E Ş Cİ N S E L L E R İ N K U R T U L U Ş U a y n ı z a m a n d a H E T E R O S E KS Ü E L L E R İ D E Ö Z G Ü R L E Ş T İ R E C E K T İ R
HAZİRAN 1997
YIL 3
SAYI 34
İÇİNDEKİLER
KAOS GL SATIŞ NOKTALARI:
“Lezbiyenler Sokağa İndi!”............................................ 3
ANTAKYA Ferah Kitabevi (Saray Cad.) BALIKESİR Çağdaş Kırtasiye ANTALYA Akdeniz Kitabevi BURSA Can Kitabevi (Heykel) ADANA Püren Kitabevi (Arı Sineması Sk.), Ada Kitabevi (SİEM Dersanesi Karşısı), Kardelen Kitabevi İZMİR Kabile Kitabevi (Konak), Ayrıntı Kitabevi (Alsancak), Ayrıntı Kitabevi (Karşıyaka) DENİZLİ İleri Kitabevi, İSTANBUL Taksim Mefisto, Pandora Kitabevi, Zihni (Kadıköy), Pentimento (Beyoğlu Sineması Pasajı. Bu kitabevinde eski sayılarımızı da bulabilirsiniz) ANKARA Dost, ABC, Bilim&Sanat, İlhan İlhan, İmge ve Doruk (Konur1) Kitabevleri
Sendikalılaştırabildiklerimizden misiniz?....................... 5 Bu Danteller Güzel Adama mı?.................................... 10 Kimlikten Sonra............................................................ 13 Abartıyor muyuz?......................................................... 14 ODTÜ Eylül’den Haziran’a............................................ 16 Baba Olu-yorum........................................................... 18 Gay Amerika’dan İzlenimler..........................................20 Nasıl Bir Eşcinsel Hareket............................................ 23 GL Kitaplığı................................................................... 24 Hastalığımın Adı Aşk.................................................... 26 Tekzip........................................................................... 29 Mektup-lar-dan............................................................. 30 “Yeraltından Bir Ses”.................................................... 31
Yaşadığı mekanlara okuduğu KAOS GL’leri götüremeyip, okuduktan sonra imha etmek zorunda kalan arkadaşlar, dergiyi imha etmek yerine bir bankın üzerine bırakırlarsa, dergimiz başkaları tarafından da okunabilir.
İstanbullu KAOS GL okurlarıyla iletişim kurmak isteyen arkadaşlar, PK: 1017 Sirkeci-İstanbul adresine yazabilirler. e-mail: kaosgl@ilga.org internet sayfamız: http://www.geocities.com/WestHollywood/2884/kaos.htm K A O S
G L
i l g a
ü y e s i d i r .
KAOS GL AYLIK POLİTİK GAY VE LEZBİYEN DERGİSİ HAZİRAN 1997
YIL 3
HER AYIN 20’SİNDE ÇIKAR. B u
d e r g i
K A O S
G r u b u
t a r a f ı n d a n
SAYI 34 YAZIŞMA ADRESİMİZ ¨
y a y ı n l a n m a k t a d ı r .
“LEZBİYENLER SOKAĞA İNDİ!” Aktüel’in 4 Haziran 1997 tarihli 308. sayısına göre “Lezbiyenler Sokağa İnmiş!” Sokaklarda elele, dudak dudağa dolaşan genç kızlar, “Lezbiyen Devrim”in ilk adımlarını atıyorlarmış. Bunun açık örneklerini de İstiklal Caddesi, Bağdat Caddesi ve bir takım barlarda görebilirmişiz! Türkiye’nin lezbiyen ve gay dergileri 100 de 100 GL ve KAOS GL’de artık lezbiyenlerin yazıları daha çok çıkıyormuş. Hatta İstanbul’da üç lezbiyen, bir lezbiyen dergisi çıkarmayı planlamaktaymışlar, hatta ve hatta derginin altyapı çalışmaları yapılmış, dergi Eylül’de çıkıyormuş (Eylül ayında etrafıma bakınıyor olacağıma emin olun!). Aktüel’in yazdığı bu yazıya göre Lambda İstanbul neredeyse tamamen lezbiyenlerden oluşuyor, hatta bir yerde 100 de 100 GL, “Güneş G. ve arkadaşlarının çıkardığı lezbiyen bülten” diye geçiyor. Şimdi yukarıdaki bilgilerin ve daha saymadığım birçoklarının yanlış olduğunu kanıtlarıyla anlatmama gerek var mı? Belki bazılarınız, kıçıkırık bir lezbiyenin yazdıkları yerine Aktüel’in yazdıklarına inanmayı tercih edersiniz kaygısıyla, yine de biraz yazdıklarındaki hatalara (!) değineğim. Ben ne Bağdat Caddesinde ne de İstiklal Caddesinde “Ben Lezbiyenim!” diye bağıran birini görmedim. Gören biri varsa, lütfen beni uyarsın. Hadi diyelim var, “Lezbiyen Devrimi” anlamına mı gelir? Bahsettiğimiz Türkiye’nin yalnızca topu topu iki caddesi. Peki gay ve lezbiyen dergilerini lezbiyenlerin katılımı ne alemde? Benim tanıdığım bütün lezbiyenler, lezbiyen yazılarının bahsi geçen dergilerde pek az olduğundan şikayet ediyorlar hep, ama nedense kalem oynatan pek az. Bugüne kadar inanılmaz az sayıda lezbiyen kaleminden çıkmış yazı yayınlandı, 100 de 100 GL’de. Hatta, benim şahit olduğum bir toplantıda, Lambda İstanbul’dan bir gay, lezbiyen arkadaşlara tembelliklerinden dolayı çatıyor ve bire bir lezbiyenlerle ilgili bir yazıyı çevirmek zorunda kaldığından bahsediyordu. Lambda’ya lezbiyen katılımı?!.. Koskaca
İstanbul’da bir elin parmaklarını geçmez. Ee peki, bu konularda bu kadar da teknik bilgi yanlışlığında bulunmak Lambda İstanbul’da vakit ve enerji harcayan, tüm bu çabalarında çok az lezbiyeni yanlarında gören gaylere ayıp olmuyor mu? Onların ürettiklerini başkalarınınmış gibi göstermek için, Aktüel habercilerinin nasıl bir yanlışlık yapmış olması gerekiyor? Aslına bakarsanız, Aktüel habercileri hiç de kaza eseri yazmış değiller bu yazıyı. Onların derdi başka. Ellen DeGeneres’i duymuşsunuzdur. Geçenlerde lezbiyen olduğunu açıklayan ve Clinton’la birlikte sevgilisine sarılmış fotoğraf çektiren ABD’li bir oyuncu. Ellen DeGeneres’in lezbiyenliğini açıklamasıyla birlikte, ABD çalkalandı, ülkenin dört bir yanında “Coming Out with Ellen-Ellen’la birlikte Açığa Çık” partileri düzenlendi. Olaylar pek çok yer gibi Vanity Fair dergisinin Haziran 1997 sayısında “Lover Girls” başlığıyla yer aldı. Bu yazıda, gay ve lezbiyen hareketinde bugüne kadar hep gaylerin ön planda olduğu, lezbiyenlerin ise daha gizli saklı kalmayı tercih ettikleri, ancak son yıllarda birçok ünlü kadının lezbiyenliğini açıklamasıyla beraber, artık lezbiyenlerin varlıklarının kabul edilmeye başlandığı yazıyor. Evet, tanıdık geldi değil mi? Bu sayı Aktüel’in 307. sayısında yayınlandı. Yazının çeviri olduğuna dair hiçbir şey görmedim, lütfen görenler beni bilgilendirsin. Aktüel, 307. sayısında bu yazıyı çevirdi ya, kendince sansasyon yaratmak için, işte yukarıda bahsettiğim yalanlarla dolu yazıyı da yayınladı. Zaten 307. sayıdaki çeviri (!) yazıda lezbiyenlerin gaylerden daha az görünür oldukları, son yıllarda da bu durumun yavaş yavaş kırılmaya başlandığı yazarken, aynı deginin 308. sayısında lezbiyenlerin devrim yapmaya başladığı yazıyor, ham de Türkiye’de.ABD’de başlayan bir devrim (!) bir haftada Türkiye’ye girdi ve hayatı değiştirdi heralde! Benim anlamadığım, ben niye farkında değilim bu devrimin! Hem, gerçekten de ortalıkta bir devrim olsaydı, Aktüel sadece
KAOS GL 34/3
sansasyon peşinde koştuğu için ilgilenirdi, zaten olmayan bir devrimi bile varmış gibi gösterdiğine yazdıklarına bakılırsa... Ee, Aktüel’in yazısı bununla da bitmiyor. Benim KAOS GL’nin 32. sayısında yazdığım “Başlığı Sen Seç!” başlıklı yazıdan yola çıkıp (yazıda lezbiyen olduğunu düşündüğüm bir şarkıcıya seslenmiştim), o şarkıcıyı lezbiyenliğini açıklamaya çağırdığımı yazmışlar. Bununla da kalmayıp, bir şarkıcının fotoğrafını basmışlar, güya benim seslendiğim şarkıcı. Yazıyı okuyanlar hatırlayacaklardır, ben kimseyi lezbiyenliğini açıklamaya çağırmıyorum, sadece “açıklasa, ne olur, bizim hayatımızda ne değişir” diye soruyorum. ve pek de, böyle bir açıklamanın sonucunda lezbiyenlerin yaşamlarının pat diye kolaylaşacağını düşünmüyorum. Ama biz küçük Amerika’yız ya, Amerika’da Navratilova’lar, Lang’lar, Foster’lar, DeGeneres’ler var ya, Türkiye’de de ........ var. Yani hem Amerika’da, hem Türkiye’de lezbiyen devrimi var Aktüel’e göre. Aktüel’den iki haberci, “Başlığı Sen Seç!”le ilgili olarak telefonda benimle görüşmek istediler. Ben de, elbette istemedim. “Ama olsun canım, sohbet ederiz!” Ee, madem öyle, edelim. Ettik de! O şarkıcıya KAOS GL’den yaptığım çağrıyı (!) Aktüel’de yinelememi istediler. İyi de, siz o yazının uydurma olmadığını nereden biliyorsunuz? Ohhooh, onlara bakılırsa şarkıcının kim olduğunu biliyorlardı, nitekim dergilerine fotoğrafını koymuşlar. İsmini yazmama inceliklerinden dolayı onlara teşekkür etmem gerekir heralde! Gözlerine de siyah bant taksalardı, bari!... Onlara, Aktüel’de yer almak istemediğimi söyledim. Gay ve lezbiyenler büyük medyaya çıkmamak gibi bir tutum sergileyince korkaklıkla suçlanırlar (nedense kimsenin aklına onların korkmalarına neden olan koşulları suçlamak gelmez), evet benim de lezbiyen olduğumu gizlediğim yerler var, ve bu da benim için önemli bir konu. Ama korkmama gerek olmasa bile Aktüel’e, hele de böylesi bir magazin çerçevede çıkmam hiç olası değil, bunu anlatmaya çalıştım. Korkak oldum, tamam bunu anlarım, kendilerince beni “yaparsın, yapamazsın” döngüsüne sokmaya çalıştılar. Ama korkaklığım yetmedi, Aktüel’e çıkmadığım için beni (ve akabinde KAOS GL’yi) apolitik ve asosyal
KAOS GL 34/4
olmakla suçladılar. Ben de hani kendimi kaptırıp Aktüel ve benzerlerine olan eleştirilerimi sundum onlara, ama sonra baktım ki ben saflık yapıyorum benimle oyun oynuyorlar, bunu aktardım “sizi çakal gazeteciler...”, bu durumda da paranoyak oldum. İyi de madem lezbiyen devrimi sizi bu kadar ilgilendiriyor ve güncel birşeyler arıyorsunuz yazmak için, hadi bıraktım üç yıldır yayın hayatında olan KAOS GL’nin yazı envanterini, benim güncel başka bir yazım vardı, “Luna” reklamıyla ilgili, dedim, neden bu şarkıcı yazısına taktınız ki. Nası yani, dediler. Anlattım, anlatmasa mıydım diye düşündüm, dergiyi okuyunca. Çünkü benim zehir zemberek “Luna” reklamı eleştirim, olmuş lezbiyenlerin bugünlerde gözdesi olan reklamı anlatan yazı. Neyse... görüştüğümüz akşama dönelim. Siz hani kimsenin izni olmadan kimliğini açıklamazdınız, dedim. Üstelik de bu yalanı Arslan Yüzgün’ün kimliğini açıklamayan sevgilisinin gözü bantlı bir fotoğrafının altına yazmışlardı. Birinin gözünü bantlamak kimliğini açıklamamak mı oluyor, dedim. Pişkin pişkin güldüler, ama o Refah’lı. Teşekkür ederim, çok mersi. Peki madem bu kadar ünlü lezbiyen ve gaylerin peşinde koşuyorsunuz, siz hepsini zaten benden iyi tanır ve de bilirsiniz. Yine güldüler, konu Homokrasi başlıklı yazılarına geldi. O yazıda neden isim yoktu? Çünkü, konuştukları kişiler isimlerinin yayınlanmasını istememişler. Yine teşekkür ederim. Bu durumda, görünen o ki, sırtı sağlam eşcinsellere yine birşey olmuyor. Refah’lı olursan, pek de öyle parlamamış bir şarkıcıysan, ya da kendini aktivist zanneden kıçıkırık bir lezbiyensen, vay haline. Nitekim de öyle oldu. Benimle röportaj yapıp resmimi alamadılar ama, sağolsunlar, ismimi açıklamışlar, hatta bu da onlara yetmemiş “Yeşim kendi adını kullanıyor” diye de eklemişler. Heralde benim korkaklığımla mücadele etmeye karar verdiler!... Bunu bana da sorabilirlerdi!... Sonuç olarak Aktüel kendine yakışanı yaptı, yalan yanlış sansasyon bir haber yazdı, lezbiyenleri kullandı. Diyecek daha laf var mı? Bilmiyorum. Bu arada Güneş K. Göker’le yine aynı yazı çerçevesinde yaptıkları söyleşide söylenenlere dair hiçbir şey yazmayıp bu hakkımı sonraya bırakıyorum.
Yeşim T. Başaran
SENDİKALILAŞTIRABİLDİKLERİMİZDEN MİSİNİZ? Nedim B. / Londra “Kürsad Kahramanoglu, Ingiltere’nin en önemli sendikalarından bir tanesi olan UNISON’un gay ve lezbiyenleri de kapsayan esit haklar bölümü’nde danısman olarak çalısıyor. Benim de üyesi oldugum bu sendikanın yaklasık 1.5 milyon üyesi var. Bir çok “out” gay ve lezbiyenin parlementoya seçildigi ve isçi partisinin seçimleri kazandıgı günün ertesinde görüstük.” KAOS GL- Kürşad, bize bu sendikal faaliyetlere nasıl girdiğini ve sendikanızın gay ve lezbiyenlere yönelik faaliyetlerini anlatır mısın? Kürşad Kahramanoğlu- İngiltere’nin en büyük sendikası olan UNISON’da çalışmaktayım ve görevim de eşit haklar konusunda sendikaya danışmanlık yapmak. Sendikanın içinde dört tane “self-organized” yani kendi başına organize olmuş otonom grup var. Bunlar sırasıyla kadınlar, siyahlar, özürlüler ve son olarak da gay ve lezbiyenlere yönelik çalışmalar yapıyorlar. Şu andaki işimi yaklaşık beş yıldır yapıyorum. Ben bu işi yapmaya başlamadan önce, benim sendikal diye nitelendirebileceğim ilk hareketim öğrenci birliğiyle Lezbiyen, gay veyahut da olmuştur. Öğrenci Birliği de burada sendika değilse de onun kadın haklarından gibi örgütlenir ve adı da zaten union’dur. Manchester bahsettiğin zaman “bunun Üniversşte’sinde öğretim üyeliği yaparken, oradaki sendikayla ne alakası var”, belediyeye de danışmanlık yaptım. Bu da bana o belediyenin diyorlardı. Bu bir politik bağlı olduğu sendikaya girme şansı yarattı ve orada sendikanın aktif, hatta militan bir üyesi olarak alışmaya eğitim sürecidir. Sendikaları başladım. Yaklaşık altı sene sonunda, o zaman bu süreçten geçirmek lazım. Manchester’da NALGO dediğimiz sendikanın şube Ondan sonra yavaş yavaş sekreterliğine seçildim. Ondan sonra da sendikanın genel tartışmaya başlıyorsun. İyi merkezine danışmanlık yapmaya başladım ve Londra’ya hoş da, bir lezbiyen işyerinde taşındım. İngiltere’ye gelmeden önce Antalya’da DİSK’e sadece lezbiyen olduğu için bağlı Oley-İş’in kurucu üyelerinden biriydim. Tabi onlar ayrı hikaye. terfi ettirilmiyorsa, böyle bir
ayrımcılıkla yüzyüze kalan öğretmen, “bu bir haksızlıktır, benim öğrettiğim matematik ile gece kiminle yatağa gittiğim arasında ne gibi bir ilişkim var” dediğinde, sendikası onun hakkını arayamıyorsa ve de kanunen de bir koruma yok ise ne işe yarar bu sendika.
KAOS GL- Sen bir gay olarak neden böyle bir sendikal faaliyet içine girme gereksinimi duydun? KK- İçinde yaşadığımız toplumu ciddi olarak değiştirmek istyorsak, her toplumun belli başlı birkaç ana demokratik kuruluşu vardır. Sendikalar da bunlardan bir tanesi. Özellikle İngiltere gibi bir ülkede sendikal hareket çok önemli. Sadece örgütlediği işçiler olarak değil, toplumun genelinde etkinliği olan, toplumun şekillenmesine katkıda bulunan bir örgütlenme biçimidir. Sendikal hareketi ciddi
KAOS GL 34/5
olarak değiştirmek gerekiyordu. Çünkü yıllardır organize olmuş bu hareket aslında İngiltere’de çok tutucu hale gelmişti ve içine dönük bir kuruluş halindeydi. Demokratik ve herkesin eşit olduğu bir toplum haline geleceksek eğer, bu kadınların, özürlülerin veya lezbiyenlerin ve gaylerin de toplumda eşit şartlar içinde varolması gerekitiriyor. Sendikaları kazanmadan bu konuda böyle köklü bir değişiklik yapmak mümkün değil. KAOS GL- Gay ve lezbiyen bölümü nasıl kuruldu? KK- UNISON yeni bir sendikadır. Kurulalı dört yıl oluyor. Köklü bir geçmişi olan üç sendikanın birleşmesiyle kuruldu. UNISON’u oluşturan bu üç sendikanın her birinin yüzyıla yakın geçmişleri var. Bunlardan bir tanesi NALGO’nun lezbiyen ve gay hakları konusunda on beş yıldır, hatta onyedi yıldır süren uzun çalışmaları var. Üç beş tane içinde yaşadığı şartları beğenmeyen, bazı şeylerin değişmesi gerektiğine inanan lezbiyen ve gayin biraraya gelmesi, biraraya gelip bir takım taleplerde bulunmasıyla başladı.
Belki bugün insanlar İngiltere’de eşcinsel oldukları için işlerinden atılmıyorlarsa da örneğin bir gay işinde daha başarılı olmasına ve eğitiminin çok daha iyi olmasına rağmen terfi ettirilmiyor. İşyerinde taciz edildikleri için gelenler de oluyor. Ya da bazı eşcinsellerin hayatına müdahalede bulunuluyor. Heteroseksüeller ile aynı haklara sahip olmadıkları için onların yapabildikleri bir çok şeyi yapamıyorlar.
KAOS GL- Bu da bir grup lezbiyen ve gayin işyerinde “out” olması (açığa çıkması) ve sendikalarına belli bir talep ile yaklaşması anlamına geliyor. İnsanların “out” olmadıkları sürece böyle bir yapının yukarıdan aşağıya kurulması mümkün mü? KK- Hayır. Tepeden inme bir takım şeyler olursa bu o kadar güvenilir olmaz. Çünkü tepeden indirilen şey tepedeki tarafından geri alınabilir. Bu gibi hakların tabandan gelen örgütlenmeler ve istekler doğrultusunda yapılmasında tabii ki fayda var. İngiltere’de de böyle oldu. NALGO dediğimiz sendikada beş altı tane aktivist biraraya gelip “sendikanın lezbiyen ve gay üyelerine verdiği destek yeterli değil” dediler, daha doğrusu yoktu öyle bir destek. bu konuda sendikaların çalışmalar yapması gerektiğini dayattılar. Sendikanın üyeleri olmalarına, hem maddi hem manevi destek vermelerine rağmen ihtiyaç duydukları zaman sendikayı yanlarında bulamıyorlardı. Bu yüzden de sendikanın lezbiyenlerin ve gaylerin haklarına başka türlü bir örgütlenme içinde destek verebileceği inancından yola çıktık. Bunu nasıl yapacağız? Neye ihtiyacımız olduğunu sendikaya biz söyleyecektik. Önce bizim problemimizin ne olduğunu tarif edecektik. Lezbiyen ve gay olmanın işyerinde yarattığı sorunun ne olduğunun yanıtını vermemiz gerekiyordu. Bu sorun tarif edildikten sonra ne yapılması gerekir? Ondan sonra bu yapılması gerekenin yapılması için ne gibi imkanlara ihtiyacımız var. Başlangıçta en büyük problemimiz şu oldu. Önce sendika içinde politik mücadele verilip, lezbiyen ve gay haklarının, sendikal haklar olduğunun anlatılması gerekiyordu. İnsanlar şunu diyordu: “Kardeşim iyi hoş da, biz işçi sendikasıyız. Bizim amacımız işyerindeki işçi üyelerimizin hayat standartlarını, çalışma koşullarını düzeltmek, onları korumak, toplu sözleşme yaparak ücretlerini arttırmak, falan filan. Nokta.” Bu noktadan sonra sendikanın başka faaliyeti yoktu. Lezbiyen, gay veyahut da kadın haklarından bahsettiğin zaman “bunun sendikayla ne alakası var”, diyorlardı. Bu bir politik eğitim sürecidir. Sendikaları bu süreçten geçirmek lazım. Ondan sonra yavaş yavaş tartışmaya başlıyorsun. İyi hoş da, bir lezbiyen işyerinde sadece lezbiyen olduğu için terfi ettirilmiyorsa, böyle bir ayrımcılıkla yüzyüze kalan öğretmen, “bu bir haksızlıktır, benim öğrettiğim matematik ile gece kiminle yatağa gittiğim arasında ne gibi bir ilişkim var” dediğinde, sendikası onun hakkını arayamıyorsa ve de kanunen de bir koruma yok ise ne işe yarar bu sendika.
KAOS GL 34/6
Bu yüzden de ilk verilecek mücadele, eşcinsel hakların sendikal haklar olduğunu göstermek. Çünkü eşcinsellere yapılan baskıların insan hakları ihlali olduğunun tartışmasını kazanmak gerekiyordu. Onu kazandıktan sonra gerisi işin taktiksel yönü. KAOS GL- Lezbiyenler ve gayler hangi nedenler ile UNISON’a başvuruyorlar? KK- Belki bugün insanlar İngiltere’de eşcinsel oldukları için işlerinden atılmıyorlarsa da örneğin bir gay işinde daha başarılı olmasına ve eğitiminin çok daha iyi olmasına rağmen terfi ettirilmiyor. İşyerinde taciz edildikleri için gelenler de oluyor. Ya da bazı eşcinsellerin hayatına müdahalede bulunuluyor. Heteroseksüeller ile aynı haklara sahip olmadıkları için onların yapabildikleri bir çok şeyi yapamıyorlar. Örneğin evli bir çiftten bir tanesi hasta olduğu zaman diğerinin karısı ya da kocasına bakması herkes tarafından normal karşılanıyor. Aynı konuda lezbiyen bir çiftin aynı şeyi yapması mümkün olmuyor. Bir açıklama yapmaları gerekiyor. Bu açıklamayı yaptığın zaman “İyi ama siz evli değilsiniz. O senin sadece bir arkadaşın” deyip geçiştiriyorlar. Tabi bunun nedeni kanunen bir tanınma olmaması. Diğer bir örnek, gay bir çift otuz-otuzbeş sene birlikte yaşamalarına rağmen bir tanesi öldüğünde beraber yaşadıkları evden diğeri anında atılıyor. Halbuki heteroseksüellerin evli olmasalar bile beraber yaşamaktan doğan bir sürü hakları oluyor. Örneğin İngiltere’de “victimless crime” (kurbansız suç) dediğimiz bir suç türü var. Örneğin iki tane gayin gece saat üçte bir parkta sevişirken yakalanmasının parktaki kimse ile ilişkisi olmamasına rağmen bu durum suç teşkil ediyor. Ancak aynı durum heteroseksüel bir çift için geçerli değil. KAOS GL- Doğrudan işyeriyle alakası olmamasına rağmen UNISON böyle davalarla ilgileniyor mu? KK- UNISON’un bir sendika olarak bu konuda belli bir politik görüşü var. UNISON eşcinseller ile heteroseksüellerin eşit olduğu bir toplumda yaşamak istiyor. Eşcinseller yönelik her türlü ayrıma işyerini etkilesin etkilemesin karşıdır. KAOS GL- Sana bizim işyerinde yaşanan bir olaydan örnek vereyim. Birlikte çalıştığım lezbiyen bir kadın başka bir meslektaşım tarafından sözlü olarak bir çok kere taciz edildi ve işyeri bunun karşısında sessiz kaldı. UNISON böyle bir olay ile nasıl ilgilenebilir? KK- Taciz UNISON’un çok önem verdiği bir konu. Çünkü tacizin çok değişik şekilleri var. Özellikle kadın çalışanları çok sık karşılaştıkları ve hayatlarını zorlaştıran konulardan bir tanesi. Bir çok yerde tacizin tanımı çok kısıtlıdır ve genellikle bir kadının bir erkek tarafından tacizi düşünülür. Biliyorsun İngiltere’deki kanunlar da değişti. Artık erkeklerin de tacize uğrayabilecekleri kabul ediliyor. Bizim sendikanın bu konudaki tavrı çok açıktır. Ancak karşılaştığımız sorun tacizi ispatlamanın zorluğudur. Özellikle şahit yoksa birinin sözüne karşı diğerinin sözü sözkonusudur. Ama tacizin ispatlanması için bir üyemize gereken desteği veriyoruz. Bunun değişik yolları var. Örneğin bütün şubelerimizde bir işkolu temsilcimiz var. Bu kişiler, hemen o işyerinin yönetimine giderek konunun çözüme kavuşturulmasını isterler. UNISON’un kurallarına göre taciz eden kişinin üyelikten atılmasına kadar gidebilecek olan bir sürü nokta var. Peki sizin işyerinizde sorun nasıl sonuçlandı? KAOS GL- Sendika temsilcisi araya girdi. Tacizi yapan çocuk herkesten yazılı ve sözlü olarak özür diledi. Yönetim anında hareket etmediği için suçlu bulundu. Kürsad, İngiltere’de sendikal hareket lezbiyen ve gay hakları konusunda belli hakları elde etmiş bulunuyor. Halen de bir sürü hakkın elde edilmesi için mücadele sürüyor. Biraz Türkiye ortamına bakarsak lezbiyenler ve gayler nasıl bir sendikal çalışma yapabilirler? İnsanlar “out” olmadan sendikalarla nasıl çalışabilirler?
KAOS GL 34/7
KK- Öncelikle şunu belirteyim, yıllardır bu konuda hassas olmaya çalıştım. Hariçten gazel okumak istemiyorum. Yirmi senedir Tükiye’de oturmuyorum. Hoş sıksık gelip gidiyorum, olan biteni takip etmeye çalışıyorum ama Türkiye’deki lezbiyen ve gaylerin mücadelelerini nasıl yürütmeleri gerektiğini söylemek bana düşmez. Ancak kendi tecrübelerimden bahsedebilirim. Öncelikle “out” olmak çok önemli. Eşcinsel hareketin hiç değişmeyen, 20-30 yıl önce de varolan çok önemli bir düsturu vardır. Bir insanin bireysel olarak eşcinsel harekete yapabileceği en büyük katkı kendini “out” etmektir. Kendini “out” ettiğin zaman birden bire hiçbirşey yapmadan muazzam bir mesafe katetmiş oluyorsun. Bunun nedeni, her insanın belli bir cevresi var. Birden bire insanlar kendi oğullarının, kardeşlerinin, babalarının ya da abi ve ablalarının lezbiyen veya gay olduğunu öğrendikleri zaman dünyadaki lezbiyen ve gaylere bakışı değişiyor. Lezbiyen ve gay olmaktan çıkıp Öncelikle “out” olmak çok önemli. yakınımızdaki insanlar oluyorlar.
Eşcinsel hareketin hiç değişmeyen, 2030 yıl önce de varolan çok önemli bir düsturu vardır. Bir insanin bireysel olarak eşcinsel harekete yapabileceği en büyük katkı kendini “out” etmektir. Kendini “out” ettiğin zaman birden bire hiçbirşey yapmadan muazzam bir mesafe katetmiş oluyorsun. Bunun nedeni, her insanın belli bir cevresi var. Birden bire insanlar kendi oğullarının, kardeşlerinin, babalarının ya da abi ve ablalarının lezbiyen veya gay olduğunu öğrendikleri zaman dünyadaki lezbiyen ve gaylere bakışı değişiyor. Lezbiyen ve gay olmaktan çıkıp yakınımızdaki insanlar oluyorlar.
Aynı şeyi işyeri için de geçerli. Sen 5 ay ya da 5 yıldır birlikte çalıştığın insanın eşcinsel olduğunu öğrendiği zaman o insanı tamamen silip atamıyorsun çünkü insan hakkında belli bir fikre zaten sahipsin. İkinci önemli nokta ve sanırım Türkiye için de bu geçerli, örgütlenmenin gerekliliğidir. Örgütlenmek aynı zamanda politize olmak ile ilgilidir. İnsanların örgütlü olmaya ihtiyaç duymaları ve bunun sonunda bundan bir şey kazanabileceklerine inanmaları gerekir. Yeterince “out” olmadan, örgütlenmeden sendikalarla bir şey yapılmaz. Sendikalar böyle bir şeyi niçin ciddiye alsınlar. Kaldı ki sendikal hareketin kendi örgütlenme problemleri var. Ben bunu çok yakından biliyorum.
Bizim Türkiye’de ortak çalışmalar yaptığımız kendi kardeş sendikalarımız var. Sendikaların kafalarında hangi konuların önemli olduğu konusunda bir hiyerarşi var. Bu hiyerarşinin başında var olmak gerekiyor. Bazı sendikaların adı var cismi var para toplayamıyor ya da üyelerini bir araya getirip politik çalışma veya toplu sözleşme yapamıyor. Sen gidip eşcinsel hakları konusunda çalışma yapalım dediğin zaman, “ Bizim kaç eşcinsel işçimiz olabilir ki” ya da büyük bir ihtimalle “Siktir” diyorlardır. Onlara hatırlatmak gerekir ki yıllardır lezbiyen ve gay işçiler cinselliklerini yaşayamadan sendikacılık yapıyorlar. Türkiye’de sendikalarda çok ilginç tepkilerle karşılaştım. Ben eşcinsellerin haklarından, sendikaların bu konularda çalışmalar yapabileceğinden bahsettiğim zaman Alice Harikalar Diyarı’ndan bir pasaj anlatıyormuşum gibi dinlediler. Tabii ben de misafir olduğum için bir şey diyemediler. Başlarını falan salladılar. İçeri ilk girdiğimde yanaklarımdan öpmüşlerdi, çıkarken sadece elimi sıktılar. (Karşılıklı kahkaha) Sendikalara ve politik partilere girilmesi gerekiyor. Eşcinsellik öyle bir şey ki, sınıf, yaş, kültür farkı gözetmeksizin herkesi kapsıyor. Lezbiyenlerin ve gaylerin sendikal faaliyetlere katılmasına iyi bir örnek teşkil edecek bir olay anlatayım.
KAOS GL 34/8
Biliyorsun yaklaşık on sene önce, İngiltere’de çok önemli bir maden işçileri grevi yaşandı. O dönem radikal lezbiyenlerin ve gaylerin, maden işçilerine destek olabilmek için kurdukları bir çok organizasyon vardı. Ben bu örgütlerin en önemlilerinden bir tanesinin hem kurucularından hem de aktif elemanlarındandım. Bu sürecte çok önemli şeyler öğrendik. Öncelikle şunu hatırlatayım. İngiltere’deki kömür madeni işçileri sendikasının çok özel bir yeri vardır. Bir kere tamamen bir erkek sendikasıdır ve son derece maço, yıllardır iyice kemikleşmiş, kendine göre gelenekleri olan bir kuruluştu. Ne kadar radikal solcu ise de kendi içinde çok tutucuydu. Bunlar hükümetle öyle bir mücadele içine girdiler ki , tutucu hükümet de bunlara o kadar saldırdı ki her kesimden insanın yardımına ihtiyaçları vardı ve yanlarında hiç beklemedikleri, o güne kadar ibne deyip aşağıladıkları insanları buluverdiler. Örneğin yıllardır işçi partisi programına eşcinsel haklarını sokmaya çalışıyorduk ama bunu başaramıyorduk. Bunun nedeni de, getirilen önergenin işçi partisinin kongresindeki oyların 2/3 ünü almasının gerekmesiydi. Sendikaların da büyük bir oy potansiyeli var ve birçok sendika özellikle de bu maço maden işçilerinin başını çektiği sendikaların karşı blok oyları yüzünden eşcinsel hakları işçi partisinin programına giremiyordu. Ama maden işçileri grevi sırasındaki çalışmalar esnasında kimin nerede durduğu belli oldu ve grev sonrası ilk parti kongresinde bu sendika oyunu değiştirdi. Maden işçileri fikirlerini değiştirince diğer sendikalar da onu takip etti ve eşcinsel hakları işçi partisinin programına girdi. O dönemde en ilginç olaylardan biri 90 yaşında emekli bir maden işçisinin “out” olmasıdır. Bunu o dönem gazeteler yazdı. KAOS GL-Kürşatcığım, son olarak söylemek istediğin bir şey var mı ? KK- Bunu muhakkak yaz. Türkiye’deki arkadaşları merak ve zevk ile takip ediyorum ve inşallah Ankara’ya gittiğimde onlarla tanışmak istiyorum. 20 yıldır İngiltere’de ve uluslararası platformlarda lezbiyen ve gay hakları konusunda tek ses veren Türk olmaktan sıkıldım. Beni bu yanlızlıktan kurtarmalarını bekliyorum.
K A O S
G L
E T K İ N L İ K L E R İ
20 Mayıs’ta, İTÜ Ayasağa Kampüsü Geleneksel Şenliğinde ve Hacettepe Üniversitesi Beytepe Kampüsü Topluluklar Şenliği’nde birer söyleşimiz oldu. Grubumuzdan bir arkadaş bu söyleşilere konuşmacı olarak katıldı.
KAOS GL 34/9
BU GÜZEL
DANTELLER ADAMA MI?...
Artık anneler gününü istemiyorum, artık yaşamak da istemiyorum. Görüyor musun şu dantelleri, bak şu işlemelere, desenlere, renklere. Binbir emekle yaptım ben bunları. Bunları işlerken ne hayaller kurdum, nasıl özene bezene işledim... Niye? Gelinim evine örtsün diye... Gelinim... “Anne ben evlenmek istemiyorum” derdi kaç yıldır, gülerdim. Bir tanıdığın oğlu da böyle söylerdi de daha askere gitmeden evlenmişti. Oğlum, benim kara kaşlı kara gözlü güzel oğlum, seni doğuracağıma ben ne doğursaydım, ne doğursaydım da kadınsa kadın gibi kadın, erkekse... Herşeyi olduğu gibi kabullenip hayatı kendime de oğluma da zehir etmemek için çok uğraştım. O halinden memnun, inanamıyorum ama gerçekten halinden memnun. Eskiden çok içine kapanıktı, az konuşurdu... Onunla hep ilgilendim, ne istediyse aldım, herşey ama herşey onun içindi. Biz bu yaşamı kurmak için nasıl çalıştık, nasıl bir iş sahibi, bir yuva sahibi olduk biliyor musun? Sahip olduklarımızı korumak için az mı mücadele verdik... Sonra o doğdu. Nasıl unuturum, Ekim ayı için sıcak denilebilecek bir gündü. Ali’m saçlı doğdu biliyor musun. Kocam yani eşim daha doğumdan önce diyordu, “Erkek adamın erkek evladı olur” diye. Hayır, kocam öyle gerici falan değildi, hatta çevresine göre çok moderndi. O dünyanın en iyi erkeğiydi... Özür dilerim... tamam, şimdi geçer, ne yapayım elimde değil. Aslında böyle başkalarının yanında sulugözlülük yapmam ama, ama onu hatırlayınca... Bazen diyorum ki iyi ki öldü. İyi ki öldü de aslan oğlunun ib... Özür dilerim... şimdi geçer. Hep böyle oluyor. bir senedir hep ağlıyorum. Hele “anne ben bu gece bir arkadaşımda kalacağım” dediği geceler, gittikten sonra sinir krizleri geçiriyorum. Bu nasıl bir acıdır ki düşünebiliyor musunuz, bir kadın eşi için, çok sevdiği kocası için iyi ki öldü diyebiliyor. Geçen sene yine anneler günüydü, bugün ki gibi, sabah hediyemi verdi, öptü beni. Sarıldım, öptüm, sonra gitti. O güne kadar hep nereye gittiğini merak ederdim. O gün herşeyi öğrendim. Hiç yapmazdım ama neden bilmiyorum, o gün odasını toplamak istedim. Fazla dağınık değildi. Her zaman birşeyler yazdığı defteri yatağının üstündeydi. Defterinin arasında bir karanfil vardı. Karanfilin olduğu sayfayı açtım.............. O da gitti güzel adam. Gözleri yabancı bir dille konuşmaya başlayınca anlamıştım olmayacağını. Geldiği gibi gitti. Ben niye gidemiyorum ki hep gitmek, gitmek, gitmek istediğim halde. Ben “geldiğim yerden gitmeyi ve çayını sıcak içmeyi” babamdan değil şiirlerden öğrendim. Artık, evine gidişim de farklı, beni karşılaması da farklı, geriye kalan ne varsa hep aynı; kedisi, bilgisayarı, vesaire, vesaire. Ama mevsim değişmiş, mevsimin değiştiğini yeni farkediyorum. Heyecanla, hep özlediğim kokusunu duymak için geldiğim günlerde, kaldırımları buz tutmuş olurdu. Şimdi dolmuşların pencereleri açık, camlar sıcak. Korkuyorum güzel adam, ben de bir gün bağrıma basacak taş bulamam, adını bile bilmediğim erkekleri taş gibi bağrıma basarım diye korkuyorum. Gözleri yabancı bir dille konuşmaya başlayınca anlamıştım olmayacağını, tam da, her geçen gün daha özel olmaya başladığı zamandı benim için. Anlamasın istedim. Ona onu sevdiğimi, onun dilinde
KAOS GL 34/10
söyleyemedim; “seni seviyorum” demedim. Daha ayrılmadan ardından yazacağım öyküyü biliyordum. “Ene bi habbike” diye başlıyordu öykü. Bunun anlamını bildiğin gibi, nasıl başlayıp nasıl bittiği önceden belli öyküleri hiç yazmadığımı da bilirsin, seninle hep aynı sinemalara gidiyoruz güzel adam, aşk filmleri seyretmeye. Herşeyi olduğu gibi bıraktım. Sakindim önce. Odasından çıktım. Gittim sigara aldım. Biliyor musun sigarayı bırakalı yıllar olmuştu ve aslında o an, gidip sigara almam, içmem, canım sigara çektiğinden değildi. Sonra yavaş yavaş, sessiz sessiz ağlamaya başladım. Sanki kafamdaki bir çok soru cevabını bulmuştu. Sanki bugüne kadar görmezden geldiğim, kendimden bile gizlediğim bir anlaşmayla onaylanmış bir sürü olay, yeniden gözümün önüne geldi. O çok sevdiği erkek arkadaşlarına, sadece isimlerini biliyordum, kaç geceler eve gelmemesine, çocukluğundan beri kitaplarının arasında kuruttuğu çiçeklerine, herşeye ama herşeye lanetler okudum. Sonra kendime........ Kabuslar görüyorum, bağırarak uyanıyorum. İçtiğim su boğazımdaki yanmayı geçirmiyor. Kabuslar hep aynı...... Benim kara kaşlı kara gözlü oğlum uzanmış yatıyor, çırılçıpak, yanında başka birisi, o da çırılçıplak, o da erkek....... Lütfen...... kusura bakmayın..... Tamam, artık ağlamayacağım. Dedim ya, gidip su içiyorum, boğazım yanıyor çünkü, ama fayda etmiyor. Kusmak istiyorum, kusamıyorum. Mideme, başıma, her yerime ağrılar giriyor.... Akdeniz’deyim, gece, ay onbeşlemiş, yanımda sevgilim var. Akdenizi seyrediyoruz, parmaklarındaki yaraları öpüyorum. O gece, sana artık yazmamalıyım diye düşündüm güzel adam. Sana mektup yazmama düşüncesi beni üzmedi biliyor musun. Yazdıklarımı kızkardeşime de okuttum. Şaşırdın mı ? Yaşadığım son süreci iyi anlatıbilmişsem, tahmin etmişsindir: politik bir tavır olarak artık coming out yapmıyorum. Genellikle Kaos’dan bahsediyorum. Yada işte herhangi bir şeyden, yani gay olduğumu öğrenen “ben gayim” dememle öğrenmiyor. Kardeşim de böyle öğrenmedi. Yine uzun bir ayrılık sonrasıydı, birbirimize yaptıklarımızı anlatıyorduk. Dilfuruz’u sordu (çok önceden, şaşkınlık ve telaşla bir anda ağzımdan çıkmış bir isimdi), “ayrıldık” dedim, “olmadı, yürütemedik. Şimdi başka birisi var, yeni tanıştık, birbirimizi ilk gördüğümüzde, gözlerimiz uzun süre birbirinden ayrılmadı.” Adını sordu. Bu sefer hiç düşünmedim, telaşla bir kız ismi aramadım. Sevgilimin adını söyledim. Beraberce yolculuk yapamadık. Yanımda oturan, hiç tanımadığım adamın elini tutmaktan korktum, yol boyunca uyumadım. Yolun sonunda yedi denizin dışarı attığı yaramaz bir çocuk gibi, yola da, geceye de, dolunaya da, Akdeniz’e de küstüm.. Niye böyle çocuklaştım ki. Hiç kimseden, verebileceğinden fazlasını istememeyi, sevmenin öğrenildiğini sen söylemedin mi bana. Sürüne sürüne gelip ayaklarımın ucuna çöreklenen bir
KAOS GL 34/11
ayrılığı ben nasıl haketmiyorsam, sen de habersiz, selamsız bırakılmayı haketmiyorsun. Bilirim mektup bekliyorsun benden, bilirsin defter açılır ve hep acı düşer orta yerine sayfanın. Günler sonra, biraz sakinleşince nerede hata yaptığımı aramaya başladım. Psikologlara gittim. Dergiler, kitaplar okudum. Nerde eşcinsellikle ilgili bir yazı bulsam, kestim sakladım. Söylememe gerek var mı, ağladığımı nasıl gizlediysem bunları da öyle gizledim.... Ama, sanki artık bildiğimden haberi var. Evde kalmayacağını söylerken telaşlanmıyor artık. Defterine birşeyler yazacağı zaman köşe bucak saklanmıyor. Yorgunum... Ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilmiyorum. Nasıl desem, sanki ikinci kez yasa girdim. En dirayetli olduğum zamanlarda oturup konuşmak geliyor içimden, boğazım düğümleniyor. Gözümün önüne gelinime işlediğim danteller geliyor... Artık mendil yerine dantel kullanıyorum. Bütün dantellerim ıslandı... Bunları sana neden anlattığımı bilmiyorum. Bundan sonra ne olacak bilmiyorum. Hangi ağıt söyler benim acımı...Bu danteller güzel adama mı?................ Mayıs da geçti güzel adam, kızıllığı kaldı geride. Seni ne kadar ihmal ettiğimi düşünüyorum, sense düşlerimde hiç yalnız bırakmadın beni. Yine Akdeniz’deyim. Bu sefer gündüz, güneş o kadar parlak ki yüzünü seçemiyorum, gölgeme denk gölgenden tanıyorum seni. Kuma adımı yazıyorum, “Ali çoktur ama, Şah-ı Merdan Ali gibisi bulunmaz” diyorsun. Doğrudur. Adımın başına bir “S” sonuna da bir “m” koyuyorum. Dalgalar geliyor, yazdığımı silemiyor. Yine güzel bir düşle geldin ve beni gerçeklerle bırakıp gittin. Belki de sırf bu yüzden, daha önce, sana yazmamayı düşündüğüm için kızıyorum kendime. Adana’da, adını bile bilmediğim birisi açıp okuyormuş, sana bugüne kadar yazdığım mektupları. Bir tanığım var diye mutlu oldum. Neyin tanığı diye sorma. Aşk tanık istermi güzel adam. Canım anneme not : Biliyorum, defter açıldı ve acı düştü orta yerine sayfanın. Artık sen de biliyorsun, o danteller güzel adama, sevmeyi de öğrensene.
Ali Ferhat ABONELİK İÇİN YURT İÇİ 1 YILLIK ABONE BEDELİ 2.700.000.- TL, 6 AYLIK 1.350.000.-TL YURT DIŞI 1 YILLIK ABONE BEDELİ 75 DM YA DA 50 $ (POSTA DAHİL) T. İŞ BANKASI MEŞRUTİYET ŞUBESİ (ANKARA) ALİ ÖZBAŞ 4213 0544328 NO’LU HESABA YATIRILMALIDIR. PLEASE, TRANSFER 75 DM OR 50 $ AS 1 YEAR SUBSCRIPTION PERIOD TO THE FOLLOWING BANK ACCOUNT: T. İŞ BANKASI MEŞRUTİYET ŞUBESİ (ANKARA) ALİ ÖZBAŞ NO: 4213 0544328 DEKONT YA DA FOTOKOPİSİNİ MUTLAKA ALİ ÖZBAŞ P.K. 53 CEBECİ/ANKARA ADRESİNE POSTALAYINIZ. TEK SAYILIK İSTEKLERDE 200.000.-TL’LİK POSTA PULU GÖNDERİNİZ.
KAOS GL 34/12
K i m l i k t e n S o n r a URVASHI VAID
"İnternette gezinirken gözümüze 'gay ve lezbiyen kimliği' üzerine hoş bir yazı ilişti. 'Nasıl bir hareket' sorusuna verilen yanıtları zenginleştireceğini düşünerek sizlerle paylaşalım dedik."
1950’lerden beri gay ve lezbiyen hareketi üç temel kültürel başarı kazandı. Birincisi, (1973’te Amerikan Psikiyatri Derneğinin eşcinselliği ruhsal hastalıklar listesinden silmesiyle) psikiyatrinin bizim doğal, normal ve sağlıklı insanlar olduğumuzu kabul etmiş olması. İkincisi, bizim varlığımızı inkar eden heteroseksüel kültürün biz kabuklarımızı kırıp görünür oldukça baskıcı etkisini yitirmesi. Üçüncüsü de, politik bir güç olma yolunda atılan adımlar. Bu başarılar, aslında, kazanımlarımızın sınırlarını gizlemekte. Cinsel tercihlere yönelik ayrımcılık bir çok ülkede hala yasal. Gay-karşıtı şiddet artmakta. Dinci sağ örgütlü, militanca gay-karşıtı ve gittikçe kuvvetlenmekte. Ayrımcılığa son verme, kültürel önyargıları aşma ve temsil ettiğimiz farklılığı tanımlama belki de henüz yeni başlayan bir süreçte gerçekleşebilecek şeyler. Hiçbir hareket birbirlerine ve topluma görünmeyen insanlarca oluşturulamaz. Başarılarımızın hepsi, bugün kabuğunu kırarak ve açığa çıkarak yaşayanların, tarihin herhangi bir dönemindekinden çok daha fazla olmasından kaynaklanıyor. İçine hapsolduğumuz dolaplar, biz dışarı çıkıp onları terkedene dek kaybolmayacaklar. Gay olan herkes hayatlarının bir döneminde susarak ve gizlenerek yaşıyor. Gaylerin belki de kendinden hoşnut olmayarak geçirdiği bu dönem, günümüzde açığa çıkan genç gayler için 1950’lerde açığa çıkanlardan çok farklı artık. Gay toplulukları (cemaatleri) yaratmanın ironik yanı, bunların da yeni duvarlar ve kapalı kutular yaratmış olması: Gay ve lezbiyen yaşam tarzının duvarları. Gayler, günümüzde dayanışma ruhu taşıyan gay ve lezbiyen topluluklarına ve bu toplulukların düzenlediği sosyal ve kültürel etkinliklere katılabilme, gayler için hizmet veren ya da üretim yapan ticari kuruluşlardan alışveriş yapabilme, gay tatil yerlerinde tatillerini geçirebilme şansına sahipler; fakat hala hayatlarıyla ilgili önemli bir gerçeği ailelerinden, iş verenlerden, arkadaşlarından ve siyasi iktidarlardan gizli bir şekilde yaşamaya mecbur bırakılıyorlar. Bu yaşam tarzı dolabı (closet), en yaygın gay kurumlarının “barlar” olmasının da nedeni. Washington’da bu hafta düzenlenecek yürüyüşe bir milyon gay ve lezbiyenin katılması bekleniyor; fakat en önemli gay hakları derneklerinin üye sayısı 100,000’i bile bulmuyor. Bu, değişimin önündeki en büyük engel. Biz, dinci sağ ya da siyah sivil hakları hareketi gibi, politik bir hareketi yaygın bir kurumsallığı olan kiliselerden başlatmıyoruz. Feministler gibi yerel veya merkezi siyasi iktidarlardan destek de görmüyoruz. İşçiler gibi sendikalarımız da yok. Buna karşın, bazı azımsanmayacak örgütsel başarılar elde ettik. Şimdi birçok alanda profesyonel derneklerimiz var. Fakat bu zenginliği örgütleyip, politik güç elde edebilmede kullanacağımız bütünlüğü olan bir yapıya dönüştürmemiz gerekiyor. Önümüzdeki en büyük engel, kim olduğumuz hakkında, gay olmanın ne anlama geldiği hakkında, elde etmek için uğraştığımız tam eşitliği elde ettiğimizde toplumun nasıl bir toplum olacağı hakkında, görüşlerimizi topluma iletebilmek. Hayatlarımıza dair önyargıları, yanlış ve eksik bilgileri kendimizi bizzat kendimiz ifade ederek aşabiliriz. Gay hareketinin arzuladığı dünya, ırkçılık karşıtı hareketlerin ve feminist hareketin düşlediği dünyaya çok benzemektedir. Gay insanlar için eşitlik düşüncesini tüm insanlar (azınlıklar, kadınlar, tüm ırklar…) için eşitlik düşüncesiyle ilişkilendirerek, yalnızca kimlik üstüne kurulmuş politikaların ötesine geçmek durumundayız. Bu çizgilerle anlamlı bir ortaklığa gidilmediği sürece, 90’lardaki gay ve lezbiyen hareketi kof ve olgunlaşmamış olarak kalacak gibi görünüyor.
Kaynak: New Republic, 5/10/1993, sayı 19, p28.
derleyerek çeviren: devrim
KAOS GL 34/13
R MUYUZ
RTIYO
ABA
Lambda İstanbul toplantıların az sayıda da olsa heteroseksüel insanlar da geliyor. bazen bir araştırmacı yazar, bir gazeteci, bazen eşcinsellik üzerine seminer ve anketler hazırlayan üniversiteliler ve bazen de meraklarından dolayı gelen insanlar. Makyajlı, uçuk kıyafetler giyen insanların çılgın toplantısı olarak hayal ettikleri bu toplantıya geldikten sonra büyük bir şaşkınlık yaşıyorlar. Çünkü karşılarında gördükleri kısa saçlı, çoğu kirli sakallı, bazısı maço, biraz terbiyeli, biraz yumuşak ama hepsi kibar olan bu insanlar üniversite kantininde oturan bir grup öğrenciden farksız. O anda heteroseksüel konuğumuz “yahu erkek gibisiniz, sizin bizden bir farkınız yok ki” diyor. “Yok tabi” diyoruz. “Ama biz erkekden hoşlanıyoruz”. Evet hetero erkek ile- homo erkek arasındaki temel fark bu. Konuk hetero erkek itiraf ediyor. Toplantıya gelirken ne kadar korktuğunu, paniklediğini, erkek haliyle toplantıda nasıl da göze batacağını ve tüm gözlerin ona çevrileceğini düşündüğünü söylüyor. Ama düşündüğünün aksine “Erkeği hoş geldin, onu alma beni al, bak hayatım en iyi ben yalarım” ya da “Hamama giren terler, hadi aç da bize göster” diyerek gayler konuğun üzerine atlamıyor, hatta çoğu kez toplantıda konuğun varlığı bile farkedilmiyor. O da karşısında kendisinden farklı olmayan insanları görünce rahatlıyor, heyecan bitiyor, üç-beş dakikada toplantıya uyum sağlıyor. Bu örnekten hareketle, gaylerin toplum içinde daha rahat olmalarındaki ve travestilere nazaran toplumla daha az çatışma yaşamalarındaki sır galiba bu olsa gerek diyorum. Tabi ki bu nacizane bir tespit. Yoksa, toplumla uyum sağlamaları için gaylere efemine ve uçuk kaçık olmayın, travestilere de keşke gay olsaydınız demiyorum. Bu tespit bugünkü mevcut koşullar için geçerli olsa bile, elbette ideal olan, bireyin özgürlüğü, toplumun hoşgörülü olması ve insanların çok sesliliğe ve çok renkliliğe alışmasıdır. Onüçüncü gençlik festivali kapsamında, üniversitede ders veren bir eğitimci, söyleşinin konusu ile hiç ilgisi olmamasına rağmen, verdiği bir örnekde şöyle demişti. “Eşcinseller toplum tarafından zaten dışlanacaklarını düşünerek davranışlarını çok aşırı biçimde abartıyor ve otomatikman kendilerini toplum dışı bırakıyorlar.” Eğitimci bu davranışı, eşcinselin sosyal anlamda intaharı olarak tanımlıyor. Abartmak derken benim anladığım, estetik olmayan, abartılmış efemine davranış, abartılmış makyaj, cinselliğin abartılarak ön plana çıkarılması, prezervatif kullanmadan yapılan sağlıksız seri ilişkiler, duygusallığın abartılması, problemlerin abartılması ve inanılmaz bir karamsarlık. Amerika’da yapılan bir araştırma sonucunda şöyle söylenmiş : “New York’un kenar mahallesinde bir zenciye, prezervatif kullan demeden önce, ona mutlu bir yaşam vadetmeniz gerekir.” Bir kaç yıl önce Taksim’de gece kulüplerinde fahişelik yapan bazı travesti ve transeksüellere, Aksaray’daki birahanelerde çoğu kırsal kesimden gelmiş eğitimsiz ve bilgisiz çok abartılı eşcinsellere prezervatif dağıtıp, onlara cinsel hastalıklar hakkında bilgi vermeye çalışıyorduk. Çoğu şöyle diyordu : “Abla ne gerek var. Biz zaten düşmüşüz, ölmekten korkacak halimiz yok.” Bazıları ise, “Hayatım, bizi bu insanlar düşürdü. Prezervatif kullanmam. Herkesin canı cehenneme.” diyordu. Bunun yanısıra toplumda, kendisiyle barışık, kendisini ve yaşamayı seven, mutlu transeksüeller, travestiler ve eşcinseller de var.
KAOS GL 34/14
Yukarıda bahsedilenler tabi ki istisna örnekler. Bu insanların ortak yanı umutsuzlukları. Kendileri ile barışık olmamaları. Toplumla barışık olmamaları. Ama en acısı, bu insanların bilgisizlikleri ve bilinçsizlikleri. Yani gay kültüründen haberdar olmayan, belki de travesti ruhu taşımadığı halde, travesti yaşamı süren eşcinseller. Çevresinde uygun modeli bulamayan, yalnızlığından, suçluluk duygusunun dayanılmaz boyutlara ulaşmasından dolayı bir volkan gibi patlayan duygular. Çok abartılı efemineliği, ağır makyajıyla ailesine, topluma isyan eden, sonra her ikisini de kaybeden ve sonuçta kendisine de küsen mutsuz insanlar.
DEMET ÖDÜLÜNÜ ALDI Uluslararası Eşcinsel İnsan Hakları Komisyonu tarafından “Felipa de Souza” ödülü verilen Demet Demir, New York Sanat Akademisi’nde yapılan törende ödülünü aldı. Demet Demir, 1991 yılında Uluslararası Af Örgütü tarafından cinsel eğilimleri yüzünden takibata uğrayan ilk “fikir suçlusu” kabul edilmişti. (Bu arada Demet, transeksüel olduğu halde hala travesti olarak anılıyor) Radikal - 4 Haziran 1997 EŞCİNSEL EDEBİYAT Berlin’de Edebiyat Atölyesi Literatur Werkstatt’ın düzenlediği “Eşcinsel Teori/Eşcinsel Edebiyat” konulu sempozyuma Türkiye’den Murathan Mungan katılıyor. Mungan kitaplarından okumaların yer aldığı söyleşilerden sonra, basın yayın kuruluşlarının konuyla ilgili toplantılara katılacak. Radikal, 4 Haziran 1997 GÜNEY KIBRIS’TAN BİLDİK NAKARAT
Gayler cinsel kimliklerini 11-12 yaşlarında ilk masturbasyonlarındaki fantazileriyle keşfediyorlar. Ergenlik dönemine suçluluk duygusu içerisinde, kendisi ile boğuşarak geçiren bu gençler ailesinden, toplumdan, tanrısından korkmadan bir hoşgörü ortamında cinsel kimlikler ve cinsel davranışlar konusunda bilgilendirilse ve eşcinsel bu bilgi ve bilinç dahilinde kendi davranış modelini tayin edebilse o zaman, daha mutlu gayler, daha mutlu travesti ve transeksüel insanlarla karşılaşabilirdik.
Avrupa Konseyi’nden “eşcinselliği yasallaştırın” yolunda baskı gören Kıbrıs Rum Kesimi, kilisenin yakın markajında. Papazlar sokak gösterisi yaparken, tutucu milletvekilleri “Homoseksüelleri kurtaracağınıza, Kuzeydeki işgali durdurun” muhabbeti yapıyorlar. Radikal, 19 Mayıs 1997 VELİNİN KAYGISI İngiltere’nin Plymouth kentinde öğrencilere sınıfta “eşcinselbiseksüel rolü” oynatılmasına kızan anne, kızının cinsel eğitim derslerinden muaf tutulması için başvurdu. 7 çocuklu anne, çocukların eşcinselliği normal davranış gibi görmesine yol açılmasından kaygılanıyor. Radikal, 19 Mayıs 1997
COŞKUN KAOS GL 34/15
ODTÜ devrim
Eylül’den Haziran’a “Biliyor musun, ben her yerde bir şeylerin yandığını, bir şeylerin ters gittiğini ve bir şeylerin kokuştuğunu görüyorum yalnızca. Ve bu ister sağda olsun, ister solda, ister aşağıda, isterse yukarıda: Ben her yana saldırıp duruyorum işte.” Fassbinder
(ÖNSÖZ: Bu yazıyı yazan, yanlış anlaşılmayı, hatta derdini hiç ulaştıramamayı göze alarak; insanlara değil, ama insanların temsil ettiği değerlere saldırmanın gerekli olduğunu düşünerek yazdı bu yazıyı. Bir parça da ünlü yönetmen Fassbinder’in “her yana saldırdığını” söylediği ruhtan esinlenerek.) İnsanın, hiç inanmamakla körü körüne inanmanın ötesinde bir çizgiye ulaşması gerekiyor sanırım, tabi gerçekten “bir şeyleri” değiştirmek istiyorsa. Başlangıçta böyle bir duyguyu taşıyor muyduk, şu anda çok emin değilim, ama hiç şüphesiz değiştirmek istediğimiz şeyler vardı. Ve bunlar da, sanıldığı gibi “yalnızca” homofobik ve heteroseksist düzenle ilgili şeyler değildi; saklanarak ve susarak geçirmek zorunda bırakıldığımız kendi hayatlarımızdı değiştirip, dönüştürmek istediğimiz en başta. Kimseden izin almadan bir araya gelmiş beş kişiydik. Ne yapmak istiyoruz, neler yapabiliriz, nasıl yapabiliriz… Kafamızda bin tane soruyla, kendimize, zorunlu heteroseksüellik ve homofobiyle örülmüş duvarlar arasından bir yol açmaya çabalıyorduk. İstediklerinizi -ya da istemediklerinizi- yüksek sesle dile getirene kadar çok fazla engellemeyle karşılaşmaz, hatta acıma ve nefret karışımı iç burkan bir duyguyla baktığınız iktidar sahibi insanların takdir ve hoşgörüsünü bile kazanabilirsiniz, tabi ruhunuzu satmak gibi yüksek bir bedeli peşinen kabul etmek koşuluyla. Bizse -dört gay ve bir lezbiyen olarak- “başka” bir bedeli ödemeyi göze alarak, konuşmayı, kabuğumuzu kırmayı
KAOS GL 34/16
seçtik. Seçtiğimiz yer de, bizzat içinde soluk almaya çabaladığımız, jandarma silahları ve YÖK’ün ortaklaşa kuşatması altında, konularında uzman ama dünyadan bihaber apolitik bir insan sürüsünü yetiştirmeyi kendine amaç edinmek zorunda bırakılmış (diğer bütün üniversiteler gibi) üniversitemiz ODTÜ’ydü. İnsanın yaşadığı, çalıştığı, arkadaşlarının, hocalarının, patronlarının olduğu bir mekanda eşcinsel olduğunu söylemesi, elbette, nisbeten daha fazla güvenilirliği olan gay ve lezbiyen topluluklarına hafta sonları katılmaktan daha zorlu ve cesaret isteyen bir iştir. Sonuçta, iş dönüp dolaşıp Murathan Mungan’ın Neriman Köksal ve Muhterem Nur tiplemelerine dayanıyor. (Murathan ’95, İstanbul, Metis Yayınları, 1995) Sesimizi duyurmak ve bir tartışma platformu oluşturabilmek gerekli, dedik ilk olarak; “hepimiz aynıyız” ya da “siz heteroseksüellerden tamamen farklıyız” ya da “bizim aslında sizden hiçbir farkımız yok” türü kısır tartışmalara düşmeden ve ucuz sloganlarla kendimizi ve başkalarını kandırmadan bir şeyler yapılabilir umuduyla. “Gay ve Lezbiyen Kimliği” konulu Workshop ve söyleşiler, eşcinsellik üzerine filmler, Cuma günleri topluluğumuzun buluşmaları derken, bir de baktık sayımız artıyor; insanlardan iyi-kötü tepkiler alıyoruz; kendi aramızda eşcinselliği, coming out’u, politik olmayı, deneyimlerimizi, hissettiklerimizi tartışıyoruz. Amacımız gizli saklı, karanlık köşelerde, üç beş kişiyle sınırlı kalan bir grupçuk değil de, kalıcılığı olabilecek, üniversitede sesini duyurabilecek bir gay ve lezbiyen topluluğu oluşturabilmek olduğundan, kim olduğumuzu, neler yapmak istediğimizi saklamaya gerek duymadan düzenlediğimiz etkinlikler ve afişler için, legal olabilme ve tanınma adına, “saygıdeğer” ve “iyi niyetli” sorumlu idarecilerimizden izin almayı da bir acizlik saymadık. Tersine, belki de en çok onlara rağmen bir şeyler yapabilmek ve görünür olabilmek bize daha çok güç katar, diye düşündük. Ama Yıldırım Türker’in de dediği gibi, gay ve lezbiyen topluluklarında en büyük engellemeler yine gay ve lezbiyenlerden gelebiliyor. Bir şeyleri değiştirmek, kabuğunu
kırmak isteyen gay ve lezbiyenler, ilk önce, o “bir şeyleri” beraber değiştirecekleri gay ve lezbiyen arkadaşlarını ikna etmek durumunda kalabiliyor. Sayımız arttıkça içimize kapandık, içimize kapandıkça hiçbir şey yapamamaya başladık. Gördük ki, içimizden birçok insanın tek derdi, yalnızca eşcinselliklerinden dolayı toplumun (ve kendilerinin) üzerlerinde kurduğu baskıdan kaynaklanan yalnızlıklarını unutabilmek, dar bir çevrede kendilerine özgür oldukları yanılsamasını sağlayacak üç beş eşcinsel arkadaşla klasik eşcinsel dedikodu geyiklerini yapmak ve nihayet “normal”liklerinin tasdiklendiği bir klübün üyesi olabilmekmiş. Barlar, alış veriş merkezleri ve eşcinsel olabilmelerine izin verilen birkaç yerden daha fazlasını istemeyen, tabular ve iktidarla kendilerini fazla rahatsız etmedikleri sürece öyle pek sorunu da olmayan, yırtıcılık ve kural tanımazlıktan ödü kopan, vasat, sıkıcı ve steril bir “orta sınıf” hayatı sürdürmeye gönüllü bir grup, isterse koskoca bir güruh olsun, homofobi ve heteroseksizmin duvarlarını yıkmak bir yana, o duvarlara dokunamaz bile. (Olsa olsa duvarda başka bir tuğla olabilir). Duvarları yıkmak gibi bir dert edinmiş midir kendine, o ayrı bir tartışma konusu tabi. Bizim "iyiliğimizi" isteyen büyüklerimiz, sevgili idarecilerimiz, zaten ODTÜ'de yirmi beş yıldır adı eşcinsel olan hilkat garibelerini hiç görmediklerini söylemişlerdi bizlere. Sanki eşcinsel olan biri, kimliğini açıklamadığında, herhangi bir dış organının fazlalığı ya da eksikliğiyle hemen kendini ele verirmiş gibi. Ya da bu ülkede eşcinsel olan insanların kimliklerini açıklayabilmesi sanki yıllardır mümkünmüş de açıklamıyorlarmış gibi. Sadece onlar mı? Özgürlükçü, sosyalist geçinen sevgili arkadaşlarımız bundan yirmi yıl önce dünya 68'le sarsılıyorken,
kadın-erkek aşkına "bile" devrime engel olabilir diye dudak büker, karşı çıkarken iki kadını ya da iki erkeği öpüşürken görseler alkışlarla karşılamazlardı herhalde bu "ahlaksızlığı". Her şeyi, "iyi niyetli" idarecilerimiz ve bizi yanlış anlamalarından korktuğumuz çok sevgili heteroseksüel arkadaşlarımız, hoşgörsün diye yapıyoruz sanan gay ve lezbiyen arkadaşlarımıza "rağmen" ne yapabiliriz ki? Bahar Şenliği kapsamında yapılması teklif edilen şeyler -stand açmak, panolar ve afişler hazırlamak, KAOS GL satmak, film göstermek ve söyleşiler düzenlemek- de üç beş insanın hayaliymiş meğer, kimse benimsemediğine ve son güne dek ilgilenmediğine göre… Yıldırım Türker’in, yine Bahar Şenliği haftasına -zorunlu olarak- denk gelen söyleşisini de büyüklerimiz son güne kadar, başlığında “eşcinsellik” gibi “sapıkça” bir ifade bulunduğu için, seçkin ve parlak üniversitemiz ODTÜ’nün adına leke gelir diye kabul etmezken, yoğun kulis çalışmaları sonucu son gün “başlıkta eşcinsellik olmazsa olabilir” diyerek, kendi kafalarından abuk bir başlığı da yakıştırıp kabul ettiklerinde, bunu bir lütuf olarak mı görmeliydik yani? Öyle ya, her şeyin takdiri onlara kalmış. Bizler de varlığımızı, daha ilkokul günlerinde, armağan etmemiş miydik zaten: Varlığımız… “varlığına” armağan olmuş bir kere. Öpüp de başımıza koyalım. Kaldı ki içeriğine bile müdahale etmeyeceklermiş, hiç olmadı ufacık bir sınıfta kendi aramızda konuşabilirmişiz. Kimi kandırıyoruz ki, biz bile kendimizi ciddiye almadıktan sonra, ODTÜ’de Kadın Topluluğu kurulmasına “ODTÜ’de kadın mı varmış ayol” diyerek karşı çıkan “sevgili” ve “iyi niyetli” -hem de kadın!idarecilerimiz mi ciddiye alacak? Bir yıl geçti. Elbette her şey kötü oldu, bir şey yapamadık falan demek istemiyorum. Her şey bitti, ODTÜ’den bir şey çıkmayacak da değil iletmek istediğim. Hiçbir şey yapmamaktansa, bir şey yapmayı seçen birkaç kişinin olduğunu, söyleşiler ve film gösterimleriyle, kısıtlı da olsa, bir tartışma ortamı yaratıldığını, ODTÜ’de gay ve lezbiyenlerin olduğunu üç beş insana duyurabildiğimizi ve bunun da bir başlangıç olduğunu düşünüyorum. Ama bir konudaki düşüncemin artık daha da güçlendiğini söyleyebilirim: Kişisel bir devrimi yaşamadan, kendi dışımızda bir şeyleri değiştirebilmek imkansız. Söylediğimiz her şey kuru gürültü ve anlamsız nutuklardan öteye gidemiyor. Bahsettiğim sürekli bir devrim ve dönüşüm hali, aslında. Bir kere de olup biten bir şey değil. Dolayısıyla, ne kendimi ne de bir başkasını ayrıcalıklı olarak nitelemek ya da aşağılamak gibi bir derdim yok. Ursula K. Le Guin’in dediklerini anımsıyorum: “Vermediğiniz şeyi alamazsınız, kendinizi vermeniz gerekir. Devrim’i satın alamazsınız. Devrim’i yapamazsınız. Devrim olabilirsiniz ancak. Devrim ya ruhunuzdadır ya da hiçbir yerde değildir.” Devrim’de tıpkı aşk gibi bir şey eninde sonunda. Ya ruhunuzdadır ya da hiçbir yerde değildir.
KAOS GL 34/17
BABA OLU-YORUM Hümeyra’yı dinliyorum. sesi yan odadan süzülüp kapıma çarpıp boğuluyor. Kalkıp kapıyı, evin pencerelerini ve müzik setinin sesini sonuna kadar açıyorum. Dışarıda güneş var. Güneş odamın penceresinde asılı kristale çarpıp gökkuşağı renklerini yansıtıyor portakal rengi duvarlara. Nasıl anlatsam da “Bir köşede durup dinlenir gibi acelesiz sevmeyi nasıl anlatsam” derken bir sonraki şarkı Yıllar Sonra’da “Hiçbir şey kalmasın, hepsi silinsin” diyor Hümeyra.
HIV + ya da - olduğuma inanıyorum. Arabayı o sürüyor ama ben de onunla birlikte frene basıyorum. Aklıma, aklımıza unutulmuş yüzler geliyor. Bir çoğunun yüzünü hatırlamaya çalışırken sinsi bir ifade arıyorum....... Arabayı durdurmak içinbir hareket yapıp istersen sonucu almaya gitmeyelim, diyor. Ne kadar çok çocuk istediğini biliyorum. Buna rağmen bu soruyu sorduğu için ona müteşekkirim............. İçimde bir yerlerden kaderci bir inanç başını çıkarıp
İçimdeki aydınlık bir yerde durup yaşadığım anı içime sindirirken başka bir noktasında yaşanmışı değiştirmek yaşanmamışlarla hesaplaşmak gibi sonuçsuz ama umuda yönelik bir kavga var. Anı yaşamanın belirgin değişmezliği bilinmeyenin doğal muğlaklığı ile çatışıyor ve ben baba olmaya hazırlanıyorum.
hayır olmaz
Yaşamın bir parçasını kesip çıkarıp ona anlam katarken başka bir parçasında başka bir anlamı yaşamak ve bütün parçalar bir araya geldiğinde ortaya çıkan resim her şeyi ve hiçbir şeyi anlatıyorsa kim Hümeyra’yı tutarsız olmakla suçlayabilir. Bu noktada arkadaşlarımın soruları yanıtsız kalıyor. Bildiğim, silinmesini istediğim şeyleri daha o doğmadan ona miras bırakmamak ve sürekli olarak kendimi ve bütün ilişkilerime yaptığım yatırımları “acelesiz” sorgulamak ve onu sevmek. Kendime verilmemiş şeyler ile değil, ona verdiğim ve veremediklerim ile onu sevmek. ................................................................................. ................................................................................. ................................................................................. ................................................................................. ..... Bir araba ...................................... .......................................... ... .................. ....... ................ ..... ... ... ........................................ ................................................................................. .. ................. ................. ............ Londra’nın kuzeyindeki hastanelerden birine doğru gidiyor....... ............... Sabah trafiği....... ................... İnsanlar işlerine, insanlar bir yerler egidiyor. Ben ise arabanın mutlak koltuğuna oturmuş, her köşebaşında inanılmaz bir kesinlikle
KAOS GL 34/18
diyor.......................................... Park yeri yok.......................................... O yer ararken kliniğe koşup biraz geç kalacağımızı söylüyorum. Danışmanın yüzündeki gülümsemeyi kötü sonuca tatlı tatlı hazırlamak olarak yorumluyorum. Onbeş dakika sonra o geliyor. Danışman bizi bir odaya doğru götürüyor.... Boku yedik kliniğin dışındaki bir yere götürüyor Korkma bir şey olmayacak....................... Odaya giriyoruz. Doğrudan karşımdaki duvara bakıyorum ve bekliyorum. İkinizin de sonucu negatif. Aynı koltuğa düşüp birbirimize sarılıyoruz..................................... ............................................. ......................... .................................................................... ................................................................................. ............... .............. Bir oda........................ ............................... .......... .............................. ....... ......... ..................................... .......... ................................ ............... .....elimde on mililitrelik bir şırınga, yavaşca paketinden çıkarıp masaya koyuyorum. İnce, uzun steril idrar tüpünü sıcak olması için koltuk altıma yerleştirip, fantazi kurmaya çalışıyorum............... Olacak gibi değil............. O içerideki odada yatıyor............ Ağzımda yarım bir gülümsemeyle mutfakta bıraktığım çantamın içindeki dergiyi almaya gidiyorum................ Dergiyi karıştırıp, hoşuma
giden bir adamın resminde karar kılıyorum. Mastürbasyon yaparken acaba bu resmi saklasam mı, çocuk için anı olur, gibi aptalca bir fikir geliyor aklıma........... Zar zor incecik idrar kabına boşalıyorum. Şırınga içerdekilerin hepsini çekmiyor. Tekrar boşaltırken köpürmeye başlıyor.....
Geliyorum İyi gel Şırıngayı ona uzatırken, herşeyin ne kadar doğal olduğunu düşünüyorum. Sen şimdi içeri git, ben seni çağırırım Tamam
Fuck........... Fuck................ Nihayet büyük çoğunluğunu şırıngaya çekmeyi başarıyorum.
........ Üstümü başımı toparlıyorum........ Birazdan karşılıklı çay içip televizyon seyrediyoruz.
Sahin
İ L E T İ Ş İ M Merhaba, 25 yaşında gay bir gencim. Kendini yalnız hisseden, konuşup görüşmek isteyen Çanakkale ve civarından genç gay arkadaşlarla tanışıp görüşmek istiyorum.
KAOS GL 34/19
Gay Amerika’dan İzlenimler aids, kimlik, görünürlülük Edmund White "Edmund White: Amerikalı. Yazar. Romanlarıyla da tanınan yazar, ABD'deki belli baslı eyaletlerin büyük kentlerini gezerek, gördügü yerlerdeki gay yasam tarzlarını, gay mekânlarını, gaylerin birbirleriyle olan iliskilerini ve daha birçok seyi kendi yorumlarını da katarak yazmıs. Bir 'gay Odyssey' olarak da görülebilecek kitabın ön ve son sözünden bir derlemeyi sunalım dedik."
1970
’ler boyunca kazanmak için mücadele edilen “gay kimliği” günümüzde, biri trajik diğeri kuramsal (ama daha zararsız) olmak üzere, iki tehditle karşı karşıya. Trajik olan, ilk kez 1981 yılında bir sorun olarak ortaya çıkan ve 1983 yılı ortalarına dek 1300 Amerikalıyı ölümle karşı karşıya getiren AIDS. Vücudun hastalıklarla savaşabilme yetisinin yitimi olarak tanımlayabileceğimiz AIDS, eşcinsel erkekleri toplumun diğer bütün kesimlerinden daha fazla etkiledi. (1983 yılı ortalarına kadar tüm vakaların % 72’si.) Cinsel oburluk, ya da en azından cinsel macera yaşayabilme olasılığı, çok uzun süreden beri kentsel gay gettosunu bir arada tutan en etkili tutkaldı. Barlar, saunalar ve diskolar, hep, partner -ya da müşteri- bulmak için kullanılan mekanlar olarak kullanıldı. Lezbiyenler iktisadi, hukuki ve toplumsal konulardaki feminist yaklaşımları etrafında bir araya gelirken, gaylerin ideolojik motivasyonu çok daha zayıftı - “cinsel özgürlük” çoğu gay için geçerliliği olan tek slogandı. Bugün, cinsel özgürlük, dışardan (hıristiyan köktenciler, polisler ve yerel politikacılar) olduğundan daha fazla içerden sarsılıyor. Gizemli bir salgın gay cinselliğinin tüm “neşe”sini yok etti ve gay New York ve gay San Francisco’yu ölümü bekleyen hastaların kaldığı koğuşlara çevirdi. Şimdilerde, Dekameron’daki hikaye anlatıcıları gibi, geçmişteki tutkulu maceralarımızı birbirimize anlatıyor, eski günlerimizi özlemle anımsıyor ve salgının dışında kalmaya çalışıyoruz. Belki de yeni cinsel perhiz, yeni gay yaşam biçimlerinin yaratılmasına yarayacak. Artık, birlikte olma ve dostluk kurabilme “sanatları” üzerine daha özenli ve dikkatli bir şekilde düşünmek için bol bol zamanımız var ve bu gerçekten gerekli.
KAOS GL 34/20
İkinci tehlikeye gelince… Hala bir çoğumuz, cinsel davranışlarımızı göstermenin ötesinde bir anlam taşımasından ötürü “gay” sözcüğüyle bizleri tanımlıyor. Son iki yılda en az on kez “gay duyarlılığı” üzerine düzenlenen söyleşilere katılmam için teklif aldım. Elbette herkes böylesine muğlak bir estetik konuyla ilgilenmiyor olabilir; ben böyle bir ilgiyi “gay kimliği”yle ilintili daha köklü bir sorunun belirtisi olarak görüyorum. “Gay duyarlılığı” kaynağını nereden alır? Bütün gay erkeklerin yarattığı sanat eserlerinin ortak bir özelliği midir? Ya da tüm lezbiyenlerin? Eğer öyleyse, nasıl tanımlanabilir? Hatırlatmak istediğim şey şu: Ortak bir “gay sanatçı kişiliği” ya da “duyarlılığının” olduğunun kabulü, aslında, insanların mistik, bütün gayleri tamamen birleştirici bir “gay kimliği”ni aramalarından kaynaklanıyor. Bense, böyle bir kimliğin anlamının günümüz gay yaşantısının nesnel koşullarında aranması gerektiğini düşünüyorum. Biz nasıl yaşıyoruz? Bizi biçimlendiren -iktisadi, hukuki, siyasi, kurumsal ve kültürel- kuvvetler neler? Jeffrey Weeks’in son yazısında tartıştığı gibi “Evet, gay ve lezbiyen kimlikleri tarihsel olarak ortaya çıkmış tanımlar (evrensel değiller); gerçekten bizim varoluşumuzu cinsel varlıklar olarak sınırlıyorlar; fakat aynı zamanda kaçınılmaz ve şu an için gerekliler. Karşı çıkılan bizim cinselliğimiz, saçımızın rengi değil. Dolayısıyla, bağlamını böylesi bir gerçeklikten alan politik bir kimlik oluşturmak anlamsız değil.” Yirmi yıllık Gay Özgürlük Hareketi, eşcinsellerin konumunu günahkar tıbbi garibelikten, biraz farklı bir içeriği olmakla birlikte, neredeyse bir etnik azınlık statüsüne dönüştürdü. Tıpkı Yahudiler gibi, kabul görecekler veya asimile edilecekler, eğer kim olduklarını (=kimliklerini) gizlerlerse, tabi çok yüksek bir kişisel bedel ödeyerek. Tıpkı sağırlar gibi, genellikle ailelerini kapsamayan bir azınlığa aitler ve ailelerinin çoğunlukla anlayamayacağı özel bir dili geliştirmişler. Tıpkı siyahlar gibi, kendisini olumlu bir anlam katarak yeniden tanımlama sürecinde olan, hor görülen bir azınlığı oluşturuyorlar. (Gay iyidir Gay is good- Siyah güzeldir -Black is beautiful- sloganının izlerini taşımıyor mu?) 70’lerin sonlarında gay kimliğinin ticarileştirilmesine ve bu kimlik üzerine bir endüstrinin kurulmasına tanık olduk -barlar, hamamlar, saunalar, diskolar, tatil yerleri ve giyim tarzları. Aynı zamanda, Amerikan Psikiyatri ve Psikoloji Dernekleri, eşcinselliği, normal bir sapma olarak da olsa, yeniden tanımlama konusunda ikna edildi. (Yine de psikiyatristler, genellikle, gayleri nörotik ve -kârlı bir şekilde- tedavi edilebilir hastalar olarak değerlendirmeyi sürdürdüler.) Gay petrol mühendislerinden gay akademisyenlerine kadar geniş bir yelpazede profesyonel gay derneklerinin sayısı giderek artmaya başladı. Gazetelerden romanlara kadar tüm gay yayınlarında bir sıçrama gerçekleşti. Orta sınıf ve kentli gay ve lezbiyenlerin öncülüğünde yeni gay kültürüyle başka bir döneme girilmiş oldu. Dandizm ve camp örneklerinde olduğu gibi, ilk dönem gay estetik ve etik duyarlılıkları, yerleşik kalıp ve tanımlara uymazken, geleneksel değerleri yeniden tanımlayan yeni gay kültürü (ki ben buna Haz Makinesi adını veriyorum) ironiden yoksun ve haz düşkünüydü. Gay Özgürlük Hareketinin tarihinin bilinmemesi durumunda belki de safça (bönce?) bir coşkuyla karşılanabilecek egosantrik haz düşkünlüğü (Amerikan rüyası?), aslında, gay ve lezbiyen haklarını feminizm ve demokratik sosyalizmle ilişkilendiren daha önceki bir felsefenin inkarı anlamını taşıyordu. Bugün bu yeni kültür suların altına gömülmüş bir Atlantis gibi elbette. 80’lerin büyük bir kısmını Paris’te geçirdikten sonra 1990’da ABD’ye döndüğümde tanıtmaya çalıştığım bu dünyanın (gay Amerika’nın) kaybolmuş olduğunu gördüm. Bir zamanlar gaylerin Mekke’si olan Batı yakası şimdi ülkedeki en yüksek AIDS oranına sahip. New York’taki sekiz üyeli gay yazarlar grubumuzdan beş kişi öldü. New York ve San Francisco’daki sauna ve hamamların neredeyse tamamına yakını kapandı. Şimdilerde kimse, gaylerin kendisi bile, gaylerin yaşam tarzlarına özenmiyor; kimi zaman hor görme ve acıma, fakat çoğunlukla edilgen bir kayıtsızlık genel yaklaşımları insanların. Gaylerin basında ve televizyonda görünürlülüğü arttı, fakat yalnızca “hastalıklarından” dolayı. Gaylerin sokaklarda
KAOS GL 34/21
kendilerine güvenerek gösteriler yaptığı günler de gerilerde kaldı, hükümetin AIDS’le ilgili politikalarını protesto etmek dışında. Gay hareketi neredeyse bir tek konuya indirgenmiş durumda. Gayler arasında 70’lerde kurulan dayanışma grupları ağı, 80’lerde AIDS’in etkisiyle gönüllü çalışma gruplarına dönüştü. İşin ironik yanı, 80’lerin, gaylere hem daha önce hiç olmadığı kadar korkuyla bakıldığı, hem de gaylerin bu denli örgütlü, dayanışma içinde ve -bir anlamda- güçlü olabildiği bir dönem olması. 70’lerde radikal ve ılımlı gay gruplar arasındaki temel fark, radikallerin toplumu dönüştürmeyi istemeleri, ılımlılarınsa topluma entegre olabilme arzusuydu. AIDS her şeyi değiştirdi. AIDS sonrasında ılımlılar ya tamamen saklanmayı ya da geçmişlerini saklamayı tercih ederken; radikaller bütün zamanlarını sağlık harcamalarının arttırımı, tedavi edici ve bulaşmayı engelleyici çalışma ve araştırmalar için fonlar ayrılması türünden kampanyaları örgütlemeye yöneldiler. Garip bir şekilde, medyadaki AIDS’le ilgili haberlerin sıklığı ve yoğunluğu, eşcinselliği Amerikan hayatının ayrılmaz ve olağan bir parçası haline getirdi. Bu görünürlülüğün olumlu bir etkisi de oldu. 80’lerin sonlarında ünlü sporcular ve politikacılar, en sonunda, kabuklarını kırdılar; gay yayınları hızla arttı; gay çalışmaları ve bölümleri üniversitelerde hızla yayıldı; popüler basında çıkan makale ve yazıların çoğalmasıyla, AIDS’in yazar, düşünür ve sanatçılar arasındaki yaygınlığı ve dolayısıyla, ülkenin entellektüel ve sanat hayatında gaylerin tuttuğu önemli ve etkin konum açıkça ortaya çıktı. Gaylerin görünürlülüğünün artmasıyla, straightler ve gayler arasındaki uçurumlar kapanmaya ve ayrımcılık, yavaş yavaş da olsa, azalmaya başladı.
derleyerek çeviren: devrim (Edmund White, Travels in Gay America, New York, Plume, 1991)
“Finlandiya Uluslararası Gelişme Bakanı Mr. Pekka Haavisto, Ulusal Cinsel Eşitlik Kuruluşu’nun (SETA), Namibya’daki eşcinsellerin durumuna ilişkin çalışması ile ilgili sorusunu şöyle cevapladı :” * Finlandiya tarafından uygulanan işbirliği gelişme projesinde 3 temel unsur var. Sosyal güvenlik, demokrasi ve insan hakları. Finlandiya dış politikasının amaçlarından olan, işbirliğini geliştirme, ilk olarak açık ve devamlılık gösteren diyaloğun önemini vurguluyor. İkinci olarak, insan hakları, demokrasi ve sosyal güvenliğin geliştirilmesi destekleniyor. Eşcinsellerin hakları ise Finlandiya tarafından dile getirilen ve genel insan haklarının bir parçası olarak algılanmaktadır. Finlandiya ile Namibya’nın ilişkileri sağlam temelli yakın ilişkilerdir. Namibya, insan hakları ve demokrasinin temellerinin iyi tanımlandığı örnek bir anayasaya sahiptir. Namibya gibi çok-ırklı ve çok-kültürlü toplumlarda bu ilkeler zaman zaman gerilim ve tehditler yaratılarak engellenmeye çalışılmaktadır. Zamanında tüm bu faktörler açıkça tartışıldı ve tartışılan bir diğer konu ise eşcinsellerin hakları idi. Bize göre en önemli olanı Namibya’daki eşcinsellerin, koloniler döneminden beri eşcinselliğin cezai bir suç olduğunu belirten kanunlar olmasına rağmen, anayasal olarak korunmasıdır. Bu yasa Namibya anayasası ile çelişkiler yaratmaktadır ve fakat bağımsız Namibya’da hiçbir zaman uygulanmamıştır. Finlandiya, Namibya’daki durumu yakından takip etmektedir ve hükümet yetkilileri ile azınlıkların durumları ve uygulamaların insan haklarına uygunluğunu görüşmekte, takip etmektedir.
kaynak : SETA News No.12104 22 mayıs 1997 çeviren: meriç KAOS GL 34/22
NASIL BİR EŞCİNSEL HAREKET Halil Seyhan Duygu yüklü bir kervanın, Meçhule giden en asi yolcusuyum. Tüm yorgunluğum omuzlarımda. Durmadan düşünmeden yürüyorum, Kervanın en arkasında. Pusulam günbatımını gösteriyor Selam karanlık.
Karanlık dedimde, gördükleri her ışığı karartmaya çalışan milyonlarca karanlık insan ve bu milyonlarca karanlık insanla uğraşan bir avuç aydın ve bu bir avuç aydının içerisinde farklı bir grup - biz, Kaos grubu - Kaos grubu farklıdır, Kaos’cu olmak ayrıcalıktır. Kaos yaratmak daha ayrıcalıktır. Evet tüm aydınlar gibi bizde özgürlük mücadelesi veriyoruz. Fark mı ? Fark, biz sınırsız özgürlüğün mücadelesini veriyoruz. Şimdilik KAOS GL ile içimizdeki çığlığı haykırabiliyoruz. Gün gelecek bu çığlığı onların suratlarına haykıracağız. “Biz eşcinsel gettoları değil, şehrin tamamını da değil, biz doğayı istiyoruz. Çünkü acundaki dirimsel enerji kaynağı biziz”. Evet gün, gün gelecek bu haykırışı onların suratlarına şaplak gibi vuracağız. Onlar mı ? Onlar kendilerini bilirler -”!! bilebilirler mi acaba? Bunu başarabilirler mi?”- Evet KAOS GL ile şimdilik avazımız çıktığı kadar bağırıyoruz. KAOS GL bizim her şeyimiz. Hani derler ya “zalimin zulmü varsa sevenin......” bizim de KAOS GL’miz var. Türkiye gibi yönetim şekli belirsiz yoz bir ülkede bir KAOS GL’miz olması büyük şans. Artı ; toplantılarımız, seminerlerimiz, radyo programımız - yerel de olsa -.... Uzun süredir böyle bir yazı tasarlıyordum. Özellikle Atilla A’nın Nisan 1997 sayısındaki “Nasıl bir eşcinsel hareket” yazısından beri. O yazıdan grubumuz içerisinde bir takım sorunlar çıktığını anladım. KAOS GL grubu cinsel özgürlük mücadelesi veren bir GL örgütlenmesidir. Örgütlenmeyi tersyüz eden en büyük etken, grup - örgütlenme - içerisindeki gruplaşma mantığıdır. Kaos grubu apolitik bir örgütlenmedir. Bizim örgütlenmemiz ekonomik çıkarlara değil sınırsız özgürlüğe dayanır. Sorun güya “tahakküm ediliyor” muş. Bence bu sorun değil. Sorumsuzluk artı sorunsuzluk. Gerçi Atilla bunun cevabını yazısında vermiş ama.... “kendilerini kendilerine ispatlayamamış insanların kendini ispatlama sevdası”. Hani özgürlük deyince aklına kuş gelen kuş beyinlinin “kuşlar devrime uçar” deyip, devrim nedir dendiğinde sloganlar atması gibi. Kısacası önce kendimizi sonra başkalarını sorgulamalıyız. Bunu yaparsak , o, tahakküm ediyor dediğimiz insanların sorumluluk hissettiklerini ve bu sorumlulukla mücadeleye kendilerini daha çok verdiklerini göreceğiz. Kaç yıldır düzenli olarak çıkan dergi onların sorumluluk hislerinin göstergesidir. Sorun, cinsel özgürlük sorunudur - ben buna kimlik sorunu olarak bakmıyorum -. İnsanın kimliği insandır. Sormadan dinini yazdıkları bir kimlik var zaten. Kimlik devletçi sistemin bir dayatmasıdır. Olmayan sorunlar çıkartmak yerine, olan sorunların üzerine gidelim. Olan sorunları sorun olmaktan çıkartmak Kaosdur. Mesela bilgisayar sorunu. Hoşca kalın, dostça kalın, kaos yaratın. Sizleri seviyorum.
KAOS GL 34/23
G L KİTAPLIĞI Dostluğa Dair, Michel Foucault, Hil Yayın, 1994. Fransız düşünür Michel Foucault eşcinsellik ve eşcinsel yaşam tarzları üzerine kafamızda yeni soruların oluşmasına katkıda bulunuyor: “Yalnızca seks yapabilmek amacıyla -ki bu çok kolay- kurulmuyor ilişkiler tersine, insanlar tam da dostluklar üzerinde yoğunlaşıyor. Cinsel pratikler yardımıyla bir ilişki biçimi nasıl oluşturulabilir? Eşcinsel bir yaşam tarzı geliştirmek mümkün müdür? Yaşam tarzı kavramı bana önemli geliyor. Artık toplumsal sınıflara, meslek gruplarına ya da kültür düzeylerine bakılarak değil, bir ilişki biçimine, yani “yaşam tarzına” göre belirlenen, daha incelmiş ayrımların yerleştirilmesi gerekmez mi? Bir yaşam tarzı, yaş, statü ve soyal etkinlikleri bakımından farklı olan bireylerce paylaşılabilir. Kurumlaşmış hiçbir ilişkiye benzemeyen yoğun ilişkilerin oluşmasını sağlayabilir. ve inanıyorum ki, bir yaşam tarzı, bir kültürün ve etiğin doğmasınım sağlayabilir. “İbne” olmak, eşcinselliğin psikolojik özellikleriyle ve gözalıcı maskeleriyle özdeşleşmek anlamını taşımaz. Bu bir yaşam tarzı belirlemek ve onu geliştirmeye çalışmak demektir.”
Gece Gibi Geçiyorum, Jonathan Ames, İletişim Yayınları, 1993. Alexander Vine, gündüzleri New York'un Dört Mevsim lokantasının iki numaralı kapıcısı olarak çalışır, zenginlere taksi çağırıp onların bahşişlerini cebe indirir, bunlarla karnını doyurur. Geceleriyse kenti arşınlar; raslantı, tehlike, cinsellik ve kurmacanın yurdu olan Kent'i. Jonathan Ames'in Kuzey Amerikalı "Aylak Adam"ında, Gece Gibi Geçiyorum'un genç erkek kahramanında dünyanın bütün kentlerinde yaşayan genç erkek ve kadınlardan bir şeyler var. Belki de daha fazlası: Karşıtlıklar ve onların zenginliği. Cinselliğin karmaşası ama onu algılayıştaki mutlak doğallık, her şeyi anlatırken takınılan inanılmaz serinkanlılık ama köklerinden kesinkes kopmuşluk ama gene de kopamayış...
Beyaz Kitap, Jean Cocteau, AltıKırkBeş, 1997 Toplum dışına hatta yeraltına saklanmak zorunda bırakılmış gizli bir kültür üzerine, belki de aşk ve yaşam üzerine yazılmış küçük bir kitap. "Ne kadar geriye, hatta zihnin henüz duyuları etkilemediği yaşlara gidersem gideyim, oğlanlara duyduğum aşkın izlerine rastlıyorum. Güzel cinsellik olarak adlandırmayı meşru bulduğum güçlü cinselliği her zaman sevdim. Ender olanı bir suç olarak mahkum eden ve bizi eğilimlerimizi yeniden biçimlendirmek zorunda bırakan bir toplumdan geldi mutsuzluklarım... Aşk beni yıkıma uğratıyor. Sakinken bile bu sakinlik sona erecek diye titriyorum ve bu kaygı herhangi bir tatlılıktan zevk almamı engelliyor. Herhangi bir pürüz her şeyi silip süpürüyor. Her şeyi en kötüsüne bağlamamak olanaksız. Yalnızca bir yanlış adım sözkonusuyken, hiçbir şey ayaklarımın
KAOS GL 34/24
yerden kesilmesini önleyemiyor. Beklemek bir işkence; korkusu yüzünden bir başka işkence."
sahip olmak da, elimdekini kaybedeceğim
Kızgın Damdaki Kedi, Tennessee Williams, Nisan, 1997 İki erkek arasındaki adı kon(a)mamış aşk. Korkular. Korkular yüzünden kesişebilecek hayatların asla buluşamaması. Tennessee Williams bize aşkın asla normal olamayacak kadar ender rastlanan bir şey olduğunu söylüyor. "İki insan arasında sahte olmayan her şey normal olamayacak kadar enderdir."
Blue, Derek Jarman, Nisan, 1995 Jarman'ın son filmi olan "Blue"da hiçbir şey yok, tek bir görüntü bile. Sadece mavi bir kare. Saf, el değmemiş film; algılamanın mutlaklığı. AIDS hastalığının son aşamasında görme duyusunu yitiren Jarman bu filmi saf mavi tuvallerin ressamı Yves Klein'a adamış, çünkü o da Klein gibi "Sanatçının göze görünenden çok daha fazlasını görebileceği" kanısında. Ölümü ile hesaplaşıp onunla barışmış büyük bir sanatçının, şaşırtıcı sadelikte ve durulukta tek bir jestler sanatın sonsuz imkanlarının neler olabileceğini göstermesi "Blue". Gözleri Maviden kamaşarak. "Güneşin sabırsız gençleri Sayısız renkle yanan Taraklar geçiriveriyorlar saçlarından Banyo aynalarının karşısında Birbirlerinin içinde eriyerek ve modaya uygun düzüşüyorlar Zümrüt yeşili lazer ışınlarının içinde dansedip Nükleer üreticilerden fışkıran spermlerle Sayfiye çarşaflarının üstünde çiftleşiyorlar Ne günlerdi onlar. Med cezir ile birlikte karanlık çöküyor Yıl takvimden kayıyor Öpüşünün alevi yükseliyor Gecede çakılmış bir kibritin Alevi yükseliyor ve sönüyor Uyuklamam bölündü Bir daha öp beni Öp beni Bir daha öp beni Bir daha Yetmiyor hiç Obur dudaklar Veronika mavisi gözler Mavi gökler."
KAOS GL 34/25
hastalıgımın adı ask . bir
anıya dönüşme isteği, yerini aldığı, içini boşaltarak yerini aldığı her şeyi silebilir mi gerçekten?! emin değilim; bana öyle geliyor ki kurşun kalemle yazılmış bir geçmişe -ve dolayısıyla geleceğe- sahibiz, ne kadar silersek silelim, altından -yeni kaleme aldığımız sürecin altından- silik de olsa belirir yine de. çocuk olmak acı bir şey, idealize edip özlem duyacak bir yanı yok aslında. psikanalitik bir yöntemle, bütün zaaflarımızın, hata ve yoksunluklarımızın, ya da iç huzurumuzun ve yaşamla barışık başarılarımızın kaynağına çocukluğumuzu koymak!! sanırım insanın kendini temize çıkarmasında araç olarak kullandığı yöntemlerden biri bu da! deforme ve dejenere edilerek doğasından çıkarılmış her şey gibi çözüm yanılsamaları üretmekten çok, “rahatlama, boşalma” gibi kişiyi uzun vadede kendisini gerçekleştiremeyeceği düşmanına teslim ediyor. hem de öncelikle yine kendi eliyle ve bile isteye!!
ya
ben? ya benim yanılsama biçimim ne? öyle ya; madem ki sınırsız olarak algıladığım bu “anlamsız” hayatın içinde devinmeye devam ediyorum; ve üstelik bu oryantalist coğrafyanın kabul etmesem de- bir parçasıyım, benim kendimi kandırış biçimim ne? buna bir seçim denebilir mi, emin değilim; fakat, en azından hissedilene, inanabildiğim “şeylere” yakın durma, ya da anlamsızlığa “anlam” katma çabası denebilir, sanırım. ve bu yöntem de ne yazık dönüp dolaşıp yine çocukluğuma, yeniyetmeliğime götürüyor beni!!! ve yine sanırım, herkes gibi ben de hep kaçtıklarıma yakalanıyorum. o geçmiş peşimi bırakmıyor; ya da böyle diyerek yoksunluğumu içselleştirip legalize ediyor, o geçmişle geleceğimi mayalıyorum!!! soluduğum acının bana “özel” bir yanı yok. hepimiz nicel olarak değişse de nitel olarak aynı sonuca bağlanıyoruz: tükenmekteyiz! yine de kişinin, tükenişini, zorlamasız ve salt duygulanımlarla oluşmayan yanılsama biçimini, seçebileceğine inanıyorum. en azından bunu!
KAOS GL 34/26
çocukluğum!..
yoksulluk ve yoksunluk diz boyuyken, abimin, silerek tekrar kullanıma sürdüğüm okul defterleri; garip bir öfke, neredeyse hazla yapıyorum bunu. öylesine temiz, öylesine düzenli ki! bugün hayatın ona dokunan ve dokunamayan yanları, hemen hemen her sayfaya işlenmiş “pekiyi” onayı ile, taa o zamanlardan belirlenmiş sanki. aldığı takdir ve iftaharnameler iktidarın, erkin sınırlarını imliyor. bu “iyi” öğrenci, “iyi” bir vatandaş olacak!… elbette o zamanlar böyle açıklamıyordum bunu!! yalnızca iğrendiğim bir kokuyu silmeye çabaladığımı anımsıyorum. bir de tükenmez kalemle süsler karaladığımı. daha çok da dedemin anlattığı masallardaki zümrüd-ü anka kuşu’nu! defterlerimin her sayfasında o var! “böyle yaparsan” diyoo öörtmenim, “hiçbir vakit adam olamazsın!” oh işte, olmıycam!… uyarılar, dayaklara ve sonunda annemin azarlamasına dek varıyor. bu tenbel öğrenci abisine ve de vatanamillete yaraşmıyor! "bazıları melek haresiyle, bazılarıysa şeytanın boyunduruğuyla gelir dünyaya! düzen bozucu bir velet doğurmuşsun!” diyen din öörtmeninin karşısında titreyerek duran annemin dolmuş gözlerine bakıyorum. bir daha hiç kimsenin onu bu kadar üzmesine izin vermemeye yemin ediyorum o an! (ilerde yaptıklarımın açıklaması, bahanesi oldu mu bu, bilmiyorum. her şey gibi bunun da bedelleri vardı elbette.) o yıl aldığım “takdirname” üniversiteye dek tek “nişan” olarak kalsa da, “uslu” ve inek bir öğrenci, ama öfkemi ve farklılığımı içimde koruyarak bitiriyorum okullarımı! abimse ondan beklenenler arasında “iyi bir vatandaş” olmayı garantileyebiliyor ancak! neredeyse hiçbir şey sormayan, istemeyen çoğunluktan biri! fakat şimdi baktığımda, yalnızlıkla örülü mutsuzluğumuzun ne denli benzeştiğini görüyorum!!! tek fark, onun bileisteye konumlanmaya çabaladığı bu düzende benim doğasal olarak bir sürgün olduğum. bunda da önemsenecek bir şey yok. ya da mutluluk dediğimiz nedir ki?!…
hayat!…
o, hepimizin kendimizi bulamamayı kabullenerek giriverdiğimiz, kurallar ve alışkanlıklarla yapaylaştırdığımız basit labirent! yaş alıp kirlenmemeye çabalarken, zümrüd-ü anka’nın eşdüşümünü buluyor, böylece hayata ve zamana direnebilmeme el verecek “düş” yolunu yaratıyorum: şimdiki adı, yağmurcuk kuşu! bazıları, onu, familyasından geldiği martı adıyla belliyor! o gün bugündür diyorum ki, insan gerçeklerin tam da ortasında düşleyebilir; DÜŞLEYİN!…
istanbul ve martılar ve de tinerci çocuklar arasındaki garip, gizemli ilişkiyi farkettiğim hadi kurguladığım diyelim- yıllar, aynı vapurla, hiç inmeden kadıköy-karaköy arasında gidip geldiğim kaçamak seferler; sevişme sonrasındaki o tükeniş ve diriliş hali!
ya
sonra? derse dönüyorum; kendimi gerçekleştirebilmek için birçok okulu “terketmeyi” göze alarak girdiğim sanat okuluna! onca denemeden sonra burda da düşkırıklığına uğradığım halde, beni “adam” ederek piyasaya sokacak hocamı dinlemeye dönüyorum. sanatçı olmaya çabalıyorum yüreğimdeki bütün farklılıklara ihanet ederek!!! giderek yabancılaştığım ve yapay bulduğum tutkusuyla “önce sanatçı, sonra insan olmak zorundasınız!” diyor!… içimdeki ses, “böyle bir ayrım yok!” diye haykırıyor; susuyorum! çok geçmeden kavrıyorum ki hocamın sanatçı olmaktan kastettiği “adam” olmakmış meğer! bu da elit, estetize ve sterilize bir algı ve sunuşla neredeyse bir bilge duruşunu garantilemek, saygınlıkla beraber, sağlam bir mevkii işgal etmek oluyor; bir bilen olmak! böyle bir “hırs” yok bende, ötesi, her türlü iktidar mücadelesinden iğreniyorum. aykırı bir algıyı dizginlemeyi, doğal duruşu engelleyerek, sınırlı, sorumlu, kodlanmış, prototip bir yaşamı benimsemeyi dayatıyor sürekli. ortaya çıkıp beğenisini hak edeceğim bir şeyler yapmak canımı yakıyor! bulabildiğim tek çözüm, onun istediği ve benim istediğim diyerek ödevlerimi ikiye katlamak!… düşkırıklığımdan, hocamın şaşkınlığından kurtulabilmemin tek yolu da martılara sığınmak vapurlarda! kısaca kaçak yaşıyorum! ya da bir şakayım dünyada; kötü bir şaka! ne diyorum peki? : --sınırları bilin ve reddedin! --martılarla sevişebilirsiniz!
işte, bunlar da benim fetiş sloganlarım!!!!!!!! peki sözel olarak paylaşabiliyor muyum? hayır! gevezeliğim ve sıradanlığım içinde susuyorum. hissettiğim ve hoşlandığım iki-üç insan var, ama onların da konuşmadan bir şeyler anlamasını bekliyorum! “şık, gizemli ve marjinal” olma çabası değildi bu! sanırım o dönemde, “her türlü konuşma boşunadır!” diyen zerdüşt’ün, “her türlü konuşma iktidar çabasıdır!” soyutlamasının etkisinde olmamadan kaynaklanıyordu bu; ve elbette, buna “sözün sınırları ‘ben’in sınırlarıdır!” diyen bir başka ses de ekleniyordu!!! söz ve eylem arasında giderek büyüyen boşluktaki bir şeylere tutunmaya çabalarken, bir grup oluşturmaktan, bir gruba ait olup sahte bir cennete girmekten korkuyordum kısaca!… yine de, hoşlandığım insanlarla ortak yanımızın, varolan erkek egemen, heteroseksist ve homofobik iktidara yönelik yoğun rahatsızlık olmasından heyecanlandığımı itiraf etmek zorundayım. fakat bunun da bir zaaftan kaynaklandığını görmek kaçınılmaz bir sonuç oldu açıkçası! pratik olarak yaşadıkları eşcinsellik, doğası gereği onları toplumdışı yaparken, ne yazık ki eleştirdikleri düşmanın argümanları, işaretleriyle konuşuyor, böylece en baştan “efendi”nin karşısında “köle”liklerini kabullenmiş oluyorlardı. evlilik, aile gibi taleplerde bulunarak doğalarını ehlileştirip “tehlike” olmadıklarını kanıtlamaya çabalıyorlardı üstelik! ya da körükörüne bir reddedişle eşcinselliği içi boşaltılmış benzer bir iktidar dayatımına indirgiyorlardı! bir sınırdan başka bir sınıra! bu bir ölüm hali ve hiç birimiz bunu görmeye dayanamıyoruz. sezgisel olarak, hissettiğim platonik eşcinselliğin böyle bir duruşu olmadığı için, pratiğe dönüştürebilmemin “imkansız”lığına takılıp kalıyordum! (bugün de bir soru imiyim hala!) her koşulda “herkes sevdiğini öldürür” işte! kaçınılmaz gerçek, büyük sır buymuş meğer!… öyle mi?!… salt duygulanımlarla, zorunluluklar ve zaaflarla kurulmuş(!) sırça fanuslar, kaleler içinde sevmek! özdeşlik yanılsaması! “başka” bir insanda kendimize tapınmak! geleneksel sevda: kurumlaşma isteği! köle-efendi ilişkisi! “faşizm iki insan arasında başlar önce!” yüreğimde bir leş taşıyorum! hastalığımın adı: aşk! sevmek dediğimiz başka nedir ki?! vapur seferlerinde farkıma varan bir balet arkadaş, yaşının küçüklüğünü bir önyargı olarak
KAOS GL 34/27
algıladığımı kanıtlıyor bana. uzanıp öpüyor beni. üstelik dudaklarımdan, üstelik herkesin gözü önünde! yaşadığım dehşet, “ne derler?” korkusundan değil, önyargımın deşifre edilmesinden! ve üstelik martılar da tanıklık ediyor buna!… onlara ihanet etmiş gibi hissediyorum kendimi. “ben yalnızca martıları seviyorum!” eni konu “saçma” bir laf! doğru mu duydum diye bakıyor önce, gülmesine engel olamıyor… yalnızca martıları sevmek! ne kadar gerçekti bu? ondört yaşındaki bu çocuğun, yirmibir yaşındaki bana o süreçte duyumsattığı soru, bugün hala büyüyerek dünyayı kuşatmaya devam ediyor. giderek olumlu-olumsuz tüm önyargılarımdan kurtulabileceğim bir ivme de sunuyor yanısıra. ama yine de ne kadar mümkün ki bu?!
o balet, -şimdi yirmidört yaşında sanırım- ilk karşılaşmamızda, çevresine, bana, ve kendisine ettiği “kötülük”lerin kaynağının ben olduğumu söyledi. “nedeni sensin! ivmeyi senden aldım!” sanırım öyle, onunkisi de bir tutku olsa gerek. bu şaşırtıyor beni. bedenim nasıl olur da somut bir tutkunun öznesi olabilir?!… tutkuyu soyutlamakla suçlamıştı beni. her şeyi sadece içselleştirerek yaşadığımı-yaşamadığımı. beni elde edememiş ve “kötü” olmuştu işte. pragmatizm ve arabesk!… tutku kavramını bugün de algılayabilmiş değilim; ama “elde etmek” istemiyorum hiçbir şeyi. ya da susmalı yine!!!
sonunda,
istanbul,
o başka bir ülkeye, başka bir okulda okumaya kaçtı, ben de bu soruyla başbaşa kalakaldım. şimdi kendisi değil ama kızgınlığı, hatta sevgisinin (?!) uzantısı nefreti ulaşıyor bana onca mesafeden! o insanda kaçırdığım ne oldu? bugün bile tam olarak kavradığım söylenebilir mi, emin değilim. dolayısıyla aynı “hata”yı farklı insanlarda yinelemekten nasıl kurtulabileceğimi de bilmiyorum!
Sans
ya da şanssızlık nedir? ters orantılı, paradoksal bir sınanma süreci mi? kendime, “insan unuttuğu oranda, unuttuğu kadar mı yaşayabilir acaba?” diye soruyorum şimdilerde!!! istanbul, tutkumun -basit varoluş tutkusununsimgesi! bu tutku unutmaktan besleniyor. tarihleri, özneleri, kısaca somutluğu unutuyorum; fakat durumları değil. çünkü unutmak belleksizlik değildir! her şey giderek bir kütleye, bir sezgiye dönüşüyor içimde; böylece, yengi ve yenilgilerden ibaret tarih, sürekli yer değiştiriyor… ya da zafer dediğimiz nedir ki?
duyumsadığım
bu süreğen acı, yüzümün yapaylığını mı kanıtlıyor, yoksa gerçekten bana mı ait bu yüz?! hepimiz geçiciyiz ve en büyük cenderemiz de kurumlaşmak! bu yoksunluk içinde doğal ve aykırı olandan bahsetmek nasıl mümkün olabilir ve ne adına? alaşağı edilmesi gerekiyor bütün tanımların. en azından yeniden yeniden sorgulanmaları gerekiyor. nasıl bir yöntemle peki? iktidara ait yapay işaretlerin acımasız, ölümcül taklidiyle ve yine de hiçbirşey beklemeden! çünkü aslolan yolculuk ruhudur,
KAOS GL 34/28
varılacak yer değil. ya da sonuçları değil, süreçleri solumalıyız.
martılar ve tinerci çocuklar demiştim ya; aslında hepsinin adı ölüm. ölüm ve vazgeçmeyiş!!! vazgeçmekten vazgeçmeyiş!… tinerciler! vücudumuzdan dışarı püskürttüğümüz ifrazaatlar! dönüp bakmaya dayanamadığımız yaralar gibi birdenbire karşımıza çıkıyor, kıstırıyorlar bizi! ellerindeki tinerle birlikte ölümü de çekiyorlar ciğerlerine. sanırım hepsi de biliyor bunu. bilmeyenler kadar olsun bilmiyoruz bu intiharın nedenlerini; sezmek dahi istemiyoruz!… istanbul giderek ölümcül bir şehir oluyor. yüzleşmekten, ödemekten kaçtığımız bir hesaplaşma, sonunda ölüm olarak döndü bize işte! her gün yüzlerce martının, denizdeki ve havadaki kirlilikten, suya ve kıyılara, çatılara düşmüş ölü bedenlerine rastlıyoruz. fakat işte yine de terketmiyorlar kendilerini ölüme yazgılayan bu şehri! terkedemiyorlar mı demeli yoksa? bilinç dediğimiz ne?
simdi,
arasıra vapur yolculuğu yaparken atılan simit parçacıklarıyla vapura eşlik ederek, karşı kıyıya kanat çırpan martıları görünce utanıyorum kendimden! bir adam elindeki yanan izmariti fırlatıyor, derken havada, diğer martılarla yarışarak onu yakalayan martının çığlığı, insanların sırıtışlarıyla eve dönüyorum. bok çukuruma!… bu gece tinere başlayacağım! sonra da balkonumdaki ölü martıyı yatağıma alıp otuzbir çekeceğim! sevişmek dediğimiz ne ki?!
istanbul, mayıs 97 ruhi bunalım
TEKZÝP Radikal’in 1 Haziran 1997 tarihli Pazar eki Ýki “Kýsýk sesler yeniden..” baþlýðýyla Ali Kemal Yýlmaz imzalý bir yazý yayýnladý. Gay ve lezbiyenlerden bahsediyor yazý, Lambda Ýstanbul’dan, KAOS GL’den genel olarak olumlu bir yazý. KAOS GL’den bir arkadaþýmýzýn KAOS GL adýna gönderdiði bir yazý da bulunuyor bu sayfalarda. Yalnýz herhalde teknik bir takým durumlardan kaynaklý hatalar var. Ali Kemal Yýlmaz’ýn yazýsýnda, KAOS GL ile Lambda Ýstanbul hakkýnda bilgi verirken, iki grubun ayrý ayrý çýkardýðý KAOS GL ve 100 DE 100 GL adlý dergileri birbirine karýþtýrmýþlar. Ayný sayfada yayýnlanan “KAOS GL” imzalý yazýdan alýntý yapýp, Lambda Ýstanbul!un yayýn kurulunun sözleri gibi yazmýþlar. Bu heralde dikkatsizlik ve özensizlik dolayýsýyla olmuþ bir yanlýþlýk, ama yine de ilgimizi çekti. Dikkatlerimizi çeken baþka bir yanlýþlýk ise KAOS GL!nin anarþist erkek ve kadýn eçcinsellerden oluþtuðunun söylenmesi. Evet grubumuzda anarþist kadýn ve erkek eþcinseller var ama ancak anarþist olmayan kadýn ve erkek eþcinseller de var. Dolayýsýyla KAOS GL’den anarþist bir grup diye bahsetmek yanlýþ bilgi vermek oluyor. Biz bir söyleyelim dedik, bir nevi “tekzip” yani...
BACTERIAL VAGINOSIS? New York’da yapýlan bir araþtýrma ile Bacterial Vaginosis’in (vagina iltahabý) lezbiyen çiftler arasýnda bulaþýcý olduðu ispatlandý. Heteroseksüel iliþkilerde, erkek tarafýn BV bulaþýmýna katkýsý olmadýðý için BV nin “cinsel yolla bulaþan hastalýklar” kategorisinde olup olmadýðý onaylanmamýþtý. Lezbiyenler arasýnda geleneksel cinsel yolla bulaþan hastalýklarýn yaygýn olmamasý nedeniyle, lezbiyen çalýþma gruplarý BV nin cinsel yolla bulaþan hastalýklar skalasýnda yer alýp almamasý hakkýnda yapýlacak araþtýrmada ideal gruplardý. Barbara J. Berger, 103 lezbiyenin vajinal salgýlarý üzerinde çalýþma yaptý. Çalýþma grubunda 29 kiþi BV hastasýydý ve tek eþli 21 çift bulunmaktaydý. Tek eþli grupta BV oraný % 72.7 idi. Çalýþma conucunda BV’li lezbiyenlerin %72 si enfekte olduðu halde, BV’siz lezbiyenlerin partnerlerinde ise sadece % 10 oranýnda enfeskiyon saptandý. Çalýþma sonucunda, BV’nin lezbiyen gruplar arasýnda geçiþimli olduðu ve cinsel yolla bulaþýlabilir olduðu ispatlandý. (BV’nin tedavisi günlük hijyen ve bakterinin türüne göre doktor kontrolünde antibiyotik kullanýmý ile mümkün. Jenital bölgenin her gün hafif sabunlu su ile yýkanmasý gerekmektedir.)
Kaynak : Women’s Health Weekly , 22 Ocak 1996 çeviren: meriç
KAOS GL 34/29
MEKTUP-LAR-DAN ..... Pazar günü de Lambda’nın toplantısına katıldım. Doğrusu kendim gibi insanlarla tanıştıktan sonra kendimi daha iyi hisseder hale geldim. Yalnız, üzüldüğüm ve biraz da hayal kırıklığına uğradığım bir nokta var; toplantıya katılan birçok arkadaşın belirttiği ve benim de kendi gözlerimle gördüğüm, yaklaşık otuzotuzbeş kişinin içinde, kendimi saymazsam, sadece iki lezbiyen arkadaş vardı. Tabii ki toplumumuz erkeği ön plana çıkarttığı içindir ki erkek eşcinseller insanların gözüne daha çok batıyor, daha çok tacize uğruyor ve baskıya maruz kalıyor. Lezbiyenlik toplumda bir ölçüde, gizli kapaklı olması ve kurulu evlilik/ ya da evlilik hazırlığı sürecine engel olmaması şartı ile kabul ediliyor görünümü veriyor. Belki de dışadan sadece böyle görünüyor. Fakat eminim ki lezbiyen arkadaslar da evde ve cevrede gay arkadaslarla benzer sorunlarla karşılaşıyorlardır. Neden o zaman toplantılara ilgi göstermiyorlar? Gösteriyorlar da, bu girişimleri fark edilmiyor mu ? Ya da onlara ulaşılamıyor mu ?.......
Merhaba, herseyden önce senden ve diğer arkadaşlardan cevabım geciktiği icin özür dilerim. Araya iş, dersler ve baska nedenler girdiği için, sana bundan bir iki ay once kaleme aldığım bir mektubu Ayşegül/İstanbul tamamlamadığım için atmadım. Yirmi senedir yazdığım en uzun mektup! Neyse derginiz harika herşeyden önce orada bir araya gelebilmek oldukça casaret isteyen bir konu. Tebrikler! Faaliyetleriniz oldukca güncel, ilginç ve doyurucu. Ama zannediyorum halkın tolerasyonu oldukca sınırlı. Tabii bu zamanla ve egitimle degisebilecek bir olgu. Bana Avusturalya'da para yardımı yapan kuruluşlar varmı, varsa nasıl ilişki kurabiliriz diye soruyorsun. İnan bana burada da devletin ayırdığı para fonu her geçen gün kısıntıya ugruyor. Özel bağışlar ve yapılan satışlardan gelen gelir derken ayakta kalmaya çalışıyoruz. Ben ve kızım Melodi (6 yaşında) Mardi Gras gününe katıldık Size daha sonra fotoğraf göndereceğim. Onümüzdeki günlerde Türk toplumuna yönelik seri programlar hazırlayacağız ve bu Türk Radyosu'nun kanalında yayına girecek. Daha sonra bu programları bir teyp halinde sizlere göndermeyi düşünüyoruz. Şimdilik bu kadar. Evde bilgisayar var ama henuz internette degilim. Çalışmalarınızda başarı dilekleriyle hepinize kucak dolusu sevgiler. Hosca kalın..
Birsen/Avustralya
ARTIK İZMİRLİ LEZBİYENLER VE GAYLER DE TOPLANIYOR!... HER PAZAR SAAT 13:30’DA, TOPLUMSAL ARAŞTIRMALAR VAKFINDA TOPLANTILAR AYIN 20’SİNDEN İTİBAREN BAŞLIYOR YAZIŞMA ADRESİ : P.K. 41 KARŞIYAKA / İZMİR
KAOS GL 34/30
“Yeraltından bir ses duyduk . Bize şeyleşen hayatlar ve mutlukluk üzerine bir şeyler fısıldıyordu.”
Daha siz yokken bile tutunumsuz ruhları hapseden geceler vardı. Her şey boşlukta sallanıyordu, rüzgarın sesiyle o an kutsal tapınaklardan gelen seslerle kesişip beni size götürüyordu. Siz daha şeyleşmemiştiniz; etiniz ve ruhunuz ateşin bir parçasıydı. İşte ben şeyleşmemiş halinizi arıyordum o zaman. Günler yıllar ve aylar geçti. Sizi büyüten cehennem farkında olmadan sizi sonsuz bir sırrın içine çekiyordu. Yutuluyordunuz geceleri devleşen zaman içinde. Yutulurken de hep beni arayın diyordunuz, sanki yutulmaktan korkarcasına. Evet umut çare değildi. Zamanın içinde büyüyen ve büyüdükçe de her şeyi yutan makine gibi, sizi hep bir kenara atıyordu her şey. Her şey denilen şey korkunçtu oradaki aktörler ve figüranlar her şeyi yeni baştan yapmak istiyorcasına sizi benden uzaklaştırıyordu. Siz daha şeyleşmeden önce yargı içeren söylemleri hep yargılamak isterdiniz. Derdiniz ki; "Tarih denen serüveni oluşturan şey yargılardı. Kendim olmam için tüm yargıları yargılamam gerek." Ne güzel de derdiniz gözlerinizle, daha gözlerinizi o cehennem ateşi alıp gitmeden önce. Sahi ben en çok gözlerinizi severdim değil mi? Evet, evet gözleriniz en büyük sırrı saklarmışçasına bana bakardı, uykusuz geçen bir gecenin sonunda, şafak vaktine yakın. Sonra konuşurduk günün ilk ışıklarını selamlarken. Daha sonra siz çay yapmaya giderdiniz ve tarihten kalma demleri ne güzelde içerdik değil mi? İçtiğimiz çayın son yudumunda nasıl da özlerdik o koskocaman yer yatağını. Ama hiç bir zaman sevişmezdik. Bunu siz isteseniz de ben istemezdim. Çünkü korkardım sizi kaybetmekten. Olsun, yeter ki sevimiz büyüsündü. Sahi daha şeyleşmeden önce şeyleşmiş insanların içine girip neden mutluluk verirdi onlara bakmak bize? Sahi çok mu önemliydi bu mutluluk? İnsanlar bizden çok uzaklardaydı değil mi? Mutlu insanlar neden bu kadar mutlu diye birbirimize sorardık. Sonra ıssız sokaklara giderdik; dar, uzun, Rumlardan kalma, bizi tarihe götüren, sidik ve şarap kokan sokaklara. Oralarda şarap ve esrardan başka bir şeyleri olmayan mutsuz insanlarla saatlerce konuşur ve şeyleşmenin dışında kalan bu insanlarla bedenimiz dahil her şeyi paylaşırdık. Hatırlarsanız, ben hap alırdım sizse esrar. Bir zaman sonraysa o dar, uzun sokaklar uzay ve zamana giden sonsuz koridorlar olurdu. Beraberce kurduğumuz galaksiler arası dolaşan o heybetli gemi bizi tutsak olduğumuz zincirlerden kurtarıp bambaşka dünyalara götürürdü. O an zaman içimize ağır ağır işlerken, biz her şeyin dışına çıkardık. Her şey erirdi. Eriyen her şeyse, biz yükseldikçe bizden çok aşağılarda kalırdı. Biz hep masalın içinde zinde çocuklar gibi koşardık, pembe parke taşlarının dışında. Dahası aşağıda kalan ve pembe parke taşlarında dolaşan mutlu insanlara her bakışımızda nasıl da mutsuzluğumuzla varolduğumuzu anlardık. Evet, siz mitolojide kalan duygulu bedenler gibi bana sarılır, vücut ısılarımız dengeleninceye kadar öylece kalırdınız. Çünkü siz entropiye inanıp, işte o denge anında her şeyin biteceğini fısıldardınız bana. Bense soğuk olduğum için, sizden gelen ısı bendeki buzdağlarını eritir, beni sonsuz denizlere salardı. Zaman bir hayli geçti ve korkmaya başladınız, mutlu insanlar gibi. Beni ve o çayın tadını unuttunuz. Dahası bedeninizi o mutlu insanlarla paylaştınız. Esrar ve şarap yerine ince sigaralar ve lüks içkiler içmeye başladınız. Bense hep aynıydım. Sizi sorgulayan bakışlarla uzaktan bakar, o iğrenç insanlarla aranızdaki farkı bulmaya çalışırdım. Ama sonuç hep olumsuz olurdu; şeyleşmiş bir mutluluk. Baş oyuncu ve figüranlarla örülü bir hayatın içinde kaybolan bir benlik. Artık kurtaramam sizi. Sizi kurtarmak için "siz" olamam, şeyleşemem. Çünkü gerçek irade kendi içine döner hep. Zamansa geri dönemez ve sizi olduğunuz gibi görür.
Can Ugur KAOS GL 34/31
Şu dünya iki çift şaşkın gözümüz için bir kara koruluk olunca yalnız, -bir kumsal iki ayrılmaz çocuk için,- ezgilerle dolu bir ev duru sevgimiz için, -seni bulacağım o zaman. Hele yeryüzünde kimsecikler kalmasın bir ihtiyardan başka, sessiz, güzel, “duyulmamış zenginlikler” içinde, -o zaman seninim bütün bütüne. Birer birer yaşayayım tüm anılarını, bir ben olayım seni kıskıvrak bağlayabilen, -o gün boğacağım seni. Çok güçlü olduğumuz an, -gerileyen kim? Çok neşelenince, -kim artık gülünç olan? Çok hayınlaştığımız zaman, -bizi neyleyecekler? Süslenin, oynayın, gülün. Hiçbir zaman fırlatıp atamayacağım pencereden Aşkı.
arthur rimbaud