E Ş Cİ N S E L L E R İ N K U R T U L U Ş U a y n ı z a m a n d a H E T E R O S E KS Ü E L L E R İ D E Ö Z G Ü R L E Ş T İ R E C E K T İ R
HAZİRAN 1997
YIL 3
SAYI 35
İÇİNDEKİLER
KAOS GL SATIŞ NOKTALARI:
derilerin kalınlaşması................................................... 3
ANTAKYA Ferah Kitabevi (Saray Cad.) BALIKESİR Çağdaş Kırtasiye ANTALYA Akdeniz Kitabevi BURSA Can Kitabevi (Heykel) ADANA Püren Kitabevi (Arı Sineması Sk.), Ada Kitabevi (SİEM Dersanesi Karşısı), Kardelen Kitabevi İZMİR Kabile Kitabevi (Konak), Ayrıntı Kitabevi (Alsancak), Ayrıntı Kitabevi (Karşıyaka) DENİZLİ İleri Kitabevi, İSTANBUL Taksim Mefisto, Pandora Kitabevi, Zihni (Kadıköy), Pentimento (Beyoğlu Sineması Pasajı. Bu kitabevinde eski sayılarımızı da bulabilirsiniz) ANKARA Dost, ABC, Bilim&Sanat, İlhan İlhan, İmge ve Doruk (Konur1) Kitabevleri
varolmanın güçlüğü..................................................... 8 james baldwin’le söyleşi............................................... 10 gl kitaplığı..................................................................... 13 sağlık / mantar.............................................................. 14 lugat............................................................................. 16 şu bizim turk-gay’ler n’apıyor alla’şkına........................ 18 paris’ten izlenimler........................................................ 19 sonuna kadar tozpembe............................................... 21 söyleşiler - değerlendirmeler........................................ 23 gay lezbiyen özgürleşme hareketinin tarihi................... 26 mektup-lar-dan............................................................. 29 tekzip üzerine.............................................................. 31
Tüm sayılarımız istanbul ve Ankara İskenderiye kütüphanelerinde, Ankara Kelepir, İstanbul Pentimento’da Bulabilirsiniz
Yaşadığı mekanlara okuduğu KAOS GL’leri götüremeyip, okuduktan sonra imha etmek zorunda kalan arkadaşlar, dergiyi imha etmek yerine bir bankın üzerine bırakırlarsa, dergimiz başkaları tarafından da okunabilir.
e-mail: kaosgl@ilga.org internet sayfamız: http://www.geocities.com/WestHollywood/2884/kaos.htm K A O S
G L
i l g a
ü y e s i d i r .
KAOS GL AYLIK POLİTİK GAY VE LEZBİYEN DERGİSİ HAZİRAN 1997
YIL 3
HER AYIN 20’SİNDE ÇIKAR. B u
d e r g i
K A O S
G r u b u
t a r a f ı n d a n
SAYI 34 YAZIŞMA ADRESİMİZ ¨
y a y ı n l a n m a k t a d ı r .
derilerin kalınlaşması mustafa konur kara geceyi uğuldatan sahteci pırpır yıldızlara kandık ; kurşunlamalıydık onları. teke tek yalnız kalmalıydık kara geceyle. gece, teni karaya boyasın… keşke gezmeye çıkarsaydık ölü bir köpeği geceleyin. bir rock parçasıyla doğrulabilecekken, düşmeyi bilemedik bir kalbin tam ortasına… istanbul’un dolmuşlarında kimse birbiriyle konuşamazdı. düşlerimizdeki şeytanı da hiç öpmedik biz. çok doğum ve ölüm akmıştı teğetimizden ama beceremedik cinselliğimizi fırlatmayı toplumun suratına. aşkı ve devrimi yanyana okuyamadık. belleği tene devretmeliydik oysa ve sadece dudak hatırlamaya beynimizin bir yarısını… küçük hesapları ne de güzel yudumladık bizim sandığımız barlarda. sadece bir daktilo makinası kadar bu dünyalı kalmalıydık. ve hiç sevmedik öfkeyi. öfkeye aşık olmadık. öfkeyle şevişmedik. öfkeyle silahlanmadık…kör olmalıydı o müstehzi bakışlar ! tedbil gezmeliydik. ölebilmeliydik yalnızca tek bir şeyin uğruna. fakat bir peygamberin dinginliği vardı hepimizde…bam bam bam vurmalıydık gözümüzün kesmediğini. bir ortaoyununa benzememeliydi o savaş, ya da bir meddaha, fakat epikçe soyunmalıydık bir kentin tam ortasında…ankara’nın otobüs duraklarında tek sıraya girenleri dürtmeyi unuttuk. nasıl da kurtardık gardroplara asılmış ben’leri güvelerden. biz bir tragedya düzmeliydik bu düzene. mis kokmalıydı yalnızlıklarımız. anamıza babamıza hiç kıyamadık…bize biçilmiş hiçbir kehanete sır vermemeliydi ellerimiz. rüzgarı avuçlayıp ekose bir balık yakalamak hiç aklımıza gelmedi. kazımalıydık bütün parmak izlerimizi, selam olsaydı kanıt bıramazlığımıza… dünyanın öbek öbek dertlisi olmalıymışız. şu izmir’in şen şakraklığına bir dur diyemedik. mektuplardan bir devrim bile çıkaramadık. her adımımızla bir denizi kurtarabilirdik isteseydik toprağın altından. ve ibneler yüzünü birbirine dönmedi hiç…kimbilir kaç sesi es geçtik sokaklarda. götten önce göze bakabilmeliydik hem de göz bebeği karanlığının en dibine. örtülü faşizm yataktaki gibi öpmedi bizi, gün geldi bir baktık, yattığımız yatak olmuş faşizm…su olmamalıydı tenimizi yıkadığımız, gözyaşlarımız dururken. bir sıfatmış insan isim değil. bir şiir okumaya başladık, bitmedi o şiir, aah hala bitmedi… düğün salonlarını basıp günlüklerimizi okumalıydık. her sevişmemiz sonradan denizde bir balık olmalıydı. istesek özgürleştirebilir miydik ben’imizi tanrı karşısında ? metal kentin kedisi olmalıydık… artık aynaya baktığımızda susmuş sözlerimizin ölü kentlerini görüyoruz dillerimizde. sentetik tanrılar gibi. bütün şifreler düzenini kaybedeli çok oldu ; ama çözemiyoruz gözlerimizin lalinde aynada ağlayan çocuğu… kendimizi sisler içinde son kez uğurladık bir tren istasyonundan. sormalıydık kendimize, varlığımız kaç kalibrelik ? herkes göze alabildiklerinin toplamı kadarmış. ve her ibne göze alabildiklerinin toplamı kadar özgürleşebilirdi… ( “nasıl bir eşcinsel hareket ?” tartışmasında herkesin somut laflar ve öneriler beklentisi içerisinde olduğunu biliyorum. “herkes bir şeyler söylüyor ama ortada somut hiçbir şey yok” diye gidip bir duvara tebeşirle yazsanız somut bir forizma yaratmış olursunuz. büyük olasılıkla bu satırlar da aynı eleştiriyi alacak.
bildiğim bir şey var ki, modern insanın zihni, bilimsel metodun yüceltilmesinden yana, ‘ne yapmalı’yı, nereden başlamalı’yı bir bir anlatan hazır reçetelere, eylem haritalarına eğilimli. beynimizin metodolojik düşünmeye şartlandırılmış kısmı, pek öyle sınırlara kurallara gelmeyen düşlerle düşünen kısmını perdeler her zaman. düş görmeden uyanamayacağımızı hep gözardı ederiz. bir de şu somutlama işini hep başkalarından bekleriz. ‘arkadaşıma katılıyorum’ sendromu bu durumun bir görünümüdür. kendi bireysel gerçekliğimizi analiz etmek bir tek bize ait bir eylem olması gerekirken, coğunluğumuz, hep arkadaşlarımıza katılıp başkalarının bizim varoluşumuz için çözümler ve tarifler oluştırmasına boyun eğer ve yaşam karşısındaki kişisel konumumuzun biricikliğiyle değil de, başkalarına katılarak kendimizi dünyayla ilişkilendiririz. ve böylece hayatın ‘nesnesi’ olarak kalırız. halbuki her kişi kendi varoluşu üzerine bir başına oturup düşünmeli, soyut ya da somut bir tasavvuru kendisi oluşturmalıdır. ondan sonradır ki, aynı ortak paydaya sahip bireylerin tasavvurları birbirleriyle birleşerek bir kollektivite yatarılabilir. dünyayı değiştirebilme şansını da belki bu yolla yakalayabiliriz. “nasıl bir eşcinsel hareket?” tartışmasında ‘somut öneri ve çözümlere’ bel bağlayarak yürümeye çalışmak, bugünkü kurgusuyla totaliter olan ‘toplumsal düzenin değişkenlerini kullanarak’ ona nazire yapmaktan öteye geçemeyecektir. oysa bizim, o toplumsal düzeni hepten olumsuzlayıp tam bir antitezini kurgulamamız gerekiyor ilk önce. soru şu olmalı : eşcinseller varoluşlarını nasıl bir dünyada özgürce gerçekleştirebilirler? eşcinseller ‘hangi yolları takip ederek’ bu toplumsal düzende özgür ve mutlu yaşayabilirler ?sorusu tamamen yanılsamadır. çünkü içinde yaşadığımız bu toplumsal düzende eşcinseller hiçbir zaman gerçek anlamda özgür olmayacaklar. “nasıl bir eşcinsel hareket?” tartışması için ilk ağızda söyleyebileceklerimi parantez işaretinden önce okudunuz. ve sanırım hayali, ütopik ve romantik buldunuz. somut hiçbir şey yok içinde. hiç bağdaşamadığım bir durum üzerine kalbimden ve aklımdan geçenler…ayaklarımın yere basmadığı da düşünülebilir, fakat ne yazık ki ayaklarım hiç istemediğim kadar yere basıyor. tek fark, ola ki bastığım yerin mevzisidir. biraz dikkat ederseniz, siz de aynı pozisyonda olduğunuzu görebilirsiniz. kimbilir ta ne zamandan beri yapageldiğim, canımı yakan bir dünyayı masamın bir ucuna koyup öbür ucuna da kendimi oturtarak o dünya ile hesaplaşmaya çalışmak; somut hiçbir şey düşünmeden bana verileni ve biçileni sorgulamak, her şeyden önce bir insan olarak daha özgür bir varoluşun ‘nasıl’ını düşünmek, bunun nasıl engellendiğini anlamaya çalışmak. bu sürecin değişkenleri de düşler, ütopyalar, romantizm ve aklım olacaktı elbette ki. beklentilerdeki anlamıyla ‘somut’ çözümler bulmaya kalkıştığımda ise, her defasında, benim gerçekliğim hiç dikkate alınmadan kurgulanmış yollara girmek zorunda kaldığımı gördüm ve oralarda özgürlüğün esamesi yoktu. gide gele ayrımına vardım ki, özgürlüğe kavuşabilmek yeni bir dünyayı tasavvur etmekten geçiyor. çünkü bize bırakılan biricik pusatlarımız;
KAOS GL 35/3
düşlerimiz, ütopyalarımız ve aklımız… bu süreç halbuki her kişi kendi ayaklarımın çok fazla yere varoluşu üzerine bir basmasını sağladı. eğer başına oturup bir şeyler yapılacaksa, bu yeni dünya düşüne düşünmeli, soyut ya basmalı ve tek kroki de o da somut bir olmalıydı. düşlerin ve tasavvuru kendisi ütopyaların karalanması düşmenin oluşturmalıdır. ondan tuzağına intahar etmekten bir farkı sonradır ki, aynı ortak var mı ki? kısacası, paydaya sahip dünyanın beynimizdeki bireylerin tasavvurları izdüşümünün karşısına, bir yenisini kurgulayıp birbirleriyle birleşerek biz koymadıkça, her bir kollektivite eylemimizin, denize yılana yatarılabilir. dünyayı düşenin sarılmasından başka bir değiştirebilme şansını şey olmayacağına da belki bu yolla inanıyorum. bunların yakalayabiliriz. dışında, bügünkü durumdan yola çıkarak söylemek istediğim ‘somut’ sözler de var tabii ki. öncelikle özgürlükçü eşcinsel hareketi öbür özgürlükçü hareketlerden çok farklı bir dille okumak gerekiyor. birçok özgürlükçü hareket, kendine kurulu düzen içinde nefes alabileceği daha geniş alanlar yaratma ve eşit kılınmadığı çoğunlukla eşitlenebilme eğilimi taşırken, özgürlükçü eşcinsel hareket dünyanın çok farklı bir ülkesinde durmaktadır (daha doğrusu durmalıdır. ama durmamaktadır. dünya geneline bakıldığında eşcinsel hareketin bir şekilde sisteme entegre olma eğilimi taşıdığını biliyoruz. sistemin kurduğu ‘farklı olanı kendi içine çekerek asimile etme tuzağı’ nın kenarında dansa durmak diyebileceğimiz bu durumun belki bazı dönüştürücü etkileri de olabilir. fakat kendinden, varoluşundan taviz vermek kaçınılmazdır). eşcinsellik de birçok açıdan, düzenini reddettiği öbür oluşumların yanında durmaktadır, ama aynı zamanda onlardan çok çok farklı bir çoğrafyadadır. şöyle bir soru sorabiliriz : neden eşcinsel özgürlükçü hareket diye bir olgu var ortalıkta ? bunu kendini eşcinsel olarak tanımlamış insanların varoluşlarını özgürce gerçekleştirememeleri, baskılanmaları, boğazlarının sıkılması, nefes alamaz hale getirilmeleri, gettolara tıkılmaları biçiminde kabaca yanıtlayabiliriz. (özgürleşebilmek için salt eşcinsellerin özgürleşmelerinini yetmeyeceği, insanlığın topyekün zincirlerinden arındrılması gerektiğini geç de olsa anlamaya başladık…mı acaba?) cinsel yönelimlerinden dolayı eşcinsellerin boğazı sıkılıyor, yaşamın bütününün dışına itiliyorlar. bu durumun tek nedeni sadece kendi cinsini tercih ediş olmasa gerek. bu tercihin yaratacağı sonuçlar baskının asıl nedeni olmalı. eşcinsellerin boğazını sıkan özneyi iyi tespit etmek gerekli : tek tek bireyler, türkiye devleti yada herhangi bir devlet veya toplum, tek başına din kurumu ve ideolojileri değil, fakat tüm bunları çemberinin içine alıp yapılarını, karakterlerini, mentalitelerini belirleyen ; özünü ve işleyişin mantığını bireylerin benliğine, devletlere, toplumların egemen ideolojilerine, din kurumuna kopyalayan ; bu yolla kendisini sürekli yeniden üreten ; hepimizin bir parçası olduğumuz ; varlığını ise devlet denen kurumla ve içinde barındırdığı her unsura ilk günden beri uyguladığı sosyalizasyon mekanizması ile benimsettiği, öğrettiği, haklılaştırdığı ve
KAOS GL 35/4
zamanla uygulayıcısı durumuna getirdiği faşizan ve totaliter ilişkiler sistemi ile ortaya koyan, yabancılaşmaya dayalı “kurulu düzen”in ta kendisi ve bütünüdür o özne. devleti bir baskı aygıtı olarak kullanan “kurulu düzen” kendisine efendi/köle ilişkisini esas almıştır. insanın insanı sömürdüğü, yöneten/yönetilen ayrımına dayalı, baskıcı, cinsiyetçi, totaliter, tek tipleştirici, yabancılaştırıcı bu düzen, ataerkil toplumun ortaya çıkışıyla siyasal pratiğin toplumun bütününden ayrılıp devlet kurumu içine aktarılmasından bu yana, devlet aygıtının bulunduğu her toplumsal sistemde tek başına egemen ilişkiler sistemidir. bilindiği gibi her sistem, sürekli kendini yeniden üreterek, otonom bir seyirde varlığını sürdürme eğilimi taşır. bunu gerçekleştirebilmek için, bütün mantığını bünyesinde taşıyacak araçlar (alt sistemler) geliştirir. bizim söz konusu sistemimiz de kendisini yeniden üretebilecek ve bunun yanında sadık, güvenilir, yıkılmaz bir fedai, bir bekçi görevini de üstlenecek aracını en başından oluşturmuştur : “çekirdek aile”. düzenin ayaklarını oluşturan her çekirdek aile, son tahlilde bir ‘devletçik’ tir. beden ile hücre arasındaki ilişki düzen ile çekirdek aile arasında da vardır. kurulu düzen, çekirdek ailenin yapısına ve benliklerini söküp çıkardığı bireylerine kendini öyle bir kopyalamıştır ki, hem kendinden başka bir düzenin olabileceği hayalini silmiş hem de varlığına kastedebilecek her türlü tehdidi henüz doğuş aşamasında bertaraf edebileceği bir önlem almıştır. çekirdek ailenin işleyişini biliyoruz. temel işlevi, kurulu düzene hayat vermek, kan pompalamak, koruculuğunu yapmaktır. ikiyüzlüdür. faşizandır. özgürlükçü değildir. şiddet üretir. çekirdek ailenin bu yazıyı en çok ilgilendiren özelliği ise tözünü heteroseksizmin oluşturmasıdır. ataerkildir. cinsiyeti tırnak içinde “erkek”tir. kadınlık ve erkeklik tanımlamaları, düzenin ihtiyaçlarına göre kesin sınırlarla belirlenmiştir. insan doğası bir tarafa itilip cinsiyetler birer toplumsal role indirgenmemiştir. bunlar, seksin yaşama biçimleriyle birlikte, düzeni ayakta tutacak toplumsal ritüeller bütünü olarak ortaya konur. çekirdek ailenin her bireyi üzerine düşürülen rolerin aktörü olarak görevlendirilmiştir. sistem, tanımladığı cinsiyet rollerinin dışına çıkabilecek olanlar için ise son derece acı yaptırımlar kurgulamıştır. ve bu yaptırımları uygulama görevi de yine bireylere verilmiştir. sistem bu süreci kullanarak sürekli kendi sağlamasını alır. öte yandan çekirdek aile, sistemin devamlılığını sağlayacak neferlerin yetiştirildiği bir merkez görevi de görür. sistem için oldukça hassas ve hayati bu kurgu karşısında eşcinsellerin konumu ne peki ? o toplumsal cinsiyet rollerinden uzakta, farklı bir oluşuma meyleden eşcinseller, kurulu düzen için amansız bir virüs, bir kanser hücresi ve en ciddi tentidlerden biridir. doğal hayatın kendiliğindenliğine asla tahammülü olmayan ve kendi yaşamsal gereklerine göre doğanın üzerinde hükümranlık kurmaya çalışan sistem için, eşcinsellerin doğalarından gelen farklı yönelimler de başedilmesi gereken kendiliğinden bitmiş otlar gibidir. (insanlığın tarihsel olarak birlikte yarattığı bir sistem bu. fakat zamanla kendi otonom işleyişini kazanarak insanoğlunu boyunduruk altına alan bir düzen çıkmıştır ortaya ; özellikle iktidarın az sayıda odaklara devredilmesiyle). eşcinsel varoluşun “egemen sistemin özüyle” bir alıp veremediği var. yoksa baskının ; devletin, kişilerin, dinlerin, iktidar sahiplerinin, toplumların “kusur”larından geldiğini sanmak, sistemin hedef saptırmak için kurduğu tuzağa düşmekten başka bir şey değildir. özgürlükçü eşcinsel hareketin bakışlarını yönelteceği yer sistemin kendisidir. ve
konsept de, özgürlüğün bütün insanlığın elinden alındığı gerçeği üzerine oturmalıdır. kurulu düzen, en sağlam bekçisi çekirdek ailenin bile başa çıkamadığı, hatta bu bekçinin temeline dahi tehtid yöneltmiş eşcinsel varoluş ile nasıl mücadele edecek ? sistem, tehlikeyi yok saymayacak kadar zekidir. onu yok etmeye yeltenmeyecek kadar da cin fikirlidir. yok etmeyi düşünmes bile. kendi işletyişine ve varlığına da çok büyük yararlar sağlayacak başka bir yolu seçer : eşcinsel varoluşa yaşam hakkı tanır. fakat gettolarda. sistem eşcinsellerin kendi gettolarını oluşturmalarına izin verecektir. hatta yardımcı olacaktır. bu sayede, baskı altına alınmışların bir nebze rahatlaması sağlanacak, bu arada el altında tutulmaları, göz önünde olmaları ve denetlenebilmeleri de mümkün olacaktır. gettolar, aşırı basınçtan oluşabilecek tehlikeli istimin dışarı atılabileceği birer sübap görevini de yerine getirecektir. oralarda rahatlanacaktır. ihtiyaç duyulan ilişkiler (minimum düzeyde) oralarda kurulacaktır. gettolar yaratmanın ardından, sistem gülümseyen maskesini kuşanarak ikinci planını uygulamaya koyar : rüşvet vermek. boğulan gırtlaklarını gettolarda biraz soluklandıranlara şunu söyler : “şimdi bırak bu özgürlük mözgürlük triplerine girmeyi. istemediğin kadar çok özgürlüğü ben sana verebilirim, eğer benim çizdiğim yoldan gidersen. basamaklarımda tırmanmaya başla. piramidimde en güzel yerler seni bekliyor. bütün mutluluklara ulaşabilirsin. kendine bir statü edinmeye bak. desteğimi eksik etmem. mutsuz olanlar, kusurlu, beceriksiz ve aklını kullanamayanlar. benden olursan kimse dokunamaz da sana. sana sağlayacağım statüler seni korur. bir bana uyanlara bak, bir de uymayanların haline…” oldukça cazip bir teklif öyle değil mi ? tehlikeyi, kendine baş kaldırmayacağı, kaldırmaya kalkarsa zarar göreceği bir pozisyona çekmeye çalışıyor sistem. karşılığında ise kendi düzeni içinde her bakımdan rahat bir yaşam vadediyor. bunun hediyesi de pek pahalı sayılmaz, benliğinizi kapının dışında bırakmanız yeterlidir. kapının ardında ise herkesi rahatlıkla baştan çıkarabilecek kurgulanmış yapay mutluluklar sunulmuştur. ama bilesiniz ki, size sunulacak nefes sadece bir tutamdır. düzen bu yöntemle kitleleri değil, tek tek bireyleri hedef alır. çünkü tek bir bireyin bilincini denetim altına almak, düzenini karşısında aynı ortak paydaya sahip olanların biraraya gelip örgütlendiklerinde oluşacak kollektif bilinci denetim altına almaktan daha kolay ve köktencidir. insanları birbirine kışkırtır, kıskandırır, yarıştırır, haset kültürü yaratır, birbirlerinden korkmasını sağlar, ulaşılması gereken mutlulukları tanımlar ve benimsetir, en baştan çıkarıcı silahı olan parayı kullanır. kişiyi bir nesne haline getirir. yaşamın öznesi olmaktan çıkarır. kişilerin bir diğerine kışkırtılmasıyla örgütlenebilme olanaklarının da önüne geçilmiş olur. atomize olmuş bireylerin tüm bilişsel pusatları ellerinden alınır. sistem bu rafine yöntemlerle üstesinden gelemedikleri için ise oluşturduğu baskı kurumlarını kullanır. bu seyirdeki efendi/köle ilişkisinde, efendi olan egemen, fırsat bulduğunda kendini yeniden özgür kılmak isteyecek olan köleyi sürekli boyunduruğu altında tutabilmek için gitgide yöntemlerini geliştirmesi gerekecektir. köleyi zincire ya da prangaya vurmak en kaba ve verimsiz olanıdır. daha gelişkin yöntemler ise efendi/köle ilişkisinin kölenin gözünde meşrulaştırılmasını sağlayacak olanlardır. köle zaten kendi iradesinden (kültürel varlığından/kimliğinden) efendisinin iradesi karşısında feragat etmiş, onun tarafından canı bağışlanmış ve böylece fiziksel varlığını sürdürme olanağı elde etmiştir. efendi/köle ilişkisi fiilen kurulduktan
sonra ise, iki taraftaki dünya geneline insan kendi eşcinsel topluluklarındaki etik bakıldığında anlayışın (mitolojik hayat hareketin bir şekilde açıklamalarının) devreye sisteme entegre olma girmesiyle bu ilişkiyi taşıdığını haklılaştırırlar. (daha eğilimi biliyoruz. sistemin ilkokul sıralarında bize anlatılan, vehbi koç’un kurduğu ‘farklı olanı limon satarak zengin kendi içine çekerek olduğu mitolojisi, asimile etme tuzağı’ efendilerimizi meşrulaştırmak için nın kenarında dansa yaratılan mitolojilerin durmak bize özgü belirgin diyebileceğimiz bu örneğidir.) bu durumun belki bazı meşrulaştırma, kölenin kölelikten kurtulma şansı dönüştürücü etkileri de azaldıkça yoğunlaşır. olabilir. fakat sonunda köle kendinden, konumunda olan, taviz efendinin görkemi ve varoluşundan azameti karşısında ona vermek kaçınılmazdır hayranlık bile duymaya başlar. baskı sürdükçe, ilişkiyi bozma çansı azaldıkça, köle “celladına aşık olur”… insan beyninin bu şekilde dumur uğratılabilmesi ve o rüşvet mekanizması birleşince düzen fedailerini yaramış olur : iki dilş bilen, iyi eğitimli, muhtemelen bir reklam ajansında çalışan, spielberg'in son filminin hasılatından haberdar, sol entarili gazeterin takipçisi, festival tüketicisi, tarot falından da iyi amlayan, dale garneige'yi okuyan postmodern, cemiyet kulüplerine üye, milliyetçi duygulara da sahip, ekonomik derdi olmayan, kendini son derece kontrollü deşifre eden, eşcinsel barlarda müstehzi bakışlarını takınan, kapıcısını azarlayaralk kendini meşrulaştırmaya çalışan, hafta sonu gazetesinin kim nerede nasıl sayfalarına abone, eşcinsel luşumlara acıyarak bakan, konformist, kaypak, steril bir hayat süren, 'tedbirli hayat uşakları'…aslında pek sevimlidirler. hoşsohbetdirler bile denilebilir. dünya ile pek bir dertleri yoktur: erbakana fena halde kıl olurlar, beyoğlu'ndaki selpakçı çocukların üzerlerine üzerlerine gelmeerinden fena halde işkillernirler, köyden kente geçenlerin kentin nasıl da içine ettiğine hayıflanırlar, belediye taksime cami yapmasın diye toplantılara gittikleri bile olur, "kahretsin, şu bodrum da tatil yapılacak yer olmaktan çıktı artık, mykonos'a gitmek de çok pahalı…", "ya bu gay barlara niye bu kadar çok straigt geliyor, işleri yok mu ?", "heteronun en iyisi ipte kurusun derisi"… yaşamla ilişkileri yukardaki profile uygun bir eksende seyredenler, sistem için hint kumaşından daha değerlidir. burada bir parantez açıp, bu ülkede yaşayan eşcinsellerin çogunluğunu yukardaki tipolojiye uyanların ve tam uymasa bile o yöne yol almış, dünya ile ilişkileri genelde anüsleri dolayımıyla biçimlenenlerin oluşturduğunu söylersem fazla mı ileri gitmiş olurum ? pek sanmıyorum… tabiki hiç kimse dünyaya aynı gözlükle bakmak zorunda değil. fakat, "herkes dilediği gibi yaşamak özgürlüğüne sahiptir" yaklaşımı, düzenin işleyişini bulandırmak, kurgulanmış yapay mutluluklara tamah etmenin özgür irade ile yapılmış bir seçim olduğunu düşündürmek, özgür iradesinin bireyin elinden alındığını gizlemek ve yeni bir "bilinçaltı kurgulamak" için kullanılan bir araçtır. yaşamla ilişkisini, kendi toplumsal konumunun biricikliği dolayımıyla kuramayan insan "yanlış bilince" hapsolmuş insandır. kendi
KAOS GL 35/5
toplumsal gerçekliğine kendi elleri ile müdahele edemeyen insanın özgür iradesinden yada seçme özgürlüğünden söz edemeyiz. kendisine sunulan sınırlı ve gerçekte birbirinin aynı alternatiflerden birini var oluş biçimi olarak giymeye çalışır ancak. özgürlükçü eşcinsel hareketin diğer özgürlükçü hareketlerden farklı bir dille okunması gereğine dönersek ; öbür özgürlükçü oluşumlada, kendi doğalarından gelen bir farklılığın, sistemin temeli ile çatışması ve tehdit oluşturması gibi bir durumun pek söz konusu olmadığını söyleyebiliriz. oysa eşcinsel varoluşun doğası, doğayı boyunduruğu altına alan sistemin tam da özüyle bağdaşmamaktadır.
aynı cinsten iki kişinin cinsel edimlerinden öteye geçmiş ve bir kimlik halini almaya başlamış olan eşcinsel varoluş, sistem tarafınfan üretilmiş konfeksiyon kimliklerin dışında, genelden farklı bir varoluş biçiminden türemiş, dönüştürücü ve devrimci öze sahip bir kimlik biçimidir. ve bu kimliğe sahip kişi, varoluşuna kasdetmeye kalkan özne ile birebir karşı karşıya kalacak, eşcinselliği bir edim olmaktan çıkıp politik bir duruş halini alacaktır.(daha dorusu almalıdır…) kurulu düzen, karşısına bir düşman olarak çıkmaya başlayan eşcinsel varoluş ile mücadele ederken dokunulmazlığını ve biricikliği aldatmacasını kullanacaktır. bilinçlerimize yerleştirdiği alternatifsiz olduğu yanılsaması düzenle mücadelede karşılaşılacak ilk engeldir. organik bir muhalefeti engelleyen hayya gerçekleşemeyeceğini düşündüren bugüm içinde yaşadığımız kültürel ortamda, bizim yapabileceğimiz en devrimci eylem, bambaşka bir dünyayı ve ilişkiler sistemini düşlemek, yeni bir toplumsal varoluş biçiminin ütopyasını geliştirmek ve alternatifi olmadığını iddia eden düzenin karşısına bunu çıkarmaktır. sistemi en sarsacak edim, onun antitezinin mümkün olduğunu kanıtlamaktır. nbiricikliğini kendine kalkan yaparak korunan sistem bu yolla insanı özgürleşim düşüncesinden
KAOS GL 35/6
uzaklaştırsada ve 'özgürlükçü insan özü' yokedilmiş gibi gözükse de , insan bugünkğünden farklı bir dünya tasavvur etme potansiyelini hala taşımaktaıdr. çünkü birçok araştırma gösterir ki en baskıcı dönem ve yönetimlerde bile insan hçbir zaman tam olarak yalnızca " sosyal boyutu"na indirgenememiş insanal yanını daima korumuştur. bu bağlamda, kutsal kitaplardaki cennet vaadini de insanın özgürleşimden hiçbir zaman tam olarak vazgeçmediği biçiminde okuyabiliriz. insan, ne kadar örselenirse örselensin özgürleşme tutkusunu hep taşıyor. yeterki içinde yaşadığımız durumun "tarihsel" ve "geçici" olduğunu bilelim… somut çözüm beklentisine çekince ile yaklaşmamın nedeni de tam da bu noktada. bugünkü düzenin içinde de birşeyleri değiştirerek özgür olunabileceği düşüncesi, sistemin kurduğu tuzaktan başka bir şey midir ? bu doğrultudaki adımlar insanı esaret altına alan düzenin hastalıklı değişkenlerini kullanarak atılmayacak mıdır ? halbuki yapılması gereken tüm bunları, düzenin tamamını bir kenara itip yalnızca insan doğasının değişkenleri ile yola çıkarak yeni bir dünya düşlemektir. kullanabileceğimiz en etkin yöntem de sistemi deşifre etmek, bir perdenin ardında tuttuğu gizil bilgisine ulaşmaktır. böylece "bilinir" ve "görünür" hale gelecek olan düzenin kafalarımızı dumura uğratan izdüşümlerinden sıyrılmamız da mümkün olacaktır. sistemi değiştirecek pusatları yine onun bilgisini kullanarak yaratabiliriz. ve bu süreci de "kişinin kendi ben'ini oluşturması" olarak okumak doğru olacaktır. aksi halde, ben'imizi oluşturup ortaya koymadıkça, 'çemberin dışında mı yoksa içinde mi olmak' kısır döngüsünde takılıp kalacağız. oysa bizzat çemberin kendisi ve neden varolduğudur sorgulannması gereken. sizi bilmem ama, ben, bir yanda sistemin nasır tutmuşluğunu diğer yanda da eşcinsel varoluşun dünya genelindeki ve özellikle türkiye'deki hazin durumunu ciddi biçimde sinirlenerek farkettikçe, zihnimi bu sistemin tamamen dışına çıkarıp, yeni birşeyler düşlemekten başka bir yol bulamıyorum. kimbilir, belkide yanlış yapıyorumdur… türkiye'deki eşcinsel varoluşun durumuna da değinmeliyiz. bizim ülkemizde, "ben eşcinselim" diyenlerin çoğunluğunun cinsel ilişki sırasında kendi cinsiyetlerinden bir partneri tercih etmelerinin ötesinde birşeyleri ifade etmek gibi bir dertleri olmadığını biliyoruz. onlara göre eşcinsel edim ile eşcinsel kimlik birbirine eşit. bu çoğunluk ; uzlaşmacı, özgürleşmeyi ekonomik rahatlıkla açıklayan, daracık sınırlarına itieraz etmeyen, hatta bunların farkına bile varmayan, acı çeken ama bu acının kaynağını yanlış yerlerde arayan, dğnya ile tek derdi eşcinselliğini rahatça yaşamak olan, sistenin rüşvetiti seve seve almış, ben'ı yitmiş, kalın derili, sorgulamayan, hayatı anüslerinden ibaret sdayan ; ama itilmiş, sıkıştırılmış, bir tutam nefesi yaşamak sananlardan oluşuyor. bu hepimizin malumu. eşcinsellern benliklerinin yutulması, daracık sınırlarını farketmeyip bununla savaşmalarının da beyinlerin dumura uğratılarak engellenmsi, ele geçirilmeleri, gettolara hapsedilmeleri, kendilerine sunulan bir tutam nefese razı olup yapay mutluluklara ram olmaları, sistem tarafından eşcinsel varoluşa atılmış en büyük kazıktır, hem de eşcinsellerin gönül rızasıyla. ve düzenin zaferidir. bugünkü ortamda, çoğu eşcinsel farkında değil ama, sistem ile eşcinsel varoluş arasında olup bitenler bu şekilde seyrediyor. ayrıca türk toplumunun şizofrenisi eşc,insellerin paydasında da bulunuyor. sistem, eşcinsel oluşumu dumura uğratmakta öyle başarılı olmuştur ki, o çoğunluğu oluşturanlar, örgütlenmeye çalışanlara acıyarak bakmaktadır. kişiyi kişiye kırdırmaktan başka bir işe
yaramayan dedikodunun, kıskançlığın, hasetin ve bunların türevlerinin, eşcinseller arasında daha fazla görüldüğünü söylersem yine mi ileri gitmiş olurum ? olması gerekenleri bir yana bırakırsak, eşcinseller de bu dünyalı oldukları için, insaoğlunun bütün düşkünlükleri, zaafları onlar için de geçerli. fakat bu dünyanın dışına itilmeye çalışılan eşcinsellerin daha uyanık olmaları gerektiğini düşünmek doğru değil mi ? kendi çıkarları açısından… birilerini illaki belli bir pozisyona çekmek işe yarar değil tabiki. o halde "kalan sağlar"a çok iş düşüyor. olabildiğince çok k,işinin kendi ben'lerini yaratabilmekeri ve yaşama tam da durdukları noktadan bakabilmeleri için çok yol katedilmeli. kendisi ile barışmamış, hala saklanan ve farklı duygularından sadece kendisi haberdar eşcinseller için de birşeyler yapılmalı, bu belki de ilk yapılması gereken… ülkemizdeki eşcinsel oluşumun bugünkü durumu göz önüne alındığında tartışma sorusundaki" hareket" sözcüğünü biraz erken kullanılmış buluyorum. bir hareketten söz etmeden önce, türkiye'deki eşcinsel oluşumun kendisine yönelik katetmesi gerekn epey yol var gibi : her eşcinsel öncelikle kendisine şu soruyu sormalı : "ben neden sadece ve sadece kendi cinsimden hoşlandığım için reddediliyorum ?" bunun yanıtı herşeyin yanıtıdır zaten. dünyaya baktığımız gözlüklerimizi de değiştirmemiz gerekir. yanıtı en önemli olan soru ise şu : "eğer eşcinsel olmasaydım yine de bu dünya ile bir derdim olur muydu ?" bu soruya yanıtı evet olmayanlar, eşcinsellerin tek başlarına özgürleşemeyeceklerini hiçbir zaman anlayamayacaklardır. yine herkes, kendisine biçilmiş kaderle yetinip yetinmeyeceğine karar vermelidir. yetinmeyecekse dünyayı oluşturan bütün değişkenleri sorgulamalı, düzenin bilgisini ele geçirmeye çalışmalıdır. düzene tutunmaya çalışmak yeni gettolara hapsolmaktan başka bir işe yaramayacaktır. böylece ortaya çıkacak resimden ; bilimin eşcinselliğin kökleri üzerine yaptğı hummalı araştırmaların, sistemin kendi alt sistemi olan bilimöi kullanarak " ben nerede yanlış yaptım da bunlar karşıma çıktı ?" sorusuna yanıt aramak için yapılıp yapılmadığını ; psikiyatrinin hastalıklı bir topluma entegrasyon sürecindeki işlevini ; hepimizin gittiği eşcinsel barların/mekanlarıon gerçekten eşcinseller ait yerler mi yoksa yaşdığımız yoğum yabancılaşmayı farketmeizi engelleyen ve içimizde biriken öfkeyi/örselenmişliği dışa vurabileceğimiz, sistemin gözetimi ardındaki soluklanma adacıkları mı olduğunu daha iyi anlayabiliriz. "nasıl bir eşcinsel hareket ?" sorusu aynı zamanda biraz yanlış sorulmuş gibi. öncelik örgütlenmede olduğu ve türkiye'de de gereken örgütlenme henüz sağlanamadığı için " hareket " yerine " örgütlenme " demek daha doğru olmazmıydı : biz, osmanlı ile sanal gerçeklik arasında sallanıp duran kendi iç dinamikleriyle hiçbir değişim geçirememiş, hep büyükleri tarafından bir yerlere sürüklenen, organik bir muhalefet geliştiremeyen, aptallaştırılmış, kişiliksizleştirilmiş bir toplumda yaşıyoruz. ve böyle bir toplumsal kültürel ortamdaki en büyük imkansızlıkların başında örgütlenememe sorunu geliyor. eşcinseller de bu kültürel ortamdan payını almış durumda. bireyleri, ortak çıkarları etrafında biraraya getirecek organik örgütlenmeler ancak kimliklerin ve ben'lerin oluşumuyla mümkün. örgütlenebilmenin önündeki en büyük engel de yasalar değil, beyinlerimize örülmüş duvarlardır. türkiye'deki eşcinsel oluşumun en büyük handikapı örgütlenip bir organizma özelliği kazanamamasıdır. "hadi toplanalım" heyecanaı ile bir araya gelen ama sonra ne yapavaklarını bileediklerinde dağılıp giden eşcinsel oluşumlar türkiye'de revaçta. bu gidişatı yıkmak ise belli bir bilinç seviyesine ulaşabilmekten geçiyor. bu olsaydı, ne
örgütlenme sorunu yaşanırdı ne de bu sayfalardaki tartışmaya gerek kalırdı. türkiye'deki eşcinsel varoluş, kendini tanımlayıp "muhalif bir alt kültür" durumuna da gelebilmeli ve kendi kurumlarını oluşturmalıdır. fakat sistemin tanımladığı anlamda bir alt kültür durumuna düşmemlidir. yani, yabancılaşmanın fark edilmesinin engellendiği, örselenmişliğin/öfkenin ve sisteme duyulan husumetin dışa vurulup rahatlandığı, başat kültürün içinde sadece "kişi" kimliği ile yaşanmasını sağlayan, birey olmaktan alıkoyan, sistemin gözetimi altında tuttuğu, içinde uslu uslu yaşanacak, hayatın bütünlüğünün dışında duran, sadece yaşamın tortuları ile yetinilen bir alt kültür adacığı olmamalıdır bu. eşcinsel varoluş tarafından bugünkü toplumsal sistemin bir alternatifinin kurgulanabieceği, politik, kendini yeniden üreten, üreteceği sözü sistemin içinde dolaşıma sokabilecek, toplumun ikiyüzlülüğünü suratlara vurabilecek, iktidara karşı hakların kazanımı içim savaşacak, ayaklara basan, eşcinsel varoluşa yönelik kurumlarını oluşturacak, heteroseksüellere ve biseksüellere düşmanca bakmayacak, insanlığın ancak topyekün özgürleşebileceği bilincine sahip, bütünün içinde ama ona muhalif, uyanık, türkiye'deki eşcinsel varoluşta bilinç dönüşümünü sağlayacak, kendini eşcinsel olarak tanımlayan herkesi biraraya getirebilecek, organik bir aly kültürden bahsediyorum. böyle bir örgütlenme gerçekleşmedikçe, herkez yüzünü bu yöne çevirmedikçe (beni totaliter davranmakla suçlayabilirsiniz…) gerçek anlamda "özgürlük" bir zaman sonra, kullanılmayan sözcük olacak belki de… bu kadar lafı burada keserken son olarak şu : niyetimde hiç yer almamasına rağmen düşündüklerimi didaktik, bazen saldırgan, biraz asık suratlı, yer yer sıkıcı, hafif tepeden bakan, arasıra ukala, beki de biraz indirgemeci bir söylemle ifade etmiş olsam da, siz yine de bütün sözlerimi tek solukta çıkmış bir bağırma olarak alın lütfen. ve kendini eşcinsel olarak tanımlayan herkese içimde bir türlü duramayan bir soruyu sormak istiyrum : "siz gerçekten birbirinizi seviyor ve saygı duyuyormusunuz ?" bu soruyu da nasıl almak istiyorsanız da öyle alın lütfen…) mustafa konur
KAOS GL 35/7
VAROLMANIN GÜÇLÜĞÜ emre
1800 'lerin
j e a n c o c t e a u
sonlarına doğru Avrupa'nın büyük şehirlerindeki eşcinsel topluluklarda heteroseksüel dayatmalara karşı kollektif bir bilinç oluşmaya başladı. Aşağılanmalara ve ayrımcılığa maruz kalan eşcinsel bireyler, artık bunları sineye çekmek yerine bunlara karşı çeşitli yayın organlarında tepkilerini dile getiriyorlardı. Yirminci yüzyılın başına gelindiğinde ise bu toplulukların ve bazı eşcinsel bireylerin söylemek istediklerinin birçoğunu estetik düzeyde ifade eden etik ve estetik kaygılar sonucu bir araya gelmiş sanatçı ve düşünür grupları oluşmuştu. Bu grupların en bilinenleri Londra'daki Bloomsbury grubu ve Paris'te Jean Cocteau'nun çevresiydi. Adını birçok üyesinin yaşadığı, Londar'nın bir semtinden alan Bloomsbury grubu, Oscar VVİlde'ın davasından yaklaşık on yıl sonra toplandı. Grubun üyeleri cinsel tercih olarak eşcinselliği veya biseksüelliği benimsemişlerdi. Bloomsbury Grubu, üst sınıf kökenli sanatçıların oluşturduğu "Britanya ruhu"na şüpheyle bakıyor, Viktoryen ahlak ve monarşinin asık çehresiyle alay ediyordu. İçinde E. M. Forster, Lytton Strachey ve Virginia VVoolf gibi yazarların, Dora Carrington, Vanessa Bell gibi ressamların olduğu Bloomsbury
KAOS GL 35/8
grubu, yirminci yüzyılın ilk yarısında ingiliz yazın ve düşünce dünyasını oldukça etkiledi. Paris'te ise hiçbir akıma bağlanmayan Jean Cocteau ve çevresindeki genç bohemler dışa kapalı bir yaşam sürüyorlardı. Paris'in en renkli simalarından olan Jean Cocteau avukat bir baba ve ölümüne dek onunla yaşamış "sanatsever" bir annenin -kısaca, zengin bir ailenin- oğlu olarak 1889'da kentin yakınlarında Maisons-Lafitte'de doğmuş. 1913'te Paris müzikhollerinde caz müziği çaldığı sıralarda dostu, Rus balesinin kurucusu Emprezaryo Serge de Diaghilev'e kendisine gerektiğince değer vermediğine dair sitem ettiğinde aldığı "Jean beni şaşırt" cevabına karşılık verircesine, kendi deyimiyle "kaleideskopik bir kişilik" olmuş; şair, roman yazarı, oyun yazarı, denemeci, ressam, senarist ve film yönetmeni olarak ilk romanı "uçarı Prens"ten (1910), son filmi "Orfeus'un Vasiyeti"ne (1960) kadar durmaksızın üretmiştir. "Ben her zaman gerçeği söyleyen bir yalanım" diyen Cocteau, sık sık herkesi taklit etmekle suçlanmış, buna cevabıysa -her zamanki oyunculuğuyla- "kimsenin bir 'kendisi' olmamalı" olmuş. Oyuncu Cocteau belki de en fazla edebiyat eleştirmenlerini, tarihçileri ve psikanaliz amatörlerini şaşırtmıştır, ilk basımı 1928'de Cocteau'nun yakın dostu Maurice Sachs tarafından -21 adet ve anonim olarak- yapılan 1925'lerde bir yeniyetmenin eşcinselliğini keşfinin anılarını anlatan "Beyaz Kitap", kütüphanelere onun adıyla kaydedilmiş, Bütün Eserleri'nin basımına dahil edilmiş olsa da hiçbir zaman Cocteau tarafından resmen sahiplenilmemiştir. Okuyanları büyüleyen kitap, bir "suç ortaklığı" zincirinin oluşmasına da neden oldu. Eline geçirenler kitabı kopyalıyor, elyazması sayfaları okuması için bir başkasına gönderiyordu. Böylece ender olanı bir suç olarak mahkum eden ve insanların eğilimlerini
yeniden biçimlendirmek zorunda bırakan bir topluma karşı belli bir tarzda direnişte bulunuyorlardı.
Bu yarı-kurgusal homoerotik yeniyetmelik anıları bir çocuğun eşcinselliğinin, bununla birlikte toplumun baskılarının, kuşatmalarının farkına varışını ve toplumun birey olarak ona yüklediği suçluluk duygusunun onu sürüklediği çıkışsızlıkları anlatır. Kitaba Fransa'da yarı-gizli parlemento belgeleri için kullanılan adı -Beyaz Kitap- vermesine gelince, bu, kimilerince toplumsal ikiyüzlülüğe ve baskılara rağmen varolan bir durumu belgeleme isteğidir, kimilerine göre ise bir tür savunma ve meşrulaştırma belgesidir.
topladığı sanatçılarla birlikte, sağlam duvarlar arasında bohem bir hayat yaşadı. Ancak bu "zaafının" bilincindeydi ve dile getirmekten çekinmedi. Yazdıklarıyla, çizdikleriyle kendini ve toplumu sorguladı. Eşcinselliğinin en açık ifşası ise hiçbir zaman resmen sahiplenmediği ama diğer basımlarını desenleriyle süslediği yarı özyaşamöyküsel, homoerotik öykü Beyaz Kitap oldu. Bu kitabı sahiplenmemesi ise kimilerince içinde bulunduğu çevredeki saygınlığını göz etmeyi amaçlayan bir ikiyüzlülüğe, kimilerince o sırada hala hayatta olan annesini üzmeme isteğine, kimilerince de (ki bence de) hem kendisi hem de okuyucularıyla oynadığı bir oyuna bağlanmıştır.
izmir, 16 Temmuz 1997
Beyaz Kitap, Fransa'da cinsellikle ilgili kitapların oluşturduğu gelenek düşünülürse oldukça "masum"dur, fakat yine de eşcinsellikten söz ettiği için bir hayli gürültü koparmıştır. Kitabın yayınlanmasından bir süre sonra, Napoleon döneminin, eşcinselliği suç olarak sınıflandırmayan yasası kaldırılıp yerine eşcinselliği suç kapsamına alan katı bir yasa getirildi. Bunu izleyen süreçte, suçluluk duygusu, gizlenme itkisi ve Hıristiyan ahlakıyla çevrelenmiş eşcinsellik, burjuva düzeyinde kınanırken, yine kimi burjuva kesimlere hitap eden sahte sanat çevrelerinde alkışlarla karşılandı. Jean Cocteau da böyle bir çevrede yaşadı ve alkışlandı. Sanatıyla yer edindiği bu çevrede, çevresinde
KAOS GL 35/9
“Hiçbir grubun üyesi olmadım” ‘Giovanni’nin Odası’, aşk, homofobi...
James Baldwin Goldstein: Gay Amerika’da kendinizi bir yabancı gibi hissediyor musunuz? Baldwin: Aslında, bir siyah olarak Amerika’da kendimi her açıdan yabancı hissediyorum. Gay sözcüğü hep damarıma basmıştır. Hiçbir zaman bu sözcüğün ne anlama geldiğini tam olarak anlamadım. Uzak durmak ya da tepeden bakıyor gibi bir hava yaratmak istemem çünkü gerçekten böyle hissetmiyorum. Sadece, benimle pek alakası olmayan bir dünya olduğunu düşünüyorum. Kendimi böyle bir dünyaya ait hissetmedim hiç. Village’daki* ilk yıllarımda bile bu dünyada gördüklerim beni korkutmuş, beni hayrete düşürmüştü. Oynanan tüm rollerin gerekliliğini bir türlü anlayamamıştım. Bir bakıma hala da anlayamadım. Goldstein: Kendinizi bir gay olarak hiç düşünmediniz mi yani? Baldwin: Hayır. Bunun için bir sözcüğüm yoktu. Gençliğimde var olan tek sözcük eşcinseldi ve o da, hissettiğimi karşılayan bir sözcük olmadı asla. Goldstein: Topluluk ruhu taşıyan bir gay yaşamı hakkında konuştuğumuzda…
*
New York’ta bulunan Greenwich Village, gay ve lezbiyenlerin yoğun olarak yaşadığı, çok farklı grup ve kökenden insanın bulunduğu bir “getto” havası taşıyor. (Ç.N.)
KAOS GL 35/10
Baldwin: Bu arada ben öyle bir insan da değilim. Goldstein: Size çok mu itici geliyor? Baldwin: Kendimi ondan uzak hissediyorum. Hiçbir şeyin üyesi değilim zaten, olamam da. Çok kısa bir süre Sosyalist Parti’ye ve çok çok genç bir yaşta Kilise’ye katılmam dışında, şimdiye dek hiçbir grubun üyesi olmadım. Goldstein: Fakat siz eşcinsellik hakkında yazdıklarınız ve eşcinselliği edebiyata taşımanız dolayımıyla eşcinsel kültürün mimarlarından biri oldunuz. Baldwin: Ben bizim meselemizin özel ve kişisel bir tercih olduğunu kamuya açıklamaya çalıştım. “Giovanni’nin Odası”nda dünyada nerede durduğumu ve beni ben yapan şeyleri anlattım. Aslında bu roman eşcinsellik hakkında değil. Eşcinsellik kitabın hareketini sağlayan bir araçtı. Kitabım birini sevmekten korktuğunuzda başınıza gelebilecek şeylerle ilgili. Ve bu da, eşbinsellik sorunundan çok daha ilgi çekici. Düz (straight) dediğimiz insanlar bizden daha güvenli bir konumda değiller. Birini sevmek ve biri tarafından sevilmek korkunç bir tehlikedir, müthiş bir sorumluluktur. Eğer kişinin cinsel tercihini keşfetmesi korkunç bir deneyim halini alıyorsa, bu biraz da içinde yaşadığımız toplumun korkunçluğundan kaynaklanıyor. Goldstein: Homofobinin özellikle Amerika’da daha yaygın olduğunu mu düşünüyorsunuz? Baldwin: Bence Amerikalılar herhangibir şeyi hissetmekten korkuyorlar. Homofobi, yetişmeye ilgili Amerikan terörünün en uç örneklerinden biri sadece. Hayatım boyunca daha bön ve azgelişmiş bir halkla karşılaşmadım. Goldstein: Homofobi sizce neden daha çok politik yelpazenin sağıyla ilgili bir olgu?
Baldwin: Bu insanları denetlemenin bir yolu. Yaptığınız şeyden korku duymanızı istiyorlar. Suçluluk duyduğunuz sürece sizi denetleyebileceklerini düşünüyorlar. Goldstein: Eşcinselliğin evrenselliğine mi inanıyor sunuz? Baldwin: Elbette. Bende, başka kimsede olmayan bir şey yok; başka birinde olup da bende olmayan bir şey de yok. Dilin tuzaklarına düşüyoruz. Eşcinsel bir isim değil. En azından benim sözlüğümde. Ben yalnızca kendi hayatım hakkında konuşabilirim, başkalarınınki hakkında değil. Birkaç insanı sevdim, onlar da beni sevdiler. Ve bunun da tüm bu etiketlerle hiçbir ilgisi yok. Tabi ki dünyanın bize dayattığı birçok sözcük var. Ama bu dünyanın sorunu. Goldstein: Gay dünyasının yanlış bir sığınak mı olduğunu düşünüyorsunuz? Baldwin: Düşünüyorum da belki gereksiz bir sınırlama getiriyor. Bana öyle geliyor ki bir erkek bir erkektir, bir kadın da bir kadın; insanların kimle sevişmeyi tercih ettiği kendilerinden başka kimseyi ilgilendirmez. Söylemeye çalıştığım kişinin cinsel tercihinin kişisel bir sorun olduğu. Devletin, Kilisenin ya da başka bir kurumun müdahalesini anlamsız buluyorum. Fakat bu ülkenin kurumları tarafından cinsel tercih sorunu kamusal bir sorun haline getiriliyor. Gay dünyasının buna bir tepki olarak oluştuğunu görebiliyorum. Umarım benim kuşağımdaki insanlar için olduğundan daha kolaydır artık kişinin kendini keşfetmesi. Hor görülmek çok kötü bir şey bunu biliyorum. Ve eğer gay hareketi erkek ve kadınların kendilerini daha az acıyla ve daha hızla tanımalarına yarayabiliyorsa bu büyük bir başarı olacaktır. Goldstein: Eşcinsel olduğunuzu her zaman çeşitli vesilelerle dile getiriyorsunuz. Bunu hiçbir zaman saklamadınız ya da inkar etmediniz, ama tüm hayatınızı buna dayandırmayı da her zaman reddettiniz. Baldwin: Kesinlikle. Goldstein: Bazılarımız böyle bir dengenin nasıl bir iklimde oluşabileceğini bilmek isteyebilir. Baldwin: Herkes kendi için uygun olan iklimi kendi yaratmak durumundadır. Ben kimsenin kendini gay olarak nitelendirmek zorunda bırakılmamasından yanayım. Çünkü bu yanlış bir argümana ve haksız bir suçlamaya verilmiş bir yanıt gibi geliyor bana. Hiçbir şeyi kanıtlamak durumunda değilim. Dünya aynı zamanda bana da ait. Goldstein: Kabuğunu kırmak isteyen gaylere ne gibi önerileriniz olabilir? Baldwin: Siz ne önerebilirsiniz ki? Eski bir arkadaşım kanını kaynatan yönde ilerle demişti. Bu şimdiye dek aldığım en iyi öneri oldu. Başka bir hayatı yaşayamayacağınıza göre sahip olduğunuz tek hayatı yaşamalısınız. Bu, bir insana verilebilecek tek öneri bence. çeviren: devrim (Quincy Troupe(der), James Baldwin The Legacy, New York: University Press of Mississippi, 1989).
hABERLEr "TRAVESTİYE YARGI DESTEĞİ" Travestileri şikayet eden komşularının tahliye istemi, Yargıtay'dan döndü. Travestilerin, oturdukları daireyi iyi kullanmadıkları, gelen-gidenlerinin çokluğu ve çıkardıkları gürültü nedeniyle komşularının açtığı davada, yerel mahkemenin verdiği tahliye kararı, Yargıtay 18. Hukuk Dairesi'nce bozuldu. (28 Haziran 1997, Radikal) "EŞCİNSELLERE BLAIR DESTEĞİ" İngiltere Başbakanı Tony Blair, Londra'daki eşcinsel yürüyüşe destek mesajı gönderdi. Blair adına, onbinlerce kişiye hitap eden kabinenin eşcinsel üyelerinden Kültür Bakanı Chris Smith "Tony, ayrımcılığa karşı sizden yana" dedi. Büyük alkış alan Smith, eşcinsellerden cinsel tercihlerinden dolayı utanmamalarını da istedi. (7 Temmuz 1997, Radikal) "EŞCİNSELLER JOSPINCİ" Fransa'da yapılan bir kamuoyu araştırmasına göre ülkedeki homoseksüeller, genel seçimlerde zafer kazanarak hükümeti kuran Sosyalist Başbakan Lionel Jospin'e güveniyor. CSA tarafından Paris'te homoseksüeller arasında yapılan anket, bu tür bir cinsel eğilime sahip olanların yüzde 68'inin, Jospin'in eşcinsellerin sosyal ve hukuki haklarını daha iyi koruyacağı düşüncesinde olduğunu ortaya koydu. Araştırmaya katılanların yüzde 65'i, Jospin'in AIDS ile mücadele konusunda da daha etkili politikalar izleyeceği inancını taşıyor. (1 Temmuz 1997, Radikal)
KAOS GL 35/11
FRANSA-1 "EŞCİNSEL ALEMİ SABAHA KADAR SÜRDÜ" Geçtiğimiz hafta sonunda Fransız başkenti Paris Eşcinseller Zirvesi'ne sahne oldu. Dünyanın dört bir yanından Paris'e akın eden kadınlı erkekli 200 bin eşcinsel, çok renkli, hareketli bir yürüyüş yaptı. Dans eden, şarkılar söyleyen eşcinseller, Los Angeles'taki kanlı eylemin (Kaos GL'nin notu: Gazetenin gözünden kaçmış olmalı, çünkü sözkonusu şehir Los Angeles değil, New York olacak) yıldönümünde kendilerine cephe alanlara lanetler yağdırdılar. Daha sonra çılgın bir eğlence düzenleyen eşcinseller, parti sona erdiğinde ve temizlik başladığında hâlâ aleme devam ediyorlardı. (1 Temmuz 1997, Hürriyet) FRANSA-2 "HOMOSEKSÜEL YÜRÜYÜŞÜ" Dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen 200 bin homoseksüel, eşitlik ve haklarının tanınması amacıyla her yıl Paris'te düzenlenen "Gay Pride" yürüyüşüne katıldı. Bu yıl 20'ncisi yapılan yürüyüş, katılanların renkli ve değişik kıyafetleriyle tam bir karnavala dönüştü. Gay Pride, 1969 yılında New York'taki homoseksüellerin ilk başkaldırısının anısına düzenleniyor. (29 Haziran 1997, Radikal) RADİKAL GAZETESİ'NE AÇIK MEKTUP: Radikal Gazetesini, çıktığı günden bu yana KAOS GL Grubu olarak takip ediyoruz. Ayrıca biliyoruz ki pek çok eşcinsel arkadaş düzenli ya da özellikle bazı yazarlarından dolayı Radikal İki için hafta sonu Radikal Gazetesi'ni satın almaktalar. Radikal Gazetesi ilk günden bu yana eşcinsellik konusunda sorumlu ve dürüst bir yaklaşım sergiliyor. Öyle sanıyoruz ki bu durum, özel bir politikadan öte, gazetenin genel yayın politikasının bir sonucu olmalı. Elbette ki bu koşullarda diğer pek çok yayına baktığımızda bizim için bu kadarı da sevindirici. Size kavramlarla ilgili bir hatırlatma ve bir ricada bulunmak istedik. Biz eşcinseller, zorunlu olmadıkça homoseksüel kelimesini kullanmıyoruz. Eşcinsel, artık Türkiye'de bilinen bir kelime ve birebir "homoseksüel"in Türkçesi. Eğer erkek ve kadın eşcinselleri ayrı ayrı belirtmek gerekirse bu "homoseksüeller ve lezbiyenler" şeklinde olmayıp, gayler ve lezbiyenler şeklindedir. Artık gay kelimesi de özellikle son yıllarda neredeyse eşcinsel kelimesi kadar bilinen bir isim oldu. Özellikle ajans kaynaklı haberlerde bu yanlış neredeyse sürekli yapılıyor. Bu, ajansın çeviri hatası mı (yurtdışında homoseksüel ve lezbiyen diye bir niteleme yoktur) yoksa ajansın ya da sizin dizgicinizin gay kelimesi bilinmiyordur diye, onun yerine homoseksüel ve lezbiyen başlığını atmasının bir sonucu mu? Ayrıca sizler yazmazsanız nasıl bilinir! Eğer bu yanlışı ajans yapıyorsa siz (ilgili) düzeltemez misiniz? Öyle sanıyoruz ki böyle bir düzeltme haber üzerinde oynama anlamına gelmeyecektir. Ayrıca küçük bir haber içinde eşcinsel ve homoseksüel kelimeleri bir birini takip eden cümleler içinde bile kullanılmaktadır. Aynı şekilde başlıkta biri, metinde bir diğeri kullanılmaktadır. "Homoseksüel" kelimesi hem erkek hem kadın eşcinselleri karşıladığı halde toplumdaki kadın ve erkek eşitsizliğinin bir sonucu olarak baştan bu yana neredeyse sadece erkek eşcinselleri adlandırmak için kullanılagelmiştir. Oysa lezbiyenler de "homoseksüel"dir. Bu yanlış kullanım belki de sizin gözünüzden kaçabiliyor ama biz kadın ve erkek eşcinseller için önemli bir yanlış. "Homoseksüel" kelimesi tıp tarafından kategorik bir belirleme olarak kullanılmaya başlandı. Eşcinsellerin özgürlük hareketinin yükselmesi ile birlikte, tıbbi bir belirleme olan ve sadece cinsellikle sınırlı kalan bu adlandırma eşcinseller tarafından reddedildi. Homoseksüel kelimesinin tıbbi karşılığı bir yana Türkiye'deki "homo" nitelemesinin nahoşluğunu bütün Türkiyeli eşcinseller yaşamış, görmüş ve yaşamaya devam etmektedir. Biz KAOS eşcinselleri, herhangi bir anlatım dolayısıyla gerekmedikçe "homoseksüel" kelimesini kullanmıyoruz. Eşcinsel (lezbiyen ya da gay) adlandırmasını kullanıyoruz. Radikal Gazetesi'nden istediğimiz de sorumlu ve dürüst yaklaşımına yakışır bir şekilde bu konulara biraz daha dikkat etmesidir.
KAOS GL 35/12
G L KİTAPLIĞI Oscar Wilde’in Son Vasiyeti, Peter Ackroyd, Simavi Yayinlari,1994 İngiltere’de 1983 yılında yayınlanan “Oscar Wilde’ın Son Vasiyeti”nde, yazar Peter Ackroyd Oscar Wilde’ın ağzından Oscar Wilde’ı anlatıyor: “Lord Alfred Douglas’a duyduğum sevgi, erkeklerarası aşka, İngilizlerin tüylerini diken diken eden bir güzellik ve soyluluk katıyordu: Beni hapse yollamalarının nedeni bıuydu. İstesem istediğimi para karşılığında tutabilirdim, hepsi elimin altındaydı, benden tek beklenen solgun bedenlerine karşılık onları bozuk para yağmuruna tutmamdı. Zaten kapitalist kuramın özü bu. Ama ben gözümü daha büyük, eşitliğe dayalı bir aşka dikmişsem -o olmazdı işte, beni bağışlamaları sözkonusu değildi. Bu tür aşk Shakespeare, Hafız ve Virgilius’ca kutsanmışsa da adını esirger, çünkü adı yoktur. Onu dile getirmek lanetlenmek demektir.” Kitap İrlandalı yazarın eşcinselliği nedeniyle yargılanıp hapsedilmesinden sonra Fransa’ya gidişini, orada yalnız ve yoksulluk içinde geçen son günlerini anlatıyor. Wilde’ın aşk, sanat ve hayat üzerine görüşlerini olduğu kadar yirminci yüzyıl başının Batı kültür yaşamı hakkındaki yorumlarını da çarpıcı bir dille yansıtan romanın İngiltere’de birçok kez yeni basımı da yapılmış. Din, toplum, ahlak, sanat, bilim ve her türlü klişeleşmiş düşünce
kalıplarına alaylı bir dille yaklaşıyor Oscar Wilde: “Bana ne Din, ne Ahlak, ne de Mantık yardım edebilir. Ahlakın bana yararı yok. Ben doğuştan ahlakçılığa karşı biriyim. Kurallara değil, istisnalara göre yaratılmış insanlardanım. Sanata ilişkin hiçbir çabam yoktu: Sevgililerin başındaki menekşeli taç, bana şairin defneli tacından daha üstün geliyor. Aşk ruh halini körüklüyor ama açıklama isteğini susturuyor.”
Teorema, Pier Paolo Pasolini, Can Yayinlari, 1992 Burjuva olmak nasıl bir şey? Burjuvazi hangi değerlerin temsilcisidir? Yönetmenliğinin yanı sıra, şair, öykü, tiyatro ve deneme yazarı da olan Pasolini, Teorema’da tam da bu soruların üzerine gidiyor. Büyük tartışmalara yol açan filmi 1968 yılında “Katoik Sinema Ofisi Ödülü”nü almış. Varlıklı bir aileye gelen gizemli ve meleksi bir yabancının evdeki herkesin (anne, baba, kız, oğul, hizmetçi) yaşamını altüst ettikten sonra evi terketmesiyle son bulan bu öyküde “orta sınıf” değerler de, bir anlamda yerle bir ediliyor. Geçen yıl Ankara’da ve daha önce İstanbul Film Festivali’nde filmini izlediğimiz Teorema, 1975 yılında Roma’nın Ostia kasabasında seviştiği genç ve yoksul bir adam tarafından öldürülen yazarın, “hıristiyan-marksist-eşcinsel” kimliğinin izlerini de taşıyor.
KAOS GL 35/13
MANTAR!
Her insan yaşamı boyunca en az bir kere mantar hastalığına yakalanır! Yukarıda cümle oldukça ilgi çekici değil mi? Belki siz de bir çeşit mantar hastalığına yakalanmış durumdasınız. Onun için bu yazıyı dikkatle okuyun. Yazı, mantar hastalığıyla ilgili öğrenmeniz gereken pek çok bilgiyi içeriyor. Mantar hastalığı nedir?, belirtileri nelerdir?, nasıl tedavi edilir? gibi sorulara yanıt veriyor. Mantar hastalığı nedir? Mantarlar, bir tür yaşayan canlılardır. Bulunduğumuz mekanlarda ve vücudumuzda bakteriler gibi pek çok mantar organizması bulunur. Bu mantarlar, uygun ve elverişli ortamı buldukları zaman vücutta faaliyete geçerler ve hastalığa sebep olurlar. Mantarlar için en elverişli ortamlar nelerdir? Mantarlar en çok nemi severler. Nemli, hava almayan ve en önemlisi temiz olmayan vücut bölgelerinde hemen yerleşirler. Üstelik sadece yerleşmekle kalmayıp, vücuda yayılırlar. Çok çabuk ürerler, kendilerine vücudumuzda geniş bir yer edinmek için uğraşırlar. Nemin yanı sıra mantarların çok sevdiği diğer ortamlar da, pişik olan ve tahriş olmuş bölgelerdir. Mantar hastalığı bulaşıcı mıdır? Hem de nasıl… Mantar hastalığının bulaşması son derece kolaydır. Özellikle toplu kullanımlara açık mekanlarda kendilerine çok rahat yeni vücutlar bulurlar. Spor tesisleri, havuzlar, hamamlar, abdest alınan yerler, okullar, güzellik-jimnastik salonları, plajlar vs. yani mantar hastalığına yakalanmamız son derece kolaydır. Ancak unutmamalıyız ki bu hastalıktan kurtulmak da önemsediğimiz takdirde yine basit olacaktır. Kaç çeşit yüzeysel mantar hastalığı vardır? Mantar hastalıkları çok çeşitli olmakla birlikte, biz size burada ülkemizde en sık rastlanan türlerinden söz edeceğiz.
KAOS GL 35/14
1. 2. 3. 4. 5. 6. 7.
Ayak mantarı, El mantarı, Cinsel organların mantar hastalığı, Kasık mantarı, Vücut mantarı, Saçın ve kıllı derinin mantar hastalığı, Tırnak mantarı
Ayak Mantarı En sık rastlanan mantar hastalığı türü ayak mantarıdır. Nemli ve hava almayan ayakkabılar, değiştirilmeyen çoraplar ya da havuzlardan, spor salonlarından kapılan mantarlarla ayaklar çok kolay enfekte olurlar. Hastalık, genellikle ayak parmaklarının arasında pişik benzeri bir görüntü ve sulanma, kaşıntı, kızarıklık ve kötü koku ile başlar ve hızla ayağın üst yüzeyine doğru ilerler. Hastalıklı parmakların tırnakları kalınlaşır ve şekilleri bozulur. Bazı durumlarda ayak tabanının derisi kalınlaşır ve pul pul olur. El Mantarı Tıpkı ayak mantarları gibi el mantarı da nemli ve ıslak ortamı sever. Özellikle eli çamaşırdan ve bulaşıktan çıkmayanlar el mantarına daha kolay yakalanabilirler. El mantarının ilk belirtileri özellikle elin ikinci ve üçüncü parmakları arasında oluşan ve avuç içine doğru yayılan kaşıntı ve kızarıklardır. Daha sonra bu bölgelerde beyaz lekeler görülür. Cinsel Organların Mantar Hastalıkları Cinsel organların mantar hastalıklarına da sık rastlanır. Temiz olmayan iç çamaşırları, cinsel ilişkiden sonra gereken temizliğin yapılmaması, sentetik iç giyim ürünleri bu tür mantar hastalıklarına davetiye çıkarır. Özellikle kadınlarda vajina mantarı vakalarına çok sık rastlanır. En önemli belirtisi, cinsel bölgelerdeki şiddetli kaşıntı, kızarıklık, beyaz parçacıklar içeren akıntıdır. Özellikle vajina mantarı hastalığı tedavi edilmezse önemli kadın hastalıklarına neden olabilir. Kalçaya ve kasıklara hızla yayılabilir.
Kasık Mantarı Daha çok erkeklerde görülür. Her iki kasıkta da olabilir. Hastalığın tekrarlama olasılığı yüksektir. En önemli belirtisi ciddi bir kaşıntı hissi, kızarıklıktır. Dar giysiler ve şişmanlık, mantarın gelişmesini körükler. Vücut Mantarı Vücut mantarı, kollarda, bacaklarda, özellikle sık terleyen ve nemli kalan göğüs aralarında, koltuk altlarında ve vücudun büklüm yerlerinde görülür. Hastalığın ilk belirtisi diğer mantar türlerinde olduğu gibi kaşıntı ve kızarıklıktır. Hastalıklı bölge önce kızarır, kabarır, ardından halka halka yayılır. Saçın ve Kıllı Derinin Mantar Hastalığı Saçın ve saç derisinin mantar hastalığı genellikle çocuklarda görülür. Halk arasında bu hastalığa yaygın olarak saçkıran da denir. Saç derisinde tek ya da çok sayıda halka şeklinde gri kabuklu belirgin saçsız bölümler oluşur. Hafif kaşıntı ve kabarıklık göze çarpar. Kıllı deri mantarı ise özellikle erkeklerin sakallı bölgelerinde görülür. Belirtileri ve görünümleri tıpkı saç derisi mantarında olduğu gibidir. Tırnak Mantarı Tırnak mantarı halk arasında çok yaygın olan bir mantar türü olmakla birlikte pek fazla önemsenmez. Oysa tırnak mantarı hem estetik olarak oldukça çirkin bir görünüm sergiler, hem de diğer sağlam tırnakları da kolayca enfekte ederek, hastalığın ilerleyen safhalarında tırnağın ciddi olarak iltihaplanmasına hatta yok olmasına bile neden olabildiği gibi, bazı alerjik durumlara da zemin hazırlayabilir. Tırnak mantarı en çok ayak tırnaklarını tutar. Bunun en önemli nedeni ise yaygın olarak görülen ayak mantarıdır. Çünkü ayakta yerleşen mantar kısa sürede tırnaklara da geçebilir. Tırnak
SİNEMA!!!
mantarının ilk belirtileri genelde kalınlaşan ve doğal parlaklığını kaybeden tırnaklardır. Genellikle törpü veya tırnak makası ile tırnağın kalınlaşan kısımları yok edilmeye çalışılır. Bu davranış tırnak mantarının daha da ilerlemesine ve yayılmasına neden olur. Öyle ki önceleri mantarın etkisiyle beyazdan sarımtırak bir renge dönüşen tırnak, daha sonraları sarı, mat, üzeri çizgili kalın bir yapı kazanır. Tırnak Mantarı Tedavisi Günümüzde ağızdan alınan haplar ve/veya tırnağın üstüne sürülen bir takım kremler ve solüsyonlar kullanılmaktadır. Krem ve solüsyonlar tırnağın içine nüfuz etmediği için istenilen tedaviyi sağlayamayabilir ve ağızdan alınan hapların da bir takım yan etkileri olabileceğinden bu ilaçlar doktora danışılmadan kullanılmamalıdır. Son zamanlarda mantarı öldürücü etkisi yüksek tırnak cilasının bulunmasıyla tırnak mantarının tedavisi daha kolaylaşmıştır. Üç ay ile altı ay arasında sürebilen bu tedavi gerçekten insanı zaman zaman bıkkınlığa sürükleyebilir. Ancak bilinmelidir ki mantar estetik görüntüyü bozmakla kalmayıp salgıladığı bir takım zehirli maddelerle insan vücuduna zarar dahi verebilir. Bu nedenle her türlü mantarın tedavisi bir deri hastalıkları uzmanının kontrolünde olmak üzere muhakkak yapılmalıdır. Yüzeysel Mantar Hastalığına Yakalanınca Ne Yapmalı? Yukarıdaki mantar türlerinin belirtilerinden herhangi biri sizde varsa vakit kaybetmeden mutlaka bir deri hastalıkları uzmanına danışın. Problemi göz ardı etmek, sadece her şeyi daha da kötüleştirecek ve çok uzun sürecek tedavilere yol açacaktır. Unutmayın, mantar tedavi edilebilen bir hastalıktır ve önemsenmesi gerekir.
Kısa filme yaratıcı/üretici düzeyde meraklı gay/lezbiyen dostlar; Dünyayla olan derdini kısa filmle anlatacak, bunun için proje/senaryo geliştirip sinema yapacak eşcinsellerden bir grup oluşturma fikrine ne dersiniz? Böyle bir fikir içinizde heyecan yaratıyorsa lütfen kendinizi ortaya çıkarınız… Tel: 0.532.291 12 05 / İSTANBUL
KAOS GL 35/15
LuGat B)
baldwin, james
Siyah. Eşcinsel. Yazar, doğma büyüme New York"lu. Amerika'da siyahlara eşit haklar tanınması için savaşanlar arasında sert konuşan fakat kendini dinletmesini bilen biri olarak tanınıyor. Romanları, denemeleri ve oyunlarıyla 50'li yılların ikinci yarısından itibaren ırksal ve cinsel ayrımcılığın ikiyüzlülüğü üzerine gitmekten çekinmez. 1961 yılında yazdığı "Giovanni'nin Odası" adlı romanında Amerikalı beyaz genç bir erkeğin İtalyan bir işçiyle yaşadığı trajik bir aşk öyküsünü anlatır. Gerek siyah hareketin gerekse gay özgürlük hareketinin radikalleri tarafından "yeterince" radikal olmamakla
) suçlanmış. Hayatının uzun bir dönemini 24 yaşında gittiği Paris'te geçirmiş, 70'li yılarda da bir süre İstanbul'da yaşamış olan yazar "Kara Yabancı" adlı romanını da yine İstanbul'da tamamlamış.
C) closet (ing.)
1. içinde öteberi saklanan raflı kapaklı göz, dolap. 2. yalnız kalmak için bir yere kapanmak. 3. birinin closet (kişisel, özel) duyguları, inançları, alışkanlıkları o kişinin bunlar hakkında utanç duymasından dolayı sakladığı özel sırlardır. 4. dolaptan dışarı çıkmak (come out of the closet): daha önce utanç verici olduğundan saklanan bir inanç ya da alışkanlığı açık etmek, bundan artık utanmamak.
D)
de profundis derinliklerden; acı ıstırap çığlığı. Eski Ahit'in Mezmurlar Kitabı'nda, Mezmur 130'un latincesi bu sözcüklerle başladığı için, Katolik cenaze ayininin de bir bölümünü oluşturan bu ilahi, De Profundis adıyla anılır.
KAOS GL 35/16
1.söz, sözcük, kelime. 2.sözlük. 3.bir dilin bütün ya da belli bir çağda kullanılmış sözcük ve deyimlerini alfabe sırasına göre alarak tanımlarını yapan, açıklayan ya da başka dillerdeki karşılıklarını veren yapıt.
Ünlü İrlanda asıllı yazar Oscar VVilde'ın Reading Cezaevi'nden eski sevgilisi Lord Alfred Douglas'a yazdığı uzun mektup. 1895'de Douglas'ın babası Queensberry Markisi, VVilde'ı eşcinselliğini alenen yaşamakla suçladı. Açılan dava sonucunda VVİlde erkek fahişelerle cinsel ilişki kurmaktan iki yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı. Hapisteyken yazdığı iki eserden biri olan De Profundis (diğeri Reading Zindanı Baladı) bir anlamda VVilde'ın hiçbir zaman yazamadığı otobiyografisinin yerine geçebilir. Mektuplar ancak kitap olarak yayınlandıktan sonra gerçek okuruna ulaşabilmiştir. VVİlde öldükten sonra Lord Alfred Douglas heteroseksüel oldu ve VVİlde'la aralarındaki ilişkiyi anlatan kitaplar yazdı. 19. yüzyılın sonunda, 30 Kasım 1900'de ölen Oscar VVilde'ı en iyi tanıtan yine kendi sözleridir: "Çağımız yalnızca aptalların, sıkıcı insanların önemsendiği bir çağ; yanlış anlaşılmama korkusu içinde yaşıyorum."
E) erotizm
"ölüme kadar yaşamın olumlanması" Georges Bataille
G) gay
1. eşcinselleri tanımlamak amacıyla eşcinseller ve destekçileri tarafından kullanılan sözcük. 2. canlı ve eğlenceli kimse. 3. kaygı ve tasadan uzak. 4. (yer için) canlı ve bir sürü eğlenen insanın bulunduğu yer. 5. parlak renkli, bakılması hoş. 6. (müzik için) canlı ve dinlemesi hoş müzik.
P)
pembe üçgen
Alman Nasyonel Sosyalist rejimi (1933-45) döneminde, toplama kamplarında, tutuklular ait oldukları "kategorileri" tanımlayan ve giysilerine işlenen 5 cm'lik renkli bir üçgenle damgalanıyordu. Sarı: yahudiler, kırmızı: komünistler, yeşil: adi suçlular, siyah: suçlu psikopatlar, mor: Yehova Şahitleri, mavi: kaçak göçmenler, kahverengi: çingeneler ve pembe: erkek eşcinseller için. 1970'lerin başlarında ABD'deki gay aktivistler tarafından dayanışma ve direnişin sembolü olarak kullanılmaya başlandı. O zamandan beri Nazi toplama kamplarında öldürülen eşcinselleri anımsatıcı bir işaret olduğu kadar yunan harfi lambdayla (λ) birlikte gay özgürlük hareketinin dünya çapında bilinen bir işareti olmuştur.
R)
rimbaud, arthur
1854 yılında Paris yakınlarında küçük bir kasabada doğan ve 37 yıl sonra Marsilya'da ölen "şair" ve "anarşist". Edebiyatı, sanatı, Avrupa'yı "saçma! gülünç! berbat!" çığlıklarıyla terkeden bir uyumsuz, sürgün. 1871 yılında Paris'e şair Paul Verlain'in daveti üzerine geldikten sonra aralarında fırtınalı bir aşk başlar. " 'Eşcinsel' ilişki şüphesiyle" Brüksel'de ifadeleri alınan iki şair gittikleri her yerde polis tarafından fişlenirler. 1874 yılında hem şiiri hem de Verlain'i bırakıp, "başka türlü bir hayatı" kurma hayaliyle Avrupa'yı terkeder.
Ü) Ülker sokak Taksim'de, The Marmara Oteli'nin yanından aşağı doğru inen Kazancı Yokuşu'nun sonunda, solunda. Fındıklı'ya inerken bu yolu kullanabilirsiniz. Osmanlı Camii, sokağın hemen başında. Sokakta 1979'dan beri travestiler ve transeksüeller yaşıyor. Ülker Sokak'ta çocuklu aile sayısının bir elin parmaklan kadar olduğu söyleniyor. 1991'de Süleyman Ulusoy'un Beyoğlu Ekipler Amiri olmasıyla Ülker Sokak'ta transseksüeller üzerinde baskı başladı. Süleyman Ulusoy'un görevi bırakmasıyla durum sakinleşti. Ancak geçen yılın başlarında tekrar göreve dönen Ulusoy, Habitat
bahanesiyle, Beyoğlu Belediyesiyle birlikte bir "temizlik" operasyonu başlattı Ülker Sokak'ta, "fuhuştan rahatsız oluyoruz" diye başlayıp, bayrak, rant ve mafya tartışmasına varan çatışmada, Belediye, Emniyet ve kimi mahalle "sakinleriyle transseksüeller karşı karşıya geldi. "Temizlemek" isteyenler ve "barınmak, yaşamak" isteyenler... (Express Dergisinden)
X)
aşk
"hiçbir aşık 'seviyorum' demez; ne de başka biri anlayabilir, kusursuz bir aşkla seveni; ona göre, kimse sevemez onun gibi; ne de, seven biri var ondan öte yeryüzünde. seven, kimseye bakmaz sevdiğinden başka; küçücük bir odayı her yer bilir kendine. varsın deniz kaşifleri yeni dünyalara gitsin, haritalar başkalarına dünya üstünde dünya göstersin; ama birer dünya olan ikimizin dünyası bir olsun." John Donne
emre & devrim
KAOS GL 35/17
Köln’den Enver Bildiriyor Kurulalı bir yılı geçti şu Türk-Gay’in. Çok güzel. Buluştuk, konuştuk, birbirimizi kimi zaman sevdik, kimi zaman üzdük. Meraklısı olduğumuzdan bol bol eğlendik, hiçbir partiyi, eğlenceyi çok şükür kaçırmadık. Büyük laflar ettik, küçücük işlerin bile üstesinden gelmek içinse iki kişiyi bir araya getirmekte zorlandık. Elimize Allah’a şükür epey olanaklar verildi. iki haftada bir toplanacağımız yer emrimize amade. SVD’nin telefon, faks, posta, kırtasiye, bilgisayar gibi günlük kullanıma yarayacak her şey, keza bizim tarafımızdan kullanılmayı bekliyor. İstense belki gazete bile çıkarılabilirdi. Arkadaşlar, bu gibi olanakların İstanbul’daki Lambda Istan bul gibi ya da Ankara’daki KAOS GL gibi henüz herhangi resmi bir konum kazanmamış grupların elinde bulunmadığını ya da çok kısıtlı olarak, dahası oradaki arkadaşların kendi kişisel katkılarıyla bir araya getirilmeye çalışıldığını çok iyi biliyorum. Amacım, burada siz anayurttaki kardeşlerimize hava atmak ya da sizleri acındırmak değil. Daha çok uzun ve yoğun etkinliklerle 1996 Martında bir araya getirilmeye çalışılan ve ilk grup toplantılarında sayıları kırkı bulan Almanya’daki göçmen TÜRK-GAY’ler arasında dayanışma anlayışının her nedense yerleşmediği gerçeğini burada ortaya koymak istiyorum. Bizler, toplumun her kesiminde olduğu gibi farklı konumlardan gelen, farklı kişilikli ve farklı koşullardan gelen insanlarız. Hepimizin tek ortak yönü hem gay hem de Türk veya Türkiye
KAOS GL 35/18
kökenli olmamız. Toplantılarda anlaşma dilimiz Türkçe. Arkadaşlardan kimi eşcinselliği açık olarak, kimi gizli olarak yaşıyor. Kimi hayatından memnun, kimi değil. Ama daha ilk toplantılarda anlamıştık ki konuşulacak, karşılıklı öğrenilecek, tartışılacak çok şey var. Bu alışveriş ortamını sıcak tutabilmek için hemen iki haftada bir toplanmaya karar verildi ve de öyle oldu. Kimi zaman sayımız çoktu, kimi zaman az. Bu doğaldı, hereksin her hafta toplantıya gelmesi beklenemezdi (ben hariç). Madem laf bana geldi, o zaman biraz ben grup içindeki kendi durumumdan söz edeyim. Bu grubun kurulması fikri, SVD’ye ilk uğradığım zamanlarda çıktı. SVD bu fikrime çok sıcak baktı ve tüm olanaklarını elime verdi. Grup 9 Martta bir araya geldi. Ben dahil hiç kimse hiyerarşik ve başında başkanı olan bir sisteme razı değildik. Tamam. ama nedense tüm işleri ben yürütme durumundaydım. Yani aslında ben başkan değildim (ya hani), yine de iş bir şeyler yapmaya gelince bana kalıyordu. Gerçi -haklarını yemeyeyim- başta Mustafa olmak üzere bir iki arkadaş bana yardımcı oluyorlardı, zamanları elverdiğince. Yine de benim yaptığım işin adı yoktu, hala da yok (çünkü aslında ben başkan değilim ya). Defalarca “iş bölümü yapılsın” dendi, yürümedi. O gelmedi, bu yapmadı, falanca “ben artık mektuplara yanıt yazamam, bu grupta yokum” dedi. Böylece ortalık durgunlaştı. Gelen gidenin sayısı bir elin parmaklarını geçmez oldu. Son toplantımızda durum ciddileşti. Benim önerilerimden biri grubu dağıtmak oldu. Böyle bir şeye taraftar olduğumdan değil, grubun devamlılığının anlamı olup olmadığını tartışıp ortaya çıkarmak için. Grubun kesinlikle dağıtılmaması ve varlığını ilgi gösteren tek bir kişi kalsa bile sürdürmesi kararı alındı (dört kişiyle). Amsterdam’da kurulan IPOTH derneğine katılmaya, yani bir tür füzyona da yanaşmadık böyle bir kriz döneminde. Sonuçta artık ayda bir toplanmaya ve diğer arkadaşların katılımının ve ilgilerinin niye azaldığı yolunda kafa yormaya karar verdik. Çünkü birkaç 18 yaşının altında kardeşlerimiz dışında hepsi yetişkin
insanlardı. Sonunda bu, böyle gönüllü bir çalışma için bir araya gelip yalnızca zamanlarında fedakarlık etme durumundaki bu insanların kendi bilecekleri şey.
PARİS’TEN İZLENİMLER
En son yenilik ise, uzun uğraşlardan sonra çıkartabildiğimiz tanıtım broşürümüz oldu. Bu broşürümüzü Almanya içi ve dışı pek çok ilgili kişi ve kuruluşa göndermekteyiz. Ayrıca önümüzdeki yaz ayları için telefonla danışma servisini inşallah açacağız. Bu danışma servisi için aslında teknik olanaklar hazır, bizleri bekliyor.
Üç yıldır Paris’te yaşayan ve üniversitede doktora çalışmalarına devam eden Erdem, Paris’teki Gay yaşamı hakkındaki izlenimlerini KAOS GL için yazdı.
Bizi merak edip ya da bize ilgi gösterip yazan pek çok Türkiyeli arkadaş var. Onlara buradan seslenip yazımı burada bitirmek istiyorum: Biliyorum pek çoğunuz bize dargınsınız. Sizlere yanıt vermekte gecikiyoruz, hatta kimi zaman uzun bir süre için unutuyoruz. Gerçi burada ben çoğul konuşuyorum ama bu iş de, diğerlerinde olduğu gibi bana bırakılıyor. Ama insaf, ben de insanım. Hem çalışıp, hem okuyorum. Bir üniversite öğrencisinin tipik sorunlarıyla boğuşmaktayım. Bir de başıma “tatlı bela” Türk-Gay çıktı. İnanın, gelen tüm mektuplar grup toplantılarında okunuyor. Bir süre önce bir arkadaşımızı mektupları yanıtlamakta görevlendirmiştik. ama kendi dediğine göre “kişisel sorunlarından ötürü” grup çalışmalarına katılmamaya karar vermiş, yani iş yine bana kaldı. Yine de sizin mektuplarınızı her zaman bekliyoruz. Bu özellikle anayurttaki durumları öğrenme açısından çok önemli. Bizlere yazmaya devam edin. Çünkü sizleri seviyoruz ve sizlerle (özellikle yoktan var ettiğiniz için) gurur duyuyoruz. TÜRK-GAY Postfach 10 34 14 D-50474 KÖLNALMANYA Not: TURK-GAY’in Tanıtım broşürüne önümüzdeki sayılarda yer vericeğiz.
“Gerçek güzellik o kadar özgül, o kadar yeni bir şeydir ki, onu güzellik olarak tanıyamayız.”
Marcel Proust Kendisine dışarıdan atfedilen klişelerle (güzellik sembolü, ışıklar şehri, romantik şehir, vb.) tanınan Paris’in bir de barındırdığı önemli bir eşcinsel nüfusu var ve her şey Edith Piaf’ın adlandırdığı gibi “pespembe bir hayat”ı yansıtmıyor. On milyonluk nüfusuyla Paris, Avrupa kıtasının en kalabalık şehri ünvanına sahip ve yaklaşık 150,000 kişilik bir eşcinsel nüfusu içeriyor. Fransa’nın taşra bölgelerinden ve Avrupa’nın diğer bölgelerinden gelenler burada oldukça kozmopolit bir doku oluşturmuşlar. Paris’li eşcinseller, ilk bakışta şehrin bir semtinde yoğunlaşıp bir getto oluşturdukları izlenimini verseler de aslında bu semti (La Marais), şehrin en şık galerileri, en önemli müze ve kütüphaneleriyle paylaşıyorlar. Eşcinsel nüfus, havanın kararmasıyla birlikte artmaya başlıyor, gökkuşağı renkli bayraklar asılıyor ve insanlar caddeleri ve barları doldurmaya başlıyorlar. Barasının eşcinseller tarafından mesken tutulması1970’li yıllara rastlıyor. Gerçekte, 1968 olaylarının Fransız eşcinsel hareketinin güçlenmeye başladığı dönem olduğu kabul edilse de, asıl kazanımlar 1980’li yıllarda iktidarda olan sosyalist hükümetlerin zamanında olmuş ve Fransız eşcinseller özgürlüklerinin tadına en çok bu dönemde varabilmişler, bu dönemde görünürlülükleri de hızla artmış. Bu dönem aynı zamanda AIDS’in Paris’te yaşayan yüzlerce eşcinseli kurban etmesine tekabül ediyor. Bugün hala bunun sorumluluğunun kimde olduğu tartışılmakta. Devlet ve AIDS’in patladığı bu dönemde hastalığın yayılmasının önlenmesi için devletle işbirliğine girmesi beklenen AIDS’le mücadele derneklerinin umursamazlıklarından dolayı hasta sayısının korkunç boyutlara ulaştığı söyleniyor. Frédéric Mortel’in “La Rose et le Noir: les Homosexuels en France depuis 1968” (Pembe ve Siyah: 1968’den günümüze Fransa’da eşcinseller) adlı geçen yıl yayımlanan kitabı bu gerçekleri ortaya döker dökmez
KAOS GL 35/19
tarzı bir yaşam biçimine yöneldikleri açıkça görülüyor. Burada gökkuşağı renkli bayrakların asıldığı ticari mekanların çoğalması, yerel yöneticiler, halk ve eşcinsel girişimci ve iş sahibi semtlileri karşı karşıya getirebiliyor.
eşcinseller ikiye bölündü ve kitabın yazarı eşcinsel düşmanı olarak ilan edildi. Fransız siyasi geleneğinin temel taşlarından biri olan, farklı olanın sisteme eklemlenmesi olarak tanımlayabileceğimiz entegrasyon çabalarının, son yirmi yıldır Fransız toplumunda başarısız olduğu ortaya çıktı. Bu başarısızlıklar, özelikle Arap göçmenlerin topluma entegrasyonu konusunda hissedildi ve genelde göçmenlerin büyük şehirleri çevreleyen banliyö bölgelerinde getto oluşturdukları gözlendi. Aynı siyasi eğilimden, eşcinsel cemaatinin de etkilenmiş olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü eşcinsellerin bu semtte (La Marais) yoğunlaşıp, getto
Diğer taraftan, bir semtte kendini özgür hissedebilen veya özgür olduğu yanılsamasını yaşayan eşcinseller, sonuçta Amerikanvari bir yaşam biçiminin “cazibesine” kendilerini kaptırıyorlar. Bu tarz bir yaşam biçimini seçen ve kafalarını fena halde fiziksel ölçülerine takmış eşcinseller, şüphesiz hükümetin “bunlar da toplumdan farklılar, öyleyse yeter ki bu semtten dışarı taşmasınlar” diyerek gettolaşmaya adeta yeşil ışık yakması ve hatta olayın ticari yönünden son derece hoşnut görünmesine (bunun en son örneği Europride Paris ‘97’de yaşandı) pek aldırış etmiyorlar. Köklü Fransız edebiyat ve felsefe geleneği önemli sayıda eşcinsel düşünür ve edebiyatçı yetiştirmiş olmasına ve tarihte insanlar arası dayanışmanın en güzel örneklerini vermiş olmasına karşın, Paris’te 1990’larda bireyciliğin dayanışma ruhuna üstün gelmiş olduğu (ve dayanışmanın en çok eşcinseller arasında azalmış olduğu) görülüyor. Kartezyen mantık, romantizmi adeta öldürmüş ve bir gecelik ilşkilerin daha çok yaşandığı, insanların her geçen gün daha az diyolağa girdiği ve ne istediklerini bilmeyen, fiziksel gösteriş ve yarışmanın ön plana çıktığı bir eşcinsel yaşam biçiminin yerleşmeye başladığı da gözlemlerim arasında. Paris’li eşcinseller, yalnızlıklarını, radyo istasyonlarında yaptıkları anonslarda, barlarda, gay pride yürüyüşlerinde ve yepyeni dayanışma biçimlerinin yaratılmaya çalışıldığı, değişik ilgi alanlarına sahip olan çeşit çeşit eşcinsel derneklerinde (sosyalist eşcinseller, eşcinsel öğretmenler, eşcinsel öğrenciler, doğa yürüyüşü yapmayı sevenler, hristiyan eşcinseller, vb…) aşmaya belki de unutmaya!- çalışıyorlar.
Erdem
KAOS GL 35/20
S O N U N A
K A D A R
Hayat özünde tozpembe olabilir belki. Ya da dünya... Ama bizler ki; yeryüzünün, hatta ve hatta evrenin(!) en zeki(!) varlıklar olarak tanımladığımız kendimiz, insanoğlu, gri düşüncelerimizle bin yıllardır birbirimizi cinsiyetlere, sınıflara, ırklara, dinlere ayırıp, birbirimizi eziyor ve sömürüyor, birbirimizle savaşıyoruz. Ta ki bazı gerçekleri, farklılıklarımız ne olursa olsun hepimizin insan ve yaşama hakkına sahip varlıklar olduğumuzu anlayana dek. işte bu anlayışın yeryüzünde varolması, binlerce yıldır oynan bu anlamsız ve saçma oyunların ortadan kalkması için biz eşcinsellere de çok görev düşüyor. Görevlerimizi uzun uzun anlatmama gerek var mı, pek sanmıyorum. Tabii ki bu girişi okuduğunuzda pek çoğunuz “bu çocuk iyice uçmuş” diyebilirsiniz, ama dikkatle bakarsanız eşcinsel olmanın yanında ister istemez kurulu düzene karşı bir duruşu getirmek zorunda olduğumuzu görürsünüz. Bu düşüncelerden yola çıkarak”tozpembe” bir bakış açısıyla İzmir’de oluşum kurma girişimlerimin doğrultusunda %100 GL’nin İzmir’e gelmesine ön ayak oldum ve Toplumsal Araştırmalar Vakfı’na gidip oluşum konusunu konuştum. Vakıfta konuştuğum arkadaşın bana verdiği tepki oldu. Arkadaşım Ankara’ya geldiğinde KAOS’un toplantılarına iki kere katıldığını, toplantılara gelenlerin çoğunun çekingen olduğunu ama bunu doğal karşıladığını belirtti. Vakıftaki diğer çalışmalar hakkında bilgi verdi. Kadın ve işçi gruplarının olduğunu, bunların yanı sıra yazarlık, sinema ve tiyatro ile ilgili seminerler verildiğini, böyle şeyler arasında eşcinsel bir grubun da yer alabileceğini, hiçbir şekilde önyargıyla yaklaşmayacaklarını söyledi. Az kalsın toplantı için gün ve saat teklif ediyorlardı ki, ben grup oluşturamadığım (aman Tanrım!), sadece İstanbul’da Lambda’nın Ankara’da KAOS’un toplandığı gibi, İzmir’de de böyle bir şey olursa ortam sağlayıp sağlayamayacaklarını öğrenmek için sorduğumu belirttim. Ortam hazır olduğu halde bilinçli insan bulamamak, traji-komedyanın bir başka kısmı. Eşcinselleri anlamakta güçlük çekiyorum zaman zaman. Bir yandan aşağılanmaktan, bastırılmaktan şikayet ediyoruz, öte yandan öylece oturuyoruz. Bize tartışma ortamı sağlayabilen vakıflardan, kültür merkezlerinden haberdar olmuyor, yaptıklarına burun kıvırıyor, oturup bu tarz platformlarda kendimizi geliştirmek yerine gay barların, hamamların, sinemaların yapay ortamlarında birbirimizin götünü götürmeye kalkarak kendimizi tüketiyoruz. Bunu yapma aptallığını, böyle şeylere burun kıvırma şımarıklığını nereden alıyoruz. Daha ne kadar kendini tüketen ibneler olacağız? insanların korkularını ya da önyargılarını aşabiliyorsunuz belki ama iş cehaletlerini aşmaya gelince başaramıyorsunuz. Geçenlerde Kemeraltı’nda çalışan bir arkadaşımla sohbet ediyorduk. arkadaşım oldukça bilinçli, okuyan ama aynı zamanda da oluşum konusunda bazı önyargıları olan biri. Ona oluşum kurma girişimlerimi, yapmaya çalıştıklarımı, gruptan beklentilerimi (önder olmaması, her şeyin kolektif olması, kaliteli ortam) anlattım. arkadaşım anlattıklarıyla, benim gözümde bilinçli ama adamsendeci, önyargılı, aşırı bireyci eşcinsel tipini temsil etti. Beklediğim türde bir grubun olmasının çok zor olduğunu, aslında güzel şeyler düşündüğümü, önder
T O Z P E M B E !
olmadan olamayacağını, öyle bir şey geçerse oyunu benden yana kullanacağını belirtti. aynı zamanda kendisinin de bir grup kurduğundan, bu grupla bir gay-barda AIDS karşıtı .bir parti düzenleyip bedava prezervatif dağıttıklarından, partinin yanlış anlaşılıp işin sekse dönüştüğünden ve grubun daha sonra dağıldığından bahsetti. KAOS ve Lambda hakkındaysa “Ne de olsa onlar bir şeyler yapıyorlar. Eğer belli bir örgütlenme varsa, bu örgütlenmeler başarıyla yürüyorsa, bu konuda benim bir şey yapmama gerek yok. aslını istersen sen kendini kabullendikten sonra, toplum seni bağrına basıyor. Beni karşıcinsel (heteroseksüel) arkadaşlarım severler. Sen bence yeterince arkadaşın olmamasından dolayı bunu istiyorsun. Şimdi sekse dayalı olmasın diyorsun ama öyle bir oluşum kurulursa, bir gün yeni ve herkese yakışıklı gelen biri geldiğinde herkes onu arzulayacaktır. Ya da herkes birbirine öyle yaklaşacak, ya da partner bulmak için gelenler çok olacaktır. Bu ibneliğin doğasında vardır.” dedi. arkadaşım “ibne” sözcüğünü öylesine çok kullanıyordu ki en sonunda rahatsızlığımı belirtmek için “kullanma şu ibne sözcüğünü, hiç sevmiyorum” dedim. o ise “Kullanmalıyım. Çünkü bu söz olumsuz değil, olumlu anlamda kullanılmalı, meşrulaştırılmalı. Mesela Almanya’daki eşcinsel derneğinin adı “Schwullenverband : Götverenler Derneği”dir. “İbne” lafını küfür olarak kullanmazsan insanlar da eşcinselleri “ibne” , diye aşağılamazlar” dedi. arkadaşların anlattıklarını hayretle dinlerken “”İbne değil eşcinsel” lafını tercih ederim” dediğimde aldığım cevap şu oldu: “o da bana çok bohem geliyor” Arkadaşıma haksızlık olsun istemem. olumlu yanları da var çünkü. Bir şeyler yapmaya çalışmış, birçok ortama girmiş, hayal kırıklığına uğramış, bunun doğrultusunda kendine olan inancını yitirmiş ve de en azından düzenli olarak KAOS GL okuyan bir insan. Söylediklerinde az çok doğruluk payı da var ama “ibne” lafını bu biçimde kullanmak düpedüz erkek egemen düzenle uzlaşmaktır. “Eşcinsel”i hepsinin yerine koymanın uçlaşmakla (ya da bohemleşmekle) ilgisi yoktur. Kişinin kendisine duyduğu saygıyla ilgisi vardır. Madem öyle niçin lezbiyen arkadaşlarımız da kendilerine “ben seviciyim, ablacıyım, lezistim, lesbiyim, lezzoyum, oraletim” demiyorlar? Neden ablacı değil de ibne? Niye aldatıyoruz kendimizi? Neden kazıyamıyoruz bilinçaltımızdan ataerkil şeyleri. Arkadaşım olaylara bireyci bakmış. Tamam, işin bireyci kısmını göz ardı etmiyorum. Çok aşırı toplumculaşmanın zaten bir anlamı yok. Olaya bireysel, toplumsal ve politik boyutlardan bakıyorum. arkadaşım “sen yalnız olduğun için bunu istiyorsun” derken kısmen doğru bir saptama yapmış. Evet, bunun kendimi yalnız hissetmemle bağlantısı var. Düzeyli bir ortam yaratarak bu ortam aracılığıyla beni anlayabilen gerçek dostlar bulmak, kendimi yalnız hissetmemek ya da onlardan alacağım destekle kimliksel açılmamı yaparak, bireysel açıdan özgür bir yaşam kurmak, kendimi geliştirmek kişisel amaçlarım arasında. Ama diyelim ki ekonomik, dolayısıyla bireysel özgürlüğümü elime aldım, belli bir arkadaş çevrem oluştu; karşıcinsel arkadaşlarım, ailem, akrabalarım, vs. eşcinselliğimle beni “bağrına bastı”. Peki her şey burada bitti mi? Eğer bununla her şeyin biteceğine inanırsak yandık! Bizi yakın çevremizin kabul etmesi ve bireysel açıdan tam anlamıyla eşcinsel bir yaşam tarzı kurmak bir yere kadar çözüm olabiliyor. Eğer sizin örgütünüz, oluşumunuz, derginiz, kültür merkeziniz, belki de derneğiniz yoksa, fikirlerinizi, bilinçli bilinçsiz kimselere anlatmıyor, onlarla tartışmıyor, sayılarının en az bar eşcinselleri kadar olduğuna
KAOS GL 35/21
inandığım ama kendi içine kapalı, gizli ve mutsuz eşcinsellere ulaşamıyorsanız, dünyada ve ülkemizde korkutucu bir biçimde yükselen cinsel özgürlük ve de özellikle eşcinsellik karşıtı toplumsal-politik akımlara karşı bir şeyler yapmıyorsanız, bireysel anlamda özgürleşmiş olmanız bir yere kadar yeterli oluyor. Yarın bir gün Türkiye’de şimdikinden daha totaliter bir anlayış ve ideoloji gelirse, başımıza gelenlerin Nazi Almanya:'sından, Stalin Rusyası’ndan, Franko Ispanyası’ndan ya da Humeyni Iran’ından farklı olacağını mı sanıyor, bu arkadaş ve arkadaşlarımız? Bu arkadaşlarımız hiç mi televizyonda haber seyrederken rahatsız olmuyor? Hiç mi öyle bir durumda ilk kendisinin kalabileceğini düşünmüyor? Hiç mi bilinçli kimselere ulaşıp, onlarla dayanışmayı istemiyor? Bireysel özgürleşme olmadan toplumsal özgürleşme olamaz. ama Hollanda’da evli ve kendini mutlu hisseden bir eşcinsel de Cezayir’de terörün dehşeti altında yaşayan bir eşcinsel özgürleşmeden yeterince özgürleşemez, ki olaya daha geniş bir boyuttan bakarsak cinsel kimliği ne olursa olsun herkes için geçerlidir bu. Ben İzmir’de belki Hakkari’de yaşayan, birine göre daha rahat ve özgür olabilirim. Ama orada savaş varken, savaşa sürüyle para ve yaşam giderken, hele hele tepemde de atılması çok güç (belki de olanaksız) bir askerlik baskısı varken, bu özgürlük nereye kadar sınırsız olabilir? Yine arkadaşımın arkadaşıyla beraber bedava prezervatif dağıttıkları partiye saygı duyuyorum ama bu tür şeylerin pek bir şey getireceğini sanmıyorum. Bir defa her şey bedava prezervatif dağıtıp AIDS’ten korunca mı bitiyor? Peki teknoloji gelişmişken neden AIDS’e bir türlü çare bulunamıyor yıllardır? Acaba AIDS eşcinselleri, geri kalmış ülkelerin insanlarını, uyuşturucu kullananları, kısacası uygar (!) dünyanın itip kaktığı kimseleri günah keçisi olarak göstermek için mi kullanılıyor? Acaba AIDS’in tedavisi bulundu da mı saklanıyor? Peki AIDS’in veya diğer cinsel hastalıkların artması prezervatif üreticilerinin işine gelmiyor mu? AIDS günlerinde, özel partilerde, orada burada bedava prezervatif dağıtmak, prezervatif reklamı yapmak değil mi? Acaba bizim korkularımızdan para mı kazanılıyor? Düşünsenize AIDS’in ortadan kalktığını bir sektör ve pazar haline gelen prezervatif üreticiliğinin burjuvası nereden para kazanacak? Bu sektörde çalışan bir dolu işçi, dağıtımcı, pazarlamacı nerede çalışacak? Uzmanlaşmış insanlar ne yapacaklar? Ya da daha değişik bir boyuttan sorgularsak, prezervatif üretim-tüketimine giden paralarla, AIDS’in tedavisinin bulunmasına yönelik çalışmalara giden paralar eşit mi? Hükümetler buna ne kadar destek veriyor? Yukarıdaki sorular açısından bakarsak, prezervatif firmaları buna ne kadar parasal destek veriyorlar? Neden insanlar olayın üstüne bu sorularla gitmek yerine AIDS’ten “korunmayı” seçiyorlar? Şimdi ben burada prezervatif kullanmayalım, demiyorum. Sadece bunlar benim kafama takılan sorular. Kaçımız bilimsel çalışmalara verilen parasal desteğin hesabını soruyoruz? Prezervatif kullanmak kadar olaya bu boyuttan da bakmalı, bu tarz soruları bununla ilgili kitle örgütleriyle birlikte bilim insanları, politikacılar ve prezervatif firmalarıyla tartışmalıyız. Şunu söyleyeyim ki, cinsel özgürlük hareketi orada burada prezervatif dağıtmak değildir. Cinsel özgürlük hareketi alanlara dökülüp pankartlar açıp batıdakiler gibi saçma sapan giysiler ve peruklarla dolaşmak, bağırmak ya da şu uç noktasında “Titre Sapık Sistem, Nefretle Geliyoruz!” diye tehditkar ve solcu özentisi bulduğum sloganları atıp, marşları söylemek değildir. Eşcinsel hareket demek, magazin programlarına çıkıp da “ben bilmem ne partisinden, bilmem kim
KAOS GL 35/22
ile yattım” diye reklam yapmak değildir. Ya da oluşumların birbirini “yok sen televizyona çıktın, yok sen politikadan anlamıyorsun, yok sen çok uçsun, yok bunlar yavşak, yok sen blöfçüsün, yok sen sansasyon peşinde koşuyorsun” diye karşılıklı yemesi değildir. Cinsel özgürlük hareketi oraya buraya protesto telefonu açıp, protesto faksı ve mektubu göndermek değildir. Cinsel özgürlük hareketi önce içinde yaşadığımız düzeni sorgulayarak, kendi içimizde birbirimizi güçlendirerek, bilinçlendirerek, eğer cesaretlendirebiliyorsak ya da istiyorsak cinsel kimliğimizi herkese kabullendirerek, kendimize özgür bir dünya görüşünü oluşturmaya çalışarak başlar. Oluşumlarla, panellerle, sempozyumlarla, eşcinsel sinema ve müzik festivalleriyle, eşcinsellere de ait basın-yayın organları ve kültür merkezleriyle devam eder. İşe bir gay-barda prezervatif partisi vererek başlamak, bence baştan kaybetmektir, ki arkadaşımın söz ettiği oluşumun kısa ömürlü olması da bunu teyit eder niteliktedir. Gelelim diğer oluşumlardan arkadaşların fikirleri. Birkaç hafta önce (en sonunda!) Lambda ile iletişim kurabildim. Telefona % 100’ü hazırlayan Alpler arkadaşımız çıktı ve onunla bunu tartıştık. Alper arkadaşımız da İzmir de niçin olmadığını merak ediyor ve oluşumu destekliyor. “Siyasal olarak başlamayın. Öyle başlarsanız insanlar korkabilir. Bir terapi grubu olarak başlatın ve gönüllü bir doktor bulun. Sonra yavaş yavaş politik şeylere girin. Bunu başlatırsanız İzmir’deki gaybarın (Esmeralda) kapısına ilan asın. Oradan gelenler ile başlayabilirsiniz. Lambda da terapi grubu olarak başlatılmıştı.” diyordu. Aynı zamanda % 100 GL’yi dağıtmayı teklif ettim (şu anda % 100 GL Kabile kitabevinde KAOS GL’nin yanında satılmakta). KAOS GL’den Ali Erol “Artık yavaş yavaş toplanmaya başlayın, üç kişi de olsa. ancak öyle başlar. Gelenler de ancak öyle gelir.” diyor. Sanırım artık başlatmak daha mantıklı, çünkü bekledikçe zaman geçiyor ve hiçbir şey olmuyor. Oluşum konusu 7-8 aydır kafamda var. Sanırım bir yerlerden başlamak, gerisini de getirecektir. Kendi adıma terapi grubu düşünüyorum. Aynı zamanda Esmeralda’ya takılan kesimin ne olduğu ortada. onlarla da başlamak istemiyorum., Bu olsa olsa bilinçli KAOS GL okuyucularıyla olabilir. Yine söylüyorum desteğinize ihtiyacımız var. Yaşınız, cinsiyetiniz, nereli olduğunuz kesinlikle önemli değil. Her konuda bize yazabilirsiniz. Bu yazı biraz da “Nasıl Bir Eşcinsel Hareket” tartışmasına da yazılmış gibi oldu ama çok iyi oldu. Bir oluşumun ısrarla kurulmadığı İzmir’den yazılan bu ısrarcı “tozpembe” yazılar meyvesini verecektir şüphesiz. Bizi desteksiz bırakmayın.
Ezgi *** Ezgi'nin yukarıdaki yazısı aslında geçen sayı için yazılmıştı, ancak maalesef elimize vaktinde ulaşamamıştı. Şimdi ise Ezgi bize o yazıyı yazdıktan sonra İzmir'deki süreci anlatan bir mektup gönderdi. Bize ulaşan nota göre İzmir'de toplanmaya çalışan az sayıda insan da bir araya gelememiş ve bir iki denemeden sonra toplantı diye bir şey kalmamış. Ezgi bunu İzmirlilerin şımarıklığı olarak yorumluyor ama çabucak hayal kırıklığına uğramayacağını söylüyor. Yazın bitmesiyle birlikte İzmir'deki çalışmalarını hızlandıracakmış. Kolay gelsin diyoruz…
SÖYLEŞİLER d e ğ e r l e n d i r m e l e r KAOS Eşcinselleri, üç yıl boyunca pek çok söyleşiye katıldılar. En son, üniversitelerin geleneksel bahar şenlikleri kapsamında iki söyleşi gerçekleştirildi; geçen sayımızda duyuruldu. Bu söyleşilerin bazılarını doğrudan KAOS GL organize etti; bazılarına ise konuşmacı olarak çağrıldık. Zaten söyleşilerin bazılarının konusu doğrudan KAOS GL'nin kendisi ve eşcinsellik şeklindeydi. Söyleşiler asıl olarak heteroseksüellere yönelikti. Bizim için insanlara ulaşmanın önemli yollarından biriydi ve aynı zamanda tebliğ işlevi de görüyordu. İnsanlarımızın okuma-ma gibi önemli bir sorunu olduğu bilinir. Bu durumda bir iletişim aracı olan dergi'nin yanı sıra doğrudan ve yüz yüze gerçekleştirilen sohbet ve tartışmaların önemi tartışılmaz sanıyorum. Karşıdaki kişinin söylenene katılsa da katılmasa da, ikna olsa da olmasa da, söyleyeni ete kemiğe bürünmüş kendisi gibi bir canlı/insan olarak karşısında görmesi, konu eşcinsellik ve eşcinseller olunca, söz konusu önem daha iyi anlaşılacaktır. Aynı zamanda biz eşcinseller için de çok önemli, çünkü ortaya çıkmamızın ve görünür olmamızın yollarından biri oluyor bu söyleşiler. Hayali tiplere, gerçek olmayan adı üstünde önyargılarla yaklaşmanın önüne geçmenin yollarından da biri oluyor. Söyleşilerden beşi üniversitelerde gerçekleştirildi; üç söyleşi ise parti ve dergi bürolarında. Önümüzdeki güz dönemiyle birlikte söyleşilere devam etmeyi planlıyoruz. Üniversite dışında söyleşi gerçekleştirdiğimiz ve önümüzdeki dönem gerçekleştirmeyi düşündüğümüz mekanlar ve çevreler tahmin edilebileceği gibi toplumsal muhalif kesimler. İşin acı tarafı bu kesimlerin pek çoğu geçmişte ve hâlâ aynı zamanda eşcinselliğe de muhalif! Ama köprünün altından çok sular aktı ve yaşadığımız süreçte pek çok şeyin yanı sıra eşcinsellik de bir turnusol işlevi görebiliyor. O bildik dogmatik zihniyetin sonucu hâlâ eşcinselliği, "yozlaşmış burjuva toplumunun sonucu" olarak görenler olsa da bütün önyargılara rağmen bir şeylerin değiştiğini/değiştirebildiğimizi söyleşiler boyunca gördük. Söyleşiler için toplumsal muhalif kesimlerin seçilmesinde ya da onların bizleri çağırmasında ilginç veya şaşırtıcı bir durum olmasa gerek. Ayrıca örneğin, memur sendikalarına, işçi sendikalarından daha kolay ve önce ulaşılabileceğini düşündüğümüzden önümüzdeki dönemdeki söyleşi planlarımızda memur sendikalarına yönelik seminer ve söyleşiler ilk sıralarda yer alıyor. Parti ve dergi çevrelerine yönelik yine aynı
şekilde iç seminer ve söyleşiler de plan kapsamında. Öngörüşme için neredeyse çekinerek gittiğimiz bazı parti ve dergi çevrelerinden iletişime açık ve olumlu cevap almamız bizleri umutlandırıyor. Doğrudan iletişimlerle önyargıların daha kolay yok olacağını düşünüyoruz. Belirtmek gerekir ki her şeyin yolunda gittiği sanılmasın. Bütün bunlar biz eşcinsellerin sabrı ve inadıyla oluyor. Tahmin edilebileceği gibi söz konusu çevrelerin bitmez tükenmez acil ve çok daha önemli işleri vardır. Ayrıca hiçbir söylediğine inanmadıkları burjuva medyasının, eşcinseller konusunda söylediklerine şıp diye inanırlar. Artık, belirttiğimiz gibi, köprünün altından çok sular aktığı için zor da olsa iletişim ve doğru bilgilenmeye açık insanların sayısı artıyor. Elbette ki eşcinselliğin gerekli olup olmadığına, gerekliyse nasıl olacağına, değilse nasıl halledileceğine devrimden sonra karar vermeyi düşünenler yok değil. Bazen yarı şaka yarı ciddi de olsa, her şeye rağmen eşcinselliğin bir gerçeklik olarak tartışılmaya başlanması olumlu ve istediğimiz bir gelişme. Hele ki daha düne kadar eşcinselliği hakaret ve küfür derecesinde sözlerle anan insanların tartışıyor olması değişimin mümkün olduğunu gösteriyor elbette ki biz eşcinseller ortaya çıktığımız sürece. İlk söyleşimizi gerçekleştirdiğimizde İnsan Hakları Derneği'nden henüz resmen kovulmamıştık. İHD Ankara Şubesi'nde Gay ve Lezbiyen Hakları Komisyonu'nun mücadelesini veriyorduk. Hacettepe Üniversitesi Beytepe Kampüsü Psikoloji Bölüm Topluluğu "Eşcinsellik ve Toplum" başlıklı bir söyleşi ,için çağırmış ve iki arkadaş konuşmacı olarak gitmiştik. Bizim açımızdan iyi bir başlangıç ve güzel bir sohbet olmuştu. Daha sonra bütün söyleşilerimizde olduğu gibi önce bir sunum yaptık ve ardından saatler süren tartışma gelişmişti. Dört yüz civarında bir öğrenci kitlesi büyük bir anfiyi doldurmuştu. Belki de "uzman"ının değil de yaşayanının katıldığı için soruların ardı arkası kesilmemişti. Nazizizm, Ekim Devrimi, Osmanlı, Lut Kavmi, travestiler, yatakta ne yaptığımız her şey ama her şey gündeme gelmişti. Tekrar tekrar sorulan sorular ise eşcinselliğin doğuştan mı, sonradan mı olduğu ile heteroseksizm alanında yoğunlaşmıştı. Bu söyleşiye dört yüz öğrencinin katılması üç yıl öncesi için ayrı bir öneme sahip olmalı. Bu dönem son söyleşi yine aynı şekilde Hacettepe Üniversitesi Beytepe Kampüsünde Geleneksel Topluluk Klüpler Şenliği'nde oldu. Organizasyon açısından üç yıl önceki söyleşi kadar olamadı. Şenlik dolayısıyla söyleşi okulun son haftasıydı ve açık alandaydı. İnsanlar sıcaktan ağaçların altına
KAOS GL 35/23
dağılmışlardı. Farklı kesimler farklı şenlikler tertiplediklerinden öğrenciler kampüse dağılmışlar ve bölünmüşlerdi. Mikrofon kullanıldığı için ayrıca bir toplantı hali alınmadı. Sonuçta konuşmacıya/mikrofona yakın üç-beş kişi soru yöneltti. Uzaktan dinleyenlerin ne düşündüklerini öğrenemedik. Bu tür söyleşiler için sınıf ya da salonların yani kapalı mekanların dinleyici ve tartışmaya katılmak isteyenler açısından daha önemli olduğunu düşünüyorum bu arada arkadaşlarımızdan Hacettepeli olanlar bu dönem kendi yerelliklerinde bir gay ve lezbiyen oluşumu için önemli adımlar attılar ve önümüzdeki süreçte Hacettepe Üniversitesi'nin sürekli şenleneceğini umuyorum. Aralık 1995'te Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde İnsan Hakları Haftası kapsamında Öğrenci Derneği'nce düzenlenen etkinlikler çerçevesinde bir söyleşimiz oldu. Hukuk Fakültesi'ndeki bu söyleşiye yaklaşık üç yüz kişi katılmıştı. (Hukuk Fakültesi biraz farklı olduğu için katılanlardan bir ikisi elbette ki sivildi!) Bu söyleşide, katılımcılar ciddiyetle dinlemekle birlikte, sanki; biz her şeyi biliyoruz şeklinde bir hava vardı dinleyicilerde ve sorular daha çok eşcinsellerin kurtuluşunun nasıl gerçekleşeceği yönünde yoğunlaşmıştı. Aslında bu durum, karşı tarafı da sürece ve birlikte kafa yormaya katma olasılığından dolayı iyi de olmuştu. Biz de heteroseksizmin yanı sıra biyolojik ve toplumsal cinsiyetten ve bunların insanlar arası ilişkileri nasıl etkilediğinden söz ettik. Eşcinsellerin tek başlarına kurtuluşlarının mümkün olmadığını, heteroseksüellerin de bu süreçte aktif olarak katılmaları gerektiğini, bunu biz eşcinseller için değil kendilerinin de özgürleşmeleri için yapmaları gerektiğini anlatmaya çalışmıştık. Buna pek istekli olmayan bir kaç heteroseksüel, işimizin çok zor olduğunu ama yine de başarı dilediklerini söylemişlerdi. Elbette ki karamsarlığa kapılmadık, aynı sorunu feministler de yaşamışlardı! AIDS haftası kapsamında , 6 Aralık 1996'da, Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi'nde "Doğa ve Çevre Topluluğu"nca gerçekleştirilen "AIDS ve Toplum" konulu panele KAOS GL ile birlikte bir de doktor katılmıştı. Söyleşi bir sınıfta gerçekleşti ve 150'den fazla öğrenci katıldı. Konuşmaların ardından yine aynı şekilde yapılan tartışma umut vericiydi. Yine aynı hafta kapsamında, "Tıbbi ve İdeolojik Yönleriyle AIDS" konulu bir söyleşi organize etmiştik. Söyleşi ÖDP Çankaya/Ankara Şubesi'nde gerçekleştirildi. Bu partiyle bir bağlantımız bulunmuyor. Bununla birlikte ÖDP'li insanlara ulaşmak için, bilinmediği halde çok konuşulan AIDS konusundan hareketle iyi bir iletişim başlangıcı olur diye düşünmüştük. ÖDP'nin eşcinsellere açık olması tüm partililerin eşcinsellere olumlu baktığı anlamına gelmiyor. Bunu biliyorduk ve bir kez daha görme olanağı bulmuştuk! Ama her şeye rağmen ve hâlâ önyargıların doğrudan iletişimle kalkacağını
KAOS GL 35/24
düşünüyoruz. Aslında, ÖDP içinde eşcinsel arkadaşlar olduğu halde, bu kişilerin kendilerini partilerinde açık edememeleri bir şeylerin göstergesiydi ve olumsuz yaklaşımlar bundan dolayı bizi şaşırtmıyor. Türkiye'de solcular, kendi aralarında eşcinsellerin kendi kimlikleriyle ortaya çıkmalarına olanak tanımadıklarından, eşcinselliğe ve eşcinsellere yaklaşımları hep sorunlu oluyor. Bu durumda eşcinsellik ve eşcinsellerle ilgili her şeyi ya tercüme yoluyla öğreniyorlar ya da ortaya çıkan eşcinseller aracılığıyla. Daha önce eşcinsellerin "sömüren sınıfın artıkları" olduğu(!) nasıl tercüme ile öğrenildiyse artık eşcinselliğin hastalık ya da sapıklık olmadığını, eşcinsellerin de özgür olmaları gerektiğini yine bazı sol çevreler tercüme yoluyla öğreniyorlar. Tercüme yoluyla da olsa öğrenmemekte kararlı olanları gördükçe, bu durum elbette ki sevindirici. Fakat o kadar değil… 8 Mart 1997'de, Sosyalist İşçi Dergisi (daha sonra parti kurdular) Ankara bürolarında, Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla bir panel düzenlediler. Konuşmacı olarak KAOS GL'yi de çağırdılar. Diğer konuşmacılar sosyalist olmayan bir feminist ve ayrıca doğal olarak kendilerinden bir kadın. Panelin başında ve sonunda, yine kendilerinden bir kadın ayrıca konuştu! Sanki biz oraya misafir sanatçı olarak çağrılmışız izlenimi edinmiştik. Bununla birlikte bu dergi, cinsel tercihlerinden dolayı insanların ayrımcılığa uğramalarına karşı ve eşcinsellere de açık. Fakat sonuçta ortaya çıkan aynı zihniyetti. Eşcinselliği yadsımaları aptallık olurdu; nasıl olsa sosyalizm bu sorunu da çözecekti, dolayısıyla eşcinsellere açık olmak ne kaybettirecekti. Üstelik İngiltere'de Sosyalist İşçi Partisi, eşcinsellerin de olması gerektiğini söylüyordu; olmalıydı o zaman! Yaşayarak, sorunla doğrudan yüzleşerek, hayatın içinde sorgulanmadığı sürece başka bir sonuç çıkmaz zaten. Sanat Eylemi-Karya Kooperatifi'nde iki söyleşi planlamıştık. Mekan kültürel bir ortamdı ve düzenli söyleşiler ve etkinlikler yapılıyordu. Konu önerilerimizi götürdük ve bir tarih istedik. Şubat 1997 tarihli dergimizde de duyurulduğu gibi 15 Mart 1997'de "Eşcinsellik… Önyargılar ve Gerçekler", 22 Mart 1997'de ise "Eşcinsel Kurtuluş Hareketi ve Türkiye Sosyalist Hareketi" konulu söyleşiler yapılacaktı. Tarihlerde sorun çıkardılar. Anlaşılan mekan sahiplerinin kendi aralarında bir iletişimsizliği söz konusuydu. Daha sonra ikinci söyleşi için tatillerin birleştirildiği bayramı önerdiler! Bilindiği gibi bu söyleşi olmadı. Birinci söyleşiye ise bizim dışımızda sadece 10 kişi gelmişti! "Önyargılar ve Gerçekler"den vazgeçtik, konuşmak bile başlı başına sorun olabiliyor. Gerçekleşmeyen ikinci söyleşiyi, ilk konu zemininde doğrudan ilgili çevrelere giderek tartışmak daha anlamlı olur kanaatine vardık. Başta da belirttiğim gibi önümüzdeki dönem bunu deneyeceğiz.
Yine bir geleneksel bahar şenliği çerçevesinde İstanbul Teknik Üniversitesi Ayazağa Kampüsünde öğrencilerle söyleştik. 20 Mayıs 1997'de gerçekleştirilen bu söyleşiyi çok önemli buluyorum. İTÜ Ayazağa Kampüsü, Maslak'ta çok büyük bir alana yayılmış. Şenlik bir meydanda yapılıyordu ve kurulan çadırlarda kalan insanlar geceyi de şenlik meydanında geçiriyorlardı. Söyleşi bu meydanda gece oldu ve Hacettepe'dekinin tersine, bir ateşin etrafında 100 civarında insan tartışmaya katıldı. Yanılmıyorsam 5-10 civarında kampüs işçisi de söyleşiye katıldı. Ayrıca kampüs kenarındaki gecekondu mahallesinden de gelen olmuş. Küçük bir anarşist grubun dışında katılanlar tamamen sosyalistlerdi. Söyleşiyi önemli bulmamın nedeni, anarşistler dışındaki insanların neredeyse tamamı eşcinselliğe tamamen kapalı ve hiç de olumlu bakmayan sol kesimlerdendi. Dogmatizmden hâlâ kurtulamamış bir kaç arkadaş dışında insanlar tamamen samimi ve anlamaya yönelik bir yaklaşım sergilediler. Dogmatik yaklaşımları tekrar etmek istemiyorum ama bir arkadaşın ciddi bir şekilde, "eşcinsellerin her yerde olduğunu söyleyerek, insanları neden paranoyaya sürüklüyorsunuz" demesi ilginçti. Bir sosyalist değilim ama öyle sanıyorum ki iflah olmaz bir iki dogmatik çevre dışında, solcular, eşcinsellik realitesini eninde sonunda kabul edeceklermiş gibi geliyor bana. Fakat bu süreçte daha önce feminist kadınların yaşadığı bir sorunla biz eşcinsellerin de karşılaşması pek muhtemel. Nedir bu
sorun? Dogmatik bir yöntem anlayışları var ve bundan kolay kolay vazgeçeceğe benzemiyorlar. Kendilerinin tanımlamadığı ya da öngörmediği bir problemi yok sayıyorlar, yadsıyorlar. Sorunu doğrudan yaşayanlara ve onlarla dayanışma içinde olanlara kötü gözle ve paranoyakça bakıyorlar. Geçmişte İHD Ankara Şubesi'nde, gay ve lezbiyen haklarının da insan hakları olduğunu kabul ettirememiştik. Eğer bu kabul edilirse Kürt Ulusal Mücadelesinin bile bölünebileceğini ileri sürenler çıkmıştı. (Burada ezilenlerin hiyerarşisi karşımıza çıkıyor. Oysa bizim dile getirdiğimiz sorun, onların ana çelişki dedikleri şeyi gerçekten bu kadar kolay bölebiliyorsa zaten kimse bunun önüne geçemez.) Bu paranoyakça yaklaşım önce yarı alaycı ve görmezden gelme şeklinde ortaya çıkıyor. Daha önce feministlere, çevrecilere de aynı şekilde yaklaşmışlardı. Fakat sorunu yaşayanların dile getirdiklerinin gerçek olduğunu gördüklerinde, hiç bir şey olmamış gibi yapıp hemen sürece sahip çıkıyorlar. Yani bir yüzleşme, bir sorgulama pek olmuyor. Aynı dogmatik yaklaşımla feministlerden vitrin yapılıyor ve çevreciden daha çevreci olunuyor. Bu insanlar dogmatik yöntemleriyle yüzleşip, bir sorgulama sürecine girmedikçe, diğer pek çok sorun gibi eşcinsellerin sorununu da tam olarak anlayamayacaklardır. Ta ki ahlâki bir yüzleşmeye kadar. Elbette ki biz eşcinseller olarak kendi işimize bakacağız.
GAY'E EFENDİSİZ Aslında tüm kurumsal yapılara karşı olmama rağmen, toplumda bir noktada uzlaşma gereği duyduğum tek kurum, aile. Civciv ve kabuğu misali beğenmiyorum. Birbirleriyle ve görüntüde bir bütün olarak diğerleriyle olan ilişkilerinde, iletişimsizlikleriyle, ikiyüzlülükleriyle, yalancılıklarıyla, baskıcılıklarıyla, sevgilerinde bile varolan mülkiyetçilikleriyle ve birey yok edici pek çok mekanizmayla karşımda duran aile, kişiliksiz köle ruhlu insanlar üretmekte. Onlar da yeniden aileyi ve toplumun kendisini üreten aileyi kutsamakta. Seviyorluğum noktasında kurmaya çalıştığım iletişim, aile bireyleri varoldukları, barındıkları yapıyla karşıma çıktığı sürece başarısız olacaktır. Başka deyişle, iletişim kurmak için annemizi, babamızı, kardeşlerimizi aile oluşumumuz dışına çekerek birebir ilişkilere girmemiz, birbirimiz karşısındaki konumlarımızı ortadan kaldırmamız, kişiliklerimizle varolmamız gerekmektedir. Bir eşcinselin ailesine açılması konusuna buradan hareketle baktığımızda aile, aile bireylerinin kim olduğu önem kazanmaktadır. Yaptıkları iş, sosyal çevre ve statüleri bizim bu çevrelerde varolabilme biçimimiz ve alanımız değerlendirilmelidir. Sağlıklı bir iletişim için, daha da önemlisi bireylerin birbirlerinden bağımsız sadece kendilerine ait yaşam alanlarının olup olmadığı, yoksa oluşturulabilirliğidir. Eğer bireysel yaşam alanları oluşturulamıyorsa, iletişim kurmaya çalıştığımızda kişi kurumsal kimliğiyle (annemiz, babamız, vs. olarak) karşımıza çıkacağından toplumun genel yargısıyla karşılaşmamız kuvvetle muhtemeldir. Annemiz (babamız, vs.) kabullenmiş gibi görünse de bu vicdan azabından öteye geçmeyecek, gerçekten bizi bize bırakmadığı için (anlamak zorunda değildir) ilişki devam ettiği sürece zorunlu bir hoşgörü halinde çift taraflı acı verecektir. Bu türlü bir kabulleniş hiç de gerçek değildir ve hiç bir eşcinselin hoşgörüye ihtiyacı yoktur.
Burak Karacan
KAOS GL 35/25
GAY VE LEZBİYEN
ÖZGÜRLEŞME HAREKETİNİN TARİHİ
Margaret Cruikshank Çeviren: Selçuk
Bugün gay ve lezbiyen hakları olarak bilinen hareket üç ana döneme ayrılır: 1. 1890’lardan 2. Dünya Savaşı’na kadarki dönem - eşcinsel kurtuluşu; 2. Savaş sonunda 1969 Stonewall başkaldırısına kadar ki dönem - eşcinsel dostları hareketi; 3. Gay ve lezbiyen özgürleşmesi. Eşcinsel kurtuluşu eşcinselliği inceleme, eşcinselleri bir araya getirme ve onların farklılıklarının kabul edilmesi gibi bir dizi ilgili ve ilgisiz girişimi belirlemektedir. Eşcinsel dergisi Der eigene (Özel İnsanların Birliği) 1896’da yayınlanmaya başladı. Ertesi yıl bir Alman doktor, Magnus Hirschfeld, eşcinsellere karşı ayrımcılığa son vermeye adanmış ilk organizasyon olan Bilimsel - Yardımsever Komitesi’ni kurdu. Komite 1903 yılında Alman Ceza Kanununun eşcinselliği yasadışı sayan 175. paragrafının iptalini isteyen bir dilekçe için 6000 imza topladı. İmza verenler arasında Albert Einstein, Thomas Mann, Karl Jospers, Martin Bubler ve Hermann Hesse vardı. Ancak Hirschfeld’in Berlin’de Seks Araştırmaları Enstitüsü’nü kurması, çok sayıda konferans düzenleyen Bilimsel Bir Zemin Temelinde Cinsel Reform Dünya Birliği’nin kuruluşundan iki yıl sonra, 1921’de gerçekleşebildi. “Bilimsel” sözcüğünün burada yeniden ortaya çıkması önemli, çünkü bu Alman reformcularının bilimin kendi yanlarında olduğuna inandıklarını gösteriyor. 1990’ların daha üst düzeydeki görüş açısından bakıldığından bu inanç hem doğru hem de hatalı görünüyor. Hatalı çünkü tıp bilimi ve sosyal bilimler 1970’lere kadar eşcinsellere çok zarar vermişlerdi, doğru çünkü zaman içinde zoolog Alfred Kinsey’in yaptığı inceleme eşcinselliğin yaygınlığını bulguluyordu, ve ardından 1950’lerde ve 1960’larda psikolog Evelyn Hooker tarafından yayınlanan, temsili örnekler olarak gay erkeklerin ele alan ilk çalışmalar, eşcinsellerin daha önce kendi deneyimleriyle ulaştıkları bir sonuca vardılar: Eşcinsellik normaldir. Hooker, eşcinsellik hakkında daha önceleri yapılan çalışmaların psikolojik danışmanlığa gereksinim duyan insanlarla sınırlı oldukları için çarpık olduklarını söylemişti (Keen 1989, bölüm 1:37). Hareket neden Fransa, İngiltere ya da Amerika’da değil de Almanya’da başladı? Fransa’nın karşı çıkılacak livaca kanunları yoktu. Bunun yanında 19. yüzyılda Almanya’da yapılan bilimsel çalışmalar İngiltere ve ABD’dekinden daha ileriydi. Almanlar bu iki ülkenin sahip oldukları püriten ahlaktan bağışıktılar
KAOS GL 35/26
ve Almanların sağlıklı vücutlara toplumca değer vermeleri fazla namusluluk taslamayı ve cinselliği bastırılmasını önlüyordu. Her şeyden öte Almanya dünya eşcinsel kafe, bar, kulüp ve sosyal grupların yeşerdiği tek ülkeydi (Encyclopedia of Homosexuality 1990:538). ancak Naziler iktidara gelince Seks Araştırmaları Enstitüsü’nü kapattılar. Enstitünün içinde seksle hiçbir ilgisi olmayan sanatsal ve yazınsal çalışmalar da olmak üzere tüm belgeler ve kitaplar 3 Mayıs 1933’de gözler önünde yakıldı. Yahudi ve solcu olduğu için Naziler Hirschfeld’den özellikle nefret ediyorlardı. Naziler bu erken eşcinsel hakları hareketini 1933 ile 1945 arasında “sistematik kıyım ve ideolojik kontrol yoluyla” yok ettiler. Toplama kamplarına gönderilen binlerce erkek eşcinsele buralarda daha sonra gay özgürleşmesi tarafından bir simge olarak benimsenecek olan pembe üçgenler takıldı. 175. paragraf, Alman Ceza Kanunu’ndan 1960’ların sonuna kadar çıkarılmadı. 1895 yılında Oscar Wilde davası daha sonra gay hakları bilinecek olan davaya, İngiltere’de eşcinselliği ilk kez gündeme getirerek, hizmet etmiş oldu. İngiltere’de bu konu elbette önceleri de biliniyordu. 19. yüzyılın başlarında insanlar bu yüzden asılıyordu ve 1885 yılında fuhuş karşıtı bir tasarıya yapılan bir eklemeyle erkek eşcinselliği bir suç olarak görülmeye başlandı -ancak dramatik kamuoyunu çok meşgul etmiş olan Wilde davası konuyu kamusal bir sorun haline getirdi. Mahkemenin sonucu Wilde için bir yıkım oldu -hapis, itibarını yitirme ve hapisten çıktıktan bir kaç yıl sonra 44 yaşında ölüm. Ancak Ingiltere7de ve diğer ülkelerde dava hakkında yazılar okuyan birçok erkek bunun sayesinde kendi cinsel duygularını anlamaya başlamış olmalı. Savcı Wilde’a “adını söylemeye cesaret edemeyen aşk” hakkında soru sorduğunda, Wilde soruya aşığı Lord Alfred Douglas’ın bir şiirinden bir mısrayla cevap vermişti: “Eşcinsel aşk güzeldir, hoştur, o sevginin en soylu biçimidir. Ondan doğal olmayan bir şey yoktur.” (Adem 1987:35) Bu anlatının hiddetle karşı çıkan düşmanları onun temsil ettiği alt kültürü bastırmaya çalıştılar. Wilde’ın kaderi eşcinsel İngiliz erkekleri arasında korku yarattı ve bazıları yakalanma korkusuyla Fransa’ya kaçtılar. Lezbiyenlik ise İngiltere’de 1928 yılında Radclyffe Hall‘un The Well of Loneliness (Yalnızlık Kuyusu) adlı roman hakkında müstehcen olduğu gerekçesiyle dava açıldığında erkek eşcinselliğininkine benzer sansasyonel bir çıkış yaptı. Wilde’dan farklı olarak Hall’un destekleyeni çoktu ve sonuçta hapse girmedi. The Well of Loneliness’in
kadınlar arasındaki seksi betimlemesi ve doğrudan lezbiyenler için hoşgörü çağrısı yapması romanı çok büyük önemi bir kitap yaptı. 1970’lere kadar Hall’un romanı binlerce kadını diğer kadınlar için duydukları cinsel hislerin doğru olduğun görmelerine yardım etti. Roman bugün bile önem taşımaktadır, çünkü Esther Newton’a göre romanın baş kahramanı Stephen Gordon “tıpkı kadınsılığın gay erkekler için bir damga olması gibi (erkeksi olarak) Gordon da lezbiyenlere vurulan damgayı simgelemekteydi.” Eğer müstehcenlik davası olmasaydı roman unutulup gidilebilirdi. Radclyffe Hall‘un bir diğer romanı The Unit Lamp (Yakılmamış Lamba, 1924), lezbiyenlerin daha iyi bir psikolojik portresini içerir. Magnus Hirschfeld’in Almanya’da eşcinsel kurtuluş hareketinin öncülüğünü yaptığı yıllarda İngiltere’de örgütlü bir çaba olmasa da en etkili İngiliz sanatçı, yazar ve entelektüellerinden oluşan Bloomsbury Arkadaş Grubu, 1905 yılından 1920’lere doğru özel konuşmaları, mektupları ve daha seyrekçe olsa da yayınladıkları çalışmalarıyla eşcinselliğin etrafını saran sessizliği kırdılar. Bu çevrede yer alanlar kısmen Viktoryen babalarının ve Viktorya dönemi cinsel ahlakının zorba otoriterliğinin reddi tarafından güdülenmişlerdi. Onlar seks konusunda açık sözlülüğe değer veriyorlardı. Kadınlarda “erkeksi”, erkeklerde de “kadınsı” özellikler olarak hoş görünüyordu. The Well of Loneliness’in müstehcenlik davasında Bloomsbury grubundan çok sayıda kişi sansüre karşı çıkan ifadeler verdi. Maynard Keynes’in ekonomi, E. M. Forster ve Virginia Woolf’un roman, Duncan Grant’ın resim ve Lytton Strachey’in biyografideki başarıları göz önünde tutulduğunda eşcinsellerin çarpık insanlar oldukları fikri gülünç durmaktadır. Eşcinselliğin yazınsal, tarihsel ve estetik yönleri Bloomsbury grubunu yasal reformlardan daha çok ilgilendirse de, onlar daha sonraki politik eylemler için zemin hazırlamakta gereken eşcinselliği açıkça sorgulama ruhunu örnekliyorlardı. 2. Dünya Savaşı Amerikalı eşcinseller için önemlidir, çünkü ilk defa büyük sayılarda eşcinsel birbirleriyle bağlantı kurma olanağına kavuşmuştur. Savaştan sonra bir çoğu buralardaki anonimliğin eşcinsel bir yaşamı daha kolay kıldığını bilerek büyük kentlerde yaşamayı seçtiler. Savaş sırasında çalışmak 1940’ların sonunda yollarına yanız balarına devam eden birçok lezbiyene güç verdi ve savaş barış zamanında otomatik olarak koca ve evin ekmeğini kazanan kişi rolünü yüklenen çok sayıda erkeğe alternatifleri değerlendirme fırsatını verdi. Alan Berube’nin Coming Out Under Fire (Ateş Altında Açığa Çıkmak, 1990) adlı kitabında belgelediği 2. Dünya Savaşı’nda eşcinseller orduda yapılan akıldışı ve adaletsiz muamele örgütlü birer direniş hareketine yol açmadı, ancak çok sayıda lezbiyenin ve gayin kendilerini bir gruba ait olarak görmelerine olanak sağladı. Bir savaş sonrası romanı olan John Horne Burn’un The Gallery’si eşcinselleri “rahat bırakılmaları gereken bir azınlık” olarak anlatmaktadır. (Berube 1990:251)
1890'ların ilerici Alman'larının ve Edward döneminin Bloomsbury ressam ve yazarlarının düşüncelerinin bir tekrarlanışı olan bu görüş, en sonunda 1950 yılında az sayıdaki bir grup güney Kaliforniyalı erkek Mattachine Topluluğunu kurduklarında kök salmış oldu. Grup, adını orta çağın maskeli şarkıcılarından alıyordu ki bunun amacı eşcinsellerin bilinmez olduklarına işaret emekti. (Encyclopedia of Homosexuality 1990:779). Harry Hay ve topluluğun diğer kurucuları Marksisttiler ve eşcinsellere dönük önyargının Amerikan kurumlarının derinlerine işlemiş olduğuna inanıyorlardı. Aşama aşama topluluktakiler eşcinselleri baskı altındaki bir azınlık olarak görmeye başladılar. Ancak bu azınlık çoğunlukla bu yorumu kendi özel yaşamlarında hissetmiyorlardı. Bu yüzden topluluğun hedefi eşcinsel azınlık fikrini yaymak, bir grup bilincini geliştirmek oldu. Toplulukta yapılan tartışmalar katılımcıların ilk defa kendi değerlerini hissetmelerine fırsat verdi (D'Emilio 1983 b:64-8). Hay, senatör McCarthy'nin her iki gruba birden saldırdığı bir zamanda, partiyle eşcinseller arasında bir bağ olduğunun düşünülmesini önlemek için Komünist Partiden istifa etti. Bir süre sonra Mattachine'nin ayrı bir eşcinsel kültürünü savunan kurucularıyla bu stratejinin yalnızca eşcinsellere yönelik düşmanlığı artıracağı ve cinsel yaşamları dışında heteroseksüellerden farklı olmadıklarını hissettikleri için egemen toplumla bütünleşmeyi tercih eden üyeler arasında bir ayrılık oluştu (D'Emilio 1983 b:79). Galip gelen ikinci düşünce oldu ve sonuçta kolektif, militan eylemliliğin yerini bireyci bir felsefe aldı. Kurucular kendi olumlu deneyleri yoluyla eşcinselliğin onaylanmasını sağlayabileceklerini düşünürlerken, bütünleşmeciler cinsellik uzmanlarını dinlemeyi seçtiler (D'Emilio 1983 b:81). Farklı bakış açılarını anlatmak için bir diğer yol da şudur: Solcular için eşcinsellik bir sorun değildi, asıl sorun kurumlardaydı. Bütünleşmeciler ise toplumsal reddi kendi sorunları olarak görüyor ve egemen profesyonellerden eşcinselleri ayıplamalarını değil, onları sempatiyle yaklaşmalarını istiyorlardı. Amerikan tarihinin en baskıcı zamanlarında olan McCarthy döneminde farklı olmak tehlikeliydi. Diğer eşcinsellerle bağlantı kurmak bile büyük cesaret istiyordu. Her eyalette eşcinsel edimler yasadışı sayılıyordu ve Amerikan Yurttaş Özgürlükleri Birliği (ACLU) bile bu baskıcı yasaları destekliyordu (D'Emilio 1983 b:112). Bu yüzden eşcinsellikleri ortaya çıkarsa karşılaşabilecekleri cezaların fazlasıyla farkında olan insanlar için bütünleşmecileri güvenli duruşu çok daha çekici geliyordu. O sıralarda, toplumun eşcinsellerden temizlenmesi gazeteler tarafından destekleniyor ve tıp araştırmacıları eşcinselleri "ıslah etmek" için lobotomiler, hadım etme ve elektrik şokla tamircilik oynuyorlardı. Mattachine'nin üyeleri ve öncü lezbiyen grup Bilitis'in Kızları -Bilitis, Sappho'nun çağdaşı olduğu sanılan bir kadındır- kendilerine "Eşcinsel Dostları Hareketi" olarak tanımlıyorlardı. Eşcinsel dostlarının(homophile) tam anlamı "özdeşlerin aşkı"
KAOS GL 35/27
idi. Bu anlatım, "homoseksüel" sözcüğünden daha olumlu, daha geniş çaplı bir terimdi ve bir eşcinsel pratiği olduğu kadar bir felsefe ve tutumu da öne sürüyordu. Seksin üzerinde durulmaması stratejiktir, çünkü eşcinsellere hakaret edilmesinin arkasında yatan, onları cinsel edimleridir. 1960'larda hareket yavaşça gelişmeye başladı. O zamana gelindiğinde gay alt kültürü ABD'de serpilmekteydi ve heteroseksüeller bunların varlığından haberdar olmaya başlamışlardı. Eşcinsellik üzerine çoğu olumsuz birkaç kitap yayınlandı. Avukatlar livata yasalarının kaldırılmasını tartışmaya başladılar. Eşcinsellik konusu şok ediciliğini kısmen yitirmeye başlayınca eşcinsel dostları kendilerine daha fazla güven duymaya başladılar; ancak bu değişimin olumsuz bir sonucu da vardı. Çünkü eşcinselliğin zihinsel bir rahatsızlık olduğu tıbbi görüşü daha fazla yaygınlık kazandı (D'Emilio 1983 b:147, 162). 1965 yılında ilk defa az sayıdaki militan eşcinsel dostu, eşcinsel hakları için bir araya gelip yürüyüş yaptılar. D'Emilio, yirmi bin savaş karşıtı göstericinin Washington anıtı önünde toplandıkları Mayısın aynı günüde yedi erkek ve üç kadının Beyaz Saray'ın önünde eşcinsel hakları için yürüdüğünü söylüyor. Diğer gösterilen hedefleri Pentagon, Eyalet İşleri ve 4 Haziran Philadelphia Bağımsızlık Binasıydı. Bilitis'in kızlarının ki kurucusu Den Martin ve Phyllis Lyon 1965'in yılbaşı gününde yeni kurulan Din ve Eşcinsel Konseyi'ne yardım toplamak için bir maskeli balonun düzenlendiğini hatırlıyorlar. Polis salonun girişini tıkayıp aydınlatıp salona giren herkesin fotoğrafını çekmiş. Çok sayıda rahip ve onların eşlerinin eşlik ettiği 500 lezbiyen ve gay salona girerek polisin çabasını boşa çıkarmışlar. İçinde avukatların da olduğu çok sayıda insan tutuklanmış. Ertesi gün yedi rahip polisi kınamak için bir basın toplantısı düzenlemiş ve ACLU yargıcı suçlamaları reddetmesi için ikna etmiş. Bu olayın önemi eşcinsellerin artık tek başlarına olmadıklarını görmeleri ve baskılara boyun eğmemeleridir. Eşcinsellerin ve ilerici heteroseksüellerin koalisyonu daha önceleri yalnızca kurbanları tarafından bilinebilen büyük haksızlıkları şiddetle protesto etmişti. Ağustos 1996'da hareket grupları, yasal bir fon oluşturan Federal Hükümetin yaptığı ayrımcılığa karşı protestoların sponsorluğunu yapan Kuzey Amerika Eşcinsel Dostları Organizasyonları Konferansını oluşturdular. Konferans ayrıca yeni grupların oluşturulmasını da destekliyordu. New York Mattachine, Green Village'de bildiri dağıttı ve yüzlerce gay olmayan grupla konuşmaları için birçok üyesini radyo ve televizyon şovlarına gönderdi (D'Emilio 1983 b:197-209). 1967 yılında ACLU yetişkinler arasında rızaya dayalı seks edimlerinin anayasanın mahremiyet hakları tarafından korunduğunu söyleyerek eski duruşunu ters yüz etti. Diğer bir çok ilerleme işaretine karşın yıldırıcı bir sorun varlığını koruyordu: Eşcinsellerin çoğu eşcinsel dostları hareketine katılmak için girişimde bulunmamışlardı. 1950'den 1969'a kadar tüm grupların üye sayısı yalnızca 5000 civarındaydı.
KAOS GL 35/28
HACETTEPE Hacettepe Gay & Lezbiyen Topluluğu 28-30 Mayıs tarihleri arasında üniversitemizin bahar şenlikleri içerisinde Beytepe Kampüsü’nde bir stand açtı. 2,5 aydır faaliyette bulunan topluluğumuzun bu standı açmaktaki amacı, hem kendi topluluğumuzu ve işleyişini, hem de diğer eşcinsel oluşumları tanıtmaktı. Bu amaçla standımızda KAOS GL, ODTÜ LEGATO, Lambda İstanbul ve GACI dergilerinin satışı ve tanıtımı yapıldı. Psikoloji topluluğunun yanında açılan stadımızın diğer bir amacı da üniversite öğrencilerini ve öğretim görevlilerini eşcinsellik hakkında bilgilendirmek ve toplumun ataerkil yapısının altına sıkışıp kalan her alandaki eşcinselliği gözler önüne sermekti. Bu amaç doğrultusunda hazırlamış olduğumuz panoda edebiyatta, sinemada eşcinsellik gibi başlıklar altında yazılara, resimlere, gazete ve dergilerden alınmış makalelere yer verdik. En çok ilgi çeken, standımızda ve panoda asılı duran pembe üçgendi. Standımıza kadınların ilgisi daha fazlaydı. Akıllıca hazırlanmış ve meraklı sorularla kenara sıkıştırmaya çalışanların yanı sıra, heteroseksizme karşı olan heteroseksüel destekçilerimiz de standa uğrayanlar arasındaydı. Daha önceden gelebilecek sorulara karşı ne gibi cevaplar verilebileceği topluluğumuz tarafından tartışıldığından, onların duymak istediklerini değil, gerçekleri söylediğimiz için şaşkınlıklarını gizleyemediler ama sorularına tatminkar cevaplar aldıklarını söylediler ve her zaman yanımızda olduklarını belirttiler. Standımıza uğrayan insanlara ayrıca KAOS GL dergisinde daha önce yayınlanan GL Sözlüğü ve gerçekten öyle mi başlıklı yazılar 250-300 tane çoğaltılarak dağıtıldı. Bunlar büyük bir ilgile okundu. Sadece standda dağıtılmakla kalmayıp kantinlerde, şenlik alanlarında da dağıtıldı. Üç gün boyunca standımız, kurduğumuz yerin çok merkezi ve insanların uğradığı bir yerde olması nedeniyle eşcinsel olup da kimliklerini saklayan arkadaşlarımız çekingen bir şekilde yaklaştılar ve bilgi aldılar. Çoğu kişinin toplantı adresimizi yazmaya çalışması üzerine dağıttığımız el ilanlarının arkalarına toplantı yeri, günü ve saatini yazma gereği duyduk. Kampüs içerisinde de astığımız afişlerle herkesin topluluğumuz hakkında haberdar olmasını sağladık. Bunların yararlı olduğunu ve gerçekten ilgi çektiğini standda duran arkadaşlarımızı yolda, otobüslerde insanların durdurup tartışmaları ve stand hakkında konuşmalarından anladık. Hatta üniversitemizin Meslek Yüksek Okulu öğretim görevlilerinin bile standdan haberdar olması büyük bir kitleye ulaştığımızı gösterdi bize. Hacettepe Gay & Lezbiyen Topluluğu olarak üniversitemizde açtığımız bu standa gösterilen ilginin umduğumuzdan daha çok ve ılımlı olması ileride yapacağımız daha kapsamlı çalışmalar için güç ve ümit verdi, Eşcinsellerin kurtuluşu için “biz de varız” diye sesimizi üniversitemizde duyurduğumuz için çok mutluyuz. Bizimle iletişim kurmak isteyen eşcinsel ve heteroseksüel destekçi arkadaşlarımız KAOS GL aracılığıyla bize ulaşabilirler. Yaz tatili nedeniyle toplantılarımıza ara verdik. 97-98 öğretim yılı başında toplantılarımız başlayacaktır.
MEKTUP-LAR-DAN Engin, Ankara, 30 Haziran 1997. Merhaba!Ben bir devrimciyim. Benim için devrimci olmak kendi doğrusunu yaşama geçirmeye çalışan insan demek. Ben de bir iki yıl önce düşündüğüm, gerçek olmasını istediğim şeyleri yaşamımda görebilme isteğiyle devrimciliğe adım attım. Ve eşcinselim. Her halde devrimci olmamdaki bir neden de buydu. (Kimseye söyleyememiş olmama rağmen!) Eşcinsel olmak insanları harekete geçiren dinamiklerden biri. Aynı kadın olmak, işçi olmak, ezilen halklardan birine mensup olmak gibi. Yalnız bazıları bunları özgürleşme yerine boyunlarında ağır bir zincir yaparak taşıyorlar. Ama az sayıda tanıdığım eşcinsel insanda da bende gördüğüm devrimci rengi buldum. (Bu insanlar eşcinsel hareket içinde olan insanlardı.) Devrimciyim ve eşcinselim. Ama eşcinselliğim bugüne kadar hemen hemen bir sır olarak kaldı. Sadece lisede birinin yaptığı ilk hamle sonucu bir ilişki kurmuştum. Acemi bir şekilde lisede bir yıl içinde yaşadığımız cinsel deneyimlerimizde sevgi, aşk denen şeyler yoktu. Sadece gençliğin getirdiği, artık kabına sığmayan cinselliği tatmak isteği vardı. Zaten o kişi ("kişi" diyorum çünkü hiç bir zaman birbirimize yakın olmadık) bana bir gün bir kızla nasıl seviştiğini anlatmaya çalışarak uzaklaştı ve bir daha da görüşmedik. O zamandan beri hiç kimseyle ilişki kurmadım. 5 yıldır bastırılmış bir duygu dünyası içinde yaşıyorum. Güzel vücutlu, yakışıklı erkekleri, gördüğüm bazı gençleri düşünerek tatmin olmaya çalışıyorum. Beynim bu yaşadığım bastırılmış dünyanın bende biçimi, estetik kaygıları öne çıkardığını söylüyor bana. Bunun öne çıkmasını yanlış buluyorum, bastırılmış sevgininasıl olanın yanlış, sahte bir kanala akması olarak görüyorum. Ama yine de bunu yapmaya devam ediyorum. Çünkü doğruyu bilmekle yapmak arasında bir fark var. işte bu yüzden de kendimi tam bir devrimci gibi hissedemiyorum. Bir devrimci, başta da söylediğim gibi, düşünceleri, duyguları uğruna karşısına çıkacak her şeyle mücadele edebilen insandır. Bense eşcinselliğimi bir sır olarak sakladığım sürece her zaman yaralı bir devrimci olarak kalacağım. Coşkuyu, azmi, heyecanı, üzüntüyü, acıyı, dostluğu hep böyle yarım yaşadım ve yaşıyorum. Bu aynı zamanda onur kırıcı, kendini küçük görmeye, kendini aşağılamaya (sanırım bir çok KAOS GL okuru bunu tanır) yol açan insanlıktan çıkarıcı bir durum. Ve yaşamımda ders çalışamamamdan, devrimci görevlerimi yerine getirememeye bir çok sorunun asıl kaynağı da bu. Bu durumun değişmesi gerektiğini biliyorum. Bu mutlaka olacak. Ya o beni değiştirecek ya ben onu. Ama bu gerçeği bilmek zorunlu geleceği görmek her zaman müdahale edebilmek anlamına gelmiyor. Şimdi size son yaşadığım olayı anlatmak istiyorum: Yukarıda anlattığım şeyler, son zamanlarda kafamın, yaşamımın büyük bir bölümünü işgal eden şeylerdi. Okul tatile girdiği için de daha fazla yoğunlaşmıştım. Bir çıkış yolu arıyordum (hâlâ arıyorum). Evdeki bilgisayar aracılığıyla bir ilişki kurmuştum (ama bu yolun sağlıklı olmadığını düşünüyorum). Bu arada çevremdeki bir gence de ilgi duyuyordum. Onun bazı tavırları, bana yakınlık göstermesi buna yol açmıştı. Onun da eşcinsel olduğunu düşünmeye başlamıştım. Sonunda bir gün ev boşken onu eve çağırdım. Gece evde kalmasını istedim ve kabul etti. Ona nasıl açılacağımı düşünüyordum. Ve onun da karşılık vereceğine çok fazla güveniyordum. Bir yandan da "verse de vermese de ne önemi var. kimseye söylemez nasıl olsa" diye cesaretimi toplamaya çalışıyordum. Uzun bir süre sonra tüm cesaretimi toplayıp, ona yakınlaşarak öpmeye kalktım. O zamana kadar bana tüm hareketleri bunu bekliyormuş gibi gelen arkadaşım "ne yapıyorsun" diyerek irkildi ve bir bahaneyle evden kendisini dışarı attı. Herhalde büyü bir şoka uğramış olmalı, çıkarken yüzüme bakamadı. Onu durdurup konuşmayı düşündüm ama şimdi zamanı değildi. İşte şimdi o gittikten yarım saat sonra bunları yazıyorum. Mutluyum. Yaşadığım çelişkiyi aşmak için küçük de olsa bir adım attım. Hatta onun ters tepki vermesi daha iyi oldu. Karşılaşabileceğim en kötü durumda moralim bozulmamıştı. Şimdi, yarın onunla mutlaka konuşmayı düşünüyorum. Önce "beni ne kadar zamandır tanıyorsun" diyeceğim. Ardından onu yatıştırmak için artık onu bir sevgili olarak hiç düşünmediğimi, arkadaş olarak kalmak istediğimi söyleyeceğim. Sonra eşcinsellikten, sevgiden bahsedip onun buna alışmasına çalışacağım. Bu belki zor, belki kolay olacak. Ama beni kimseye söylemediği sürece sorun yok. Artık bunu "zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmamanın" verdiği zorunluluk ve rahatlıkla yapabilirim. Ben KAOS GL'ye bir mektup yazmayı aslında hiç düşünmüyordum. Bu olaydan sonra birden aklıma geldi. Bir şeyler yapmak, düşündüklerimi yazmak, bunları belki bana yakın, belki uzak olan bazı insanlarla paylaşmak istedim. Bunları şimdi çok sevdiğim bir çok devrimci arkadaşımla da paylaşmak isterdim. Ama şu anda kendimi bunu yapacak kadar güçlü görmüyorum. Sorun onlarda değil, eminim buna hiç bir olumsuz tepki göstermeyecekler ama şimdi bunu yapamam.
KAOS GL 35/29
Son olarak şunu söylemek istiyorum: Bir şey yapmak, harekete geçmek her zaman düşüncelerimle, duygularımla boğuşmaktan iyidir. Sonuç ne kadar kötü olursa olsun, insan yeni bir aşamaya giriyor, yenileniyor. Şimdi kendimi daha onurlu hissediyorum. Eskisi kadar kendimi aşağılık görmüyorum. Diğer türlü içten içe çürüyorsun ve çıkış yolu bulamamış biri olarak yaşam seni batağa sürükleyebiliyor. Sevgiler…
DUYARLI DÜŞÜNEN EŞCİNSELLERE Murat KAOS GL ile yeni tanıştım sayılır. Mektup yazmayı çok seviyorum. Eşcinselliğimi mektup arkadaşlarım sayesinde aştım. Bilinçli bir insanım şu ana kadar hiç gay arkadaşım ve gayce ilişkim olmadı. Mektup arkadaşlarımla her şeyimi paylaşabiliyorum. Duygu, düşünce, istek ve ihtiyaçlarım hep yazıda kalıyor. Ama artık sessiz çığlık atmaktan çok konuşmak istiyorum.... KAOS GL’ye daha önce ilan yazdım. “Öncelikle Antakya ve çevresi tercihimdir” ibaresi vardı. Maalesef İzmirli arkadaşım dışında hiçbir mektup alamadım. amacım sırf partner bulmak değildi. Asıl amacım bu çevrede bulunan eşcinsellerin karşılaştıkları bireysel ve toplumsal sorunlara yardımcı olarak beraberce çözüm üretmekti. asla ben merkezci düşünmüyorum. Birbirimize gerçek anlamda ihtiyacımız var. Örgütlenip tek yürek olabiliriz. Tabularımızı yıkabiliriz, zincirleri kırabiliriz. Yeter ki biz isteyelim.
Bunca olumsuzluklara rağmen, hala ümitsiz değil mi. Bilinçsiz eşcinsellerin varlığı olduğu gibi, bilinçli ve duyarlı eşcinsellerin olduğuna ve tepkide bulunacağına inanıyorum. İyiliklerin, güzelliklerin ve sevginin tüm olumsuz düşünceleri yıkacağına inanıyorum. İnsanlar bizleri topluma sunduğumuz sevgilere göre değerlendirsin. Yapabileceğimiz çok şey var, eşcinseller adına. Bu da zaman ve çok emek ister. Sevgi ve çaba olmadan asla olmaz. Her nedense birbirimize güvenemiyoruz. Yalana, ikiyüzlülüğe başvuruyoruz. Dahası çok korkuyoruz. hayır asla korkmamalıyız. Aksine cesaret, dürüstlük, sevgi ve dayanışma biz eşcinsellerin temel prensibi olmalı. Bulunduğumuz durum asla başkasına güvensiz duymamamız gibi haksız sebebimiz göstermez. Aydın bir toplum birbiriyle etkileşerek çözümler üretebilir. Asla çaresiz değiliz, çözüm beynimizde. Sizleri gerçekten seviyorum. Tüm güzellik ve sevgileri yaşayabilmeniz dileğiyle, öneri ve cevaplarınızı bekliyorum. KAOS GL’ye yaşam boyu harika bir yaşam diliyorum. Sayenizde en büyük meydan kumayı severek yaşıyorum. Murat P.K. 174 31100 Antakya
ABONELİK İÇİN YURT İÇİ 1 YILLIK ABONE BEDELİ 2.700.000.- TL, 6 AYLIK 1.350.000.-TL YURT DIŞI 1 YILLIK ABONE BEDELİ 75 DM YA DA 50 $ (POSTA DAHİL) T. İŞ BANKASI MEŞRUTİYET ŞUBESİ (ANKARA) ALİ ÖZBAŞ 4213 0544328 NO’LU HESABA YATIRILMALIDIR. PLEASE, TRANSFER 75 DM OR 50 $ AS 1 YEAR SUBSCRIPTION PERIOD TO THE FOLLOWING BANK ACCOUNT: T. İŞ BANKASI MEŞRUTİYET ŞUBESİ (ANKARA) ALİ ÖZBAŞ NO: 4213 0544328 DEKONT YA DA FOTOKOPİSİNİ MUTLAKA ALİ ÖZBAŞ P.K. 53 CEBECİ/ANKARA ADRESİNE POSTALAYINIZ. TEK SAYILIK İSTEKLERDE 200.000.-TL’LİK POSTA PULU GÖNDERİNİZ.
KAOS GL 35/30
TEKZİP ÜZERİNE Derginizin Haziran 1997 sayısında Radikal İki'de yayınlanan Kısık Sesler Yeniden adlı yazımla ilgili bir tekzip yayınladınız. Bu konu üzerine benim söyleyeceklerim de var. Sekiz yıllık gazetecilik yaşamımda her zaman görüşlerine katılmasam bile, konuda geçen kişi ya da gruplara eşit yer ve görsel malzemede de eşit kullanıma çok dikkat ettim. Bahsi geçen yazıda alternatif yayınlarda KAOS GL, LAMBDA, GACI dergilerini eşit yayınlanacağı kesinliği ile teslim ettim. Yayın yönetmenimiz Tuğrul Eryılmaz'dan yıllar önce ilk gazetecilik dersinde bunu öğrenmiştim. Fakat sanırım Tuğrul Eryılmaz bir hata yaptı. Belki de KAOS GL sempazitanı idi. Sonuçtan ben rahatsız oldum açıkçası. Kendimde hata aramam gerekirse yazının çıkışlarını görmek için dergiye gitmem gerekirdi. Onun dışındaki şeyler bana ait değil. Aynı dergi yani Radikal İki'nin yayınından sonra LAMBDA'dan her kimi gördümse bana sitem ettiler. "KAOS GL reklamı olmuş" dediler. Hatta radyo programında yazıyı okurken bana kızgınlıklarını hiç hak etmediğim şekilde belirttiler. Beni tanıtırken (yazının sahibi olarak) "eşcinsel haberler yapan biri" dediler. Oysa gerçek böyle değil. Bu tarihe kadar yaptığım haber ve araştırma yazılarımın içinde en fazla on, eşcinsellerle ilgili yazı vardır. Homofobik gazetecilerle bazen zorunlu olarak aynı masada çalıştım. Bana hep o imajı yüklemeye çalıştılar. Bir eşcinsel olarak onların egemen olduğu bir alanda ben herkesten daha çok çalışmak zorundaydım. Zaman içinde bir yere geldim. Fakat tam tabiriyle 'dişimle, tırnağımla'. Desteklemek için çok çaba sarf ettiğim bir gay grup tarafından üstelik de bir kanal aracılığıyla küçümseneceğimi düşünemezdim bile. Onlar da çoğunluğun yaptığı gibi bir küçük ayrıntıya bakarak geneli reddediyorlardı. Dergilerinizin satması, radyo programlarının dinlenilmesi, isteyen tüm gaylerin adresleri bulabilmesi için yazdım o yazıyı. Yoksa bana bu noktadan sonra gaylerin ve gay hareketin almaktan başka verebileceği bir şey yoktur. Bunu elbette ki mesleki açıdan yani gazetecilik anlamında söylüyorum.
Ali Kemal YILMAZ.
∇∇∇∇∇∇ BİLSAK VE LAMBDA Lambda'nın Pazar toplantılarından birindeyim. Tarih 1 Haziran 1997. Bilsak'ın sonradan gay bar olan "Bar Bahçe"den eşcinseller yaka paça atıldıklarını anlatıyorlar. Arkasından bir başla eşcinsel arkadaş da yine Bilsak "5. Kat"tan kovulduklarını anlatıyor. Sonra diğer yerlerden kovulmalarla konu genişliyor. Lambda'da toplantıyı yönetenlerin (!) söyledikleri karşısında kulaklarıma inanamıyorum. "Bizim yapacak hiç bir şeyimiz yok. Lambda ne ki ne yapabiliriz". O ana kadar zorladığım sabrım taşıyor. Önce onlara Bilsak'ın geçmişini anlatıyorum. 80 sonrasında çok sayıda aydının finansesi ile 'demokratik platform' amacıyla kurulduğunu ve sonradan gay barlara dönüştüğünü, tabii ki gay bar olmasına değil astronomik rakamlarla eşcinsel sömürüsü yapıldığını, şimdi ise heteroseksüel müşteri tuttuktan sonra 'katlandıkları' ibnelere artık gerek kalmadığı için önce 'kalitesiz' olanları ekarte ettiklerini anlatmaya çalıştım. Tabii tüm bu saptamalarım kovulanlardan aldığım bilgiler sonucu saptamalar. Vitrin olacak, yazar çizer, ismi olan eşcinseller el üstünde tutuluyorlar. Bana göre, radyo programında ve bizzat giderek, protesto edilmeli, gerekirse o mekan dağıtılmalıydı. Hiç bir şey bu kadar ucuz olmamalıydı. Lambda'dan insanlar bana deli muamelesi yaptılar. Bu kadar tepki duyacak ne vardı? Kovulan onlar değillerdi ya. Bana da ne oluyordu? Üstelik onlar nereye gideceklerdi. Sonra Bilsak'ta onların ayrı bir havaları vardı. Ben tepki gösterilmesi gerektiğinde yalnız kalmıştım. Aynı konuyu Lambda'nın çekirdek toplantılarından birinde açtım. Sonuç: Bilsak'a kafa tutarsak sonra biz nereye gideriz. İşte 'gay gurur' etkinlikleri düzenleyen Lambda'lı eşcinseller. Hepinizin gurursuz günleriniz kutlu olsun.
Ali Kemal YILMAZ
KAOS GL 35/31
150.000 TL