Bu durumda, biz türkiyeli lezbiyenler ve gayler olarak, önümüzde bizi bekleyen günlere şimdiden hazırlıklı olmalıyız. Bir televizyon reklamında bir lezbiyen veya gay rol varsa, bunun bizim için sevinilecek bir şey olmadığının farkında olmalıyız. Daha şimdiden sırf reklamında lezbiyen var diye luna yemeye başlarsak gelecekte gerçekten lezbiyen ve gay kitleyi hedef alarak yapılacak reklamlardan hiç kurtuluşumuz olmaz, reklamlardan kurtulamazsak hiçbir baskı ve sömürüden de kurtulamaz, özgürleşemeyiz.
hakkında düşüncelerinizi, bugüne kadar yazılanlar hakkındaki görüşlerinizi bekliyoruz. Eşcinsel hareket hepimizin düşüncesine ihtiyaç duyuyor. Düşüncelerinizi, önerilerinizi adresimize bekliyoruz.
KAOS GL 30/19
eşkıya büyük bir aþk ve istanbul masalý YÖNETMEN :Yavuz TURGUL OYUNCULAR :Şener ŞEN, Uğur YÜCEL, Sermin ŞEN, Yeşim SALKIM Atilla KARAKIŞ Bu yazı bir film çözümlemesi değil. Bir filmin tanıtımı olarak da değerlendirmeyin. Ben bu filmi izledim ve aşağıdakileri yazmak istedim. Aslında her film eleştirmeni eleştirisinde kişisel yargılarını barındırır. Bu nedenle bu yazının film eleştirisi olması da mümkün pekala.
şeyin düşünülerek yapıldığı, tek başına incelendiğinde rahatsız edecek şeylerin filmin bütünlüğü dolayısıyla hiç de batmadığını düşünüyordum. Sevgilimle yürüyorduk ve ilk sözüm “eşkıyanın finalde o kadar insanı birer kurşunla öldürmesinin bile rahatsız etmediği” olmuştu.
Bu film hakkında hemen hemen herkes bir şeyler yazdı. Beğenenlerden, olumsuz eleştirenlere kadar uzanan bu yazılardan sonra en sonunda TRT bir belgesel hazırladı.
Benim rahatsız olmadığım bu durum filme olumsuz eleştiriler getirenlerin en çok kullandığı bir şeydi. Doğrusu bu filmin savunusunu yapacak değilim ama Amerikan filmlerinde film kahramanının dünyayı kurtarmasına alkış tutanların bile üstelik filmin bütünlüğünü göz ardı ederek bu eleştiriyi getirmesi “herkesin beğendiği filmi eleştirebilme cesareti gösterisi” gibi geliyor bana.
Filmin gördüğü ilgi, insanların yoğun izleme talebi, birçok kişinin film hakkında yazma isteği başlı başına sosyolojik bir çalışma konusu. Bu çalışmanın da yapılacağını sanıyorum. Gerçekten de Türkiye’de en çok izleyici toplayan film olma başarısını yakalamasının arkasında neler olduğu incelenmeli. Sinemaların son yıllarda yeniden toparlanması, kimi filmlerin kapalı gişe oynaması alıştığımız bir şey. Ancak hiç bir film bu kadar yoğun izleyiciyi bu kadar sürede toplamadı. Bir yılı aşkın süre vizyonda kalan Cesur Yürek filminin bile geride kalması şaşırtıcı. Metropoller dışındaki seyirciler bir filmi izlemek isterse televizyonda yayınlanmasını beklerlerdi. Oysa bu film için en yakın kente gidip, günlerce öncesinden biletini alıp, filmi izleme gayretleri oldukça ilginç. Yavuz Turgul’un Muhsin Bey filmini izlediğimde oldukça etkilenmiştim. Daha sonra bu filmi televizyonda da bir kaç kez izleme olanağına kavuştum. Her defasında aynı duyguları yaşadığım bu filmden sonra Yavuz Turgul’un sinema diline hayran olmuştum. Ancak yine de Eşkıya filminin çekildiğini duyduğumda her hangi bir beklentiye düşmemiştim. Örneğin Emir Kusturica’nın bir film çektiğini duyduğum zaman o filmi dört gözle bekler, beğeneceğimden kuşku duymadan filmi görmeye giderim. Oysa Eşkıya filmini görmesem de olur bir film olarak nitelendirmiştim. Belki de Muhsin Bey gibi bir filminden sonra Yavuz Turgul’un başka bir filmini izlediğim takdirde aynı tadı bulamama kaygısından dolayı izlemeye çekiniyordum. Oyunculardan dolayı görmeye karar vermiş ve yorucu bir bilet sırasının ardından sinemaya girebilmiştim. İlk sahneden itibaren beni sarıp sarmalayan film bittiğinde sinemadan büyük bir hazla çıkmıştım. Tıkır tıkır işleyen bir film, fazlası-eksiği olmayan sahneler... Her
Geçen sayının ikinci sayfasında benim bu yazımdan bahsetmiş ama bu yazı sizlere ulaştığında büyük olasılıkla filmin gösterimden kalkacağını belirtmiştik. Bütün beğenilerime rağmen filmin daha uzun süre bu ilgiyi göreceğini ummuyordum. Hala görmemiş olanlara filmi izlemelerini önererek filmden bahsetmek istiyorum. Film daha ilk sahnelerinde bir masal, bir destan anlatılacağının sinyallerini veriyor. Eşkıya Baran’ın eskiden köyünün olduğu yerde -artık sular altında kalmıştır köyüyanına gelen yaşlı kadın gerçek bir yaşlı kadın değildir. Neredeyse birden ortaya çıkan bu kadın sadece suların yer aldığı bu yerde hala nasıl yaşamaktadır? O kadın aslında “aksakallı dede” işlevi görmektedir: Olanları anlatıp, olacaklar konusunda uyarmak. 35 yıl önce kendisini ihbar eden kişinin yanında kimin, neden bu işi yaptırdığını öğrenir. İhbarcı yıllarca ölümün korkusu ile beklemiştir ve artık ölüm karşısındadır. Ancak nereden geldiği belli olmayan kadın gibi Baran da aniden açık alanda kaybolmuştur. Burada da tipik destan/masal anlatısı vardır: “bir de ne görsün, adam uçup gitmemiş mi?” Film bu sahnelerin ardından İstanbul masalı anlatmaya başlıyor. Masalsı anlatımla ama gerçekçi bir İstanbul tablosu çizerek devam ediyor. Filmin genel mekanı olan Tarlabaşı, oraların insanı... Serseriler... İşin içine giren küçük çaplı mafya... Eski Türk filmlerinde yer alan mafyalar bana hep itici gelmiştir. Olmayan bir şey anlatılır gibidir. Belki de son günlerde gündemi işgal eden çete ve mafyalardan olsa gerek filmde çizilen mayfa bile tanıdık,
KAOS GL 30/20
sıradan... Filmin her karakteri sıradan. Otel sakinleri her ne kadar marjinal tiplerse de daha önce çizilen marjinal tiplemelerindeki yapaylık yok. Yaşlı fahişe, Beyaz Rus, oyuncu eskisi... Otelin sahibi belli ki bir eşcinsel. Çoğu filmlerde insanları güldürecek bir tip olsun amacıyla konulan eşcinsellerden sonra böyle birini görmek beni mutlu etti. Bu kişi hafif bir efemineliğine rağmen kelliğiyle, bıyığıyla tam da sıradan biri. Ve benim filmi izlediğim seanstaki hiç bir seyirci bu tipe gülmedi. Çünkü güldürecek bir tip olarak kullanılmamıştı. Büyük bir aşk ve İstanbul masalı alt başlığını kullanmıştım. İstanbul anlatılıyor; insanları, yapısıyla; yukarıda da belirttiğim gibi masalsı ama gerçek bir anlatım. Aşka gelince... Keje, Baran’ın hapse girmeden önceki sevgilisi. Zaten Baran’ın ihbar edilmesini sağlayan kişinin bunu yapma gerekçesi de Keje, Keje’ye olan aşkı. Ortada oldukça büyük aşklar var. Baran hapisteki 35 yılı Keje’ye olan aşkı sayesinde ölmeden geçirebilmiş. Keje’yle ilk karşılaşmasında anlattığı gibi; ciğerinin birini orada bıraktığı, defalarca dövüldüğü, bütün arkadaşlarını kaybettiği halde Keje’yi bir kez daha görmek, sesini bir kez daha duymak için yaşama sarılmış. Ölüme inat yaşamış. Baran’ın hapse girmesine neden olan kişi de Baran’ın en yakın arkadaşı olmasına rağmen Keje’ye olan aşkı uğruna en yakın arkadaşının hapse girmesine neden olmuş. Keje’yi de alarak İstanbul’da oldukça zengin bir hayata kavuşmuş olan bu adam, öylesine büyük bir aşkla bağlı ki, Keje 35 yıldır tek kelime konuşmadığı halde onunla birlikte. Ve Keje Baran’a olan aşkı dolayısıyla 35 yıl kimseye tek kelime söylememiş biri. Keje konuşmamasına rağmen hayata küskün biri değil. Aksine o çevresindekileri cezalandırıyor. Çevresini kendi sesinden mahrum ediyor. Kendisi bu zengin hayatın tüm nimetlerinden yararlanmış, varlığıyla çevresi üzerine otoritesini kurmuş bir kadın. Keje de Baran’ı bekliyor. Ona olan aşkı ile biliyor ki bir gün Baran gelecek. Her gece yıldızlara bakıyor; “her yıldız kaydığında bir eşkıya daha dünyadan göçüp gidiyordur” söylencesinden, Baran’dan başka türlü haber alamadığından dolayı yıldızlardan bir haber bekliyor. Baran ve Keje’nin her karşılaşmasında perdeden seyirciye yansıyan duygusallık filmin seyirciyle kurduğu diyalogdan kaynaklanıyor. Bu sahnelerde gözlerinizin dolmaması mümkün değil. Konuşulmadan aktarılan sevgiyi hissetmemeniz mümkün değil. Keje’nin kocasının yaptıklarına rağmen onun da aşkı karşısında söyleyecek söz bulamıyorsunuz. Sevgisinin başkalarına her defasında verdiği ölümcül zararlara rağmen sevgisi karşısında saygı duyuyorsunuz. Bu karmaşık aşkların dışında da Baran’ın bitirim Cumali’ye, onda gördüğü yitirmiş, yaşayamamış olduğu gençliğe olan aşk var. Cinsellik içermeyen bu aşk Keje’ye olan aşkının bile üstünde yer alıyor.
Cumali’nin mahallelerindeki kıza olan aşkı da patronuna büyük bir kazık atmasına neden olacak, ölümü göze alacak kadar büyüktür. Filmin bir sahnesinde otelin ilk katından itibaren sırayla odaları röntgenliyorsunuz. Bir odada sevişen bir çift, üst katında intihar eden bir adam, onun üstünde birbirinin sıcaklığına, varlığına sığınmış iki insanın dinginliği. Bir mekanda yaşanan farklı şeyler. Küçük bir hayat parodisi... Filmin finalinde söylencedeki yıldız kayıyor, bütün aşklar kaybediyor. İstanbul ise aynı İstanbul. Yeni masallar yaşatmak üzere... Film görsel olarak ve anlatım olarak kusursuz. Muhsin Bey’deki Yavuz Turgul anlatımını burada da görüyoruz. Turgul burada da anlatıcı. Hiç kimseyi “doğru” bir kişilik olduğu iddiasıyla sunmuyor. Yani anlattığı kişiyi savunmuyor. O kişiliği anlatıyor. Ve Muhsin Bey filminden sonra insanların Muhsin Bey karakterine bayılmalarından duyduğu rahatsızlığı dile getirdiği, “insanlar madem bu kadar sevdi bu adamı, neden çevremizde bu tip insanlar değil de karşı kişilikler prim yapıyor?” sorusu aklıma geliyor. Filmlerde anlatımın önemli olduğuna inanıyorum. Bir filmde sıradan şeyler anlatılırken bile küçük mucizelerin varlığını seviyorum. Olaylar çok çeşitli gelişebilir. Neden böyle değil de şöyle oldu demek tersi bir durumda aynı söylemle aynı eleştiriyi doğurmaz mı? O nedenle neyin nasıl anlatıldığına bakıp, anlatımın düzeyini eleştirmek gerekmez mi? Bir olayın farklı gelişebileceğini düşünür ve öyle olmasını isteyebilirsiniz. Ama öyle olmadığı için eleştiremezsiniz diye düşünüyorum. Bir filmde saniyelik farklarla filmin kahramanı ölümden kurtulur. Böyle bir olasılık gerçek hayatta pek gerçekleşmez. Ama sinemanın büyüsü de biraz burada gizlidir. Gerçek hayatta olması zor olan şeyler perdede gerçekleşir ve bunu kabullenirsiniz. Kabullenmenizi sağlayacak mantığı kurabiliyorsa bu mucizelere benim bir itirazım yok. Bu filmde ise bu kadar keskin mucizelere rastlamıyorsunuz bile. Bu filmin güneydoğuda yaşananları çarpıttığı gibi eleştiriler okudum. Bu eleştiriler karşısında nutkum tutuldu. Bariz bir şekilde güneydoğu gerçeği, ya da güneydoğu üzerine bir film olmadığı ortada olan bir filme nasıl böyle bir eleştiri getirilebiliyor? Güneydoğu hakkında cesur filmlere elbetteki ihtiyaç vardır. Ama bunu neden Turgul yapmadı demek, hatta bu film neden böyle bir konuyu anlatmıyor demek saçmalıktır. Özellikle yazılarının çoğunu büyük bir zevkle takip ettiğim Yıldırım Türker’in bu film hakkında yazdığı yazı beni oldukça şaşırttı. Beğenir, beğenmez; eleştirisini de yapacaktır. Ama getirdiği eleştirilerin böylesine ilgi gören bir filme yapıldığı ve kendisinin de sinema sektörü içinde yer alan biri olması göz önüne alındığında ister istemez şeytan dürtüyor; bir kıskançlık mı? Çünkü beklentisini karşılayacak bir film senaryosunu elbette
KAOS GL 30/21
yazabilecek yetenekte olan Yıldırım Türker, istediği konuyu anlatma iddiası bir yana kıyısından köşesinden böyle bir konu anlatacağı izlenimi vermeyen bir filme nasıl oluyor da böyle bir eleştiri getiriyor, anlayamadım. Yine Türker’in eleştirisinde yer alan filmin finalindeki, eşkıyayı kovalayan polislerin çok sevecen davranması, eşkıyaya zarar vermekten kaçınan tipler olduğu iddiası da beni kuşkuya düşürdü; acaba filmin benim gördüğüm kopyasından farklı kopyaları da mı var? Benim izlediğim filmde polisler oldukça kalabalık ve suçlu yakalamaktan ziyade, ölü ele geçirme operasyonuna gelmiş gibiydiler. Hepsi de kurşunlarını eşkıyaya doğru boşaltıyorlardı. Ama Türker’e göre polisler iyi gösteriliyordu, ama ben nedense sevemedim bu polisleri. Yeteri kadar şirin gösterememiş demek ki Yavuz Turgul. Yukarıda belirttiğim gibi bu filmin savunusunu yapacak, Yıldırım Türker’in yazısını okuduğumda itirazım olan tüm noktalara değinecek değilim. Ve elbette ki Türker de beğenmediği noktaları yazacaktır. Ama yol ve yöntem bildiğini düşündüğüm birinin yazısının beni böylesine rahatsız etmesi nedeniyle burada kendisini de anmadan edemedim. Yavuz Turgul’un bundan sonra işi daha da zor. Çünkü Eşkıya filmi Türk sinemasının seyircisiyle artık yeniden birlikte olacağını müjdeleyen bir film değil, yani artık insanlar her Türk filmine koşacak değil. Turgul da bunu bilen biri. Yeni bir film yapacağında Eşkıya’yı aşan bir film olmak zorunda bu. Ve ben böyle bir film göreceğim umuduyla Yavuz Turgul’un yeni filmini dört gözle bekleyeceğim.
Avrupa Birliği Üyeleri Parlamentosu kadın, etnik azınlık, lezbiyen ve gay üyelerinin maruz kaldığı ayrımcılıkların sona ermesine güvence getiren bir raporu kabul etmedi.
Portekiz Ceza Yasası değişti. Eski yasaya göre, heteroseksüeller için cinsel rıza yaşı 14, eşcinseller için de 16’ydı. Şimdi ise heteroseksüeller ve eşcinseller için 16. 175. madde ise hala uygulamada. Buna göre 14-16 yaş arası bir gençle eşcinsel ilişkiye giren yetişkin kişi iki yıla kadar hapis cezasına çarptırılıyor. Bu değişiklik sonrasında, aynı sınır heteroseksüeller için de geçerli oldu. İspanya Sosyalist Partisi gay çiftlere, miras gibi, evli çiftlere tanınan hakları içeren bir partnership yasa tasarısı sundu. Bu yasa tasarısı evlat edinme hakkını da içermediği için bazı gay grupları tasarıyı imzalamayı reddetti. International Gay & Lesbian Human Rights Commision (IGLHRC Uluslararası Gay & Lezbiyen İnsan Hakları Komisyonu) ve Grupo gay de Bahai (GGB) bir insan hakları raporu yayınladılar: Nefret Salgını; Brezilya’da Lezbiyen, Travesti ve Gaylere İnsan Hakları İhlali. GCB’nin verdiği rapora göre Brezilya’da 1996’da toplam 126 lezbiyen, travesti ve gay cinsel yönelimlerinden dolayı öldürüldü. Sık sık tehdit telefonları alan Asociacion Triangulo Rosa üyeleri, 16 aralık günü bürolarının bütün camlarını kırılmış halde buldular. Saldırının amacı, Costa Rica’da bir lezbiyen ve gay örgütü olan Triangulo Rosa üyelerine gözdağı vermek ve Alajuela’daki bürolarını kapattırmak. Bu saldırının ardından, saldırganlar büronun kapı ve duvarlarına müstehcen sözler yazdılar, grup Alajuela’yı terketmelerine dair tehdit telefonları almaya devam ediyor. Grup yerel polise şikayette bulunduysa da, polis kendi vazifeleri olmadığını ileri sürerek konuyla ilgilenmeyi reddetti. Bunun üzerine grup .Organismo de Investigacion Judicial (Institution for Judicial Investigation) ve Defensoria de los Habitantes de la Republic (Defender of the Inhabitants of the Republic) gibi kurumlara da başvurdu, ancak bir sonuç alamadı.
KAYNAKLAR: IGLHRC/ERN EuroLetter 47 KAOS GL 30/22
KÜBA
HOMOSEKSÜELLİK, HOMOFOBİ VE DEVRİM: KÜBA’NIN LEZBİYEN VE GAY DENEYİMİNİ ANLAMAK İÇİN NOTLAR-II LOURDES ARGUELLES & B. RUBY RICH özetleyerek çeviren: devrim 1959 Devrimi’nin Gay & Lezbiyenler Üzerindeki Etkisi 1959 Devrimi, yalnızca Havana yeraltı dünyasını tamamen ortadan kaldırmakla kalmayıp, üretken bir ekonominin gelişimine de katkıda bulundu. Bu da, devrim öncesinde yeraltı dünyasına kar getiren işlerde çalışan eşcinsellere karşı belirli çevrelerde gösterilen yüzeysel hoşgörünün artık ortadan kalkacağı anlamına geliyordu. Üstelik, devrim komitesi kapitalizmin yol açtığı belalara karşı savaş açmıştı ki eşcinsellik de, bu belaların en önemlilerinden biri olarak görülüyordu. Göç kaçınılmaz olarak ve birdenbire başladı. Havana yeraltı dünyasının patronları, işletmecileri ve birçoğu eşcinsel olan emekçileri Miami’ye (A.B.D.) kaçma çabası içine girdiler. Zaten yurtdışıyla bağlantıları olan kentsoylu eşcinsellerin çoğu, bir daha geri dönmemek üzere, ülkeyi terkettiler. Küba’da eşcinseller için yaşam değişmişti. Eski yeraltı dünyasının üyeleri ya devrim karşıtı eylemlere başladılar ya da CIA ile işbirliği içine girdiler. Diğer eşcinseller -özellikle işçi sınıfından veya küçük burjuva ailelerin öğrenci çocukları- kendilerini devrime entegre edebilmek için çalıştılar. Çoğu, devrimin getirdiği baskıların geçici olduğuna inanmak istiyordu. Bu eşcinseller için sınıf ve sınıf çıkarları, eşcinselliğe oranla, kendi kimliklerinin daha önemli bir yanını oluşturuyordu. Ve devrim de, bu kimlikleri (sınıfsal kimlikleri) ve çıkarları temsil ediyordu. Tüm olanlara karşın, sınırlı da olsa, eşcinseller için bazı toplumsal olanaklar vardı; çöken yeraltı dünyasının eski üyeleri olan eşcinsellerle daha ilerici olanlar arasında bir yakınlaşma ve dayanışma yavaş yavaş başlıyordu. Gene de bu kaynaşma (erkek ve kadın rollerinin farklılıkları ve kadınların kamusal alandan kopukluğu da hesaba katılırsa) daha çok eşcinsel erkekler için geçerliydi. Birçok ilerici eşcinsel, devrim karşıtı olmakla suçlandı, hatta tutuklandı. Genç kuşaktan olan eşcinseller de, bar ve kafelerde eşcinsel gruplarla tanışmanın yollarını arıyorlardı; bu da, onların devrim karşıtı ideoloji ve pratiklerle tanışmalarını sağladı.
Eşcinsellerin devrime bakışları, sınıf çıkarlarına bağlı olarak değişiklik gösteriyordu. Küçük burjuva eşcinsellerin çoğu, tarım ve şehir reformlarının, çıkarlarını tehdit etmesi yüzünden yeraltı dünyasının artıkları olan eski tüfeklerle işbirliği içinde devrime muhalefet ediyorlardı. Öte yandan CIA de, Kübalı’ları ABD’ye göçe teşvik etmek için kampanyalar yürütüyordu. Küba’daki rejim, bu gelişmelerin uluslararası arenada Küba devrimi hakkında olumsuz bir imaj yarattığını ve bunun da ABD’nin ekmeğine yağ sürdüğünü düşünüyordu. Bu durumu değiştirmek için Küba hükümeti tarafından, devrimin kendilerini tehdit ettiğini düşünen farklı gruplara seslenen bir dizi kampanya başlatıldı. Fakat aynı dönemde CIA tarafından desteklenen sistemli komando eylemleri de başladı. Buna tepki olarak, Küba’da ulusal güvenliği sağlama amacıyla askeri ve hukuki yaptırımlar uygulamaya kondu. Korku ve tehlikelerin ürünü bir siyasi paranoya, her türden farklılığın potansiyel bir tehdit olarak görülmesine yol açıyordu. Sonuçta eşcinsel barları da devrim karşıtı faaliyetlerin merkezlerinden biri olarak algılanmaya ve tepki çekmeye başladı. 1960’ların başında, aslında hemen devrim sonrasında kurulmuş olan Devrimi Koruma Komitesi, yeni bir anlam kazanmış oldu. İç güvenliği sağlamak için kurulan komite, artık kamusal ve kişisel alanları sıkı bir denetim altına almak amacıyla, kendi casuslarıyla toplumun her alanını ve bütün toplumsal ilişkileri yakından izlemeye başladı. Kaçınılmaz olarak Küba’lı lezbiyenlerin ve gaylerin gündelik hayatına derin bir şüphe ve iyiden iyiye bir gizlenme kaygısı yön verir oldu. ABD’nin sığınma hakkına getirdiği kotalar ve sınırlamalar da buna eklenince, durum iyice içinden çıkılmaz bir hal aldı. Birtakım ideolojik değişiklikler de oldu: Sosyalist Parti 1930’ların ve ‘40’ların Sovyet rejimine benzer bir yaklaşımla, eşcinselliği, burjuva çöküşünün bir parçası olarak gördüğünü ilan etti. Ayrıca Sosyalist Parti liderleri, cinselliğin ifade edilmesini ve gizlenmemesi gerektiğini, çünkü cinselliğin özel bir mesele veya kişisel bir özgürlük
KAOS GL 30/23
değil, topluma karşı bir görevin yerine getirilmesi olarak görülmesi gerektiğini söylüyorlardı. Küba’lı yazarlar ve sanatçılar sendikasında yoğunlaşan lezbiyen ve gay entelijansiyası, eşcinsellik konusunda, resmi ideolojinin politikalarına karşı bir eleştiri getirmiyordu. Bu tip tartışmalar genellikle özel mekanlarda yapılıyor ve gizli tutuluyordu. Dolayısıyla, daha çok, kişilerin bireysel görüşlerini yansıtıyor ve etkin bir muhalif hareketin ortaya çıkması da mümkün olamıyordu. Sonuçta, tepkisizlik ve sessizlik, Sosyalist Parti’nin resmi görüşlerinin bu konuda da kamusal alanda geçerliliği olan tek yaklaşımı belirlemesine ve entellektüel çevrelerde bile hegemonyasını kurmasına sebep oluyordu. Kamusal bir gay & lezbiyen direnişinin yokluğunun üç temel nedeni vardı. En önemlisi, egemen cinsellik düzenini sorgulayan ve cinsiyetçilik karşıtı politikalar üretebilecek bir feminist söylem geleneğinin olmayışıydı. İkinci neden eşcinselliğin algılanışıyla ilgiliydi: Eşcinsellik gerek straightler gerekse gay & lezbiyenler tarafından, yalnızca, karanlıkta on-onbeş dakikada olup biten bir şey olarak algılanıyordu. Üçüncü neden daha çok bireysel çıkarların dayattığı bir şeydi: Saklanarak yaşayan birçok entellektüel, kişisel ayrıcalıklarını ve ünlerini yitirmekten korktuklarından, resmi politikaların homofobikliği ve ayrımcılığı karşısında sessiz kalmayı tercih ediyordu. Eşcinsellik karşıtı retorik, 1965’te Üretimi Destekleyici Askeri Kampların kurulmasıyla daha bir somutluk kazandı. Birçok gay, kamplara yerleştirilenler arasındaydı; lezbiyenlerse görece az görünürlülüklerinden ve kadınlara farklı muamele yapılmasına yol açan cinsiyetçilikten dolayı daha şanslıydılar. Artan uluslararası baskı ve ülke içindeki muhalefetten ötürü, kampların ömrü kısa sürdü ve bu kamplar 1967’de kapatıldılar. Ancak ‘60’ların sonuna doğru, komünist rejimlerde cinsel davranışlara yönelik resmi yaklaşımlarda görülen yumuşama ve değişiklikler Küba’daki resmi çevreleri de etkiledi. Örneğin 1968’de Doğu Almanya yetişkinler arasında eşcinsel ilişkileri yasaklayan yasaları kaldırdı. Küba’nın Batı Avrupa ve ABD’deki ilerici politik hareketlerle iletişim kurma ve onlardan destek bulma gereksinimi de resmi retoriğin değişmesinde rol oynadı: Artık eşcinseller tedavi edilecek cinsel sapkınlar olarak tanımlanıyordu, cezalandırılması gereken suçlular olarak değil. Küba’nın resmi çevrelerinde bu değişimler yavaş yavaş sürüp giderken, gay & lezbiyenlerin günlük yaşamlarında da olumlu denebilecek gelişmeler oluyordu.
1976’da çıkarılan Aile Yasası buna bir örnek olarak gösterilebilir. Toplumsal ve ahlaki değerlerdeki cinsiyetçi yaklaşımların anlaşılmasında ve tartışmaya açılmasında etkili olan bu yasa, zorunlu heteroseksüellik hakkında sessiz kalmasından ötürü Küba toplumundaki yaygın homofobinin sorgulanması noktasında etkisiz kalmış ve gay & lezbiyenler üzerinde dolaysız bir olumlu gelişmeye yol açmamıştır. Gene de, 70’lerde kadın haklarındaki kimi kazanımlar, lezbiyenlerin yaşam koşullarını hissedilir bir şekilde değiştirmiştir. Küba’da 1980 Sonrası Gay & Lezbiyen Yaşamı ‘80’lerde Küba’da gay & lezbiyenler için yaşamın, kimi açılardan, Stonewall ve Gay & Lezbiyen Özgürlük Hareketinden ve modern gay & lezbiyen kimliklerinin ortaya çıkmasından önce ABD’deki gay & lezbiyen yaşamına benzediği söylenebilir. Saklanarak yaşamak ve tamamen açığa çıkmamak hala söz konusudur, ama artık bütünüyle bir gizlenmişlik anlamını taşımamaktadır bu. Birçok erkek ve kadının eşcinsel olabileceği artık kabul edilen bir gerçeklik olmasına karşın, bu hiçbir zaman kamusal alanda tartışılan bir konu olmamıştır. Bu da, aslında, Küba’daki eşcinsellerin yaşam tarzlarının ABD’deki ve Batı Avrupa’daki eşcinsellerin yaşam tarzlarından ayrışmasının kökeninde Küba’da farklı yaşam tarzlarına açık olan bir kamusal alanın olmamasının yattığını göstermektedir. Halen süren tüm baskılara ve sınırlamalara karşın, en azından birkaç büyük kentte, eşcinseller Küba toplumunun görünür bir parçası olma yolundadır. (Tabi, lezbiyen veya gay olmak, hala, Parti’ye üye olmayı engelleyen bir gerekçedir.) Her şeye rağmen, Küba toplumunda farklı kültür düzeylerinde ve farklı toplumsal sınıflarda, hükümette ve entellektüel çevrelerde kendini artık eskiye oranla daha az gizleyen eşcinseller vardır. Devrim öncesi dönemde olduğu gibi, eşcinseller kendilerini bir yeraltı ekonomisine ya da toplumsal yaşamdan kopuk alanlara kapatılmış hissetmemektedirler. Toplumca tanınan kimi eşcinsellerin varlığı, devrim sonrası dönemin ayrımcılığa son verdiğinin bir göstergesi olarak kabul edilmektedir. Fakat tüm bunlar, eşcinsellerin ABD’deki anlamıyla açığa çıktıkları ya da müzik, resim, şiir, sinema, edebiyat ve diğer sanat dallarında kendi cinselliklerini konu edinen ürünler ortaya çıkarabildikleri anlamına gelmez. Benzer bir şekilde, bir gay & lezbiyen kamusal alanının yokluğundan dolayı, gay & lezbiyenlerin bir araya gelebilecekleri kendilerine ait mekanları da yoktur.
Kaynak: Signs, A Journal of Women in Culture and Society 1984 Yaz sayısı
ABONELİK İÇİN YURT İÇİ 1 YILLIK ABONE BEDELİ 2.700.000.-TL, 6 AYLIK 1.350.000.-TL (POSTA DAHİL) T. İŞ BANKASI MEŞRUTİYET ŞUBESİ (ANKARA) ALİ ÖZBAŞ 4213 0544328 NO’LU HESABA YATIRILMALIDIR YURT DIŞI 1 YILLIK ABONE BEDELİ: 75 DM YA DA 50 $ T. İŞ BANKASI MEŞRUTİYET (ANKARA) ŞUBESİ ALİ ÖZBAŞ 4213 0544328 NO’LU HESABA YATIRILMALIDIR DEKONT YA DA FOTOKOPİSİNİ MUTLAKA ALİ ÖZBAŞ P.K. 53 CEBECİ/ANKARA ADRESİNE POSTALAYINIZ. TEK SAYILIK İSTEKLERDE 200.000.-TL’lık POSTA PULU GÖNDERİNİZ.
KAOS GL 30/24
KAOS GL 30/25
T
A
N
I
K
L
I
K
KAOS GL’nin notu: Aşağıdaki iki “mektup”bir okurumuz tarafından bu köşede yayınlanması önerisi ile gönderildi. İlk mektup, bu okurumuzun bir arkadaşından “mektuplaşmak” için aldığı adresten gelen bir mektup. İkinci mektup okurumuzun yanıtı. Gerek homofobi gerekse özel iletişim yanılsamasına karşı bir örnek olması dolayısıyla biz de yayınlamayı uygun gördük. ............. Efendi; Saçma sapan mektubunu aldım. Adresimi .......... isimli şahıstan aldığını yazmışsın, sana anlatayım; yaklaşık iki ay kadar önce bana adı geçen bu götlekten mektup geldi. Eşcinsel olduğunu, arkadaşlık kurmak istediğini, daha önce Kıbrıs’ta çalıştığını falan yazmış. Bu götleği daha önce hiç bir şekilde tanımadım, görmedim. Herhalde kendi örümcek kafasında benim eşcinsel olduğumu düşünmüş. Dünyadaki bütün insanları eşcinsel sanıyor herhalde. Hala anlayabilmiş değilim. Adresimi nasıl ve ne şekilde bulduğunu yazmamış. ......... efendi, o arkadaşından bana gelen ilk ve son mektuptu ve içeriğini yukarıda yazdım. Bu mektubu dikkate almadım. Yanlış gönderilmiş bir mektup diye düşündüm. Yazı yazma gereği duymadım. Çünkü ben kesinlikle eşcinsel değilim ve evli barklı, çoluk çocuğu olan bir insanım. Hiçbir basın yayın kuruluşuna adres vermedim, arkadaşlık teklifinde bulunmadım. Ayrıca eşcinsellerden de hoşlanmam. Bu sapıklıktan başka bir şey değil. Senden mektup gelince inanılmaz derecede öfkelendim. Sanki kendisiyle tanışıyor, yazışıyormuş gibi bir de sana adres vermiş. Adresimi nasıl temin etti, benim hakkımda bu saçma sapan, asılsız fikirleri nasıl elde etti? Hangi kanıya dayanarak mektup yazma gereği duydu. O orospu çocuğu mektup arkadaşın sana tanımadığı , hakkında bilgi sahibi olmadığı, yazışmadığı birinin adresini vererek ne kadar şerefsiz bir mahlukat olduğunu ortaya koydu. Anladığım kadarıyla o arkadaşının kanı bozuk. Damarlarında türk kanı değil, sidik dolaşıyor. Bak arkadaş, .......... denen götlekle hiç görüşmedim, mektuplaşmadım, tanımadım, tanımıyorum. Ayrıca hayatımda eşcinsel arkadaşım (mektup arkadaşı dahil) olmadı. Veya talebim olmadı. Adresim onun eline nasıl ve ne şekilde geçti, birinin şakası mı hala anlayabilmiş değilim. O orospu çocuğuna söyle bir daha bana mektup göndermesin. Nasıl ettiği meçhul adresimi sağa sola eşcinsel arkadaş diye lanse etmesin. Şayet götü yarak istiyorsa, birini bulup kendini düzdürsün. Benim ne geçmişte ne de şimdi eşcinsel ilişkim, saplantım olmadı. Yanlış adres çaldınız. Ben Kıbrıs’ta Türk Silahlı Kuvvetler mensubuyum. Rütbemi ve makamımı açıklamıyorum. Başta .......... .......ıköpek denen şahıs, sen ve arkadaş grubunuz bana bu şekilde mektup gönderirse bağlı bulunduğunuz Cumhuriyet Savcılığına şikayette bulunacağım. Yanlış kapı çaldınız. Emir Sayın Emir Bey, Mektubunuz bugün elime geçti. Şu anda size yazdığım bu mektup cevap değil, açık ve ciddi bir protesto mektubudur. Çünkü mektubunuzda kullandığınız sözcükler kesinlikle onuruma yedireceğim sözcükler değil. Doğrusu böyle tür bir hakareti asla kabullenemem.
Öncelikle şunu söyleyeyim ben ..........’le aranızdaki şeyin (var ya da yok) derecesini bilmiyorum. O mektubu gerçekten eşcinselsiniz de, onu kapamak için mi yazdınız ya da onlar gerçek miydi, onu da bilemiyorum. Eğer .......... size bir mektup yazıp da cevabını almamışsa ve de sizi hiç tanımadığı halde bana adresinizi vermişse gerçekten ayıp etmiş. Bunu rahatlıkla onun yüzüne de söyleyebilirim; ..........’e karşı sinirliliğiniz, onun hakkındaki fikirleriniz bir defa beni ilgilendirmiyor. Niçin benim ona bir daha mektup yazmamasını söylememi istiyorsunuz da kendiniz doğrudan ona söylemiyorsunuz? O size yazıp, homofobilerinizi kızıştırdıysa ben ne yapabilirim? Onun örümcek bir kafası olduğunu söylüyorsunuz. Sizini böyle biri olmadığınız ne malum? Doğru düzgün mektup bile yazamazken onu niçin bununla suçluyorsunuz? Dünya tabuları yıkarken, geleneksel değerler sorgulanırken, eşcinsellik de bu sorgulama içinde gerçekten tanınırken sizin bu yaklaşımınız çok mu yenilikçi? Eşcinselleri aşağılamaya kadar varan bu üslubunuzun orta çağda eşcinselleri yakan zihniyetten farkı ne? ..........’i suçlarken, işaret parmağınızı ona yöneltirken, diğer parmakların sizi gösterdiğini görememeniz gerçekten de çok acı. “Onun damarlarında türk kanı değil, sidik dolaşıyor” diyorsunuz. Doğrusu ..........’in ya da başka insanların damarında ne dolaşıp ne dolaşmadığı beni hiç mi hiç ilgilendirmiyor. ..........’in damarlarındaki kanda ne kadar türklük var bilmiyorum. Ama kesinlikle bildiğim bir şey var ki sizin damarlarınızdaki kanda insanlıktan eser YOK! Hem bu arada anlayamadığım, siz kimsiniz de, şu veya bu kişinin türk ya da başka bir ırktan olup olmadığına karar veriyorsunuz? Siz kendinizi ne sanıyorsunuz? Bu tür yaklaşımlarınız, ne kadar da faşizan biri olduğunuz açık göstergeleri. Eşcinsellerden hoşlanmıyor olabilirsiniz. Yalnız bu yaklaşımınızın önyargılı olmadığına emin misiniz? “Bugüne kadar bir eşcinsel tanıdığım olmadı, böyle bir talepte de bulunmadım” diyorsunuz. Eşcinselleri tanımadan nasıl bu kadar aceleci davranıyorsunuz. Nedir bu önyargılı ve ırkçı tutumunuz? Sorunum benimle yazışmayı istememeniz, karşıcinsel (heteroseksüel) (umarım bunun ne anlama geldiğini biliyorsunuzdur) ve evli, çocuklu olmanız kesinlikle değil! Benim karşıcinsellikle de, biseksüellikle de kadınlıkla da, eşcinsellikle de sorunum yok. Sorunum heteroseksizmdir. Bunun ne demek olduğunu biliyor musunuz? Yani heteroseksizmin! Sizin eşcinselleri hasta, sapık, aşağılık varlıklar olarak görmeniz, karşıcinsellikten başka hiçbir cinselliği kabul etmemeniz heteroseksizm ya da türkçesiyle karşıcinselciliktir. Benim tepkim bunadır. Ben sizin yaptığınız gibi insanların erkekliklerine, kadınlıklarına ya da cinselliklerine saldırmıyorum. Sizin gibi düzeysizlerin hakaretlerinden görerek, onlara saygı duymasını öğreniyorum.
KAOS GL 30/26
“Geçmişte eşcinsel ilişkim, saplantım olmadı” demişsiniz. Eşcinsellik mi bir saplantı, yoksa saplantılı olan sizin düşünceleriniz mi? Kendi saplantılı düşüncelerinizi kafanızdan atın önce! Siz bugüne kadar eşcinsellerle ilgili roman, dergi, kitap, ansiklopedi okudunuz mu? Bunun tarihini, gelmişini, geçmişini araştırdınız mı? Bu konuda çok mu kitap, ansiklopedi devirdiniz ki kendinizden emin (!) bir şekilde eşcinsellerin sapık ve saplantılı olduğu konusunda ahkam kesiyorsunuz? Siz kimsiniz ki? Bir de tüm bunların üstüne yetmiyormuş gibi, beni ve arkadaşlarımı Cumhuriyet Savcılığına şikayet etmekle tehdit ediyorsunuz! Sizin mektubunuz bu kadar düzeysizken, yazdığınız mektuptaki küfürlerle rahatlıkla bir hakaret davası açılabilecekken, bana böyle bir tehdidi verme, hadi onu bırakın savcılığa şikayet etme düşüncesini aklınızdan geçirme hakkını nereden alıyorsunuz? Mektubunuzu kullanarak hakaret davası açmadığıma şükredin! Beni ya da başkalarını istediğiniz yere şikayet edin. İster savcılığa, ister DGM’ye, ister ordunuza, ister başbakana hatta ve hatta Papa II. Jean Paul’e... İstediğiniz yere şikayet edin. Karşıma dikilen ya da dikilebilecek herhangi bir yasal güce rahatlıkla terbiyesizliğinizin belgesi mektubunuzu göstereceğim ve gösterebilirim de. Bakın Emir Bey, sizler eşcinselleri hasta olarak gören ordularınızla, yasalarınızla, eğitiminizle, dinlerinizle, gelenek ve göreneklerinizle bizi istediğiniz kadar yok etmeye çalışabilirsiniz. Ama şunu bilin ki Türkiye’de çok küçük miktarlarda da olsa yükselmekte olan cinsel azınlık hareketi VAR! Ve bu hareket bu yaklaşımlarınızla daha da güç alacaktır. İstediğiniz kadar bizleri yukarıda saydığım silahlarınızla yok etmeye çalışabilirsiniz. AMA ARTIK BUNA GÜCÜNÜZ YETMEYECEK! Ne beni ne de başka arkadaşlarımı bu terbiyesiz ve kaba aşağılamalarınızla ve şiddet yaklaşımınızla KORKUTAMAZSINIZ. Çünkü bizler sizlerin sandığı gibi hiç de seksten başka bir şeyden anlamayan insanlar değiliz. Kafamız sizin gibi karşıcinselciler kadar her şeyi sekse yormuyor. Dediğiniz doğru, yanlış bir kapı çalmışım. Ama siz de çok yanlış bir kişiye küfür ettiniz. Benim bunları okuyup kuyruğumu bacaklarımın arasına sıkıştırarak oturacağımı ve sessiz kalacağımı mı sandınız. Gülerim buna! Şimdi ben ne yapacağım biliyor musunuz? Sizin bu düzeysizliğini, cinsel azınlık dergisi olan KAOS GL’de bir güzel deşifre edeceğim. Gönderdiğiniz mektubun fotokopisiyle birlikte şu anda size yazmakta olduğum mektubun fotokopisini yarın dergiye göndereceğim. Dergideki arkadaşlarım bu düzeysizliğini belgelemekte hiçbir sakınca görmeyeceklerdir. Böylece Türkiye’nin bir çok yerindeki cinsel azınlık da sizin bu rezilliğinize tanık olarak, daha bir bilinçlenecek ve ateşlenecektir. Son olarak şunu söylemek istiyorum. Bizler insanların insanca değer gördüğü, savaşların olmadığı, barışın ve mutluluğun hüküm sürdüğü, kadının kadına, erkeğin de erkeğe en az karşıcinseller kadar rahatça sarılabileceği bir dünyada yaşamak istiyoruz. Bunu yapmak için var gücümüzle çalışacağınız. Sizin bu terbiyesizliğiniz korku yerine güç verecektir, Emir Bey. ..........
KAOS KAOS GL grubu, aşağıdaki soruları yanıtlıyorlar. Bu konular bizim haftalık toplantılarımızda da sıkça yer aldı, hala da konuşmayı bitiremedik. İstedik ki, bu tartışmalar, sohbetler grubumuzla sınırlı kalmasın, KAOS GL okurlarına da ulaşsın. Önümüzdeki sayılarda başka arkadaşların yanıtlarını da yayınlamaya devam edeceğiz. Eğer siz de bu soruları yanıtlamak istiyorsanız memnuniyetle adresimize bekliyoruz. Sorular: 1. Eşcinsellik sizce nedir? 2. Bir eşcinsel olarak siz kendinizi nasıl tanımlıyor ve algılıyorsunuz? 3. Neden böyle bir gruba katılma gereği duydunuz? 4. Grubun temel amaçları ve işlevi nedir veya ne olmalıdır? Cinsiyet: Erkek 1. Eşcinselliğin ne olduğu üzerine sizinle tanışmadan önce belki çok daha kolay şeyler söyleyebilirdim. Kağıt üzerinden hareketle. Gerçi şimdi kağıt üzerinde de ne kadar cahil olduğum gün geçtikçe ortaya çıkıyor. Eşcinsellerin kendi aralarında bile oldukça tartışmalı bir konu cinsel tercih, kimlik, vs. Eşcinsellik bazı insanlarda doğal (doğuştan gelen anlamında) bir eğilim mi; eğer öyleyse bu eğilimi taşıyanların bu doğrultuda yaşamayı seçme, haykırma, varolma cesareti kadar, bu eğilime sahip olmayanların eşcinsellerle bir arada olmaktan korkması için bir neden yok muydu (götleri garantide miydi)? Adamın birisi bir yerde “her iki kişilik ilişki aslında dört kişilik bir ilişkidir” demekle ne demek istiyordu? Her insanda cinselliğin bir türü egemen görünürken diğer biçimler saklı ama var, ortamını bulduğu her an yeşermek üzere dört gözle bekliyor muydu? Kendimizi içine fırlattığımız farklı yaşantılamalar bu eğilimin ortaya çıkması kadar, üretilmesine neden oluyor muydu? İster doğal eğilimin farkına varma, ister saklı kalanı yeşertme şeklinde olsun, bedene ilişkin bu soru yanıtlandıktan sonra ben kimim, neyim, sorusunun ağırlığı çöküyor sanırım. Bu sorunun yanıtlanışına göre eşcinsel bir kimlik, varoluş tarzı meselesi gündeme geliyor. “Ben doğal (bilimsel) ve ahlaki bir sapkınlıkım” yanıtını veren kişi bir eşcinsel midir? O kimliğe sahip midir? Varoluş olarak var
KAOS GL 30/27
mıdır? “Hayır benim yaşadığım, hissettiğim, seçtiğim en az heteroseksüellik kadar meşrudur” diyen bir tarz ne anlama geliyor. Böyle net ayrımlar yapmak istemiyorum ama eşcinsellik bir kimliktir dendiğinde mesela ortalık biraz karışıyor. Kimlik en azından yaşadığı şeyler üzerinden bir özfarkındalığı, bir ben bilincini, sonra tercihi, haykırışı (başkaldırı olarak) ve yaşamın yeniden yapılanmasını (yeni bir varoluş) gerektiriyor gibi. Peki eşcinselliğini bir sapkınlık olarak görüp kendinden başka kimseyle paylaşmayan, erkekse erkek olarak kadınsa kadın olarak “normale” dönmek için çaba harcayan kişi; yine eşcinselliğini anormallik olarak gören ama “kör güdüleri”ne boyun eğip, kabullenip, kendisi gibi olanlarla bunu paylaşan, cinsel olarak yaşayan ama kendisini bir pislik gibi hisseden kişi eşcinsel mi? Herhalde evet ama o kimliğe sahip mi? Bir eşcinsel olarak, bedeniyle, ruhuyla, bilinciyle, ahlakıyla bir bütünlük olarak, bir “varoluş” olarak var mı? Yok gibi. O halde eşcinsellik ne? 2. Bir straight (streyt) olarak kağıt üzerinde de cehaletimin gün geçtikçe artmakta olduğunu görüyorum. Eşcinselliği/eşcinselleri algılayamıyorum. Ama eşiklerim aşınıyor. Algı eşiklerimin aşındığı ve eşcinselliği algılayabildiğim oranda kendi heteroseksüelliğimi şimdiye kadar olmadığı biçimde algılayabileceğimin ipuçlarını yakaladığımı söyleyebilirim. Bu bir sorgulama olabildiği kadar onu daha derin ve zengin yaşamaya yol açıcı olabilecek şeyler. Kendimi algılayışım ve eşcinselliği algılayışım karşılıklı etkin bir süreç yaşayacağa benziyorlar. 3. Neden böyle bir gruba katıldım, kısa ve net olarak… Farkına vardığım ilk köle-efendi ilişkisi yoksulluk ve zenginlik üzerineydi ve sosyalist oldum. Ama köleefendi ilişkisi yalnızca iktisadi değil toplumsal hayatın birçok Heteroseksizmin katmanında vardı. yıkılışının kurumların Bu katmanlardan yanında öncelikle iktisadi olanda zihniyetlerde, köle iken; bir erkek, bir türk, bir beyinlerde, ruhlarda heteroseksüel, bir dönüşümü tanrıtanımazlığımı gerektirdiğini kabul faydacı gerekçelerle her edersek, içtenlikle yerde isteyen açıklamadığım için heteroseksüellerin bir sünni müslüman ve kendi şimdi bir çocuk heteroseksizmleriyle olmayan olarak doğrudan deneyim efendi yoluyla hesaplaşmaları konumundaydım. Ve bütün bu sanırım daha yıkıcı ve efendilik dönüştürücü bir etki konumları yaratacaktır. toplumsal hayatımda olduğu kadar kendi içimde kökleşmiş ve yapılaşmış, ruhuma işlemiş durumdaydılar. Ve hatta iktisadi hayattaki kendimi içinde bulduğum
yoksulluk konumu, para ve mülkiyetle farklı türden bir ilişki kurduğum anlamına gelmiyordu. Çok param olmasını istiyordum ve belki sermayem olsa ticaret yapar ya da işçi çalıştırabilirdim. Para ve mülkiyete ahlaki bir tavır almış değilim. Kendi içindeki efendilik konumlarından vazgeçmeden, kendine muhalif olmadan toplumsal alanda muhalif olmak traji komik geldi bana. Yoksul, kadın, çocuk, eşcinsel, kürt, tanrıtanımaz, alevi olmak. Yanında yer almak, müttefik olmak değil yalnızca olmak. Olmak için bilinç yetersiz, duyuş gerekiyor. Duyuş o yapının yıkımını gerektiriyor; öz yıkım, “katı olan her şeyin buharlaşması” oluş hali. KAOS grubunda bulunuşum başta kendi “erkeklik” konumumun ilga edilmesi meselesiyle ilgilidir. Bir heteroseksüel erkek olarak saldırılarına doğrudan maruz kalma isteğidir. Bir kertenkele olma potansiyeli taşıyorken çocukluğumdan itibaren maruz kaldığım toplumsal törpülenmeler sonucu bir yılan olarak yaşamayı sürdürüyorsam, ayaklarımın yeniden çıkması isteği, bir keşiftir. Ve toplumsalın bir arenasında köleliğin bir biçimine baş kaldıran muhalefet hareketine katkıda bulunmaktır. Heteroseksüeller ve eşcinseller ve başka başka yaşam tarzları seçenler, efendi ve köle olmadan bir arada yaşayacaksak aklın ve bilginin programları ve projelerinden çok, içerden duyuş denemelerine ihtiyacım var sanırım. 4. Grubun amaç ve işlevine ilişkin ise içedönük ve dışadönük bazı şeyler söylenebilir. Her insanın kendi varoluşunu özgürce gerçekleştirmek hakkı olduğuna göre; eşcinsellerin bunu gerçekleştirmesinin önkoşullarından olan, kendini açıkça ifade etme cesareti, onları kendisine yabancı kılan egemen ahlakın dışında bir ahlak ve kimlik edinebileceği bir ortam yaratmak. Büyük harfle İÇ DAYANIŞMA ama etkin. Bunun için her gün daha fazla eşcinsele ulaşma gayreti, ulaşılanlarla etkin, dönüştürücü bir iç çalışma. Heteroseksizme karşı etkin bir mücadele yürütürken, tam anlamıyla içe kapalı, kendi kendine yeterli bir grup oluşturmaktansa heteroseksüellerle grubun kendi zemininde yüzleşmeye, etkileşmeye açık olma. Heteroseksizmin yıkılışının kurumların yanında öncelikle zihniyetlerde, beyinlerde, ruhlarda bir dönüşümü gerektirdiğini kabul edersek, içtenlikle isteyen heteroseksüellerin kendi heteroseksizmleriyle doğrudan deneyim yoluyla hesaplaşmaları sanırım daha yıkıcı ve dönüştürücü bir etki yaratacaktır. Ve ortak yaşam projesi; daha çizilmeden bu doğrudan ortak deneyim alanlarında görerek, yaşayarak, dokunarak ve hissederek vücut bulma şansı bulacaktır. Ve bir de toplumdaki diğer ezilenlerle bir araya gelerek, kendi özgün, bağımsız konumunu yitirmeden, kendini merkeze koymadan ve bir merkeze bağlanmadan efendiliğin olmadığı bir dünya için mücadele etmelidir, isteyenler. Burada grupta siyasi tercihler meselesi gündeme girmiş oluyor. Gündeme girer ama orada kalır çünkü pilim bitti, bir de ona kafa yoramam bu saatten sonra, o tek ayak üzerinde beklesin bakalım, bir süre leyleğin geciken adımı hepimizin başında dikildiği sınırlar var sonuçta ve çoğumuz ökçesindeki delikten toprağa kök atmaktan, kuzeye bakan tarafının yosun tutmasından, yanaklarımızın küflenmesinden, bakışlarımızın bir noktada sabitleşip durmasından kaçınamayız işte, yine sayfayı
KAOS GL 30/28
dolduramadım, cımbızlayacak metinler bulmalı, kuyuyu iğneyle kazarsan sular darılır, kendilerine nazik davranılmasına dayanamazlar, ani sert bir itme hareketiyle faşşşş, mevsimlerden kıştı ve toprak kanıyordu, karın üstünde kırmızı kan lekeleri avuçladım ve anneme götürdüm, beni alnımdan öptü. Yaş: 30 Cinsiyet: Erkek 1. Aynı cinsten iki insanın duygusal, tensel ve tinsel olarak birbirlerini hissetmesi ve paylaşabilmesi eşcinsel ilişki olarak tanımlanabilir. Bu kişilerden her biri eşcinsel bireylerdir. Bu kişiler yaşadıklarını bilen, benimseyen insanlardır. Bu insanlardan birisi bu tanımlamalar dışında ise, ilişki yine de eşcinsel ilişki olarak tanımlansa bile o kişi eşcinsel olarak tanımlanamaz. Bir eşcinselin cinsiyeti ile bir sorunu yoktur. Kendisi fizyolojik olarak varolan cinsiyetinde hisseder. Ama cinselliği ve duygusal yönelimi yine kendi cinsi üzerinedir. Cinsellikle ilgili herhangi bir patolojik sorunu yoktur. Kendini karşı cinse benzetmez, o cinse özenmez ve karşı cinse geçiş yapmaya çalışmaz ya da yapmaz. Kendi cinsi gibi giyinir ve davranır. Efemine olmakla direk bir bağlantısı yoktur. Davranışlarında erkek ya da kadın gibi değildir. Gay ya da lezbiyen gibidir. Ve en önemlisi bir insan kendisini eşcinsel olarak tanımladığı andan itibaren eşcinseldir. 2. Kendimi bir eşcinsel olarak birinci soruda anlattığım gibi tanımlıyorum. Ayrıca orada belirtmeyi unuttuğum, eşcinselliğin önüne bir tanımlama olmaması gerektiği. Yani aktif, pasif, digin vb. Eğer bir erkekle yatıyorsanız anüse girecek bir penis ya da bir parmak benim için standart olamaz. Eşcinsel ilişkinin para için yaşandığı gibi bir yanlış inanış, bu yaşanıyor da olsa genellenemez. Temel olan hissediş ve yaşananlardır. Doğada varolan her varoluş doğanın bir parçasıdır ve doğaldır. Kendimi doğaya aykırı bulmuyorum. Eşcinsel varoluşun nedenleri, biyolojik, psikolojik, genetik vb. bir çok nedene bağlanabilir. Bu araştırmaların temelinde kötü niyet olmadığı sürece, bilimsel olarak hepsini kabul edebilirim. Sonuçta hissettiğim için nedensellik benim için hiç önemli değil. Doğada hayvanlarda varolduğuna göre hiç bir şekilde yok edilemeyecek bir gerçek. Tabii ki kötü olan yok sayılmak ve aşağılanmak. Varolduğumuzun ve bir heteroseksüel kadar özgür yaşayabilmemizin insanlara kabullendirilmesi gerekiyor. Yani bir eşcinsel kültür ve güç oluşturulması gerekiyor. Bu konumda ancak daha özgür ve onurlu yaşayabiliriz. 3-4. Z-Barın eşcinsel hareketin başlangıcında bir nokta olduğu kesin. Daha önce de bir birlikteliğin olması gerektiği ve buna ihtiyaç olduğunu hissediyordum. Hatta etrafımdaki bir kaç insanla böyle bir birlikteliği başlatmayı (hiç bir şey yapamasak da) teklif etmiştim. Fakat bunu uzun bir süre bir türlü başaramadık. Ankara’da gaylerin ilk bir araya geldikleri toplantı, gaylerin de takıldığı bir miks bar olan Z-Bar’da gaylere adisyon açılmaması ile başladı. Yaklaşık 50-70 gayin katıldığı iki toplantı yapıldı ve sonunda hiç bir şey elde edilemedi. Bu toplantıların tek faydası orada bir kaç insanın bu toplantıların devam etmesi gerektiği yolundaki fikirleri oldu ve İ.H.D.’den (İnsan Hakları Derneği) bu birliktelik için mekan ve çalışma
koşullarının sağlanması istendi. İ.H.D.’de 3-4 aylık çalışma, her hafta yapılan toplantılar ve çıkartılan 2 bültenden sonra, bu kurum tarafından yok sayılışımız ve gay ve lezbiyen komisyonunun kurulmaması ile ayrıldık. Bu arada yine bizim arkadaşlarımız KAOS GL’yi çıkarmaya başlamışlardı. İ.H.D.’den ayrılışla birlikte bu iki yapı yine aynı isimle bütünleşti. 19 aydan beri KAOS GL grubu ve dergisi çalışmalarını sürdürüyor. Bu grubun 2 üniversitede söyleşisi, 2 radyo programı ve çeşitli aktiviteler oldu.1 Toplumdaki diğer insanların ve eşcinsellerin de merak ettiği, belirleyemediği ve araştırdığı bazı konular var. Bir eşcinsel nasıl davranır? Karşı cins gibi mi? Ne yer? Ne içer? Nasıl giyinir? vb. Bunların cevabı olan bir eşcinsel kültür oluşumu grubun ilk araştırmalarından biri olmalıdır ve KAOS GL bu konuda çalışmalarını sürdürmektedir. Eşcinseller arasında iletişim kurulması, bir alt kültür oluşturulması, birlikte birbirimizi geliştirerek toplu bir bilinçlenme benim ve grubun amaçlarından biridir. Eşcinseller arası gelişimi ve birlikteliği sağlarken, toplumda eşcinselliğin tanıtımı da daha sonraki aşamada amaçlar arasındadır. Toplumda eşcinselliğin yok sayılması, aşağılanması, saldırılması ve varolan heteroseksist tahakküm konularında mücadele edilmesi, eşcinsel ve toplumsal özgürlüğün sağlanmasına katkıda bulunulması, benim de benimsediğim grubun temel amaçlarıdır. Yaş: 22 Cinsiyet: Kadın 1. Eşcinsellik öncelikle bireyin hemcinslerine karşı olan duygusal, düşünsel ve cinsel yönelimidir bence. Ancak eşcinsellik yalnızca cinsellikle sınırlı bir kavram olmayıp, beraberinde yaşama farklı bir bakış açısı getirir ve farklı bir kültürdür de. Eşcinselliğin varoluşun farklı bir rengi olduğunu düşünüyorum. 2. Her şeyden önce biyolojik cinsiyetimi, yani bedenimi seviyorum. Biyolojik cinsiyetimden yani kadınlığımdan rahatsız değilim. Karşı cinsin formunda olmayı istemiyorum. Yani transseksüel eğilimli değilim. Karşı cins gibi davranmaya, giyinmeye ya da karşı cins rolünü benimsemeye de özenmiyorum. Yani travesti eğilimli de değilim. Eşcinsel bir kadın olarak, duygusallığı ve cinselliği kadınlarla paylaşabiliyorum ve ancak kendi durduğum yerde olabilirim. 3 Bu gruba katılma isteğimin birincil nedeni, benimle benzer yönelimlere sahip insanları tanımak, onlarla kendimi sorgulayıp benliğimi keşfetmekti. Gruba ilk tanışmamda eşcinselliğimden emin değildim. Önümde bir örnek, bilgi ya da rol kalıbı olmadığı için, yaşadıklarımı ve hissettiklerimi adlandırmakta güçlük çekiyordum. Ayrıca da Türkiye’de böyle bir grubu ve bu grubun üstlendiği misyonu büyük bir gereklilik olarak görüyordum. Gruba ilk katılmamda, grubun işlevleri hakkında çok fazla bilgim yoktu. Yalnızca kendim gibi insanlarla buluşma isteğim vardı. 4. Grubun temel amaçlarını özetlemek gerekirse;
1
Bu metin yaklaşık bir yıl önce yazıldı.
KAOS GL 30/29
-Her şeyden önce toplumdan baskı gören bir grup nasıl tanımlıyorum?” sorusuna elbette “iyi tanımlıyorum” olan eşcinsellerin sorunlarını birinci elden dile getirmek ve yanıtını vereceğim. bunlara çözüm aramak. Bir eşcinsel olarak kişisel rahatsızlıklar -Eşcinsellik hakkında bireyleri bilgilendirmek duyulmasa bile çevrenin eşcinsellik üzerine yorumları, (hem eşcinselliğin ne olup ne olmadığı konusunda hem de görüşleri, takındıkları tavırları nedeniyle bu konu üzerinde eşcinsel tarihçe ve kültür konusunda) -Bu bilgilendirmeler düşünmemize yol açıyor. Eşcinsellik üzerine kitapları, hem eşcinsel hem de heteroseksüel bireylere hitap yazıları okumak -ki bunların çoğu insanı çıldırtacak kadar etmektedir.saçma şeyler oluyor- insanı geliştiriyor. Zamanla hem -Böyle bir grup ve derginin yelpazesi altında kendini hem toplumu sorguluyorsun. Sonuç herkes için eşcinsel bireyleri bir araya getirmek, örgütlemek. olumlu olmasa da benim açımdan iyi oldu. Cinselliğim ve Grubun işlevlerini özetlersek; bunun getirdiği yaşama biçiminden tatmin duyuyorum. -Çıkardığı yayın organı aracılığıyla eşcinsel Yaşamı eşcinselliğimin getirdiği bakış açımla bireylerin sorunlarını dile getiriyor, bunlara çözümler değerlendiriyor ve bir çok konuda yanılmaz teşhisler aramayı deniyor. koyabiliyorum. Kişisel anlamda ne yapmayı, nasıl -Eşcinsellik gibi çok fazla yanlış algılanan bir yapmayı istiyorsam o şekilde davranıyor, tavrımı o şekilde konuda bireyleri bilgilendiriyor. koyabiliyorum. Ama belirttiğim gibi kişisel anlamda bunu -Grubun bir de bir nev’i terapi grubu işlevi gerçekleştirmem mümkün oluyor ancak. Bu tavrı ve yaşayışı yayabilmek, daha “açık” hareket edebilmek için gördüğünü söyleyebilirim. Gruptaki bireyler arasındaki benim dışımdaki eşcinsellere de ulaşmam, birlikte hareket ilişkilerin ortak amaç dışında arkadaşlık yönünün de etmemiz gerekli. olması sebebiyle, bireyler çeşitli 3. İkinci soruya verdiğim yanıtın sorunlarını rahatlıkla dile getirebiliyorlar. sonunda da belirttiğimi tekrar edeyim: Bu sorunlar üzerine tartışılabiliyor. Toplumdaki diğer Eşcinsel tavrı ve yaşayışı tüm yaşama -Teknik anlamda bir yayın organı insanların ve yayabilmek, daha “açık” hareket çıkarmanın dışında da, bireyler arasında eşcinsellerin de merak edebilmek için benim dışımdaki güçlü bir iletişim var. Grup içinde bireyler eşcinsellere de ulaşmam, birlikte hareket genellikle esnek ve kaygısız olarak ettiği, belirleyemediği etmemiz gerekli. 10 yılı aşkın bir süredir düşüncelerini dile getirebiliyorlar. Grup içi ve araştırdığı bazı bir metropol’de yaşıyorum. Dolayısıyla bir hiyerarşinin olmaması da buna etken. konular var. Bir onlarca eşcinselle tanıştım. Ne var ki Grubun ileride daha geniş çaplı örgütlenmelere gidilmesi konusunda eşcinsel nasıl davranır? çevrenin etkisinden tutun da kişisel bakış açısına kadar sıralayabileceğim bir çok önemli bir işlevi olduğunu düşünüyorum. Karşı cins gibi mi? Ne nedenden ötürü insanlar eşcinselliği Bu da grubun dağılması anlamına yer? Ne içer? Nasıl gelebilir. Ancak sanıyorum ki bu artık cinselliğin dışına taşıyamıyor. Elbetteki grubun işlevini tamamladığı için olur. bu şekilde düşünmeyenler de vardı. Ve giyinir? vb. Ancak grup içindeki bireylerin böyle bir eşcinsel hareketi oluşturabilmesi için aynı durumda da iletişimlerini kaybedeceklerini düşünceyi paylaşanların bir araya gelmesi sanmıyorum. Çünkü grup içi iletişim, gerekiyordu. Ancak hala kendini ortak amacın sınırlarının dışına taşmış durumda. dünyadaki tek eşcinsel sanan insanlar, diğer eşcinsellere ulaşamayanlar da vardı. Ayrıca eşcinselliği, eşcinselleri yalnızca boyalı basının yazdıkları ya da bir iki yetersiz Yaş: 28 kitaptaki şekliyle bilen heteroseksüeller Bütün bu insanlara Cinsiyet: Erkek ulaşmak, eşcinselliği yeniden tanımlamak, prezervatiften politikaya her konuda bizim de söyleyeceklerimizi 1. Bu soruya yanıtı şöyle sıralayabilirim: doğrudan söylemek için önce bir dergi sonra da bir grup -Eşcinsellik, kişinin kendi cinsiyetinden biri ile oluşturduk. cinselliğini paylaşmasıdır. 4. Grup her konuda kendi söylemini ortaya -Eşcinsellik, verili olana, genel kabul görene bir koymalı, başkaldırıdır. Dolayısıyla topluma bir karşı duruştur. -Eşcinselliği bıkmadan insanlara anlatmalı ama -Eşcinsellik, duygusal, tinsel ve tensel doyumu bunu “onlar da insan” tavrını oluşturmadan yapmalı, kendi cinsiyetinden biriyle yaşamaktır. -Grup içi terapilerle kendini sorgulamalı ve -Eşcinsellik, bir yaşam biçimidir. geliştirmeli, 2. Öncelikle ben, tam anlamıyla, kendimi bildim -Eşcinsel kimlik belirlemesinde etkin rol bileli eşcinselim. Yaşamımın hiçbir döneminde bundan oynamalı, dolayı huzursuzluk ve rahatsızlık duymadım. Cinselliğimle -Özgürlükçü tavrını sonuna kadar koruyarak ilgili psikolojik sorun yaşamadım. Eşcinselliğin hastalık, mücadele içinde tek başına da olsa ödün vermeden sapkınlık, sapma vb. tanımlamalarına her zaman karşı ilerlemeli. çıktım. “Yaratılış özelliği” gibi şeylere inanmadığımdan dolayı da “neden” ve “nasıl” eşcinsel olduğuma dair yanıtlar aramadım. İnsanlar “neden” ve “nasıl” heteroseksüel olduklarını tartışmıyorlar. Bir heteroseksüel, heteroseksüel olarak kendini tanımlamak ihtiyacı duymuyor. Böylesine durumlar ışığında ben, “kendimi
KAOS GL 30/30
Bir Travesti Daha Öldürüldü Ankaralı bir travesti kafası satırla parçalanarak öldürüldü. Bu konuların hiç de uzağında olmayan Asayiş Şubesi yetkilileri, “Katil, travestinin sevgilisi ya da müşterisi” demişler. Sonuçta her kim öldürdüyse bir şey değişmiyor ve ölen öldüğü yerde kalıyor. Daha önce öldürülen ve çoğunun sahibinin bile çıkmadığı onlarca travesti ve eşcinsel gibi. Bazen bu cinayetlerin ardından, ölenin arkadaşları, içinde bulundukları acı dolu atmosfer dolayısıyla bir araya gelip cenazeyi ortada bırakmayabiliyorlar. Ancak, bu cinayetlerin toplumsal ve politik yönüyle ilgilenen olmuyor. Zaten bir süre sonra, öldürülen travesti veya eşcinseli arkadaşları bile hatırlamıyor. İşte, arkadaşlarının bile ardından travesti ve eşcinselleri, İnsan Hakları Derneği veya Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın raporlarında görebilmek en azından kısa vadede pek mümkün görünmüyor. Sırf heteroseksüel olmadıkları için öldürülen bu insanların öldürülme gerekçelerinin politik olduğunu kavramak ve dile getirmek, eşcinsel ve travesti bilincine sahip olması gereken bizlere düşüyor.
Bergama Köylülerinin Derdi Ne? Türkiye’de faaliyet gösteren çokuluslu şirketlerden biri olan “Eurogold”, 1989’da Bergama Ovacık Köyü’nde altın aramak için Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’ndan izin alıyor. Bu yedi yıl boyunca köylülerle Eurogold şirketi karşı karşıya. Madeni işletmek isteyen çokuluslu şirket, bu iş için pek çok yol olduğu halde, daha ucuz olan siyanürlü yöntemi kullanmak istiyor. Bergamalı köylüler havanın, suyun, toprağın yani yaşadıkları çevrenin kirlenmesine, zehirlenmesine karşı şimdilik kararlı bir mücadele yürütüyorlar. Şirket sahipleri, “dünyanın hiçbir yerinde altın madenciliğinden dolayı siyanürden ölen insan gösteremezsiniz” diyerek yalan söylüyor. Oysa, bugün dünya üzerinde, altın madenciliği faaliyetlerinden arta kalan zehirli atıklarla kirlenmiş kilometrekarelerce alan bulunuyor. Bu alanların çevresi adeta çölleşmiş, yeraltı ve yerüstü su kaynakları kirlenmiş durumda. Çevreyi temizlemek için milyonlarca dolar gerekiyor ve bundan en başta oraları kirleten tekeller kaçıyor Bergamalı köylülerin mücadeleleri başarılı olmazsa, Bergama köylülerinin geleceğini bugünden, aynı yöntemin daha önce uygulandığı böyle bölgelerde görmek mümkün. Kıbrıs’taki Lefkoşe bölgesinde, siyanürlü yöntemle çıkarılan bakır ve altın madeninin atıkları hala çevreyi kirletmeyi sürdürüyor. Bölgedeki bitki örtüsü tümüyle tahrip oldu, sulama ve yörenin içme suları ağır metallerle zehirlendi. Bergamalı köylüler, kendi yaşadıkları topraklara yönelik merkezi ve “hukuksal” müdahaleye, pek çok yolla karşı duruyor. En son kendilerine sorulmadan karar verilmesi sorumsuzluğuna karşı bir referandum düzenlediler. 12 Ocak 1997’de düzenlenen referandumda, köylüler, siyanürlü altın çıkarılmasına “hayır” dediler. Fakat referandum, merkezi yönetimce değil, köylülerin kendi inisiyatifleriyle gerçekleştirildi. Yani referandumun “hukuksal” bir anlamı bulunmuyor. Ama yerel ve iradi olarak ne anlama geldiğini köylüler artık çok iyi biliyor. Bergama’da ortaya çıkan yerel inisiyatif Eskişehir ve Artvin’e de örnek oldu. Aynı şekilde altın çıkarma girişimlerine karşı Bergama’dan sonra Eskişehir ve Artvin’de ortaya çıkan bu tepkiler, tekelleri sorgulamadan pet şişe toplama çevreciliğine karşı, doğrudan bir girişim olarak, üzerinde yaşadıkları topraklara insanların sahip çıkmaları yönünde gelişebilir. Olması gereken de bu değil mi?
“Gizli kalan şiddet: Ensest” Aile içi tecavüz ya da yakın akrabalar arası cinsel ilişki olarak tanımlanan ensest, “gizli” ya da “açık” bilinen bir gerçektir. Ama kutsal aile sorgulanmadığı sürece ya görmezden gelinir ya da önlem olarak malum zihniyet sadece cezayı düşünür. Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Işılay Saygın, “Ben muhafazakar bir insanım, bu konuları konuşmam” demiş! Tv ekranlarına yansıyan ensest ilişkiler için de Saygın “Bunların konuşulmaması lazım. Terbiyesizlik yapılıyorsa ben ne yapabilirim. Toplum zaten cezasını veriyor; hukuk kuralı haline gelse ne olur?” demiş. Saygın bu sözleri, ANAP Aydın Milletvekili Yüksel Yalova’nın aile içi tecavüzleri önlemek amacıyla TCK’nın 417. maddesinin değiştirilmesine ilişkin hazırladığı yasa önerisine karşı sarfediyor. Aslında milletvekili Yalova’nın ceza önerisi ile milletvekili Saygın’ın görmezden gelme yaklaşımları öz itibariyle aynı kapıya çıkıyor. Enseste uğrayan çocukların 15 yaşından küçük olduğu görülüyor. Bu durum aslında zaten aile içinde tahakküm altında bulunan çocuğun sömürü, baskı, tacizin yanısıra bir de tecavüze uğramasıdır. Ahlakçı zihniyetin tek başına “tecavüz”ü gördüğünde ya gözlerini kapaması ya da şok geçirmesi ne kadar da ikiyüzlücedir. 12 yaşındaki kızına tecavüz eden babanın sapıklığı, çocuğun maruz kaldığı diğer sömürü, baskı ve tacizleri görmemizi engelliyorsa, sapık babalar tükenmeyecektir. 88.4 RADYO ARKADAŞ 88.4 RADYO ARKADAŞ 88.4 RADYO ARKADAŞ 88.4 RADYO ARKADAŞ / ANKARA
KAOS GL 30/31
bize gelenler
KİTAP
ETKİNLİK
DERGİ BÜLTEN
CANŞENLİĞİ OYUNCULARI BÜLTEN Sayı 11 Aralık-Ocak 1996-97 Canşenliği Oyuncuları, sokak tiyatrosu yapan bir topluluk. 1996’nın sonunda bir trafik kazası geçiren oyunculardan Aynur Gülmez, Eskişehir Tıp Fakültesi Hastanesi’nde yatıyor. Arkadaşlarının tedavisi için her türlü yardıma açık olan topluluk dayanışma için 2 Şubat 1997’de Yükseliş Koleji Spor Salonu’nda bir şenlik düzenlediler. İletişim adresi: Canşenliği Oyuncuları, P.K. 82 CebeciANKARA
Söyleşi 15 MART 1997, Cumartesi, Saat:14.00 “Eşcinsellik... Önyargılar ve Gerçekler” 22 MART 1997, Cumartesi, Saat: 14.00
ANARŞİZM Bir Düşünce ve Hareketin Tarihi George Woodcock KAOS Yayınları-1996 “Türkiye’de bugüne kadar, hep karşıtlarının gözüyle tarif edildi; şimdi bu çalışmayla okur, anarşizmi kendi kaleminden okuma şansına sahip olacak.” İletişim Adresi: Piyerloti Caddesi Dostlukyurdu Sokak No:8 Çemberlitaş-İSTANBUL SOKAK-gerçeğin tanığıdır. Sayı:1 1 Şubat 1997 İki haftada bir Cumartesi günü çıkar. Yazışma Adresi: Sıraselviler Caddesi No:95/1 Taksim-İSTANBUL sanat eylemi Kültür Sanat Edebiyat Dergisi (2 aylık dergi) Kasım-Aralık’96 Sayı:1 Ocak-Şubat’97 Sayı: 2 Yazışma Adresi: Necatibey Caddesi Lale Sokak No: 418 Sıhhiye -ANKARA
“Eşcinsel Kurtuluş Hareketi ve Türkiye Sosyalist Hareketi” Sunan: KAOS GL YER Necatibey Caddesi Lale Sokak No: 4/18 Sıhhiye-ANKARA sanat eylemi Kültür Sanat Edebiyat Dergisi Lezbiyen ve Gay
Yoksa Türkiye’de mi Yaşıyorum? Erhan Yıldırım Aral yayınları-1996
Kültür Programı
“Hiç yabancısı olmadığınız günlük olaylardan söz ediliyor bu kitapta. Günlük yaşamda, atladığınız, es geçtiğiniz ya da unuttuğunuzu sandığınız konular, biraz ironi, biraz kara mizah katılarak anlatılıyor. Bazen farklı olaylar, durumlar ve çelişkiler gözler önüne seriliyor. Bazen de; geçmişe ilişkin anımsatmalar ve değinmelerde bulunuluyor. Kimi olaylar ve yaşanılanlar karşısındaki tepkilerimizin yazılı halini bulacaksınız. Sonra da kendinize, “Nasıl bir cangılın içinde yaşıyoruz” diye soracaksınız. Yazarın, ayrıca, daha önce, Cönk Yayıncılık’tan 1994’te çıkmış, “Üşünür Ağustos’un Sıcağında” adlı bir şiir kitabı da bulunuyor.”
KAOS GL
“RADYO KAOS” yeniden Her Çarşamba 21.00-22.00 arası
88.4 (Ankara) RADYO ARKADAŞ