KaosGLD33

Page 1

E Ş Cİ N S E L L E R İ N K U R T U L U Ş U a y n ı z a m a n d a H E T E R O S E KS Ü E L L E R İ D E Ö Z G Ü R L E Ş T İ R E C E K T İ R

MAYIS 1997

YIL 3

SAYI 33

NE HASTA NE SAPIK EŞCİNSELİZ MASKELERİ ATTIK YÜZYÜZEYİZ

TİTRE SAPIK SİSTEM, EŞCİNSELLER GELİYOR!


M E R H A B A

KAOS GL SATIŞ NOKTALARI:

İşte yine zamanında ve yine dolu bir dergiyle karşınızdayız. İki dergi arasında yine grup olarak toplantılarımıza devam ettik. Ayrıca 1 Mayıs’a katıldık. Bu konudaki yazımız hemen yan sayfada. Bu sayı biraz “Maurice” özel sayısı gibi oldu. Doğrusu gayet iyi de oldu. E. M. Forster’ın kitabı Türkiye’de ilk yayınlandığında sizlere duyurmuştuk. Bu ay da hem kitapla ilgili bir yazı hem de kitaptan uyarlanmış olan aynı adlı filmin çözümlemesini okuyacaksınız. Bu yazıları okuduktan sonra kitabını da okumak isteyeceksinizdir sanırız. Bu ay GL kitaplığımızda bir şair var; eşcinselliğinden dolayı iki yıl hapis yatmış olan Oscar Wilde’ın Reading Zindanı Baladı adlı şiir kitabından bir bölüm aktarıyoruz. Çevre ile ilgili bir yazımız var; çevre ve çevrecilik üzerine hemen hemen herkesin ahkam kestiği şu günlerde farklı bir bakış açısı sunuyor bu yazı. AIDS bir eşcinsel hastalığı değildir. Artık bunu en geri zekalı biri bile biliyor. Ama eşcinseller de bu hastalıktan muaf değil. Belki AIDS hakkında pek çok şeyi ezberlemiş durumdasınız ama biz bir kez daha -ve yeni gelişmeleri de aktararak- bu soruna değindik. Amerika’da bir dönem “cadı avı” başlatan McCarthy’nin eşcinsel olduğu iddiaları sizi ne derece ilgilendirir bilmiyoruz ama döneminde eşcinsellere de kan kusturan bu kişinin dönemini hatırlayarak bir bellek tazeleme gezisi yapalım istedik. İzmir’den bir arkadaşımızın yazısı, bolca mektup, iki arkadaşımızın manifestosu, mekan yazısı ve Selçuk arkadaşımızın iki adet çevirisi ve tanıklıklarla işte yeni sayımız; sizleri bekliyor. Bundan sonrakiler de katkılarınızı bekliyor Bir sonraki sayıya kadar bol KAOS’lu günler.

ANTAKYA Ferah Kitabevi (Saray Cad.) BALIKESİR Çağdaş Kırtasiye ANTALYA Akdeniz Kitabevi BURSA Can Kitabevi (Heykel) ADANA Püren Kitabevi (Arı Sineması Sk.), Ada Kitabevi (SİEM Dersanesi Karşısı), Kardelen Kitabevi İZMİR Kabile Kitabevi (Konak), Ayrıntı Kitabevi (Alsancak), Ayrıntı Kitabevi (Karşıyaka) DENİZLİ İleri Kitabevi, İSTANBUL Taksim Mefisto, Pandora Kitabevi, Zihni (Kadıköy), Pentimento (Beyoğlu Sineması Pasajı. Bu kitabevinde eski sayılarımızı da bulabilirsiniz) ANKARA Dost, ABC, Bilim&Sanat, İlhan İlhan, İmge ve Doruk (Konur1) Kitabevleri

Yaşadığı mekanlara okuduğu KAOS GL’leri götüremeyip, okuduktan sonra imha etmek zorunda kalan arkadaşlar, dergiyi imha etmek yerine bir bankın üzerine bırakırlarsa, dergimiz başkaları tarafından da okunabilir.

İstanbullu KAOS GL okurlarıyla iletişim kurmak isteyen arkadaşlar, PK: 1017 Sirkeci-İstanbul adresine yazabilirler.

e-mail: kaosgl@ilga.org internet sayfamız: http://www.geocities.com/WestHollywood/2884/kaos.htm K A O S

G L

i l g a

ü y e s i d i r .

KAOS GL AYLIK POLİTİK GAY VE LEZBİYEN DERGİSİ MAYIS 1997

YIL 3

HER AYIN 20’SİNDE ÇIKAR. B u

d e r g i

K A O S

G r u b u

t a r a f ı n d a n

SAYI 33 YAZIŞMA ADRESİMİZ ¨ y a y ı n l a n m a k t a d ı r .


Şikago Haymarket Olayları ile 8 saatlik iş günü mücadelesi, çoğunluk işçilerce bile bilinmese de 1 Mayıs, işçilerin mücadele

ve dayanışma günü olarak adlandırılır ve öyle bilinegelmiştir. Gerçi 4 Mayıs Şikago Haymarket olayları bilinmediği ya da unutulduğu için 1 Mayıs 1970 Taksim’inde kurşunların nereden geldiği hala anlaşılamamaktadır (!) ya neyse. 1996 1 Mayıs’ının şenlikli geçmesi ise 1 Mayıs’a yönelik geleneksel korku ve önyargıları iyice pekiştirdi. Sözkonusu geleneksel önyargı ve korkuya, bir de açılmasını tamamlayamamış eşcinsellerin deşifre olma korkusu (yine de anlaşılabilir bir korkudur!) eklenince 1 Mayıs mitinginde Tandoğan’da 12 kişilik bir grup oluşturabildik. İki arkadaşımız heteroseksüel olduğu halde biz eşcinsellerle birlikte yürüdüler ve aynı sloganları haykırdılar. Kaç kişinin geleceği son ana kadar belli olmadığından kendimize ait bir pankart hazırlamamıştık. Hem kendimize ait bir pankartımız olmadığından hem de birlikte özgürleşmeyi benimsediklerinden Anarşistlerin arkasından yürümeye karar verdik. Anarşistler birlikte yürümeye açıktılar ama biz eşcinseller olarak, biraz mesafeyle ayrı bir grup olarak yürümeye özen gösterdik. Yürüyüş esnasında pek çok slogan birlikte söylendi. Bu arada biz ne kadar ayrı bir grup olarak yürümeye çalışmış olsak da Cumhuriyet Gazetesi’nde hepimiz tek grup olarak yer almışız. Gazete “Titre sapık sistem, eşcinseller geliyor” sloganına yer vermiş. ODTÜ’lü eşcinsellerden gelen olmasa da Hacettepe’li eşcinsellerin gelişi moralimizi yükseltti ve yürüyüşümüzü şenlendirdi. Bir kez daha görüldü ki, kaygılardan ve önyargılardan hayatın içinde yaşayarak kurtulunuyor. Eşcinseller olarak 1 Mayıs’a katılmamıza en büyük tepki yine eşcinsel arkadaşlardan geldi. Bu durum belki heteroseksüelleri şaşırtabilir ama bizi şaşırtmıyor. Bir grup arkadaş, eşcinseller olarak 1 Mayıs’ta ne işimiz olduğunu soruyordu; anlamak için. Bir grup arkadaşımız da neden “nefret”li sloganlar kullandığımızı, insanların bizleri yanlış tanıyıp tanımayacaklarını sordular. Mitinge katılan insanlarla yol kenarından seyreden insanların tepkisi ise gülümseme ile sırıtış arasında gidip geldi. Bu gidip gelmelerin hangisinin ağır basacağını ise yine biz eşcinseller belirleyeceğiz. Özellikle Sıhhiye’den Tandoğan’a uzanan yürüyüş gerçekten şenlikli geçti. Kortejde gruplar sürekli yer değiştirdiği için sesimizi çok farklı gruplara duyurabilme olanağı yakalamış olduk. Lise öğrencilerinden, CHP’nin kürklü ve cep telefonlu hanımlarına kadar. Yine bir süre arkamızda Sakarya birahane ve barlarının çalışanları yürüdüler. Özellikle Z Pub’ın garsonlarının aşağılayarak kovdukları ibnelerin önlerinde aşk ve nefretle yürüdüklerini gördüklerinde ne düşündüklerini merak ediyoruz. Bütün enerjimizi yürüyüş sırasında tüketmeye kararlıydık. Çünkü meydana vardıktan sonra, her grup kendi içine kapanıyor ve herkesin kendi çalıp kendi oynadığından kimse kimseyi duymuyor, görmüyor. Onun için meydanda ancak yarım saat bekledik. Bir ara sloganlar atarak grupları dolaşmayı düşündük ama sonra vazgeçtik. Bundan sonraki seferlerde sayımız ne olursa olsun kendimize ait bir pankartımızın olmasına karar verdik. Eşcinsellerin 1 Mayıs’ta ne aradığını merak edenler olmuştur. 1 Mayıs’a katılan biz eşcinseller gerçekten fabrikadan, bürodan, sendikadan, okuldan gelmiştik. Bizler kapitalistlerce sömürülen emeğimizin kutsal olabileceğine inanmıyoruz. İçinde yaşadığımız sokaktan kapitalist toplumun sonucu zorunlu olarak işçiyiz, işsiziz ve diğer kategoriler içine hapsoluyoruz, milyonlarca insan gibi. 1 Mayıs’ı salt bir işçi gününe indirgeyip “işçi olmanın” bir kategori olarak mutlaklaştırıldığı sürece işçiler asla özgürleşemeyecektir. Eşcinsel olup da başka gruplarda kendilerini gizleyerek uzaktan bizi seyreden işçi, memur ve öğrenci arkadaşlarımızın da bizlerle birlikte, başı dik ve alnı açık bir şekilde meydanlarda olacağımız günlere, yeni bir Mayıs’lara.

DAHA NE ZAMANA KADAR HETEROSEKSÜELMİŞ GİBİ YAPACAKSIN? AT ADIMINI GURURLA VE GÜVENLE KORKMA YALNIZ DEĞİLSİN!

KAOS GL 33/3


G L KİTAPLIĞI HERKES SEVDİĞİNİ ÖLDÜRÜR Her insan öldürür gene de sevdiğini Bu böyle bilinsin herkes tarafından, Kiminin ters bakışından gelir ölüm, Kiminin iltifatından, Korkağın öpücüğünden, Cesurun kılıcından! Kimisi aşkını gençlikte öldürür, Yaşını başını almışken kimi; Biri Şehvet’in elleriyle boğazlar, Birinin Altın’dır elleri, Yumuşak kalpli bıçak kullanır Çünkü ceset soğur hemen. Kimi pek az sever, kimi derinden, Biri müşteridir, diğeri satıcı; Kimi vardır, gözyaşlarıyla bitirir işi, Kiminden ne bir ah, ne bir figan: Çünkü her insan öldürür sevdiğini, Gene de ölmez her insan. İngilizce’den çeviren: Meltem Ahıska *Reading Zindanı Baladı’ndan bir bölüm. Başlık çevirmene aittir. Aynı bölümün Özdemir Asaf tarafından yapılmış olan çevirisi ise kitabın 27 ve 28’inci sayfalarında yer almaktadır. Biz burada Meltem Ahıska’ın daha önce Defter Dergisi’nde yayınlanmış olan çevirisini veriyoruz.

Reading Zindanı Baladı, İngiltere’de 1895-1897 arasında iki yıl kürek cezasına uğratılmış bir yazarın, cezaevinden çıktıktan sonra gittiği Bernaval’de başlayıp Napoli’de bitirdiği bir kitaptır.

KAOS GL 33/4


OSCAR WILDE (16 Ekim 1854, Dublin30 Kasım 1900, Paris) “1891 yazında tanıştığı Lord Alfred Douglas ile yakın dostluğu, Douglas’ın babası Queensberry Markisi’ni çok kızdırdı ve çatışmalar başladı. 1894 yazında Wilde, hakaret ettiği gerekçesiyle Marki’yi evinden kovarak skandal yaratmıştı. 1895 Şubat’ında ise bir klüpte atıştılar. Marki tarafından eşcinsellikle suçlanan Wilde-Douglas’ın ısrarıyla iftira davası açtı ama Marki suçsuz bulundu. 5 Nisan 1895 günü bu kez Marki Wilde’a ahlak dışı yaşam gerekçesiyle dava açtı. Tutuklanan Wilde, kefaletle serbest bırakıldı. Dostlarının ülkeyi terk etmesi yolundaki uyarılara rağmen kaçmamakta direndi. O ayın sonundaki ilk yargılama jüri ittifakı sağlanamadığı için düştü. Mayıs sonlarına doğru yapılan ikinci yargılamada jüri onu suçlu buldu ve yargıç verebileceği en ağır cezayı verdi; iki yıl kürek hapsi. Mallarına el konulup, Reading Zindanı’na gönderildi. 19 Mayıs 1897’de serbest bırakılınca yeniden yazabilmek için Fransa’ya gitti. Sürekli parasızlık çekti ama Douglas ile yeniden birleştiği için mutluydu. Eylül 1897’de ayrılıncaya kadar” (s.3) “Wilde’ın, mahkumiyetinden önce, hapishanelerin varlığını düşünmüş olması şüphe götürür. Düşünmüş olsa bile, hapishanelerin onun ayarındaki insanlar için olmadığının örtük inancıyla olmuştur bu. Hatta genel düzeneğin, Lord Douglas’ın babasını mahkeme önüne çıkaran ilk insan kendisi olduğuna göre, ona, ayrıcalıklı olan ona, hizmet etmekten başka işleri olmadığını sanıyordu. İşler, garip bir biçimde ters döndü ve bu mahkemeler onu da yargıladı. Yasanın kendisine hizmet etmesini isterken, o yasanın boyunduruğu altına girdi. Böylece hapishanelerin varlığını öğrendi. Daha önceleri bunu düşünmüyordu: Savoy sıcaktı.” (albert camus, s.12) Reading Zindanı Baladı Oscar Wilde Altıkırkbeş Yayın İstanbul, 1996

EŞCİNSEL MARŞI

d Ne hasta ne sapık, eşcinseliz Maskeleri attık yüzyüzeyiz Aşkla nefretle yürüyoruz Eşcinseliz eşcinseliz geliyoruz Fabrikadan bürodan sendikadan Okuldan sokaktan geliyoruz Eşcinseliz eşcinseliz geliyoruz Özgürlüğe özgürlüğe yürüyoruz Bin yıllık öfkemiz dinmeyecek Eşcinseller bu yoldan dönmeyecek Aşkla nefretle geliyoruz Özgürlüğe özgürlüğe yürüyoruz.

d Eşcİnseller Gelİyor Özgürlüğe Yürüyor Yaşasın Aşk ve Özgürlük Mücadelemİz Yaşasın Eşcİnsel Kurtuluş Hareketİmİz Ne Kadın Ne ErKek, Cİnsİyetsİz Toplum Tİtre Sapık Sİstem Eşcİnseller Gelİyor Ne Hasta Ne Sapık, Eşcİnselİz

Maskelerİ Attık Yüzyüzeyİz Lakİ Dağılsın Fİşler Sİlİnsİn İbne Değİl Eşcİnsel Gay Lezbİyen Burdayız Eşcİnsel İşçİler Eşcİnsel Memurlar Eşcİnsel Emekçİler Buraya Dayanışmaya Eşcİnsel Öğrencİler Buraya Dayanışmaya Dünya Kaosla Düzelİr Toprak Komün Özgürlük Kaos Kaos Kaos

d 1 MAYIS 1997’de Kaos eşcinsellerince söylenen marş ve atılan sloganlardır.

KAOS GL 33/5


H O Ş G Ö R Ü S Ü Z L Ü Ğ Ü H O Ş G Ö R M E K

BOB VAN SCHİJNDEL Hollanda’daki etnik azınlıklar arasındaki homofobi, yakın zaman önce iyice açığa çıktı. Gazeteler Faslı anne-babaların okullarda cinsellik eğitiminin parçası olarak eşcinselliğin anlatılmasından yakındıklarını yazıyor; daha önce yapılan araştırmalarda Türk ve Faslı toplumlarının Hollandalı ev sahiplerine göre eşcinsellere çok daha az hoşgörü gösterdiklerini öne sürmüştü. Hollanda’nın bu türden hoşgörüsüzlükleri fazla hoşgördüğünü yazan bir kitabın yayınlanması da bunların üstüne tuz biber ekti. Eşcinsellik her yerde vardır -bizim göçmen toplumlarımızın geldiği ülkelerde bile. Ancak bu, bizim kültürümüzde olduğu gibi her zaman kendini açığa koyduğu anlamına gelmez. Etiketler genelde Avrupa ve Amerika’ya ait olgu gibidirler. İnsanlar burada gay olduklarını ilan ederler ve gay yaşam tarzlarını “straight toplum”dan ayırmak için olanaklı tüm yolları bulurlar. Diğer kültürlerin farklı bir yaklaşımları vardır. Faslı bir sosyolog bunu şu şekilde anlatmaktadır: “Biz insanları patates yiyenler ve pirinç yiyenler diye ikiye ayırmıyoruz.” Eşcinsel ve heteroseksüel şeklindeki kesin bir ayrımı da eşit ölçüde saçma buluyor. Bunun ardından gelen soru şu: öyleyse eşcinsellerin görünürlükleri nerede -bu sadece insanların gerçek doğasını saklamaya yarayan bir özür değil mi? Etiketler olmamasının kuşkusuz avantajları var, gay ve straight arasında geçilmesi gereken bir sınırın olmayışı gibi. Bu, Kuzey Afrika’da görülebileceği gibi, aynı cinsiyetten insanlar arasında ilişki kurulmasını bir şekilde kolaylaştırmaktadır. Kuzey Afrika ülkelerine giden gay turist fırsatçı fahişelerin kendisini izlediğini görecektir. Bunun nedeni genç erkeklerin kolay yoldan para kazanmak istemeleri veya kendilerini Batı Avrupa cennetine götürmeye istekli biriyle tanışmayı umut etmeleridir. Bu ülkelerdeki gay yaşamı konusunda yalnızca bunları görerek fikir edinmiş turistler bir şeyi gözden kaçırmışlardır: bu ülkelerin büyük kentlerinde yaşam tarzları bizimkine benzeyen gay toplumları vardır. Kimliklerini çok açığa koymamaktadırlar belki ama sonuçta gizlenmemektedirler. Hollanda’daki Kuzey Afrikalı ve Türk göçmenlerin çoğu kırsal bölgelerden gelmişlerdir. Asla açık eşcinsellikle karşılaşmamışlardır. Çok sayıda insan, özellikle ikinci ve üçüncü kuşak göçmenler, gerek içinde büyüdükleri ülkenin kültüründen gerekse de ailelerinin kültüründen iyi olanı seçip, kötü olanı reddetme eğilimindedirler. Yalnızca küçük bir azınlık atalarının geleneksel inançlarına koyu bir şekilde bağlıdır. Bu tür insanlar bizim ülkemizin köktenci Hıristiyanlarıyla karşılaştırılabilirler. Yakın zaman önceki bir gazete makalesinde İncil, Tevrat ve Kuran’da eşcinselliğin mahkum edildiği ancak Kuran’daki yaptırımların diğer iki kitaba göre çok daha az sert olduğuna işaret edilmektedir. Hollanda’daki köktenci dini gruplar eşcinselliğe savaş açmaya karar verdiklerinde ortaya ilginç bir hukuki çıkar çatışması çıkmıştır: dini inanç özgürlüğü yasal koruma altındadır. Ancak eşcinsellere yönelik ayrımcılığa karşı da yasalar vardır. Ayrımcılık karşıtı yasaların uygulanmasından önceki tartışmaların büyük bölümü bu noktada odaklanmıştır. Sonuçta, ancak çok katı koşullar altında, dini ya da kültürel zeminde işleyen kurallar için istisnai durumlarda ayrımcılık karşıtı yasanın uygulanmayabileceğine karar verilmiştir. Ancak bu yasanın geniş kapsamlı bir uygulamama kararı değildir, bu tür istisnai durumların mahkemelerce onaylanması gerekmektedir. “Onlar” için başka “bizim” için başka yasaların var olduğunu sanmak için bir neden yoktur. Bunların yanında bahsedilmeden geçilmemesi gereken olumlu bir gelişme vardır: etnik azınlıklar içinde kalsalar da kendilerine ait bir yol seçen insanların sayısı artmaktadır. Yakın zaman önce Türkiyeli iki genç erkek ve bir kız, bir Türk gay grubu (pembe çatı) kurma konusundaki planlarını anlatmak için televizyona çıktılar. Daha önceleri de Türk ve Arap gay diskoları açılıp kapanmıştı. Etnik azınlıkların gay grubu “Alışılmadık meyve”, Hollanda asıllı olmayan gaylerin kurtuluşundaki bir çok önemli adımın öncüsü olmuştu. Özörgütlenme Yahudi grubu “Shalhomo” ve değişik Hıristiyan gruplarının göstermiş olduğu gibi atılım yapabilmek için en iyi yöntem olmayı sürdürmektedir. Bu gruplar kendi kültürlerindeki hoşgörüsüzlükle, dışındaki insanlar için imkansız olan bir biçimde, içeriden müdahale etmektedirler. Belki de bu yüzden okullardaki bilgilendirmeye karşı çıkılmaktadır, çünkü okullarda insanlara neye inanmaları gerektiği söylenmektedir. Hollanda asıllı gaylerin göçmen gaylerin kurtuluşunda küçük ama önemli bir rolleri vardır: yardım teklif etmek ve istenildiğinde destek çıkmak. Benzer biçimde yerel ve ulusal hükümetin parasal ve diğer türden yardımlarına da gereksinim duyulabilir. Ancak hiç kimseden başkasının işine burnunu sokması ya da parmağını sallayıp “bak bu olmadı işte” demesi istenmemektedir. Son olarak, etnik azınlıklar içindeki homofobi ve hoşgörüsüzlük işaretlerini gözardı etmemeliyiz. Ancak bunun arkasındaki sorunları anlamaya çalışıp, (her iki taraftaki) hoşgörüsüzlükle buna göre savaşmalıyız.

ÇEV:SELÇUK Gay News (Amsterdam, Hollanda)’dan çevrilmiştir.

KAOS GL 33/6


1. izmir

TANIKLIKLAR

Eşcinsel olduğumu iki gün önce anneme açıkladım. Aslında bu uzun bir süredir, özellikle de bir aydır kafamda olan bir şeydi. Açıklamam da planım dışında gerçekleşti. Annemin dini inançları biraz güçlü olduğu için uygun bir zamanlama değildi. Kurban bayramı içinde açıklama yaparak, dinsel açıdan kutsal günlerde onun canını sıkmak istemiyordum. Son bir aydır evde durum çok gergindi. Gerginlik annemin arkadaşlarıma tavırlarından kaynaklanıyordu. Annem sürekli arkadaşlarım hakkında olumsuz telkinlerde bulunuyordu. Ben bunları defetmek için arkadaşlarımı eve çağırıp annemle tanıştırmaya karar verdim. Bir iki arkadaşla daha telefonla konuşup anneme sordum. Annemin suratı bozuldu. “Ben senin arkadaşlarını beğenmiyorum. Eve son zamanlarda uygunsuz telefonlar geliyor. ‘Oğlun uygunsuz kişilerle arkadaşlık ediyor, bunlara son versin yoksa onu dayılarına söyleyeceğiz’ deniyor. Ben korkuyorum, ellerim ayaklarım titriyor. Demek ki bu arkadaşların iyi kişiler değil. Lütfen onlarla arkadaşlığını kes” dedi. O akşam açıklayabilirdim belki ama, ortam uyuşmadığı için olmadı. Ben de arkadaşlarımla görüşmelerimi azalttım, evde öyle bir şey çıkmasın diye. Telefona inanmamıştım. Annemin beni korkutmak için uydurduğu bir yalan diye düşünmüştüm. Annemin dayımlardan yardım istemesinden de korkmuştum. Eve ne zaman arkadaşlarımdan telefon gelse huzursuz oluyordum. Hatta her telefon çaldığında “Hii!... Acaba bana mı?!” diye düşünecek kadar huzursuzdum. Olay sınavdan önce olmuştu, bunu konuşmayı sınav sonrasına erteledim. İşte ne olduysa bayramın sonuncu günü oldu. Bir arkadaşım İzmir’e gelmişti. Ben bilmiyordum ve İzmir’e

gelmediğini sanıyordum. Bunun için aramamıştım. Telefon çaldı ve açtım. Öteki taraftaki oydu. Annem de karşımdaydı ve bana ters ters baktı. Ben öteki tarafa konuştum. Evde son zamanlarda olan şeylerden bahsettim. Onunla randevulaştık ve telefonu kapattım. Bir baktım, annem ağlıyordu. “Ne oldu, niçin ağlıyorsun?” dedim. Annem hıçkırmaya başladı. Öyle bir ağlıyordu ki, neredeyse kriz geçiriyordu. Ağlayarak “hayatımda senden başka kimsem yok. Yapayalnızım. Seni kaybetmekten korkuyorum. Kötü kötü kişilerle arkadaşlık ediyorsun” gibi sözler söyledi. Ağlaması biraz geçti. “Sen son zamanlardaki başarısızlıklarından dolayı içine kapandın. Zaten yıllardır öyleydin. Son zamanlarda senin kişiliğini bulduğunu sanıyordum ki, uygunsuz kişilerle arkadaşlık etmeye başladın. Senin başına kötü şeyler gelmesinden korkuyorum. Senin bu arkadaşların eşcinsel insanlar” dedi.

Annem bu kadar üsteleyince ben de dayanamadım artık. Çünkü o an için yapacak başka bir şey kalmamıştı benim için. “Anne bak, ben bir erkeğim ve cinsiyetimden memnunum. Hiçbir zaman cinsiyetimi değiştirmeyeceğim, bugüne kadar neysem, bundan sonra da o olacağım. Ama ben bir kadınla cinsel ve duygusal bir şey paylaşamam. Belki çok iyi dost olabilirim ama bunu yapamam. Ben kendi cinsime ilgi duyuyorum ve bir eşcinselim anne.” dedim. Annem gözlerini kapatarak “Hayır! Hayır! Hayır!” dedi. Ağlamaya başladı. “Sen hayatın boyunca çok itilip kakılacaksın yavrum. Hep bunun ıstırabını yaşayacaksın. Ben de, ablan da yaşayacağız. Sen kendini inandırıyorsun” gibi sözler söyledi. Ben, bunda acı çekilecek bir şey olmadığını, kimsenin de benim için acı çekmesini istemediğimi, kendimi yıllardır böyle hissettiğimi, arkadaşlarımla bunun bir ilgisi olmadığını, kadınlarla aramda bir sorun olmadığını söyledim. O da “bu konuda sabit düşünme. Bir kadınla

KAOS GL 33/7

bunu yaşamayı dene. Bir psikiyatrist bulalım vs.” gibi laflar etti. Sürekli de ağladı tabi. Ben anneme sarıldım. Onu rahatlatmaya çalıştım. Sonra hasta oldu, yatak döşek yattı. Ben bu koşullarda Emre ile tabii ki görüşemezdim. Arıyorum arıyorum cevap veren yok. Buluşacağımız saat, evden “dolaşmaya çıkıyorum” diyerek ayrıldım. Alsancak”a gittim. Orada buluşacaktık. Emre’yi öyle bekletemezdim. O’na evde olanları anlattım. Ve görüşemeyeceğimizi, annemin fenalık geçirmesinden korktuğumu söyledim. Emre şok geçirip dehşete düştü. O da çok üzüldü. Ben zaten annemin hastalanıp yataklara düşeceğini tahmin etmiştim. Ertesi gün, annem benimle pek konuşmadı. Onu anlayışla karşıladım. Zordur çünkü bir eşcinsel annesi olduğunu hazmetmek. Aynı zamanda ben hem o gün, ve de sonra salak gibiydim. Ne yaptığımı bilmiyordum. Hoş, şimdi de pek normal değilim ya. Sanırım hem mevsim değişimi, hem de annemin bana bakış açısının değişimini vücudum pek kaldıramamış olacak ki, akşam bana önce halsizlik, arkasından da yoğun bir üşüme geldi. Nasıl titriyorum, nasıl titriyorum anlatamam. Sanki Kuzey Kutbundayım. Hemen yatağa yatıp, biraz ısınmaya ve dinlenmeye çalıştım. Arkasından da aspirin içtim. Zaten biraz ateşim vardı. Sabah kalktığımda, ateşim yoktu ama halsizliğim ve baş ağrım devam ediyordu. Bütün gün de devam etti zaten. Şu an da bir garibim aslında sanki hala saklıyormuşum gibi geliyor. Öteki taraftan da rahatlık hissediyorum. Sanki hayatımda yepyeni bir sayfa açılıyor, hayatım değişiyor. Anneme açıkladığımda ablam evde yoktu. Şu anda olanlardan habersiz. Ona da açıklamayı düşünüyorum. Ama ne zaman olacak bilemiyorum. “Aman annem anlamasın, öğrenmesin” diye hiç bir şey yapamıyor, hiç bir yere gidemiyordum. En azından bu engel kalkmış oldu. Sanırım istediğimi yapabileceğim. Ama belki de annem savaş ilan edecek. Doğrusu bilemiyorum. Bu arada annemin bahsettiği telefonlar gerçek galiba.


Telefondaki bir kadınmış. İsmini vermemiş. Benim kullanıldığımı, kötü yollarda ilerlediğimi, dayılarıma haber vereceğini, eşcinsellere karşı mücadele verdiğini söylemiş. Yaklaşık bir yıldır arıyormuş. İyi de telefonumu nereden almış? Ben zaten altı-yedi aydır eşcinsel arkadaşlıklar kuruyorum. Zaten görüştüklerimizin sayısı da ikiyi, üçü aşmıyor. Eşcinsel karşıtı örgüt olsa diğer arkadaşlara da öyle telefonlar gelirdi. Ben cesur biri olduğum için mi gelmiş öyle telefonlar? Bir arkadaşım “bu kişi gerçekse ya mahallenizden seni bilen biridir, ya da akraba çevrenizdendir” dedi. Bana hiç telefon gelmedi. Suratıma telefon da kapanmadı. Bilemiyorum doğrusu.

2. afyon Merhaba anne. Burası Kaos GL. Canım annem, sana coming-out’umu Kaos GL’den yapıyorum. Neden mi? Çünkü sen okuma yazma bilmiyorsun. Saçma mı? Farkındayım, ama kendime okuma yazma bilen bir anne bulamadım -ya da aramadın. Başlangıçları detaylı yazma gereği hissetmiyorum -... vs vs- Nasılsa sen okumayacaksın. Ben beş Mayıs’ta bir kadınla yattım!! Evet iki ünlem. Hatta üç, dört, beş ünlem. Eski aşıklarımdandı. Eve geldi. Sen yoktun. Kapıdan girer girmez hoşgeldin diye boynuma sarıldı. Ben de istenç dışı bir ŞEYle dudağından öptüm. Ve öyle başladı. Kadın diye başlamamın sebebi; kız sanıyordum. Kusmadım, tiksinmedim ve zevkle bitti. Bittiğinde hiç şaşırmadım daha doğrusu hiç bir şey aklıma gelmedi. Taa ki nefes alış verişlerim normalleşip aklım başıma gelinceye kadar. Ve sonra!! İlk defa bir kadınla yattıktan sonra ondan iğrenmiyordum. Kız -ya da kadınyüzümdeki ifadeyi görünce -“evet, kadınım” dedi. Şaşkınlığımı o yüzden sandı. Onu gönderdim. Kafamın içinde soru işaretleri bir birlerini beceriyorlardı. Sokağa çıktım. Bir süre dolaştıktan sonra benimle yatmaya her

an hazır olan bir erkeğe gidip akşama randevu verdim. -onunla daha önce hiç yatmamıştım- Buluşup o gün için uygun olan onun evine gittik -evli ve otuz yedi yaşındaydı- birer bardak şaraptan sonra sevişmeye başladık. Onu içime aldım. Zevk varsa içindeydi ve zevkten çıldırıyordu ki boşaldı. Erkendi. Birer bardak şaraptan sonra bir daha istedim. Bu kez de boşalamıyordu. Ama ben mutluydum. O içimdeyken ben mastürbasyonla yedinci kata -zevkin doruğuna- çıktım. O hala içimdeydi. -“Çık içimden ibne”deyip- kalktım. Sokağa çıktım. Kafamdaki soru işaretlerinin yarısı cevabını bulmuş orgazm olmuşlardı. Ama diğer yarısı hala didişiyordu. Kadından neden nefret etmemiştim? Ertesi gün kızı -ya da kadını- telefonla çağırıp o istemediği halde bir daha becerdim. Yine kusmadım, yine ondan nefret etmedim. Evet anne bunlar seni şaşırtacak şeyler olduğundan, Kaos GL’den sesleniyorum. Cinsel kimliğimi Kaos GL ile tanışınca bulduğumu sanmıştım. Bi’leri hiç sevmezdim. Hatta onlara karşı gizli bir nefretim vardı. Şimdi ben bi miyim, hadi cevapla bakalım benim hetero gururlu annem. Sen hiç bir kadını dudağından öptün mü? Neyse, senle uğraşacak kadar iyi hissetmiyorum kendimi. Seni hetero gururunla baş başa bırakıyorum. Artı anneler günündeyiz ve sana çiçekler gönderip, mutluluklar dilemiyorum. Çünkü sen hiç mutlu olamıyorsun. Senin mutluluğun benim erkekçe yaşayıp erkekçe ölmem. Senin hetero dünyanda GL’ler yaşamıyor. Ama benim de popoma bir penis girmeyince ben de mutlu olamıyorum. Benim için önemli olan benim mutluluğum. Sen mutlu olacaksın diye kıçımdaki beni yedinci kata çıkaran o güzelim penisi çıkaramam. Hiç kusura bakma. Neyse sen kahve falına bakmaktan kusurlara zaman ayıramayacaksın nasılsa. Neyse, ben tekrar sorunuma döneyim, şimdi ben bi’miyim? Ve yazımı bu soruyla bitireyim. Ben şimdi bi miyim? Evet diyenler el kaldırsın, hayır diyenler mastürbasyon takılsın.

KAOS GL 33/8

3. çanakkale Sonunda ben de yazmaya karar verdim. Size her zaman yazmak isteği içerisindeyim ama bir türlü düşüncelerimi, dertlerimi kağıda aktaramıyorum. Benim de bütün eşcinsel arkadaşlarım gibi bir çok sorunum var. Bazen o kadar çok bunalıma giriyorum ki, bu sorunlarımı anlatacak ne bir arkadaşım ne de bir dostum var. Siz şimdi KAOS GL var diyeceksiniz, ama düşünceleri kağıda aktarmak o kadar zor oluyor ki, düşüncelerimi tam istediğim gibi kaleme alamıyorum. Yine de iyi ki siz varsınız. Biraz kendimi tanıtayım. 70 doğumlu, 1.70 boyunda, 65 kg. Çocukluğumu ve gençliğimi bir köyde geçirdim, şimdi bir ilçede oturmaktayım. Eşcinselliğimi ilk köyde yaşadım. Küçüklüğümde hep kız çocuklarıyla oynardım. Biraz serpilmeye başladığımda, erkeklere ilgi duymaya başladım. İlk cinsel ilişkimi 17-18 yaşlarında yaşadım. Ondan sonra sık sık devam etti. O zamanlar köyde yaşadığım için gizli gizli ilişkilerimi devam ettiriyordum. Askerliğim geldiği zaman gitmek mecburiyetinde kaldım. İyi ki de gitmişim. Acemi birliğim biraz zor geçti ama usta birliğim çok iyiydi. Hatta iki üç askerle birlikte oluyordum. Askerliğimi hiç bir sorun olmadan tatlı bir şekilde bitirdim. Askerliğim bittikten sonra orada burada biraz gezip çalıştıktan sonra özel bir şirkette muhasebeci olarak işe başladım. Patronumla aram iyiydi. Bazı akşamlar beni yemeğe götürür, içip muhabbet ederdik. Bir akşam da yine böyle işyerini kapattıktan sonra bir iki kutu alarak yola koyulduk. Bir müddet gittikten sonra yol kenarında çamlar arasına girip durduk. Bir müddet biraları içip muhabbet ettikten sonra ben arka koltuklara geçeceğim deyip taksinin arka koltuğuna geçtim. İçkinin etkisiyle biraz mayıştım. Daha sonra patronum da arka koltuğa geldi, biraz oturduktan sonra başını


dizlerimin üstüne koydu, bir müddet yattıktan sonra kalktı, bu sefer de benim başımı kendi dizlerinin üstüne yatırdı ve başımı okşamaya başladı, biraz da içkinin verdiği cesaretle ben pantolonun üzerinden cinsel organını okşamaya başladım. Bir müddet oral seks yaptıktım ve sonra beni domaltıp içime girdi ve büyük bir zevkle boşaldı. Ben mektuplaşmayı çok sevdiğim için, gay arkadaşlarıma genelde işyerinde yazarım. Bana gelenleri ve yazdıklarımı masamın çekmecesinde saklıyordum, mektuplarımı okuduğunu sanarak, okuyup okumadığını sordum. “Hayır!” dedi. Ben eşcinsel olduğumu biliyordur diye hiç tereddüt etmeden beraber oldum. Sabahleyin hiçbir şey olmamış gibi işe devam ettim. Patronumun da göt sikmesini çok sevdiğini anlamıştım, artık her hafta bir veya iki defa yemeğe götürüp ondan sonra da bir güzel düzüyordu. Epeyi böyle devam etti, artık bu da yetmiyordu, işyerinde taciz etmeye başladı. Bir taraftan popomu elliyor, kucağına oturtuyordu. Ben yavaş yavaş karşı çıkmaya başladım, işyerinde olmayacağını, gelenin geçenin görebileceğini söylüyorsam da pek aldırış etmiyordu. Yavaş yavaş soğumaya ve kaçmaya başladım. Akşamları mesai biterken herkesten önce gitmeye başladım, ama sonunda yolunu bularak mesai bitmeden beni bir alacağa gönderiyor, geldiğim zamansa kimse olmuyor, onun için de istediği gibi elde ediyordu. Ben işim olduğunu söylesem de hiç fayda etmiyordu. Patronumla ilişkimiz yaklaşık 1.52 sene devam etti, iki ay öncesine kadar. O gün biraz işi olduğunu, gelince biraz konuşmak istediğini söyleyip gitti. Bir süre sonra geri geldi. Herkesle beraber olduğumu, herkesle sikiştiğimi ve herkesin bildiğini söyleyerek işi bırakmamı söyledi. Patronum beni düzdükten, bir güzel kullandıktan sonra işten kovdu. Şimdi kendi işimi kurmaya çalışıyorum.

ARNAVUTLUK’A ASKERİ MÜDAHALE

Geçtiğimiz ay, sekiz yüzü aşkın Türk deniz piyadesinin de içinde yer aldığı bir BM gücü, bankerler skandalından sonra halk ayaklanmasına tanık olan Arnavutluk’a müdahale etti. BM müdahale güçleri, amaçlarının Arnavutluk’a “istikrar getirmek” olduğunu açıkladılar. Tuhaf şey! Türkiye de dahil, dünyanın çeşitli ülkelerinde devlet güçleri jenoside girişir, insanları kitleler halinde katleder, idam eder, kelle keser, ülkeyi olmadık kargaşalıkların içine sürükler, ama BM’nin aklına bu ülkelere müdahale etmek gelmez. Ne zaman ki, Arnavutluk’ta olduğu gibi, bir halk soyguncu ve baskıcı bir hükümete karşı ayaklanır ve onu alaşağı eder, kendilerini baskı altında tutmaya yarayan silahları ele geçirir, o zaman üstelik ortada yanlışlıkla vurulmuş az sayıda insanın dışında önemli bir ölüm vakası olmadığı halde, birden bire BM’nin aklına o ülkenin istikrarını korumak gelir. Hem de kiminle? Kendi ülkelerinde istikrarsızlığın başlıca kaynaklarından olan baskıcı ordulardan devşirilme güçlerle. Durum açıkça ortada. BM, hükümetlerin cinayetlerine karşı değil. O sadece ve sadece halkların inisiyatifi ele geçirmesine karşı. Bu tür “kötü örneklerin” yayılmasını istemiyor. Cezaevlerini yıkarak, Arnavutluk’u dünyanın en özgür ülkesi haline getiren Arnavutluk halkına karşı harekete geçmelerinin nedeni budur. TTTTTTTTTTTTTTTTTTTTTTTTTTTTTTTTT Muhafazakarlar, Liberal Demokratlar ve İşçi Partililer fiyat konusunda birbirleriyle bayağı çekişen manifestolar yayınladılar seçim öncesi. The Sun’a göre Muhafazakarların program broşürleri 1992’dekinden pek de farklı değil, kapağı hariç. Bu üç grubun programlarını lezbiyen ve gay hakları konusunda gözden geçirdiğimizde farklı şeylerle karşılaşıyoruz. Muhafazakarlar manifestolarında cinselliğe hiç yer vermemişler, varsa yoksa aile. İşçi Partililer ise “aileyi güçlendireceklerini” söylüyorlar bir karı kocanın parkta çocuklarını gezdirirkenki modern fotoğrafının altında. Gözlemcilere göre bu “siz istediğiniz kadar gürültü patırtı çıkarın, biz düzenin kayığına dokunmayacağız” anlamına geliyor. Yani toplumsal istikrarla değişimi bir arada götürmeyi planlıyorlar. Liberal demokratlar ise lezbiyen ve gay hakları konusunda yasal eşitlik sağlayacaklarını iddia ediyorlar. Her türlü ayrımcılığa karşı savaşacaklarını ve polis kuvvetlerinin homofobik saldırılarla daha etkili bir şekilde mücadele vereceğini söylüyorlar. Verdikleri sözler arasında 28. Maddenin kaldırılması ve gaylerin askeri kuvvetlere alınması da var. Seçimleri kazanan ve iktidara gelen İşçi Partisi’nden açık eşcinsel bir milletvekili bakanlık’a getirildi. (The Pink Paper, 11 Nisan 1997-)

KAOS GL 33/9


A

I

D

S

AIDS insan bağışıklık sisteminin tükenmesi ile ortaya çıkan bulgular topluluğu diye tanımlanıyor. HIV ise insan bağışıklık yetmezlik virüsü olarak adlandırılıyor. Temel olarak çoğalmasını sağlayan çok kısa bir DNA-RNA yapısına ve hedef hücrelerini belirleyerek bu hücrelere yapışmasını sağlayan yapışıcı algaça sahip. 1981 yılında ilk kez A. B. D.’de hastalık bulunuyor ve 1983 yılında, 2 yıl gibi kısa bir sürede virüs tanımlanıyor. Afrika’da bulunan bir maymun türünün bağırsaklarında bulunduğu ve buradan insanlara geçtiği tahmin ediliyor. Amerika’da CIA ve kilise işbirliği ile laboratuarda üretildiği de ikinci bir iddia. İkisi de mümkün görülüyor. Amerika’da ortaya çıktığı zaman sadece eşcinsellerde görüldüğü düşünülerek hiç de ilgi görmüyor. Araştırmalar için para ayrılmıyor. Daha sonra “ünlü kişilere AIDS tanısıyla” hastalığa ilgi artıyor. Bulaşma yolları I-cinsel ilişki, II- kan ve kan ürünleri, III-anneden bebeğe. Heteroseksüel/eşcinsel, vajinal, oral ve anal her türlü cinsel ilişki ile bulaşıyor. Cinsel ilişki ile bulaşma riski, partner sayısı, partnerdeki HIV enfeksiyon dönemi ve genital yaraların varlığı ile artıyor. Eşcinseller de ise HIV bulaşma riskini artıran faktörler şunlar: I- pasif anal cinsel temasta bulunanlar II- anal gonore (bel soğukluğu) III- anal ülseratif lezyonlar (yaralar) IV- çok eşli cinsel temas V- anal temasta travma Kan ve kan ürünleriyle bulaşma ise, test edilmemiş kan ürünleri, kirli enjektör kullanımı, inravenöz (damardan) ilaç kullanımında ortak malzeme kullanımı, kan bulaşmış kesici aletler, test edilmemiş organ ve doku nakliyle oluyor. Anneden bebeğe bulaşma olasılığı ilaç tedavisi yapılmazsa %33, ilaç tedavisiyle bu olasılık %8-10 oluyor. HIV+ bir annenin bebeğini emzirmemesi isteniyor. Günlük yaşamdan, öpüşmeden, terden, tükürükten, tuvaletten, bardaktan bulaşmıyor HIV virüsü. Çünkü vücut dışında 10 dakikada hiçbir dezenfektan kullanmadan inaktive hale geliyor. HIV virüsü vücudun savunma sistemini sağlayan hücreleri belirli sayının altına düşürdüğü zaman AIDS oluşuyor. Savunma sistemi çöküyor ve hasta bir çok hastalığı (virütik ve bakteriyel) artarda yaşamaya başlıyor. Bu hastalıkların dışardan tedavisi yeterli olmuyor, çünkü buna vücut savunma sistemi yardım etmiyor, ve HIV+ birey bu hastalıklardan birinden (çoğunlukla zatürree) ölüyor. HIV+ bir bireyin AIDS dönemine geçiş süresi 2-12 yıl. İlaçla tedavi ile 14-16 yıla çıkabiliyor bu süre. İlaçların düzgün kullanılması halinde AIDS dönemine kadar hayat kalitesinde bir düşme yaşanmıyor. HIV+ AIDS

Dünya Kuzey Amerika Güney Amerika Afrika Avrupa Eski Sovyet grubu ülkeler Kuzey Afrika Uzak Doğu Avustralya Asya

1993 14 milyon 1 milyon 1.5 milyon 8 milyon 500 bin 50.000 75.000 25.000 25 bin 1.5 milyon

1994 17 milyon 1.5 milyon 2 milyon 10 milyon 750 bin 50.000 75.000 50.000 25 bin 3.5 milyon

1996(Haziran) 21.8 milyon 780.000 1.3 milyon 14 milyon 478.000 50.000 200.000 50.000 48.000 4.8 milyon

Görüldüğü gibi hastalık dünyada 2.5 yılda yaklaşık %60 artış gösteriyor ve hızla artıyor. Kuzey Amerika’da 93’ten 94’e %50’lik bir artış varken 1996 haziranında %50’lik bir azalma görünüyor. Bu azalmanın temel neden, ABD’nin bu konuda eğitim ve araştırma için hatırı sayılır bir para ayırmaya başlaması. Özellikle eşcinseller çok iyi eğitiliyorlar. Ama araştırmacılar bu görüntünün zahiri olduğunu, çünkü bu işi kendileri için ciddiye almayan heteroseksüeller için yayılmanın artacağını söylüyorlar. Afrika’da durum bir trajedi oluşturuyor. Dünyadaki AIDS’li nüfusunun yarıdan daha fazlası Afrika’da yaşıyor. Hızla yayılıyor hastalık. Önlem ve ilaç tedavisi de yok ortalıkta. Dünya için HIV korunma maliyeti 2.5 milyar dolar.

KAOS GL 33/10


Bu dünyada kolayca harcanan paradan daha düşük bir maliyet. Peki bu parayı Afrika’ya kim verecek? Hiç kimse! HIV+ bir annenin çocuğuna süt vermesi yasak! Afrika’da HIV+ bir anneden doğan bebek ya emzirilmeyip hemen ölüme terk edilecek, ya da emip 2 yıl sonra ölecek! Avrupa’da yaşanan azalma zahiri bir görüntü olabilir, çünkü heteroseksüeller hala yeterince korunmuyor. Eski SSCB grubu ülkelerde bir artış görülmüyor. Ama bunun bir politikanın sonucu olduğu görülüyor. Uzak Doğu, yaşanan seks turizmiyle birlikte oldukça riskli bölgelerden birisi. Asya’ya geldiğimizde bir patlama yaşanıyor. 1.5-3.54.8 milyon, rakamlar her yıl yaklaşık ikiye katlanıyor. Bir Asya ülkesi olan Türkiye’de de resmi kayıtlara göre yaş ve cinsiyete göre 28 Şubat ’97 (Sağlık Bakanlığı) tarihli dağılım şöyle.

Yaş grupları 0 1-4 5-9 10-12 13-14 15-19 20-24 25-29 30-34 35-39 40-49 50-59 60+ Bilinmeyen Toplam

Erkek 3 2 1 2 1 9 56 94 118 61 56 34 12 55 504

Kadın 1 1 4 0 1 4 18 25 29 12 15 14 7 16 147

Toplam 4 3 5 2 2 13 74 119 147 73 71 48 19 71 651

Son verilere göre 651 vaka var. Bu tablonun Türkiye nüfusuna dağılımı çok uygun. Seksüel yaşamın aktif olduğu genç grupta oldukça yoğun gözüküyor. Tabi bu riski oldukça artırıyor. HIV virüsünü kadınların alma olasılığı erkeklerinkinden yaklaşık 17 kat daha fazla, bu tablodaki tam tersi durum da oldukça ilginç. 28 Şubat ‘97’de, risk gruplarına göre vaka ve taşıyıcı dağılımı (Sağlık Bakanlığı) da şöyle:

Risk grubu Homo/Biseksüel IV madde bağımlısı Homo/Biseksüel + madde bağımlısı Hemofili hastası (kan) Transfüzyon (kan) alanlar Heteroseksüel Anneden bebeğe geçiş Bilinmeyenler Toplam

Vaka 34 30 2 5 16 95 3 50 235

Taşıyıcı 30 46 2 9 16 175 4 134 416

Toplam 64 76 4 14 32 270 7 187 651

Dünyada bilimsel standartlara göre de AIDS hastasına karşılık 50 adet HIV+ bireyin bulunduğu saptanmış. Bu anlamda ülkemizde yaklaşık 12.000 HIV+ bireyin bulunması gerekiyor. Ama kayıtlara göre 416 adet HIV+ birey var. Yani kayıtlar işlemiyor. Yani 11.500 birey HIV+ birey HIV+ olduğunu bilmeden hastalığı bulaştırıyor. Tabloya göre heteroseksüel bulaşma, eşcinsel bulaşmaya göre yaklaşık 4 kez daha fazla. Kişisel kanaatim bu görüntünün zahiri olduğu. Toplumda eşcinsel ilişkiyi yaşayan pek çok insan kendini heteroseksüel olarak tanımlıyor. Çünkü bu ülkede bir eşcinsellik trajedisi yaşanıyor. Bir zamanlar yurtdışında yaşamış bir AIDS hastasını öldükten sonra eşi bu hastalıktan öldüğünü öğreniyor. Kadına da aynı tanı konuyor. Kadın şu an hastanede yatıyor. Ve hiçbir tedavi kabul etmiyor. Nedeni de 20 yıllık kocasının eşcinsel olduğunu öğrenmesi. Bunu çocuklarına ve çevresine söylemiyor. Bu sırrın (onun için bu utancın) kendisiyle birlikte mezara gömüleceğini söylüyor.

KAOS GL 33/11


Yine başka bir hastanede HIV+ teşhisi konulan bir hasta evlenmekten ya da bu konuda eşine karşı kendini gizlemekten vazgeçmiyor. Birçok eşcinsel ilişki, kayıtlara heteroseksüel olarak geçiyor ve bu ülkede şartlar eşit olarak görülüyor. Kadınların erkeklere göre, eşcinsel erkeklerin de kadınlara göre daha fazla bulaşma riski olduğu biliniyor. Buna göre eşcinsel erkeklerin daha çok korunması ve dikkat etmesi gerekiyor. Bunun için de Amerika ve Avrupa’da olduğu gibi her eşcinsel bireye kendisi için korunma ve etrafındaki eşcinsel bireyleri bilgilendirme (özellikle KAOS okurları için), ikna etme ve bir anlamda AIDS Savaşçısı olma görevi düşüyor. Hastalığın teşhisi için en çok kullanılan test Elısa pratik ve kolay uygulanabilen, güvenilirliği %95,5 olan bir test. Yine yeni piyasaya sürülen INSTI isimli, evde de yapılabilen ve çok kısa sürede sonuç veren bir test mevcut. Güvenilirliği Elisa kadar yüksek. Fakat her iki testte de %5 yalancı pozitif sonuç verme olasılığı var. Bunun için pozitif sonucun mutlaka Westen blok yöntemiyle onaylanması gerekiyor. Bu yöntem zaman alan ve pahalı bir yöntem. Ama tamamen güvenilir. Şunun da kesinlikle iyi belirlenmesi gerekiyor. HIV virüsü bulaştıktan sonra 2-6 hafta (bazen 6 aya kadar) hiç bir belirti vermiyor ve testlerle belirlenemiyor. HIV enfeksiyonu akut döneminde ateş, baş ağrısı, deri dökülmesi halsizlik, öksürük ve gastrointestinal belirtiler görülüyor. Bu akut dönemden sonra hiç bir belirtinin olmadığı bir dönem başlıyor. Daha sonra HIV enfeksiyonunun seyrinde 1-5 yıl içerisinde %30-40’ında yaygın bir lenf bezi büyümesi gözleniyor, ateş ve diyane oluşuyor. %10 kilo kaybı, geçmeyen uçuklar ve ağızda mantar oluşuyor. Bağışıklık sistemi yetmezliği ile fırsatçı enfeksiyonlar ve kanserler oluşuyor. İlaçla tedavinin yıllık maliyeti 25.000 $. Çok sayıda ilaç alınması gerekirken, bu ilaçların, ilaç etkileşmeleri çok fazla olduğu biliniyor. Tedavi temelde iki şekilde yapılmaya çalışılıyor. 1-Virüsün çoğalmasını engelleyen ilaçlar, 2- Fırsatçı enfeksiyonları ve kanseri engelleyen ilaçlar. Tedavi şu an mümkün değil ve aşısı da yok. YAKIN GELECEKTE UMUTTA YOK. Bunun için tedaviyi düşünmek yerine hastalığa karşı korunmayı ön plana almak gerekiyor. IV ilaç bağımlılarında bulaşmayı önlemek için ortak enjektör kullanımı engellemek gerekiyor. Bazı ülkelerde bu konuda temiz enjektör bulabilecekleri, belirli merkezler kurulmuş bile. Sağlık personeline bulaşma, universal yöntemlerin uygulanması ile mümkün olabilir. Yani sağlık görevlileri, her hastasını HIV+ kabul edip buna göre önlemler almak zorundalar. 1993 yılı dünya sağlık örgütünün hastalığı önleme konusundaki tavsiyeleri şunlar: 1. 2. 3. 4. 5. 6.

Kondom’un (prezervatif) sosyal pazarlaması, Okul eğitimi, Yazılı ve görsel basınla yönlendirme, Seks işçileri/müşteri kondom eğitimi, Kan güvenliği, İğne ve enjektör güvenliği.

Prezervatifin insanların en kolay ulaşabileceği, ücretsiz şekilde sunulması gerekiyor. Tabii ki bu konudaki sosyal sorunun halledilmesi gerekiyor Okul eğitimi, bizim için 8 yıllık temel eğitim gibi tartışmaların arasında nasıl yapılması gerekiyor bilmiyorum ama bir şekilde bu da oluşturulmalı. Amerika’da ünlü bir liseye prezervatif kullanımı ve korunma konusunda 1 yıl eğitim veriliyor. Eğitim öncesi prezervatif kullanımı %18 iken 1 yıllık eğitim sonucunda %21’e çıkıyor. Yani 1 yıllık eğitim sonucu insanların hareket yanlışlıklarını değiştirme (düzeltme) oranı sadece %3. Yani bir konuyu bilmek, risklerini bilmek de, insanların hareketlerine, davranış değişikliklerine sadece %3 oranında yansıyabiliyor. Tekrar belirtelim; 1994 yılında bu korunma önlemlerinin yıllık maliyeti 2,5 milyar dolar olarak belirlendi. Bu korunma maliyeti ile 2000 yılındaki vaka sayısı 20 milyondan 10 milyona inebilecekti. Burada tekrar belirtmek gerekir ki; turizm, doğu bloğu ülkelerinden gelen seks işçileri gibi risklerin yanında, bu ülkede, bu toplumsal koşullarda eşcinsel olmak da bir risk. Bu koşullarda bu sorumluluğu, bu savaşımı almak gerekiyor. Bilgilenmek ve bilgilendirmek sorumluluğunu üstlenmek gerekiyor. Bu konudaki danışma hatları: Sağlık Bakanlığı 0.800.314 79 79 TAPD (Türkiye Aile Planlaması Derneği) 0.312.435 20 47 / 48 İstanbul AIDS Savaşım Derneği 0.212.533 47 73 AIDS ile Mücadele 0.232.278 05 40 Ankara AIDS Savaşım Derneği 0.312.286 19 16 Hacettepe İnf.Hast.Serv. 0.312.311 12 71

KAOS GL 33/12


YEŞİL! Kaos GL’nin 30. sayısında Bergama Köylülerinin derdinin ne olduğu anlatılmaya çalışılıyordu. Bergama köylülerinin mücadele sürecinde çevre sorunu Türkiye’nin bir kez daha gündemine geldi. Bergama köylüleri bu alandaki mücadelenin bir hobi ya da hafta sonu etkinliği olmadığını Eurogold şirketine karşı verdikleri mücadelede ortaya koyuyorlar. Biz, bu bahaneyle çevre sorununun ne olup ne olmadığını ortaya koyma gereği duyduk. Yeşil Hareket 70’li yıllarda özellikle Almanya’da gelişmişti. Türkiye’de ise 80’li yıllarda adeta devlet eliyle oluşturulmaya çalışıldı. Başlangıçta hareket olarak ortaya çıkamaması sonucu boş zaman faaliyetleri için bir hobi haline getirildi. Herkes yeşil, herkes çevreci olmuştu. Hatta Sabancı bile kendi pisliğini, pardon, pet şişelerini çevrecilerle birlikte topluyordu.

“Çevre Sorunu” ya da Kapitalist Üretim-Tüketim Çevre olarak yalnızca dışsal doğayı görmüyoruz. İnsanın biyolojik, ekonomik ve sosyal işlevlerini sürdürdükleri, toplumsal ortamı da çevre olarak adlandırıyoruz. Çevre sorunu, çevrenin kirlenmesi olarak ortaya çıkıyor. Çevre kirlenmesi, ekosistemimizin kendi kendisini onarma olanaklarını yok ederek doğal dengeyi bozmakla kalmıyor aynı zamanda ve öncelikle insan-doğa ve insan-insan ilişkisini de bozuyor. Evet, öncelikle... Sorun olarak kirlilik kendiliğinden ortaya çıkmadığına göre özneyi doğru tespit etmek gerekiyor. Merkezi örgütlenmenin propaganda aracı olan televizyonlarda gösterilen, sigara izmaritlerini dışarı boşaltırken suç üstü yakalanan dolmuş ve taksi şoförlerini hatırlayalım ve geçelim ve çevreyi kirleten atıkların nasıl ortaya çıktığına bakalım. Bu durumda kendimizi üretim sürecinin içinde buluyoruz. Sürecin açılması gerekiyor. Bunun için yukarıda yarım bıraktığım cümleme devam ediyorum. Evet, öncelikle insan-doğa ve insan-insan ilişkisi kirletiliyor. İnsanın kendi doğasına uygun yaşayabilmek, kendisini geliştirebilmek için gereksindiği insancıl ortam kapitalizm ve onun egemen ideolojisi endüstriyalizm tarafından yok ediliyor. Özneyi yazmak artık zor olmuyor: Kâr ve rekabet için üretim, kapitalizmin, kapitalistin bile karar veremeyeceği olmazsa olmaz koşul oluyor. Kapitalist toplumun bireyini yaratmak için kapitalizm önce insana saldırıyor. Saldırı, insan-doğa ve insan-insan ilişkisini bozarak/özgür gelişiminin maddi temellerini yok ederek birey olmayan bireyi yaratıyor. Niye, nasıl, niçin ürettiğini belirlemeyen ve sonucunda neyi, nasıl, niçin tüketeceğine karar veremeyen budalalar sürüsü kapitalist toplumun bireyi oluyor. “Zorunlu zaman”ında üretiyor, “serbest zaman”ında tüketiyor. Bu süreklilik aynı zamanda kapitalist iktidarın sürekliliği anlamına da geliyor.

Kapitalizm insanı öldürürken doğaya saldırmakta tereddüt etmiyor. Doğanın daha fazla tüketilmesi ve aynı zamanda kirletilmesi daha fazla üretim ve daha fazla kâr anlamına geliyor. Kapitalist ideoloji aynı hızla yanılsamalar yaratıyor ve sersemlemiş “tüketicinin” önüne sahte ihtiyaçlar sıralıyor. Hiç bitmiyor. Sürekli tüketiyor; tüketmek için tüketiyor. Ve bu durum, “toplumsal ve bireysel zenginlik”, “refah”, “bolluk” anlamına geliyor. Kapitalist ideoloji böyle adlandırıyor. “Toplumsal ve bireysel zenginlik”, “refah”, “bolluk” kapitalist ideolojinin verdiği anlamlardan başka anlamlara gelebiliyor: Toprak altı ve toprak üstü servetin tüketilmesi, havadaki ve denizlerdeki servetin tüketilmesi ve “modern kitlesel ölümler”le fiziksel olarak, kapitalist üretim-tüketim ideolojisiyle ruhsal ve düşünsel olarak insanın tüketilmesi. Bu tüketimler hiç de “refah” anlamına gelmiyor. Kapitalist ideolojinin anlamlandırdığı “refah” ve “ilerleme”nin öbür yüzü oluyorlar. Atık sular, atık gazlar, katı atıklar (çöp), kimyasal zehirli atıklar ve gürültü “refah” ve “ilerleme”nin yan ürünleri olarak ortaya çıkıyorlar. Kapitalizmin bir dünya sistemi olmasının sonucu, endüstri kapitalizmi kendi ülkesinde ortam fazla ısındığı için, zehiri ve pisliği (doğrudan teknolojinin kendisi de bir pislik olabiliyor) kendine bağımlı az gelişmiş ülkelere gönderiyor. Sonuçta Amazon Ormanları yok ediliyor, Afrika çöplüğe dönüyor, “Modern kitlesel ölüm”ler emekçileri fiziksel olarak yok ediyor. Eski Sovyetler Birliği’nde ve benzeri bürokratik diktatörlüklerde durum pek mi farklıydı? Neyin nasıl, nerede üretileceğine üretenler karar veremediği gibi kalkınma planları da işçi denetiminde değildi. Bürokratik diktatörlükler, endüstriyalizm ideolojisinden kalkarak emperyalizmle yarışa girdiler bu süreçte daha çok sanayi, daha çok nükleer santral ve daha çok silah üretebildiler. İnsan ve onun yaşadığı çevre dikkate alınmadı. Fabrikaların başlarına sosyalist müdürler atamakla sorun çözülemedi.

Yeşil Yaklaşım Sıralarında çiçek saksısı, ayaklarında jeanle, Türkiye’den baktığımızda şaşırmıştık. Petra Kelly’nin parlamentoya bisikletle gittiğini öğrenmiştik. Bizim ciddi vekillere hiç benzemiyorlardı. Fazla sürmedi: Önce altına Mercedes aldı, ardından sıra kendine geldiğinde rotasyonu reddederek liderlikte kaldı. Ah Petra, ah!... Yeşiller sadece nükleer silahsızlanma ve çevre kirliliği sorunlarına değil, partileştikten sonra ekonomiye ve siyasal alana ilişkin sorunlara da eğildiler. Gelişmiş sanayi ülkelerinde Yeşiller, giderek politik gündemi belirlediler. Yeşillerin A.T. Parlamentosu seçimlerindeki programları Sosyal Demokrat ve İşçi Partisi programlarından daha radikal olabiliyordu.

KAOS GL 33/13


Yeşiller programı, bugün doğanın içine düştüğü durumun sorumlusu olarak sanayileşmeyi tespit ediyor. Çevreyi koruyan ve kollayan bir sanayi öneriyor. Yeşiller sanayiyi kontrol altına almak istiyor. Yeşiller, diğer burjuva partileri gibi bir elitin var olan sorunları kaba saba büyük çoğunluk için çözmesini öneriyor. Aynen diğer reformist akımlar gibi. Oysa asıl çözümü sorunu doğrudan yaşayanlar bulacaktır. Sorun olarak Yeşiller, kapitalizme bütünüyle karşı çıkamıyorlar, dolayısıyla çözüm de olamıyorlar. Türkiye’deki Yeşillerin de çözüm olamayacağı açıktır. Üstelik Türkiye’de Yeşiller, baştan evcil doğmuşlardır. Toplumsal çevreyi anlamadan ve doğrusu sorgulamak da istemeden dışsal doğa için atılan çığlıkları kimse duymayacaktır. Balıklar intihar etmediklerine göre denizi kirleten ve yaşanmaz kılan akıntıyı gerisin geri izlemek sorunun kaynağını gösterecektir. Binlerce ton bombaya ve ölen insanlara sessiz kalıp, karabatak için gösterilen “duyarlılık” hiç de inandırıcı olmamaktadır. Yeşillerin programları yer yer sosyal demokrat partilerin programlarından daha radikal olabilir. Ama bu talepler, sanayinin kaynağına yönelmedikçe kapitalist duvarlara çarpıyor ve geriliyor. Oy kaybına uğrayan sosyal demokratların aynı taleplere sahip çıkmaları ise, Yeşillere asıl darbeyi indirdi. Kapitalist iktidarın yıkımının hedeflenmemesi ve kitlesel kalkışmanın bürokratik yapılanmalar içinde boğulmasıyla Yeşiller, çözüm olmaktan bütünüyle uzaklaştılar.

Toplumsal Çevre “Çevreci” olmadığımızdan mücadelenin odak noktasına dışsal doğayı koymadığımızı kapitalist üretim-tüketim bölümünde söylemiştik. Bu durum, dışsal doğayı dışladığımız anlamına gelmiyor. Sorunu ortaya koyarken, özne olarak kâr ve rekabet için üretimi tespit etmiştik. Çevreyi kirleten kapitalist sanayi olduğuna göre bu durumda asıl ilgi alanımız toplumsal çevrede odaklaşıyor. Dışsal doğadaki kirliliğin önlenebilmesi için öncelikle toplumsal çevrenin temizlenmesi zorunlu oluyor. “Kirlilik” maddi alanda ve düşünsel alanda ortaya çıkıyor ve toplumun her yerini kaplıyor. Kapitalist toplumda, kapitalist iktidarın sürekliliği için, kâr amaçlı üretimin sonucunda maddi çevre kirleniyor. Erkek egemen kapitalist ideoloji ise düşünsel çevreyi kirletiyor. Kirlilik, kapitalizmin kendini yeniden üreterek sürekli kılma çabasının zorunlu sonucu olarak ortaya çıkıyor. Kapitalist toplumun kendisi bütünüyle bir pisliktir. Kokuşmuşluğa son vermek için temizlenmesi gerekiyor. Temizlik toplumsal devrim anlamına geliyor. Bir dünya sistemi olarak karşımıza çıkan kapitalizmin, toplumsal çevrenin sürekli temizliği için ortadan kaldırılması gerekiyor. Kâr için üretime son verilmesi gerekiyor. Yıkarken kurmak, kurarken yıkmak toplumsal bir devrimi tanımlıyor.

GAY’E EFENDİSİZ

LAMBDA’NIN YENİ MEZUNLARI Evet, yine bir grup arkadaş daha Lambda’dan mezun oldu. Sessiz sedasız ayrıldılar aramızdan grubun onayını almadan. Ayrılırken plaket de istemediler, çıkış belgesi de. Bir Pazar akşamı toplantıya gelmek yerine, sinemaya gitmeyi tercih ettiler. Belki de televizyonun karşısına geçip, koltuğa çivilediler kendilerini. Aylardır kazanılmış olan toplantıya gitme alışkanlığını yenebilmek için. Belki de saat tam altıda bir de sigara yakmışlardır, onlarca defa “hayır, gitmeyeceğim artık” demişlerdir kendilerine. Ama neden? Oysa bu arkadaşlar, bir ay öncesine kadar Lambda İstanbul toplantılarının beyin takımını oluşturuyorlardı. Ellerinde kağıt kalem, dosyalar, kan ter içinde koşturanlar, sayısız projeyi aynı anda götürmeye çalışanlar, radyodan bülbül gibi şakıyanlar, gruba bir damla maddi yardım sağlamak için icra memuru gibi insanların yakasına yapışanlar, Lambda için günlerce koşturup, geceler boyu kafa yoran ve yorgunluktan sınıfta düşüp bayılanlar, “lütfen biraz vites küçültün” uyarılarına “ölmek var, dönmek yok” diyenler, gay hareketin dışında kalan gayleri yerden yere vuranlar, hepsi onlardı. Peki neredesiniz şimdi? Yoksa o zaman eşcinseldiniz de, şimdi heteroseksüel mi oldunuz? Ya o zaman yanlıştınız, ya da şimdi yanlışsınız! Aylar önce kendiniz bilinçsiz olduğunuzdan, tüm toplumu da bilinçsiz kabul edip, toplumu aydınlatmaya kararlıydınız. Şimdi kendiniz bilinçlenince, toplumun da bilinçlendiğini varsayarak amme hizmetinden vazgeçtiniz, öyle mi? Eğer kendi bilinçlenmenizin tamamlanmış olmasını toplumun da bilinçlenmesinin tamamlanması olarak kabul ediyorsanız ve benden sonrası tufan diyorsanız, hiç olmazsa bilinçlendiğiniz Lambda’ya bir “teşekkür” yazısı yazabilirdiniz. Gönüllü sivil hareketler her şeyden önce sabır ister. Hoşgörü ister. “Ya her şeyi birden yaparım, ya da her şeyi bırakıp kaçarım” mantığı yanlıştır. Çünkü demokratik ve toplumsal gelişim uzun yıllar gerektirir. Terapi havasında geçen tartışma toplantılarımızda, bireyler her şeyi söylemek kendilerini ifade edip, rahatlamak durumundadırlar. Kimse kimseyi kırmamalıdır. Zaman zaman oluşan negatif elektrikli ortam, toplantı dışı bireysel dostluklara yansıtılmamalıdır. Eğer hoşgörülü bir toplum için uğraşıyorsak önce kendi kendimize hoşgörüyle bakabilmeliyiz. Lambda’nın yeni mezunları sizleri özlüyorum. Kızgınlığım sizleri kaybetmiş olmaktan, sessiz kaçışlarınızdan kaynaklandı. Kendinize daha çok vakit ayırmak için aktif

KAOS GL 33/14


görevler almasanız bile, dinleyici olarak aramızda kalabilirsiniz. Böylece hem kendi içinizde tutarlı davranmış olursunuz ve hem de bizleri güzel dostluklarınızdan yoksun bırakmamış olursunuz. Bunu da yapamayacaksanız, bari gittiğiniz yerlerde Lambda’yı en iyi şekilde temsil edin, olamaz mı? Aslında bu sirkülasyon 9 yıldır süregeliyor. Farklı kültürlerden, farklı ekonomi ve eğitim seviyelerinden rast gele gelmiş, tek ortak yanları cinsel kimlikleri olan insanları bir arada tutmak gerçekten çok zor. Her insan farklı bir birey. Cinsel kimlikleri aynı dahi olsa herkesin duygu dünyası farklı. Toplumda kaç tane eşcinsel varsa, aynı sayıda eşcinsel algılayıştan ve davranış biçiminden söz edebiliriz. Böylesi çeşitliliği tek bir çeşide indirgemek hem doğru değildir ve hem de kolay değildir. İşte Lambda’nın zorluğu da buradan kaynaklanmaktadır. Tekdüze, tek oturum halinde geçen toplantılar zamanla insanları sıkmaya başlıyor. Başlangıçtaki tedirginliğini, korkularını üzerinden atan, rahatlayan, “eşcinselim” demesini öğrenen ve bilinçlenen bu insanlar çok seçenekli hetero topluma daha bilinçli eşcinsel bireyler olarak dönmektedirler. Ama benim daha ileri hayallerim var. Terapi söyleşileri, dergi ve radyo programları tabi ki çok önemli. Ama aynı zamanda Lambda politik dergi olmalı, Lambda porno magazin olmalı, Lambda sinema olmalı, Lambda tiyatro olmalı, Lambda müzik dans olmalı, Lambda telekomünikasyon merkezi olmalı, Lambda kafeterya olmalı, Lambda lokal olmalı. Yani gay hareketi insanların her türlü ihtiyaçlarına cevap verebilecek tarzda genişleyebilmeli. Bu bahsettiğim gaylerin hetero toplumdan tamamen soyutlanması anlamına gelmemeli. Bu sadece, benzer duygulara sahip insanların belirli noktalarda daha yoğun bulunmaları, bir arada olma arzularından başka bir şey değildir. Tıpkı Fenerbahçeli olanların belirli zamanlarda belirli mekanlarda bir araya gelmeleri gibi.

Bir gay seyahat düşünün. Resepsiyonda göğsünde minicik bir pembe üçgeni olan, kısa saçlı, iri yapılı, yakışıklı bir gay erkek bilet kesiyor iri kollarıyla. Ve diğer tarafta yine bir erkek bütün yumuşaklığıyla, size seyahatinizin nasıl da güzel geçeceğini anlatıyor. Orada herkesin yüzünde doğal bir gülümseme. Tüm çalışanlar ve müşteriler eşcinsel. Herkes kendinden emin ve gururlu. Kimi daha maço, kimi çok efemine ama hepsi bir aile. Otobüste yine çay servisleri yapılıyor, güzelim gay erkeklerce... Evet beyler böyle bir seyahat şirketiyle her ay seyahate çıkmak istemez misiniz? Sağlık problemlerinizi danışmak için bir kuruma gidiyorsunuz. Kadın veya erkek olan görevliler sizi sevgiyle karşılıyor. Çok sıcak bir dostluk buluyorsunuz orada. Çünkü onlar da eşcinsel. Bu kültürlü insanlar sizi her türlü cinsel ilişkiyle bulaşabilecek hastalıklar hakkında bilgilendiriyor; test yaptırabiliyorsunuz. Anüsünüzle ilgili problemlerinizi, eşcinselliğin en doğal şey kabul edildiği bu yerde daha bir kolay ve sıkılmadan anlatabilirsiniz, öyle değil mi? İşte dostlar, gelin siz de buna benzer hayaller kurun. Hayallerinizi her gün biraz daha zenginleştirip, onları koruyun. Çünkü hayal kurmak, umutlanmaktır. On yıl önce KAOS GL, Lambda İstanbul, eşcinsel toplantılarını, dergi ve radyo programlarını hayal bile edemezdik. Ama şimdi bunları yaşıyoruz. Şu anda batıda yaşanan yukarıdaki geniş hayallerimizin bizde de gerçekleşebileceğine inanmamız lazım. Bunun için çabuk pes etmemeliyiz. Sıkılıp kaçmamalıyız. Sabırla gay harekete elimizden gelen gayreti göstermeliyiz. Eşcinseller, önce birbirimizi sevmeliyiz. Aynı ortamlarda, beraber olmaktan zevk almalıyız. “Ah ne günler, günler var daha Yaşanacak hem de doya doya Gözlerin dolmasın sakın Yanılıp da ağlama Aylar, yıllar, asırlar var daha

COŞKUN

ABONELİ K İ Çİ N YURT İÇİ 1 YILLIK ABONE BEDELİ 2.700.000.-TL, 6 AYLIK 1.350.000.-TL (POSTA DAHİL) T. İŞ BANKASI MEŞRUTİYET ŞUBESİ (ANKARA) ALİ ÖZBAŞ 4213 0544328 NO’LU HESABA YATIRILMALIDIR YURT DIŞI 1 YILLIK ABONE BEDELİ: 75 DM YA DA 50 $ T. İŞ BANKASI MEŞRUTİYET (ANKARA) ŞUBESİ ALİ ÖZBAŞ 4213 0544328 NO’LU HESABA YATIRILMALIDIR DEKONT YA DA FOTOKOPİSİNİ MUTLAKA ALİ ÖZBAŞ P.K. 53 CEBECİ/ANKARA ADRESİNE POSTALAYINIZ. TEK SAYILIK İSTEKLERDE 200.000.-TL’ lık POSTA PULU GÖNDERİNİZ.

KAOS GL 33/15


MAURICE:

*

Romeo ile Eros’un Öyküsü devrim

Yaşam nedir? Bir yolculuk? Zamanın hiçbir anlamı yok bu yolculukta, mekanın anlamı yok. E.M.FORSTER Düz bir çizgi üstünde İletişim Yayınları, sürdürül(e)meyen ve başlangıcıyla sonu belli olmayan İstanbul,1994 yolculuklar da / aşklar da vardır. Çeviren; Düşler kuran ve yaşamın içinden gölge gibi geçen iki insanın Sadri ÜLKÜ yolları, bir an gelir, kesişebilir. Başından beri yalnızlıklarından ve düşlerinden başka hiçbir şeyi olmayan iki yolcu, gün gelir, aslında hiçbir zaman bir parçası ol(a)madıkları, tutkuyla birbirini seven iki erkeğe yapmadığını bırakmayacak toplumun kurallarını ve kurumlarını hiçe sayabilirler. Kapatıldığı hücreden sonsuz bir alana hiçbir devinim yapmadan geçebilir mi insan? Düşlerin yırtılıverdiği yerde yaşam başlar. "Karanlıkta yolunu bulmaktansa kımıldamadan durmayı yeğlerken" içinde yıldan yıla boy atan duyguları birdenbire tutuşur Maurice’in. Cambridge. Üniversite. Katı kurallar. Ve insan doğasına ait ne varsa reddeden tutucu İngiliz orta sınıf ahlakı. Ailesinin ve çevresinin onaylamayacağı hiçbir şey yapmadığı sürece, sözde ahlaklı bir toplumun seçkin bir üyesi olabilecek niteliklere sahip Maurice, üniversitede tanıştığı, sanatla, felsefeye en az onun kadar ilgi duyan Clive’ın baştan çıkarmasıyla, nelerin "doğal" ve "normal" olduğunu söyleyen toplumsal bir düzeni sorgulamaya başlar. Erkeklerin birlikte içki içtikleri, felsefeden, sanattan bahsedip, top peşinde koştukları ama asla birbirlerine dokunmadıkları, aşık olmadıkları -olmamaları gereken- bir ülkede ve bir zamanda, iki genç erkeğin birbirlerine dokunuşlarıyla başlayan bir isyan, kısa sürede bir kasırgaya dönüşür. Geldiği yeri değiştiriveren aşk, Clive’ın, düşlerine ihanetiyle acıya dönüşür. Büyülü kent birden kaybolur ve Maurice, çok azdansa hiçi yeğleyen insanlara özgü bir cesaretle, her adımda daha da hızlandığı bir yolda yürümeyi sürdürür. Yalnız, ama istediklerinden vazgeçmemenin arttırdığı bir tutkuyla. Ailesinin, çevrenin, üniversitenin, dinin, psikiyatrinin ve İngiliz orta sınıfının o can sıkıcı Püritenliğinin dar kalıplarının içine sığmayan tutkusunun arzuladığı tek şey, birlikte özgürce yol alabileceği bir dosttur. Tenin şehvetlerini, onunla, korkusuz ve sınırsızca paylaşabilecek bir arkadaş. Yönlendiren ve yönlendirilen ikiliğinin var olmadığı, eşitliğe dayalı bir dostluk. Başka birini ararken, hiç beklemediği bir anda kendisiyle karşılaşan Maurice, paranın ve sahip olduğu toplumsal konumun getirdiği sözde nimetlerin, rahatlıkların ona asla sunamayacağı bir arzuyla da tanışır. Geçmişini elinin tersiyle iter. Gerek orta sınıfın idealleştirdiği, karı-kocanın o meşru ve sıkıcı birlikteliğini, gerekse, alt sınıftan bir hizmetçiyle tensel tutkuyu yaşayarak, sınıfsal konumunu ve onun dayattıklarını reddeder. "Doğal" denen şey insanın

hissettiğini yaşamasıdır. Maurice’in serüveni, bir anlamda, toplumsal normların kuşattığı alanın dışında da aşkın, her şeye ve herkese rağmen, yaşanabileceğini gösterme çabasıdır. Cinsiyetsiz bir erotizmi yaşayabilme düşü, yağmurlu ve kabus dolu bir gecede, hiç beklenmedik bir anda, gerçeğe dönüşüverir. Yüzyıl başının varlıklı ve entellektüel isyankarlarını bir araya getiren Bloomsbury grubuyla da ilişkileri olan bir yazar, E. M. Forster. Kraliçeye, savaşa, emperyalizme, milliyetçiliğe ve her türlü farklılıktan korkan orta sınıfın tutucu değerlerine karşı bir itaatsizliği savunan grupta, Virginia Woolf ve John Maynard Keynes gibi, tanınmış başka isimler de vardır. Her şeye rağmen, yazdığı romanı yaşadığı sırada yayımlamaya cesaret edemez, E. M. Forster; ancak ölümünden sonra bunun gerçekleşmesini ister. Yetişkinler arasında rızaya dayalı eşcinsel ilişkinin suç olmaktan, çok değil, bundan sadece otuz yıl önce çıktığı (1967) tutucu bir ülke olan İngiltere’nin toplumsal koşullarının bunda payı hiç şüphesiz çok büyük. Gene de, 1971 yılında basıldığında, roman, ahlaki ve toplumsal önemini büyük ölçüde yitirmişti. Maurice’in öyküsünün, Stonewall sonrası dönemin cinsel özgürlükçü söyleminin aşkı ve cinselliği anlamlandırma biçimlerine hiç uymadığı bile söylenebilir. Son derece sıradan kişilerle örülü bir çevresi olan Maurice’in kendisi de, sıradan bir genç adam olmanın ötesine, çoğunlukla, geçemez. Olayların inanılmaz rastlantılarla şekillenmesi, kişilerin duygularındaki ani değişiklikler, peş peşe gelen mutsuzluklarla geçen bir zaman diliminin sonunda mutlu ve toz pembe bir son. Hepsi bu mu? Hiç şüphesiz, Maurice çok farklı bir duyarlılığı yansıtıyor. Tutkusuzluğu ve özensizliği, aşkı ve cinselliği yaşayışında bir erdem olarak algılayan ve özgürlüğünü, yatağa attığı insan sayısıyla ölçen bir kuşağın sözlüğünde asla yer edinemeyen -edinemeyecek- bir sevme biçimi bu: Bir olabilirliğin ifadesi. Bu kitap; Maurice’le mülksüz sevgilisinin seviştiği bölümleri, içten içe "acaba hangisi ‘pasif’ hangisi ‘aktif’ şimdi" merakıyla okuyacak olan, hayata ve aşka bağlanmayı bir kısıtlanma olarak yorumlayan 60’ların hippi artığı, yuppileşmiş ve seks yapma takıntısı içinde boğulan biz 90’ların genç gaylerine yer yer "fazla" romantik/tutucu bile gelebilir. Ama olsun; bir yerlerde aşkla ilgili duygularını taze tutan ve birbirlerine "mecburen" bağlı o vıcık vıcık heteroseksüel yapışıklıkla, özensiz bir seks fetişizminin ötesinde sürüp giden hayatlar da var. Belki de yazarın kendi sözleri, romanın, hayatta sağlamasını pek yapamayacağımıza inandığımız, çok mutlu sonunu, bir pembe dizi sonu gibi algılamamızı önleyebilir: "Mutlu son zorunluydu. Yoksa bu kitabı yazmazdım. Hiç değilse edebiyatta, iki erkek birbirlerine aşık olsunlar ve edebiyatın izin verdiğince sonsuza dek öyle kalsınlar istedim."

KAOS GL 33/16


Maurice “bana Alec diyorsun ama” YÖNETMEN :James IVORY OYUNCULAR :James WILBY, Hugh GRANT, Rupert Graves Atilla KARAKIŞ Uzun yıllar önce Ankara Sanat Tiyatrosu film gösterimi de yapardı. O yıllarda “filmin iyisini de kötüsünü de izleyerek, neden iyi, neden kötü olduğunu ben değerlendirmeliyim” der, o sinema senin, bu sinema benim, gösterime giren tüm filmleri izlemeye çalışırdım. Sinemanın salonundan fragmanlara kadar her şeyi izlemeye bayılırdım. Sinema fuayesindeki film tanıtıcı kartpostalları, afişleri en ince noktasına kadar incelerdim. Kimi filmlerden alınamayan tatları bunlardan alırdım. İşte AST’ta gösterilen filmlere gittiğim sıralarda, uzunca bir dönem bir filmin kartpostallarına bakıp, sabırsızlıkla bekledim o filmi, ancak 1997 yılında izleyebildim, o da videoda. Çünkü Türkiye’de hiç vizyona giremedi. Sadece İstanbul Film Festivalinde şanslı bir izleyici kitlesi izleyebilmişti o yıllarda. Neyseki zamanla şifreli şifresiz bolca özel tv kanalı açıldı da sinema filmleri evimize taşınmaya başladı. Tabiki çoğu filmi katlederek sunuyorlar izleyiciye. Sinemada film izlemenin tadını bulamamak teknik bir olay, onu geçiyorum. Filmin reklamlarla parçalanmasını da, tv kanalları ticaridir, para kazanmaları lazım -da bunun da bir sınırı olmalıyı bir kenara bırakarak- ne yapalım diyorum. Ne var ki gecenin bir vakti iyi filmlerin yüzde 99’u çok geç yayınlanıyor- yayınladıkları filmi, üstelik filmde anlamsal kaymalara neden olacak şekilde kesmeleri, dublaj sırasında filmin orjinal müzik ve efektlerini kafalarına göre montajlamaları seyircilerine, filmi meydana getirenlere büyük bir saygısızlık. Bu konu başlı başlına bir yazı konusu. Ancak Cine5’den kaydedilmiş olarak izlediğim “Maurice”i burada yazarken bunlara değinmeden geçemedim. Çünkü filmi izlemeye hazırlanırken, yıllarca izlettirilmemiş olan bu filmin nasıl bir haliyle karşılaşacağımı bilmiyor ve çekiniyordum. Dublajından kesintisiz yayınlanmasına kadar filme gösterilen değer beni memnun etti. E. M. Forster’ın öz yaşamsal izler taşıyan romanı onun ölümünden sonra yayınlanmış. Türkiye’de de İletişim Yayınları’ndan çıkmış olan bu romandan bahsetmeyeceğim. Ben, James Ivory’nin filmini değerlendireceğim. Ivory özellikle geçtiğimiz yüzyıl ile bu yüzyıl başlarında geçen öyküler aktarmayı seven bir yönetmen. Ön planda ikili ilişkileri anlatırken, dönemi, dönemin olaylarını filmlerine ustalıkla yerleştirir. Ivory, “İngiliz olma”yı çok iyi bilmekte, dolayısıyla filmlerindeki kişilerin tepkileri bir karaktere

yüklenmiş iyi kişi/kötü kişi rolleri değil, iyi İngiliz/kötü İngiliz vatandaşlarıdır. Film bir grup çocuğun deniz kıyısına doğru yürüyüşleri ile başlar. Öğretmenleri Hall’ı yanına çağırır. Amacı, babası ölmüş olan ve evde onunla konuşacak bir erkek olmadığı için -bahçıvan, uşak gibi alt sınıftakiler hariç, bir beyefendi bulunmadığından- Hall’a bazı şeyleri anlatmaktır. Bu şeyler, cinsellikle ilgili, öğrenilmesi gerekli (öğrenilmesi zorunlu) şeylerdir. Yalnız bunlar “kutsal”, “yaratılmaya yönelik” şeyler olacaktır. Cinsellik gizli, kadın ve erkek arasında yaşanılan bir şeydir. Hall ergenliğe girmek üzeredir. Öğretmenin Hall’a anlattıkları hem o dönemde cinselliğe bakışı gösterir, hem de heteroseksüelliğin tek ve var olması gerektiği fikrinin insanların kafasında nasıl yer ettiğini. Öğretmen gayet sıradan “ileride eminim, sen de evleneceksin” der. Başka türlü ilişkiden vazgeçin, evlenmemek bile düşünülmemektedir. “Aileye sahip olmak, hayattaki en büyük zaferdir” der, Hall’ın “sanırım, ben evlenmeyeceğim” demesine güler, geçer. Cinsellikle ilgili, kumsala çizdiği anatomik çizimleri unutarak oradan uzaklaşırlar. Oraya doğru gelmekte olan bir aile küçük kızlarını “aman tanrım”larla oradan uzaklaştırır. Filmin bu ilk sahnesi gerçekten çok önemlidir. İlk olarak filmin cinsellikle ilgili olduğu mesajını verir. Bunun heteroseksist zihniyetle anlatılandan farklı olduğu duyumsatılır. Son olarak da insanların cinsellikle ilgili korkularını ve cinselliğe bakışlarını gösterir. Bundan sonrası için temel bilgilerdir bunlar. Çünkü gelişen olayların büyük bir kısmı bizleri bile hayrete düşürebilecek kadar “geçmişte kalmış olaylar”dır. Film Hall’ın, yani Maurice’in Cambridge’deki ikinci yılından devam eder. Yıl, 1909’dur. Bir profesörün odasında 3-5 öğrenci toplanmış, tartışmaktadırlar. Filmin tümü gibi, bu odada geçen sahne de çok önemlidir. Buradaki konuşmalarda da İngiliz aristokrasisini tanırız. Sivri çıkışlar, genel kabul gören şeylerin dışındaki fikirlerin dile getirilmesi bile diğerleri tarafından saygısızlık olarak algılanmaktadır. Üstelik bu yorum Maurice tarafından, yaşamının akışında önemli bir rol oynayacak olan birine, Risley’e karşı yapılır: “Bence bir adamın böyle fikirleri varsa, kendine saklama nezaketi göstermeli”.

KAOS GL 33/17


Risley bir kulüp üyesidir. Hiç bir zaman söz edilmese de bu kulüp üyelerinin eşcinseller olması muhtemeldir. Bu yıllar, eşcinselliğin kanunlarla yasaklandığı yıllardır. Aristokratlar arasında böylesi kulüpler sayesinde yaşanabilmesi şaşırtıcı değil.

Okulu bırakan Hall, borsa simsarı olarak çalışmaya başlar. Bıyık bırakmış, iş hayatına atılmıştır. İş hayatında ilerlemektedir. Bıyık önemlidir, cinselliği örtme göstergesidir. Bu örtüş hem dışa karşı hem de kendi uyanan duygularına karşıdır. Yasak bir cinselliği yaşayıp, hayatını zora sokmaktansa duygularını “uyutmak” gerekir; bu bırakılan bıyıkta dışa vurulur. Clive’in Londra’da bir evi vardır artık. Politikayla ilgilenmektedir. Geceleri dostlarıyla yemeklere, danslara gitmektedirler. Bir gece yemekten döndüklerinde Clive’in kol düğmelerini çıkaran Maurice Clive’in avucuna bırakır düğmeleri; sonrasında sarılmak istemektedir. Clive, avucunu sıkı sıkı kapar ve odasına çekilir. Başta açık olan el yakın çekimdedir. Filmde 3 kez kullanılan yakın çekim el Maurice ve Clive’in ilişkisinin kesin hatlarını belirler. İlk kez okulda, odada Maurice’in elini görürüz ekranda; Clive’in boynunda ve yüzünde dolaşırken. Clive’in açılmasını sağlayacak, ama Maurice’in karşı çıkmasıyla sona erecek dönemi gösterir. İkincisinde okulu astıkları gün birbirine uzanan iki eli görürüz. Platonik aşkın yaşanacağı dönemdir bu. Kol düğmeleriyle kapanan avuç gösterildiğinde ise bir ilişki bitmiş/kapanmıştır.

Risley’in oda arkadaşı Clive ile Maurice’in tanışması sonrasında Clive ve Maurice arasında sıkı bir dostluk oluşur. Bu dostluk tutkulu bir aşka dönüşür. Ancak asla tenselliğe dönüşmemeli, platonik kalmalıdır. Yoksa, “kutsal” olan kirletilecektir. Aslında Maurice’tir ilişkiyi kitleyen kişi. Çünkü, duygusal ve düşünsel olarak yaşadığı fırtınalar, olması gerekenden farklıdır. Clive ile yaşadıkları yoğun temaslar sonrası Clive aşkını itiraf edecek, Maurice onu tersleyecektir. İşte tam da bu noktada Maurice’in gelişmesi başlar; Clive’inse durması/ketlenmesi. Maurice, Clive’e olumlu yanıt verseydi büyük olasılıkla ikisi cinselliği de barındıran bir aşk yaşayacaklar, sonunda ikisi de birer kadınla evlenecek ama kaçamaklar yapacaklardı. Ancak “kanun dışı” olan, sapıklık olarak kabul edilen bir ilişkiyi seçmek hiç de kolay değildir. Hele her türlü konuda nasıl Okul döneminde Clive’in oda arkadaşı olan Risley, bir davranılacağının belirlendiği, öğretildiği İngiliz birahanede genç birini ayarlar. Dışarı çıkarlar. Risley bu aristokrasisine ait insanlar için bu daha da sorunludur. kişiye sarılmak ve öpmek ister. Tedirgin davranışlarda Günümüzde de bir çok eşcinsel kendi coming-out sürecinde “ilk aşk”ının etkilerini yaşamaz mı? Bu bulunan delikanlı, aslında polislere ilk aşk coming-out sürecinin çabuk yakalatmak niyetindedir Risley’i. atlatılmasına yarayabileceği gibi kişiyi Nitekim oraya gelen polisler Risley’i Ancak kelepçeleyerek arabaya bindirirler. sorunlu/sancılı bir sürece de sokabilir. İlk zamanlarda Maurice kendi sınıfının tüm özelliklerine sıkı sıkıya bağlı biridir. Clive ise en azından “dinsiz” oluşuyla sınıfında olmaması gereken bir şeye sahiptir. Ama sistem içinde yer edinebilmek kendine ihanet etmeyi ister. Nitekim bir gün okulun yemek duasının Clive tarafından yaptırılması Clive’in kendi dinsizliğine ihanetidir.

“kanun dışı” olan, sapıklık olarak kabul edilen bir ilişkiyi seçmek hiç de kolay değildir.

Bir süre sonra Maurice Clive’e olan aşkını itiraf ettiğinde “platonik aşkları” başlar. Erkekler arası aşkın sadece platonik olması “güzel”dir. Cinselliğe döküldüğünde kişileri “alçaltan” bir aşk olacaktır. Maurice ve Clive’in okulu asmaları ile Maurice’in hayatında yeni bir dönem başlar. Maurice sınıfının -bir centilmeninyapmaması gereken şeyleri yapmaya başlayacaktır. Okuldan uzaklaştırılır -gerekçe dersi asmaktır-, özür dileyen bir mektup karşılığı geri dönebilecektir. Bunu reddeder. Bu reddediş, onun için ileri bir adımdır. Hall ve Durham aileleri dost olurlar. Karşılıklı ziyaretler başlar. Durhamlerin evi Maurice’in hayatındaki dönüm noktalarının yaşanacağı yerdir. Platonik aşkını burada yaşar, cinselliği burada tadacak, en büyük kararını buraya gelerek gerçekleştirecektir.

1900’lerin başında geçen bu olay, günümüzde sivil polislerin, çapulcu serserilerin eşcinseller üzerinde estirdikleri terörden farksızdır. Yani bazı şeyler hiçbir zaman değişmiyor. Eşcinsellik kanunlarda suç olmaktan çıksa da eşcinsellere suçlu gözüyle bakılması değişmiyor.

Bu olay, Clive’in artık asla dönüşü olmayan geri adımı atmasına neden olacaktır. Maurice için de korkutucu bir durum olan bu olay, özellikle politikaya atılmayı düşünen Clive için tam bir tehdit oluşturacaktır. Mahkemede hakim, bir beyefendinin kendisinden aşağı bir sınıfı bu yolla “aşağılamasının” kötülüğünü belirtip, üstelik de politik bir geleceği olan (parlamentoda sekreterdir Risley), “okumuş” birinin bu tür/eşcinsel davranışlarda bulunmasını kınar; büyük cezalar vermesi gerektiğini, ama Risley’in konumu dolayısıyla sadece 6 ay hapis ve ağır çalışma cezasını vereceğini belirtir. “Bu utanç size ömür boyu yeter!” diyerek son noktayı da koyar. Hakim, sadece Risley’i değil, eşcinselliği aşağılamaktadır. Risley, okumuş ve soylu sınıftandır, böylesi (eşcinsel) davranışlar onu ömür boyu utanç içine sokacaktır. Risley’in hayatı zehir olmalıdır, bunun için de hakim elinden geleni yapmıştır. Başta belirttiğim gibi, Cambridge’de Risley’in de içinde olduğu kulüp büyük olasılıkla eşcinsellerin olduğu bir

KAOS GL 33/18


Sorununu açmak için seçtiği sözcüklerde eşcinselliği kullanmaz bile. Seçtiği sözcükler “Lord Risley gibiyim”, “bende Oscar Wilde hastalığı var” olur.

kulüptür. Soylular kendi aralarında “kulüp”lerle bunu yapabilmektedirle r. Ancak kendinden alt bir sınıfla eşcinsel bir ilişkiye girmek sınıfına ihanettir. Dolayısıyla cezasız

olmak” bir aşka karşı yapılan fedakarlıktan ibarettir. Oysa kendi cinselliği için, bu cinselliği yaşamak için ne derece fedakarlık (elbetteki toplumsal nimetlerden fedakarlık) yapabilecektir? Aile doktorlarına gider. Sorununu açmak için seçtiği sözcüklerde eşcinselliği kullanmaz bile. Seçtiği sözcükler “Lord Risley gibiyim”, “bende Oscar Wilde hastalığı var” olur. Doktor şiddetle karşı çıkar. “Saçma” der, “sen iyi ve dürüst birisin”. İyi ve dürüst biri olmak eşcinsellikten koruyamamıştır Maurice’i ne yazık ki!.

kalmayacaktır. Bu olay Clive’in düşünsel ve ruhsal fırtınalarla boğuşmasına neden olur, güçsüz kalır ve hastalanır. Artık eşcinselliğini tamamıyla yok saymalıdır. 1912 yılında, “bir zevk ülkesi” olan Yunanistan’a giden Clive oradan döndüğünde kararını vermiştir. “Evlenecektir”, “doğal olanı seçmiş”tir. Bu noktada evleneceği kız olarak ilk tercihi, Maurice’in kızkardeşi Eda olacaktır. Eda, Maurice’e konuşması ve yüzüyle benzemektedir. Yani Eda=Maurice’in kadın cinsiyeti. Hem sevdiği “adam”la birlikte olmuş, hem de bir kadın olduğu için doğal olanı seçmiş olacaktır. Bilirsiniz, heteroseksüel birine aşık olan biri genelde “kadın olsaydın seni kaçırmazdım” cevabını alır. İşte sorun buradadır; sevilen kişinin cinsiyeti! 1913 yılında “tip”ler değişmiştir. Maurice bıyığını kesmiş, Clive bıyık bırakmıştır. Maurice hafta sonlarını liman işçilerinin takıldığı bir boks salonunda geçirmektedir. Clive’la olan aşklarının imkansızlığını anladığı büyük bir kavga sonrası Maurice’in cinselliğinin dışa karşı açıldığını görürüz. Boks salonunun soyunma odasında Maurice’i soyunurken gösterir kamera. Filmin ilk çıplak sahnesidir bu. Duşlardaki genç işçiler çırılçıplaktır. Duştaki işçilerin doğallığı, birbirleriyle utanmadan, birbirlerinden çekinmeden şakalaşmaları karşısında hayatı kendine zehir eden bir sınıf vardır. Maurice bunlara bakar. Ve kısa bir süre sonra yeniden bakar. Artık bir erkeğe aşık olmadan, erkek vücuduna duyduğu isteği fark etmiştir. Ancak önünde zorlu bir süreç vardır. Yönetmen bu sürecin başlangıcını oldukça vurucu bir sahneyle dile getirir. Bir tren kompartımanında yaşlı bir adam Maurice’i okşamaya başlar. Nasıl bir tepki vereceğini bilemez önce Maurice. Ardından kalkıp gitmeye çalışır. Sonra da adama saldırır, dövmek ister. Kompartımanın dışından ve sadece müzikle verilen bu sahne ile Maurice’in kendi iç fırtınalarını da görmemizi sağlar. Adamın okşamasına karşı verdiği ilk şaşkınlık; Clive ile okulda yaşadığı ilk deneyimdir. Kalkıp gitmeye çalışması “bıyık” bıraktığı, sadece Clive’e aşık olduğu, eşcinselliğinin Clive’e olan “platonik” aşktan ibaret olduğu dönem. Adama saldırdığı bölüm ise kendi eşcinselliğiyle-dayatılan heteroseksüellikle boğuştuğu dönem. Artık eşcinselliğiyle yüzleşme zamanıdır. Belki Clive’le birlikte olmak için “adının önemsiz olması”,, “kanun kaçağı

Clive evlenir. Politikaya atılmış, hızla yükselmektedir. Maurice sık sık Clive’in evine gidip orada kalmaktadır. Ancak Maurice’in orada olduğu dönemlerde genellikle Clive gezide olmaktadır. Maurice oraya Clive’ı görmek ya da onunla olabilmek için değil, bir şekilde “sığınak” olarak gördüğü bir yerde dinlenmek için gitmektedir. Clive’ın eşi ile konuşmalarında Maurice’in yaşam, zenginlik ve fakirlik hakkındaki görüşlerini öğreniriz. “Katı” biridir. Sınıfının görüşlerini benimsemiştir. Fakirlerin durumunun sanıldığı kadar kötü olmadığını savunur. “İnsanlar düştükleri çukurda biraz debelendikten sonra bu çukura alışır”der. Bu söz fakirler için söylenmiş olsa da bir anlamda da kendi eşcinselliğine alışmasını belirtmiştir. Clive’lerin uşaklarından Scudder, kısa görüntülerle filmde görülür. Maurice’in hayatını değiştirecek bu genci tanımaya başlarız. Tam da Maurice’in bunalımlarını yazdığı bir sahnenin ardından dışarıda dolaşan, Maurice’i pencerede iken neşeyle izleyen biridir. Clive’ın karısı Maurice’in bir kadına aşık olduğunu düşünmektedir. Bunu Clive’e söylediğinde Clive’in abartılı sevincini görürüz. Bu sevincin ardında bir aşığı kaybetmenin acısı vardır. Maurice bir psikologdan randevu alır. Kendisi dışında eşcinselliğini itiraf edeceği ilk kişi bu doktor olacaktır. Ancak yönetmen bu itirafa getirir ve sahneyi keser. Bu itirafı sözcükle değil, bundan sonra yaşanacaklarla vermeyi tercih eder. Böylece bir çok filmde ima ve sözcüklerden ibaret olan eşcinsellik, burada filmin tümünde yaşanır ve gösterilir. Bundan sonra Scudder’ı daha sık görmeye başlarız. Scudder Maurice’i fark etmiştir. Bu fark ediş eşcinselliğini fark ediş değildir, çünkü Maurice’in olsun, Clive’in olsun eşcinsellikleri hizmetçisinden kahyasına kadar herkes tarafından bilinmektedir. Bu fark ediş sevilebilecek/aşık olunacak birini fark ediştir. Psikologla görüşmesinin ardından Clive’ın evine dönen Maurice, hemen hemen kimsenin olmadığı o gece odasına çekilir. Scudder da dışarıdadır. Maurice kabuslar görür. Bunalmaktadır. Pencerenin önüne çıkar. Çatıyı onarmak üzere oraya konulmuş olan merdiveni kavrar ve sallar. Bir insanın haykırışıdır bu. Sesiyle değil, tüm gücüyle. Duvara vurulan bir yumruk, eşyaları fırlatmak ... gibi... “S.O.S. çıldırıyorum”.

KAOS GL 33/19


Bu çağrıyı Scudder duyacak ve gelecektir. Tıpkı Maurice’in Clive’ı okulda terslemesinin ardından sevdiğini itiraf etmek için Clive’in penceresinden girmesi gibi, Scudder, yani Alec de pencereden gelecektir. “Beni çağırdınız, duydum” der Alec. Bu doğrudur. Sabaha kadar sevişirler. Yılların bastırılmış açlığıyla Maurice cinselliğini sabaha kadar yaşar. Artık geri dönüş yoktur. Eşcinsellik platoniklikten çıkmış, tenselliğe dönüşmüştür. Gerçeklerin baskısıyla karşı karşıya kalma zamanıdır. Ya öğrenilirse? Şimdi bu korkuları yaşama sırasıdır. Nitekim sabah yapılan kriket maçında Alec’in bir arkadaşıyla konuşması, Maurice’e bakıp gülmeleri Maurice’in kaçmasına neden olur. Büyük olasılıkla “doğal” olarak yaşadığı bu olaydan bahseden Alec’in arkadaşıyla konuşması Maurice’in sandığı gibi “bir beyefendiyle yattığını” söylemesi değildir. Ancak Maurice bir şantajla karşı karşıya kalmaktan korkmaktadır. Eşcinselliğin doğal bir konuşma olabileceğini düşünememektedir. Yeniden psikologa gider. Bu defa rahat değildir. Doktorun tedavisine yanıt vermemektedir. “ben de %50 azınlığa mı düştüm” der. Burada sayılarla alay edilmektedir. Gerçekte azınlık/çoğunluğun bire bir sayıyla değil, iktidarı elinde tutanlarca belirlendiğinin dile gelmesidir bu. Doktor, “bir zamanlar sizin gibilerin idam edildiğini unutma” der. Yasaları hatırlatır. “Eğer, eşcinselliğini yaşamak istiyorsan başka bir ülkeye git” der. Bir gün İngiltere’de de eşcinselliğin suç olmaktan çıkmasının mümkün olup olmayacağını soran Maurice’e “İngilizler DOĞAL OLANA her zaman karşı çıkmıştır” diye karşılık verir. Arjantin’e gidecek olan Alec, gitmeden önce son bir kez Maurice’le birlikte olmak ister. Bir mektup yollar. Clive’in arazisindeki kayıkhanede bekleyecektir. “Lütfen gelin” der, “sözcüklerle anlatılamayacak şeyler vardır” der, “gelemeyecekseniz bildirin” der. Ama Maurice korkularına yenik düşer ve gitmez. Alec, iki gece soğukta, uyuyamadan bekler ve bütün hayal kırıklığıyla Londra’ya, Maurice’in yanına gider. “İlk gördüğümde, keşke benim olsa” dediği Maurice’in kendisini karşılama şekli, kendisinin beklediğinden/istediğinden farklıdır; aşağılandığını hisseder. Asla yapmayacağı şantajı yapmakla tehdit eder. Sevdiği kişiden yaşadıklarının Artık geri dönüş değil, aşağılanmanın yoktur. Eşcinsellik bedelini ister. Aslında sadece blöftür bu.

platoniklikten çıkmış, tenselliğe dönüşmüştür. Gerçeklerin baskısıyla karşı karşıya kalma zamanıdır.

“Scudder” diye hitap etmesini anlamamaktadır. “Alec’tim, Scudder mı oldum” der. “Maurice” diye hitap etmesine tepki göstermesine, seviştikleri gece “bana Maurice de” demiştin, der. Ve “bana

Alec diyorsun ama” diye karşı çıkar. Eşcinsel ilişki sınıflar arası eşitsizliği kaldırır. İki eşit insan vardır, öyle de olması gerekir. Birlikte olmak isterler ama o gece Maurice’in bir iş görüşmesi vardır. Alec’in ise ertesi gün Londra’da kalması mümkün değildir. Alec bir kez daha eşit olduklarını haykırır. Biri fedakarlık yapmalıdır. O halde neden Maurice o gece iş görüşmesinden vazgeçmesin? O gece birlikte olurlar. Maurice her şeyden vazgeçebileceğini, birlikte yaşamalarını ister. Yaşadığı aşağılanma ve hayal kırıklığını da unutmayan Alec, bunlardan Maurice’in hiç de kolay vazgeçemeyeceğini bilmektedir. Gerçekçi olmasını ister. Maurice yapamayacağı şeylerin sözünü vermemelidir. Alec ve ailesini Arjantin’e götürecek gemiye, onu yolcu etmeye gider Maurice. Alec gelmemiştir, gelmez. Arabasına dönen Maurice’in yüzü gülüyordur. Alec kendi geleceğinden vazgeçmiştir. Sıra Maurice’tedir. Clive’ın evine gider. Terasta karşılaştığı Clive ile konuşur. Her şeyi anlatır ona. Kendisinin başaramadığı şeyi, bir başkasıyla Maurice’in başarması Clive’ı hırçınlaştırır. “Erkekler arası aşkın tek özürü ‘platonik’ olmasıdır” diyerek, yapmaya çalıştığının büyük saçmalık olduğunu söyler Maurice’e. Oysa Maurice için fırtınalar dinmiş, kendisine ve başkasına açılma dönemi bitmiştir. Artık eşcinselliği yaşama dönemidir. “Sana yaptıklarımı anlattım sadece, yapacaklarımı değil, bu seni ilgilendirmez” der ve Clive’ı kendi “yalan” yaşantısıyla bırakıp, Alec’i bulacağını bildiği kayıkhaneye gider. Alec oradadır. Sarılırlar, öpüşürler. “Her şey bitti”. Clive ve karısının bulunduğu eve döner kamera. İki erkeğin ateşli sarılmasının ardından, Clive ve karısının olması gereken sarılışlarını gösterir. Clive, pencereye döner. Dışarıya bakar. Okul yıllarını anımsar. Karısı yaklaşır. Clive’in terasta kiminle konuştuğunu sorar. “Hiç kimseyle konuşmuyordum” der Clive. Bu tam da son noktadır. Clive hiç kimseyle konuşmamıştır. Hiç kimseyle, kendisiyle bile konuşmadığı eşcinselliğidir, kendi yaşantısıdır. HİÇ KONUŞMAMIŞTIR. E. M. Forster’ın zevkle okuduğum kitabından sonra James Ivory’nin filmini de büyük bir zevkle izledim. Uzatılmış herhangi bir sahne olmadığı gibi olması gereken tüm sahneler, sakınmadan gerçekleştirilmiş. Karşımızda eşcinsellikle ilgili bir film değil, bir eşcinsel filmi var. Oyuncularının da sürüklediği bir sinema şöleni. Büyük bir aşk izlerken eşcinsellerin tarih boyunca neler çektiğini görüyorsunuz. İlk sahnelerde seyirciye itici gelen Maurice film ilerledikçe seyirciye yakınlaşıyor, çekici biri olup çıkıyor. Bir gün kanalların birinde rastlarsanız mutlaka izleyin. Büyük olasılıkla izleyeceğiniz kopya kesilmiş hali olacaktır, ama o sahneleri de siz kafanızda canlandırıverirsiniz artık. Sizlere aktarmaya çalıştığım bu film, üzerinde sayfalarca yazılacak kadar anlamlı sahnelerle dolu, ama bunlarla boğulup değerini yitirmemiş bir film. İzlediğiniz takdirde en azından eşcinsel görmeyecek, eşcinselliği bulacaksınız bu filmde.

KAOS GL 33/20


George L. Mosse Çeviren:Selçuk İngiltere’de ve Avrupa anakarasında sosyalizm, saygınlığa1 saldırmaktan çok onu desteklemiş gibi görünmektedir. Marx ve Engels kendi zamanlarının ataerkil aile yapısının yerine sevgi ve daha fazla eşitliğe dayalı bir aileyi koymak istemişlerse de, saygınlık sınırlarının dışına çıkmamaya özen göstermişlerdir. Örneğin anarşist Max Stirner’in özgürlükçü cinsel ahlakını kesinlikle reddetmişlerdi. 1870’lerin sonunda sosyalist işçilerin toplantısında gösterilmek için yazılmış olan ilk Alman oyunlarından birinde zina ayıplanırken yerleşik aile yaşamı idealleştiriliyordu. Çok okunan Die Frau und der Socialismus (Kadın ve Sosyalizm, 1883) adlı, burjuva ahlakının temel temalarından birini yansıtan kitabında August Bebel, kadınlar için eşitlik çağrısı yaparken herşeye rağmen eril ve dişil karakter arasındaki ayrımı korumayı sürdürüyordu. Sosyalizm kadın haklarının şampiyonluğunu yaparken bile mutlu aile yaşamını zayıflatmıyor, onu güçlendiriyordu. Bebel ne aşırıya kaçan ne de perhize varan bir cinsel yaşama inanıyordu; mutluluğa götürecek olan “ölçülü yaşayıştı”. Eşcinselliğe yönelik sosyalist tutumlar, cinsellik konusundaki tutumların ne denli geleneksel olduğu konusunda daha fazla delil sağlıyor. Hollanda sosyalist gazetesinin editörü 1905 yılında eşcinselliğin hasta bir imgelemin ürünü olduğunu, iki kat tehlikeli olduğunu çünkü gençliğe bulaşabileceğini yazdığında, partisindeki yaygın duyguları ifade ediyordu. Önemli sosyalist kuramcılardan Eduard Bernstein’ın bu sözde cinsel sapkınlığa daha aydın bir yaklaşımı vardı. Eşcinselliğe, iyi bir Marksistin yapması gerektiği gibi, tarihsel olarak yaklaşan Bernstein cinsel anormalliğin varlık nedeni olarak yozlaşmış burjuva toplumundaki düzgün toplumsal hijyen eksikliğini gösteriyordu. Bernstein her şeye rağmen cinsel anormalliği tarihte bir değişmez olarak görmüştü; normalliğin çağdaş tanımı tarih boyunca varolmuştu.2 Karl Marx’ın tüm düşünce sistemlerinin ortaya çıktıkları dönemin ürünleri olduğu şeklindeki vargısı tutarlı bir biçimde burjuva ahlakına uygulanmadı. 1917 sonrasında Sovyetler Birliğinde cinselliğe yönelik yeni tutumların 1 Geleneksel ahlak değerleri ve normal sayılan cinsellik anlayışları (çevirenin notu) 2 Son iki cümlede en iyimser bakışla berrak olmayan bir ifade sözkonusu, Bernstein’in eşcinselliği burjuva toplumunun yozlaşmışlığına bağlaması, “aydın bir yaklaşım, iyi bir Marksistin düşüncesi” olarak sunulmuş. Sorgulanması ve reddedilmesi gereken cinsel anormallik kavramının kendisiyken, eşcinselliği anormallik olarak görüp, onun varlık nedenini yozlaşmışlığa bağlamasının neresinin tarihsel materyalist Marksist bir tutum olduğunu doğrusu Marksist bir eşcinsel olarak ben anlayamadım. (ç. n.)

denendiği doğrudur. Boşanma kolaylaştırıldı, cinsiyetlerin eşitliği teşvik edildi, herkesin önünde yapılan çıplak gösteriler artık dava edilmez oldu. Ancak Stalin’in zaferi beraberinde geleneksel ahlaka dönüşü getirdi. Saygınlığın bu yeni zaferini çözümleyen gazeteci Louis Fischer 1930 yılında “Komünist Partinin bir cinsel devrim teorisi olmadığını” yazıyordu. Bazı komünistler Stalin’in orta sınıf ahlakına dönüşünü izlemeyi reddettiler. Magnus Hirschfeld’in en yakın çalışma arkadaşlarından biri ve Komünist Parti üyesi olan Richard Linsert , burjuva evliliğinin kısıtlamaları karşısında bireyin cinselliğinin dizgin vurulmamış bir gelişimini savunuyordu. Bunlara rağmen 1933 yılında öldüğünde parti görevlileri cenazesine katıldılar ve Linsert Komünist basından bir hayli övgü aldı. Komünist Partili olarak tanınan Max Hodann, Weimer Almanya’sında daha aydın bir cinsel eğitimin en önemli savunucularından biriydi. Hodann geniş kitlelere ulaşan Bub und Model (Oğlan ve Kız, 1929) gibi kitaplar yazmıştı. Kitaplarında gençlere yapılan cinsel baskılara son verilmesini istedi ve zamanının tıbbi görüşünün tersine mastürbasyonu ne bir ahlaksızlık olarak ne de bir suç olarak gördü. Hodann bazı şartlarla özgür aşkı ve eşcinselliği de savunuyordu. Ancak yeni bir sosyalist ahlak oluşturma girişimi hem kişisel düşünceler olarak hem de, Stalin sosyalist ahlakı orta sınıf ahlakıyla eşitlediği sürece, ayrık örnekler olarak kaldı. Bu ahlak normları Sovyetler Birliği’nde tüm Avrupa Komünist Partileri ve Sosyal Demokratlar tarafından kabul edilerek benimsendi. Burjuva toplumunun devrilmesi burjuva ahlakının korunması anlamına geliyordu. Ekonomik, siyasal ve toplumsal devrimin beraberinde cinsel devrim gelmiyordu. Saygınlık ile sosyalizm arasındaki ilişki, saygınlığın toplumun tüm sınıflarının nasıl etkili bir biçimde derinlerine işlemiş olduğunu gösteriyor. Toplumun anormal olarak gördüğü insanlar proletaryadan yardım umamazlardı. Bu yüzden sol kanat anti-faşistlerin Nasyonal Sosyalistlere karşı eşcinsellik suçlamasını kullanmaları şaşırtıcı değil, tıpkı Nazilerin kendilerinin herhangi bir direnişi kırma amacıyla Katolik Kilisesi gibi iç düşmanları eşcinsel pratikler için dava etmesi gibi. Savaş sırasında aynı suçlama İngiltere’ye de yöneltilecekti. Anti-faşistler ErnstRöhm’ün eşcinselliğinin tüm Nazi hareketine bulaştığını ispat etme peşindeydiler. Eşcinseller anti-faşistler arasında hoş karşılanmıyorlardı. Örneğin Komünist yazar Ludwig Renn, İspanya iç savaşında kahraman olana ve faşizmle mücadelede kendini ispat edene kadar sürekli düşmanlıkla karşılaşmıştı. Renn’in sonunda kabul edilmesi Marcel Proust’un ata binme ve dağa tırmanmanın cinsel sapkınlığı

KAOS GL 33/21


iyileştirdiği şeklindeki inancından pek farklı değil. Klaus Mann’ın romanı Vulcan (1936) ise tersine eşcinsel bir ilişkinin Nazi Almanyasının anti-faşist sürgünleri arasında nasıl doğal bir durum olarak karşılandığını gösteriyor. Mann’ın kendisi bir eşcinseldi ve bu yüzden gerçek durumu bilmeliydi. Ama onun için gerçek sapıklar Nazilerdi. Saygınlık ve milliyetçiliğin büyük gücü, cazibeleri ve karşılaştıkları ihtiyaçlar, toplumun normlarının dışında kalanların tümüyle mahkum edildikleri anlamına geliyordu. Artık yalnızca bir takım cinsel edimlere değil, bu edimleri gerçekleştiren kimsenin bütün bedensel ve zihinsel yapısına anormal gözüyle bakılıyordu. Böyle insanlar toplum ve ulustan dışlanıyorlardı. Yalnızlık anormal davranışın karşılığında ödenen bedeldi. Daha önce de görüldüğü gibi toplumdışının yalnız bir hayat yaşayıp, yalnız ölmesi bekleniyordu. Toplumdışı eğer topluma girmek istiyorsa kabul edilmenin bedelini ödemek zorundaydı. Eşcinseller hem topluma girip hem de kimliklerini muhafaza edemezlerdi. Bendict Friedlander ve Magnus Hirschfeld gibi farklı insanlar, eşcinselleri davranışları çok saygın olan insanlar diye betimleseler de, eşcinseller her türlü cinsel anormallik kuşkusundan kaçınmak zorundaydılar. Eşcinsellerin yakarışları sonuçta bir şey değiştirmedi ve kendilerine ait bir alt kültür, içinde yaşayabilecekleri bir ortam yaratmak zorunda bırakıldılar. Bu alt kültür toplumsallaşmanın ve cinsel bağlantı kurmanın olanaklı olduğu barlarda yoğunlaşıyordu. Eşcinselliği suç olmaktan çıkarma çabasının bir parçası olarak Hirschfeld, Birinci Dünya Savaşı öncesinde Berlin’deki eşcinsel barlarını, çok sayıda heteroseksüel mekan gibi mütevazı ve sınırlı yerler olarak anlatıyordu. Radclyffe Hall ise 1920’lerde Paris’teki lezbiyen barlarını “felaket ve çok süslü” sözleriyle betimliyordu. Eşcinseller ondokuzuncu yüzyılın sonunda ortaya çıkan düşkünlük (decadence) hareketine kucak açmışlardı. Bu hareket daha geniş bir dünyaya açılma olanağı sunuyordu. Sanatsal düşkünlük geleneği yirminci yüzyılda Berlin ve Paris’in sayıları artan gösterişli erkek eşcinsel ve lezbiyen barlarında, ki çoğunlukla bu barlarda gizemli ve gevşek bir atmosfer vardı, devam etti. Fin de siècle (ondokuzuncu yüzyılın sonu) sonrasında eşcinsellerin haklarını savunan kitaplar ve bu davaya adanan hareketler çoğalmıştı. Aynı zamanlarda, cinsellik bilimcileri eşcinselliğe karşı tıpla ilgili diğer meslektaşlarının çoğundan daha anlayışlı bir bir tutum takınmışlardı. Ancak bu kişiler bile, eşcinsellerin ince zihinsel özelliklerle donatıldıklarını düşünen Iwan Bloch örneğin, kültürün ilerlemesinin eril ve dişil cinsellik arasındaki açık bir ayrıma bağlı olduğunu söylüyorlardı. Eşcinsel, heteroseksüelle aynı varolma hakkına sahip olsa da, onun insan türü ya da kültürüne getireceği bir şeyi yoktu. Eşcinselliğin bu savunucularının iyi niyetli oldukları doğrudur. Ancak eşcinseli toplumdan dışlamamışlarsa da, onu toplumun uçlarına itmişlerdi. Weimar Cumhuriyetinin göreli hoşgörülü ortamında bile, parlamentoda ceza kanununun 175. Paragrafının kaldırılması için kesin bir çoğunluk sağlanamamıştı (bu paragraf 1969’a kadar iptal edilemedi). Saygınlığın güçleri çok kuvvetli, onun toplumda giderdiği ihtiyaçlar çok acildi. Cinsiyet rollerinin tersine çevrilmesi, normların açık tanımlanışlarını tehlikeye sokabilirdi. Burjuva toplumundaki daha geniş çaplı iş bölümünün parçası olarak cinsiyetler arasındaki iş bölümünün oynadığı

önemli rolü bir çok kez dile getirdik. Önemli olan düzenin egemen olmasıydı. Milliyetçilik işte böyle bir şeyi simgelemektedir. Bunu kısmen pasif ve yüzü geçmişe dönük Germania, Britannia veya Kraliçe Luise’in karşısında erkeksi ulusal kahramanın imgesini koyarak gerçekleştirmişti. Birinci dünya Savaşı’nın çok sonrasında da erkek egemen bir Avrupa’da gözardı edilmiş olsalar da, lezbiyenler yine daha zor bir durumdaydılar. Büyük ölçüde Radclyffe Hall’un Yalnızlık Kuyusu’nun (1928) yayınlanmasının İngiltere’de yol açtığı skandal yüzünden lezbiyenlik kamuoyunun dikkatini çekmişti. Bu yayınlanan ilk lezbiyen öykü değildi, ancak İngiltere’de başarıyla sonuçlanan yasaklama girişimi kitaba büyük şöhret kazandırmıştı (herşeye rağmen kitap Paris’te basıldı). Önemli olan Hall’un toplumun bütün lezbiyen stereotiplerini kabul etmediydi. Kitabın kahramanı Stephen’in bir kadın vücudunda erkek ruhu taşıdığı ve bunun dışarıya erkek tarzı kıyafetler ve davranışlarla yansıdığı anlatılıyordu. Kitapta lezbiyenlerin “ bir cinsibozuğun berbat sinirliliğini” taşıdığı ve tekin olmayan gözleri olduğunu yazıyordu. Kısacası “dünyanın horgördüğü insanları, ümitsiz bir şekilde kendileri de horgörmekteydi”. Romanda lezbiyenlere anlayış gösterilmesi istenirken, erkek eşcinseller sert muamele görüyor, kadınsı ve histeriye eğilimli insanlar diye betimleniyorlardı. Toplumdışının kendinden nefreti hakkında bundan daha iyi bir örnek zor bulunur. Alman Parlamentosu Yalnızlık Kuyusu’nun Paris’te basıldığı yılda lezbiyenliğin, erkek eşcinselliğini yasaklayan kanuna dahil edilip edilmemesini tartışıyordu. Almanya’da lezbiyen özgürleşmesi için yapılan en ünlü çağrı Christa Winsloe’nin Mädchen in Uniform (Üniformalı Kızlar)ı etkileyici ve sade yazılmış, anlaşılır bir kitaptı. Winsloe öyküsünü ilk kez 1931’de bir oyun, ardından bir film senaryosu, ve sonunda kadın kahramanının adının başlık olduğu bir roman olarak yazmıştı:Das Mädchen Manuela (Manuela Diye Bir Kız, 1934). Alman Parlamentosu herşeye rağmen lezbiyenliği suç kapsamına almadığı için, film Alman sinemalarında oynadı ve kitap kısa bir süre içinde satıldı. Winsloe’nin öyküsü Prusya aristokrasinin kızlarının gittiği yatılı bir okulda başlar. Burada Manuela bir lezbiyen olan öğretmeni Fräulein von Bernburg’a aşık olur. Manuela’nın aşkı karşılıksız değildir. Ancak Fräulein von Bernburg lezbiyenliğini bastırıp Manuela’nın aşkını reddeder ve genç kızı intihara sürükler. Hall’un kahramanı Stephen’in aksine Manuela sevimli ve yüce ruhlu bir kızdır. Romanın kötü kişisi okul müdüresidir. Fräulein von Bernburg’u günaha gelmemesi konusunda uyararak onu korkutur. Müdürenin sözleri şunlardır: “toplum, bizim toplumumuz bu tür kızlar için ne der, hiç düşündün mü?” Romandan farklı olarak film mutlu sonla biter. Fräulein von Bernburg lezbiyenliğini kabullenir ve müdürenin otoritesine karşı çıkarak Manuela’yı ölümden kurtarır. Ancak filmin bitimindeki askeri bando müziği toplumsal disiplinin aşk üzerindeki olası bir zaferine işaret eder. Bu dönemde lezbiyenler kendi özel kulüp ve barlarına çekilmişlerdi. Ruth Roelling’in Berlin’in Lezbiyen Kadınları (1928) adlı kitabı lezbiyenlerin hakları için mücadele etme konusunda çok isteksiz olduklarından ve ne erkek eşcinsel örgütlerine katılarak ne de kendilerine ait

KAOS GL 33/22


örgütler kurarak savaşım vermeye yanaşmadıklarından yakınıyordu. Toplumun baskısı onları parçalara ayırmıştı. Ancak erkek eşcinsellerin de pek azı kendi hareketlerine katılıyordu. Sebep deşifre olmaktan korkmaktı. Böylece toplumdışı gerçekte de kendi stereotipine benzetilmekteydi: toplumdan dışlanmış, parçalanmış ve ondan beklendiği gibi yalnız. Eşcinsel edimin suç olmasından ötürü sürekli şantajla yüzyüzeydi, sinirli bir mizaca ve tekin olmayan gözlere sahip olmak için nedenleri vardı. Radclyffe Hall ve Christa Winsloe’nin kendileri de lezbiyendiler. Hall’un kendinden nefreti stereotiplerini kabul edip ardından bundan kaçmaya çalışan eşcinselleri gördükçe katlanmıştı. Ahlaksız ve aynı zamanda halkın düşmanı olmak karşılanması zor bir suçlamaydı ve ondokuzuncu yüzyılın sonunda eşcinselliğe karşı çıkarılan yasalar, bu suçlamanın onaylanması için

doğrudan halkın kendisine başvuruyordu. Elbette bir kişinin aynı zamanda hem saygın hem de hoşgörülü olmaması için bir sebep yoktu, ancak kriz zamanlarında gizli olarak her zaman var olan topluma uyum sağlatma yönündeki baskı korkutucu eylemleri ateşleyebiliyordu. Heinrich Himmler’in korkuları ve önyargıları, doğanın kendisinin heteroseksüelliği ve Cermen ırkını desteklediği ve bu yüzden eşcinsellerin gayri tabi oldukları varsayımı, insanları topluma uyum sağlatma yönündeki baskıyı sonucuna (soykırıma) götürdü.

Kaynak: Nationalism And Sexuality

BİR DİŞİYE BEŞ ERKEK Gündüz VASSAF Amerika’da hahambaşlarının eşcinsel olabileceği kabul edilmiş. “Her haham istediği cinsel davranışı benimsemekte özgürdür. Yeter ki bu onun dini vecibelerini yerine getirmesinde istisnai durumlar yaratmasın” diye yazıyor açıklamada. Günün deyimiyle tek süper güç Amerika, dünyada çok şeyin belirleyicisi. Bunlar arasında cinsel davranışlarda neyin normal olup olmadığına hükmetmek de var. 1970’li yılların başına kadar Amerikan Psikiyatri Birliği eşcinselliği, şizofreni, alkolizm, fobiler ve diğer bir sürü şeyle birlikte tedavi edilmesi gereken anormal davranışlar kategorisine koyardı. Ancak cinsel özgürlük hareketlerinin güç kazanması ve kimi psikiyatristlerin açıkça eşcinselliklerini ilan etmesiyle birlikte, eşcinsellik Psikiyatri Birliği’nin resmi kararıyla birden bire normal davranışlar kategorisine girdi. O güne kadar tıp literatüründe anormal olan, o günden bu yana artık normal. Gene o yıllarda ‘unisex’ modasını görmeye başladık. Kadın erkek aynı renklerde, aynı biçimde giyiniyorlardı. Hatta kadınlar saçlarını erkekler gibi kısaltıp, erkekler de saçlarını uzatmaya başlayınca zaman zaman bir cinsi diğerinden ayıramaz olduk. “Are you a boy, or are you a girl?” (Erkek misin yoksa kız mı?) dönemin en popüler şarkılarından biriydi. İnsan türünün cinsel tarihi, normal ve anormalin göreceliğine ilişkin örneklerle dolu. Kimi zaman karını konuğuna ikram etmemek yüzünden intihar kimi zaman da karına yan gözle bakanın katli. Erkek çocuklarla tatmin olanlar kimi toplumda kalbur üstü vatandaş, kiminde adli psikiyatri vakası. Türümüz salt iki cinsiyetin sınırlılığından sıkılmış olacak ki, sürekli bir çeşitliliğin peşinde. Türün biyolojik olarak sürmesi için standart dişi-erkek çiftleşmesi dışında sürekli bir çeşitlilik, heyecan, yeni hazlar arayışı var cinsel davranışımızda. Bu arayış, toplumdaki özgürlük ve bireysel cesarete bağlı olarak hepimizde kendini farklı biçimlerde gösterebiliyor. Mümkün olan çeşitliliğe ya da cinsel çoğulculuğa katılıp katılmaması ise yaşadığımız ortamın cinsel doğallığa elverişli olmasıyla bağlantılı. Cinselliği porno filmlerde teşhir etmek de, onu kara çarşaflara örtmek de aynı derece cinsel özgürlüğü, doğallığı ve sevgiyi kısıtlayıcı. Doğal cinsellik, totaliter toplumlarda olduğu kadar dejenere toplumlarda da engelleniyor. Bir toplum varmış. Burada türün üreyebilmesi için iki değil, üç ayrı cinsiyetin bir arada olması gerekirmiş. Yani birbirinden ayrı üç cinsiyet varmış. Her bir cinsiyetin biyolojik özellikleri, görünüşü, dürtüsü, kişiliği farklıymış. Artık gerisini siz düşleyin. Kimbilir o toplumun edebiyatı, sosyolojisi, psikolojisi, mimarisi, yasaları ve üç ayrı cinsiyetten oluşan “çiftleşmesi” nasıl olurdu? Ama cinsel çeşitliliğin ufkunu görebilmek için öyle bilim kurguya falan gerek yok. Bir balık türü var. Parmak kadar balıklar. Erkek balık sürekli haremiyle birlikte yüzüyor. Haremde herkesin yeri belli. Dişi balıklardan biri ölünce sırada bir altta olan onun yerine terfi ediyor. Ya erkek balık ölünce? İşte o zaman bir numaralı dişi cinsiyet değiştirip haremin erkeği oluyor, iki numaralı dişi de onun bir numaralı gözdesi. Melanocetus türü balıkta ise dişi-erkek oranı, 5’e 1. Dişisine göre mini minnacık, narin yapılı, kendini korumak ve beslemekte aciz olan erkekler, kurtuluşu güçlü ve daha uzun ömürlü olan dişilere kenetlenmekte buluyor. Olgun dişi, genç erkeklerin hepsiyle cinsel ilişkide. Onlar ölünce yerlerine yenileri alıyor. Hiçbir önyargı tanımayan doğanın çoğulcu cinselliği, düşüncelerimizden daha saf, düşlerimizden daha zengin.

10 Kasım 1996, Radikal Gazetesi

KAOS GL 33/23


dinime küfreden müslüman olsa! Terry Boughner / Out of All Time Çeviren: MİNERVA 1950’li yıllarda Wisconsin senatörü olan J. McCarthy, politik kariyerini antikomünist söylemleriyle oluşturdu. Amerika’daki yolsuzluklardan komünistlerin sorumlu olduğunu iddia etti ve o yıllarda pek çok insanı kendine inandırdı da! 1950’de Almanya ve Japonya’ya karşı zafer kazanmak için müttefik güçleri kumanda eden Amerika henüz dünyanın sarsılmaz lideri halini almamıştı. Marksist bir devlet olan Sovyetler Birliği ise dünyanın yeniden ekonomik yapılanmasına değişik bir yaklaşım sunuyor ve Sovyet lideri Joseph Stalin komünist idealleri yaymak için çaba gösteriyordu. Amerika bu duruma panikle tepki gösterdi ve McCarthy Amerika’nın içinden devirmeyi amaçlayan öğelerin milleti güçsüzleştirdiğini ve bunun Sovyetlerin dünyayı ele geçirmesine olanak sağladığını iddia ederek paniğin avantajlarından yararlandı. Sanatçıları ve entellektüelleri komünist olmakla suçlarken Dışişleri Bakanlığı’ndaki komünistlerin kim olduğunu bile iddia etti. Bununla birlikte McCarthy eşcinsellerin de komünist olduğuna inandırdı yandaşlarını. Gayler Mattachine Topluluğu’nu kurduğunda McCarthy, Stalin’in bu topluluğun başı olduğunu ve “Eşcinsel” hareketin de, “Komünist” hareketin amaçladığı gibi dünyayı ele geçirme planının bir parçası olduğunu iddia etti (Stalin’in aynı dönemde eşcinselleri tutuklayıp hapse attırması da ayrı bir tartışma konusudur). Hiçbir gerçekliğe dayanmamasına rağmen, McCarthy’nin iddiaları tutuldu ve ulusal bir dava halini aldı. 1955’de Dışişleri Bakanlığı 531 sapığın -sapık diye nitelendirilen eşcinsellerin- bulunduğunu ve cezalandırıldığını içeren bir rapor hazırladı. Bu hareket senatonun uygun gördüğü raporla bir bildiri yayınladı: “Birleşik Devletler bünyesinde kabul edilmiş ahlak standartlarını ihlal eden insanlara yer yoktur.” Başkan Eisenhower davayı “seksüel sapıklığı olan bütün insanların -yani eşcinsellerin- tüm kamu işlerinden uzaklaştırılması” kararıyla takip etti. Aynı zamanda, Senato’da McCarthy bütün “homoların” imha edilmesi kararını savunurken, meslektaşlarından biri “komünist sapıklar” için tutuklama kampları oluşturulması fikrini destekliyordu. Washington’da ki eşcinsel karşıtı kampanya bütün ülkede güçlü etkiler yarattı. Örneğin Boise ve Idoha’da eşcinsel olduğundan şüphelendikleri insanlara sistematik olarak saldıran ve zulmeden bir karalama kampanyası başlatıldı. 1472 eşcinseli tutuklayan bir “temizlik kampanyası” düzenlendi. 100.000 kişilik bir şehirde, bu sayı özellikle şok edicidir. Bundan daha şaşırtıcı bir gerçekse politik hiçbir grubun bu zulümlere karşı bir şey yapmamış olmasıdır.

KAOS GL 33/24

Hiçkimse cesaret edemedi, McCarthy çok popülerdi ve halk korkusu çok fazlaydı. Başkan Eisenhower bile “Cumhuriyetçi işçilere” meydan okuyamadı. McCarthy’nin sonu 1954’te televizyonda yayınlanan Senato oturumu sonucu meydana geldi. Kendi oturma salonlarında halk senatörün özel metotlarıyla sunulurken “cadı avı” için coşku sönüverdi. Yedi ay sonra, McCarthy idare yöntemleri yüzünden kınanarak Birleşik Devletler senatörlüğünden alındı. Kampanya bitmişti bitmesine ama, McCarthy geride yüzlerce zarar görmüş insan ve birçok cinayet bıraktı. Bununla beraber halkın zihninde eşcinsellik ve tahribat arasında bir bağlantı canlanmasına sebep oldu. Belki de bu trajedinin en acıklı yanı, McCarthy ve baş müşaviri Roy Cohn’un eşcinsel olmasıdır. Köşe yazarı Drew Pearson bu olasılık üzerine 1952’de bir yazı yazdı ve bu McCarthy’nin tanıdıkları tarafından doğrulandı. McCarthy 1957’de “sebebi bilinmeyen şiddetli hepatit’den” öldü. Senatörlüğü boyunca McCarthy’nin yanında yer alan Cohn, eşcinselliğini 1986’da AIDS’den ölünceye kadar kabul etmedi. Yakın bir arkadaşı olan köşe yazarı William Sagine, Cohn’un eşcinselliği hakkında şöyle yazdı: “Eşcinselliğini inkar etti, çünkü bunu hiç bir zaman politik imajı olan maskülenliğiyle bağdaştırmayı başaramadı.”


MEKTUP-LAR-DAN HARUN T., COLUMBUS, OHIO, ABD Son sayı (Mart) elime sonunda geçti. Ben de tekrar derslerle boğuşmaya başladım. Aldığım derslerden biri Queer Theory. Dersi veren adamın, hani şu yarım bıraktığı (utanç, utan....!) çevirinin yazarı olması çok mümkün. Adını hatırlayamadım; siz bakar mısınız? Bu adamın adı Ian Barnard. AIDS virüsü ile ilgili çok ilginç bir yazı buldu. Aslında biliyorsunuzdur: test sonuçlarının aslında gerçeği yansıtmayıp pek çok başka hastalığın tanısıyla karıştırılmasının olası olduğu gibi bir izlenim edindim. Ayrıntıları yazacağım. Dergideki HIV yazıları çok ilginçti, beğendim. Nedim’in yazısı da çok hoş ve güzel kurgulanmış. Bu arada Ohio’dan bilgiler: (1) Burada Campus Partners diye kampüste “temiz götler” türünden beyaz-dindar-orta sınıf faşizmi estiren bir grubun (daha doğrusu tüm ülkede faaliyet gösteren bir grup galiba) geçen sene kampüs çevresindeki barlardan bir kaçında yangın çıkardıkları söyleniyor. Geçen seneki uyarılara kimse kulak asmamış ama bu sene adamlar yanan yerleri alıp kendi işleri için kullanacaklar! Karşıt gruplar protesto ediyor (basında!) ama kim takar? (2) Biraz bayat bir haber: bir-bir buçuk ay önce KKK (KuKluxKlan) polisin narin koruması altında şehir meclisinin tam kapısının önünde, hiç bir protestoyla karşılaşmaksızın gösteri yaptılar. Heriflerin hiç korkusu yok çünkü polis, devlet ve “halk” onların yanında. Protestoysa yasaktı! (3) Bu da Pennsylvania (komşu state)’dan: Penn State Üniversitesi’nde STRAIGHT acronym’i ile bir grup türedi. Efendim; neymiş: bir üniversitedeki çoksesliliği korumak için bu anti-gay topluluğu da dinlemek gerekirmiş. Tüm düşmanlıklarına karşın kampüsten atılamadılar. Zaten geçenlerde de yine üniversitelerden birinde açılan anti-semitik bir internet sayfasını da kapatamadılar ama iş eşcinselliğe gelince, hatta o bile değil, “artistik” bir çıplaklık bile çocukların ulaşamayacağı şekilde sansürlenecek artık.

......., SİVAS Ben 23 yaşında bir eşcinselim (gay). Sizin varlığınızı iki gün önce Genç Tv’de yayınlanan bir program vasıtasıyla öğrendim. Programın konusu “eşcinsel”di. Ve sizin grubunuzdan bir arkadaş (sanırım Coşkun’du) telefonla programa katılmıştı. Ve ben bu sayede grubunuzu ve derginizi tanıdım. Bu olay beni çok sevindirdi. Çünkü yıllardan beri böyle bir fırsat bekliyordum. Daha önce İstanbul’daki Lambda grubunu duymuştum. Ama elimde ne bir adres vardı ne de benim İstanbul’a gitme olanağım. İstanbul’daki gruba benzer bir grubun Ankara’da olması beni çok heyecanlandırdı. Çünkü ben de Ankaralıyım. Ve grubunuza katılmak istiyorum. Nihayet kendim gibi insanlarla konuşup, duygularımı paylaşabileceğim. Bugün gidip derginizin 31. sayısını aldım. Ama biraz da kendime kızdım. Çünkü kitap ve dergilerle çok haşır neşir olan bir insan olarak derginizi ancak henüz alabilmiştim. Oysa 3 senedir yayınlanıyormuş. Şimdiye kadar en büyük amaçlarımdan birisi de insanlara eşcinselliğin ne olduğunu anlatmak ve eşcinsellerin bir öcü olmadığını göstermekti. Ama bu konuda kendimi hep yalnız hissettim. Çünkü etrafımda ne bir eşcinsel arkadaşım ne de bir sevgilim vardı. Ama artık sizleri buldum. Dergide yayınlanan yazılarda kendimi buldum. O düşünceler, sorunlar aynı zamanda benim düşünce ve sorunlarım. Biraz sizlere kendimi tanıtayım. Daha önce de belirttiğim gibi 23 yaşındayım ve Ankara’da doğup büyüdüm. Fakat 4 senedir Sivas’ta öğrenciyim. “Nereden buldun Sivas”ı demeyin. Şans eseri düştüm Sivas’a. Gittiğim yer Sivas bile olsa özgürlüğüme kavuştum. Ailemden ayrı, kendi hayatımı kurdum. Ama tek ve en önemli eksik sevgi oldu benim için. Çünkü tüm aşık olduğum insanlar heteroseksüeldi. Kimisine durumumu anlattım, beni değiştirmeye çalıştı. Kimisine de bir şey bahsetmedim. Çoğu zaman o insanla tokalaşmakla bazen de ona sarılmakla yetindim. Cinselliği ve sevgiyi hiç bir zaman tam anlamıyla tatmadım. Ben, eşcinsel olduğumu lise yıllarımda fark ettim. Önceleri bu benim için çok zordu ama sonra tam bir eşcinsel olduğumu kabul ettim. Şimdiye kadar hiç bir cinsel ilişkiye girmedim. Zaten heteroseksüel ilişkiyi hiç düşünmedim. Karşı cinse karşı hiç bir zaman ilgim olmadı. Ama arkadaş çevrem hep geniş olmuştur. İnsanlar beni çok sempatik bulurlar. Bense çoğu zaman onların arasında hep bir maske takarak dolaşırım. Galiba çoğu eşcinsel gibi ben de bunu yapmaya zorunluyum. Ama tek falso hiç bir kıza duygusal anlamda yanaşmamış olmam herhalde. Bana da aşık olan çok kişi oldu ama onların hepsi de kızdı. Böyle durumlarda onları kendimden soğutmak için elimden geleni yaptım. Sivas’ta okuyorum demiştim. Bölümüm sosyoloji. Ve son sınıftayım. Sosyoloji bölümünde okumanın çok faydasını gördüm. Şu anda her şeye çok geniş bir çerçeveden bakabiliyorum. Ailem Ankara’da oturuyor. Ankara’ya sadece ayda bir gelebiliyorum. Şu anda da bayram dolayısıyla buradayım ve bundan sonra Ankara’ya geldikçe sizlerle görüşmek istiyorum. Zaten Haziran’da mezun olursam artık sürekli burada olacağım. Dört sene önce Sivas’a gittiğimde çok korkmuştum. Ama kendimi toparladım. Eşcinsel olduğumun anlaşılmaması gerekiyordu bunun için maskemi çok iyi takmam, oyunumu çok iyi oynamam gerekiyordu. Gerçekten de çok iyi oyun çıkarmışım ki kimse benim durumumu anlamadı. İki sene yurtta kaldım. Bu esnada yurttan birisine aşık oldum. O, bana çok yakın davranıyordu. Çoğu zaman yatakta sarmaş dolaş bir vaziyette sohbet ederdik. Ben, onun da benim gibi olduğuna inanmıştım. Ve bir gün her şeyi anlattım. Ona, aşık olduğumu söyledim. Ama onun tepkisi hiç de beklediğim gibi olmadı.

KAOS GL 33/25


Beni dışlamamdı, fakat değiştirmeye çalıştı. Tabii bu karşılıksız aşkın sonu da hüsran oldu. Bir ara intihar etmek bile istedim. Ama benim durumumu bilen diğer heteroseksüel arkadaşlar çok destek oldu. Ve tekrar hayata bağlandım. Şu anda eşcinsel olduğumu bilen çok arkadaşım var. Ama hepsi de heteroseksüel. Beni bir nebze olsun anlayabiliyorlar; ama benim duygularımı sizler çok daha iyi anlayabilirsiniz. Benim durumumu bilenler dışında diğer arkadaşlarla birlikteyken devamlı maske takmak zorundayım. Bir de yalanlar. Gerçekte olmayan kız arkadaşlar ve onlarla yaşadığım cinsellik. Hayallerimde düşündüğüm kendi cinsimle birlikteliği biraz da süsleyerek bir bayanla yaşamışım gibi gösteriyorum. Tabii gerçekte ne bayan ne de erkekle yaşadım böyle şeyleri. Gerçekten de sevgi ve cinselliği ben hayallerimde yaşadım. Hep çok uzak oldu bana bu duygular. Şimdi bir heteroseksüel arkadaşla aynı evi paylaşıyorum Sivas’ta. Bu arkadaşımı yurttan tanıyorum. Yurttayken benim durumumu bilmiyordu. Ve eşcinsellerin öldürülmesi gerektiğini düşünüyordu. Onun bu düşüncesine rağmen, ben ona herşeyi anlattım. Ve onu değiştirmeyi başardım. Ve biz şimdi çok iyi bir dostuz. Onun kız arkadaşı da benim çok iyi dostum. İkisi de beni anlıyor ve beni olduğum gibi kabul ediyorlar. Fakat onlar beni ne kadar iyi anlasa da kendim gibi olan arkadaşların özlemini çekiyorum. Bugüne kadar hep bir arayış içinde oldum. Çoğu zaman Kızılay’a amaçsızca yürüdüğümü bilirim. Sivas’a gittiğimde yurt psikologuyla görüştüm. Onun da bana çok faydası oldu. O da derdi hep: “herhalde üniversitede bu kadar erkek içinde senin gibi olan vardır.” Ama nasıl bulacaksın. Dergiye yazan Mersinli arkadaşın dediği gibi, etrafımızda belki de bir çok insan bizim gibi, ama birbirimizi bulamıyoruz. Bir de yine her eşcinsel arkadaşın olduğu gibi benim de aile sorunum var. Ailem modern düşünceli. Fakat bu konuda çok katılar. Benim durumumu bilmiyorlar, bilmelerini de istemiyorum. .....

HALİL SEYHAN, BURHANİYE Gördüğün gerçeğin değil, görmek istediğin gerçeğin mücadelesini ver. Çünkü senin gerçeğin, görmek istediğin gerçektir. Kısa vadeli tutkular, kısa vadeli aşklar, derinlemesine hoşlanmalar ve serseri bir kurşun gibi dolaşmalar. Gaz ve rutubet kokan otel odaları, sigara dumanı ve kafein kokan sabahçı kahveleri. Salt düzene hizmet için yaratılmış işçilerle dolu şantiyeler. Derman aramakta memnun “derbederler”. Derman bulamayan dertliler, vs... ve hayatın içyüzü. Kaçmak... Uzun yollardan yeni dünyalara ulaşmak. Ve her yeni dünyanın eskisiyle aynı gerçeğini artık şaşıramadan görmek. BULDUM! diyebilme umuduyla, inadına ve inadına yaşamak. Aradıkça kaybolmak, kayboldukça hırslanmak ve hırslandıkça aç kalmak. Ve otobüs ya da tren. Artı küs küs bakan yol arkadaşları. Ve sinir bozucu “sigara içilmez”i oluşturmuş parlak harfler. Yani eskittiğin yeni dünyayı terk. Genelde otostop. Ve yine otostop. Hırsla bir sigara yakıyorum. Ve yorgunca valizimi omuzluyorum. Ve her yönden “yeni bir dünya bulamazsın” diyen mırıltılar duyuyorum. Otobana çıkıyorum ve her iki yönden gelen arabalara otostop çekiyorum. Bazıları hızla geçiyor, bazıları da küfür edercesine korna çalarak. Bazıları bön bön bakıyor. Bazıları... Lanet olsun. Sağdan gelen durdu. Karşıya geçmeliyim. Hoşça kal ve canın cehenneme Muğla, seni de terk ediyorum.

........, İZMİR Merhaba. Adım ....... İzmir’de bir öğrenci yurdunda kalıyor ve Dokuz Eylül Üniversitesi’nde okuyorum. Gayim. İzmir’e geleli henüz yedi ay oldu. Ve ben hala düşündüklerimi gerçekleştiremedim. Henüz bir tane bile gay veya lezbiyen ile tanışamadım. Bir erkek yurdunu ve burada yaşamanın zorluklarını da tahmin edersiniz. İşte bu yüzden derslerden fırsat buldukça Ankara’ya dostlarımın yanına gidiyorum. Geçen gidişimde, Apolitika dergisindeki yazıyla karşılaştım, bir arkadaşımın evinde. İlk kez o zaman duydum KAOS GL’yi. (Fakat henüz alıp okuyamadım, yurtta kaldığım için). Benim yapabilmeyi çok istediğim bir şeyi başka arkadaşlar başarmıştı. Yapmam gereken şey İzmir’de yaşayanlarla temas kurmaktı. Size Ankara’dan döner dönmez yazmak istedim. Fakat, öncelikle mektubunuzu alabileceğim bir posta kutusu bulmam gerekiyordu. Yurtta mektupların kaybolma olasılığı vardı çünkü. Sonuç olarak, sizin aracılığınızla İzmir’deki -özellikle üniversite- “G-L” insanlar veya gruplarla tanışmak, bütünleşmek, kısacası güç alış verişinde bulunmak istiyorum. Kısa zamanda yazacağınız bir cevapla, bu mücadelede yanınızda yeni bir soluk hissedeceksiniz.

KAOS GL 33/26


MERVAN DAĞ, BOLU 28 yaşındayım. Kişiliğimin oluşmasında etken olan toplumsal olayların yoğun olduğu bir yerde, yaşamının bir parçası olan Diyarbakır’da doğdum. Ailemin 11. çocuğuyum. Çevreye göre daha iyi şartlarda yaşayıp, okudum. Toplumumuzda bir kız çocuğu nasıl yetiştiriliyorsa beni de öyle büyütmeye çalıştılar. Ancak ben ilkokul sıralarından itibaren kendimi bir erkek gibi gördüm ve öyle hissettim. Sayısız bayan sevgilim oldu. Ailemden beni fark eden birkaç kişi önce beni engellemeye çalıştılar. Başaramayınca da böyle bir şey yokmuş gibi davrandılar. Ama yalnızlığım, anlaşılamamam beni psikolojik olarak öyle çökertti ki, günlerce hastanede psikiyatri kliniğinde yattım. Saldırganlaşmıştım. Ayağımdan yatağa zincirlediler. O günlerde yaşadığım acılar benden çok şey götürdü. En küçük ablamın anlayışı ve yardımı ile kendimi toparlamaya çalıştım. Çalışma hayatına başladım. Üniversite bitmişti. Yıllarca doğu ve güneydoğunun ücra köylerinde elektriksiz, susuz yerlerde tek memur olarak çalıştım. Tezek yaktım, kurt kızaklarıyla yolculuk yaptım, tipiye yakalanıp mezarlıklarda yatmak zorunda kaldım. Yalnızlık o kadar bunaltıyordu ki aynalarda kendimle konuştum. Geleceğe yönelik umudumu, inancımı ve sevgimi yitirmedim. Bu arada yaz tatillerinde Ankara’da bir psikolog ile sürekli görüşmeye çalıştım. Hakkımda o kadar netti ki, bana beyefendi diye hitap ediyordu. 1995-96 yıllarında Ankara’nın uzak köylerinde görev yaptım. Yaşamımda birçok şey eksik gidiyordu. En önemli eksiklik beni anlayacak, beni ben olarak görebilecek dostlardı. Kendimi 1987 yılından beri üzerinde araştırma yapıp çalıştığım kitabıma bağladım. Annem, kitabım ve emeğine, sevgisine hayran olduğum, önünde saygı ile eğildiğim hayat arkadaşım sayesinde yılmıyor, ayakta kalmaya çalışıyordum. Kitabımın konusu ben, siz, hepimiz ve toplumda farklı yerlerde bulunan kadınlarımızdı. Ameliyatım için biriktirdiğim parayı kitabım için harcayacaktım. O benim yaşamımdı. Türkiye’yi karış karış gezip tarladaki, cezaevindeki, köydeki, metropoldeki, genelevdeki, gazinodaki... bir çok kadın ile görüştüm, araştırdım, yazdım. Kendime olan inancım günden güne artıyordu. Kitabımın tartışılacağına, insanların bizi ve kadınlarımızı az da olsa anlayacağına inanıyordum. Gelecekte bir aydınlık görüyordum. Ama hala birşeyleri, yaşamımı anlamlaştıracak dostları bulamamıştım. Henüz yüzünü görmediğim, sürekli yazışmaya çalıştığım, saygı duyduğum çok sevgili dostum Barış Evren sayesinde adresinizi öğrendim ve size yazdım. 24 Ocak 1997 hayatımın dönüm notası, benim asıl doğum günüm oldu. Çünkü o gün KAOS GL’den iki can insanla tanıştım. Onların aracılığıyla birkaç güzel insanla daha tanıştım. Bir kez toplantınıza katıldım. O zaman ki duygularımı asla anlatamam. Hani derler ya ne kalemler, ne de kelimeler yeter canlar. Korkunç derecede mutluydum. Her birinizi ayrı ayrı sevdim. İçinizden güzel bir arkadaşım gibi umudum çoğaldı, çoğaldı... Yüreğim bu mutluluğu ve sevgiyi taşıyamıyordu. Beni ben olarak gören, seven, inanan dostlarım olacaktı artık. (Aynı zamanda sizleri geç tanıdığım için kendime kızıyordum.) Hele o ilk tanıştığım iki dost, can insanı öyle sevdim ki. Benim için çok büyük anlam taşıyorlar. Kendimi ve gerçek dostlarımı bulmuştum. Çektiğim bütün acı ve sıkıntı sona ermişti. Bu yüzdendir ki hepinize merhaba dedim. Yüreğimden sımsıcak bir merhaba, merhaba. Bu umut ve mutluluk kısa sürdü. Annemin beyin kanaması geçirip felçli olarak yarı bitkisel hayata girmesi, aynı süreçte çok sevdiğim, beraber büyüdüğüm bir arkadaşımın ölüm haberini almam beni, beynimden vurdu. Tarif edilemez bir acı ve duygusallığa gömüldüm.. Hiç bu kadar boğazım düğümlenmedi, yüreğim böyle sıkışmadı. Bu süreçte içinizden bir dost bana kapısını açtı. Ona sığındım. Rahat nefes aldığım tek yerdi. Onun yüreğindeki dostluğu, gözlerindeki huzuru gördükçe yüreğim ısınıyordu. O şirin evde boğazımın düğümü çözülüyor, çektiğim acıya dayanıklığım artıyordu. Bir bardak çayı rahatlıkla yudumluyordum. Ve en önemlisi ağlamaktan utanmıyordum. Acıma ortak olmuştu. Bir daha böyle bir dostluğu asla yakalayamayacağımı biliyordum. Yaşamımda ilk kez mantığım işlevini görmüyordu. Anamı ayağa kaldıramamak, arkadaşımın son yolculuğunda yanında olamamak sırtıma çok büyük acılar yüklemişti. Günlerce yorgun, uykusuz ve sağlıksız kalmıştım. Tam bu duygusal yoğunlukta yaptığım bir hata belki bir düşüncesizlik sahip olduğum son şeyleri de elimden alıp götürdü. Bütün dünyam karardı. Artık acılar cehenneminde boğuluyordum. Yaşama dair bütün umudumu yitirdim. Kendimi, gerçek duygu ve düşüncelerimi gözyaşları içinde, hıçkırarak ne derece sağlıklı anlatabilirdim. Girdiğim o çok kötü süreçten çok zararlı çıktım. Anlatamamak, anlaşılamamak ne kötü bir duygu. Bunları başarmak için kendi onurumu çok çiğnedim, ama olmadı. Affedilmedim. Suçum ne miydi? Hayır birini öldürmedim, kimsenin onurunu çiğnemedim, ihanet etmedim, saygısızlığım olmadı, acı bir söz söylemedim. Tek suçum bir insanı, bir dostu, bir canı, toprağım gibi, özüm gibi,anam gibi, su gibi, şiirlerim gibi, özgürlüğüm gibi bütün insani duygularımla sevmek, ona, yüreğine ve huzur veren gözlerine ve en önemlisi de dostluğuna ihtiyaç duymak ve bunları ona söyleme düşüncesizliğinde bulunmak. Ve bunun bir aşk olmadığını, emeğe, paylaşıma, dostluğa ve insanlığa dayalı olan duygu seli olduğunu anlatamamak. Çok yanlı ve yanlış daha doğrusu eksik anlaşılmak. Ve böylece fırtınada sığındığım o sıcacık limanı kaybettim. Yaşadığım bu çok yönlü acılar, geçmişimden beri taşıdığım ağır yükler, ödediğim bedeller, kendini ifade edememe, hep saklanma ihtiyacı duymak, yeniden yalnızlık ve en en önemlisi kendime olan saygımı ve inancımı yitirmem beni yaşamdan tamamen soğuttu. Eve dönünce ilk işim kitabıma ait bütün kaynakları, yazdığım bütün yazıları yaktım, yok ettim. 910 yıllık emeğim kül oldu. Yıl sonunda görev yaptığım bu şirin yerden de ayrılıp beni, bizleri kabullenemeyen topraklarıma geri döneceğim. Amaçlarımı, umutlarımı, sevinçlerimi ve özgürlüğümü bir kenara bırakıp on yıl öncesine başladığım yere dönme kararı aldım. Dedim ya kendime olan güvenim yok artık.

KAOS GL 33/27


İşte bu nedenlerle size hoşçakalın diyorum. Bana emeği geçen o iki dosta, tanıştığım bütün arkadaşlara minnettarım. Kısa da olsa sizleri tanıma şansını bana verdiler. Hepinizi çok seviyorum. Örgütlülüğünüzün ve mücadelenizin başarıya ulaşacağı inancıyla hepinize sımsıkı sarılıyorum. Sizleri asla unutmayacağım.

GRINCHEUX, ATAKÖY/İSTANBUL Hayatın bu anlamsız akışında kendi benliğimi buldum, yani “GAY” olduğumu anladım. Merhaba, ben de artık aranızdayım. Hayat ne kadar acımasız olsa da yaşadığımız toplum bizleri kabul etmek zorunda. Çünkü bizler sadece bir yerde değiliz, her yerdeyiz. Kimimiz kimliğini saklıyor, kimimiz ise hiç tereddütsüz kendini gösteriyor. Önceki dergilerinizi birinde “NE MUTLU EŞCİNSELİM DİYENE!” bir söz yazılmış, çok hoşuma gitti ve beğendim. Şu anda benim de aklıma bir söz geldi: “HAYAT KAYITSIZ ŞARTSIZ EŞCİNSELLERİNDİR” Ayrıca bizlere sahip çıkan KAOS GL’ye çok teşekkür ederim. Bütün “GAY, LEZBİYEN, TRAVESTİ, BİSEKSÜL, TRANSEKSÜEL”leri seviyor ve öpüyorum.

İ L E T İ Ş İ M SELAM! 23 yaşında, üniversite öğrencisi. Yaşamayı, dostluğu, sevgiyi, paylaşmayı, müziği seven bir gencim. Özellikle Antakya ve çevresindeki eşcinsellerle yazışmak istiyorum. Gençler tercihimdir. Sevgiyle.. Murat P.K. 174 31100 Antakya

MEKANLARDA EŞCİNSELLİK Burada eşcinsel mekan demiyorum, çünkü eşcinselleri bir çok mekanda görmek mümkün. Bunlara örnek olarak hamamlar, sinemalar, parklar ve barlar. Bilinen üç beş mekanın haricindeki mekanlara takılan eşcinsellerin çok büyük bir bölümü gizli takılıyor. Bilinen mekanlarda ise genelde genç eşcinseller rahat takılabiliyorlar. Mekanlara takılan eşcinsellerin düşünceleri veya kendileri hakkında ne biliyorlar? Bazıları işin kolayına kaçıp ben aktifim diyor. Bazıları ise bir mekana yıllarca takılıyor ama hiç kimseyle diyalog kurmuyor. Kimileri ise “bu iş” diyorlar, eşcinsellik demiyorlar. Bu mekanlara takıldıkları halde bunun bir ruhsal bozukluk, sapıklık olduğunu veya bir psikologa gidilmesi gerektiğini düşünüyorlar. Bazıları kendilerini kabul ettikleri halde ailemizin yüzünü kara çıkarmayalım veya biz bilinirsek toplum bizi mutlaka dışlar düşüncesindeler. Bazıları da bu bizim kaderimiz, ne yapalım; gizli kapaklı yürütelim diyorlar. (Ben bu insanları doğrudan tanıdım. Ben onlara bu işin hastalık, sapıklık olmadığını, eşcinselliğin gayet normal olduğunu söylediğimde samimiyetle söylüyorum ağızları açık kalanlar oluyor.) Mekanların eşcinseller üzerindeki olumlu yönleri: Kendini kabul etmemiş eşcinseller genelde ya ortamı izleyip gidiyorlar ya da gizli kapaklı şeyler yapıp çıkıyorlar. Ve daha sonra da toplumun içine girince eziklik duyuyorlar. Mekanlarda kendilerini kabul etmiş eşcinseller ise seksin dışında kendi kimlikleri altında kendilerini geliştirme fırsatı buluyorlar. Kendi kendilerini sevmesini öğreniyorlar ve birbirleriyle arkadaş olabiliyorlar. Olumsuz yönleri: Olumsuz yönlerinden bütün eşcinseller paylarını alıyorlar. Hem saldırıya uğruyorlar, hakaret işitebiliyorlar. Çünkü bir eşcinselin psikolojik olarak pasif olduğunun herkes farkında. Çünkü eşcinsellerin eşcinselliğinden dolayı kendini savunma hakkının olmadığı herkesin kafasında yer etmiş. Biz eşcinseller o kadar köşeye sıkıştırılmışız ki, sokakta heteroseksüel konumdayken yüzüne tükürmediğimiz faşist ruhlu pislikler eşcinsellere rahatça hem sözlü hem fiziksel saldırıya geçebiliyorlar. O kadar rahatlar ki, belki de en rahat kötü duygularını eşcinseller üzerinde uygulamaya çalışıyorlar. Başka bir örnek ise, bu mekanlarda eşcinsellere pembe görünüp mekan dışına götürenler de var. Zannediyorum bu parklarda daha yoğun. Götürdükleri yerde ya bıçak ya da daha farklı zarar verici aletlerle istediklerini yaptırabiliyorlar. Veya gittikleri yerlerde mekanın içinde ve dışında gizli grup oluşturanlar da var. Bunlara çok dikkat edilmesi gerekiyor. Önerilebilecek tedbirler; eşcinsellerin mekanları terk etmek yerine mücadele etmesi gerekiyor. Çünkü biz gitmesek de diğer eşcinseller veya yeni eşcinseller onların tuzağına düşecektir. Bu yüzden terk etmek yerine bu mekanlarda eşcinseller birlik olup, herkes kendi olumlu olumsuz tecrübelerini birbirlerine aktarırlarsa birlikte hareket ederlerse bu durumların en asgari düzeye ineceğini düşünüyorum. Yıllardır toplumun eşcinsellere yönelik genel olarak aşağılayıcı sözleri artık doğrudan hedef olunacaktır. Pis ibne! Erkeklerin yüzkarası, top, diyecekler. Bu saldırıların bizleri zayıflatmak yerine güç vermesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bizler mücadele diyoruz. Mücadele ne laçoların similyasında, ne de içki kadehlerinde. Mücadele diyorsanız artık kıyıdan köşeden kendi kimliğimizle ortaya çıkmanın zamanı gelmedi mi? İster trans ister gay, ister lezbiyen ister lubunya, laço ne olursan ol, herkes bu mücadelede birleşsin. Çünkü bu mücadele kendi cinselliğini ortaya koyamayanların mücadelesi

KAOS GL 33/28


İZMİR İZMİR İZMİR İZMİR İZMİR İZMİR

İZMİR

İZMİR İZMİR İZMİR İZMİR İZMİR

İZMİR Bilindiği gibi Türkiye‘de seksenlerden beridir gay, lezbiyen, biseksüel , transeksüel ve travesti ; kısacası cinselliğinden dolayı toplumun baskısı altında ezilen tüm cinsel azınlıklar için bir şeyler yapılmaya çalışılıyor. Bana sorarsanız gerçek anlamda bir şeyler yapılıyorsa bu son 2-3 yıldır üniversite öğrencileri bünyesinde kurulan gruplarla oluyor. Ankara’da Kaos, İstanbul ve Erzurum’da Lambda, Eskişehir’de Bet, Adana’da Likya ve de Türkiyeli erkek eşcinsellerin Köln’de Almanya Eşcinseller Derneği içinde oluşturdukları Türk Gay grubu şu andaki oluşumlar. Yalnız bir İzmirli olarak işin bana çok ilginç gelen yanı “Türkiye’nin en modern,yenilikçi,özgür,Avrupai şehri” olarak adlandırılan İzmir’de böyle bir oluşumun şu ana kadar olmaması. Yanlış anlaşılmasın , amacım “Ben İzmirliyim “ şovenizmi yapmak değil. Sadece “tutucu” olarak tanımlanan Erzurum’da bile bir oluşum varken , böyle bir şeyin ısrarla İzmir’de olmaması şaşırtıyor beni. O zaman bu niçin İzmir’de yok ve niçin dediğim gibi büyük bir ısrarla da olmamaya devam ediyor? Doğrusunu söylemek gerekirse bunu hala anlayabilmiş değilim ama yine de bazı tahminlerde bulunabilirim. Bir kere sosyo-kültürel açıdan bakarsak, İzmir Türkiye’nin batısında ve levanten bir kökene sahip Tüm bunlardan dolayı Avrupa’dan bir çok değer alınmış ve bunun içinde serbestlik de var. İzmir’e dışarıdan gelen insanların dikkatini ilk çeken unsurlardan birisi olan serbestlik az çok eşcinsele İstanbul ya da Ankara’dakinden daha fazla rahatlık veriyor. Bu rahatlık karşısında hareketsel bir dayanışma içine girmeyi ve siyasal açıdan bilinçlenmeyi engelliyor olabilir. Burada tanıdığım arkadaşlarım oldu.

Tanıdıklarımda genel olarak gözlemlediğim, ilişkilerde seksin ön planda oluşu, seksi yaşadığınız sürece arkadaşlığınızı da devam ettirebileceğinizdi . Sekse dayalı ilişkilerden hoşlanmadığım için bu kişiler tarafından yalnız bırakıldım. Bilinçli kimselerle de tabi ki karşılaştım. Onlarda, bahsettiğim bu ilk gruptan etkilenmelerin yanı sıra belli bir korkaklık ve sinmişlik gözüme çarpan ilk şey oldu. Oluşum konusunu açtığımda bu kimselerden büyük tepki aldım. Bu kimseler fikirlerime “Bahsettiklerin çok güzel ve mantıklı ama gerçekleştirilmesi çok zor “mantığıyla yaklaşırken çok çok uçlaşıp hayatı tanımadığımı, toz pembe gördüğümü, çok kazık yiyeceğimi” bile iddia ettiler. Tabi tüm bu söyledikleri beni üzmekten ve bilinçli olanlar başta olmak üzere eşcinselleri ezmeye çalışan düzene farkında olmaksızın hizmet etmekten başka bir işe yaramadı. Peki bunun altındaki neden ne olabilir? İşte burada da ikinci ve daha genel bir unsur olan kişisel korkulara geliyoruz. Reklam olma korkusu insanların örgütlenmemesine ya da katılımın yetersiz olmasına neden oluyor. Dilimin döndüğünce İzmir’de oluşumun olmaması konusundaki tahminlerimi anlattıktan sonra gelelim bana. Peki niçin ben bu koşullar altında bu kararı alma gereği duydum. Öncelikle Kaos vasıtasıyla tanıştığım bir arkadaşla yaptığımız sohbetler bunda etkili oldu. (Bu arada O’na da buradan selam!) O da İzmirliydi ve Kaos un her şeyin konuşulabilecek sıcak bir ortam olduğunu anlattı. Bende başta keşke Ankara’da olabilsem diyordum. Zamanla bu saçma gelmeye başladı. Asıl olan bulunduğum yerde kalmak ve orada bir şeyler yapabilmekti. Tabii ki ilk etapta hissettiklerim ve düşündüklerimin yanı sıra örgütlenmişlik, dayanışma, yalnız kalmama, kendiyle yüzleşme, kendini tanıma, çözüm üretme, içsel ve dışsal tabuları yıkma, İzmir’in aydın, entellektüel ortamlarına katkı ve destekte bulunma sayabileceğim diğer nedenler. Peki kişisel olarak gruptan ne bekliyorum? Grup hangi yolu izlemeli? Amaçları ne olmalı? Bir kere uç noktalara gitmiş bir grubu kendi adıma doğru bulmuyorum. Hepimiz her konuda farklı şeyler düşünebiliriz. Önemli olan farklı uçların ortalarda bir yerlerde buluşabilmesi. Herşeyden önce belli bir kültür düzeyine ulaşmış ve bilinçlenmiş bir grup olsun istiyorum. Düşünsel, sanatsal, siyasal kısacası entellektüel konuların eşcinsellik ekseni üzerinde konuşulabileceği , aynı zamanda zaman zaman bunların dışına çıkabilerek insanların seksi düzeyli bir şekilde konuşabilecekleri bir grubu tercih ediyorum. Grubun siyasi bir boyutu olmalı ama bu aşırı olmamalı. Bu siyasallık insancıl olmalı, saygı ve sevgiye dayanmalı. Kurulacak oluşum cinsel kimlik ayrımı yapmamalı. Sadece gaylerden oluşmak yerine lezbiyen, biseksüel, transeksüel, travesti ve heteroseksüellere de açık olmalı. Özellikle heteroseksüellerin bu gruba katılmaları kendi heteroseksizmleriyle yüzleşmeleri açısından çok önemli bir nokta. Grupta belli bir kollektiviteden yanayım. Hiyerarşiye karşıyım. Önder olmamalı. Çünkü bu durum gruptaki diğer kimselerin edilgen olmasına neden olup yapılması gerekenleri tek kişiden beklenmeye sebep olur. Ayrıca başta olan kişiye de işkence, hapse atılma gibi olumsuz olayların oluşmasına ortam hazırlayabilir. Grup bu düşünceden yola çıkarak öncelikle kendi içinde kendini bilinçlendirecek , destekleyecek, cesaretlendirecek ve bireylerin kendilerini rahat hissettikleri noktada daha aktif hareket etmeye başlayacaktır. Aktif hareket ederken basın-yayın organlarıyla bir arada bir şeyler yapılabilir. Ama seçici ve dikkatli olmak kaydıyla. Grup aktifleşme noktasına geldiğinde (mesela Kaos gibi) paneller, sempozyumlar, düzenleyip eşcinsel olmanın ne olduğunu anlatacak, yapabileceği radyo-tv programlarıyla, hatta ve hatta kurabileceği radyo ve tv’ler ile gereken yolu alabilecektir. Tabii ki radyo programı yapmak ya da radyo kurmak gibi şeyler çok zor ve birçok engel aşıldıktan sonra yapılabilir. Ama Kaos ve Lambda radyo

KAOS GL 33/29


programları yapıyorlarsa İzmir’de ya da başka yerde neden olmasın? Ya da radyo-tv kurulmasın? Her şey bizden başlıyor sonuçta. Elimden geldiğince her oluşumla iletişim kurmaya ve iletişimde kalmaya çalışıyorum. Şu anda Kaos ve Türk-Gay ile iletişimim var. Lambda ile Bet’e yazarak iletişime geçmeye çalıştım ama ne yazık ki bir sonuç alamadım. Kaos ile iletişimim iyi ve onların aracılığıyla da benim gibi düşünen bir arkadaşım da var. Zaman zaman onunla bu konuyu konuşuyor ve tartışıyorum. Bunu başlatmak istiyoruz ama desteğe ihtiyacımız var. Arkadaşım kendi p.k ve e-mail adreslerini kullanmamızı kabul etti. Ben burada kendi açımdan İzmir’de oluşum kurulması konusunu anlattım. Peki siz ne düşünüyorsunuz? Lütfen aşağıda vereceğim adreslere düşüncelerinizi yazın. İzmir’den olmanız da ayrıca belirleyici bir şey değil. İzmirli arkadaşlarımız başta olmak üzere hepinizden cevap ve destek bekliyoruz. Ezgi Yazışma: P.K 41 Karşıyaka-İzmir e-mail: jewel@cutey.com Not: Yukarıda yazıyı hazırlayan arkadaşıma aynen katıldığımı belirtmek istedim. Destek için lütfen bize yazın. Jewel

devrim & emre

KAOS GL’nin Dayanışma Notu: Belki de üç büyük şehirden biri olduğundan, İstanbul ve Ankara’nın yanı sıra pek çok alanda İzmir’den de öncelikle bir şeyler beklenir. Bu anlayış ne derece doğru bilmiyoruz ama biz de İzmirli eşcinsel arkadaşlarla aynı kaygıları taşıyor ve aynı soruyu sürekli soruyoruz: Neden İzmir’de de olmuyor? İzmirli eşcinseller, acaba gerçekten fazlasıyla “rahatlar” mı? Koskoca şehirde hiç mi sorun yok? Bu memlekette eşcinseller nasıl “rahat” olabiliyorlar? “Rahat” olmak ne demek? KAOS GL olarak, İzmirli eşcinsel arkadaşları hiç tereddütsüz selamlıyoruz. Dostluk ve dayanışmayla karşılıyoruz. Çok daha önce Eskişehirli arkadaşları selamlarken, “Edirne’den Ardahan’a Adım Adım Geliyoruz” diyerek inancımızı dile getirmiştik. Espiri yapmamıştık. Biliyoruz ki kaplumbağa adımlarıyla da olsa bu bir gün gerçekleşecek. Gerçi Eskişehir’den BET yani Bilinçli Eşcinseller Topluluğu çok kısa sürede Blöfçü eşcinseller olduklarını gösterdiler. Diğer taraftan, Lambda Erzurum blöfçü olmasalar da ortaya çıkmalarıyla kaybolmaları bir oldu. Bir de Adana’da Likya olduğu söylenir dönem dönem. Duyan ya da gören varsa bizi de bilgilendirsin, umarız şaka değildir. Elbetteki her şeye rağmen bir şeyler yapmaya çalışan eşcinseller de olacak, dünyayı kendi göt deliklerinden ibaret sanan hamam böcekleri de olacak. Her şeye rağmen, nefretimiz, dünyayı kendi göt deliklerinden ibaret sananlara değil, onları bu hale getiren iğrenç heteroseksist topluma yönelik. Eşcinsellerin, konumları ne olursa olsun, heteroseksist toplumca gasp edilmiş özgüven ve onurlarını ele geçirmeleri, kendilerine ve diğer eşcinsellere yönelik nefretlerinden kurtulmaları kolay olmuyor. Bu biliniyor. Kendine olan inançsızlık, mücadele etmek isteyen insanlara yönelik inançsızlığı da beraberinde getiriyor. Bu memlekette eşcinsel hareketin ayak bağlarından biri yine eşcinseller olabiliyor. İzmirli arkadaşların umuyoruz.

inatlarından

M A N İ F E S T O

ve

hayallerinden

vazgeçmeyeceklerini

KAOS GL 33/30

Heteroseksüellik yalnızca üremeye ve soyu, tüketici ve yok edici bir toplumun soyunu, devam ettirmeye yarar. Heteroseksüellik kültürel, politik ya da toplumsal bir kazadır. (ya da her neyse) Heteroseksüellik anlamsız bir cinsellik ve aşk arayışıdır. Karşı cinsten iki insanın, mayası asla tam olarak tutmayacak, umutsuz bir ilişkiyi kurma çabalarıdır. Dolayısıyla, karşı cinsten bir eş arayan heteroseksüel birey hayatı boyunca hüsrana uğrayacaktır. Heteroseksüel olmak, eksik olmak, duygusal olarak sınırlı olmak demektir. Heteroseksüellik bir eksiklik hastalığıdır, heteroseksüeller de duygusal yönden sakattır. Heteroseksüeller doğar, büyür, okula gider, çalışır, şişmanlar ve bol bol bok üretip ölürler. İyi ama bütün bunlar ne için? Sıkıcı ve baskıcı bir aile hayatı ve sınırlı, kısır zevklerini tatmin ederek tüketecekleri bol sıfırlı bir maaş için. Heteroseksüellik Adem ve Havva'dan beri tekrarlanan çok yaygın bir hatadır. Bu manifestoyu ciddiye almayın. Birazcık alın tabi. Eşcinselleri anlamaya çalışmayın, Eşcinsel olmaya çalışın. (Çünkü) Eşcinsellik sizi uçurumdan aşağı itecek güce sahiptir ve uçmayı öğrenmenin zamanı geldi. Yaşasın EŞCİNSELLİK, Yaşasın KAOS!


K

A

O

S

a

D

A

Í

R

Bu metin, Radikal Gazetesi’nin haftalık eki Radikal İKİ’ye, Ali Kemal Yılmaz’ın hazırlayacağı yazı için kaleme alınmış ve gönderilmiştir. 80’li yıllarda, Türkiye’nin daha önce hiç duymadığı ya da alışık olmadığı seslere, toplumsal mücadele alanında yükselmeye başladığında çok farklı kesimlerden benzer tepkiler gelmişti. Eşcinseller, feministler, yeşiller... Bunlar da nerden çıkmışlardı? Hatırlanacağı gibi 80’li yıllar hem Türkiye’de hem de Dünya’da özgürlükçü hareketlerin yenilgi dönemi olmuştu. 68’in Dünya’yı kasıp kavuran rüzgarı kesilmişti. Kuzey Amerika’da Reagan, Batı Avrupa’da Demir Leydi ile birlikte yükselen yeni sağ, neo-liberalizm bayrağı altında, kurumsallaşmış aileyi yeniden kutsayarak kadınlardan eşcinsellere pek çok toplumsal kesimin kazanılmış haklarının gaspından yok saymaya kadar her alanda 60’ların özgürlük çığlıklarını tamamen boğmaya kalkıştılar. Aynı yenilgi dönemi Türkiye’de de çok ağır yaşandı. Ama toplumsal yaşam her şeye rağmen durulmuyor ve bileşik kaplar benzeri bir şekilde, dalgalanmasa bile kıpırdamaya çalışıyordu. İşte böyle bir dönemde ortaya çıkan yeni sesler, bir şekilde 60’lı yılların yeni toplumsal hareketlerine benziyordu. 60’lı yıllar geride kaldığı için ya da Türkiye için daha doğrusu bu yeni seslerin dillendirdikleri gerçekliklerle daha önce yüzleşilmediği için sistem karşıtı güçlerin eleştirileri bile egemen ideolojiden besleniyordu. Eşcinseller bir yana kendi içlerinden çıkan feminist kadınlara bile başlangıçta alışamadılar. Kökünün nerede olduğunu araştırdılar. Oysa kabul edilmese de ortada bir gerçek var. Feministlerin de biz eşcinsellerin de kökleri yaşadığımız bu topraklardadır. Biz eşcinseller uzaydan gelmedik; henüz Avrupa Birliği’ne giremediğimize göre Batı’dan da gelmedik. Hep bu topraklardaydık. 12 Eylül’ün zulmüne travestiler, transeksüeller, kadınsı erkek eşcinseller de uğradılar. Görmezden gelindi; her koyun kendi bacağından asıldı. Biraz ses çıkardığımızda ise sesimiz o bitmez tükenmez hiyerarşiler arasında boğuldu. Şimdi sırası değildi; daha acil görevler dururken! Toplumsal mücadeleler tarihinin o gerçeği biz eşcinseller için de geçerli olduğunu bir kez daha gösterdi. Sorunların gerçek sahipleri kendi sorunlarına kendileri sahip çıkmadıkça bir şey değişmiyor. Biz Kaos eşcinselleri tam da bu gerçekten yola çıktık. Bizler, köyünden metropolüne bu topraklarda yaşayan eşcinselleriz. Gayler ve lezbiyenler olarak kendimizi keşfetmek, kendimizi başkalarının kalıplarına göre değil kendi istediğimiz şekilde yaratmak için bir araya geldik. Kendimizi yaratırken, eşcinseller olarak kazanacağımız özgürlük alanımız aynı zamanda heteroseksüellerin de özgürlük alanı olacağını düşünüyoruz. Hoş görülmek değil, eşitlerin ilişkisini istiyoruz. İşte bunun için ancak heteroseksüellerle birlikte özgürleşeceğimizi düşünüyoruz. Biz “homoseksüel” değiliz; “marjinal” hiç değiliz. “Nicel”in egemenliğini reddediyoruz; ısrarla ve sürekli altını çizdiğimiz “nitel”in varlığı ve farkı. Toplumsal hareketler, büyük ya da

küçük olabilir. Önemli olan onun ne olduğudur. Kısaca bir “realite” olup olmadığıdır. Biz gerçeğiz ve içinde yaşadığımız toplumun bir realitesi olduğumuzu söylüyoruz. İnsanlık özgürlüğü seçer de cinsiyetsiz bir toplum yaratılabilirse bunca kategoriye gerek kalmayabilir. Belki o zaman, hangi cinsi severse sevsin herkes için bir tek realite yeterli olacaktır: Özgür insan realitesi. Bunu istiyoruz; bunun için eşcinseller ve heteroseksüeller olarak birlikte özgürleşebileceğimizi düşünüyoruz. Kaos eşcinselleri olarak, Türkiye’de ilk defa bir gay ve lezbiyen dergisi çıkardık ve devam ediyoruz. Belki de “marjinal“ insanlar olmadığımız için ancak işsiz, öğrenci, işçi, memur... eşcinsellerle iletişim kurabiliyoruz. Çeşitli organizasyonlarda, üniversitelerde, mitinglerde, sözlü ve yazılı araçlarla insanlara ulaşmaya çalışıyoruz. Yaşadığımız bu süreci bir tebliğ dönemi olarak adlandırmak doğru olacaktır. Hacettepe Üniversitesi’nde, Ankara Hukuk Fakültesi’nde, Ankara Fen Fakültesi’de, ODTÜ’de söyleşi ve panellere katıldık. Pek çok fakültede arkadaşlarımız tarafından eşcinsellikle ilgili tez, ödev ve seminerler gerçekleştirildi ve etkileşim sonucu hocalar bu konulara açık hale geldiler. Ankara’da yerel bir radyoda bir süre haftalık lezbiyen ve gay kültür programı yaptık. Kaos GL, ilk günden bu yana hiç bir kuruluş ya da organizasyondan maddi destek almadı. Yapmak istediklerimiz ve hayallerimiz çok ama pek çok şeyin de parasız olmayacağı bilinir. İnanıyoruz ki bir gün bir Gay ve Lezbiyen Kütüphanesi, Kültür Merkezi, yayınevi gibi pek çok şey de gerçek olacaktır. Eşcinsellerin ve transeksüellerin çekinmeden ve aşağılanmadan danışabilecekleri bir poliklinik; Eşcinsel Hakları İçin Hukuk Bürosu gibi hayallerimiz de gerçek olacak. Yaşlı eşcinseller için ortak evler, genç eşcinseller için bağımsız psikoloji merkezi... hayallerimiz bitmiyor. Bütün bunların gerçekleşmesi için çaba harcarken aynı zamanda neo-liberalizme teslim olmamak için de mücadele etmemiz gerektiğinin farkındayız. Neo-liberalizm, Kuzey Amerika’da ve Batı Avrupa’da eşcinsel kardeşlerimizin çoğunluğunu teslim alıp yeni tüketiciler olarak sisteme entegre ettiğini biliyoruz. Ama 80’li yıllarda yenilmeyen mi kaldı? Kaos grubu, haftalık toplantılarında sohbetlerle, seminerlerle her şeyi, ama her şeyi tartışıyor. Kaos eşcinselleri olarak ilişkilerimizde yeni bir kanal yaratmaya çalışıyoruz. Grubumuz yalnızca gaylere ve lezbiyenlere değil, transeksüel ve heteroseksüellere de açık. Kaos GL, Türkiye’de, Antakya, Balıkesir, Antalya, Bursa, Adana, Mersin, İzmir, Denizli, Eskişehir, İstanbul ve Ankara’daki çeşitli kitapçılara düzenli olarak her ay ulaşmakta. Ayrıca posta aracılığıyla Türkiye’nin dört bir köşesine gönderilmekte.

KAOS GL 33/31


SÜRESİZ KAMPANYA Hani hepimiz biliyoruz ya, insanın varolduğu her yerde eşcinsel kadın ve erkekler de var. Bu ne demek oluyor? Fabrikalarda da, okullarda da, kocaman plazalarda da, kapısı sıkıca kapalı evlerde de eşcinsel kadın ve erkekler var. Her toplumsal statüde, her meslek grubunda, her ekonomik katmanda, vb. eşcinseller var. Ee, bu durumda hem zenginlerimiz, hem fakirlerimiz var. O zaman neden türkiye lezbiyen ve gay özgürleşme hareketinde ekonomik durumu iyi eşcinseller oldukça az sayıdalar? Neden KAOS GL dergisi üç yıldır, bir avuç insanın yaşam koşullarını zorlamalarıyla çıkabiliyor? Türkiye’de herhangi bir derginin öngördüğü periyoda uygun çıkması parmakla sayılabilecek bir durumken, neden kimse KAOS GL dergisinin Eylül 1994’ten beri her ayın 20’sinde, aksamadan kitapçılardaki yerini aldığını farketmiyor? Aslında herkes bunun farkında. Ama sanki bu zaten olan bir şey olduğu için, hala olageldiği için aksi hiç düşünülemezmiş gibi. Ee, bu dergi yayın hayatına hala devam edebiliyorsa demek ki koşulları uygun, şeklinde bir inanış var. Tezatmış gibi gelecek ama bu inanış, aslında inançsızlıktan kaynaklanıyor: İnsanın kendi yaşam koşulları içerisinde bir şey üretemeyeceğine dair inançsızlıktan. Birileri yapabiliyorsa, zaten yapabileceklerdir de, o yüzden yapabiliyorlardır. Oysa bu bakış açısı kişinin kendini yadsıması anlamına geliyor, bir nevi savunma mekanizması. Kişi birşeyler yapabileceğini görse, nasıl ikna edecek kendini, kendi bir şey yapmazlığı konusunda. Zaten halk arasında da bir deyiş vardır, “meyve veren ağacı taşlarlar” diye. Bu halet-i ruhiye nereden kaynaklanır, sizce? Tam da kişinin kendi eylemsizliğini savunacak başka bir yol olmamasından. Bu her yerde böyledir. Okulda iyi notlar alan, aslında inektir; ve bu bakış yaşamın her aşamasında devam eder gider. Şimdi diyeceksiniz ki nereden çıktı bu laflar. Nereden olacak tam da kendi yaşadıklarımızdan. Artık herşey öyle aleni ki, gazetelerin kuponlu/kuponsuz ayrımından sonra asıl paraların insanların taksitle alabilecekleri mallara gittiğini herkes gördü, daha önce inanmak istemeyenler bile. Bu kocaman gazeteler binbir takla atarlarken insanları soymak için, KAOS grubu kendi cebinden, kendi emeğiyle çıkarmaya devam ediyor KAOS GL’yi. Ama yetmiyor, hiçbir zaman da yetmedi. Hayallerimizde türkiye’de bir eşcinsel yayınevini, kütüphanesini, lokalini hatta radyosunu, vs. kurarken üç yıldır çıkarageldiğimiz dergimizi bile binbir zorluk ve zahmetle çıkarıyoruz. “Dergi Meram” köşeleri aslında bir nevi gelenektendir ama biz bugüne kadar anlatmadık meramımızı; yapmak istediklerimiz ve koşullarımız olsa yapabileceklerimizin yanında, dergimizin ufacık bir posta masrafını bile kafamıza taktık her seferinde. “Artık şuralara ve buralara dergi göndermeyelim!” en popüler cümlelerimizden. Akıllarına dergimize abone olmak bile gelmeyen hali vakti yerinde eşcinsel yazar/çizerler dergiyi posta kutularında görmeyince şaşırdılar. Bir kasıt aradılar. Tek kastımız parasızlıktı. Başka hiçbir şey değil, ama bu nedense (veya yukarıda saydığımız gerekçelerden dolayı) hiçbirinin aklına gelmedi. Ama bu süresiz ekonomik zorluklar bizim aklımıza bir şey getirdi: Süresiz bir kampanya. Evet, süresiz kampanyamıza isteyen herkes katılabilir. Katılmak isterseniz yapacağınız iş çok basit: aşağıdaki banka hesabımıza içinizden gelen bir miktarı göndermek, süre kısıtlaması yok, her istediğinizde gönderebilirsiniz. Hiç kimse bize lezbiyenlerin, gaylerin, biseksüellerin, travestilerin ve transeksüellerin kurtuluşunu bağışlamıyor. Her şey kendi ellerimizde, kendi katkılarımızda. O nedenle sizlerden de katkılarınızı bekliyoruz. Dedik ya, bu kampanyada hiçbir sınırlama yok, süresiz bir kampanya bu, sizleri kampanyamıza bekliyoruz...

T. İŞ BANKASI MEŞRUTİYET (ANKARA) ŞUBESİ, ALİ ÖZBAŞ, HESAP NO: 4213 0544328 150.000.-TL


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.