KaosGLD63

Page 1


GL SÖZLÜĞÜ EŞCİNSEL: Kendi cinsinden olanlara duygusal, erotik ve cinsel yönelim içinde bulunan kadın veya erkek. Eşcinsel terimi, hem kadın eşcinseller hem de erkek eşcinseller için kullanılmakla birlikte günlük hayatta daha çok, erkek eşcinselleri anlatır. EŞCİNSELLİK: "Homosexuality" teriminin birebir çevirisidir. Zamanında bir tıp terimi olarak tanımlanmıştır. Kadın veya erkek, kişinin erotik, cinsel, duygusal açıdan kendi cinsine yönelik olma durumudur. Toplum genelinde ve bazı ruh sağlığı profesyonellerindeki kanının aksine eşcinsellik ile transeksüalizm veya transvestik davranış birbirinin uzantısı, örneğin transeksüalizm eşcinselliğin daha aşırı bir şekli değildir. Bunlar ayrı düzlemlere ait olgulardır. GEY: Bu terim, eşcinsel kurtuluş hareketiyle birlikte ortaya çıkmıştır. Başlangıçta hem kadın hem erkek eşcinselleri kapsayan bir kelime olmakla beraber, günümüzde sadece erkek eşcinseller kendileri için kullanmaktadırlar. Bu süreçte, "homoseksüellik"ten politik bir kopuş olarak tanımlanmıştır. "Homoseksüel" kelimesi, tıp tarafından tanımlanmış olduğu halde, "gey" kelimesi, aynı cinsten insanların birbirlerine karşı duygusal, erotik, cinsel yönelimleriyle yarattıkları hayat tarzını tanımlamak için, eşcinsel bireyler tarafından ortaya konmuştur. Bu kelimenin, Türkçe'ye, İngilizce'den olduğu gibi alınması 80'lere rastlar. LEZBİYEN: Eşcinsel kadın şair Sappho'nun yaşadığı Lesbos (Midilli) adasının isminden türetilmiş bir terim olup, duygusal, cinsel, erotik yönelimleri kendi cinsinden bireylere yönelik olan kadınları tanımlamak için kullanılmaktadır. BİSEKSÜEL: Duygusal, erotik ve cinsel yönelimlerini kendi cinsine ve aynı zamanda diğer cinse yönelten kadın ya da erkek. HOMOFOBİ: Bu terim, eşcinsellere yönelik önyargı ve nefreti anlatır. Bir tür kaygı ve korku ifadesidir. HETEROSEKSİZM: Bir tür ırkçılıktır. Kadınlara yönelik ayrımcılık olan seksizmin (cinsiyetçilik), heteroseksüel olmayanlara yönelik halidir. Heteroseksizm, heteroseksüelliği bir zorunluluk olarak görme ve biricik varoluş biçimi olarak dayatma halidir. HETEROSEKSİST: Heteroseksizmi savunan kişidir. Heteroseksüellik dışında hiçbir varoluşu kabul etmez ve heteroseksüel olmayanlara şiddete varan fizik ya da psikolojik terör uygular. HETEROSEKSÜELLİK: Bireylerin, cinsel, duygusal ve erotik olarak karşı cinsten kişilere yönelmiş olma halidir. Kendiliğinden ve zorunlu olarak, toplumda egemen varoluştur. Bu kendiliğinden ve zorunluluk hali, heteroseksüel bireylerin kendilerini "heteroseksüel" olarak tanımlamalarına bile gerek duyurmamaktadır. Bu durumdaki bireyler, kendini "eşcinsel" ya da "heteroseksüel olmayan" diye tanımlayan bireylerin ortaya çıkmasını kavrayamamakta, "homofobik" ve "heteroseksist" olabilmektedir. Doğal olarak bu durum, bütün heteroseksüellerin heteroseksist olduğu anlamına gelmemektedir.

TRANSEKSÜELLİK: Karşı cinse ait olma, karşı cinse benzeme isteği, kendisini karşı cinsten biriymiş gibi hissetme. TRANSEKSÜEL: Hem erkek hem de kadın için geçerli. Yani kişi erkek olduğu halde kadın olmayı isteyebilir, kadın olduğu halde erkek olmayı isteyebilir. Ancak transeksüel, daha çok ruhsal eğilimler için belirleyici bir kelime. Kişinin davranışlarından çok iç dünyasında kendisini karşı cinsten biri gibi görmesi, hissetmesi. Bu yüzden transeksüelleri dış görünüşlerinden belirlemek söz konusu değil. Çünkü kendilerini karşı cinsten hissettiklerini dış görünüşlerine her zaman yansıtmazlar. TRAVESTİ: Daha çok dış görünüşle ve davranışlarıyla karşı cinse ait olma isteğini hissettirir. Halk arasında travesti dendiğinde daha çok kadın kılığındaki erkekler akla gelse de travesti kelimesi aslında hem erkek hem de kadın için geçerli. Travestiler, karşı cinsin eşyalarını kullanmaktan, karşı cinsin giydiği kıyafetleri giymekten, ait olmak istediği cinsin davranışını sergilemekten zevk alan kimseler. Yani bir travestiyi dış görünüşü ve davranışlarından tanımak mümkün. Halk arasında ameliyatla kadın olmamış, yalnızca dış görünümü ve davranışlarıyla kadın kimliğine bürünenleri; transeksüel de giyim ve davranışlardan öte ameliyatla kadın olanları belirlemek için kullanılan yerleşmiş kelimelerdir. Bununla birlikte ameliyat olmuş ya da olmamış kadın veya erkeklerden biyolojik cinsiyetine ve görünümüne birşekilde müdahale edenlerin tamamını kapsayacak şekilde TRANSGENDER terimi yurtdışında kullanılmakla birlikte herşeyin birbirine karıştırıldığı ülkemizde bu terim henüz pratik karşılığını bulamamıştır. TRANSFOBİ: Bu terim, travesti ve transeksüellere yönelik önyargı ve nefreti anlatır. Biyolojik cinsiyetinden dolayı kendisinden beklenen seksüel ve toplumsal rollere uymayarak cinsiyet değiştirenlere karşı bir tür kaygı ve korku ifadesidir. EŞCİNSEL BİLİNÇ: Eşcinsel olmanın eleştirel gücü yalnız bir cinsel pratiği ötekine tercih etmek olamaz. Eşcinsel olmak, toplumda cinsel hazzı düzenleyen reçeteler karşısında olduğu kadar karşıcinsel toplumun siyasal ve toplumsal yapısı karşısında da eleştirel bir tavır takınmak demektir. STONEWALL: 29 Haziran 1969 gecesine gönderme yapar. O gece New York'taki küçük bir gey bar'ın (Stonewall Inn) uzun süredir polis tacizine maruz kalan müşterileri bir baskın sırasında saldırıya karşılık verdiler. Başkaldırıları iki gece sürdü ve dünyadaki eşcinsel imajının bir parçası haline geldi. Stonewall, topluma karşı birleşik gey hareketinin simgesi haline gelmiştir ve çoğu Gey Pride (Eşcinsellik Onuru) kutlamasında anılmaktadır. PEMBE ÜÇGEN (THE PINK TRIANGLE): Nazi toplama kamplarındaki eşcinsel tutsaklar üzerinde kullanıldı. Nazi toplama kamplarında öldürülen eşcinselleri anımsatıcı bir işaret olduğu için 1970’lerin başlarında ABD’deki gey aktivistler tarafından dayanışma ve direnişin sembolü olarak kullanılmaya başlandı. Gey özgürlük hareketinin dünya çapında bilinen işaretlerindendir


İÇİNDEKİLER KAOS GL'den ......................................................... 2 Psikoloji, Psikiyatri ve Eşcinsellik........................... 3 Ahlâk ve Hukuk....................................................... 5 Toplum, Ahlâk, İnanç, Birey… .............................. 7 Gey ve Lezbiyenlerin Açılma Süreci… .................. 9 Ne İşe Yarar Bu Coming-Out? .............................. 10 Onlar; Batu, Gökşin, Şeker... ................................ 12 Heteroseksüellik Bir Cinsel Tercihtir .................... 14 Ataerkide Kadın Olmak + Eşcinsel Olmak............ 16 Kadın ve Yitik Cinsellik ........................................ 18 Geyler İçin Aşk Kullanma Kılavuzu ..................... 20 Aciz Olmanın Dayanılmaz Çekiciliği.................... 21 Bir Aşk Diliyorum Tanrıdan İnsanlara .................. 22 Yeryüzü Aşkın Yüzü Olur ama ............................. 23 Eşcinsel Aşk da Var............................................... 24 Sevmek Ya Da Aşık Olmak................................... 25 Aşk Tanrıya Ortak Koşmaktır................................ 27 Şu Bizim Köroğlu.................................................. 29 Apollon-Hyakinthos Miti....................................... 30 Eleştir-eme-me....................................................... 32

Murathan'ın Arkasından Yıldız Toplamak .............33 Sanem Akay'a Teşekkürler.....................................35 Ben Bir Alternatif miyim?......................................36 Zarif Bir Giydirme .................................................37 Düdük (Öykü) ........................................................38 Arabesk Müzik ve Benim Eşcinselliğim ................44 Skunk Anansie .......................................................45 Toz .........................................................................46 Dibe Vuran Gururum .............................................47 Geçişler ..................................................................49 Bütün Hakemler İbne mi? ......................................50 Depremle 'Depildik'................................................51 Şeytan Bunun Neresinde? ......................................53 Clinton'ın Geylere İhtiyacı Varmış.........................54 Sözde Aile Değerleri ..............................................55 Kitap.......................................................................57 Mektup ...................................................................58 İletişim ...................................................................60 Haberler..................................................................61 Pembe Üçgenin Gözyaşları ....................................65

ARALIK-OCAK/1999-2000 SAYI:1 SAHİBİ: ALİ EROL SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ: ABDURRAHMAN BAHŞİŞOĞLU DİZGİ VE BASKI ÖNCESİ HAZIRLIK: KAOS GL /BASKI: MİNE OFSET /ADRES: J.F.Kenedi Cad., No:25/5 Kavaklıdere ANKARA

YAZIŞMA ADRESİ : Ali Özbaş, P.K. 53, Cebeci/ANKARA / FAKS : +90 312 3639041/E-MAİL: kaosgl@ilga.org Internet Adresi : www.geocities.com/kaosgl YAYINLANMASI İSTEĞİYLE GÖNDERİLECEK ÜRÜNLER İÇİN ADRES: ALİ ÖZBAŞ P.K. 53 CEBECİ / ANKARA ali.ozbas@isbank.net.tr KAOS GL'Yİ BULABİLECEĞİNİZ KİTAPEVLERİ: ERZURUM: Kültür Sarayı (Cumhuriyet Cad. No:36) ANTAKYA: Kelepir Kitabevi (Hürriyet Cad.) ADANA: Kitapsan (Gazipaşa Bulvarı) MERSİN: Kitapsan (Silifke Cad.) KAYSERİ: Kelepir/Ozan Kitabevi (Selanik Cad.) ESKİŞEHİR: Kelepir Kitabevi (Cengiz Topel Cad.), İnsancıl Sahaf Kitabevi (Yeşiltepe Sokak) DENİZLİ: Kelepir/İleri Kitabevi, Yaprak Kitabevi ANTALYA: Kelepir Kitabevi (Cumhuriyet Cad.) BALIKESİR : Kelepir Kitabevi (Şan Sinemasının Karşısı) İZMİR: Kabile (Konak), İletişim (Alsancak), Kemer (Konak) İSTANBUL: Taksim Mefisto (İstiklal Cad.), Pandora Kitabevi (İstiklal Cad. Büyükparmakkapı Sok.), Pentimento (Beyoğlu Sineması Pasajı), AFM Müzik Kitabevi (Beyoğlu, Fitaş Sinemaları Pasajı), İletişim Kitabevi (Avcılar), Ada Kitabevi (İstiklal Cad.) ANKARA: Dost, Bilim&Sanat, İlhan İlhan (Karanfil 2 Sokak), Kelepir (Konur 2) Kitabevleri

KAOS GL KAYSERİ İLETİŞİM: Çetin, P.K. 353, 38000 KAYSERİ KAOS GL ANTALYA İLETİŞİM: Ali, P.K. 647 07003 ANTALYA KAOS GL ERZURUM İLETİŞİM: Ümit, P.K. 192, ERZURUM ABONELİK İÇİN YURT İÇİ 1 YILLIK (6 SAYI) ABONE BEDELİ 10.000.000.-TL, 3 SAYI 5.000.000.-TL YURT DIŞI 1 YILLIK ABONE BEDELİ: 75 DM YA DA 50 $ (POSTA DAHİL) PLEASE, TRANSFER 75 DM OR 50 $ AS 1 YEAR SUBSCRIPTION PERIOD TO THE FOLLOWING BANK ACCOUNT: T. İŞ BANKASI MEŞRUTİYET ŞUBESİ (ANKARA) ALİ ÖZBAŞ NO:4213 0544328 DEKONT YA DA FOTOKOPİSİNİ MUTLAKA İÖ İ İ Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 1


GLBT ADRESLER KAOS GL ALİ ÖZBAŞ, P.K. 53 CEBECİ / ANKARA FAKS:0.312.363 90 41 E-MAİL: kaosgl@geocities.com ali.ozbas@isbank.net.tr http://www.geocities.com/kaosgl SAPPHO'NUN KIZLARI ALİ ÖZBAŞ (S.K.), P.K. 53, CEBECİ / ANKARA E-MAİL: sapphonunkizlari@hotmail.com http://www.geocities.com/WestHollywood/Chelsea/9070/

İSTANBULLU LEZBİYENLERE ULAŞMAK İÇİN: DUYGU ZAFER, P.K. 470, 80221, ŞİŞLİ / İSTANBUL E-MAİL: duyguz@yahoo.com LAMBDA İSTANBUL MBE 222, 80080 TAKSİM / İSTANBUL FAKS: 0.212.224 37 92 Lambda-İstanbul, her Pazar saat:18.00'de İstiklal Cad. Bekar Sokak, Toplumsal Araştırmalar Vakfı'nda (Sappho Bar'ın üst katı) toplanıyor. TÜRKGAY KÖLN Postfach 10 34 14, 50474 Köln, ALMANYA TEL: +49.221.925961-0 FAKS: +49.221.925961-11 E-MAİL: turkgay@gmx.de TÜRKÇE GLBT WEB SİTELERİ: Eşcinsel Net http://www.eshcinsel.net Gay Culture http://www.gayculture.cjb.net Transeksüellik http://www.geocities.com/wellesley/3116/ts.html

Türkiye'nin ilk yasal eşcinsel yayını, Gey ve Lezbiyen Araştırmaları Dergisi Kaos GL'den, eşcinsel yada heteroseksüel tüm okurlarımıza merhaba! Türkiyeli lezbiyenler ve geyler olarak, eşcinselliğin sadece cinsellikten ibaret olmadığından hareketle uzun zamandır kendi sözümüzü üretmeye ve söylemeye çalışıyoruz. "Bu toplumda sadece heteroseksüeller yaşamıyor. Biz de varız!" diyerek başlamıştık yaklaşık 6 yıl önce. "Her şeyden evvel KHAOS vardı". Yine KAOS var… Bundan böyle iki aylık ve 64 sayfa devam edeceğiz. Amatörlükprofesyonellik açısından koşullarımızda değişen bir şey yok. Şimdiye kadar aklımızın erdiğince elimizden geldiğince yapabildiklerimizin en iyisini yapmaya çalıştık. Bu bağlamda her zaman profesyoneldik ve profesyonel olacağız. Ama aynı zamanda amatörüz de. Eşcinsel bilincimizin körüklediği azmimiz, inadımız ve gayretimiz dışında, sahip olduğumuz hiçbir şeyimiz yoktu. Yine yok!… Artık kayıtlı/izinli/yasal bir yayın olmanın zorunlu kıldığı "yayın idare adresimiz" var ama maalesef teknik işlerimizi ve kültürel etkinliklerimizi yapabileceğimiz bir mekan olmaktan uzak bu adres… Bu geçici adresten çıkıp tamamen kendimize ait olan bir büro/merkeze acil olarak ihtiyacımız var. Böyle bir merkeze şimdilik kendi maddi olanaklarımızla sahip olabilecek durumda değiliz. Yalnızca bir dergi bürosu için değil, aynı zamanda bir Gey ve Lezbiyen Kültür Merkezi için de önümüzdeki en acil planımızı tamamen kendimize ait bir mekana sahip olmak oluşturuyor… Bu konuda öneri ve katkılarınızı bekliyoruz. Pazar Toplantıları… En son Sakal Sahaf Kafe'de de süremiz dolunca(!) iki aydır açık Pazar toplantılarımızı yapamıyoruz. Çünkü sağlıklı bir salon henüz bulamadık. Bir şekilde grup terapi işlevi gören ve insanların özgüvenlerini yakalamasını ve eşcinsellikleriyle barışmalarını sağlayan Pazar toplantılarının en kısa zamanda yeniden başlayabileceği bir mekan arıyoruz. Gelecek sayımızda iyi haberler vermek umuduyla… Dağıtım… Kaos GL'yi edinebileceğiniz kitabevlerinin tam listesini birinci sayfamızda bulabilirsiniz. Kaos GL'nin dağıtımı herhangi bir dağıtım şirketi tarafından değil Kaos GL okurları tarafından gönüllü olarak yapılmaktadır. Yaşadığı köy, ilçe ve illerde Kaos GL'nin satılabileceği kitabevi ve benzeri merkezlerin olduğunu düşünen arkadaşların bizimle iletişime geçmelerini bekliyoruz. Teşekkür… Lambda-İstanbul'daki arkadaşların bağışları ve Lambda tarafndan yapılan aboneliklerin karşılığı olarak 52.250.000.-TL için Lambda-İstanbul'a teşekkür ederiz. Yurtiçinden yurtdışına onlarca kuruma ve tutsaklara Kaos GL'yi ücretsiz olarak postalıyoruz. Bütün bunlarla birlikte daha kaliteli bir dergi için her türlü katkıya açığız. Ticari bir dergi olmayan Kaos GL'nin düzenli çıkabilmesi ve daha çok kişi ve kuruma ulaşabilmesi için abone olabilirsiniz… Olanaklarınız ölçüsünde posta pulu bağışında bulunabilirsiniz… Kaos GL'nin bu sayısında Coming-Out, Tartışma, Homofobi, Yaşamın İçinden, GL Tarihi, Öykü, Müzik, Medya-Yorum, Kitap… gibi bölümler var. Söz konusu bölümlerin bazılarını sürekli yapmaya çalışacağız. Kaos GL'ye istediğiniz her konuda yazabilir, olumluolumsuz eleştirilerinizi, önerilerinizi ve ürünlerinizi iletebilirsiniz. Mektup, haber, çeviri ve yazılarınızı bekliyoruz. Kaos GL'ye yazmak için eşcinsel olmanız gerekmiyor! 2000 yılında mutluluk dileklerimizle… Şubat ayında yeniden görüşmek üzere…

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 2


ETKİNLİK

Cinsel Eğitim Tedavi ve Araştırma Derneği ile Kognitif ve Davranış Terapileri Derneği'nin birlikte düzenledikleri III. Cinsel Sorunlar ve Tedavileri Kongresi 26-28 Kasım 1999'da İstanbul'da gerçekleştirildi. Kongre'de "yaşam boyu cinsellik" ana başlığı altında çocukluktan yaşlılığa kadar cinselliğin psikolojik, organik, sosyal, hukuksal ve etik açısından değerlendirilmesi yapıldı. Konular; konferans, sempozyum ve çalışma grupları şeklinde işlendi. Kaos GL'nin de davetli olduğu "Eşcinsellik" başlıklı forum 28 Kasım Pazar günü Dr. Nesrin Yetkin'in yönetiminde gerçekleştirildi. Kaos GL temsilcisinin yanısıra Dr. Sinan Düzyürek, Allen Lawrence ve Psikolog Ayşe Kayhan konuşmacı olarak katıldılar.

PSİKOLOJİ, PSİKİYATRİ VE EŞCİNSELLİK MURAT YALÇINKAYA

Eşcinsellik ile Psikoloji ve Psikiyatri bilimlerini birarada düşünmek her zaman sorunlu ve şüphesiz eşcinseller için de oldukça sancılı olmuştur. Psikiyatri ve psikolojinin diğer bilimlerden farklı olarak, ele aldığı konunun (akıl hastalığı, uyumsuzluk, normlardan sapma vb.) tanımlanmasının zorluğu ve bu tanımlar üzerinden geliştirilen tedavi yöntemlerinin her zaman tartışılabilir olması, sözünü ettiğimiz sorunu daha da çetrefilleştirmiştir. Psikiyatrinin ve psikolojinin çalışma alanından söz edildiğinde “kendi keşfettiği hastalığı tedavi eden tek meslek” diye espriyle atıfta bulunulması belki de durumu daha açık bir şekilde ifade etmektedir. Bir “sapkınlık” olarak eşcinselliğin kavramsallaştırılması ise bizlere bu bilim dallarının hediyesi olmuştur. Ahlaksızlık, günah, insan soyunun geleceğini ve toplum düzenini tehdit etme gibi nitelendirmelerle anılan eşcinsellik, bir sapkınlık olarak tanımlandığında, tüm önyargılar ve farklılığa karşı duyulan nefret, bilimin, sözümona güvenli ve hakkında kuşku duyulamayacak, hakikat kisvesine bürünerek ortaya çıkmıştır bu kez de. Eşcinsel eğilimleri olan bireylerin sağaltılarak toplum düzenine adaptasyonları ise kendini toplumun normlarının devamını sağlamaya adamış olan psikiyatristlerin ve psikologların birincil görevleri haline gelmiş, eşcinsellik bir “suç”tan çok artık bir hastalık olarak algılanmaya başlamıştır. Tabi artık durum batıda böyle değil, 70’li yılların ortasından itibaren eşcinselliğin bir hastalık olarak kavramsallaştırılmasına karşı geliştirilen argümanlar, eşcinsel hareketin gelişmesi ve eşcinsellerin kendi

adlarına konuşmaya başlamalarıyla birlikte sonuçlarını vermeye başladı. İlk olarak Psikiyatristlerin “kutsal kitabı” olarak adlandırılan DSM’den eşcinselliğin çıkarılmasıyla başlanan süreçle, eşcinsellerin heteroseksüel dünyaya tekrar hediye edilmeleri için sağaltma fikri, eşcinsellerin kendileriyle barışmaları, açılmaları gibi sorunlarıyla başa çıkmakta yardımcı olmaya dönüşmüştür. İstanbul’da Cinsel Eğitim Tedavi ve Araştırma Derneği ile Kognitif ve Davranış Terapileri Derneği’nin ortaklaşa düzenledikleri III. Cinsel Sorunlar ve Tedavileri Kongresi'nin önemli etkinliklerinden biri de eşcinsellik teması etrafındaki bilimsel bildiriler, çalışma grupları ve bir forumdu. Eşcinselliğin Türkiye’de akademik bir platformda ilk kez tartışmaya açılması kongrenin uzmanlar açısından olduğu kadar bizler için de önemini arttırıyordu. Çünkü, Batı’daki eşcinsellik ile ilgili literatür her ne kadar ülkemizde izlense de, ahlaki ve politik önyargılar nedeniyle olsa gerek, hâlâ eşcinselliği tedavi etmek gerektiğini düşünen psikiyatrist ve psikologların sayısının bir hayli kabarık olduğu çok açık. Kongrenin ikinci gününde, özellikle eşcinsel bireylerin psikoterapileriyle ilgili çalışmalarını halen Amerika’da sürdürmekte olan psikiyatrist Sinan Düzyürek, eşcinselliğin psikoloji ve psikiyatri tarihi içinde kavramsallaştırılmasındaki farklılıkların izini sürerek, eşcinsel bireylerin psikolojik süreçlerinin, homofobinin bir terapi sürecini nasıl etkileyebileceğinin ve eşcinsel bir bireyle çalışan bir terapistin nelere dikkat etmesi gerektiğinin üzerinde durarak, kendi

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 3


ETKİNLİK araştırmalarından ve literatürdeki araştırmalardan söz etti. Bildirisini sunmadan önce dinleyicilere dağıtılan bir makalesinin kimi bölümlerini dergimizde yayınlamak için izin aldığımızdan sunuşun ayrıntılarına girmeyeceğim. Kongrenin üçüncü gününde ise sabah sadece alandaki uzmanlara açık olan çalışma gruplarını da yine Düzyürek yönetti. Öğleden sonraki oturumda ise “eşcinsellik” başlığı altında bir forum düzenlendi. Forumu psikiyatrist Nesrin Yetkin yönetti. Katılımcılar ise Sinan Düzyürek, psikolog Ayşe Kayhan, Human Right Campaign organizasyonundan Allen Lawrence ve Kaos GL’nin temsilcisi olarak ben idim. Nesrin Yetkin ilk sözleri Amerika’daki ve Türkiye’deki eşcinsel organizasyonların temsilcilerine verdi. Allen Lawrence♣, Stonewall’u bir nirengi noktası olarak aldığı konuşmasında, o tarihten bugüne kadarki Amerika’daki gey lezbiyen hareketinden ve kazanımlarından söz etti. Kaos GL adına benim yaptığım konuşmada ise öncelikle Kaos, Lambda ve Sappho’nun Kızları gruplarının oluşma süreçlerine ve bugüne kadarki etkinliklerine değindim. Daha sonra da bu organizasyonların eşcinsel ve heteroseksüel bireyler için neden önemli olduğuna, Türkiye’de eşcinsel bireylerin yaşadığı sorunlara, psikiyatristlerin tavrına vurgu yaptım. Sinan Düzyürek de batıda çoktan tartışılmış ve üstünde anlaşılmış bir konun burada tartışma konusu olmasını yadırgadığından ve psikiyatristlerin eşcinsel bireylerle ilgili yaklaşımlarından söz etti. Psikolog Ayşe Kayhan her terapistin kendisiyle ilgili öğrenmek zorunda olduğu çok şey olduğuna değinerek, alanda çalışan uzmanların beraber çalıştıkları eşcinsel bireylere zarar vermemeleri için önkabullerinden ve önyargılarından sıyrılmaları gerektiğini söyledi. Kişisel tarihlerimiz düşünüldüğünde, ♣

Kongrenin hemen sonrasında dergi baskıya verileceği için bir çırpıda yazılmaya çalışılmış bu yazının en önemli eksikliklerinden biri de katılımcıların konuşmalarını bir cümleye indirgeyip, kuşa çevirmek oldu. Oldukça zengin bir içeriğe sahip olan konuşmaları ve tartışmaları bundan sonraki, olmasını umduğumuz, tartışmalarda ve yazılarda daha ayrıntılı iletebileceğimizi ve bu yazının haber yazısı olarak -özellikle de katılımcılar tarafından- algılanılmasını dilerim

yaşadığımız toplumda kendini keşfetme, açılma, bir yaşam tarzını oluşturma sürecinin zorluklarıyla başetmeye çalışırken ya da eşcinselliğimizden bağımsız sorunlarımız dolayısıyla başvurabildiğimiz psikologlar ve psikiyatristlerin kendi alanları içinde düzenledikleri kongrede eşcinsellik konusunu ele almalarının önemli bir başlangıç olduğunu ve bunun toplumdaki önyargıların ve önkabullerin aşılmasında da önemli bir aşama olduğunu düşünüyorum. Forum sonrasında konuştuğumuz birçok psikiyatristin de diyalog kurma istekleri umut vericiydi. Bundan sonra dergimizde ve başka platformlarda psikiyatri, psikoloji ve eşcinsellik konusunda yayınlanacak yazıların ve yürütülecek tartışmaların daha çok mesafe almamızı sağlayacağını düşünüyorum. Bu nedenle de bu kısa haber yazısının tüm eşcinsellere, psikiyatristlere, psikologlara tartışma için de bir çağrı olduğunu belirtmek isterim.

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 4


AHLAK

AHLAK VE HUKUK A. GALİP

I Önceki yazımızda Türk toplumunun çeşitli meziyetlerine deyinmiş bu arada ahlaklarını nasıl övdüklerini de bir kaç örnekle ele almaya çalışmıştık. Her toplum elbette kendisiyle barışık olmalı. Ancak bu barışıklık hali kuru bir övünmeden öte geçemiyorsa; kanının, ırkının üstünlüğüne sığınılıp ahlakının yüksek seciyeli olduğu iddiası en yüksek perdeden ilan ediliyorsa itinalı bir yaklaşımı, zorunlu kılan bir manzarayla karşı karşıya olduğumuzu saptamak durumundayız. Söz konusu yazımız böylesi bir manzaraya dikkatinizi çekiyordu. Türk toplumunun ahlakının diğer toplumların ahlakları karşısındaki üstünlük iddiasının temellerini sorgulamış ve açıkçası bu iddiayı destekleyecek argümanlara ulaşamamıştık. Yazının sonunda da genel olarak ahlakın ne olduğu ve hangi düzenleyici ilkeleri barındırdığı sorularına ulaşmış ve yanıtımızı ertelemiştik. Bu yazımızda hem ertelediğimiz yanıtları sunmaya hem de ahlakın hukukla olan ilişkisini sorgulayıp özellikle ahlakın pratikteki geçerlilik alanını göstermeye çalışacağız. II Hiçbir toplumda hiçbir insan "ahlaksız" damgasıyla yaşamak istemez. Çünkü bu damgayı yiyen biri, ahlaksız olma sıfatını yüklenen biri, her topluma özgü çeşitli yaptırımlara maruz kalır, cezalandırılır, toplumdan dışlanır, yalnız kalır, güven duyulmaz, yiyecek içecek verilmez, taşlanır vb. Bu sıfatla anılmak kişide öyle bir leke bırakır ki kolay kolay silinmez. Her fırsatta hatırlanır ve hatırlatılır. Yani cezasını çekip önceki haline dönmek gibi bir seçenek fazla mümkün değildir. Ahlaksız diye anılma telafisi neredeyse olanaksız olan bir düşkünlük halidir. O halde şu açıkça söylenebilir ki gündelik hayatta girdiğimiz toplumsal ilişkiler içerisinde ahlaklı olmak bir zorunluluktur. Ama bunu açıkça söylemek ahlakın dışerkli olduğunu, toplumsal bütünden kopmayı göze alamamayı da gizlice kabul etmek değil mi? Kaldı ki toplumsal ilişkileri düzenleyen kanun ve nizamlar zaten uymamız gereken ve uymadığımızda göze

alacağımız yaptırımları ayrıntısıyla belirlemiş durumda. Toplumda bir biçimde geçerli kılınmış hukuk kuralları ihlal edildiğinde suçluluk sıfatıyla yüz yüzeyiz ve ahlaksızlıktan hiç de farklı bir konum değildir. Toplumsal bütün içerisinde sorunsuz bir ilişkinin sürekliliği ahlaki ve hukuki edimlerde bulunmaktan geçer. Ancak ayrı ayrı adlandırıldıkları için yine de ahlak ve hukuk birbirlerinin alanlarını dışlamıyorlardı. Her ne kadar hukuka aykırı her eylemin aynı zamanda ahlaka da aykırı olduğunu veya ahlaka aykırı her eylemin hukuka da aykırı olduğunu söyleyemesek de günümüzde çoğu toplumlarda hukuk, ahlak alanının aleyhine kendi alanını genişletiyor. Neredeyse her eylemin ahlaktan önce hukuka aykırı olup olmadığı ele alınıyor. Ahlak daha çok kişinin bir iç hukuku olarak görülmek isteniyor. Geriye doğru gidildiğinde hukukun kurumsallaşan ahlak olduğunu söyleyebiliriz. Modern toplumlarda, toplumsal hayat her alanda hukuki terimlerle kodlanmış ve düzenlenmiştir. Giderek daralan ahlaki bir alan ve genişleyen hukuki bir alan içerisinde eylemekteyiz. Devlet gücüyle desteklenen hukuk karşısında sağduyu gibi gelenek ve görenek gibi görünmeyen bir otoritenin giderek azalan oranda yeniden ürettiği ahlak bulunmaktadır. Yine de her şeye rağmen ahlaksızlık suçluluktan daha az "utanç" verici ve daha çok katlanılır değildir. Ahlaksızlık yapan biri her durumda karşısında devleti bulmasa da sözbirliği etmişçesine kişilerin onaylamayan yaklaşımları ona gerekli cezayı veriyor. Buraya kadar söylediklerimizden hukukun ahlaktan doğduğu ve giderek bütünüyle onun yerini alacağı gibi bir sonuç çıkıyor. Böyle görünmesine rağmen aslında durum tam bu değil. Hukuk da tıpkı ahlak gibi benzer bir toplumsal işlev gördüğünden ondan türemiş gibi bir izlenim veriyor. Her ikisi de gerek kişi-kişi ilişkisinde gerekse kişi-toplum ilişkisinde düzenleyici kurallar içerirler. Toplumsal bütünün bir uyum içerisinde sürekliliğini sağlamayı gözetirler. Her ikisi de sınırları aşıldığında belirli yaptırımlara baş vururlar. Benzerlikleri bu noktaya kadardır. Ayrımları ise ahlakın toplumlara

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 5


AHLAK göre değişiklik gösteren belirli değer yargıları sisteminden oluşması, hukukun ise daha evrensel normlara dayanmak iddiasını taşımasıdır. Ancak belirli ülkelerin gerek dinsel gerekse gelenek ve görenekleriyle birlikte bütün değer yargılarını hukuklarının temeline koyduklarını da söyleyebiliriz. Yine de bu, hukukun evrensellik eğilimini göz ardı etmemize bir neden değildir. Hukukun bu eğilimi nedeniyle çağdaş toplumların büyük çoğunluğu ahlak anlayışlarıyla değil hukuk sistemleriyle değerlendirilmek isterler. Yasalarını evrensel normlara uygun olarak oluştururlar. Ahlak ise evrenselliği değil yerelliği içerir. Bu bakımdan hukuk karşısında hep daha alt düzeyde değerlendirilir. Gerçi bir çok ahlak felsefecisi evrensel bir ahlak dizgesi geliştirmeyi denemişler ve hâlâ da bu çaba içerisinde olanlar vardır. Ancak hukukta olduğu gibi belirli uzlaşımlara ulaşıldığı söylenemez. Çünkü gerek ulusal alan gerekse uluslararası alan devletin politika aracılığıyla hukuk dilinin sınırlamalarına tabidir. Modern toplumda kişinin sevgilisi veya eşi ve çocuklarıyla olan ilişkilerinden tutun da komşusu, sahibi, yöneticisi, muhtar ve benzerlerinden başlayıp çeşitli kurum ve kuruluşlardan geçerek bir tüzel kişilik olan devlete kadar bir dizi kurumda tüm ilişkilerinde gözetmesi gereken sorumlulukları hukuki olarak da belirlenmiş durumdadır. Hukuk kişiler için birlikte yaşamanın, mekanlar için birlikte kullanmanın kurallarını koyar. Bu nedenle ahlaka aykırı olmak konusunda değil hukuku çiğnememek gibi bir titizlik içerisindedir insanlar. Neredeyse artık ahlak da yeni bir içerikle tanımlanır olmuştur. Yasal olmayan edimlerden uzak durmak modern toplumlarda yaşayan her bireyin temel erdemlerinden sayılmaktadır. Ahlaklı birey görev ve sorumluluklarının bilinciyle hareket eden, toplumun emniyetini riske atmayacak biçimde, yani, yasalara uygun davranan kişidir. Ahlak devlet eliyle yasa haline getirilmiş olarak karşımızda durmaktadır. Başka bir deyişle modern toplumda otantik bir ahlak anlayışına yer yoktur. Ahlaklı bir vatandaş olabilmen için devletine karşı sorumluluklarını yerine getirmen gerekir. 1750 ile 1900 arasındaki dönem boyunca (ve günümüzde a.g.) uzmanların ve eleştirmenlerin çoğu, düşük ücretler, yoksulluk ve suç arasındaki tüm ilişkileri yadsımaya çalıştılar. Suçun başka nedenleri ahlaki zayıflık, lüks, aylaklık, kötü edebiyat, ana baba ihmali ve eğitimsizlik olarak sunuldu... Hapse attırılanlar mahvolmanın kaygan eğiminde olduğu ve bu nedenle ıslah edilme ihtiyacı duyduğu düşünülenlerdi -serkeşler, aylaklar, serseriler, hatta basitçe "ayaktakımından kişiler" olarak tanımlananlar. (Clive Emsley'den aktaran Bauman 1998 : 150)

Günümüzde modern toplumlarda ahlak (tıpkı estetikte olduğu gibi) bireylere yasalara saygılı olmayı emrediyor. Toplumun verili yapısını yasalarla korumak mümkün olmadığı noktada ahlaka aynı işlev yükleniyor. Hukuk bir yandan ahlakın yerine geçmeye çalışırken bir yandan da onu yedeğinde tutmaya çalışıyor. Çünkü böylece hukukun emrediciliği, hükümranlığı ahlak aracılığıyla kişilerin içsel buyruğu haline dönüştürülüyor. Yasalara uymak vatandaşlara bir iç huzur sağlıyor. Hani deyim yerindeyse suçlu olmak bir şey değil de ahlaksız diye tanınmak koyuyor insana!...

Bu noktada bir parantez açıp ülkemizden bir örnek vermek yerinde olacak. Özal dönemini hatırlayacaksınız. Hani bütün siyasi eğilimleri aynı potada toplamak gibi imkansız bir iddia ile ortaya çıkan (popülizm bu ya bütün imkansızlıkların taşıyıcısı olabiliyor), bizatihi kendisi antidemokratik bir dönemin ürünü olmasına rağmen demokrasi havarisi kesilen, Menderes döneminden bu yana bütün yolsuzlukların, adam kayırmanın, rüşvetin, her türlü siyasi kirliliğin taşıyıcısı olmak gibi bir misyon yüklenen merhum Özal bir yandan muhafazakâr, ahlakçı bir icraat sergilerken bir yandan da "Benim memurum işini bilir.", "Kanunları bir kez ihlal etmekten bir şey çıkmaz." gibi veciz sözlerle cumhurbaşkanlığına kadar yükselebilmişti. Devletin en yetkili ağzından böylesi ahlaki sözler döküldükten sonra vatandaşlar devamını getirdiler. Artık ahlakilik ahlaklı olmak anlamına gelmiyor, ahlaklı görünmekten ibaret sayılıyordu. Yasalar açıkça ihlal edilemediği yerlerde onun açıklarından, boşluklarından yararlanmak bir zeka ve erdem göstergesi olmuştu. 1 Galiba yasalara uyma ahlakiliği yöneticileri bağlamıyor! III Ahlakı, toplumun verili yapısını sürdürmek için yasaları içselleştirecek bir işlevle sınırlamak en başta insanı temel bir boyutundan uzaklaştırmaktır. Çünkü böylece insana konumlanmış bir benlik yükleyip otoritenin nüfuzuna terk etmek olur. Modern toplumu, bütün ideolojik bakışlardan sıyrılarak ele aldığımızda çıplak biçimde onun egemen ve hiyerarşik bir örüntüden müteşekkil olduğunu görürüz. Temsili demokrasi aracılığıyla yukarıdan aşağıya dayatıcı bir buyrukla yönetildiğini ve sınıflar ayrımını gizleyen ve egemenlerin haklarını doğallık kategorisiyle sunan, biçimsel eşitlik ve özgürlükler vaadiyle donanmış yasalarla tesis edildiğini söylemek zorundayız. Toplumun bütün bu gizlenen yanını sorgulamaksızın kabul etmek ahlakilik diye adlandırılarak ahlakı, insanın özgürlüğe açılan bir boyutu olmaktan çıkarıp onu boyun eğen, köleci bir doğaya hapsetmektir. O halde nedir insanın ahlaki boyutu? Bu soruyu insan nedir sorusuna bağlı olarak yanıtlamaya çalışalım. İngiliz filozofu John Locke, bizim burada insan nedir diye sorduğumuz soruyu kişi bağlamında ele alıp şöyle yanıtlıyor: Kişinin neyi temsil ettiğini düşünmemiz gerekir, ki bence o, mantığı ve düşüncesi olan ve kendisini farklı zamanlarda ve mekanlarda yine aynı o düşünen şey olarak görebilen, düşünen, zeki bir varlıktır. Bunu ancak, düşünmenin ayrılmaz bir parçası olan ve bence onun özünü oluşturan bilinciyle yapabilir ve herhangi birinin onu algılaması, onun algıladığını algılamaksızın olanaksızdır. (J. Locke'dan aktaran Harris 1998 : 37)

Locke'un bu belirlemesinden hareket edecek olursak, özbilinci olan kişidir insan. Yine bu tanıma göre bilinç mantık yürütme kapasitesine sahiptir. Mantık yürütmeyle kişi "kendisini farklı zamanlarda ve mekanlarda yine aynı o düşünen" varlık olarak görebilir. Mantık ve özbilincin birlikteliği kişiye değerlendirme kapasitesi de yükler. Değerlendirme ise insanın temel özelliğidir. F. Nietzsche'ye göre insanı insan yapan özdür değerlendirme:

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 6


AHLAK İnsan kendini korumak için değer biçti nesnelere, nesnelerin anlamını o yarattı, insanca anlamı! Bundan ötürü "insan" der kendine, yani: değerlendiren. (Nietzsche 1988 : 61)

Değerlendirmek bilinçli bir biçimde de aldığımız şeyin kendisinden hareket ederek onu kendi alanı içerisinde ve benzerleri arasında yerini görmek ve göstermektir. İnsana has bir özellik olan değerlendirme kapasitesi, bilgiye dayalı olarak ve bilinçli bir biçimde ahlak alanında ortaya çıkar. Çünkü ahlak bir değer alanıdır ve değer, değerlendirme etkinliğinin sonucunda ortaya çıkar, ulaşılır. Bu yazımızın başında ahlakı belirli değer yargıları sistemi diye tanımlamış ve toplumlara göre farklı değer yargıları olduğunu belirtmiştik. Sık sık kullandığımız ahlakilik terimini ise İ. Kuçuradi'ye uyarak epistemolojik değerlendirme etkinliği sonucunda "Doğru-Yanlış" gibi yoklanabilir bir temele sahip olan değeri koruma bilinci ve duygusu olarak tanımlıyoruz. (Kuçuradi 1998 : 23 62). O halde ahlakilik, yani, kişinin değerini korumayı ve kişiyi özgürleştirmeyi hedefleyen o bilinçli tutum her türden ahlak yargılarını ve yasaları yeniden ele almayı ve değerlendirmeyi yapabilme gücünü taşımaktadır. Ahlakilik verili bir ahlak adına sinmeyi değil hukuka insanın değerini güvence altına almayı emretmektedir. Ahlakilik, değer tüketen ahlak sistemleri karşısında ahlaksız olmayı seçmek demektir.2 Çünkü ahlakilik ötekinin acısı karşısında kayıtsız kalmanın en büyük ahlaksızlık olduğunun bilincidir.

Kaynakça; 1. BAUMAN, Z. 1998 Postmodern Etik, Çev: Alev Türker, İstanbul, Ayrıntı Yay. 2. HARRIS, J. 1998 Hayatın Değeri, Çev : Süha Sertabiboğlu, İstanbul, Ayrıntı Yay. 3. KUÇURADİ, İ. 1998 İnsan ve Değerleri, Ankara, Türkiye Felsefe Kurumu Yay. 4. NIETZSCHE, F. 1998 Böyle Buyurdu Zerdüşt, Çev : Turan Oflazoğlu, İstanbul, M.E.B. Yay. Dipnotlar: 1. 1950 ile 1960 yılları arasında iktidarda olan Demokrat Parti'nin akıbetini bilirsiniz. 27 Mayıs askeri darbesiyle kapatılıyor, liderlerinden A. Menderes ve bakanlardan Zorlu ve Polatkan idam ediliyor. Yapılan politik cinayet başka yanlışları da gizleme aracına dönüştürülüyor. Kimse çıkıp da merhumların önce çeşitli bölgelerden eşleri, dostları ve kendi adlarına geniş miktarlarda arazi satın aldıklarını meclisten buralara fabrika kurma kararı çıkarıp sonra da aynı araziyi yüksek fiyatlarla satma "kurnazlığı" gösterdiklerini söylemiyor. Ya da başka "sorumlulukları" sözkonusu edilmiyor. Bütün merkez sağdaki partiler yıllarca DP misyonuna sahip çıkma konusunda birbirleriyle atışıp duruyorlar. Eş dost aile ilişkisi bakımından Demirel, Özal, Çiller ve Yılmaz aynı misyonun ve aynı ahlakın en seçkin temsilcilerindendir. Bir sıralama yapılsa birinci sırayı hangisi alır dersiniz? 2. Bırakın, başka türlü sevdiği erkekle bir araya gelme koşulu olmadığı için onunla kaçmayı; tarlada, çeşmede sırf göz göze geldi ve bir çift laf etti diye satırla doğranan kızları namus uğruna feda eden bir ahlakın temsilcilerini dinlediğimizde "Vicdanımın sesini dinledim, namusumu temizledim" türünden zerrece pişmanlık içermeyen sözlere şahit oluyoruz. Hangi değer korunuyor dersiniz? Bunları postmodern durumlardan sayıp artık kayıtsızlıkla aynı anlama gelmeye başlayan hoşgörüye mi sığınalım?

TOPLUM, AHLAK, İNANÇ, BİREY ... ŞENER

"Var olmak algılamak ya da algılanmaktır" diyor Berkeley. Bu felsefi öğretiye inanıyorum. Algılamak ve algılanmak; ikisi aynı zamanda gerçekleştiğinde "Varlık" oluşur çünkü. Peki ya bunun teoriden pratiğe dökümü mümkün müdür?... Yukarıda bahsedilen düşünceden çıkacağım. Daha iyi anlaşılabilmesi adına da yazdıklarımın; açıklayıcı örnekler vererek paylaşacağım fikirlerimi. Önce, kavram karmaşasına girmemek adına teori ile pratiğin farkını kavramalıyız diye düşünüyorum. Aklıma Cemil Meriç'in kitabında yer verdiği bir hikâye geliyor. Şöyle ki; "Hindistan'da bir feylesof Ganj nehrinin karşısına-karşı kıyısına geçmeyi istiyor. Bunun için yolcuları nehrin her iki tarafına geçiren bir sal kiralayıp, açılıyor. Nehrin karşısına geçerken feylesof sohbet etmek istiyor. "Söyle bakalım ey salcı, sen VEDA'ların birincisini okudun mu?" Salcı, kibirli feylosofun hikâyesini anlamamazlıktan geliyor. O da biliyor ki Vedaları yani 4 kutsal metni okumamış olmak Hint

geleneklerine göre cehalet timsali olarak nitelendiriliyor. "Hayır, saygıdeğer efendim. Okuyamadım. Karnımı doyurmak için çalışmam gerek. Çalışma ise tüm zamanımı alıyor..." Feylesof "öyleyse senin hayatının dörtte biri gitmiş" diyor salcıya. Biraz daha yol alıyorlar. Feylesof "söyle bakalım ey salcı, dört vedanın ikincisini okudun mu?" Bir kaşı kibirle havada, kendisini aşağılayarak süzen feylesofa dönüyor salcı "Hayır efendim" diye yanıtlıyor. Feylesof "O zaman korkarım ki hayatının yarısı gitmiş senin!" Bozuluyor salcı. Ama sesinin çıkartmıyor yinede. Derken bir fırtına kopuyor ki, nehir azgın, kudurmuş. Sal battı, batacak. Salcı feylesofa dönüp "Efendim" diyor "siz bana iki soru sordunuz, ben ise bir soru soracağım. Yüzme biliyor musunuz?" Feylesof korkarak hayırlıyor onu. Salcı kinâyelerine cevabı yapıştırıyor "O halde korkarım ki siz hayatınızın "tümünü" kaybettiniz..."

Evet, bizler teoride pek çok şeyi çok mükemmel esaslara dayandırabiliriz. Muktedir kılar düşsel-düşünsel potansiyelimiz bunu ancak "Evdeki hesap çarşıya uymadı" atasözüyle özetlenen yukarıdaki gibi teori pratik uyumsuzluğu hayal kırıklıklarına gark eder bizi, üzülürüz çoğu kez.

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 7


AHLAK Varlığımızın, bilincindeyiz elbet. Yalan değil bu. 1900'lü yıl sonlarına doğru dünyaya geldik. Seçme şansımız olmayan bir ülkede, ailede, sosyo ekonomik bir statüde. Doğar doğmaz da kendimizi bir sürü "SUNU", kalıp ve anlam ağırlığı altında buluverdik. Varlığımızdan bihaberken daha, bir adımız, sicil numaramız, eşeyimize (cinsiyetimize) göre model kalıplarımız, kendi kültür, gelenek ve bir yığın karmaşık "yabancı" ortamda kabul gördük, varlık olarak ALGILANDIK! Türk öğün, çalış güven'le ilkokul, sıralarda kuyruklarda, bizden başkalarına nasıl davranacağımızı, bizim dışımızdakilere hangi anlamlar yükleyip onları nasıl algılayacağımızı kısacası her şeyi, aklınıza ne geliyorsa; aldık kabullendik. İSTENEN BUYDU. Sorgulamadan ölçüp tartmadan, sana sunulanı alıp kabullenmen ve taşıman... Belki gerekliydi bu. İnsanların bir arada yaşaması yaşayabilmesi için GENEL KURALLAR, KAİDELER, YASALAR VARKILINDI. İdeolojiler, inanışlar, kültürler, diller, öğretiler yani SİSTEMLER, yani düzenler oluşturuldu. Amaç; insanların farklı bireylerin bir arada ve mutlu bir şekilde yaşayabilmesi içindi. Ve fekat! Evdeki hesap çarşıya uymadı! Amaç ARAÇLAŞTIRILDI! Tıpkı para kavramının ortaya çıkışı gibi. Para alış verişte insanlık için kolaylık olsun amacıyla ortaya çıktı. Fekat! daha sonra asıl amacı yine insanlar tarafından saptırıldı ve AMAÇ haline getirildi. Böylelikle kendi etini yiyen yamyam absürtlüğüne, kendi tükenişine start aldı insan. Çok örnek verebilirim; örneğin kurumlarsosyal kurumlar önce insan için vardı, şimdi insanlar onlar için var. İdeolojiler sözüm ona insanı daha mutlu kılmak adına insan tarafından yaratıldı ama insan daha sonra ideolojilere hizmet etmeye, ve hatta ideolojiler uğruna ölmeye bile vardırdı işi. Soruyorum hangi ideoloji 1 insan eder? Tüm ideoloji fikir v.s. toplasanız 1 insan varlayabilir misiniz?.. Bu konuyu daha fazla uzatmadan asıl konuya dönmeliyim. Asıl konu teori pratik ilişkisinden ya da daha da açıkçası toplum birey ve ikisi arasındaki ilişkiden oluşuyordu. Amaç, araçlaştırıldı. Toplum denilen çoğunluğun geldiği kuramlar, kavramlar ve anlamlar yüzünden belirli kalıplara uyma zorunluluğu dayatıldı. Birey, her şeyden evvel kendisi olmalıydı oysa. Bireysel bilince erişmeliydi. İnsan kendi başına kendini tanıyıp kendini sevip, kendini tüm eksiklikleriyle, yanlış ve yazgılarıyla beğeni ve redleriyle kısaca tüm her şeyiyle kabullenmeliydi. Ancak böyle "sağlıklı" bir toplum modeli oluşabilirdi. Düşünsenize, kendini tanımayan, kendini sevmeyen biri bir başkası için bunları yapabilir mi? BİZLER GÖKKUŞAĞINDAKİ yedi farklı renk gibi olmalıydık. Herkes kendi rengini bulmalı ve ona sahip çıkıp yaşatmalıydı. Farklı ama uyumlu. Çünkü aslında herkes farklıdır. (Ama çok az insan farklı olduğunun farkında!) Uyum; evet bazı kâidelerin olması zorunludur. Ama çok temel düsturlar üzerinedir bunlar. J.J. Rousseau "Bir insanın özgürlüğü başka bir insanın özgürlüğünün başladığı yerde biter" diyor. Mevlana "Kim olursan ol,

gel. Kendin gibi görün ya da göründüğün gibi ol" diyor. "Kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapma" diyor bir diğeri "iyilik yapmaya gücün yetmiyorsa kötülük yapma" diyor... Bizler de böyle diyoruz. Peki yapıyor, teoriyi pratiğe çevirebiliyor muyuz?... Ben hiç kimse gibi olmak zorunda değilim. Ama hiç kimse de benim gibi olmak zorunda değil! Bunu unutuyoruz biraz. Ya da ihmâl ediyoruz... Toplum, çoğunlukta. Biz ise azınlıkta. Ama azınlıkta olmamızın yegane nedeni cinsel kimliğimiz değil. Yinede çıkış noktası buysa şayet, insanlara anlatmaya çalışmak çok önemli. Neden onlar gibi hissetmediğimizi. Neden heteroseksüel yaşamın bize hitap etmediğini. Nazım Usta "anladığını anlatmayan alçaktır!" diyor. Ben, toplumun bireyleri olarak kendi kişisel farkımızı diğerlerine anlatmanın gerekliliğine inanıyorum. İletişimsizlik çağın en büyük hastalığı. AIDS bile o denli tehlikeli değil. Çünkü bir gün ona çare bulanabilir peki ya iletişimsizliğe?... Yalnız dikkat edilmesi gereken bir hatırlatma da yapmalıyım. Goethe "insanlara anlayabileceği şeyleri anlatmak görevdir" diyor. Bazıları anlamayacak. Belki anlamak istemediklerinden, belki de anlayamayacakları için. Siz asla vazgeçmeyin ve anlatın. En yakınınızdan başlayın. Ailemizi seçme şansımız yoktu ama dost ve arkadaşlarımızı seçme şansımız var. Onlardan başlayın işe. 10 kişiden 1'inin anlaması bile çok önemli. Eşcinselliğe karşı bu toplumsal önyargılar, homofobilerde bizlerin hiç mi suçu yok?... Ahlâk konusuna gelince.. Böyle bir bilimdalı olabildiğine bile apışıp kalıyorum ben hâlâ. Etik… Hangi insan bir diğerinden daha öte-üstün ya da yetkindir ki bu konuda kesin genel geçer yargılarda bulunabiliyor anlamıyorum. Neyin etik neyin etik dışı olduğunu, neyin doğru olup olmadığını hangi kriterler belirliyor?... Ortaçağ etik anlayışı değil midir "ne yaparsan yap ama gizli olması şartıyla!" diyerek bence en büyük ahlâksızlığı yapan?... Ve yine değil midir o zihniyet Sade'ı Oscar Wilde'ı sürgün edip, cezalandıran ve yine aynı toplum tarafından kendi edebiyat klasikleri arasında yer veren? Biri bana ahlâkı açıklasın yoksa ben ahlâksızca çıldıracağım! İnanç konusu... Herkesin bir inancı var, olmak da zorunda zaten. Çünkü "inanmak tutunmaktır." Ancak inanmak için "inanç bilmek" gerek. Bu anlamda her kim neye inanacaksa mutlaka bunu araştırmalı, sorgulamalı. Yoksa, inandığı değerler hurafelerden daha önemli sayılamaz. İnanmadığına da inanabilir insan. Bu da bir çeşit inançtır ne de olsa. Ama bilinç, bilerek yapmak önemlidir. "En korkulması gereken insan tipi bilgisi olmadığı halde fikri olan insandır" diyor ya Uğur Mumcu. Gerçekten de öyle... Hoşgörü, Sevgi, paylaşım, dostluk ve AŞK! Tüm güzelliklerin özünde Aşk var. Yalnız bizler belki de O'nu ifade edemiyoruz pek. Sevmeyi bilmiyor, beceremiyoruz gibi geliyor bana. Ama nedense kızgınlığımızı, kinimizi, nefretimizi hem çok çabuk hem de çok kolay dillendirip, ifade edebiliyoruz. Neden?

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 8


COMING OUT

GEY VE LEZBİYENLERİN AÇILMA SÜRECİ SAVUNMA STRATEJİLERİ LUCA PIETRANTONI / Çev : SANEM AKAY / Finisterrae Genç gey ve lezbiyenler, farklılıklarının bilincine erkenden varıyorlar: Her ne kadar bu farklılığın cinsel niteliğinden habersiz olsalar da. Genellikle, ilk öğrendikleri şey, bu farklılıklarının, olumsuz bir şekilde nitelendirildiğidir. İlk evre denen çocukluk ve ilk ergenlik dönemleri boyunca, farklılık hissi oldukça umuma dairdir ve akran grupların diğer üyeleriyle yapılan karşılaştırmayla ortaya çıkmıştır diyebiliriz. Görüşme yapılan kimseler genellikle kendilerini diğerlerinden ayrı kişiler olarak gördüklerini belirtmişlerdir. Cam bir duvarla ayrılmış, grubun bir parçası olamayan, gruba katılma imkanından yoksun gibi. Bu ilk evre boyunca ilk homo - erotik arzu, ister gerçek ister hayali olsun, sıklıkla "eşcinsellik" kelimesinin anlamının bilincine varmaksızın, içten gelen ve kendiliğinden ortaya çıkan bir şey olarak görülür. İkinci evre, arzunun anlam kazandığı evredir. Bu evrede eşcinsel ifadesine toplumsal damga ve sansürün karıştığının farkına varılır. Gençler kendi tecrübelerini, eşcinsellik denen o "gizemli obje" ile kıyas ederler. Öyle ki eşcinsellik hastalık ile işe yaramazlığın bir parçası ve hoşnutsuzluğun kaynağı olarak gösterilmektedir. En yaygın savunma biçimlerinden biri yok saymadır, diğer deyişle reddetme. Yok sayma, eşcinselliğin kavramsallaştırılması ve fantezileri üzerinden gerçekleştirilir. Eşcinsel arzu tekrar belirdiği takdirde, yok saymayı devam ettirebilmek için daha güçlü bir fiziksel çaba gerekir. Bu çaba sürekli bir acizlik sebebi olmaktan çok, duygusal bir engel doğurabilir. Yok sayma mekanizması bazen yıllarca sürdürülebilir ve bir çok gey ve lezbiyen ergen kendilerine yabancı olarak ve duygularının farkına varmadan erişkinliğe varabilir. Yok saymanın bazı biçimleri cinsellikle hiç ilişkilendirilmeden etkileyici bazı alanlarla genelleştirilebilir. Gençler duygularını daha az korkutucu bir nesneye yönlendirirler. Bazı gençler, kişiler arası ve sosyal yeteneklerinin gelişimini tehlikeye atarak, kendilerini "güvenli alanlara" kapatırlar. Bu güvenli alanlara, öğrenim ve hobiler örnek verilebilir. Bazı durumlarda savunma birden çöker ve böylece eşcinsel duygunun varlığıyla yüz yüze gelmek, çok yıkıcı bir biçimde gerçekleşebilir. Eğer kişi duygu, düşünce ve davranışlarının kabul edilemez olduğunu düşünür de, hemen onları bastırmaya girişirse, kendini hemen tepki mekanizmasının içinde bulur. Kendi egosunu ve eşcinselliği lanetlemekle takdir kazanma ve öz değer arayışına girer. Bir ergen, aşağılık duygusuna karşı durabilmek uğruna başkalarını memnun etmek için ve

sürekli olarak kendisinin sevgi ve saygı duyulacak bir kimse olduğu fikrini geliştirmek için çabalar durur. Bu strateji sıklıkla gençlerin öz kimliklerini kaybetmelerine ve öz gereksinimlerini göz ardı etmelerine yol açar. Bu kişilik bölünmesinde, kişi kimlik ve bilincin bütünleyici fonksiyonlarının geçici değişikliğine uğrar. Bazı eşcinsel kimseler birbirinden tamamen ayrı iki hayatı yaşamak durumda kalabilirler. Bu demektir ki hem eşcinsel münasebetlerde bulunurlar, hem de ardından yaşananları "unutabilirler". Bazen cinsel duygu ve dürtüler, bir yansıtma mekanizması biçiminde, diğer insanlara yüklenir. Bir genç, eşcinsel arzulara ilişkin olumsuz anlamları, özellikle eşcinsel olduğu daha kolay fark edilen kişilere yöneltebilir. Homofobi ve saldırganlık böylelikle daha kolay hedeflere ulaşabilir. Fakat genç, sıklıkla eşcinsel karşıtı bir tutum ve toplumla çatışan gey ve lezbiyenlere yönelik tiksinme duygusu geliştirir. Bazı "işini bilen" kişiler, kendi davranışlarını doğrulamadan ama içini rahatlatmaya yönelik açıklama biçimleri oluştururlar. Genellikle lezbiyenler cinsel yönlerini azaltıp önemsiz gösterirken, geyler ise duygusal içeriği yok saymaya meyilli olurlar. Önyargıları bertaraf etmeye yönelik diğer olası stratejilerden bazılarını sayacak olursak: Cinsel yönelimini gizlemek, kendini gey ya da lezbiyen diye tanımlamayı reddetmek, heteroseksüel bir ilişkiye başlamak, toplumun kendisinden beklediği kadınlık ya da erkekliği sürekli muhafaza etmeye çalışmak. Eşcinsellikle bir tutulan negatif kavramların yeniden anlamlandırılması ve kişinin bu yeni eşcinsel kavramıyla kendi kavramının bütünleştirmesi üçüncü evrede gerçekleşir. Genç, eşcinsel tecrübelerine daha iyi anlam verebilmek ve de toplumsal dışlanmanın üstesinden gelebilmek için bilgi arayışına girebilir, kendini diğer eşcinsellerle ya da gey lezbiyen alt kültürüyle karşılaştırabilir. Bu karşılaştırmayı ya kendini ve eşcinsel grubunu idealize etme yoluyla yada grubu içindeki farklılıkların üstünde daha çok durarak yapar. Genellikle, kişinin kendi cinsinden biriyle kurduğu içten ve sağlam ilk ilişkiye paralel olarak, kişinin kendi eşcinsel kimliğini kabul edişindeki gelişim de gerçekleşir. Bazı ruhsal ilerlemelerin tamamlanmamasıyla beraber, eşcinsel bir kimsenin gelişimini gerçekleştirdiği ağırlıklı evre, ergenlik ve ilk erişkinlik dönemleri içinde yer alır. Bazı savunma mekanizmalarında, şayet savunma aşırı güçlüyse ya da işe yaramama riski taşıyorsa, bunun sonu klinik bir safhaya varabilir. Ruhi bunalım riski özellikle ergenlik döneminde artar. Bazen de ruhsal bunalım, kendine zarar vermenin türlü şekilleri olarak karşımıza

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 9


COMING OUT çıkabilir. Gey ve lezbiyenlerin hayatlarındaki en önemli an, açılmadır, diğer deyişle "coming out". Coming out, utançtan öz saygıya geçişi gösterir. Coming out asla son bulmaz. Eşcinsel kişi, heteroseksüel olarak görüldüğünde, sorulduğunda, hiç kimsenin eşcinsellik olasılığını aklından bile geçirmediği bir anda ya da politik mücadele aracı olarak farklı durumlarda coming out'unu tekrarlaması söz konusu olabilir. Coming out, kâr ve zarar

değerlendirmesinin bir sonucudur. Coming out hikayeleri edebi bir tarz olarak, gey ve lezbiyen hayatının tarihsel perspektifini oluşturur. Coming - out hikayeleri, gizli kimliklerin üzerinden perdelerin kaldırılmasıdır. Eski kabile efsaneleri gibi, realitesini kabul ettirici ve bütünleştirici nitelikte hikayelerdir onlar.

NE İŞE YARAR BU COMING-OUT? ŞAKİR Bedenlere yüklenmiş zayıf, eğreti imgelerin gündelik hayata tezahüründeki isteksizliği görünürde var kılmaya çalıştığımız benliğimizi tamamen ortadan kaldırır bir nitelik taşır. adı konmamış, tanımlamadan ve tasavvurdan uzak her tür ''farklı'' imgenin güdülerimizden sıyrılıp güncellik kazanması, büyük bir yüreklilikle dillendirilmesi, adeta bir başkaldırı ile genelin ekseninden -çok- ayrılan her tür imgenin ardında duruş bizim önümüzdeki engebeleri kocaman bir hiçliğe indirgeyecektir. öyle ki protip bir cinsel birliktelik şeklinin hepimiz için geçerli olduğunu düşünür, hepimizin bir gün evlenip barklanıp mutlu heteroseksüel yuvalarımızda, heteroseksüel şöminelerimizin önünde heteroseksüel odunların alevinden çıkan çıtırtılar eşliğinde mutluluğu temsili olarak canlandıracağımızı hayal ederiz. işte bize sunulmuş bir sihir gibi önümüzdeki gösterişli, iştah açıcı pastanın kıyısında köşesinde ben de yer alayım diye gün sayarız. cinselliklerini mit olarak algılayıp çemberinden çıkmadan yansıtan tasviri zor bu zümre hemen herkesten aynı temsilleri yerine getirmesini bekler. yine o bildik evlilik törenleri olmalı, kınalar yakılmalı, çocuklar en kısa zamanda üretilmeli, sınırları ve adımları belirli o yaşam şeklini sürdürmesini bekler. bu cümleyi alınanlar olabilir ama söylemek zorundayım. ne yazık ki insan hayatının -neredeysemerkezinde ''seks olgusu'' o kallavi gösterişli yerinde durmakta. bu satırların yazarı tahmin edemiyeceğiniz kadar seksi olumlayamamış olmaktan dolayı samimi ve dürüst. işte o menem seks unsuru ise isteseniz de istemeseniz de ''anüs-penis-göğüs'' üçgenine dayalı, çözümlemesi zor görünen bir kısır döngü. kişiler, zevkler ve tercihler söz konusu olduğunda kimimiz etin temiz ve yağsız tarafını tercih ediyoruz, kimimiz olgun ve dolgun olanını. betimlemesi keyfiyet gösteren bir durum söz konusu görüldüğü üzere... hormonlarınız oynaşmaya (doğru buluyorum bu kullanımı oynaşan zihinlerimiz ve bedenlerimiz değil sadece), genital organlarımız kararmaya (nasıl diye sormayın), çift bıçaklı jilete ihtiyaç duymaya başladığımız çağlarda işte o fonksiyonsuz ''seks unsuru'' karşımıza canımızı alacakmış korkusunu salarak dikiliveriyor hemen. bir tercih değil ama cinsel organlarınızdan önce beyniniz, gözleriniz ve yüreğinize uygun cinsi seçiyor, o cinsel kimliğe duygusal ve seksüel olarak yöneliyorsunuz. buraya kadar her şey normal seyrinde. sonrasında ise

genelinde dışında olmalarından ileri gelen bir dürtüyle, sırtlarında bir kambur gibi taşıdıklarına inandıkları cinsel kimliklerini, ''öteki'' -ki kim olduğu pek malumdur bu ötekininkarşısında yeterlikli savunusunda olamadıklarında ya yollarını kaçışlar diyarına çevirip ''anüs harikalar diyarında oyunundan kaçıyor'' yada hollywood filmlerinde hatları çizilen eşcinsel sapık katillerden biri haline geliyor. işte farklı cinsel kimliklerinin kendilerini diğerlerine tanıtmaları anlamına gelen coming-out süreci bu noktalarda olumsuz işaretlerini göstermeye başlıyor.... toplumla yüzleştiğinde (belki bunu bir tür hesaplaşma olarak da nitelendirebiliriz) cinsel kimliğinden dolayı utanç duyup, ezilmek yerine gururla, dimdik durabilmek, kendini savunu ihtiyacına girmeden, özbenliğinin nedenlerini ve nasıllarını anlatabilmektir asıl olan. kendini anlatma adı verilmiş bir yol vardır, o yola çıkılmıştır ve sonunda sizi nelerin beklediği çok belirgin değildir.... kabul edilmese de ''bu sapıklıktır'', ''cinsel tercihtir' yada ''zengin hastalığıdır'' gibi temelsiz yakıştırmalarla hoş görülmediği dile getirilse de artık eşcinsel yaşam şekli daha da ötesi eşcinsel kültür var ve bu yaşam şekli gündelik dilde, yazılı basında dile getiriliyor. normal olmadığı ileri sürülen ahval bu noktadan sonra ortaya çıkıyor. gerekliliği aşikar eşcinsel yaşamın, norm-al yaşam biçimleri içerisinde yerini aldığında, yani kişi duygu ve seksüel açıdan kendi cinsini sevmeye başladığında, oluşan yeni hayat prototipi birdenbire anormal diye tanımlanıyor. bir zamanlar ''ahkam keser'' imzalı diye yaftaladığım, ataerkille başlayıp toplumsal düzenle sonra eren cümleler işte bu noktada haklı çıkıyor. iyide nereye getirdi bu cümleler bizi allah aşkına... eşcinsel, düzcinsel yada karmacinsel ne olursa olsun, kişiler yaşamlarını bir mut üzerine kuruyorlar. her şey, verdiklerimiz, aldıklarımız ardımızda bıraktıklarımız işte bu mutluluk üzerine. seks olgusu ister istemez, o görkemiyle, çelimsiz yaşamlarımızın zahiri bir merkezi adeta. küsuratlar mühim değil, 13-14 yaşları itibariyle malum- dürtüler sonrasında cinsel kimliğimiz oluşmaya başlıyor. yaşadıklarımız cinsel kimliğimizi oluştururken, cinsel kimliğimiz de yaşayacaklarımızı geliştiriyor belki de... genetik bazı veriler ve sosyolojik etkiler sonrasında kimliğimizin farkına varıyoruz yada zorunda

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 10


COMING OUT bırakılıyoruz. eğer çelimsiz, dar omuzlu, parlak bir çocuksanız, mahallenizin Savaş abisi formatındaki şahıslar tarafından ''top-tekerlek-nonoş'' türü gayet veciz sözlerle kimliğinizin dile getirilmesi, sizin farklılığınızın(?) dillendirilmesi işte bahsi geçen zorlama kısmına giriyor. en garibi oğlumuz, eşimiz -dostumuz ibne olmasın deriz, ama en küçük bir noktadan yola çıkarak insanları yargılamayı da asla ihmal etmeyiz. bu noktada ardımıza baktığımızda eşcinsel birey için coming-out'u bir gereklilik yada zorunluluk olarak tanımlamak yersiz ve gereksiz görünüyor. Öyle ki kişisel ve toplumsal açılma zaten heteroseksizmin istediği, istediklerini duyana kadar acımasızca yol aldığı sonrasında da bu verileri karalama kampanyalarında kullandığı sevimsiz bir tören, bir şaklabanlıklar gösterisi....kişilik oluşumunun başlarında ''ibne'' (benzer bir kelimeyi siz de seçebilirsiniz) diyerek yaraladığımız genç için iç dünyasına ve geleceğine yansıyacak hasarların tanımlaması sanıyorum ki imkansız. yine işte o mahallenin Savaş abisi görevini yapar, küçük düşürür, alay eder. Güzin ablalar gibi Savaş abilerin de görevi ''öteki''nin varlığına tahammülsüzlük ve bu tahammülsüzlükten ileri gelen bir yok etme -hayvansıiçgüdüsünden güç alarak ortadan kaldırma eylemler dizgesidir... yaşadığımız toplum yapısına bağlı olarak çevresel baskıların türü ve şiddeti değişebilir. kendi çevrenizde ''ay bir mutluyum, bir rahatım'' nakaratlı şarkısını söylüyor olmanız kendiniz adına bir mutlulukken, salt kimliği gereği dışlanan bireylerin çokluğu göz ardı edilmemelidir. küçük İskender'in dediği gibi ''şehirli ibne bara gider, köylü intihar eder''. yaşadıklarımızın çizgileri bu kadar net olmasa da kesin ve bir noktada değişmezlik taşıyor. şimdi birlikte ''diyelim ki'' oyununu oynayalım. serpilmeye başladınız, cinsel istekleriniz var ve yavaşça okulda, yollarda yada gazete sayfalarında gözleriniz temiz erkek etlerine ilişiveriyor. sayıca fazla olanı, size öğretilenleri değil farklı şeyleri istiyor ve bunu hissediyorsunuz. hayat çok demokratiktir. kaçmak, kabullenmek veya gizlenmek gibi ihtimaller sunar önünüze. tercihinize göre gelecek şekillenir. tam yeriyse konuya girelim, kabullenmek öne çıkıyor konumuzda. kelime karşılığı itibariyle dışarı çıkmak gibi bir anlamı ihtiva ediyor olsa da biz bunu açılmak olarak yorumluyoruz.(COMİNG-OUT) Kullanış amacına bakarsanız genelde çevrenize yakınlarınıza (daha fazlasını istemeli belki de) açılmak gibi bir şey. önce kendinize daha sonra yakın çevreniz ve belki de bu yakın çevreye cesursanız aileniz girebilir, en ötesi genele açılma yani kitlesel açılım. kendinize açılıyorsunuz, kendinizi sorguluyorsunuz ve diyorsunuz ki en yalın anlamıyla, hemcinsimi seviyorum ve yaşantımı seksüel ve duygusal anlamda hemcinsimle sürdürmek istiyorum. buyurunuz gösterişli bir coming-out töreni başladı.... görüldüğü üzere mertebe barındıran bir gereklilik açılım. kelimeyi ilk haliyle kullanırsak kendinizi açıyorsunuz, içinizle yüzleşiyorsunuz. coming-out, sizi, hissettiklerinizle ve toplumla yüzleşmenizi sağlıyor. dürüstseniz, cinsel kimliğinizden eminseniz kendinizle barışıyor mutlu heteroseksüellerden biri değil mutlu bir

homoseksüel oluyorsunuz. cinsel kimliğinizi kabul etmediğiniz noktada comin-out süreci kendini tamamlamış olmuyor, siz kendinizi doğru ve net kelimelerle sunamıyorsunuz insanlara. ... comin-out sonrası göründüğü gibi sonsuz bir iç huzura sizi götürmesine rağmen, insanlar farklı cinsel kimliklere dair bilgi sahibi olmadan fikir sahibi oldukları için bir o kadar da çetrefilli ve acı dolu. coming-out'un dildeki kullanımına gelince kafam karışmıyor değil. açılmak kelimesinin bir yandan açığa çıkmak gibi bir yananlamı var. hemen aklıma afetlerle dolu ajan filmleri geliyor. içten içe verilen mesaj şu ''jim açığa çıktın geri dön''. bir nevi ben kötü bir şey yaptım, bunu açıklıyorum, bu bir günah çıkarma ayini gibi, kendimi kötü hissediyorum. sıkça söylenen, dile gelmese bile zihinlerden geçen düşünceler bunlar. ... pembe tablo çizelim bir de isterseniz... eğitimli bir aileniz, anlayışlı bir çevreniz var ve siz üniversite eğitimi alıyorsunuz, ''mut'' lu bir hayatınız var. o garabet Savaş abiler ve fosil Güzin ablalara rağmen geleceğe dair bir endişe taşımıyorsanız. coming-out yapsanız ve hoş karşılanmasanız bile deyim yerindeyse kimseyi cinsel organınıza takmayacaksınız. kara toplaya gelince acılarla dolu. kendinizi kabul edemiyorsunuz, ''neden ben'' ile başlayan hayıflanmalarınız bir türlü son bulmuyor. bu yüzden kendinize olumlayamadığınız cinsel kimliğinizi sizi -bu halinize rağmenkabul edecek birisine bile açılamıyorsunuz. insanlardan, ailenizden, yaşamın size sunduğu mut fırsatlarından kaçıyorsunuz. kaçarken bir türlü yüzleşemediğiniz, olumlamaktan geçtim kabul edemediğiniz cinsel kimliğiniz, yalanlar üstüne kurduğunuz yaşam formunuzun intihalara gebe olduğu gerçeğini sunuyor ellerinize. intihar, işte o anda ihtimalleri ortadan kaldırabilme isteği oluyor. siz toplumla uzlaşmak adına cinsel kimliğinizi yadsıdığınızda, çoktan sizi imlemiş kitleye ne dahil olabiliyor ne de özbeninizle barışabiliyorsunuz artık. kapalı zor bir aileniz var? 25 yaş sonrasında muhtemel gelin yada damat arayışları özel günlerde dile getirilir, -kutsal- soyun devamı açısından dile getirilmesi sıkıcı eylemleri başlıyor. bunlar kara tablo açısından yeterli mi bilmiyorum ?... işte şimdi durup düşünmek gerekiyor. ne işe yarar bu coming-out. belki de tüm ihtimalleri gözden geçirdiğimizde ''Jim açığa çıktın geri dön'', ajan fobisinden sıyrılmak gerekiyor. siz ne kadar doğru olduğuna inansanız karşılarında dimdik durabilecek olsanız bile aileniz ve çevreniz sizin cinsel kimliğinizi bilmek zorunda değil. açılma sonrası ani gelişen ''böyle mutluyum ve herkese söylicem'' sendromunun, geçici bir virüs olduğu, herkese söylemenin arkamızdan baksana bu da ibneymiş diyenlerin sayısını arttırmak dışında bir işlev taşımadığını bilmemiz gerekir. tek umut çizilen pembe tabloların çoğalması ve eşcinsel bireyin cinsel kimliğini dile getirerek heteroseksüelleri özgürleştirebilmesidir. işini kış tutup, kara tabloları göz ardı etmeyenlere, yaşamını ibne ortaya çıkarmaya adamış savaş abiler ve ''ben kaç kişiyi kurtardım seni de kurtarırım çocuğum'' düsturundan çok farklı yerlerde olan bireylerle buluşturmasıdır. ***bu yazı bir üçlemenin ikinci ürünüdür. seri ''aile mi istiyorum?'' ile başlamıştır ve kişisel coming-out öyküm olduğuna inandığım bir başka coming-out yazısı ile sona erecektir. herkese başarılı bir coming-out diliyorum.

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 11


ONLAR; BATU, GÖKŞİN, ŞEKER, TOLGA, EGE, HARUN, E., B......... SERKAN EGE Onlar; kendine has lubunya estetiğine sahip olanlar. Hani herkesten farklı garip bir yaratık olduğumuzu düşündüğümüz dönemde; intiharı denediğimiz, uykumuzun içinde, dışında sarsıla sarsıla ağladığımız dönemde; arkadaşlarımızın, dostlarımızın, akrabalarımızın ve dahi babamızın göt, oğlan ibne diye bizi haberdar ettiği, başta kendimize yakıştıramadığımız sonra tam da o olduğumuzu anladığımız, varlıklarını öğrendiğimiz onlar. Varlıklarıyla yalnız olmadığımızı duyum-satarak bile ölümü düşünmekten, bunalımdan kurtaran, umutlandıranlar. Kendimiz gibileri bulmaya karar verip harekete geçtiğimizde bulduklarımız ve elimizden tutan, gülmeyi öğreten, bizi yeniden yaratan, yaşamın içine çeken ve sonra, bazen, ara sıra, nankörlük edip burun kıvırdıklarımız yada stereotip dediklerimiz; onlar... Toplumun baskı ile kabul ettirdiklerine, varlıkları, yaşamları, davranışları görünürlükleri ile itiraz ederler; soru işareti yaratır, kafa karıştırır, alternatif sunarlar ve gelişmenin, değişimin önünü açarlar. Devrimcidir onlar. Yaş, zaman, yer, çevre, mekan gözetmeksizin bunu huy haline getirenlerse militandır. Onlar ile ilk tanışma önemlidir. Soruşturur; "Kim O". Erkek misin? Lubunya mı? Lubunya derlerse; gülümser ve sever ama hiç unutmadan sever. İşinizin gücünüzün isminizin hiçbir önemi yoktur. "Erkek" derlerse; Parası var mı? Sevilmeyecek unutulacak biridir o. "Bir karar ver artık bu ne, bir gün lubunya gibi giyiniyorsun, bir gün travesti". "Aaaaa, görmüyor musun bak bu kadın bluzu, kadın kolyesi, makyajım, saçlarım ya bu kadın bileziklerine ne diyeceksin, göğüslerim de büyüdü, sutyen takıyorum artık". "Bu pantolon ne peki". "Hava soğuktu streyç giydim, madi lubunya, denyo". Öyle açıklayıverir her şeyi. Birini beğenmişsen içlerinden ve lubunya olduğundan ret eder; 1000 dolaaar". "Lubunyalarla asla". "Ben manticiyim", "Ben balamozcuyum", "Beni tutmazsın hayatım", "Lezbiyen ilişki mi asla", "Sapık değilim" diyerek. Ama unutmayacaktır, hem lubunyasın hem de beğenmişsindir onu, bilir sevenin sevilmemesinin yada ret edilmenin acısını ve bir gün birini gönderir sana "Arkadaşım bu gece seni istiyor" diyerek. "Beni tutmazsın, ne kilon, ne yaşın, ne suratın, ne tipin ama karakterini beğeniyorum senin. Yalnız ilk defasında aktif olursam hep aktif olurum, yok pasif olursam hep sen aktif olursun. Sevmiyorum ben öyle; bi böyle bi öyle" anlatarak sürekli bir ilişki teklif eder bizzat kendisi. "Buradan çıkınca ne yapacaksın", "Buradan çıkınca bana kahve ısmarlar mısın"lar da bir tekliftir. İtiraz etmelerine, mazeret bulmalarına; "Ben pasifim"e, "Ben seni si.erim"le. "Param yok"a, "Sana bedava" ile. "Yerim yok, ev dolu, otele verecek param yok"lara, "Otel parasını ben veririm"le. "Uykum var" yada "Canım istemiyor"la, "Sarılıp uyuruz"la ama

mutlaka ikna etmeye çalışarak ve misilleme, naz, kapris yaptığını düşünmeksizin ikna etmeye çalışır. Çünkü; lubunyasın onun gibisin, doğalsındır onun için. Alçak gönüllüdür ve karşılıksız verecekleri sevgileri, kalpleri vardır. Kocaman yürekleri vardır; bazen korkuyla, bazen sevinçle, bazen üzüntüyle atan. Beyinleri vardır. Kendilerini o halleri ile kabul etmeyen o yüzden terk ettikleri aileleri ve onların depremde yanında olamadıkları için üzüntüyle yada acaba halleri nasıl hastalık, parasızlık şikayetleri var mı, mutlaka ailenin bir ferdinden haber aldıkları aileleri ile meşgul. (Abisiyle devamlı haberleşen bile var içlerinde). Beyinleri vardır; dün tanıştıkları beğendikleri biri acaba söz verdiği gibi telefon edecek mi yada bugün gelecek mi, "Yoksa o da öbürküler gibi birimiydi" şüphesiyle dolu. Beyinleri vardır; unutamadıkları ve unutamayacakları yada unutmak istemedikleri o her şeyin sebebi, başlangıcı olan "ilk aşk" ile yoğunlaşmış. Kırılgan kalpleri vardır. "Orospu" derseniz; "Kaç para", "Güzel değilsin", "Ne o bugün erkek gibisin", "Çirkinsin", "Sen de buradakiler gibisin " derseniz kırılırlar. Moralleri bozulur yada bütün gece neşesiz kalabilirler. Kırıldılarsa size; o gece (çok zor ama ertesi gün) konuşmaz. Öbür gün gizli izlerler ve beklemediğiniz bir anda boynunuza sarılıp yanağınıza, dudağınıza iki öpücük konduruveririler. Öyle pırıl pırıl aynı bakmaya doyamayacağınız kadar güzel yüzleri gibi kalpleri vardır. Çünkü; siz de lubunyasınız kendinden birisisiniz. Bir köşede bıyıklı göbekli birinin içkisini içerken onun anlattıklarını dinliyor görüp de "Ne o enayinin içkisini mi içiyordun" derseniz, "Öyle deme o iyi bir insan" der. İyi olmayanlarla konuşulmaz, içki ısmarlar ısmarlamaz ayrılınır yanından. Parayı bastırıp istediğimi götürürüm derseniz avucunuzu yalarsınız; "Para aldıklarımdan hoşlanmalıyım da" prensipleridir. Onları kendi aralarında miyavlarken görebilirsiniz. "Abla elimi bir attım deste, bir tane çektim hemen cebime attım, hiç bakmadım artık şansa ben beş milyonluk filandır diyordum sonra bir baktım ne kadar biliyor musun? 100 dolaaar", "Oleeey" Havada çarpışan eller, kahkahalar. (Çorlama olayı ama sadece oto stopda bulduklarına). Bir başka gün aynı neşe ile bu sefer cep telefonunu nasıl çaldırdığını anlatır. "Dünkü nasıldı abla", "İbne çıktı adam kendini düzdürür. (O, klüplere gelen çok tip vardır. Mahsus lubunyalarla giderler ki kimse anlamasın, bir erkek ile çıkarsa herkes ne der sonra!....) Babanıza dikkatli bakın o da öyle biri olabilir. "Yürü lan", "Gelmiyorum", "Çık dışarı diyorum", "Hayır" "Peki yavrum ben sana sorarım". Tehdit eden biri. Helal olsun hiç korkmadı!... Diyorsanız yanılırsınız. "Naşladı mı abla", "Naşladı, naşladı boş ver", "Dışarda bekler mi acaba", "Beraber çıkarız gitmiştir zaten". Korkmak var belli etmek yok. Korktuğunu anlarsa

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 12


kurtaramaz kendini ondan. Bilir öğrenmiştir; belanın, pisliğin kimden ne zaman geleceğinin belli olmayacağını. Onca yaşamışlığına rağmen yine de korkar. Ya parasını vermemiştir ya kötü davranmıştır ya da yatağa girince kendini düzdürtmüştür de, boşaldıktan sonra bir oğlan ile yatmasını, ona vermesini yedirememiştir, küfür etmiş, tartaklamış, dövmüştür. Zorla telefon numarası alan polisler, nezarette iki gün yatmamak için beş milyon ile kurtulabildiği polisler, geçimini onlardan sağlayan polisler onların belasıdır. Bilir polisin ona bir şey yapamayacağını (çünkü fişlenmiştir bile) yine de nezarette kalmak, cancana gitmek istemez. Sevdiler mi tam severler. Her zaman bekledikleri biri vardır. Gelirse elinde paralı biri bile varsa ona giderler. Yarın için beş kuruşu yoktur. İki gün açtır. Uykusuzdur. Hepsini boş verir. Hele bir hafta, bir ay sonra geleceğim demişse ve ona sevgilim demişse. Bir ay bekler kimseyle yatmadan bekler. Sinyal ile geçinir. Yatmaz bekler. (Evsiz, parasız, işsiz yıllarca yaşayabilirler. Aşk için değil; normalde yapabildikleri bir yaşam) Sevdi mi ölümüne koşulsuz sever. Çok yağmurlu bir havada Beşiktaş'a güneşin doğmasını seyretmeye götürür de sizi, güneşin niye doğmadığını ancak sabah 9'da anlayabilirsiniz. Öyle dünyadan kopar ve koparırlar. Hikayeleri aynıdır. Birisini sevmiştir illa da biraz büyüktür ondan. Ya tecavüz etmiştir ya aşağılamıştır ya terslemiş küfür etmiştir. Ya ibne muamelesi yapmıştır. Öyle çıkarlar Taksim'e. Klüp'de ışıklar yanmış, sokak, cadde, yaz, kış hiçbir şey fark etmez onlara. Öylesine korkusuz öylesine her yerde gey'dir onlar. Babalarını sevmezler, annelerine laf söyletmezler. Kompleksleri, takıntıları saklı değildir. Açık açık söylerler. "Çok güzelsin", "O zaman benim beğendiklerim beni niye beğenmiyor". Kavrayamaz güzelliğinin korkuttuğunu. Ev tuttuğu zaman sevincini paylaşır."Kız ev tuttum", "Abla çiçekler aldım", "Abla sandalye aldım iki taksiti var" Artık sokakta kalmamak için olur olmaz insanlarla olmak zorunda değildir. Ayakta durabiliyordur ve harcanmayacaktır. "Çıkmıycam artık ama lubunyaları görmeden duramıyorum" yada "Evde çıldıracaktım hasta hasta geldim". Onlar için olmazsa olmaz ne para, ne manti, ne yiyecek ne giyecektir. Her zaman rahatlıkla bulabilirler. Olmazsa olmaz tek şey, dertlerini, sevinçlerini, korkularını paylaştıkları, beraber aç kaldıkları, sokakta yattıkları, dayak yedikleri, kendinden olanlar lubunyalar, onlarsız asla yapamazlar. "Bugün çirkinim dimi gacı", "Güzel miyim abla", "Lubunya; ayakkabılarım nasıl", "Bana hâlâ aşık mısın", "Yarın bir gelicem bak herkes bana bakacak"!... Hiçbir zaman vazgeçmiyecekleri takıntıları. "Buranın en güzeli benim"... Girdikleri barda ilk arananlar lubunyalardır. Önce onlar bulunur gullüm yapılır. Sonra ötekiler. O gece arkadaşlarını görememişlerse nerede olurlarsa olsunlar hepsi toplanırlar illa görülecektir. Kendinden olanlar. İki gün bile dargın duramazlar birbirleriyle, ölümüne ihtiyaç duyma birbirlerine. Onlara iyi davranan bar sahipleri zengin olurlar. Onlar ile soluk alır verir mekanlar. Eğlence onlar ile olur, onlarsız bar yetimdir. Bilen bar sahipleri iyi iş yapar karşılığını alır. (Kubadi 99) Eğer lubunyaysanız ve bir iki kere kısacık konuşmuşsanız bile

unutmayacaktır. Nerede olursa olsun isterse bir yıl geçsin tanır, merhaba der. Öyle kadirşinastır. Tartışılmaz güzellikleri yanında 18 - 24 arası olmaları kesindir. 24 dönüşüm yaşıdır. (22 ile 23 arasındaki olgunluk bil ki 24 ile 40 arasında yoktur.) Yaşamlarına girip çıkan insanların sayısını bilemezler. Zaman acımasız aşamalarını onlardan da esirgemez. Kimi aileleri ile barışır ayda yılda bir çıkar. Kimi bir işe girer hafta sonları çıkar. Kimileri de travesti, transeksüel olarak yollarına devam ederler. Sabah altıda bir çorbacıda dört beş travestiyi görürsünüz. Yanda başka bir masada lubunyalar vardır. Bol gullümlü masayı izlerken bulursunuz onları. Gullümlü masanın aksine onların masası sessizdir. Artık bir klüpte çalışıyorlardır. Ödenecek ev kirası, faturalar uçup gitmeden güzellik; garantiye alınacak yaşlılık vardır. Çorbaları bitince kalkarlar biri yanında aynaya bakar saçlarını düzeltir. Anlarsın geçmişini seyrettiğini gullümlü masada. Neşelensin diye bir iki söz aranırsın. Taksim'de söylenmedik söz, edilmemiş yemin kalmamıştır. "Bakma aynaya zaten güzelsin, senin gibi olsam hiç aynaya bakmazdım" dersin, suratına bile bakmaz. Küfür etmediğine şükredersin. Kasaya parayı öder yanından çıkarken. "Sabaha kadar üstünden yirmi kişi geçerse güzellik mi kalır" der. Anlar o; çoğu kez sözlerle değil, hissederek anlaşılır. O masaya niçin baktığını anlamıştır. Anlamıştır; ne üzüntü ne acıma olduğunu. "Ne güzel günlerdi" Hepsi bu!... Ne olursa olsun değişmeyen özellik. Kendinden olanı kırmama, üzmeme. Tarlabaşı'nda bir börekçi yine dört, beş travesti aynı sessizlik aynı makyajı silinmiş, yorgun yüzler ve sabahın altısı "Abla bu gün bende kal evde yalnız kalmak istemiyorum". Ne koca, ne manti ne anne ne baba, sadece kendinden olana ihtiyaç duyma, onun ile paylaşma onun ile giderilebilen yalnızlık hissi. Taksim enteresan bir yer. Bir hayatın bütün kesitlerini görebiliyorsun. Lubunya olmak o çok ayrı bir şey. Ne gey olmaya benzer ne de ibne. Bir tek onlarda vardır birbirlerine düşkünlük. Tesadüf mü zannediyorsunuz travestilerin trafik kesebilmelerini, korkusuz olmalarını. Bu gün bir Stonewall olayı olacaksa Türkiye'de, Kubadi 99 gibi bir yerde olacaktır ve ben onların içlerinde olacağım. (Sahra, Hans, Gullüm; 99'a yakın mekanlar). Düzen ile uzlaşmış, mevki, para sahibi oldukları savında olanlar; Barbahçe, Neo, Club 14, vb. takılanlar; (Prive iki grubun da dışında bir yerde) siz de yazın belki anlarız niçin kasıldığınızı. Onları her yerde görebilirsiniz, sokakta, gece, gündüz. Şu kasılan tipler; markalı giyecekler ile sizi niçin hiçbir yerde göremiyorum? Artık on beş yılı aşan bir eğlence dünyası geçmişim var. Kaliteli ama aşk yok dediğiniz o mekanlara iki yılımı verdim. En huzurlu olabildiğim mekan ise Onların olduğu yer (Kubadi 99.) Onlar için güzel sözler yazmak istedim bu kadar oldu. Daha iyi ifade edebilen, dili daha güzel olanlar; esip, gürleyip ortadan kayboldukça, benim gibiler yazmaya devam edecektir. Bir de Kaos'a dil uzatmıyorlar mı, işte o zaman küfür etmek istiyorum. Deli oluyorum. Anlatacak bir şeyin yoksa susarsın.

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 13


HETEROSEKSÜELLİK BİR CİNSEL TERCİHTİR YEŞİM T. BAŞARAN eşcinselliğinizi tercih ettiğiniz yılları hatırlıyor musunuz? veya yoksa hâlâ onu keşfetmeye mi çalışıyorsunuz. komik olmayın lütfen…. hâlâ keşfedemediniz mi? küçücüktüm, ufacıktım.. üniversite şehrime gelmiştim. hayattan tek beklentim aile baskısından özgür olmaktı, daha da fazla bir şey bilmiyordum zaten. televizyondan, içimden gelenleri yapamamaktan, kazanmak istediğim bir tek bölüm bile bulamamış olmaktan, geçmişimden, bilemediğim geleceğimden, hayattan korkmaktan, insanlarla nasıl ilişki kuracağımı bilememekten, maalesef bir bölümü kazanmış olmaktan, o bölümü kazanmamış olmasam zaten yapabilecek başka bir şey bilmiyor olmaktan nefret ediyordum. büyükşehir bana çok garip gelmişti. insanlar dine rağmen içki içiyordu, erkeklerin saçları uzundu, benim tek sorunum ailemken, insanlar benim anlayamadığım daha büyük sorunları dert ediyor ve bunlar için mücadele etme yöntemlerini tartışıyorlardı. daha neler vardı neler. en çok konuşulan konu cinsellikti. tabular… tabular… tabular… bunları yıkmak gerekiyordu. önce "tabu"nun ne olduğunu anlamak için çaba sarf ettim. ne olduğunu bilmediğim bir şeyi yıkamazdım öyle değil mi? bunun için gerçekten çok çaba sarf ettim, herkesi aynı anda memnun etmek mümkün olmuyordu. herkesi memnun etmekle uğraşmak yerine, kendi gerçeklik hissimi oluşturup yaşatmak zorunda olduğumu anladım. kitapları çocukluğumdan beri çok severdim. taşrada bulabileceğim ne kadar kişisel kitaplık varsa, hepsindeki kitapları birden fazla kereler okumuştum. ama büyükşehirde tanıştığım insanlar, benim kitapları tekrarlama zamanlarımı başka kitapları okuyarak geçirmişlerdi. ben hep geride hissettim kendimi. hâlâ tabuları anlamaya çalışıyordum. neydi bu tabular, onları yıkmak gerekiyordu. sonra yavaş yavaş keşfetmeye başladım. bekaret tabulardan biriydi, ondan kurtulmam gerekiyordu. bunu ne için istediğimi bile bilemeden bekaretimden kurtuldum. sonra yavaş yavaş aile baskısı ile hayattaki diğer büyük sorunların ne kadar iç içe olduğunu keşfettim. sevindim. kendi gerçekliğimi oluşturmaya başlamıştım işte. her izlediğim filmden, her okuduğum kitaptan sonra babamla hayali kavgalar yaptım, işte benim kendi dilimle anlatmaya çalıştıklarımı (ve beceremediklerimi) büyük yönetmenler, oyuncular, büyük yazarlar da savunuyorlardı. ne kadar da haklıydım ☺ tabuları anlamaya ve yıkmaya başlamıştım, ama çok hızlı gidiyordum. bir gün bir kadına aşık oldum. kendimi ait hissettiğim "tabu yıkma" dünyasında eşcinselliğin de yeri vardı (sözümona), hemen kabullendim "eşcinselliği de tercih etmiş" olmayı. tüm bunları bir tuvaletlik zamanda geçirmiştim aklımdan,

tuvaletten çıktığımda başka biriydim. hah… sonra yıllar süren sürecim başladı. kadınlara aşık olmak tuvalette düşündüğüm kadar kolay değildi. çünkü, kadınlar erkeklerin aşklarının tehdidi altındaydı, kendimi "aşk tehdidi"nin erkek ucunda gibi hissettim, bir kadına nasıl kur yapılırdı, ona nasıl aşık olunurdu, kim desteklerdi ki beni. ben de bu "kişinin kendi gerçekliği" hissimi çok abartmıştım canım. insan bu kadar da herkesin karşısında olarak yaşayamazdı ki. ben sonuçta şurda 1.60 boyunda 50 kilo küçücük bir kızdım, ben neyle nasıl baş edebilirdim ki, kim benden korkardı da, ben onlarla baş edebilirdim ki. en çok aşık olduğum kadınlardan korktum. tabularımı, kadınlara aşık olmaya vardıracak denli yıkamayacağıma karar verdim. aşık olduğum kadınlara hep aşkım geçtikten sonra açılabildim. hah.. kadınlardan vazgeçtim, ailemle ve okumaya çalıştığım bölümle ve şu eski hikaye hayat gailesi ile uğraşmak yeterince zordu zaten. bir de buna katlanamazdım. zaten daha en ön sırada insanlarla ilişki kurmaktan korkmamayı başarmak vardı. uff.. en zoru. taşrada bütün o akraba ve komşu karmaşası içinde tek çözüm onlardan uzak kalmak iken ve ben bu çözümle huzurlu iken, şimdi karşıma ilişki kurmayı isteyeceğim insanlar çıkmıştı ve ben bunu nasıl yapacağımı bilmiyordum. tanıştığım herkes beni konuşacak hiçbir şeyi olmayan bir salak olarak görüyordu, veya ben öyle sanıyordum, çünkü hiç konuşamıyordum ki, sahi insanlarla ne konuşulur?!… öteki yayınlarının psikoloji kitaplarını okumaya başladım, nevrotik insanları anlatıyorlardı, nevrotiklerin en önemli özelliklerinden biri nevrotik olmalarını kabul etmemeleriydi. tuhaf, bu özelliği dışında "nevrotik insan" tanımına ne kadar da uyuyordum. kafam karıştı, "nevrotik insanlar" dünyasına ait miydim, değil miydim? belki de ben tuhaf bir nevrotiktim. eğitim sisteminin garipliği, ya da her nedenden dolayı ise, sosyal bilimlerden, sosyal bilimlerin kelime tanımlarından bile uzak biri olarak, psikolojiyi keşfetmekten memnun olmuştum yine de, bölümümü değiştirmek istedim, psikoloji okumak, ama cesaret edemedim. yine de psikoloji kitapları okumak işe yaramıştı. mutsuz, huzursuz, beceremeyen bir insan olarak yalnız olmadığımı öğrenmiştim ve bu işe yaramıştı. kendi içime düşmektense başka insanların kişisel tarihlerini ve bununla bağlantılı psikolojik gelişimlerini izlemeye başladım. işe yarıyordu. insanlar, insanlar, insanlar… bir çoğuyla tanıştım ve neler konuşmadım ki. kendime güvenmeye başladığımı hissediyordum. en azından insanlarla iletişim, konusunda. ☺ ve onlarla ilişki kurdukça psikolojiden uzaklaştım, bana kısır gelmeye başladı. her şey kişiselmiş gibi davranıyordu psikoloji, oysa ben kişisel olanın politik olduğunu görmeye başlamıştım. taşra - büyükşehir uyumsuzluğu yüzünden

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 14


ne çok insanın benimle aynı durumda olduğunu gördüm ve sosyolojiyi sevmeye başladım. her şey ne komikti aslında. yaşadığımız küçücük çağ zaman diliminin gerekleri ve korkunçlukları içinde ne gereksiz korkular büyütüyorduk içimizde. evet, nihayet, kesinlikle yıkılması gereken tabuları anlamıştım. zaten ayrıntı yayınları okumaya başlamıştım. artık tabu kalelerim gücüme dayanamıyordu. veeee…. kadınlara olan aşkımla yüzleşmek zorunda olduğumu kabullendim. aşık oluyordum işte, hayaller kuruyordum. evimden çıkıyor, kapıyı kilitliyor, toplu taşıma araçlarına biniyor ve etraftakileri izliyor, toplu taşıma araçlarından iniyor ve etraftakileri izliyordum. uzun saçlı erkeklerin cinsiyetçi olmadığı sanımdan çoktan vazgeçmiştim, olabiliyorlardı. kadınları izliyordum, onların uzun ve de kısa saçlılarını. ve nedense özellikle kısa saçlıların yüzlerinde, gözlerinde o kadar çok şey okuyordum ki, evime dönüyor, bir de kitaplarımı okuyor ve sonra hayallere dalıyordum. evet ben eşcinseldim işte. bunu tercih etmemiştim, ama öyleydim. kadınlarla ilgileniyordum. saçlarımı kestirdim ben de, yüzlerini izlemeye bayıldığım kadınlara benzemek istedim. tabularımı yıkmak için bekaret vermek gerektiği sanıma çok gülmüştüm. daha ne tabular vardı ve ben bekaretle uğraşmıştım. haha… bekaretsizliğin daha evvel düşünemeyeceğim kadar derin sınırları vardı aslında ve bunları görmeye yeni başlamıştım. ne hayaller kurdum, ne tabular yıktım aklımda. ama bunu birileriyle paylaşmak… bunun nasıl yapılacağını bilemediğimi fark ettim. evet, dedim kendi kendime, bir gün bir kadın sevgilim olduğunda onun benim sevgilim olduğunu kimseden gizlemem. evet, evet, ben aslında bunu kimseden gizlemiyordum. sadece anlatacak tek şey hayallerimdi ve bunu nasıl anlatacağımı bilmiyordum. kadın sevgilim olduğunda zaten anlatacak bir şey kalmazdı çevredekilere. işte, ben bir kadınım ve sevgilim de kadın. sizin için ne fark edebilir ki. bu kadar basit bir şey bu. neden anlamayasınız ki. hayaller… hayaller…. ne komikmişim. bir kadınla nasıl sevgili olunabileceğini düşünemiyordum ki ben. hayal kurmak mı??!! sadece hayal kuruyordum. hayali bile nasıl kurulur bilmiyordum. evet, kesinlikle kadınlara olan hislerimi arkadaşlarımla paylaşmaktan korkuyordum, çünkü bir kadın sevgilim olmayacağı çok aşikardı. nereden kendime bir kadın sevgili bulabilirdim ki. offf. nereden çıktı bu eşcinsellik. sonra… uzun cesaret toplama dönemlerinden sonra arkadaşlarıma açılmaya başladım, kaos'la tanıştım. taşra-büyükşehir karmaşasının dışında yeni bir psikolojiksosyolojik gözlem alanı, başka insanların heteroseksüelliği tercih etmeme ve eşcinselliği keşfetme anılarını dinledim. o kadar çok insanınkini dinledim ki, kendiminkine sahip çıkamaz oldum. kendiminki eşcinsellere kendilerinin garip, anormal olmadıklarını, heteroseksüllere de bizim garip, anormal olmadığımızı anlatmak için kullandığım kamuya ait bir hikaye oluverdi. tabular mı? ohooo.. onlar yıkılalı o kadar çok olmuştu ki, bahse bile değmez kişisel tarihim kalmadı, sadece ezberlediğim bir anlatıya dönüştü, bundan boğulmaya başlamıştım, ama beni boğan şeyin ne olduğunu

farkedemiyordum bile. artık farkettim sanırım. ama farkeder mi bilmiyorum, başka insanların eşcinselliklerinde kendilerini rahat hissetmeleri adına etrafa fütursuzca sarfettiğim kişisel tarihimin bunca benden uzaklaşmış olması, kendimi inandırmaya çalıştığım gerçeklik hissimi törpülemişti. amanın… benim en çok ona ihtiyacım vardı, ne yapıyordum ben. ne olduğu belirsiz bir gerçeklik hissi. oluşturup oluşturup, yitirdiğim gerçeklik hissi. aşk ne, eşcinsellik ne, arkadaşlık ne, feminizm ne, ne için bu kadar çok çene yoruyoruz ki, herşey birbirine girdi. bilebildiğim tek şey kaldı. bu yazıyı bu bilebildiğim tek şeyi sizinle paylaşabilmek için yazdım. o tek şey: heteroseksüellik bir cinsel tercihtir. insanların birbirlerine açık olmaları gerektiği sanımla, kişisel tarihini kamusallaştırmış biri olarak, geriye tek bir gerçeklik hissi bırakabildim: heteroseksüellik bir cinsel tercihtir. eşcinsellik ise keşif. "benim eşcinsellikle ne ilgim olabilir" yıllarımın üzerinden uzun zaman geçti, kendim dışımda tanıdığım tek bir eşcinsel bile olmamasının üzerinden yıllar geçti, yaşadığımız üçüncü dünya ülkesinde, adına eşcinsel hareket denen birşeyler başladı (bu yazıyı okuyor olmanız bile onun eseri), "amanın hareketimiz de hareketimiz" derken ne olaylar yaşandı insanlarla. eşcinsellik o kadar olağan birşey oldu ki yaşamımda, insanların eşcinsel olduğumu öğrendiklerinde şaşırmalarına şaşırmaya başladım. kişisel tarihimi kamusallaştırmaktan şikayet ettiğim bir yazıda, yine onu kamusallaştırmış olma kısır döngüsü içinde, aslında eşcinselliğimle artık rahat olduğumu, ama bunu başarmış olmama rağmen hayatla rahat olmayı başaramamış olmama olan hayretimi göstermek istiyorum. "hareketimiz de hareketimiz". bunda yanlış birşeyler var. bunu bulacağıma inanmak istiyorum. aranızda eşcinselliği hayatında olağanlaştırmış olanlarınız "ne saçmalamış bu yazısında" diyeceksiniz, olağanlaştıramamış olanlar ise belki kendilerinden birşeyler bulacaklar (yine onlar için kamusallaş yeşim, kamusallaş, hareketimiz de hareketimiz). bilmiyorum. önemli de değil galiba. bunu da bilmiyorum. kişinin hayatında eşcinselliği olağanlaştırmış olması, heteroseksüelliği tercih etmemiş olması da yetmiyor tabuları yıkmaya. bunu biliyorum. herkes birilerine yardım etmeli, diye düşünürken, şimdi bana kim yardım edecek? büyükşehirlerimizde, lezbiyen ve gey cemaat genişledi son yıllarda, insanlar gruplarda, mekanlarda birbirleriyle tanışmaya başladılar. başta üniversiteler olmak üzere silme heteroseksüel olan bazı yaşam alanlarında, insanlar herkesin heteroseksüel olamayacağını gördü, şu tarihi kısa lezbiyen ve gey hareketi sayesinde. sürekli yeni birileriyle tanışıldı, onlara gruplar tanıtıldı, insanın kimliğiyle barışık olabileceği, olması gerektiği, yalnız olmadıkları anlatıldı defalarca. kimleri anladı, çoğunluk ise hâlâ aynı. hareketin değiştirebildiği insan sayısı bu kadar çabadan sonra beklediğimden az. hâlâ çok fazla korkak insan var aramızda. korkaklıkları gizlenmek istemelerinden değil, gizlenme isteğini doğal karşılıyorum. kimliklerini oturtmaya korkuyor insanlar. heteroseksüelliği tercih etmemiş olma cesareti bile, herşey için yeterli olmuyor. insanlar "sistem içi, sistem dışı" tartışıyorlar, şaşırıyorum. sistem senin kimliğini

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 15


kabul etmezken, sen istemesen de dışındasın zaten, daha hangi iç çatışma. heralde kişiler kendi iç çatışmalarından dolayı, sistemle de iç çatışmak istiyorlar. lezbiyenler ve geyler olarak, belirsiz bir dönemindeyiz ülke tarihimizin. herşey çok çabuk değişiyor. herkes kimliğinin, ilişkilerinin, cinselliğinin ergenliğinde. kafalarımızdakini oturtmaya zorlanıyoruz, herşey ergenlikte, hareketimiz de öyle. o da ergenliğinde. fazla sayıda insan öğütülüyor, hareket de hareket derken. nasıl bir tarz oluşturacağız ki, ne lazım ki, diye düşünürken insanlar kendilerini konumlandırmakta, beklentilerini oluşturmakta güçlük çekiyor. ne çok şey deneniyor, çoğu da sökmüyor. kaos'un yemeğinde bir avuç insan vardı, daha gelebilecek insan varken.. şaşırıyorum. birbirimizi yiyoruz, heteroseksüellerin beyinlerini yememiz gerekirken. kendimize yazık ediyoruz. bireylerin kendine güveni olsa bile, kendine güvenli bireyler birarada durarak kendisine güvenli bir grup haline gelemiyoruz. grup sorunları yaşanıyor ve herkes benimkine benzer zorlu kişisel tarihinin dikenli yollarında bırakmış olduğu için şimdi ihtiyaç duyduğu enerjiyi, etrafı değiştirme hırsını, kimse

olayların dışına çıkıp bakamıyor, sorunları şöyle alt alta yazıp, tahlil edip, çözüm yöntemleri geliştirmiyor. bunu yapmamız gerektiğini düşünüyorum. zihnim berrak değil, ben de yapamıyorum. ama grup sorunlarını çözebilmek için akl-ı selim olmamız gerekiyor. ne çok karıştırdım değil mi? hayat öyle de ondan, hoşgörürsünüz heralde. iç çatışmalarımızı çözmeliyiz ki, dış çatışmalarda birbirimizin sırtına dayanabilelim, kolkola girebilelim, sorunları konuşalım ki, çözebilelim. bu yazıyı da, çözmem gereken sorunlarımı anlama çabası olarak değerlendirin artık, bilmiyorum. dedim ya tek bildiğim: heteroseksüellik bir cinsel tercihtir. bundan sonrasına devam etmek bizim sorumluluğumuz. heteroseksüelliği tercih etmedik, evet. heteroseksüelliğimizi tercih etmememizin arkasında duruyoruz, evet. sonrası.. başkalarına da bunu anlatabilmeliyiz, bu bizim sorumluluğumuz.. herkes heteroseksüelliği tercih etmek zorunda değildir. kendimizi, birbirimizi değil, heteroseksistlerin beyinlerini yemeliyiz. hadi daha berrak zihinlere…

ATAERKİDE KADIN OLMAK+ EŞCİNSEL OLMAK +AZINLIKTA OLMAK TEZER KANIK

“Elbette bulunacaktır zaman Düşünmeye var mı cesaretim, cesaretim?”1

Düşünme cesaretini kendinde var etmek hem kişisel hem de toplumsal oluşum içinde zor zanaat bugün... Dört bir yandan kuşatılmış kurallar zincirinde kendini var etme çabasını sürdürmek birey için acı verici bir dizi deneyim süreci anlamına gelmekte. Kendi oluşunu tanıyıp bu yapıyı, içselliği kabullenip sonra da bunu yüksek sesle dile getirmek “ben işte böyle bir benim” diyebilmek rol kalıplarının çok belirgin çizgilerle kesinleştiği toplumumuzda oldukça zor... Mevcut sistemlerin hepsi yönetimleri altında tuttukları bireylerin tam itaatini sağlayabilmek için bireysel gelişimlerini edilgen bir yapı içinde geliştirmelerinde itici bir rol üstlenmektedir. Toplumumuzda da bugün insanlarımıza düşünmemenin avantajları sıralanırken düşünen ve düşündüğünü ifade eden insanların hapisle, faili-meçhul infazlarla gelen sonu ibret-i aleme izletilmektedir. Yani düşünmeyeceksin ya da düşündüğünü ifade etmeyeceksin ki dünya nimetlerini bir gün daha görebilme şansın tehlikeye girmesin...(!) İnsanı anlayabilmek için öncelikle insani olan her şeyi anlama yollarını açık tutmak gerekir. Ancak doğduğumuz andan itibaren bombardımanına tutulduğumuz önyargılar eğitimi içinde bunu sağlayabilmek ve savunabilmek çok zor... Gerçeğe

gözlerimizi kapatmak onun varlığından bir şey eksiltmiyor ancak eksilen tek şey gözlerini kapayan insanın düşünsel ve reel bilinci... Eşcinsellik bugün pek çok insanın görmemek için bilinçli olarak gözlerini kapadığı ancak her geçen gün varlığını o kapalı duran gözlere biraz daha hissettirdiği bir gerçeklik... Eşcinsellik dün olduğu gibi bugün de yokmuş gibi davranılan bir gerçeklik... Bir dönem toplumsal araştırmacılar sosyalist ülkelerde eşcinsellik üzerine inceleme yaparken Çin Halk Cumhuriyeti Ataşeliği’nden bilgi ve yayın istediklerinde şu yanıtla karşılaşmışlar “devrimden bu yana bizde böyle bir şey kalmadı.”2 Yasalarında, toplumsal yaşamının kurumlaşmalarında yokmuş gibi davranılan eşcinsellik ülkemizde ve dünyada tüm gerçekliğiyle var oysa!... Cinsellik ülkemizde bastırılan, ayıplanan ve hep gizli kapılar ardında yaşanabilen bir gerçeklik. Durum böyleyken eşcinsellik çözülemeyen bir cinsellik problemiyle daha da korkunç bir sorun yumağına maruz kalmakta. Sağlıksız cinsellik, cinsel rol kalıplaşmaları, özellikle erkekler topluluğu ve onları ifade eden erkek değerlerinin kutsanmışlığı ve bu kutsanmışlık içinde kadının kadın olmasının getirdiği aşağılanmışlık ve küçümsenmişlik içinde kendi kendisine yabancılaşması

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 16


bu katı değer sistemi içinde bireyleri mutsuzluğa itmektedir. Cinselliği doğallığa bağlayanlar yani cinselliği sadece soyun devamı içgüdüsüyle açıklayanlar oldukça sert bir işlevselcilik içinde konuyu açıklamaya çalışmaktadırlar. Oysa insan ilişkileri hiçbir zaman tek bir nedene indirgenemeyecek kadar girift bir yapıdadır. İnsanlar hiçbir zaman cinselliği salt çoğalmak için yaşamamışlardır. Yani çoğalma içgüdüsü cinselliği açıklamada çok yetersiz kalmaktadır. Ancak bunu böyle açıklama gayretleri hem kutsal dinlerce hem de aklı başında bilim adamlarınca(!) tarihin her döneminde karşımıza çıkmıştır. Örneğin Hıristiyanlık çocuklarına yüzyıllardır şunu öğütler: “Tanrı’ya daha yakın olmak istiyorsanız bir kadına yalnız çocuk doğurması için yaklaşın"3 Her toplumda eşcinseller var ve her toplumda eşcinseller değişen derecelerde baskı görmüş ve aşağılanmışlardır. Çünkü toplum, yapının kendine verdiği rolü oynamayan bireyi yadırgar, iyileştirilecek bir çıban gibi görür. Rolleri daha yerleşik ve belirgin olan cinsellikte bu role uygun davranmayan biri daha çok yadırganır. Erkek ve kadına sadece cinsiyetlerinden dolayı oluşturulmuş bir dizi öğreti sunulur, beklentiler yüklenir, rol bilincine uygun davranış kalıpları öğretilir. Bunun dışına çıkan bireyler ise erkeklikten ya da kadınlıktan sapmış sapkınlar olarak değerlendirilir. Buna rağmen tarih boyunca kadın yada erkek tüm eşcinseller varoluşlarının bir parçası olan bu kimliği tüm baskılara rağmen yaşamışlardır. Bu yaşayış kimi zaman gizlice kimi zaman açıkça gerçekleştirilmiştir. Salt eşcinsel oluşundan dolayı öldürülen nice insan vardır tarih sayfalarının arasında!... Ataerkil yapılaşmanın ve toplumsal cinsiyet rollerinin tarih içinde nasıl bir evrim geçirerek bugünkü haline ulaştığına baktığımızda sosyo-kültürel yapılaşmada pek çok sosyal değişkenin birbiriyle bağlantılı olarak gelişmiş olduğunu görmek mümkün... Cinsiyetçilik “biyolojinin” tanımladığı bir toplumsal süreçtir. “Biyoloji her tür dolayımsız anlamıyla toplumsal olarak değiştirilemez olduğundan, görünüşe bakılırsa önümüzde toplumsal olarak yaratılmış ama toplumsal olarak parçalanmaya elvermeyen bir yapı vardır.”4 Toplumsal cinsiyetler arasında böyle bir eşitsizliğin varolması ve gittikçe kesin çizgilerle belirginleşmesi, kadınların tarih boyunca ekonomik, kültürel, toplumsal ve siyasi yaşamda hep ikincil ve edilgen konumda kalması sadece biyolojik yapı farklılığıyla açıklanamaz bana kalırsa... Üretim ilişkileri ilk insandan itibaren başlayan evriminde artı-ürün oluşturmaya başlandığı andan itibaren, yani sermaye birikiminin başlamasıyla doğmuş olan ezen-ezilen ayrımıyla biçimlenmeye başlamıştır cinsiyetçilik. Tarihsel kapitalizm sınırsız sermaye birikimi için sermaye biriktirmeyi teşvik ederken tıpkı ırkçılık ideolojisini nasıl kullanıp ucuz işgücü sağlamış ve

proleterleşmeyi önleme çabası gütmüşse cinsiyetçiliğin de “akılcılığın akıldışılığı”nı oluşturdu. Yani insanlara sanki kadınların düşük ücretle çalışması olması gerekenmiş, en akla yatkını buymuş gibi sundu bunu. Daha ucuz ücretle daha fazla sermaye biriktirmeyi hedefleyen güçlerin ataerkil yapılaşmada elbette ki kazancı olacaktı... Kapitalizmin doğuşundan önce de erkek-kadın ilişkisinde kadının ezilmişliğini görebiliriz. Ancak cinsiyetçilik erkeğin kadın karşısında egemen bir konumda olmasından fazla bir şeydir. “Cinsiyetçilik kadınların, kendilerinden istenen fiili işin belki daha da yoğunlaşması ve kapitalist dünya ekonomisinde üretken emeğin insan tarihinde ilk kez olmak üzere ayrıcalığın meşrulaştırılmasında temel duruma gelmesi bakımlarından katmerli bir aşağılayıcı olan üretken olmayan emek alanına indirilmesidir."5 Kurumlaşmış yapıların kurumlaşma süreçlerini tamamlarken mutlaka geçirmeleri gereken en önemli süreç o kurumların o toplumun insanlarınca onaylanması, kabul görüp pratik olarak yaşamlarına geçirmeleridir. Ataerki ve heteroseksist yapılaşma şu anda ülkemizde ve pek çok ülkede kurumlaşmıştır. Dolayısıyla şu sonuca ulaşabiliriz ki ataerkil yapılaşmada o yapıyı oluşturan mikro birimler yani insanlar bu kurumların yapısal oluşumlarını, ideolojilerini yıllar boyunca tekrar ede gelmişler ve bunun akılcı nedenlerine (kendilerine sunulanlara göre) kesin inançlılık içinde inanmışlardır. Bir kesin inancın yıkılması çok zordur. Kurumlaşmış ideolojilerin yıkılması ise onu besleyen sistem sürdükçe imkansız gibidir. Yani diyorum ki insanların doğdukları andan itibaren yaygın ve beş yaşından itibaren örgün olarak koşullandırılmalarını önleyemediğimiz sürece evrensel ve özgür bir dünyaya ulaşamayız. Hani ya dostlar “bir önyargıyı kırmak bir atomu parçalamaktan daha zor” der ya Einstein; işte öyle bir şeydir bu... Elini üzerime koyan, beni etiketlemeye çalışan ve acımasız çarkları arasında sürekli olarak kontrol etmeye çalışan, doğduğum andan itibaren duygu ve düşüncelerimi biçimlemeye uğraşan, varlığımı kendi varlığı üzerinden biçimlemeye şartlandırıldığım, “insan” olma uğraşımı baltalayan, kimi seveceğimi, kime şiir yazacağımı, kimi düşleyip, kiminle sevişeceğimi belirlemeye çalışan bu sistemin ve tüm sistemlerin karşısında elbette ki mücadele ediyorum ve edeceğim. “Gelişme iç çelişkilerin, karşıtların mücadelesidir.”6 Ve ben diyalektik mücadelesinde insanlığın ezen, sömürgeci yapılaşmaların karşısında onur duyduğum varlığımla “VARIM” diyebilme gücümü insanlığın onurdan, güzellikten, aşktan yana olan gücüne katmaya devam edeceğim elbette... İnsana yakışır, insan olmanın onurunu taşıyan, sevgiden tuğlalarla kurulmuş, efendisiz bir dünyaya “merhaba” deyinceye dek... Aşkın o güzel sarıp sarmalayan sıcaklığıyla selam size dostlar!... 1. T. S. Eliot 2. Murat Belge “Edebiyat Üstüne Yazılar” 3. Murat Belge “Edebiyat Üstüne Yazılar” 4. İmmanuel Wallerstain “Tarihsel Kapitalizm” 5. İmmanuel Wallerstain “Tarihsel Kapitalizm” 6. V. İliç Lenin “Devlet Ve İhtilal”

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 17


KADIN VE YİTİK CİNSELLİK DUYGU ZAFER

Türkiyeli kadınım cinselliği tanıyor musun? Kadın cinselliğin ne tarafında? Kadının cinselliği neresinde? Türkiye'de cinsellik gerçek anlamda pek konuşulmaz. Konuşulsa da kadının cinselliği üzerinde durulmaz. Cinsellik erkekler için vardır. Ancak onlar zevk alır. Kadın da evinin kölesi, ülke kültürünün ikinci sınıf insanı, kocasının zevk aracıdır. Böylece, kadın, gün yüzü görmeden doğduğu gibi ölür. Bende kadın bilincinin gelişimi ortaokul yıllarıma rastlar. Aslında düşünüyorum da, çok küçüklükten (belki de doğuştan) gelen bir şeyler var da, bunların şekillenmesi o yıllarda oldu. Aynı lezbiyenliğim gibi. Her zaman iyi bir gözlemci olmaya çalıştım. Her şeye farklı açılardan bakmayı önemsedim. Kadınlara baktım, erkeklere baktım. Diğer lezbiyenlere ulaşıncaya kadar etrafımda hep heteroseksüel kadınlar vardı. Ama, cinsellikleri yoktu onların. Çamaşır yıkamak, yemek yapmak gibi bir görevdi onlar için cinselliğin anlamı. Geceleri üstlerine abanan erkeklerin bir an önce işlerini bitirmelerini ve uyumayı dilediler. Çünkü erkekler onları önemsemiyorlardı ve cinsellik zevksiz geçen bir iki dakikalık (yada saniyelik) girip çıkma eylemiydi. Ne yazık ki çoğu kadın penisten tiksinmesine rağmen erkeklerle olmaya itildiler. Penisin bu kadar çok yüceltilmesine rağmen kadınlar penisi hiç sevmediler. Bu kadınlar en yakın kadın arkadaşlarıyla dertleştiklerinde benim herif yanıma kırk yıl uğramasa ne iyi olurdu, hiç gelmesini istemem valla gibi sözleri sarf ettiler. Sonra yeni kuşak kadınları belirdi. Televizyonlarda daha bir konuşulur oldu kadın cinselliği. Prezervatif ve hijyenik ped reklamlarını gördük. Ama baktık ki yeni kuşak kadınları da annelerinin cinselliğinden farklı şeyler yaşamıyorlardı. Hâlâ bastırılmış, sindirilmiş şeyler vardı. Hâlâ bedenleriyle barışık değildiler. Hâlâ vajinalarını sevmiyorlardı. Ne kendi vajinalarını nede diğer kadınlarınkini. Vajina onlar için bedenlerindeki en önemsiz organdı. Çünkü, erkek egemen toplum penisi her yerde yüceltirken vajina ikinci sınıf görüldü. Hep edilgendi, hep işlevsizdi. Vajina sadece doğurganlığından dolayı biraz ilgi görür gibi oldu. Kadınlar sadece ana olduklarında önemsendi azıcık da olsa. Ana olmaları öğretildi. Cennet anaların ayağı altındadır denilerek sadece anne olan kadınların önemsenecekleri söylendi. Anne olmayan kadınlar kadın değildi. Öte yandan: Vajinadaki en duyarlı bölge olan, kadının en fazla zevk aldığı yer olan klitoris hiç meydana çıkarılmadı. Kadının zevk alması için penise, onun girip çıkmasına gerek yoktu. Bu da erkeğin penis iktidarının

sonu olacaktı. Erkeklerin penisleriyle ilgili her şey şölen halinde geçti. Bir sünnet olayları vardı. Erkekliğe ilk adım olarak görülen bu olay düğünlerle kutlandı. Ama, kızların kadınlığa ilk adımı olarak düşünülen regl (adet, aybaşı da denilen) dönemi başlangıçları hep saklandı. Bunu kimseye söylememeleri ve bundan utanmaları söylendi. Dikkat edilirse bazı kadınların regl dönemleri için "kirlendim" kelimesini söyledikleri görülür. Evet, kadınla ilgili, vajinayla ilgili bu dönem kirli olarak görüldü. Çok açık sözlü bir kadın bile regl dönemi ağrıları çekerken bunu söyleyemez, üşüttüm herhalde biraz belim ağrıyor gibi yalanlara başvurur. O dönemde oruç tutulmadığı için, kızlar babalarına bir türlü neden oruç tutmadığını anlatamaz, çeşitli bahaneler arar ve sonunda anne devreye girer. Kocasıyla yalnız kaldıklarında kız ay halinde der. Eczaneden aldıkları pedleri hiç kimse görmesin diye iyice sardırırlar. Banyoda pedler öyle görünür yerde durmaz. Kadın biyolojisinin bir parçası olan regl dönemi, vücudumuzda hangi maksatla (Bu maksat beğenilsin yada beğenilmesin) hayat bulursa bulsun, buna bir kadın özelliği (istisnalar dışında hemen

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 18


hemen her kadın bunu yaşar) olarak sahip çıkılması gerekir. Yetişkin erkekler sünnet fotoğraflarını nasıl gururla gösteriyorlarsa, dileyen kadın da regl döneminin bilmem kaçıncı yılını kutlayabilmeli, aynı gururla. Regl dönemim oldukça ağrılı, uzun ve sıkıntılı geçmesine rağmen regl olmayı seviyorum. Kadın bedeniyle ilgili her şey tabudur. Balkonlarda erkek iç çamaşırı asılır ama, kadın iç çamaşırlarını göremezsiniz. Erkek çocuklarının küçüklük fotoğrafları anadan doğmadır. Ama kız çocuklarının çıplak fotoğraflarını göremezsiniz. Bir yerde hadi oğlum amcalara pipini göster sözleri duyulurken; diğer yerde kızım açma bacaklarını, kızlar aralarını göstermezler ayıp sözlerine şahit oluruz. Erkeklerin cinsel organları öylesine meydandadır ki; sokakta bile işeyebilirler. Hiç sokakta bir köşede işeyen kadın gördünüz mü? Erkekler cinselliklerini küçük yaşlarda o yada bu şekilde yaşarlar ama, kadının bir bakirelik tabusu vardır ki ancak evlendiği erkekle yapabilir o işi. Evlenmeden cinsellik yaşayan kadına iyi gözle bakılmaz. En kültürlü geçinen erkekler bile bakirelik benim için önemli değil ama olsa iyi olur derler. Kadınları yatılacak ve evlenilecek kızlar diye ikiye ayırırlar. Yatılacak kızlarda bakireliği önemsemeyen bir tavır göstererek bu konuda eleştiri bile yaparlar ama, evlenecekleri kızlarda illaki bakirelik ararlar. Birde çok seversem kabul ederim gibi söylemleri vardır. Onların yüce sevgileri böyle bir kirlenmişliği lütfen kabul eder. Diğer yandan cinsel ilişkiye evliliği beklemeden girebilen kadınlar, öylesine cahilce yaparlar ki bu olayı; 20'li yaşların başında 2-3 kürtajları olur. Erkeklerin söylediği bir şey vardır;

kadınlar çiçektir. Bu dedikleri ide ancak şöyle gerçekleşir; lan Hüso karılar çiçektir diyolar öyleyse gel onları bellerimizle (meni) sulayak- şeklinde. Kadınlar ve erkekler arasındaki farklılıkları, özellikle kas kuvveti farklılığını bugün bile hâlâ bir erkek üstünlüğü olarak gören zihniyete karşı kadınların çok uğraşması gerekecek. Yeni dönem heteroseksüel feministler ne kadar cinsellik konusunda erkekleri yönlendirmeye çalışsalar da, uzakdoğu seks tekniği kitaplarını okuyarak ve okutarak zevk almaya çalışsalar da; penis iktidar olarak görülüp vajina ayaklar altında olduğu sürece hiçbir şey elde edemeyecekler. Önce yüzyıllardır kadının elinden alınmış olan (yada hiç verilmemiş, istemelerine fırsat bile verilmemiş) o güzelim cinselliklerini yaşamaları gerekiyor. Önce vajinanın hak ettiği yere gelmesi gerekiyor. Vajinanın onurunun kazanılması gerekiyor. Kadınlar kendi vajinaları söz konusu olduğunda bile hoş şeyler hissetmiyorlarsa, nasıl diğer kadınların vajinalarını sevebilirler. Tabiiki bu söylediklerim kendilerini heteroseksüel olarak tanımlayan kadınlarla ilgili. Çünkü onlara kendi ve diğer vajinalara karşı yabancılaşmaları öğretildi. Bunu kıramadılar, kıramıyorlar. Herşeyde olduğu gibi temiz bir vücut, temizliğine dikkat edilen bir vajina dünyanın en güzel şeyidir. Vajinanın şekli çok estetiktir. Kokusu insanı sarhoş edecek kadar hoştur. Tadının harikalığını tatmayan bilmez. Vajina sıvısı hayat suyudur, içen ölümsüzleşir. İnsana huzur veren bir sıcaklığa sahiptir. Tahrik edici bir ıslaklığı vardır. Tüylüsü ve tüysüzü farklı güzelliktedir. Uyarılmadığında bir gonca güle, uyarıldığında açan olgun bir güle benzer. Vajinaları seven kadınlar olduğu sürece hiçbir zaman solmayacaktır. Yaşam doludur. İnsanı başka dünyalara götüren bir cazibeye sahiptir. Kadınları seviyorum, vücutlarını seviyorum, VAJİNALARINI SEVİYORUM. Çok çok ama, çok seviyorum. O güzel organı elimde, ağzımda, dilimde, burnumda, her yerimde hissetmek öylesine çok güzel ki. Doğduğumuzdan beri bize öğretilen, kabul ettirilmeye çalışılan heteroseksüelliği nasıl kırdıysak; lezbiyen kadınlar olarak bizler öğreteceğiz belki de vajinanın güzelliğini diğer kadınlara. O zaman vajinalarının penisler tarafından işgal edilmesine dur diyeceklerdir eminim. Dergimizin sloganını biraz özele indirgersek lezbiyen kadınların kurtuluşu heteroseksüel kadınları da özgürleştirecektir. Biz lezbiyenler kadınca yaşayalım, kadınca sevişelim. İki kadının çıplak bedenleri birleştiğinde dağlar titresin. İki kadın tükürükleri, terleri ve vajina sıvıları birbirine karışmış şekilde saatlerce seviştiğinde dünya dursun, bir başka koksun evren. Kan ter içinde kendimizden geçelim. Deniz ve gökyüzü öpüşsün. Maviler iki kadının tutkuyla sevişmeleri gibi zevk alsın. Beyinleriyle, gözleriyle, dudaklarıyla, memeleriyle, vajinalarıyla, yürekleriyle olabildiği kadar çok sevişsinler kadınlar birbirleriyle. Biz lezbiyenler çok fazla sevişelim, zevkle, mutlulukla, tutkuyla sevişelim. KADIN KADINA SEVİŞELİM.

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 19


AŞK

GEYLER İÇİN AŞK KULLANMA KILAVUZU Çev : MEVLÜT KEREM 1. Her şeyden önce İNANIN. Aşk mümkündür. 2. Gerçekçi bir şekilde iyimser olun. Aşk iyimserliği hak etmeyecekse ne hak eder ki? 3. Aşk, bazen öyle görünse de, açık kalp ameliyatı değildir. Oluruna bırakın. 4. Özür dilemeyi bırakın. Birbirinizi suçlamayı da. Bütün erkekler sürüngen değildir. İyi olanların hepsi de kapanın elinde kalmamıştır. Gezegendeki tek kadir bilir, bekar erkek sen değilsin. 5. Bekar olmak bir hata değildir. O yüzden kendinizi suçlamayı bırakın. Beri yandan hiç kimse – fiziksel ya da duygusal açıdan – hasar görmüş olanları çekici bulmaz. 6. Aşk bir duygu meselesidir, oyun değildir. Dolap çevirmeye meraklıysanız entrika dolu bir TV dizisinde rol kapmaya bakın. Konuşarak halledemediklerinizi dolap çevirmenin yaptırım gücüyle başaracağınızı düşünmeyin. Bütün oyunlar çetrefillidir ve beklenmedik sonuçlar doğurabilir. İkili ilişkilerdeki tüm oyunlar ‘kaş yaparken göz çıkarma’ adlı oyundan türemiştir. İçinizdeki elektriklenmeleri bir başkasına acı vermeden bertaraf edebilirsiniz. 7. Eşcinsel aşk üzerine aşağıda yer alan art niyetli sabuklamalara kulak asmayın: Hurafe : Eşcinsel aşk yanlıştır.

Gerçek : Aşk aşktır – eşcinsel, karşıcinsel, karma cinsel fark etmez. Ebeveynlerinizin, din adamlarının, politikacıların, basının ya da psikoloğunuzun tersini söylemesine izin vermeyin. Hurafe : Eşcinsel birliktelik aile değerlerini tehdit eder. Gerçek : Eşcinsel çiftler, karşıcinsel çiftlerin birebir örneğini oluşturmasa da bir ailedir. Hurafe : Eşcinsel birliktelikler uzun süreli değildir çünkü eşcinsel erkekler duygusal ve fiziksel açıdan başarılı bir beraberlik kurmayı beceremez. Gerçek : Birincisi, istisnalar kaideyi bozmaz. Yeryüzü yirmi, otuz, kırk ve daha fazla yıldan beri birlikte olan eşcinsel çiftlerle doludur. İkincisi, eşcinsel erkeklerin bir beraberlikte duygusal ve fiziksel açıdan beceremeyeceği tek şey karşı cinsel çiftlerin yöntemiyle bebek dünyaya getirmektir. 8. Heteroseksüel bir beraberlik sona erdiğinde bu cinsel yönelime değil de daha çok sadakatsizlik, güvensizlik, alkol ya da uyuşturucu bağımlılığı gibi kişisel arazlara bağlanır. Oysa bir eşcinsel birliktelik sona erdiğinde suçu derhal eşcinselliğin kendisine atarlar. Bu çifte standartı basitçe homofobik saçmalık diye nitelendirip geçin. 9. “Bir sevgilim olsa hayatım mükemmel olur.” Öyle şey olmaz. Bir sevgili, sihirli değnek değildir. 10. Hayalinizdeki kusursuz sevgilinin niteliklerini sıralayan bir Sihirli Dilek Listesi hazırlayın. 11. Şimdi hazırladığınız bu listedeki bütün niteliklere sahip bir erkeğe rastlamanın mucize olacağını kafanıza sokun. Listeniz ne kadar uzunsa aradığınız kişiye rastlama ihtimaliniz o denli zayıflar. O yüzden hazırladığınız listeyi yırtın, yakın, gömün, bir şekilde yok edin. Sağlıklı bir aşk, kelimenin tam anlamıyla, esnek olan aşktır. Bu seçici olmayacağınız ya da beklentinizin olamayacağı anlamına gelmiyor. Tek anlamı şu: Açık yürekli olun. 12. Elbette ideal tipiniz vardır. Ne var ki ideal tipler fantezidir. Sağlıklı aşkın temelleri gerçekçilik ve uyumlulukta yatar. Fantezileriniz sizi felakete sürüklemeden gerçekçi olmaya bakın. İdeal tip peşinde koşarak kendinizi sınırlamayın. 13. Sihirli Dilek Listesi’ne geri dönelim. ( evet, şu yırtıp, yakıp gömdüğünüz liste.) Şimdi o listedeki niteliklere kendiniz uymaya çalışın. 14. Bakımlı olun. Bu vücut geliştirin anlamına gelmiyor. Burun kıllarınızı kesin, tırnaklarınızı temiz tutun, kemirmeyin ve yanınızdaki gaz maskesine ihtiyaç duymaya kalmadan sık sık duş alın. 15. İçinde kendinizi şık hissedeceğiniz kıyafetler giyin. 16. Vücudunuzu kendi haline bırakmayın. O olmadan ne aşık olabilirsiniz ne de aşk yapabilirsiniz. Formda kalın. 17. İnsanların sizi sadece dış görünüşünüzle değerlendirmesini istemiyorsanız iç dünyanızı zenginleştirin. 18. İlgi alanlarınızı genişletin. İnsanlar ilginç insanlardan

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 20


AŞK hoşlanır. 19. Esprili olun. İnsanlar sadece gülmeyi değil kendilerini güldüren insanları da sever. 20. Mütevazı olun. Beklentileriyle karşısındakini boğan insanların akıbeti genellikle aynıdır. Elindekini de kaybetmek. 21. Aşağıdaki durumlardan birine dahilseniz bir ilişkiye başlamadan evvel bu sorunlarınızı halletmeye bakın. Bir terapist bulun, bir terapi grubuna katılın. O da olmuyorsa kitaplar okuyun, dostlarınızla konuşun. Alkol ya da uyuşturucu sorununuz varsa. Eşcinsel olmaktan utanıyorsanız. Güvensiz seks yapıyorsanız. Değersizlik hissi içindeyseniz. Birliktelikten korkuyorsanız. Seksten sonra suçluluk duyuyorsanız. Çocukken cinsel tacize uğramışsanız. Saplantıya varacak denli kıskanç ve baskıcıysanız. Sürekli olarak, duygusal ve fiziksel anlamda, ‘bir başkası’na yönelme eğilimindeyseniz. Seks düşkünüyseniz. 22. Dışarı açılın. Bu, herkese eşcinsel olduğunuzu

söyleyin anlamına gelmiyor. Ne kadar çok içe kapanık olursanız diğer eşcinsellerle tanışma ihtimaliniz o denli azalır. 23. Sekse karşı olumlu yaklaşın. Seks insan doğasında bulunan sağlıklı bir yönelimdir. Günah değildir. 24. Affetmeyi öğrenin. Zira affınıza sığınan biri mutlaka karşınıza çıkacaktır. 25. Sadece aşkla idare edilemeyeceğini aklınızdan çıkarmayın. Sosyal olun. Değer gördüğünüz, kabul edilip sayıldığınız gruplara katılın. 26. Mecbur kaldığınızda homofobik davranışlarda bulunanların hakkından gelmeyi bilin. 27. Din adamlarının eşcinsel aşk hakkında söylediklerine kulak asmayın. Onların bu konuda en ufak bir fikri dahi yoktur. Aşkın ne olduğunu bildikleri dahi şüphelidir. 28. Aşk şarkılarını dikkate almayın. Tüm şarkı sözleri ‘Sensiz ölürüm.’, ‘Sensiz bir hiçim.’, ‘Sabahları kıçımı yataktan kaldırmak için tek sebebim sensin.’ gibi şeyler içerir ve yaşadığınız/yaşayacağınız aşka bir model oluşturamaz. Aşk bundan çok daha gerçek ve mantıklıdır. 29. Bir aşk bulsanız dahi kendinizi aşka hazırlayın. (Hayat hazırlıklı olmak demektir.) Aşkın öldüğüne hiç bir zaman inanmayın.

ACİZ OLMANIN DAYANILMAZ ÇEKİCİLİĞİ GÜLAY DERYA Şimdilerde yeni bir darbımesel var: Aşk acizliktir. Aşkı acizlikten yaşayan insanlar mutlaka vardır; ama bunu genellemek eşyanın tabiatına aykırıdır. Üreme ve çiftleşme güdüsüyle bir arada olan hayvanlar ve insanları yazdıklarımdan muaf tutarak bu konudaki naçizane görüşlerimi sizinle paylaşmaya başlıyorum. Aşkın, insanı kalbi duracakmış gibi heyecanlandırdığını, sevdiğini görünce tir tir titrettiğini bilirdim; ama bunların benim acizliğimden olduğunu bir türlü anlayamazdım. Aşk insanın gözlerini kör ettiği için aciz olduğumu bile göremezdim. Aşk ne menem bir şeydi ki zenginlerle fakirlerin sahip oldukları tek ortak kavram olarak karşımıza çıkıyordu. Gerçi sınıf farklarıyla birlikte, yaşanan aşklar ve içerikleri kuşkusuz değişiyordu ama herkes (muaf tuttuklarım dışındakiler) iliklerine kadar bu duyguyu yaşıyordu. (Sınıf farklarından doğan kültürel dengeler ayrı bir yazı konusu olabileceği için, ona burada değinmek istemiyorum.) Aşkı aciz kılan değerlerin hepsini (güven, huzur, cinsellik, dürüstlük vs.) cinsellik dışında dostluklardan da bekleriz. O zaman dostluk ilişkileri için de acizlik demeliyiz. Aciz olduğumuz için dost ediniyoruz. Hayata bu kadar formel bir mantık çerçevesinden bakarsak, gerçekten aciz kalan akrepler gibi kendi kendimizi zehirleyip öldürürüz. Mutsuzluğa mahkum oluruz, toplumun kelepçelerine bir yenisini de biz ekleriz. Aşkın insanı neden aciz kıldığını anlayamıyorum. Böylesi güzel bir duygunun, insanı en sert içkiden bile daha çok sarhoş eden tutkunun, insana olağanüstü

yaratıcılık veren coşkunun acizlik neresinde olabilir ki? İnsanı bu kadar çok besleyen bir duygu, varoluşunu insanoğlunun aczinden alabilir mi? Aciz kelimesine Türk Dil Kurumunun sözlüğünden bakıyorum. Aciz: 1. Bir işe gücü yetmez olma durumu 2. Güçsüzlük 3. Beceriksizlik Yukarıdaki tanımlamalardan, 'aşk acizliktir" söylemindeki aciz kelimesini birebir karşılayan kelimenin, güçsüzlük olduğu açıkça görülmektedir. Yani aşk güçsüzlüktür. Kısaca güçlü insanlar aşık olmazlar, bizim gibi zavallılar da aşık olup dururlar, aşkın güçsüzlük olduğu yanılsamasının farkına varamazlar. Oysa ben kadın veya erkek pek çok insanın, bugüne kadar hiç kimseye aşık olmadıklarını, ama bunu çok istediklerini duydum. Yani 'güçlü' insanlar bile aşkın büyüsünün farkında olup, onu yaşamak için hayat boyu didinecek kadar gaflet ve delalet içinde olabiliyorlar. Kısaca onlar aşık olmadıkları, olamadıkları için, bizse aşık olduğumuz, olabildiğimiz için aciziz. İnanın ben bu işin içinden çıkamadım. İnsanlar niye aşık olur? Gündelik yaşamımızda iş, okul, aile ortamı gibi bizi oldukça geren ve yaşantımızı zorlaştıran onca şey varken ve biz bunların genellikle üstesinden gelebiliyorken (yorulsak ve yıpransak da) hâlâ kendimize ait olan, ama alanı gittikçe daraltılan özel yaşamımızda (kapitalist üretim ilişkilerinin dayattığı yoz yaşamın, içselleşmeyi yok ettiği bu global köyde özel yaşamımızın ne kadar olduğu ayrı bir konu) hayatımızı kolaylaştıracak

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 21


AŞK şeyler yaşamak isteriz. Belki aşk doğası gereği insan hayatını zorlaştıran öğeler taşır. Ama aşık olduğumuz zaman hissettiğimiz pozitif enerjiyi, hiçbir kavramla ikame edemezsiniz. O duygunun başkalığı, kendiliğindenliği ve özgünlüğüdür bizi özel hayatımızda özgür kılan ve belki de insan olduğumuzu anımsatan. Bence günlük yaşamımızdaki acizlikler tarafından esir alınırken, özel yaşamımızdaki aşkla yeniden doğar ve kutsanırız. Aşkın acizlik olduğunu kabul edersek, hayvanlarla insanları birbirinden ayıran bütün sınırları yok etmiş oluruz. Çünkü hayvanlar üremek ve cinsel ihtiyaçlarını gidermek için çiftleşirler: Gerçi böyle olan insanların sayısı da bir hayli fazla ya neyse. Aşk tutkulu ve yoğun bir cinsellik içerir. Ama o tutkuyu ve yoğunluğu, sadece o insana karşı hissedersiniz. Diğer insanlarla yaptığınız seks, sevdiğinizle yaptığınız

aşktır. Seks yaparken ihtiyaçlar, aşk yaparken duygular ön plandadır. Şunu söylediğinizi duyar gibi oluyorum. İnsanın aşık olduğu insanla yaşadığı cinsellik seks değil midir? Yada insan aşık olduğu kişiyle birlikte olunca ihtiyaçlarını giderip boşalmaz mı? Bu sorulara yanıtım evet olacaktır. Ama ben cinselliği herkesle yaşayabilecekken, o özel insanla yaşamayı istiyorsam ve onunla yaşanan her şey çok farklıysa bu benim acizliğimden değil, aşkın gizeminden ve gücündendir: Aşk koşmaktır delice, akmaktır gürül gürül, damarlarını çatlatmaktır... Aşk bence insanın en büyük gücü ve hatta kendi başına yaşayabileceği tek gücüdür. İnsanı insan kılan aşık olabilmesidir. Ve bence, aşık olamamak ACİZLİKTİR...

BİR AŞK DİLİYORUM TANRIDAN İNSANLARA DİCLE F. Sevgli Yeşim'e; Aşk konusunda ben de ahkâm kesmek isteyenlerden olmak istemezdim. Ancak yazını (Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek) okuduktan sonra, bu konuda düşüncelerimi yazmak istedim. Yazdığın paragrafları biraz açmak gerektiğini, karşı fikirlerimi yazmasam bir şeylerin eksik kalacağını düşündüm. Kişisel hiçbir şey olmadan bu yazıyı kaleme alıyorum. Herşeyden önce yazının ilk paragrafını okuduğumda aşkı yaşamış, tatmış bir insanın sözleri diye düşündüm. Yazını okudukça kafası karışık, belki de aşkı hiç tatmamış; tatmış olsa da aşktan saymamış birinin yazdığı düşünceler demekten kendimi alamadım. Lezbiyenliğimizi aşikar eden... Hangi kadın eşcinsel duygularıyla aşık olmadan tanışmıştır ki! İstisnalar dışında yoğun duygular duymadan hatta aşık olmadan ilk kez iki vücudun beraberliğini utangaç da olsa kaç kişi düşünmüştür? Aşkın kimyası çözülemez. İşte sihirli ve doğru sözcük. Çözülseydi zaten bu kadar konuşulur muydu? Ben senin tersine insanların doğasında aşk denilen bir olgunun var olduğu inancındayım. Eminim bunun bilimsel temelleri bile vardır. Yoksa tüm canlı doğa çiftleşmek, yaşamı daha kolay kılabilmek için mi birlikte oluyorlar; bazıları oldukça monogam bir yaşam sürüyor? Bu noktada aşkın aynı süreçte tek bir canlıyla yaşanabileceğine, daraltırsak tek bir insanla olabileceğine inanıyorum ve aşk monogamdır diyorum. Belki T.V. nasıl ilan-ı aşk

edeceğimizi gösteriyor ancak duyguların nasıl hissedildiğini, yaşandığını öğretemiyor hem iletişim (yazılı - görsel ) gösterdiği tarzı lezbiyen aşka uyarlarsak hayli komik olabileceği inancındayım. Onlar rehberimiz olamaz. Aşkın tarzı yoktur, herkes kendince yaşar hani derler ya "anlatılmaz, yalnızca yaşanır" türünden. İnsan yaşadığı gibi düşünmeye başladığı kanaatim; lezbiyen çevreyi tanıdıkça ve yazının bir kısmında geçen sözlerinle netlik kazandı. İnan aşk abartılsaydı, insanlar çok değer verselerdi onu korumaya çalışırlardı. "Kimin eli kimin cebinde, eski partnerler yumağı" vs düşüncelerin olmazdı. Çünkü aşk insanın kapısını devamlı çalan bir şey değil. Ayrılsan da unutulması kolay değil. Olsa olsa yazdıkların dar ve fazla alternatifi bulunmayan bir çevrede aşık olmak isteyip de olamamış ve bir kadından hoşlanma ve cinsellik hissini aşk sanmış insanların yanılgısı diyebilirim. Fakat ben o mutlu azınlıkta, çevresel şartların zorluğuna rağmen aşkı tatmış bir kadınım. Hiçbir zaman aşkı aramak hedefim olmadı. Aşk iki insanın kimyasının uyuşmasından başka hiçbir şey değil. Ten, mimik, bir gülümseme, bir bakış, bir hareket onu bulmamıza neden olup, aşkı başlatabilir. Daha sonra sosyo-kültürel düzey, yaşama bakış, kişilik vs. ilişkiye artı puan getirecek ve uzun sürmesini sağlayacak şeylerdir. Eğer 'hayallerimizin kadınını' arıyorsak, baştan kaybetmişizdir. Siz yalnızca bayan mükemmeli arıyorsunuzdur. Öyle biri de bildiğim kadarıyla yok. Aşkta zaten gözler bir süre görme yetisini kaybeder. Bu

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 22


AŞK göreceklerinin korkunçluğundan değil, yalnızca sarhoşluğundandır. Aşk aramakla bulunabilecek bir şey değil. Aşk her an gelebilir. Yeter ki ona inanın ve ön yargısız olun. Evet, biz eşcinseller aşkta yaratıcılığımızı kullanmalıyız ne mutlu bize. Klişeler yok, roller yok, tamamen duygu sağanağı. Ben zamanında bir erkeğe de aşık olmuştum (cahiliye dönemi diyelim) yaşım küçüktü, belki bir çok şeyi göremeyip, abartmıştım. Bu gün bir kadına aşık olmuş bunu yaşayan bir insan olarak özünde iki cinse duyulan aşkın aynı olmasına rağmen lezbiyen aşkın daha yalın, daha saf, daha pazarlıksız, daha içten ve daha bizden öğeler taşıdığı inancındayım. Heteroların yaşadığı aşkla lezbiyen aşkın ayrım noktalarını koyup, bunun üzerine kafa yorarsak bu konudaki kafa karışıklığının kalmayacağı tersine kendi dil ve etiğimizi oluşturma adına güzel fikirler çıkabileceğini düşünüyorum. İnsan aşık olduğunu nasıl anlar? En azından bende olan aşk durumlarını yazayım daha gerçekçi olur. Bir kadının teninin vazgeçilmez olduğunu fark ettiğimde, gözlerinden gözlerimi ayıramayıp o gözlerde eridiğimi hissettiğimde, onu gördüğümde, düşündüğümde kalbimden mideme ılık bir ürperti indiğinde, karnımda kelebekler uçuştuğunda (tanımlarım için kusura bakma, yaşanır demiştim ya!) gözümün algıda seçicilik yapıp hep onu gördüğünde, kendimi olmadığım kadar cesur, yalın, güzel, açık, saf hissettiğimde aşığım demektir. Herkes böyle duyumsamayabilir tabi. İyiki aşk-meşk konusunda toplum bana yol göstermiyor, iyi ki yalnızız. Toplumun yol gösterdiği heteroların aşklarına ve bunun sonucu evliliklerine bakın, siz de bana hak verirsiniz. "Aşk acizliktir". Hayır sevgili Yeşim. Senin acizlik diye tanımladığın şeyler sevdiğiniz birinde belki bir dostta bulmak istenilecek, aranacak özellikler gibi. Aşk tersine zıtları bile içerir. Tutkuludur, savaşımcı bir ruhu vardır. Kıskançtır, kaybetme korkusuyla bezelidir. Çok güvenli değildir. Duygu sağanağıdır. Belki de biraz tüketicidir. Öyle korkusuzca kendinizi pek yaşayamazsınız, çünkü her şeyi en üst sınırda yaşarsınız. Belki zamanla yerini

sevgiye bırakırsa dinlenilecek bir liman olabilir. O zaman da "sevgi acizliktir" dememiz mi gerekir? Bu pencereden bakarsak insani tüm duygulara acizlik, çaresizlik diye bakmamız gerekmez mi? Diyelim aşk acizliktir (deyiminizle) utanmıyorum ve ben de acizlik hakkımı istiyorum. Bundan güzel ne olabilir. Eğer bu acizlik kimseye zarar vermiyorsa, iki taraf da mutluysa her zaman güçlü olmak zorunda değilim. Ne mutlu bana! Aşk; güvenli ve yanı başında bulabileceğin seks ve huzur ihtiyacıdır dersek bu fizyolojik ve psikolojik ihtiyaçtan başka bir şey değildir. O zaman elini bile tutmadan yaşanan platonik aşklara ne diyeceğiz? Aşk duygu işidir, kimyası bilinmeyen. Aşkın belli bir tarzı yok, kalıbı, formülü yok. Karşılıklı yaşanan aşk ise dünyanın en güzel duygusu. Çok az olduğu için de bu kadar değerli. Bunu yaşayan şanslı kadınlardan biri olduğum için herkese karşılıklı bir aşk diliyorum. Eğer aşkı karşısındakini senden 'daha bir şey' olarak görme diye algılarsak bu aşkın motivasyonu değil olsa olsa kişinin kendilik değerinin düşüklüğüdür. Aşk güven işidir. Kendini sevmeyen olumlu olumsuz özelliklerini bilmeyen, kendiyle barışık olmayan insanların harcı değildir. Kendini sevmeyen başka bir insanı nasıl sever, aşık olur? Kendine düşmüş, uğraşan bir kadın önüne çıkan aşkı nasıl görür, hisseder? Evet, lezbiyenliğimi aşikar eden bu konuda kafam hiç karışık değil. Her beğendiğim, arzuladığım kadınla beraber olma düşüncesini aşka yormuyorum. Aşk için ilk önce ön yargısız, saf ve yalın düşünmek, seçici olup monogam olmak gerekiyor belki de, bilemiyorum. Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek biraz toplumsal bir şiirin güzel bir dizesi. Aşkın canlı, cansız tüm doğaya yansıtılması belliki. İnsanlar arası aşk ise kendimizi doğanın efendisi, düşünen varlık mertebesinden indirip, onun bir parçası gibi algılayıp yalnızca duyguların kimyasına bırakmakla alâkalı. İsteyene tabi! BİR AŞK DİLİYORUM TANRIDAN İNSANLARA

Yeryüzü Aşkın yüzü olur ama; AYRIM Kafalar sorgulamadan kabul edilmiş “doğru”ların üst üste yığıldığı çöp tenekeleri olmaktan kurtulduğu zaman. Sevgili Yeşim yazında katıldığım çok şey var (yukarıdaki paragraf dikkate alındığında). Aşkta masumiyeti yitirdik. Öylesine büyük hüsrana uğradık ki, en kutsal geleneksel değerlerimizden biri olan romantik aşk idealinden kuşku duyan bir kültür yaratmanın eşiğine geldik. Ama sonuçta kuşkuculuk ihanete uğramış romantiklerin kaderidir. Günümüzde aşk, cinsellik, yakınlık ya da evliliği iktidarı aklımıza getirmeden düşünmeyi olanaksız hale getirdiler. Ben Türkiyeliyim ya

belki katkım olmuştur. “Konuşan Türkiye”yi yarattık ama “Düşünen Türkiye”nin henüz çok uzağındayız. Her konuda hazırlanmış birkaç cümlelik hazır yanıtlar yedeğimizde dolanıyoruz. Ne özgünlük var ortada, ne düşünülmüşlük… her şey “modalar” halinde yaşanıyor ve yine ne yazık her şey dünden popülerleşmeye bu kadar teşne iken, herkes her yerde alt kimliğini aramaya başlıyor. Bir Allah’ın kulu da şu üst kimlik, alt kimlik, grup aidiyeti, kimlik-kişilik ilişkisi gibi kavramlar üzerine kafa yorsun. Belki o zaman eski duygusal Aşk tanrısı imgesinin değiştiğini o artık elinde yay tutan haylaz, ne yapacağı

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 23


AŞK bilinmez bir çocuktan, bir tür cinsel hınzır Velet’ten çok vahşi ya da şeytani niyetlerle iktidar süren acımasız bir tanrı olduğunu görürler. Aşk bizi kaygılandır. Kaygı içermeyen Aşk yoktur. İnsan bir diğerini sevmek için benliğinden çok şey feda etmek zorunda ve burada, özellikle bağlandığı birisinin kendisini terk etmesi, ihanet etmesi ya da saldırgan davranışlarda bulunması deneyimini yaşamış kişilere tehlikeli geliyor. Bizler büyürken, en çok arzuladığımız şeyden korkmayı öğrenen yaratıklarız. Söz özetlenirse: Yakın ilişkilerimizin iktidar saplantısıyla kirlenmesine yol açan en önemli etken olarak görülen aşık olmanın yarattığı kaygıdan söz ediyorum. Bu çok önemli altını çizmek istiyorum. Kaygının yakın ilişkilerin şekillenmesinde oynadığı rol son zamanlarda yeterince dikkat çekmiyor; çünkü insanlık durumu hakkındaki düşüncelerimizde kaygı artık merkezde yer almıyor. Bunun nedeni biraz da çağdaş psikoterapinin kaygıyı bir enfeksiyon türüymüş gibi ilaçlarla tedavi etme eğilimi göstermesi. Sosyal bilimciler, feministler ve aile terapistleri gibi yakın ilişki ve aile davranışı kuramcıları şu anda cinsel politika ile öylesine meşguller ki aşkın hem kadını hem erkeği kaygıya sürüklediğini göz ardı ediyorlar. Kaygının kendimizle, doğayla ve birbirimizle ilişkilerimize

huzursuzluk getiren davetsiz ama kaçınılmaz bir konuk olarak tüm insani birleşmelere katıldığı yolundaki eski edebi ve felsefi düşünüşü yitirdik. Kaygı, gücümüzün sınırlı olduğunu bilmemizle, ölümlülük bilincimizle ve bizi kemiren kuşkularla ilişkilendiriliyor; çünkü diğer hayvanların tersine biz bundan sonra ne olacağını tahmin etmeye çalışırken, bilinmeyenlerle yüzleşmenin yanı sıra, girilmemiş yolları da yansıtabiliyoruz. Dört bir yandan modern çağda Aşk tehlikelidir mesajları yükleniyor beyinlerimize. Sorguladığım kadar varım. Düşünen olarak “moda” yaşamayı reddediyorum. Yaşamsal olan her alanın iktidarı yok etmesi, soyması gerekir. Egemen kültür dayatmalarıyla üstüme gelirken kendi duruşumu kendi evrenim içerisinde belirlemek zorundayım. Karşı duruşum lezbiyenliğimi bana aşikar eden Aşk’dan güç alıyor ki o Aşk bende varken karşı özneyi bulmuş ya da bulamamış bunu çok da önemsemiyorum. Değil mi ki nice sevgiler gördük, seveni yangınlarda bırakıp yabancı tenlerde kendini tüketen. İhanetler gördük, yalanlar gördük bizim olan her şeyi bir bir yağmalayan. Ama hep sevdik. Hepsi bu değil mi?

EŞCİNSEL AŞK DA VAR ÜMİT KADER 'Annesi ölen çocukların Fedakar babası sandın travestileri'(1)

Keşke bir bütün olarak eşcinsellere bakış yukarıdaki dizeler kadar masum olsa. Ama olamaz, çünkü onlar kendilerine çizmiş oldukları toplum kabulleri dışındaki yaşam çizgileri dolayısıyla kabul görmezler. Yol ortasında kanlar içinde yatıyor olsalar dahi, insanlıkta eşi benzeri olmadığını söylenen Türk insanı vurur geçer yanlarından. Yok sayma sadece böyle durumlarda kendini göstermez. Her ortama uyabilirliliğiyle göz kamaştıran bir çeşitlilik söz konusudur. Otobüste, okulda, yolda, işte, evde, sinemada, çarşıda, pazarda v.s. yerde yoksunuzdur. Olur ya kazara varsayıldığınızı fark ederseniz bu, öteki olarak hakkınız olduğundan değil, diğerinin yüce gönüllülüğündendir. Bilmiyorsunuz, ama öğrenin artık, siz hiçbir şeyi hak etmezsiniz. En size ait olabilecek şeyler bile iğreti durur üzerinizde, düğüne giderken komşu kızından aldığınız ayakkabılar gibi ya da okuduğunuz bir kitaptan sizde kalan ama gerçekte size ait olmayan aforizmalar gibi. Bu daha da genelleştirilebilir, mesela AŞK, sizin olabilir mi? Bence bir sorun yok ama, inanın Ayşe Düzkan olamayacağını söylüyor(2). Ben anlamakta epey zorlandım, yani neden diye öne sürdüğü onca ucubeden böyle bir sonuç çıkarmayı nasıl başardığını elbette. Ayşe hanıma göre aşk heteroseksüelmiş!!! Pes! ve değil. Elbette efendi ve kölesi arasındaki aşk

heteroseksüeldir. Cinsiyet farklılıkları, gender açısından bakılınca yani kadın-erkek olma durumları altı çizilerek ortaya konuyorsa, bu aşk elbette heteroseksüeldir. Çünkü istisnalar dışında, taraflar birbirlerini eşit olarak göremeyecekler ve böyle bir eşitliğin olabileceğini düşünmeyeceklerdir de. Böyle olunca taraflardan kadınlar -ki bunda suçları yok gibidir- gönüllü olarak erkeklerin hizmetine sunacaklar kendilerini ve biz adet öyle olduğu, dünya böyle kurulduğu için hizmet veririz erkeklere ama en çok istediğimiz (aslında istedikleri için değil başka bir alternatifleri olduğunu görmelerini sağlayacak eğitimden bilinçli olarak mahrum bırakıldıkları için yaparlar, isteyerek yaptıklarını sandıkları şeylerin çoğunu) , onu sevdiğimiz için.'(3) tarzında güya neyi, neden yaptıklarının bilincindelermiş gibi tumturaklı laflarla günü kurtarmaya çalışacaklardır. Bunların hepsi eski marka göz boyasından başka nedir ki? Kendinizi kandırmayı bırakın bugüne kadar başka şekillerde görmemeyi başardığınız gerçekleri bugün de farklı şekillerde tekrarlamaya çalışmanın ne faydası olacak. Eminim ki kadına biçilen hiçbir şeyin onun boynuna borç olmadığı konusunda hem fikiriz. Bizler için tek çıkar yol yaşamı paylaşım olarak görmekten geçer (zaten başka nasıl açıklayabiliriz ki.) Benim kişisel görüşüm ve bence olması gereken (ben de başkalarından öğrendim) şudur; bir beraberlik esnasında kişiler kendilerini diledikleri gibi ifade edebilmelidirler. Eğer bir ilişkide, bu bir eşcinsel ilişki olsun, taraflardan biri kadın diğeri erkek rolünü oynayarak birbirlerinin sevgilerini

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 24


AŞK sahipleniyorlarsa bu benim için eşcinsel aşktır. Neden? Çünkü, taraflardan biri kadın gibi sevse de, kendini bir kadın gibi ifade etse de o bir erkektir. 'ne kadar da kestirmiş olsalar, onlar erkek.'(4) demiştiniz bir yazınızda-belki tam bu kelimelerle olmasa da-. Benim, kestirmiş (bu, adı geçen yazarın tanımlamasıdır) olsun olmasın bir kimsenin kendini ait gördüğü ve ifade ettiği kimliğine bakışım o kişinin bakışı kadar nettir, o sizin kadar kadındır veya erkektir bilmem kim kadar. Ancak şu gerçeği de unutmam, o kişiye yaklaşan erkek veya kadın neden biyolojik cinsiyeti kadın veya erkek olana değil de ona yöneldi? Cevabı çok basit 'eşcinsel olduğu için', onda bulduğu aşkı biyolojik gerçekliği doğuştan olan birinde bulamayacağı için. Yani demem o ki o rolü benimseseler de onlar kadındır veya erkektir, sunacakları aşk da bir erkeğin bir erkeğe, bir kadının bir kadına sunacağı aşktır yani eşcinsel aşk. 'Sıklıkla eşcinsellerin aralarında kadın erkek rollerini benimsediklerinin, bunu en çok aşkta çoğalttıklarının farkındayım.'(5) diyorsunuz. İnsanlar kimliklerini (cinsel kimlik değil elbette) kişiliklerine uygun buldukları ya da uygun bulunan rolleri taklit ederek oluştururlar. Uygun bulunandan kastım, medya sanki bütün eşcinseller travestilerden ibaretmiş yada travestilik eşcinsellikte gelinecek noktalardan biriymiş, bir basamakmış tarzından saçmaları neşrederek cinsel kimliğini yeni yeni çözmeye başlayan genç eşcinsellerin yanlış bilgilenmeyle kendilerine uygun olmayan bir alana yönelmelerine neden olurlar. Daha açıkçası Sayın Şahika Yüksel'in bir ropörtajda belirttiği transeksüelleştirmede bir basamak vazifesi görür. Tespitinizde haklı olabilirsiniz ama bunu genelleme hakkına sahip değilsiniz. Sizlerin bile sıkıldığı kurumlara hazine bulmuşçasına sarılanlar elbette olacaktır ama aşk cinsiyeti olan bir kurum olmadığı gibi size ait de değildir. Dahası aşk bir kurum da değildir. Hazine bulmuşçasına heteroseksüel kurumlarda eşcinselliğini yaşamaya çalışanları da burunlamaya kimsenin hakkı yok. Daha emekleme döneminde olan eşcinsellerin kimilerinin böyle seçim yapmaları doğaldır. 'Henüz hiçbir biçimi olmayan bir ilişkiyi A'dan Z'ye yaratmak zorundadırlar; dostluğu yani birbirlerine sevinç vermelerini sağlayan şeylerin tümünü.'(6)

Kadınların erkeklere nasıl kölelik ettiklerini anlatıyorsunuz. Kadının hep verdiğini erkeğin talep ettiğini anlatıyorsunuz. Ve kadının bütün bu yapıp etmelerinde gönüllü olduğuna değinirken sanırım birşeyi gözden kaçırıyorsunuz. Kadın beğendiği erkeği ele geçirmek veya elinde tutmak için bekaretini verir, evini temizler, çamaşırını yıkar, gömleğini ütüler, yaşamının denetimini ona sunarsa bu erkeğin aşkını (tabi ona aşk denebilirse) satın alıyor; kendi aşkını da verdiği rüşvetlerle satıyor demektir. Bu heteroseksüel aşk tanımlamasına giriyor olabilir ama bizimkine girmediği kesin. Peki sağlıklı mıdır bu ilişki? Cevap vermeye bile gerek yok: evliliğin daha ilk aylarında eşini aldatmaya başlayan erkekler ve onun nikahı bende diyerek gönüllerini yelpazeleyen kadınlar. Alın size hetero usulü aşk. Böyle aşklar elbette heteroseksüeldir. Sanırım Ayşe hanım artık bir karar vermek durumunda. İşine gelmediği yerde 'kestirmiş' de olsa kadın olmayan/sayılmayan, kadın sayılmadıkları için de sunacakları aşk, oynayacakları rol kadın aşkı ve rolü olmayan bu insanların aşkı nasıl bir aşktır? Eşcinselim diyerek acaba heteroseksüelliği mi kutsarlar? SONSÖZ Ne düşünürseniz düşünün, sizin kadın ve erkek kalıplarınızda değiliz. Erkeğiz erkeği seviyoruz; kadınız kadını seviyoruz. Birbirimize sunduğumuz aşkın 'eşcinsel aşk' olduğunu düşünüyoruz. Birbirimizin aşkına sığınıp, onun sıcaklığına kendimizi bırakışımızın ve birbirimize sevgiyi sunuş biçimlerimizin heteroseksüellikle bir ilintisi olmadığına inanıyoruz. Hetero aşkınız sizin olsun, eşcinsel aşk bize yeter. (1) Trapezci. Sunay Akın/Kaza Süsü (2) Pazartesi Gazetesi... sayı; 52-tem 99 'Aşk Heteroseksüeldir.' -Ayşe Düzkan (3) Pazartesi Gazetesi... sayı; 52-tem 99 'Aşk Heteroseksüeldir.' -Ayşe Düzkan (4) Pazartesi Gazetesi... sayı; 34-ocak 98 'Huysuz Bakireyle Çiçeği Burnunda Nişanlı' -Ayşe Düzkan (5) Pazartesi Gazetesi... sayı; 52-tem 99 'Aşk Heteroseksüeldir.'-Ayşe Düzkan (6) Dostluğa Dair... Michel Foucault

SEVMEK YA DA AŞIK OLMAK GEOPH KOZENY / Çev : KEREM / Communities, Sayı 87 İnsanların ideal topluluğu bulmakla ilgili hayalleri ile, aşık olmakla ilgili beklentileri birbirlerine çok benzer. Sıklıkla bu beklentiler, gerçeklikten çok güçlü bir hayal gücünü temel alır. "Aşkın gözü kördür" deyişi hem aşkı arayanları, hem de ideal topluluğu arayanları anlatan oldukça yerinde bir halk deyişidir. Şimdi, bu beklentiler hem lehimize hem aleyhimize çalışabilirler. Bunlar, geleceğe dair olumlu bir görünüm sunduğunda, gitmek istediğimiz yönde, bizi ileriye itecek motivasyonu sağlarlar. Halbuki, kendimize ilişkin, eleştirel sabit fikirlerle bize tuzak kurduğunda (kendimiz için hayal ettiklerimizi yaşayamadığımız için kendimizi yetersiz veya

bağımlı bulmamız gibi), sadece içimize bakarak fark edebileceğimiz şeyler için kendimize başkalarının gözüyle bakmaya itecektir. Eğer kişi güçlü bir iç görüye sahipse, herhangi bir olay, süreç, bakış açısı ya da kişiyle ilişkisini nesnel olarak değerlendirebiliyorsa, kendini zor durumlara düşmekten koruma şansı yüksektir ya da en azından zor bir durumla karşılaştığında yaşayacağı stres en aza inecektir. Diğer taraftan kendini korunmasız gören ve başka bir kişiye veya gruba bağlanmak için güçlü (umutsuz) bir ihtiyaç duyan kişi, koşulların gerektirdiğinden çok, yüzeysel ve sıklıkla yapay olan kaygılarla, diğerlerinin onun için ne düşündüğünü

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 25


AŞK gözeten seçimler yapacaktır. Sağlıklı topluluklar ve sağlıklı ilişkiler, kişinin neye ne kadar değer verdiği konusunda açık olma, duygu ve düşüncelerini aktarma, gündelik hayatın sahip olduğu değerlerle ne derece uyuştuğunu tartma ve kişileri yakınlaştıran değişim ve gelişmeyi besleme yeteneğini geliştirir. İnsanlar genellikle bir topluluğu ya da muhtemel bir sevgiliyi değerlendirirken, geçmişte yaşadığı zorlukları ve kendi eksiklerini önemsemez ve göz ardı ederken, geleceğe yönelik hayallerini ve güçlü olduğu noktaları işin içine katmak için elinden geleni yaparlar. Evimi paylaşmak isteyen onlarca kişiyle konuşurken şunu fark ettim: çoğunlukla karşı taraftan istedikleri, aslında kendilerinin gereksinim duydukları beceri ve olgunluktu. Kendileriyle ilgili ortaya koydukları ne oldukları değil, ne olmak istedikleriydi. Birisiyle işlerin yolunda gidip gitmeyeceği ile ilgili tahminlerde bulunurken en iyi ölçütler bence şöyle: a) geçmişte karşılaştığı zorluklarla nasıl başa çıktığını , b) yaşam felsefesi ve görüşleriyle ilgili ne kadar esnek (ki bu konularda ne kadar esnek ve geniş ise o kadar iyi) olduklarını anlamak. Ben, pek çoğumuzun görüşleriyle kendi gerçeklerimiz arasındaki boşluğu fark ettikten sonra, daha esnek ve yapıcı olarak olumsuz dinamiklere katkımı azalttım. İyi ya da kötü, bizimki gibi bir kültürde yetişmek bize aşk, evlilik, toplum ve özellikle de "neyin nasıl yapılması gerektiğiyle" ilgili görüş ve davranışlarımızı oldukça dar bir çerçeveye sokuyor. Yaşamlarımızda kültürel etkilerin o kadar önemli yönlendiriciler olmalarına rağmen, seçimlerimizi yaparken (kiminle birlikte görünmek istediğimiz, hayatta neyi başarmak istediğimiz, baskıyla karşılaşınca nasıl tepki gösterdiğimiz, zaman geçirmek için kimi yada neyi tercih ettiğimiz, ilgi çekmek ya da değerimizi ispatlamak için ne yapmak istediğimiz) bunlardan nasıl etkilendiğimizin hâlâ farkında değiliz. Mümkün olduğuna ve arzulanabilirliğine inandığımız şeylerin, ne yapmaya çalışacağımıza ve sıkı bir meydan okuma karşısında birilerine ya da bir şeylere sığınıp sığınmayacağımıza önemli bir etkisi oluyor. Yetiştiriliş tarzımız yüzünden sahip olduğumuz sınırlamalarda bize büyük yardımı olabilecek bir yetenek, kendine bakabilmektir (ebeveynlerimizin, öğretmenlerimizin, sevgililerimizin ve akranlarımızın yargılarına güvenmektense, kendimiz hakkında düşünmeyi öğrenmek). Tabi ki onların fikirlerini de göz önünde tutmak gerekir, ama bir karar vermek gerektiğinde, ya da sesimizi yükseltmek istediğimizde kendimizi dinlememiz gerektiğini anlatmak istiyorum. Değişikliklere açık olmamız bir de dil tarafından da sınırlandırılmıştır. Yakın ilişkilerimizde çoğunlukla birini sevdiğimizden ya da aşık olduğumuzdan bahsederiz. Peki bunun tam olarak anlamı nedir? Birine yönelttiğiniz aşk, o kişiyle ilgili duygularınızın bir ifadesi midir, yoksa daha çok sizinle ve sizin yetersiz bulduğunuz ve güvenemediğiniz yönlerinizle ilgili bir yorum mu? Birini sevdiğinizde: • Olumlu yönlerini hayran kalıp, takdir ederken, olumsuz özelliklerini, yetersizliklerini ve kusurlarını da ayırt ediyor, kabul ediyor musunuz? (koşulsuz aşkın en iyisi) • İstek ve ihtiyaçlarının farkındasınız, bunların gerçekleşmesi için ona yardımcı olmaya mı çalışıyorsunuz? (Ne hissederseniz hissedin, eğer bunu hissetmiyorsanız herhalde aşk denemez. Hadi buna buyurun: eşinizin daha çok

mutlu olacağını, ama sizden uzaklaşacağını bilmenize rağmen, onun bir başkasına olan ilgisiyle ilgili destekleyici olur musunuz?) • Habire onunla birlikte zaman geçirme hayalleri kurup, bunun ne kadar harika olduğunu mu düşünürsünüz? (Aşık olmanın klasik örneği- azı karar fazlası zarar.) • Başka bir işiniz olmadığında onu düşünüp, onunla birlikte olmadığınız her anı acı içerisinde mi geçiriyorsunuz? (Aşkın başa vurma hali, saplantı, tabi nadiren gerçekçi. Kendinizi bu halde buluyorsanız, tedaviye ya da danışmanlığa ihtiyacınız olabilir, belki de bu konularda daha tecrübeli birilerinden nasihat almaya. Ama bir de yeterince şanslıysanız aşkınızı büyütebilirsiniz.) Bir topluluğu aklınızdaki ütopyaya uygunluk açısından gözden geçirirken: • O toplulukla ilgili okuduğunuz ya da duyduğunuz her şeyin doğru olduğunu kabul edip, grubun ifade ettiği görüşlerine her şekilde sadık kalacağına ve sizin tüm ihtiyaç ve beklentilerinize cevap vereceğine mi inanıyorsunuz? (Büyük bir hayal kırıklığına hazır olun.) • Topluluğun ne kadar daha iyi olabileceği üzerine fanteziler kurup, diğerlerinin dile getirdikleri görüşlerinin ne kadar gerisinde kaldıkları ile ilgili yakınıp durur musunuz? (Daha iyiye götürecek bir bakış açısı değil, bir de kendi inanç ve davranışlarınızın şu anki durumda olmanıza katkısını görmüyorsunuz.) • Grubun etkinlikleri asıl görüşlerinden sapar gibi olduğunda durumu fark edip, açık bir şekilde birilerini öne sürmeden ve yakınıp sızlanmadan, değişiklik yapılması için yaratıcı öneriler mi getiriyorsunuz? (Eğer topluluğun büyüyüp değişmesini gerçekten istiyorsanız, birilerinin yanlış olduğunu kanıtlamaktansa, hedefleriyle ilgili hislerine hitap etmek daha etkili olacaktır. Unutmayın ki bilgi ve fikirlerinizden ne kadar emin olsanız da, herkes kendi doğrularına göre karar vermelidir.) • Bazen gerçeklerin hedeflenenlerin gerisinde kalabileceğini, değişimi gerçekleştirmek için zaman, çaba harcamak gerektiğini bilerek topluluğun temel değer ve eylemlerini ortaya koymaya mı çalışırsınız? (Gereksinimlerinizin karşılanması ve nispeten mutlu olma şansınız yüksek.) Bir insan ya da topluluğun mükemmel olacağına inanmak hayal kırıklığına davetiye çıkartmaktır. Yine de hangi beklentilerin gerçekdışı, hangilerinin mümkün olduğuna karar vermek zor bir iştir. En büyük başarma şansını hayallerimizde ısrarcı olarak, bir şey yaparken yapabileceğimizin en iyisini yapmaya çalışarak, kendimizin ve yanımızdakilerin standartlarını yüksek tutmaya çabalayarak, zaman zaman geriye dönüp baktığımızda kararlarımızı temellendirdiğimiz bazı varsayımların aslında tamamen doğru olmadığını keşfetmeye hazır olarak ve kendi bilgisizliğimizin de sorunlara ya da haksızlıklara katkıda bulunmuş olduğunu unutmayarak yakalayabiliriz. İste bu, hareketlerimiz sonucunda zarara uğramışlardan özür dileme, yaptığımızı onarmaya çalışma, önümüze yeni hedefler ve öncelikler koyup, anlam ve mutluluk arayışlarımız için yola devam etme zamanıdır.

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 26


AŞK ŞARK-İSLAM KLASİKLERİNDE EŞCİNSEL KÜLTÜR-V

Aşk Tanrı'ya Ortak Koşmaktır ZEKERİYA GÜN 1

ÖYKÜ METNİ "Uzun boylu, ay yüzlü bir delikanlı vardı. Onun sevgisiyle bütün âlem, yolunu yitirmişti. Sanat olarak bez yıkamayı seçmişti kendine; işi gücü de dilberlikti. Zırha benzeyen halka halka saçlarını dağıttı mı, bez yıkarken bir kumandan kesilirdi. İş önlüğünü beline bağladı mı, su içinden ateş salardı âleme. Kumaşı su içinde taşa saldı mı, âşıklar, libaslarını yırtarlardı. Bütün âşıklar, onun havasına kapılmıştı: Hepsi de bir uğurdan onun bez yıkadığı taşın altına döşenmişlerdi sanki. Bir ihtiyar da âşık oldu ona; aşkından pergel gibi başı dönmeye başladı. O gence öylesine tutuldu ki tecrübeli, pîr aklı, deliliğin ta kendisi kesildi. Yüzünün aşkıyla beli iki kat oldu; gönlü, bela denizinin girdabı haline geldi. Sonunda kendisini ona vakfetti; her işi onun için, onun adına, hem de iyice yapmadaydı; işi gücü oydu artık. Bir gün yüzünü görmese gönlünün ateşiyle tâkati kalmazdı. Her gün ücretle iş yapar, kazancını tutar, ona teslîm ederdi. Eline ne geçerse o gümüş bedenliye götürür, sarhoşça ona verirdi. Günün birinde genç, o ihtiyara dedi ki: "Her ân yanışın biraz daha artmada. Fakat bu suretle işin düzene girmez; ben çok altın isterim. Seninse fazla altın bulmana imkân yok. Bu yüzden gönlüm paramparça olmada." İhtiyar ağzını açıp dedi ki: "Sevgili, bir avuç ilikten, deriden başka elimde bir şey yok benim. Beni sat, elde ettiğin altını al git; sen hoş ol da bu bir şeyden haberi olmayan çaresizi düşünme." Genç o ihtiyarı derhal Mısır'a götürdü. Orda çarşıya bir kürsü kurmuşlardı. Âdetti, orda satıcının, üstüne oturması için bir kürsü koyarlardı. Delikanlı o kürsüye oturdu; ihtiyar da orda ayakta durdu. O Âşık İhtiyar, ne tuhaf şey ki "O anda duyduğum lezzeti asla unutamam" dedi. Bir adam gelip gence; "Şu ayakta duran İhtiyar senin kulun mu?" dedi. Genç, kürsüden cevap verdi; "Evet" dedi, "O benim kulumdur, ne diye soruyorsun?" Bundan daha ileri hangi nimet vardır, hangi nimeti daha üstün tutabilirsin ki Tanrı'n sana kulum desin. Sen yüzlerce canla Tanrı'ya kul olursan, o zaman Tanrı aşkıyla gönlün dirilir. Meğer Mısır'da bir adam ölmüş; oğlu da babasının öldüğü gün mezarının üstünde bir köle azat etmeyi ahdetmişti; o ihtiyarı satın alıp parasını gence verdi. Onu babasının mezarına götürüp azat etti; birçok da altın vererek gönlünü şad eyledi. "Dilersen" dedi, "Burada kal; burada malın da

eksilmez. Yok, istemezsen, o eski efendini arzularsan var git; çünkü hem hürsün, hem kendi kendinin padişahısın artık." İhtiyar ise gencin bulunduğu yere yönelip koştu; gene, gönlünü alana gönlünü teslim etti. Bir an bile yanından ayrılmadı; dünyayı onun yüzüyle apaydın gördü. Aşktaki doğrulukla ün aldı. O, muradına eriştikçe kendisi de bütün muradına ermedeydi. *** Âşıklıkta doğru olmazsan ancak kendine âşık olmuş olursun. Sevgilinin aşkındaki kemal, öyle olmalı ki bütün ömrünce inciler saçsan gene sevgiline ait sırı, ancak halin söylemeli. Kendini her an yeni baştan aşka başlamış, yeni baştan âşık olmuş sanmalısın." TAHLİL ÖYKÜ KİŞİLERİ Delikanlı: Uzun boylu, ay yüzlü, gümüş bedenli bir oğlan. Mesleği "bez yıkayıcılığı"dır. Yaşlı Âşık: Delikanlı'ya âşık olan ve onun aşkıyla yanıp tutuşan ihtiyar bir adam. Müşteri: Yaşlı Âşık'ı satın kalıp sonra onu azat eden kişi. DEĞERLENDİRME a)Metnin Özellikleri: Öykünün yer aldığı İlâhinâme, Ferideddin-i Attar2 tarafından yazılmış tasavvufî, manzum bir öykü kitabıdır. 261 öyküden oluşur. Kitabı iki cilt halinde Farsçadan Türkçeye çeviren Abdülbaki Gölpınarlı'nın da belirttiği gibi bu öykülerden 19 tanesinde "Yunanî aşk" görülmektedir. Gölpınarlı'nın Yunanî aşk dediği şey, eşcinsel aşktır. Çeviren, bu hususu belirttikten sonra; "Ancak bu aşkta şehvet ve tatmin hiç yoktur"3 demektedir. Bu doğrudur, fakat eksik bir ifadedir. Bu öykülerde elbette porno sahneler yer almaz. Ancak genç oğlanların dış görünüşleri olabildiğince ayrıntılı bir şekilde betimlenir ve bu da okuyucunun eşcinsel beğenisine hitap eder. b) Eşcinsel Tasvir: Öyküde homoerotik bir şekilde tasvir edilen oğlan, son derece yakışıklı (Uzun boylu, ay yüzlü ve gümüş bedenli) bir delikanlıdır. Saçları iç içe halkalar halindeki bir zırha benzetilmiştir, dolayısıyla buradan kıvırcık ve siyah saçlı olduğunu anlıyoruz. O kadar cazibelidir ki, onun sevgisiyle bütün âlem "yolunu yitirmiş"tir. Delikanlı bir yandan "dilber" sıfatıyla anılırken öte yandan zırha benzeyen saçlarıyla bez yıkarken adeta bir "kumandan" kesildiği, suyla uğraşmasına rağmen etrafına ateş saldığı vurgulanır. Zırh ve kumandan gibi askerliğe ait unsurlar, Delikanlı'nın kahredici güzelliğini daha kuvvetle duyurmak için

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 27


AŞK kullanılmıştır. Daha açıkçası o, tam bir erkek güzelidir; "aktif" bir "fucker"dır. Bütün âşıklar onun havasına kapılmış ve onun bez yıkadığı taşın altına döşenmişlerdir. c) Eşcinsel Aşkın Göstergeleri: Öyküde eşcinsel aşk, herhangi bir çekince duyulmadan vurgulanmaktadır. Yukarıdaki şekilde betimlenen Delikanlı'ya tüm erkekler âşıktırlar. Nitekim öykünün diğer kahramanı Yaşlı Âşık da onun aşkından "pergel gibi başı dönen"lerdendir. Yaşlı Âşık'ın başı dönmekle kalmaz, davranışları normallik sınırlarını iyice aşar ve dışarıdan bakıldığında delilik olarak nitelendirilebilecek davranışlar gösterir. Yaşlı Âşık, artık sevgilisinin güzel yüzünden başka bir şey düşünememektedir. Kendisini ona vakfetmiştir; onu bir gün görmese hastalanmaktadır. Üstelik ücret karşılığı çalışmakta ve kazandığı parayı da yakışıklı Delikanlı'ya teslim etmektedir. Fakat Delikanlı gaddardır. Yaşlı Âşık'ın etrafında pervane olmasını ve getirdiği altınları yeterli bulmaz; daha çok altın ister. Peki Yaşlı Âşık bunu nasıl bulacaktır? Meseleyi Yaşlı Âşık'ın güçlü aşk duyguları halleder: Kendisini köle olarak satmasını ve parasını almasını teklif eder Delikanlı'ya. Önemli olan sevgilisinin hoşnut olmasıdır; bu yüzden kendisini düşünmemesini ister. İşte burada aşkın yüceliği bütün parlaklığıyla ortaya çıkmaktadır. Adamın Delikanlı'ya aşkı o derece güçlüdür ki, onun uğrunda özgürlüğünün kaybedip köle olmayı bile göze alabilmektedir. Böylece aşkın eşcinsel karakterli de olsa yüce bir duygu olduğu vurgulanmış olur. Attar da, Camî ve diğer birçok sufi gibi aşkın eşcinsel veya heteroseksüel karakterine takılıp kalmaz. Önemli olan aşkın olgunlaştırıcılığı ve erdiriciliğidir. Şüphesiz mistik bir yaklaşımdır bu . Tüm sufilerin mecazî aşka, ilahî aşkın bir basamağı gözüyle baktıklarını yazı dizimizin daha önce ki bölümlerinde vurgulamıştık. Öyküdeki mistisizm bununla kalmaz. Delikanlı Yaşlı Âşık'ı Mısır'a götürür ve orda köle pazarında satışa

çıkarır. Yaşlı Âşık bu pozisyonu esnasında duyduğu lezzeti hayatı boyunca asla duymamıştır. İşte tam o anda bir müşteri gelir ve Delikanlı'ya; "Şu ayaktaki ihtiyar senin kulun mu?" diye sorar. Delikanlı olumlu yanıt verir. Attar'ın bu olayı değerlendirişi son derece ilginçtir. Bu değerlendirmeye göre, Delikanlı'nın Yaşlı Âşık'ı "Kulum" diye nitelemesinden daha ileri bir nimet olamaz. Çünkü Tanrı kabul edilen varlığın, insana böyle hitap etmesinden daha üstün ve haz verici bir şey olamaz. Burada İslam dininin "tevhit" anlayışı tasavvufî yorumuyla gündeme gelir. Aslında bir insanın diğer bir insana (Öyküde bir erkeğin diğer erkeğe) duyduğu güçlü sevgi, Tanrı'ya ortak koşmaktır ve dolayısıyla tevhit inancına zıttır. Âşığın tanrısı, sevdiği/âşık olduğu insan olmaktadır çünkü. Fakat bu durum öyküde eşcinsel aşk baz alınarak aşkın gücünü vurgulamak için gereklidir. Öykü burada bitmez. Müşteri, Yaşlı Âşık'ı azat edip sevabını ölen babasına bağışlamak için satın almıştır. Dolayısıyla onu özgürlüğüne kavuşturur ve ayrıca bol miktarda altınla da ödüllendirir. Özgürlüğüne kavuşan Yaşlı Âşık ise sevgilisi Delikanlı'ya koşar; tekrar gönlünün ve özgürlüğünü ona teslim eder. Bu sadakatıyla da devamlı sevgilisinin yanında kalma nimetine erişir. d) Kıssadan Hisse: Öykünün son bölümünde bu öyküden çıkarılacak mistik anafikir açık bir şekilde vurgulanır: Aşkta sadakat şarttır. Aşk kayıtsız-şartsız bağlılık ister. Bir çeşit kulluktur bu; Tanrı'ya ortak koşmaktır. 1. Ferideddin-i Attar, İlâhinâme II, Çeviri: Abdülbaki Gölpınarlı, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 1996, s. 55-58. 2. Feriddeddin-i Attar (1142-1220): İranlı sufi şair ve düşünürdür. Mantıku't-Tayr, Pendnâme ve Tezkiretü'l Evliya adlı yapıtları Türkçeye çevrilmiştir. (AnaBritannica-II, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1992, s. 543a) 3. Abdülbaki Gölpınarlı, "Önsöz," İlâhinâme, I, MEB Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 1992, s. XII.

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 28


HALK HİKAYELERİ

ŞU BİZİM KÖROĞLU İBRAHİM 12 Temmuz 1999 tarihli Hürriyet gazetesinde şöyle bir yer alan, dergimizin "Medya-Haber Yorum" bölümünde de başlık olarak verilen ilginç olduğunu düşündüğüm dış kaynaklı bir haber, halk hikayesi kahramanlarımızdan Köroğlu'nu aklıma getirdi. Gallerli bir edebiyat profesörü Robin Hood'un eşcinsel olduğu, Küçük John'un da Robin'in sevgilisi olduğu görüşünü ciddi olarak ortaya koymuştu. Hikayenin yaşandığı ya da halka mal olduğu ilk dönemlerde bu durumun bilindiği, daha sonra Kilise'nin etkisiyle işin bu yönünün paspas altı edilip Robin Hood'a bir de uyduruk ve zorlama bayan sevgili bulunduğu iddia ediliyordu. Gerçekten de öyküde bu bayan sevgili son derece siliktir ve eminim ki adı çoğumuzun aklına gelmiyordur. Küçük John ise öykünün olmazsa olmaz ikinci kahramanıdır. Tıpkı destanlar gibi farklı milletlerin halk hikayeleri de pek çok ortak özellik taşırlar. Köroğlu'nda Küçük John'un yerini "Ayvaz" alır. Köroğlunun sevgilisi olarak gösterilen Telli Nigar Ayvaz'a göre çok geri plandadır. Bazı anlatımlarda hiç bahsedilmez. Türkiye'den Özbekistan'a kadar çok geniş bir Türki coğrafyada bilinen öykünün birçok varyasyonu mevcut. Ülkemizde en yaygın varyasyon ise Köroğlu'nun Bolu Beyi'nin seyisinin oğlu olduğu ve adının Ruşen Ali olduğu şeklindedir. Ayrıntıları defalarca Cüneyt Arkın'ın filmlerini seyretmiş bir nesil olarak gayet iyi biliyoruz. Benim değinmek istediğim husus Ayvaz'ın nereden çıktığı, Köroğlu'nun yanına nasıl ve niçin geldiği, ilişkileri, samimiyet dereceleri, halvet edip etmedikleri vs. Çocukluk ve gençlik yıllarımın bir kısmını geçirdiğim Bursanın Orhaneli, Keles ve Mustafakemalpaşa ilçelerinin kırsalındaki, özellikle yörük köylerinde, yaşlılardan ve ev hanımlarından birinci ağızdan dinleme ve derleme imkanı bulduğum ilgili öykü, türkü ve söylemelerde hikayenin ikinci kişisi kesinlikle Ayvaz'dı ve Köroğlu'yla aralarında açık söylenmeyen, ama orta derecede zeka düzeyiyle bile anlaşılabilecek çok yakın, çok özel bir ilişki vardı. Yasak bir aşkın makyajlanmış, hafif bir tülle perdelenmiş biçimi gibiydi. Ya da söz konusu olan Köroğlu gibi nerdeyse kutsanmış bir kahraman olunca görmezden gelinen bir şeyler Ayvaz Köroğlu tarafından görülüp beğenilmiş, ikna edilerek ya da zorla kaçırılmıştır. Larousse'u açıp ansiklopedik düzeyde "Köroğlu" maddesine göz attığımızda bile karşımıza çıkan cümle şudur: "Ayvaz adlı delikanlıyı kaçırıp yanına aldı" Halk anlatımlarında olsun, yazıya geçirilmiş varyasyonlarda olsun ortak nokta Ayvaz'ın çok güzel bir delikanlı olduğudur. Bıyığının henüz terlememiş olduğu belirtilir, kız güzelliğinde bir delikanlı resmedilir. Ayvaz'ın cengaverlikten çok mahbûbluğu ön plandadır. Tasvirler, Divan Edebiyatı ve Osmanlı Saray çevresindeki oğlan tiplemesi havasındadır. Çocukluk yıllarında Bursa kırsalında dinlediklerimle fakültedeyken Bursa il merkezinde, Bolu ve Balıkesir'in köylerinden göç etmiş yaşlı komşularımızın anlattıkları büyük bir uyum içindeydi. Aynı dörtlük ve dizelere sık sık rastlanıyordu.

Benden selam olsun Bolu Beyi'ne Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır. At kişnemesinden, kargı sesinden Dağlar seda verip seslenmelidir. Öykü, baştan aşağı bir kahramanlık destanı havasındadır. Erkeklik, maçoluk figürleri egemendir. Olaylar, at avrat silah kutsal üçlemesinin çevresinde gelişir. Ne var ki sacayağının "avrat" ayağı biraz tuhaftır. Bir kılıç ya da bir atın tasviri bazen sekiz on kıta tutar. Kılıçlar şakırdar, kelleler kopar, yollar kesilir, kervanlar soyulur. Canlı bir savaş sahnesinin içinde bulursunuz kendinizi. Kargı seslerini duyar, at nallarının taşlardan çıkardığı kıvılcımları görürsünüz. Ve bu cehennemî ortamda bıyığı terlememiş, güzel, nahif, nazenin bir delikanlı çıkar karşınıza Nedim'in şarkı söylediği Sadabat bahçelerinde

ipek şalvarlı, can yakan, yürek hoplatan, Boşnak ve Hırvat devşirmesi erkek güzelleri gibi. Kelalaka bir durum vardır ortada. Eşek sikine kelebek konmuş gibi. Ben bir Köroğluyum dağda gezerim Esen rüzgardan bile hile sezerim Haracı aksatma namert bezirgan İnersem ovaya başın keserim.

Esen rüzgara bile güvenilmeyen, başların boyunların üzerinde kazara durduğu, kanla yıkanmış Bolu dağlarında bile öyle anlaşılıyor ki körpe ve diri bir erkek vücudunun, genç bir oğlan kokusunun yeri ayrıdır. Zira kanla, kılıçla, gürzle, mızrakla örülen maço anlatımlar Ayvaz söz konusu olduğunda birazcık yumuşar, birazcık lirizm ve insani hisler ortaya çıkar. Çamlıbel düzünden bir toz belirdi Ben de sanırdım ki Ayvaz gelirdi Ayvaz'ı görünce kır at delirdi. Yılan eğri dilli kır atım benim Şahin ela gözlü Ayvaz'ım benim

Köroğlu ve Ayvaz birlikteliği Anadolu'da o derece yer etmiştir ki Türk ailesinde karı ve koca için kullanılan adlandırmalardan biri olmuştur. Çocuklarını evlendirmiş, evde kendi başlarına kalmış yaşlı çiftler durumlarını "bir Köroğlu bir Ayvaz kaldık işte" diyerek tanımlarlar. Burada evin hanımına Köroğlu, beyine Ayvaz denmektedir ama önemli olan eşleştirmedir. Hem belki de Köroğlu Ayvaz arasındaki görev ve rol paylaşımı sandığımızdan daha karmaşıktır. Ayvaz'ın erkeğinin(!) gözündeki değeri bizzat Köroğlu'nun ağzından veciz biçimde anlatılır. Taze bir gelin bile Ayvaz'a tercih edilmez. Benim Ayvaz'ımın sırtı yelekli Bir koyun verseler ardı şişekli Bir gelin verseler altı döşekli Ayvaz benim olsun gelin beylerin

Ayvaz'la karşılaştırma yapılırken kullanılan kriterlere dikkat çekmek istiyorum. "Şişek" sözcüğü bir yaşını doldurmuş dişi koyun yavrusu anlamındadır. Hayvancılıkla geçinen, zamanın göçebe yada yarı göçe kırsal kesim halkı için ardında yavrulaması yakın bir şişekli koyunun önemi ortadadır."Altında döşeği olan gelin"den kastedilen çeyizi zengin, eşyası fazla kız ya da gelindir. Hikayenin doruğunu oluşturan cenk sahneleri ve platosunu çizen aşk anlatımlarından sonra trajik dizelerin sıralandığı final tasvirlerine geçilir. Genellikle Köroğlu öykülerinde diğer halk hikayelerinin tersine hafif buruk, biraz acılı ve yaslı bir son egemendir. Köroğlu der ki uslandım artık Karanlık kabirde üzerim örtük Ayvaz elin olmuş yeleği yırtık Ararım aydınlık ah ele geçmez Feleğin kıydığı can ele geçmez

Bu dizeler bir çok kez öykünün sonunda okunur. Ama Köroğlu denince finale daha yakıştığına inandığım, klasik bir dörtlüyle son noktayı koymak istiyorum. Düşman geldi tabur tabur dizildi Alnımıza kara yazı yazıldı. Martin icat oldu mertlik bozuldu Eğri kılıç kında paslanmalıdır.

Eğri de olsa kılıçlarınızın kınlarında paslanmaması dileğiyle.

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 29


MİTOLOJİ

DÖNERSEK BİR VAKİT MİTOLOGYANIN SARI SAYFALARINA AGATHADAİMON (Bu yazı; aşkı, cehennemin anahtarı sayan örümcek kafalı yobazlara, ve çağdaşlık kisvesi altında homofobi'nin uşaklığına soyunan günümüz sözde aydınlarına ithaf'en kaleme alınmıştır...)

(hazin bir eşcinsel aşk hikayesi:) APOLLON-HYAKİNTHOS MİTİ

"herşeyden evvel KHAOS vardı" tümcesiyle başlar Antik Yunan'da mitologya. Gün olur; Karmaşa kendi anaforunda boğulur, Siluetler doğrulur. Durulmuş tabiatta Bir çekimlik soluğun yolu tutulur. ....... beşerin tabiatla ilişkisinden olma gayr-î meşru bir çocuksa mitologya ve bu çocuk, bedeninden bedenler dirilterek gelebilmişse bir milenyum'un daha kıyısına ondan dinleyeceğimiz çok öykü olmalı dostlar SİLKİNMEMİZ ADINA!

Kral Amyklos'un HYAKİNTOS adında güzel bir oğlu vardı. Çok yakışıklı bir delikanlı olduğundan ışık ve güzel sanatların tanrısı APOLLON onun güzelliğine hayran olmuş, ona candan bağlanmıştı. Samimiyetleri ve dostlukları çok ileri gittiğinden boş zamanlarını EUROTAS'ın çiçekli kıyılarında çimenler üstünde disk atmakla geçirirlerdi... Bir gün yine her zamanki gibi aynı yere gitmişler, akan derenin şırıltısını dinleyerek bu eğlenceli oyunla meşgul oluyorlardı. Fakat başı çelenklerle süslü kelebek kanatlı ve sarışın ZEPHİROS da Apollon gibi, güzel Hyakintos'a gönül vermişti. Onun Apollon'la sıkı fıkı görüşmesini çekemiyor, adeta kıskançlıktan kuduruyordu. Zephiros, gemicilerin en sevdiği rüzgar olduğu halde görevini yapmıyor hatta kederinin arttığı dönemlerde gemileri kayalara bile çarptırıyordu. İşte Hyakinthos'a hastalık derecesinde bağlanan Zephiros fırsattan yararlanarak, Apollon'un diski Hyakinthos'a attığı sırada bir hareketiyle diskin yolunu şaşırttı ve delikanlının kafasına çarptırdı. Zavallı Hyakinthos hemen yere yığıldı. Kafası patlamış, ağzından burnundan durmadan kan geliyordu. Bu felaket karşısında Apollon kalbinden vuruldu. Deli divane oldu. Apollon hemen sağlık tanrısı ASKLEPİOS'u çağırdı ve ona en etkili ilaçları koymasını söyledi. Fakat ne yazık ki ilaçlar işe yaramadı ve Hyakinthos can verdi. Kederinden ne yapacağını bilemeyen yaz mevsiminin kızgın tanrısı şöyle bağırdı: -Ey sevgili çocuk, ölüyorsun, senin taze ve güzel gençliğini ben kendi ellerimle yıktım, yok ettim. Madem ki ben seninle mezara, yer altına gelemiyorum, madem ki benim yerim göklerdedir, istiyorum ki seni kendim gibi bir ölümsüz yapayım. İstiyorum ki seni, neşeli ve kudretli olduğum zamanlarda görebileyim, ışıklarımla seni okşayayım, koklayayım. Onun için seni çiçek yapacağım. Sen yaşayacaksın. Ben dünyaya yaklaştığım ve ilkbahar kara kışı bozguna uğrattığı zaman sen topraktan baş kaldıracak fışkıracaksın... Apollon bu sözleri söyledikten sonra Hyakinthos'un kanının düştüğü yerden bizim SÜMBÜL dediğimiz çiçek fışkırır boy verir... Kaynak: Klasik Yunan Mitolojisi, Şefik Can, İnkılâp Kitabevi

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 30


Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 31


TARTIŞMA

ELEŞTİR-EME-ME A. GALİP "Sanat, talepten ihtiyaç çıkarıldığında geriye kalandır." T. Eagleton

I Sanat, yaratıcısının olduğu kadar izleyicisinin de belirli bilgi eşiklerini geçmiş olmasını zorunlu kılar. Kimi sanat eserlerinin yaratılmasından çok sonra hak ettiği değeri bulması, onun vaktinden önce doğmak gibi bir kusura sahip olmasının yanı sıra daha çok izler-çevrenin doğru değerlendirme yapabilecek titizliği göstermemiş olduğunu ileri sürebiliriz. İzler-çevrenin söz konusu esere yeterli ilgiyi göstermemesinin burada anamayacağımız kadar çok sebepleri vardır. Ancak burada sadece bilgi eksikliği üzerinde duracağız. Tıpkı sanatçının yeteneğine, yaratıcılığına ek olarak ürün verdiği alanın kapsamlı bir bilgisine sahip olmak yükümlülüğünü taşıyor olması gibi izleyicinin de doğru değerlendirme yapabilmesi için neyle karşı karşıya olduğunun bilgisiyle donanmış olması gerekir. Sanatla ilgilenmenin belli sanat kurmaylarına havale edilecek profesyonel bir uğraş olduğu düşünülmüyorsa kaçınılmaz biçimde sanat hakkında bilgilenme faaliyetine girmek gerekecektir. Ancak her sanat izleyicisinin ilgilendiği tür hakkında detaylı bir bilgi birikimine sahip olması, mümkün olamayan ama ideal bir durum olarak görünebilir. Sanırız bu nedenden dolayıdır ki sanat ürünü ile izleyici arasında eleştirmenler bulunmaktadır. Biriken ve yaygınlaşan sanat pratiğinin bir sanayi oluşturacak kadar genişlemesiyle izleyicilere ürünleri tanıtma, aktarma gibi işlevleri yüklenecek olan eleştirmenler doğmuştur. Bu da, bir sanat ürününü değerlendirme işinin doğal olarak yalnızca eleştirmenlerin göreviymiş gibi bir yanılsamaya neden olmaktadır. İzleyici artık ulaşılabilirliği en fazla olan bir eleştirmenin sözlerine kulak asarak kendisi için seçilen ürünleri izleyecektir. İzleyici için eleştirmenin yargısı tayin edici bir rol üstlendiğinden eser karşısında kendi kendisinin kılavuzu olma, eleştirme, yargılama, değerlendirme gibi çeşitli zihin faaliyetlerine girmekten geri durmaktadır. İzleyici eser karşısında gereğinden fazla ölçüde tembellik hakkını kullanarak medyanın da etkisiyle adından övgüyle söz edilen eserlerden kendine bir şey katmaksızın şöyle bir göz gezdirmekle yetiniyor. Bu yazımızda ne izleyicilerin "cehaleti" üzerinde duracağız ne de eleştirmenlerden bahsedeceğiz. Sadece eleştiri pratiğine ilişkin bir iki belirlemeyle yetineceğiz. Günümüzde bir sanat pratiği olarak değerlendirilen eleştiri ürünleri en az kendisine konu seçtiği sanat eseri kadar ilgi gören bir düzeye ulaşmış durumdadır. Sanata ilişkin çeşitli akımlar, zenginliğine paralel olarak eleştiri de aynı zenginliği paylaşacak biçimde bir kuramlar farklılığı sunmaktadır. Özellikle edebiyat eserlerinin eleştirisi söz konusu edildiğinde yazarı, eseri ve okuyucuyu ayrı ayrı her birini merkezi bir önemle ele alan veya hepsini bir bütün olarak değerlendiren bir çok eleştiri kuramları kimi zaman bir birini destekleyen kimi zaman bir birini dışarıda bırakan yöntemlerle eserin değerini ortaya koymaya, benzerleri arasındaki yerini

göstermeye uğraşmaktadır. Yine başka bir takım eleştiri kuramları sanatı insanın yaşantısını zenginleştirme aracı olarak görüp eserin kişiye ne gibi farklı yaşam olanakları sunduğunu araştırırlar. Çeşitli eleştiri kuramlarının bolluğundan söz ederken yukarıda sanatla uğraşmanın profesyonel bir iş olmadığına yönelik vurgumuzu unutup da çelişik bir durum yaratmak istemeyiz. Dikkat çekmeye çalıştığımız şey eleştirirken gerekli bilgiyi ve yeterli ilgiyi ihmal etmeme gayretini göstermektir. Çünkü bir sanat eserini eleştirmek "beğendim-beğenmedim" ya da "iyi-kötü" duygu yüklü anlatımlara baş vurmak değil; eserin değerini ortaya çıkarmaya yönelik eleştiri ve estetik disiplininin terim bilgisiyle donanıp yaratıcı bir okuma becerisi sergileyebilmektir. Aksi yönde bir tutum eserin değerini ortaya koymayı değil sanatçıdan veya eserinden umduğumuz beklentileri; eserin değerinden çok kendi önyargılarımızı açığa çıkaracaktır. Son dönemde bu tür eleştirilerle sık sık karşılaşmaktayız. Örneğin eserleri peş peşe baskı yapan ve yaygın biçimde okunan birkaç yazarımıza (Orhan Pamuk, Ahmet Altan, Murathan Mungan) yönelik eleştirilere bir göz attığımızda belli eleştiri kuramlarından hareketle ya da o kişinin kendi perspektifiyle temellendirilmiş, yeterli epistemolojik temelleri olan, okuyucuyu estetik ve eleştiri disiplininin terimleriyle tanıştıran, eserin değerini doğru biçimde ortaya koyan değerlendirmelerden çok eleştiren kişinin dar bakış açısını ve önyargılarını yansıtan, eserden çok yazarına kimi sıfatlar yükleyen ezberlenmiş deyimlerin sıralandığını görüyoruz. Eleştiri yazılarının çoğu ele aldığı eserin benzerleri içerisindeki yerini doğru biçimde belirlemekten uzaklar. Eleştirmenliğe kalkışanlar daha çok sanatçıyla ya da eserin kahramanıyla empati kurup övgülerini veya sövgülerini cömertçe harcıyorlar. Eser yerine yazarını eleştiri masasına yatırıp bazen doğru belirlemelerden hareket etseler de, yöntemlerinin doğru olmayışı yüzünden hayali sıçramalarla fantezi harikaları yaratıyorlar. Orhan Pamuk'un Benim Adım Kırmızı'da aslında Cumhuriyet dönemini kötülediğini, 400 yıllık zaman dilimine rağmen, söyleyebiliyorlar. Ahmet Altan'ın Kılıç Yarası Gibi romanını bilmem ne -ist mantığının ürünü diye değerlendiriyorlar. Bu akla ziyan ifadeler eserleri yansıtmaktan öte kaleme alanların amaçlarının eleştiri yapmak değil başka niyetlere koşullanmış zihniyetlerini açığa vurmalarına imkan tanıyor. II Bir başka yanlış diyebileceğimiz eleştirme yöntemi de onaylanmayan bir tavrından dolayı sanatçıya duyulan tepkinin eserlerini kapsatacak biçimde genişletilerek sürdürülen eleştiridir. Herhangi bir biçimde sanatçıya duyulan ilgi, onunla kurulan yakınlık dolayısıyla eserlerine yönelmek sanatçıyla kurulan bağın sürmesine bağlıdır. Sanatçı gözden düşünce eserleri de ya görmezlikten gelinir ya da kıyasıya olumsuzlanır. Bu tür

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 32


TARTIŞMA eleştiriler kendi içerisinde büyük bir çeşitlilik gösterirler. İyi niyet temelinden başlayıp samimi itiraflar ve eleştiriler içerenlerinden karalama ve yok etmeye yönelik kötü niyetli olanlara dek uzanan geniş bir hat izlerler. Burada iyi niyetli ve samimi ancak naif bir eleştiri örneği üzerinde duracağız. "Murathan Mungan Nereye Koşuyor?" başlıklı (KAOS GL, Ekim 99) yazısında İzmir'den Kaşık Düşmanı rumuzlu arkadaş M. Mungan'ı Cezmi Ersöz'e söylediği bir sözden (yazıdan anlaşıldığı kadarıyla C. Ersöz'ün Leman'daki yazısından aktarılıyor ancak tarih ve sayı verilmiyor) ve bu sözün sarf edilmesine neden olan tutumundan dolayı sitem ediyor ve eleştiriyor. M. Mungan'ın C. Ersöz'e söyledikleri şunlar: Sen yazarlığı ucuzlatıyorsun... İmza günlerine, söyleşilere gittiğin şehirlerde öğrenci evlerinde ya da üçüncü sınıf otellerde kalıyormuşsun. Senin yüzünden ben de zor durumda kalıyorum... Bundan böyle gittiğin yerlerde beş yıldızlı otellerden aşağı yerde kalmayacaksın (Aktaran Kaşık Düşmanı, KAOS GL, Ekim'99 62 / 32)

Kendisini M. Mungan'a bağlayan şeyi "eşcinsel olduğumdan dolayı yazdıklarında kendimi bulmam" diye belirten Kaşık Düşmanı, öğrencilik yıllarında bütün maddi sıkıntısına rağmen kitaplarını okuduğunu ancak M. Mungan bu tavrını sürdürürse artık onu okumayacağını bildiriyor. M. Mungan'ın Orhan Pamuk'tan sonra (Kaşık Düşmanı O. Pamuk'u hiç sevmediğini belirtmek gereğini hissetmiş ancak sebebini açıklamamış) medyanın ikinci starı olmasını da taviz vermiş olmasına bağlayan Kaşık Düşmanı yazısını "Alçalan insanların yükselen değer yargılarından uzak dur." diye bir uyarıyla bitiriyor. Kaşık Düşmanı'nın andığımız yazısının şöylesi bir meziyeti var. M. Mungan'ın yadırgadığı sözlerinden hareketle eserlerini eleştirmiyor. Sadece tutumunu eleştiriyor. M. Mungan'ın yazılarında kendini bulduğunu bildiriyor zaten. M. Mungan bir "Eşcinsel duyarlılığıyla" yazmaya devam ettikçe aksinin olması için bir neden yok. K. Düşmanı'nın itirazı M. Mungan'ın kirliliğe sürüklenmiş olması. M. Mungan'ın sarf ettiği sözleri böylesi bir sürece girdiğinin göstergesi olabilir. Ancak bizim K. Düşmanı'nın naif bulduğumuz yanı tepkisinin ve eleştirisinin etkili bir hedefe ulaşamıyor olmasıdır. M.

Mungan'ın eserlerini satın almamak, okumamak anlaşılabilir bir tepkinin ifadesi diye düşünülse de bu onu doğru değerlendirmenin bir yolu değildir. Kaldı ki M. Mungan bir söyleşisinde (sayı ve tarihi anımsayamamakla birlikte muhtemelen öküz dergisi) eşcinselleri ne potansiyel bir okuyucu kitlesi olarak gördüğünü ne de onlara yazmak gibi bir kaygısı olduğunu söylemişti. M. Mungan ne eşcinsellerin kurtuluşu uğruna ne de başka bir düşüncenin hayata geçirilmesi, bir haksızlığın giderilmesi uğruna her hangi bir militanlık yapmayı tercih etmeyebilir. Ki bu konuda da temkinli olmak gerekir. Kürtlerin mücadelesine verdiği desteği hatırlamalıyız. Önemli olan M. Mungan'ın bir sanatçı olarak, bir aydın olarak ya da bir entelektüel olarak neyi ifade ediyor ve ürettikleriyle az çok faaliyetleriyle kimden yana tavır takınıyor olmasıdır. Sorunlar yumağı ve haksızlıklar odağı olan bu ülkede yaşayan biri olarak belli protestoları yükseltmesi elbette ondan beklenilen bir şeydir. Ancak bir sanatçı olarak ondan beklenilen şey eserlerindeki farklı yaşam olanakları, farklı değerlendirme olanakları sunması ve yaşamı zenginleştirmesidir. Son dönem içerisine girdiği medyatik ilişkiler ağı içerisinde değer tüketen ilişkileri tersine çevirip kişiyi kirlenmeye iten süreci deşifre edebilmesidir. Cezmi Ersöz'e yönelik sözleri karşısında M. Mungan uyarılmalıdır. Çünkü M. Mungan yanlış kişiye saldırıyor. Ya imza günlerine gitmesin ya da tercih ettiği seyahat ve konaklama biçimini yayınevinden talep etsin. Bu yazıyı eleştiri ürünü adına kışkırtıcı bir öneriyle bitirelim. Önerim genel olarak KAOS GL okuyucularına özel olarak da K. Düşmanı'na yönelik olacak. K. Düşmanı örneğin Orhan Pamuk'u neden sevmediğini bir eleştiri bütünlüğünde sunabilir. Ya da Murathan Mungan'ın eserlerindeki eşcinsellik fenomeni üzerine bir araştırma yapabilir. Ben kendi adıma, bir heteroseksüel olarak M. Mungan'ın eserlerini bu yönüyle ele almaya şu aşamada pek istekli değilim. Ancak onun Üç Aynalı Kırk Oda'sını önemsediğimden ayrıca başka bir yazıda incelemeyi umuyorum.

MURATHAN'IN ARKASINDAN YILDIZ TOPLAMAK Ya da GODOT'YU BEKLERKEN CEZMİ E. GELDİ ama YILDIZLARI EKSİKTİ ÜMİT KADER Herşey Cezmi Ersöz'ün Leman Dergisi'ndeki köşesinde yazarlar arasında gelişen elitizm üzerine bir yazı yazıp, örnek olarak da bir tarihte Murathan Mungan'ın söylediğini iddia ettiği elitizm kokan(!) 'beş yıldızlı otellerin güzelliği, öğrenci evlerinin ve üçüncü sınıf otellerin banâllığı' konulu 'bir' dizi konferansı aktarmasıyla başladı. Sonra Kaos'un Ekim sayısında 'Kaşık Düşmanı' rumuzuyla "Murathan Mungan Nereye Koşuyor" başlıklı bir yazı yayınlandı. Arkadaşımız, nedendir bilmem ihtimal gözetse de Sayın Ersöz'ün anlattıklarına kapılmış, Murathan Mungan'a verip veriştiriyordu. Bu konuda son haberi günlük gazetelerimizden birisi yaptı. "İki şairin beş yıldızlı otel kavgası" başlıklı

haber medyanın her zamanki bilgilendirmeye yönelik eşsiz çabasının(!) bir ürünüydü. Haberde, Cezmi Ersöz'ün yazısından yola çıkarak Kaos GL'de (Gazetede derginin adı iki ayrı şekilde yer alıyor; Kaos LG ve Kaos GL) yayınlanan yazıdan ve Ersöz'ün bu yazıyı yazmaktan duyduğu pişmanlıktan ve herşeye rağmen iddiasındaki ısrarından bahsediliyordu; aynen aşağıdaki şekilde, "Murathan Mungan çok sevdiğim bir yazardır. Bir polemik doğmasını istemedim, ama böyle bir konuşma (bu bir konuşma değil dinleme) oldu. Ben de onları Leman'da yazdım. Üzüldüm, sonradan çok da pişman oldum, ama kırıldım. Keşke bunları söylemese, beni incitmeseydi." Ayrıca Ersöz, yazı yayınlandıktan sonra Murathan'la karşılaştıklarını ve "iki yıldır seni

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 33


TARTIŞMA görmüyorum bunları nereden çıkarıyorsun?" dediğini söylüyor ve "Halbuki söylemişti" diye ekliyor. Bu arada görevinin bilincindeki(!) gazeteci arkadaş, "İki şair arasındaki "Beş yıldızlı otel savaşı"nı kim kazanacak?", "Edebiyat matinelerinde ve imza günlerinde savaşın sonu merakla bekleniyor", "Cezmi Ersöz mü beş yıldızlı otellere terfi edecek, yoksa Murathan Mungan mı tenzili rütbe ile "öğrenci odalarına" dönecek?" tarzında birkaç kıytırık cümleyle haberini bitiriyor. Asıl önemli olanı, Murathan'a bu konuda söz hakkı götürülüp, götürülmediğini, köşelere bir yere sıkıştırıyor. Bunu yaparken de Reha Muhtar tarzı sorularıyla mide bulandırıyor. Ne kadar yerinde olur bilemem ama asıl söylemek istediklerime geçmeden evvel şahsi kanaatimi (kimse için önemli olamayacak olsa bile) belirteyim, ki isteyen bu yazıyı okumaya burada nokta koyabilsin. (Aslında nokta koymasalar ben onlara istedikleri kadar virgül verebilirim.) Çünkü, yazı -yeni olsa da- bu paralelde şeyler söyleyecek. Ersöz hiç de inandırıcı değil. Benim gibi Murathan'ı uzun yıllardan beri takip etmeye çalışanlar bilirler, bir dönem Öküz Dergisi'nde de yazılar yayınlamıştı. İşte bu derginin 22 Aralık 1996 tarihli 16. sayısında şunları söylüyor: "Geçen aylarda son kitabım Murathan'95 nedeniyle birçok şehirde söyleşi ve imza günü programına katıldım. Bana gösterilen ilgi, sevgi ve coşku içimi ışıttı. Beni mutlu kıldı. Yazdıklarınızın boşa gitmediğini görmeniz güzel bir şey. Sandığınız kadar yalnız olmadığınızı bilmek de… En azından bunun için bile değer. Okurlarım gerçek arkadaşlarım benim. Bir ara kendim de esprisinin yapıyordum; Siyahbeyaz Türk filmlerindeki şarkıcılar gibi, elimde tahta bavul adım adım Anadolu turnesine çıktım diye. Ama kültür ve sanat dünyamızın kimi "snopları" bu tür etkinlikleri "taşrada bayiler toplantısına gitmek" olarak görüyorlarmış. Edebiyatta taşra yoktur. Dünyanın taşralısı olmak vardır. Dünyanın taşralıları da İstanbul ve kendilerini dünyanın merkezi sanırken, dünya eskisinden de hızlı döner. Her yazar, her şair yazdıkları, dedikoduları kadar değil. İzmir'den gelen bir mektubun, Urfa'dan gece gelen bir telefonun hatırına çok yere giderim. Popülist olmadan popüler olmayı başarmış kaç kişi var şu Türkiye'de?" Şimdi yukarıdaki satırları yazan bir yazarın Sayın Ersöz'ün, söylediğini iddia ettiği sözleri söyleyeceğine inanmam nasıl beklenir? Belki kendisi çıkıp, "ne var söyledimse söyledim" dese bile inanmayacak kadar güveniyorum ona. Sınıflama yapmadan, her insanın aldatıldığını anlayabileceğini belirtmek istiyorum; aldatılsaydım anlardım, geç de olsa. Bu kadar emin olmamı sağlayan, Murathan'ın iyi ve usta bir yazar olmasının sağladığı imkânlarla göz boyama turlarına çıkmayacak kadar dürüst ve sahici olduğunu hissettiren birbirinden değerli çalışmalara imza atmış olmasıdır. Ayrıca gazete ve dergilerde yayınlanan birçok röportajında da bu konuya değinmesi, bunun onun için ne kadar önemli olduğunu gösterir. Mesela Votre Beauté ile yaptığı röportajda şunları söylüyor Mungan; "Ben okurumu hiç aldatmadım ve hayal kırıklığına

uğratmadım. Okurum bir kitabımı diğerinden daha az ya da daha çok sevebilir ya da şair yanımı hikayeciliğime tercih edebilir. Ama ben okurumu hatta beni sevmeyenleri bile gerçekliğime inandırdım. Numara yapmadığımı biliyorlar. Bir tür garanti belgesi bu. Kültür seviyesi ne olursa olsun sahicilik çok çabuk sezilen bir şeydir…" "… Bana 'oy verenler' bir serüvene oy veriyorlar. Onlara yalan söylemiyorum. İçinin tenezzüllerini yüksek tutmak iyi sanatçı olmanın yollarından biridir. Ben de bu yoldan asla vazgeçmedim." Leman çevresinde yazılıp çizilenlerin ne menem şeyler olduklarını bu güne kadar çok gördük. Başlarda şaşırdık, 'ne alâka dedik', ama artık şaşırmıyoruz. Bir bakarsınız kendini mizah yazarı sanan birisi engin bilgisiyle eşcinselliği tanımlamış(!); bir bakarsınız yüzünden riya akan birisi eşcinsellerin dokunulmazlıklarından bahsetmiş, kendince, pislik tutucular demiş. (O yazıyı okuduğum zaman Oscar Wilde'ın çok sevdiğim bir sözü geldi aklıma, "hepimiz boklar içindeyiz ama bazılarımız yıldızlara bakıyoruz" diyordu Wilde.) İlginçtir kendi yaşamlarının sağlamasını yapmaktan aciz heteroseksist denyolar, konu eşcinsellik ve eşcinseller olunca allame-i cihan kesiliyorlar. (Hikmeti ne ola ki?) Leman demiştik, şimdi de Cezmi Ersöz diyelim. Biliyoruz, kendileri Leman çevresinden ağır bir yazar. Ben onu, iki ayrı kitap -ama birbirinin devamı olarak yayınlanan 'Son Yüzler-İstisnalar Kaideyi Bozar'la tanıdım. Sonra tek bir kitap oldu ve Mephisto Yayınevi'nden çıktı yanılmıyorsam. Yıllarca yazılarını ve yazılarını topladığı kitaplarını ve ardından 'Şehirden Bir Çocuk Sevdin Yine" adlı şiir kitabını elimden düşürmedim. O güne değin kimselerin ilgilenmediği konularda hoş yazılar yazıyordu. Ancak zamanla yazıları benim için vazgeçilmez olmaktan çıktı, şiirler ise hiçbir zaman vazgeçilmezim olmadı zaten. Yazdı, yazdı… "Hep aynı şeyleri yazmanın döngüsünü, çoğu kez tutarlılık sanma yanılgısı…" içinde oldu Murathan'ın deyişiyle. Beğendiğim bir yazardı ama ustalaşmanın tuzağına düştü. İyi yaptığı işlerden, onlarca, yüzlerce yaptı. (ve ara ara yazılarını okuyorum, hiçbir değişiklik göremiyorum). Tabi bunlar benim şahsi görüşlerim. Hiç bu görüşleri paylaşmayan ve sürekli aynı şeyleri yazmasından sıkılıp, kendisine sitem dolu bir mektup yazan arkadaşıma dergideki köşesinden 'sevgiler' mesajı yollayan Ersöz'ün bu yönde çok eleştirildiğine eminim ama bunlar yazımızın konusuyla o kadar da alâkalı değil. Farzedelim, bir gün bir arkadaşınıza birşeyler söylüyorsunuz. O, bunları kendine saklamak yerine, yazılarını yayımladığı dergide, bir yazının satırlarına yedirerek yayınlıyor. (Bu ahlâklı bir davranış mıdır?) Yapanın amacı nedir? Eğer yazdığı konuyla ilgili canlı bir örnek vermekse amacı, yazar ismi vermeyip, yaşadığı olayı anlatmakla yetinebilir. Özellikle isim vermesinin amacı ne ola ki? Her yazar ve şairi bir yönüyle -yazısıyla, şiiriyle yenemediğini, kişisel herhangi bir özelliğiyle- alt edeceğini ispat olmasın. Biliyoruz ki Murathan'ı yazar olarak, şair olarak silkelemek mümkün değil. K. İskender'in Varlık Edebiyat (Aralık 98, Sayı 1095) dergisindeki 'Şiirlideğnek' köşesinde değindiği gibi

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 34


TARTIŞMA "Özgün ve usta olabilen birkaç şairden birisi, O." Serdar Turgut bir yazısında "eşcinselliğe tepki dönemine" girdiğimize değinmişti, sakın bu yaklaşım farklı bir tepki türü olmasın. (Yani özellikle son bir senedir neredeyse her hafta bu konuda, Aktüel tarzı yaklaşımları geçtim, köşebaşlarını tutmuş kişiler heteroseksist düzeni yeniden üretmek anlamına gelecek abuk-sabuk yazılar(!) yayınlamakta) Biliyoruz ki kendine hedef seçemeyenler kinini genele kusar; seçenlerse seçtiği kimseye. Neden kin kusma diyorum? Mungan 'artıhaber' dergisiyle yaptığı bir rapörtajda, "Edebiyat dünyasından bazı insanlar da ara ara, küçük küçük kin kusuyorlar" demişti ve yine aylık bir dergide -Vizyon-Ocak'96- "Türk kültür ve sanatında, adımın üstünde çok uzun süredir bir kurukafa işaretiyle, bir çapraz kemik olduğunu ben de biliyorum." diyordu. Ve ekliyordu, "Türkiye'de insanlar hangi kültür, düzey, sınıfta olursa olsunlar sezgileri güçlü ve bizim toplumumuza özgü bir meleke ile kendileri için tehlikeli olabilecek birinin kokusunu almakta eşsiz bir başarı gözetiyorlar. Bana başından beri böyle bir muamele yapıldı." Haddim değil belki ama, bence Ersöz, birbirinden pek farkı olmayan yazılarını yazmaya devam etsin, akşamları, semt pazarlarının toplandığı saatlerde o mahâllelere gidip, insanların pazarcıların döküntülerini filelerine dolduruşunu ve bunun kendisini nasıl derinden etkilediğini anlatsın. Çünkü yazdıkları kimi insanların ihtiyacını karşılıyor. Onun yaptığı da bir sanat (fakirlik edebiyatı-zenginlik edebiyatı) en nihayetinde onun yazılarını okuyup zamanında çok şeyi hayatına dönüştüren ben gibi, benim gibi okuyan nice insan var. Ama hazin olan onun aynı yerde duruyor olması. Ve şundan eminim ki, Murathan, Sayın Ersöz'ün yoluna gönül indirmese de, gittiği şehirlerde (Acaba kaç şehrimizde beş yıldızlı otel var?) banane sanane beş yıldızlı tabelası olmayan otelin eşiğinden adım atmam diye tuttursa da; insanlığıyla, sıcaklığıyla, sahiciliğiyle, yazarlığıyla, şairliğiyle, bilgisiyle, vs. vs. hepsine beş yıldız fark atar, diye düşünüyorum. Ve yine farzediyoruz ki, Murathan o nutku atmış olsun. Kimin ne demeye hakkı var? (Kaşık Düşmanı da dahil-hatta en başta). Bacağını, memesini açmaktan başka bir şey bilmeyen bir şarkıcı bile istek listeleri sunarken bir yazarın, ülkenin en üretken, en çok okunan yazarlarından birisinin bu küçük beklentisi neden bu denli sorun ediliyor. (Sakın kimse sorun onun bu istediği değil demesin. Bir yazarın iyi bir yerde kalmayı istemesini elitizm olarak görenler için sorun budur).

Sayın Ersöz bunu "okurdan kaçmak" olarak, "onların dünyasından ayrı kalmak" olarak yorumlamış. Pes yani! Biz size ne zaman "beş yıldızlı otelde kalmanız negatif bir seçim" dedik. Benim sorunlarımı gerçekten yürekten paylaşan bir insan, nereye giderse gitsin beni unutmaz, benden uzaklaşmaz. Ve bunları bir tarafa bırakıyorum; Murathan bunları söylediği zaman sayın Ersöz ne yaptı? Dut yemiş bülbüller gibi susup kaldı mı? Çok kırıldığını söylemedi mi? Söylediyse bu tekrarın anlamı ne? Söylemediyse de özellikle "bu yolu" seçtiyse, "üzüldüm, sonradan çok da pişman oldum…" demenin anlamı ne? Bence insan pişman olacağı şeyler yapmamalı. Yoksa son pişmanlık, halen daha, fayda etmiyor. Çok uzun yıllar önce firavun, bir peygamberi (adını hatırlayamadım) ateşe atar. Peygamber ateşin ortasındayken küçük bir kuş, gürül gürül yanan ateşe küçük bir dal parçası atar. Bunu gören peygamber nedenini sorar. Küçük kuş: "düşmanlığımız bilinsin" diye cevap verir. Bir süre sonra küçük bir kuş gelir ateşin üzerine gagasındaki bir damla suyu damlatır. Peygamber bunu da görür ve "bu cehennem ateşine bir damla su ne yapar ki" der. Küçük kuş "dostluğumuz bilinsin" der ve uçarak gözden kaybolur. Son olarak şunu belirteyim; Bizler (eşcinseller) hayatın her alanında ve zamanın en küçük biriminde bile imtihan ediliriz. Çok şey istemeyiz. Küçük bir istektir bizimkisi; eşcinsel olduğumuzun hiç hatırlanılmaması ve hiç unutulmaması. Tıpkı heteroseksüeller gibi. Teoride bilinen ama uygulamada es geçilen birşeydir bu, genelde de tersi uygulanır. Yani cinsel kimliğimiz ya gerekmediği halde teşhir edilir, gündeme getirilir ya da gerektiği halde görmezden gelinir. Bunu her yerde yaşarız; evde, okulda, işte, sokakta, otobüste… Bileğinizin gücüyle, alnınızın teriyle ve gece-gündüz demeden çalışarak elde ettiğiniz şeyleri bile eşcinsel olduğunuz ve eşcinsellik de yükselen değer olduğu için elde etmişsinizdir. Bu konuda sağından soluna (emek kutsaldır diyen sol için bile çoğu kez emeğimizin pul kadar değeri yoktur) herkes sizleri hayretler içinde bırakan bir ittifakta buluşur. Haklarınız çiğnenir. İnsan Hakları Derneği görmez bile. (Hakkınızın olabilmesi için ne olmanız gerektiğini biliyorsunuz, açıklamama gerek yok) Görmelerini isterseniz kovulursunuz. Evet heteroseksüellerin hakları vardır; eşcinsellerin hakkı!? Bilinmez, kimileri Godot'yu bekler gibi bekler "hakkı"nı. Kimi de bizim gibi yola koyulur.

SANEM AKAY'A TEŞEKKÜRLER SERKAN EGE Sanem'in yazılarında hep içimi titreten bir şeyler olmuştur. Onun feleğin çemberinden geçmiş olmasının yarattığı olgunluk mu ya da onun yazılara yansıması mı bilmiyorum. Acıma hissimi kaybedeli yıllar oldu. Etkiliyor yazdıkları. Sıcaklık var. Beni burkabilen bir şeyler. Zeki Müren için yazdıklarına birkaç şey eklemek

istiyorum. Zeki için bir şeyler yazmak istemiştim aynı sorundan yanaşamamıştım. Onun ile konuşma şansım hiç olmadı. Benim geç bulduklarımdan ama tez kaybettiklerimden Zeki Müren. Onun vicdan azabı var. Hafifletse de; aslında ölümünden beş ay önce onu sevmiş olma düşüncesi. Durmadan kanayan yaralarımdan biri

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 35


TARTIŞMA olacak Zeki Müren'i çok geç sevmiş olmamın azabı. Ölüm birkaç arkadaşımı aldı götürdü ama Zeki Müren'in ölümü öyle bir şey götürdü ki; hiçbir şeyin eksikliğine benzemiyor. Zeki Müren için bir çok anı anlatılır ve dinlenirken sanki daha önce duymuştum sanırsınız. Benim yazacağım da onlardan biri hemen hemen ikinci ağız. İlk sevgilim aradı, biriyle tanıştırmak istediğini söyledi. (Onun ile biteli on yıl oldu ve hâlâ dostuz). Tanışmaları hiç sevmem illa bir yatak olayı çıkar. Neyse, neden, niçin derken hikayeyi anladım. 20 yıl önce Amerika'ya yerleşmiş bir Türk, bizimkine abayı yakmış, benden çok bahsedince kıskanmış, işte Türkiye'ye dönecek. Hali vakti bayağı iyi biri. Gittim, Nişantaşı'nda bir restoran. Dehşet bir yer. Garsonlar bile benden şık ve zengin görünümlüydü. Absürd bir yer. Hesap benim maaşım civarı. Uzatmayalım, adam sempatik, iyi niyetli veee para için rahatlıkla katlanılabilir biri. O anlattı. Zeki Müren bir konser ya da tedavi için Amerika'ya gitmiş. Otelde kalıyor. Bizimki de otele gitmiş gecenin bir vakti masasına oturmuş. Hoş sohbet filan. O zaman anlatmış Zeki Müren. Daha tam şöhret olmadan pilot

bir sevgilisi varmış. Müthiş bir aşk. Ancak Zeki'nin önü açılınca adam bırak demiş sahneyi, bunları, gel benimle birlikte yaşar gideriz. Olmaz, cevabını verince ayrılmışlar. Sonra Zeki Müren, Zeki Müren olmuş. Yıllarca izlemiş pilotun nerede olduğunu, ne yaptığını filan. En son izini kaybetmiş. Son 10 yılı pilotun hasretinin ayyuka çıktığı zamanlarmış. (Yine öyle anlatmış zaten). Korkunç bir pişmanlık ve hasret. Keşke dinleseydim. Para, pul, şöhret, nam hepsini bıraksaydım. Hiç bulamadım onun gibisini diye anlatırmış. Birkaç yaşlı gaye sordum, doğruluyorlar. Onun hasretiyle öldü ve aşık olduğu tek insandı diyorlar. Yalnızlık, pişmanlık, acı, hasret dolu şarkılar hep onun içindi, diyorlar. Yaşlı gayler daha birçok şey anlattı, onları aktarmayacağım. Ancak, Taksim'deki gay mekanlar, Tarabya Plajı, Florya Plajı, hatta Bodrum dahi hep onun sayesinde, diyorlar, şu zamanda birçok şeyi ona borçluyuz. Korurdu ve gözetirdi, diyorlar, sanılanın aksine. Ve polis, vali, emniyet amirleri onun sayesinde dokunmadılar o yerlere diyorlar. Zeki Müren'in zamanını, konumunu iyi tartmak gerekir onu eleştirmeden önce ve araştırmalı. Sanem Akay'a teşekkür ediyorum, vesile oldu. Zeki Müren'e verdiği beş yılı benden alsın; zaten benim işime yaramıyor.

BEN BİR ALTERNATİF MİYİM? İLKER ÜNLÜ

Allah ne verdiyse hepsini bir erkekle paylaşmaya bu denli canı gönülden baş koymuşken çoğumuzun ister istemez hayatlarımızın göreceli olarak daha da zorlaşmasına neden olan tutumları sonucunda doğan heteroseksist bir tavırla kendimizi kendi ellerimizle muhatap ediyoruz. Sayfalarca kere dergimizde karşı çıktığımız varolan geleneksel kavramlardan belki de en temeli, kendimizden ve yıllarca ister istemez başkalarına anlatmaya çalıştıklarımızdan taviz vererek çoğumuzun dilinde hâlâ kama-sutramızı ifade ederken en erotik yüklemelerle dolaşıp duruyor. Beraber olduğumuz erkekler gerçekten kocalarımız mı bizce? Kendimize abla onlara da erkek (ne demekse?) gözüyle baktıkça mastürbasyon yapmak yerine bir ibneyi düzmeyi seçen ve yatakta bir erkekle ne haltlar karıştırdığını fark etme gereğini bile hissetmeyen ya da hissettirilmeyen sokaktaki bir yığın güzel adam kültüründe onlara doğarken pompaladığı er kişi olma gazıyla kadınlara davrandıkları gibi davranma pratiklerini bir şekilde bizle pekiştiriyorlar. Dövmek ve düzmek bir erkeğin temel hakkı gibi gelebilir bir yığın adama ve bunu onlara anlatmak için bir seans bize yetmeyebilir belki de; ama gerçekten onlara hissettirdiğimiz yatak arkadaşı duygusu umarsızca odun kesip çocuk doğurması beklenen savunmasız bırakılan kadınlardan, hem tarlada hem ahırda hizmete sunulan çiftlik hayvanlarından bizi ne kadar ayırıyor. Yoksa amacımız racon dışı da olsa kendimizi araya bir yere mi sıkıştırmak? Tamam ağızlarına penis değmemiş ve hiç değmeyecek olabilir, hakim kültür düzeninin arkasında da olabilir ya da en ironiği bu adamlar kendilerini iki yüzlü bir erdemle kandırıyor olabilirler ama buna bu denli çanak tutup sonra da "mincomu yediler bize ibne dediler" sızlanmalarının alemi nedir? Bir arkadaşımın sürecin bu şekilde daha kısalıp iknanın kolaylaştığını

söylediğini hatırlıyorum. Haklı olmadığını kim söyleyebilir? Burada kastım Oscar Wilde'ı tanımayan kimse ile el ele tutuşmamak gerektiği değil tabi ki sadece kendimiz dahil kimseye olmadığı birinin görevini yüklememek; dahası böyle bir süs vermemekten öteye geçmiyor sanırım. Sınırlar oldukça saydam değil mi? Her durumda konuşamam; ama Batı kültürü için bu kadar homojen bir cinsel yaşam çok umulmadık gelebilir ya da bildiğimizden konuşalım ülkemizde ve bence neredeyse tüm Arap ülkelerinde biseksüellik ki ben bu kavramı hiç inandırıcı bulamadım, günlük yaşamın ve galiba hakim yaşamın maskülen dünyanın hizmetine sunulmuş bir kıyağa dönüştürülmüş olabilir. Bunun bir parçası olmak ile yolunun yolcusu olmayı birbirine karıştırmamaya özen gösterecek duyarlılık o güzelim adamların sakallarınca süpürülüp atılmasına izin mi vermeliyiz? Tabi ki teoride "ne kadarına izin verirsek o kadar çiçeklerimizin üzerinde dolaşmaya hakları olduğuna inanırlar" lafı fikre güzel gelebilir. Pratikte bir hafta boyunca kaç kişi birileri ile bir kuytuya çekilemeyecek sabrı gösteriyor? Sabır yoksa prensip de mi yok? Erdem kimin haddine; ama sözümüzle eylemimizin aynı amaca hizmet etmesinde fayda olduğu kanaatindeyim. Güzelliklerinin farkında olamamak elde mi? Onları yola getirebilecek bir hayır'ı o an kuruyan gırtlağımızdan söküp almak çok güç. Bilmez miyim? Tüm söylemek istediğim insanlık tarihince kadına ya eş ki onun da pratikte neye tekabül ettiği tartışılır yada orospu gözüyle bakan bu heriflerle her ne yapıyorsak nemfoman bağımlılar olarak değil kendimiz olarak yapalım. Yolumuzdan dönmeden bildiğimiz inandığımız yolda yürüyelim.

Kaos toplantılarının canlı bakışlı, tatlı gülüşlü, hoş,

kibar ve centilmen katılımcılarından Kerem yazıyor.

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 36


TARTIŞMA

ZARİF BİR GİYDİRME İBRAHİM Murat Yalçınkaya ve Atilla A.'dan devralınan bayrakla kibarca uyarıyor. Yumuşak ve zarif bir üslupla kıvama getirdikten sonra tabir caizse iyiden iyiye giydiriyor. İpek eldivenle atılan bir yumruk bu. Çeneniz dağılmasına rağmen boksörün ve eldivenin zarafeti karşısında mayışmış bir şekilde sırıtmaya devam ediyorsunuz. İncitmemeye azâmi dikkat gösteren çok özel bir anlatım biçimi bu. Ama diyeceğini de demekte geri kalmıyor. Hürriyet Gazetesi köşe yazarlarından Hadi Uluengin, "Modern Zamanlar"da "odun dili" dediği bir anlatımdan bahseder. Gorbaçov öncesi Pravda'dan bir haber örneği verir. "Bu yıl ülkemizde tarımsal üretim parti üyelerimizin ve yoldaşlarımızın gayretiyle ideal düzeyde gerçekleşmiştir. Gıda ve tahıl sıkıntısı söz konusu değildir. Batılı emperyalist ülkeler de dahil olmak üzere ekonominin icabı olan karşılıklı ticaret gerektiğinde tarım ürünlerinde de yapılacaktır". Tercümesi şöyledir. "Tahıl rekoltesi tutturulamamış, büyük bir tarımsal üretim açığı söz konusudur. Kıtlığı önlemek için Amerika'dan ve Batı ülkelerinden buğday ithal edilecektir." Edebiyatı çok güçlü bir ülke olmasak da kişisel bazda hayranlık verici, şapka çıkartıcı anlatım taktiklerinin başarılı örneklerine rastlanan bir toplumuz. Anlatımda kullanılan taktiğin artistik yönü açısından sevgili Kerem'in tarzıyla aşık atabilecek birkaç popüler örneği hatırlatmak istiyorum. 1. "Şanlıurfa'da Oxford vardı da biz mi okumadık?" (İbrahim Tatlıses)

2. "Ruhum edepsiz ben n'apim?" (Hülya Avşar) 3. 1994'teki cumhurbaşkanlığı aday belirlenmesi sürecinde, demagojinin sultanı cumhurbaşkanımızdan bir inci: "Galiba bu gidişle iş üzerimize kalacak." (Süleyman Demirel) "Nereye kadar iletişim?" sorusuna ise yeterince artistik olmasa da yalın bir cevap verelim. Gramerde "isim" kategorisinde yer alan "iletişim" sözcüğünün türediği eylem işdeşlik ifade eder. İşdeş eylemin ortaya çıkardığı karşılıklılık esastır. Karşılıklı istek oldukça da bu işdeş eylem devam edecektir. Zaman içerisinde iletişim sayfamız belki de sebebi mevcudiyetini yitirecek, ortadan kalkabilecektir. Ancak bu olacaksa spontane olmalıdır. Yeni iletişim metotları ve yeni ilişki biçimleri Kerem'in dediği gibi belki bu sayfayı afonksiyonel hale getirecek, onun işlevini devralacaktır. Yeniye yol açacağız diye mevcudu yasaklamanın anlamı olmadığı kanaatindeyim. İletişim aracı olarak mektubun yerleşmesi için posta güvercinin yasaklandığını sanmıyorum. Sevgili Kerem'in bizleri heteroseksüel dünyanın izin verdiği yere kadar iletişim isteğine teslim olma tehlikesinden korumak için gösterdiği rikkat ve ihtimâma samimi olarak teşekkür ederken yazısındaki üslup özeninin, hedeflediği sonuç açısından kendisini Murat Yalçınkaya ve Atilla A. ile birlikte "Kutsal Red Cephesi"nin üyesi olarak tescil etmek zorunda kaldığımız gerçeğini de değiştirmediğini belirtmek istiyorum.

Amerikalı lezbiyen grup Derivative Duo'nun kapaklarını gördüğünüz iki CD'sini edinmek ister misiniz? Söz konusu CD'ler Derivative Duo'nun katkı amaçlı izniyle sınırlı sayıda çoğaltılmıştır. Tanesi 5.000.000.-TL olan CD'lerin ikisi birlikte istendiğinde 7.500.000.-TL ödemek yeterli olacaktır. Edinmek isteyenler Ali Özbaş, P.K. 53, Cebeci ANKARA adresine yazabilirler.

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 37


ÖYKÜ

DÜDÜK ŞARMUT A. İKARUS Uykuya uyanır, uyanışımı ağırdan alırım. Kaderimi hissederim yüreğime korku düşürmeyende Giderek öğrenirim, gitmem gereken yere. Hissederek düşünürüz. Bilecek ne var ki? Duyuyorum, kulaktan kulağa dans ediyor varlığım. Uykuya uyanır, uyanışımı ağırdan alırım. Theodore Roethke, “Uyanış/The Waking”

1. SPIRITUS MUNDI Düdüğü duymadan önceydi. Zarfın üstünde adresim, adresimin üstünde adımın olması gereken yerde: “Bu adreste oturan bekara” diye yazıyor. Evet aynen böyle: “To the single person at...”. Şaşırdım önce, nereden bilirler bekar olduğumu, endişelendim sonra, beni izliyorlar mı yoksa diye, paranoyaya eğilimim hep olmuştur. Kılpayı dönerim ucundan, sağduyuyla, tesadüf eseri ya da aşkın gerçekleşmesiyle. Çok güldüm. Adresin solunda da güzel bir matbu el yazısıyla “We would like to introduce you to one of our single friends”(sizi bekar arkadaşlarımızdan biriyle tanıştırmak istiyoruz.). Neden? Bekar arkadaşınız bana bekarlığın nimetlerinden mi bahsedecek? Öyleyse hiç zahmet etmeyin, ben biliyorum zaten. “Bekar” biriyle beni tanıştırmaktan kastınız beni evlendirmekse, aklınızda kesinlikle karşı cins vardır. Bir kere “evlenmem” gerektiğine nasıl karar verdiniz? Kurumlarınızdan birine beni kıstırıp zararsız hale mi getireceksiniz?. Misyoner hıristiyanlar zaten götümün dibinden ayrılmıyorlar. Ne biçim memleket bu yaa? Atheistim dedim iyi ki. Beni “doğru yola” çekmeye amma gönüllü varmış be. Ben sizi ateist yapmaya çalışıyor muyum? Atheist olduğumu söylediğim gece gey olduğumu da söyleseydim bile belki yanlış yolda olduğumu düşünüp gene de “matchmaker” şirketi peşime düşerdi. Acaba biri dalga mı geçiyor, yoksa benden önce oturana mı gelmiş ola ki diye düşünürken bu evde bir aydır oturduğuma göre bana gelmiş olmalı bu zarf. Bu sefer de sinirlendim, gözetleniyorum galiba diye ve dava açıp biraz para kazanmayı bile düşündüm. Ne diye dava açacaktım? Benim yalnız yaşadığımı hatırlatıp beni korkulara saldıkları için mi? Şurada bir ay sonra döneceğim memlekete. Dava açana kadar gitme vaktim gelir. Dava ben yokken düşer, bir de avukat masrafları derken... adalet dendi mi zaten gözüm yılmıştır hep. En iyisi mi cevap vereyim, bakalım ne olacak? Belki de böylece intikamımı alırım. Gey olduğumu öğrenince belki de sinirlenirler, hatta onlara bekar olduğumu bu Amerikalı “dostlardan” hangisi haber verdiyse aynı şirket de o işgüzar dosta gey olduğumu söyleyebilir. Benim iyiliğimi isteyen o çok sevgili dostum da gelip bana “Yahu sen geymişsin? Ben de seni

evlendirmeye kalktımdı,” diyecek hali yok ya. Eğlenceli olabilir diye açtım zarfı. Bir zarf daha çıktı. Haydaa. Önce dava edeyim diye düşünüyorum, ne hakla özel hayatıma karışıyorsunuz? diye. Sonra, “Dur yahu, ne kaybederim? diyerek yanıtlıyorum formdaki soruları ama geylere göre soru yok. Adım, yaşım, cinsiyetim (onların anlayacağı anlamda değilse de “male” şıkkını işaretleyerek ilk yalanı söylemiş oluyorum), saç ve göz rengim, adresim, mesleğim, çalışma saatlerim, telefonlarımı istiyorlar. Doğru yanıtlıyorum. “Sosyal durumunuz?” diyor. Şıklar a. Buranın yabancısıyım. b. Yeterince kaliteli insanla karşılaşmıyorum. c. Birini arayamayacak kadar meşgulüm. Bu yanıtların hepsini işaretliyorum. Bir sonraki soruda “bu sıralar kimseyle çıkmıyorum” şıkkını işaretleyerek ikinci yalanımı söylüyorum. Medeni halimle ilgili soru da beni evlendirmeye azimli olduklarını gösteriyor. “Bekar” şıkkından başka işaretleyemem. Eğitim düzeyim, yıllık gelirim, altı ay içinde taşınmak durumunda olup olmadığımla ilgili sorulara da doğru yanıt veriyorum. “Sosyal amacın ne?” sorusu da tuhaf: Sadece flört mü? Belki diyecem ama o şık yok. Sürekli bir ilişki? Mümkün değil. Memlekete döneceğim çünkü. Evlilik şıkkı hiç değil. Mümkün değil. Bu eyalette geyler arası evlilik yok, olsa dahi istemiyorum evlilik mevlilik. Hem öyle bile olsa elin Amerikalısıyla mı evlenirim. Memleketteki yiğitlerim dururken. Atletizme ilginiz? 1. Çok aktif 2. Aktif 3.Ara sıra ilgilenirim 4. Bir tercihim yok Yok, bi tercihim yok tabii ki. O şıkka parantez açıp “I’m gay!” diyorum. Madem ki beni evermeye kararlısınız, ister 10 tane olimpiyat madalyalı bir atlet, ister s.ki daşşağına denk bir miskin seçin. S.kimden aşşaaa kasımpaşşaaa. Nasıl biriyle tanışmak istersiniz soruları ve şıkları da saçma çünkü çoğuna hepsi ve de hiçbiri seklinde yanıt vermek isterdim ama şıklar el vermedi.. Ne bu? ÖSYM sınavından beter. Yazgıma karar verecek bir yetke varmış gibi hazırlanmış bir sürü deli zırvası soru. Doldurdum formu. Zarfın içinden çıkan zarfa koydum yolladım. Zarfı posta kutusuna atarken duydum düdüğü, ilk kez. Cılız bir düdük sesi. Düüüüt! Aklıma Sait Faik’in öyküsü geliyor. “Hişt!” der ona gaipten bir ses. Öyle işte. Gülümsüyorum. Hayal ettim herhalde. Yalnızlıktan, hasrettendir. Yad ellerde sanrı kaçınılmazdır. Sürgünde böyle deneyimleri olan bir ben değilim, bunu biliyorum. Üstünde durmuyorum. Chicago’da ders verdiğim üniversite her açıdan birinci sınıf. En iyi üniversiteler sıralamasında ilk 20 içinde. Öğrenciler dünyanın parasını verip düdüğü çalmak istiyorlar ama başka hocalar buna alışkın olabilir ama ben canlarına okuyorum. Ödevlerden, okunacak kitap ve

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 38


ÖYKÜ makalelerin çokluğundan yakınıyorlar bazen ama bir kulağımdan giriyor, ötekinden çıkıyor. Duymazdan geliyorum. Öğrencilerimden biri pek gayretli. Hiçbir dersimi kaçırmıyor. Daha ilk dersten itibaren rüzgar şehrinin dondurucu soğuğuna rağmen daracık gömlekler, ya da bazen sadece atletle geliyor derse. Adalelerini ve göğüs uçlarını gösterecek denli bedenini cendere gibi saran pamuklu T-shirtler giyiyor. Gözlerini gözlerimden, bacak aramdan ayırmıyor ama ben ona baktığımda gözlerini yere düşürüyor Jo. Uzun adı Joseph. Yapma, şu gözlerini yere düşürme işte, bütün iştah hücrelerim kabarıyor, fethedilesi bir kal’a daha diyor içimdeki ak tolgalı beylerbeyi. Araba kullanmadığımı, Chicago’yu yaya gezdiğimi söylüyorum laf arasında ki dersten sonra teklif etsin şu gün seni gezdireyim, şuraya buraya götüreyim desin de ders dışı sohbet başlasın. Sonrası allah kerim. Ama hayır. Ders biter bitmez, hatta bazen beş on dakika önce usulca sıvışıyor dışarı. Bana alaka göstermiyor, deli olacam. Bir gün dersten sonra Chicago Institute of Art’daki sergiye gitmek istediğimi ilan ediyorum sınıfta. Nereden, nasıl giderim, diye soruyorum, oysa bal gibi biliyorum Michigan Avenue üstünde olduğunu. Jo’nun gözlerine bakarak soruyorum. Artık kaçamıyor ve “Benim yolumun üstünde, bırakayım sizi,” diyor. Yolda sessiz duruyoruz çoğunlukla, ama ondan derslerden çıkınca nereye koştuğunu olsun öğreniyorum. Haftada 60 saat çalışıyormuş, gece gündüz. Bazı geceler birkaç yere koşuyormuş. Garson ya da barmen mi ki? Üniversite masraflarını karşılamak ve ortalama bir hayat sürdürebilmek için ayda en az $3000 kazanması gerekiyormuş. Bende tıs yok. Öğrenciyken ben de gece gündüz çalışıyordum, garsonluk, çevirmenlik, özel ders falan. Zenginlerin ağız kokusunu az çekmedim ama bu para...Jo bu parayı hangi işte kazanıyor acaba? Düşünüyorum, çeşitli olasılıklar da gelmiyor değil aklıma, jigolo olabilir, eskort falandır diye geçiriyorum içimden, ama susuyorum. Beni ilgilendirmez. Derslerimi kaçırmayan bir öğrencinin mahremine girip onu ürkütmek istemem. Bu Anglo-Saksonlar “privacy”lerinde, yani özel hayatlarında kimsenin burnunu görmek istemezler. Öyle dokunmak, sarılmak, mıncık mıncık ilişkiler yok burada. Yalnızlık kültürünün bir gereği. Her koza ötekine teğet. Her çember içbükey. Benim dışbükey çemberim ondan dikkat çekiyor ve gene bu yüzden çekici olduğu kadar ürkütücü. Ya benim güvenli kozam delinirse?” diye düşünüyor Batı uygarlığının nimetlerini soğuran yalnız insan. Galeride izlenimci İrlanda resminin yanısıra Afrika ilkel sanatından örnekler beni heyecanlandırıyor.. Chicago Times gazetesinin merkez binasına iki adım uzaklıkta, nehri kesen Michigan Avenue’nun altındaki sokaklarda “Spiritus Mundi” adlı gece klubünü ararken Show’s Crab House’da yengeç bacağı soğuruyorum. Aklıma keşkek üstü kemik içinden ilik soğurduğum çocukluğum geliyor. Toprak damlı evlerde saç ekmeğine et suyu katarak zengin yemeği yediğimi sanırdım o zamanlar ve ne mutluydum bilmeden. Yengeç bacaklarından çıkan adaleleri tereyağlı sosa banıp beyaz

şarap eşliğinde mideye indirince iyice azan cinsel iştahım bacaklarımı gazetede ilanını gördüğüm bir gey kulübe doğru götürüyor. Vakit daha erken, kulübün dibindeki barda gece yarısını buluyorum. “Dünyanın Canları” ya da “Ruhları” anlamına gelen gey kulübün kapısına geldiğimde bu ismi Yeats’in bir şiirinde okudumdu ben diye geçiriyorum aklımdan ama “İkinci Geliş”miydi, bir başkası mı, anımsayamıyorum. Lokantanın hemen arka sokağında. Korkmuyor da değilim çünkü Londra’da Shaftesbury Avenue’yu kesen sokaklardan birine girmiştim yıllar önce ve soyulup çıkmıştım. Kapıdaki ilanda 3 sterlin verip sevişen insanlar izleyeceğim yazılıydı. Ben kadına değil erkeğe bakacaktım tabii ki. Kendimi de kadının yerine kor izlerdim bi güzel. Kim bilecek? İzbe bir yer. Bi içki içmek zorunda kalırsam ne kadar tutacak ki? Menüye bakar pahalıysa çıkarım. Girdim tabii ucuz diye. Biri zenci, biri sarışın iki kadın gelmişti yanıma. Sohbet etmeye koyulmuştuk da show’un iki saat sonra başlayacağını öğrenince çıkmak istemiştim de fatura gelmişti de 125 sterlin istedilerdi de ben “ama sadece bir bardak şarap içtim, kem de küm” demiştim de o zenci afet ciyak ciyak bağırıp “Yok yaa, bi saattir benimle bedava mı çene çaldığını sandın?” demişti de ben ertesi gün katedeceğim yolun parası da dahil üstümde bulunan bütün parayı -ki toplam 100 sterlin kadardıkabul etmeye gecenin bu oportünist işçilerini razı etmiştim de bir dolu küfür de yiyerek aşağılanıp kendimi sokakların güvenli yalnızlığına dar atmıştım. Visa kartımı iyi ki otelde bırakmışım diye sevindiğimi bugün gibi anımsıyorum çünkü boğazıma bıçak dayayıp şifremi öğrenip limiti tüketip tekmeyi basarlardı nazenin götüme ve ben gene de canımı kurtardığıma sevinebilirdim. Verilmiş sadakam varmış. Bu salaklığımı anımsarken yüzüme yayılan gülümseme Chicago’nun ne idüğü belirsiz gey striptiz kulübünün kapısındaki zebani zenci gencin de yüzüne bir gülümseme yerleştirdi. Yüzündeki gülümsemeyle gözümde iyice tanrılaşan Arnold’un tunç abide versiyonu zenci zebani dudaklarımın kenarlarına birikmeye başlayan salyaları görmese keşke diye telaşlanırken ben “Welcome Professor!” demesin mi? Eyvah, yakalandım, okuldan biri bu, geri mi dönsem ki? Çok geç. “Aaa, sen de bizim okuldan mısın?” gibi zevzekliğin hiç zamanı değil. Çocukcaaz beni büyük bir nezaketle, hiç yılışmadan içeri götürdü ve sahneye yakın en güzel masaya oturttu. Utancımdan sahneye bakamıyorum. Masaya yerleşmemle birlikte dünyalar güzeli bir başka oğlan bir bardak beyaz şarap getirdi. “Zeus’tan sevgilerle” dedi. Aaa, bu kadarı da fazla ama. Yok birazdan uyanacam ve görecem ki kıçım açık kalmış. Zeus da kim diyemem, bilmiyor musun, der diye. Ama şaşkın bakışımdan anlamış olmalı. “Sizi bu masaya getiren” dedi. Hiii. O zenci ilahin adi Zeus muymuş. Takmadır, ama olsun. Ah Zeus, kuğum benim, Leda’n olayım da ırzıma geç benim. Tüylerin arasından yücelen erkekliğin usulca aralanan kenetlerim arasında kasırgalar koparsın, sen de kanatlarındaki tüyleri göklere salarken Truva’ya savaş açalım birlikte. Ne oluyor bugün böyle. Gene Yeats geldi aklıma. İrlanda tabloları belleğimi İrlandalı şaire kitledi galiba. Yeats

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 39


ÖYKÜ “Leda ve Kuğu”da kendince yorumlar Yunan mitini. Bu şiddet dolu ırza geçme fiilinden Zeus bilir ki Yunan uygarlığı doğacak, doğan çocuklardan biri Truvalı Helen olacak, Helen’i Paris’in kaçırmasıyla çıkan savaş sonucu ne duvarlar yıkılacak, ne damlar, ne kaleler ateşler içinde kalacak anlatır şair ve sorar: Peki kraliçe Leda şiddetle zevk arasında kasları arasına döllenen bu tohumlardan dünyanın başına ne illetler salacağını biliyor muydu? Biliyor muydu ne canların telef olacağını. Yeats şair ama tarihsel evreler üzerine kuramlar da geliştirmiş ve tabii ya “The Second Coming” şiirinde her 2000 yılda bir yinelenen bir değişimden bahsetmiştir. Uzun süren sefalet, savaş ve kıyımlar ve felaketlerden sonra Hıristiyanlığın devri tükenecek demeye getirir. Birçok Hıristiyan bu şiiri İsa geri gelecek, bozulan ahlakımızı düzeltecek diye yorumlar ama öyle değildir. Mustafa Kemal Samsun’a çıkarken yazılan bu şiir, ilk kez 1920'de yayımlanmış. Ünlü “gyre” (ters yönde iç içe geçmiş iki koni) yani sarmal imgesini de bu şiirde açar. Yeats’e göre İsa’nın doğumu bir 2000 yılı bitirmiş ve Grek-Roma döngüsünün tamamlanmasını sağlamıştı. Önceleri 1917 Sovyet devrimini yeriyor sanılmışsa da şair 1920 yılında yaptığı bir açıklamayla Hıristiyan döngüsünün de tamamlanacağını söylerken Avrupa’da Faşizmin

canlanacağını öngördüğünü belirtmiştir, bu kehanet içinde İsa yeniden doğsa da kuram Anti-İsa dizgesinin yerleşmesini, hükmetmesini ima eder çünkü 2000 yıldır uyuyan sfenks uyanacaktır. Düşmanımın başına dilemem ama şurada ne kaldı sfenksin uyanmasına. Felaket felaket üstüne. Beyt-ul şebap’tan nasıl bir acımasız Karşı-İsa doğacak ki? Bunca savaş ve kıyımdan sonra daha ne olabilir ki? Zorlamıyayım hayal gücümü, yanıtı buluveririm de bu gece burnumdan gelir. Şimdi ve burası gerçek olan ve ben bu görsel ziyafetin içine ediyorum felaket ahkamlarımla. İrlanda, ah vahşi delikanlılar ülkesi, hangi sanatçının aklı yerindeki. Hepsi bir zehir zemberek, akıllara şenlik hepsi. En büyükleri de Joyce. S.kmişim Joyce’u. Bir çift çıplak bacak dans ediyor burnumun ucunda, ben masa örtüsünü düzeltiyorum. Bacaklar neredeyse masama çıkacak, ben çantamdan ne zaman çıkarıp yaktığımı anımsamadığım sigarayı tabakhaneye bilet almış gibi soğuruyorum, pıt pıt pıt vuruyorum küllüğe. Kim görse anlar, utanıp sıkıldığımı. O anda sahnedeki genci görüyorum. Var mı böylesi yahu? Analar neler doğururmuş. Üzerinde sadece tanga kalmış ben başımı kaldırana kadar. Yüzündeki maske onu daha da çekici kılıyor. “Tacky” ama olsun, gene de merak iştah artırıyor. Bizim dansözler geliyor aklıma. Önüme gelip arkasını dönüyor ve tümüyle indirecekmiş gibi yapıp tanganın arkasındaki ipi indirip indirip kaldırıyor. Coşkudan kırılıyor ortalık. Dansözleri düşünüyorum. Para sıkıştırmak gerektiğini anımsıyorum. Cebimden bir yeşil 10 bucks çıkarıp Michelangelo’nun Davut heykelinden daha geniş omuzlu ve adalelisi olan bu oğlanın neredeyse ağzıma girecek önündeki şişkinliğin içine parayı sokmak üzere uzanıyor elim. Parayı hemen sokup çekecem elimi. İşaret parmağım çocuğun donuna girer girmez yapışıyor elime ve... parmağım hâlâ içerde. Büllüğünün üstündeki kıllara değiyor parmağım ve yatılı okulda derste arka sıralarda oturup bacak arasını kurcalamama izin veren ölümüne sebep olduğum Cengiz geliyor aklıma. Aman tanrım, amma anımsadım bugün. Parayı tangasının içinden avuçlayarak geri çıkarmamı sağlıyor dansçı oğlan, bunu yaparken çükünün üstünde ve toşpillerinin altındaki bütün tüylerin kadifemsi yumuşaklığı parmaklarımla tükürük bezlerim arasındaki yolu göğsümün orta yerine bir har oturtarak katediyor. Yanıyor yanaklarım. Bu ışıkta Kerem gibi yandığım belli oluyor mu ki? Gülüşmeler, kahkahalar ve şevklendirici “Vow vow!” çığlıkları. Amazon ormanlarında bir ayindeyim sanki. Ben bu ayinin şamanıyım. Ah Whitman! Senin zamanında bunlar yoktu ama şamanizmi benden iyi duyumsadın gene de, yoksa “Benim Şarkımı” yazabilir miydin? Vahşi yahşidir demişimdir hep.

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 40


ÖYKÜ Romantikleri bu yüzden severim. Dansçı oğlanın verdiğim 10 doları beğenmediğini sanmak üzereydim ki “Not from you professor” demez mi? Herhalde içki başıma vurdu. Zeus’un beni tanımasından sonra herhalde benmerkezli izler oldum show’u. Hayır. Müziğin final öncesi en gürültülü zirve noktasına geldiği yerde dansör tangasını çıkardı. Bütün sahneyi bacak arasındaki kemiksizi herkesin ağzına doğru dingildeterek son kez turladı ve gene benim masaya geldi. Gözümü bacak arasından kurbağa bacaklarından, Leonardo gibi Rönesans ustalarının elinden, hızar makinesinden, o nadide parmakların kuyumculuğundan çıkma göğüslerinden, ama ille de az önce avuçladığım bacak arasından gözlerimi ayıramıyorum. Gözlerimin hizasına kadar çömdü. Elleriyle bacak arasını ve dönüp kalçalarını oğuşturdu. Yutkunmaktan bademciklerim şişti gibi geldi. Ağzım kurudukça Zeus’un ısmarladığı şaraba yükleniyorum, bitirdiğimi ve boş bardağı ağzıma götürdüğümü anladığımda dansörün donu yüzümü sıyırarak kadehin içine düştü. Oğlan hoplaya zıplaya sahneyi terkederken son anda dönüp maskesini çıkardı. Jo. Geceleri böyle birkaç yerde çalışarak babam da kazanır 3000 dolar. Ama babama iş vermezler ki böyle yerlerde. Alı al moru mor çıktım “Spiritus Mundi”den. Çıkar çıkmaz düdük sesini daha tiz bir kez daha duydum. Bu kez daha da yakından geliyordu. Ama etrafta benden başka kimse bundan rahatsız olmuş görünmüyordu. Sokağın başında bekleyen taksiye atlayıp evin yolunu tuttum. Şoförü dikiz aynasından bana bakıyor. “İyi geceler sir. Adım Xanadu. Gece nasıldı, eğlendiniz mi?” Düdük sesi daha da tizleşti. “Evet. Harikaydı... Bu düdük sesi ne allah aşkına?” “Bugünlerde Spiritus Mundi’den çıkan birkaç kişi daha sordu bunu bana. Ben bir şey duymuyorum.” Eve geldiğimde borcumu ve bahşişi uzattım. “Senin paran burada geçmez Şarmuta,” demez mi. “Sen de mi? Sen de mi aynı okuldansın?” “Biz hepimiz aynı şirkette çalışıyoruz Şarmuta. Sen de, Zeus da, Jo da. Sen bugün birinci sınava girdin. Daha işe alınmadın. O düdük sesi belki bu sınavın bir parçasıdır ben bilmiyorum. Şirkettekiler geçen gün gösterdiler formu bize, yani Zeus’a. Jo’ya ve bana. Butun bu gece senin için düzenlendi. Biz de geçtik bu evreden. Bizim cenderemiz düdük sesi değildi. Zeus aynı durumda Ku Klux Klan’cıları görürdü. Jo, babasına çekip alkolik olup sokaklardaki evsizler gibi bir TV kutusu içinde öleceği kabusuyla kıvrandı uzun süre. Bana gelince, ben de hep bir uzvumu yitiriyormuşum gibi geliyordu her ilişkide.” “Sen benimle dalga mı geçiyorsun. Beden Masalları’mı mı okudun sen? O masalların her birinde Şarmuta’dan bir şeyler kopar.” “Ben senin masallarını bilmiyorum, şirketten bana verilen görev seni evine bırakmak. Bu nehri geçirmek benim görevim. Nehrin öteki yakasında ikinci sınavın ve huzur var. Bir kez daha göreceksin beni. Kadıköy vapurunda. Düdüğü çalmak isteyeceksin. Çalabilirsen

geleceğim. Öyle söylediler.” “Ne düdüğü? Kim söyledi? Ne diyorsun sen? Kadıköy’ü nereden biliyorsun?” “Bana verilen talimat bu. ‘Kadıköy’de bir hamamdan çıkacak. Seni tanımayacak ama kendini göze alır da düdüğü çalabilirse koş yanına’, dediler. Daha başka bir şey bilmiyorum. Sen bu suretteki sen mi olacaksın, ben bu ben mi, onu bilmiyorum ama bir başlangıç ve bir son olacağı kesin.” “İyi. Bi de vapurda çay ısmarla simit eşliğinde.” “Simit de ne?” Dön çabuk, gerisin geri, doğru Spiritus Mundi’ye!” “Boşuna zahmet,” dedi Xanadu bütün soğukkanlılığıyla. “Madem emrimdesin, dön geri!” Çok sürmedi, beş dakika sonra kulübün olması gereken yere gelmiştik, ama bomboş bir arsa. Kulübün dibindeki bar aynı bar, duruyor işte, ama kulübün yerinde yeller esiyor. Taksiden dışarı attım kendimi. Düdük sesinden sağır olacağım. Deliler gibi koşuyorum. Bedenimin bütün uzuvları sızlıyor. Düüüüt! Düüüüüt! Düüüüüüüüüüt ! Yolda yakalıyor beni Xanadu. Kucakladığı gibi atıyor arabaya. Nehrin karşı yakasına geçiriyor beni. Dolunay altında unuttuğumu anımsıyorum bir tek. Her şeyi, herkesi unuttuğumu. Bir tek bu düdük sesi kulağımdan hiç gitmeyecek. Ne olduğunu, sebebini anımsar mıyım, bilmiyorum, ama nehrin öteki yanında da kulağımdan hiç gitmeyecek. 2. KENDİ KİPİNE KISIL Epigram: Bana yakın canlardan hangisisin sen, söyle. Tanrı bu toprağı korusun! Usul usul yürürüm üstünde Ve giderek öğrenirim, gitmem gereken yere. Işık giyinmiş Ağaç, ama bunu nasıl yapıyor? Kim biliyor? Döne döne çıkıyor işte merdiveni sefil solucan Uykuya uyanır, uyanışımı alırım ağırdan. Theodore Roethke, “Uyanış/The Waking”

KKK. 3 tane K. Tehlikeli. Bilgisayarın eskiyse bilirsin Kontrol K‘ya bastığında silersin yaptığın her şeyi. Kontrol K siler, bunu bil. Kontrol tuşundan uzak dur Şarmuta! O benim işim. Kampüsün her yerinde Japon gör. Japonların kampüsü bombalamış olmasından endişelen. E-mail ortamındaki ne yazık ki diye hayıflandığın sanal bir arkadaşından gelen evhamdan mülhem böyle başla bu masala. Bu Japonlar uzun vadeli bir intikam peşinde olsun sence, Hiroşima’nın hıncını ne zaman çıkaracaklar diye düşün. Amerikalıların s.ki taşşaana denk dolaşmalarını ve cürüme yatkınlıklarını genlerindeki katile, suçluluk duygusuna bağla. İzne çık, yok çıkma. Kedi al bi tane. İstersen köpek al. Yok köpek alma, adı üstünde köpek işte. Kedi bağımsız olur, karakterli olur. Köpek öyle mi ya. İnsana içindeki faşisti, hani şu kadınların bayıldığı yanını olumlar, besler, yavşaktır köpek, köle ruhludur. Efendisiz yapamaz. Sen hangisisin Şarmuta? Bütünü nasıl

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 41


ÖYKÜ tamamlayacaksın? Köle mi efendi mi? Hiçbiri mi? Beden bazen her ikisine de mi boyun eğiyor ha? Daha dur, düdük öttürmenin sırası değil. Kendini bok gibi hisset önce. Yoo, daha değil. Daha değil Şarmuta. Sana öyle geliyor. Japonlar basmış olsun Chicago’yu, New York’u da senin hiç umurun olmasın. Japonlardan biriyle tanış Şarmuta. Kütüphanede karşılaş onunla ve Kidehi Hidaka olsun adı. Fotoğraflarını göster ona. Amerika’da, İngiltere’de, en çok da Türkiye’de çektiklerine “wow” desin. Onu gey zannet jestlerinden, mimiklerinden. E küpesi de olsun. Seninle konuşurken eskiden bir ayıp işlemiş de gözlerin ona o eski günahı anımsattığı için ellerini göğsünde kavuşturup kendini savunmaya alsın, sen gözlerinin içine içine sımsıcacık akıverince. Derken nişanlısıyla tanış Japon’un. Bazen ne kadar eminsin ve ne kadar şaşırıyorsun gey zannettiklerin heteroseksüel çıkınca. Süleyman’da da öyle olacak, aşık olunası bir erkeksiliği ve efemineliği olacak ama o da karısını deliler gibi kıskanan bir maço çıkacak, asansörde dudaklarına öpücük kondurarak İstanbul’dan yolcu ederken “seni özleyeceğiz” diyecek nazikçe. Bu son kibarlık aslında “Biz mutlu bir aileyiz, dostumuzdun ama bana ibne emellerini beslemeye devam edecek gibisin, yolun açık olsun. Bu öpücük de sana dostluğumuzun bir armağanı, idare et işte,” demeye getirdiğini anlayacak Taksim’den bindiğin otobüste bütün gece biralı soluğunla yanındaki yabancının omzuna ağlayacaksın. Herkes duyacak, herkes bilecek, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Başlangıç ile son birleşecek çünkü, çünkü çember tamamlanacak. Her şeyden bunal. Kitaplarıyla bilinçlendiğin Fakir Baykurt hocan, şiirlerini düstur bellediğin Can Yücel baban, vamp kötü kadının Neriman Köksal , akıl hocan yoldaşın Zeki Müren, hepsi gitmiş. Hiç değilse galiba Nesrin Sipahi hâlâ hayatta diye teselli bul. Memleketinde hâlâ aydınların arabalarına bomba konuyor, Mumcu’dan sonra Kışlalı. Boktan bi memleketin var Şarmuta. Sizden ne köy olur ne de kasaba. Türkan Şoray’a da bi şi olmadan çek git Şarmuta. Stockholm’e git, Eurovizyon şarkı yarışması finalinde bayrak salla. Yok boşver Eurovizyonu. Başımıza Celine Dion’u bu yarışma sarmadı mi? Sen en iyisi mi Edinburgh’a git, İskoçya’ya. Edinburgh’daki gey bar “Wild Duck”a mutlaka git. Küçüktür ama çok sıcak bir havası vardır ve en azından bir öpücük alırsın en kıyağından. Barda yanındakiler sana bakıp “Şu Meksikalı galiba,... pek de şeker bi şii, gözlerini gördün mü, gri. Ne tuhaf di mi?” Sen aldırma diye aralarında Türkçe konuşanlara belli etme, Gay bar’ı guy bar diye telaffuz edeceklerdir, amanın da vatandaşlarım gelmiş diye atlama üzerlerine, onların da senin de gecenin içine etmiş olursun. Şiveni biraz daha değiştirerek İspanyol olduğunu ve Türkiye’yi çok sevdiğini Bodrum’a da bayıldığını söyle, “aa biz de seni Meksikalı” sanmıştık diye başlayan sohbet sonunda ikisini de kaldığın kocaman iki yataklı otel odana götür, taksi parasını sen vereceksin nasıl olsa diye geleceklerdir. Biri, “ohh, you’re so cute!” diye bağırdıktan sonra, “öpme, sadece seviş” diyecek, sonra arkadaşına dönüp Türkçe anlamadığından emin “Bu İspanyol bize bi bok

bulaştırmasın,” öteki de “benimkini ağzına alabilirsin”. Bulaşıcı hastalıktan korkan iri kıyım bıyıklı yiğit, yerde üçünüz birden sevişirken “benim göğüslerimi öpebilirsin, kalçalarıma vur ve bana slut diye bağır, tamam mı, call me a slut!” derse şaşırıp da “Aaa benim adım da Şarmuta, iki ayrı dilde de olsa adaşız,” deme sakın. “Slut!” diye baar ve yapıştır herifin götüne tokadı. Öteki de bi rica listesi sunacak senin maharetli ve uyumlu çıkman üzerine. Sakın dellenip de, “Ne lan bu, üstüne şöyle bol yoğurtlu bi de iskender ister misiniz ha?” deme, sakın deme. Amına goduuumun ibnesi Türk çıktı laa, diyerek seni dövmek isteyeceklerdir, hatta bütün paranı aldıkları gibi üstüne de işeyeceklerdir. Unutma, yabancı olduğun sürece güvendesin. Yoksa kendi otelinden üstüne çöödüren geceye kendini dar atarsın. Gece, ait olduğun tek ülke Şarmuta, başına buyruk ve güvendesin. Gündüz gözlerindeki çavlanları saklayacak gölge arayacaksın. Bir Cumartesi gecesi gene Wild Duck’tan çıkarken kaldırıma oturmuş ağlayan bir genç göreceksin. İntihar edecem diye tutturan bu gencin yanına otur, biraz dinle, sonra da al bir pub’a götür, birlikte için. Otelde yatağa girmeden soyunduğunda gör ki özellikle arkası ve bacak araları sararmış olacak ve tuhaf bir ilaç kokusu yayılacak odaya, tentürdiyot gibi. Onunla seviş ama birleşmekten kaçın. Girme sakın, güzel oğlan falan. Yapma. Sevecen ol. Ertesi sabah birlikte uyanın, dost gibi. Teşekkür edecek sana, intihar etmekten vazgeçtim diyecek ve kız arkadaşına dönecek. Daha sonra kız arkadaşının onu abisiyle -kızın abisiyle- karşılıklı mastürbasyon yaparken yakaladığını gene kızdan öğreneceksin. Oğlan gene sana gelecek, intihar edecem diye. Götüne bas tekmeyi. Sen otursan bi kaldırım taşına, tuttursan türkünü “Gesi baaalarında dolanıyoruuuum” desen, ağlasan kimse gelmeyecek, bekleme. Sen kendi kendine yetecek gibi kurgulandın, zor durumda başkasına ağlayamazsın. Artık tek başına yapacak bi şey kalmazsa düdük çalabilirsin. Ama daha değil. Otelin oda görevlisi hatun Fellini’nin Amarcord’undaki kibele kılıklı kadın gibi koca göğüslü sütü bol bir inek olsun. Yatağını sen odadayken düzeltmeye gelecek, yerden bi şi alıyormuş gibi yapıp gece gece önünde domalacak. “Excuse me” diyerek yan tarafa geçiyormuş gibi yap ve sıkıştır götünü, sürtün biraz, tekrar geç bu kez daha kavi sürtün, götünün kanatları arasına yerleştirerek büyümüş yarağını. Bu abazan oyununu hiçbir şey olmamakta gibi sürdürmektedir kadın, oyunun kendindeliğini bozma , ona bir iyilik yap ve gir içine. Cennetin kapısını aralayacaksın böylece. İğrenme. Gözünü kapat, en yiğidinden bir delikanlı düşün. Hem ne kadar sürecek ki gelmen. Empire State Building’in tepesinde rastlayacağın Fransız kemancıya da iyi davran. Sana hiç ummadığın bir zamanda yardımı olacak. Ne var sanki sadece oral seksten hoşlanıyorsa, sabaha kadar bıkmadan soğuruyorsa? Las Vegas’taki barmen daha mi iyi olacak sanıyorsun? Hem senin kesenden kumar oynayacak, hem de osurmadan ereksiyona vasıl olamayacak. Ona bir “See U later” çek. Profesör arkadaşının ressam oğlu seni Los Angeles’teki maça götürecek de n’olacak? Adana’da, Tarsus’ta, Bursa’da, Adıyaman’da, Urfa’da, Van’da, Alanya ve Diyarbakır’da yaşayacağın heyecanların

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 42


ÖYKÜ hiçbiriyle kıyaslama. Memleketindeki hamamların, duşların tılsımını hiçbir yerde bulamazsın. Buradaki devasa Amerikan futbolcularını duş altında göreceksin yüreğin hoplayacak: yakın görünürler ama uzaktırlar, senin insanın gibi değil onlar. Bir binanın tepesinde yürürken yüreğini hoplatacak ressam dostun, bir anlık hoplama altı üstü. Dikkat pencere var diye. Ayaklarının altındaki camdan aşağı baktığında göreceksin kapalı stadyumun tepesinde olduğunuzu. Bu Amerikalının orijinallik adına yapmayacağı şey yok. Apocalypse öncesi Amerika. Sen aslına dön Şarmuta. Yeats’in huzur, barış, dostluk, uygarlık, bütün güzelliklerin simgesi diye gösterdiği Bizans’a dön, İstanbul’a. Muşta ve Berduş’la Kumkapı’da kafa çek, Marlon Tamer’le Ankara’da Papazın bağında peynirli çörek ye, Cezmi’yle konsere git ve Canetti tartış, Binbaşı kuzeninin kapına dalgınlıkla yapıştıracağı don markalarından albüm yap, ırzına geçen ite de kızma, o da Amerika’da şimdi, New Mexico’da Koreli bi kız bulacak, onu becerecek, ama sana e-mail çekmeyi sürdürecek. Hele Kamer, o senin aşkınla yanacak ama bitti bitecek, daha fazla uzatma oynama. Ah hele Lili, hele Miko, en narinleri. Onlara özen göster... hepsi seni bekliyor. Ama sen Xanadu’yu görünce vazgeçebilirsin her şeyden. Onu anımsamayacaksın. Göreceksin ama “Deja vu” olacaksın. Seni daha önce nerede gördüm diye. Kötücül olabilir, bir anti-İsa, o da senin koruyucu meleğin ama bedeli ağır olacak. Bir tek ona dikkat et. Onu tanımıyorsun. Sağ baldırında ve sol omzunda aynı işaret olacak. Şarmuta’nın yeni milenyumuna o egemen olabilir. Yeni milenyum beden, bilgi ve beraberlikler çağı olacak, herkes için. Tabii sen düdüğü çalar ve doğru insanı bulursan. Hepsi aynı ya da bir çeşit olacak Şarmuta. Bedeninden de pek bir şey bırakmayacaklar sana. Çünkü dünya asla aynı dünya olmayacak. 2000 yıldır yaşanan utancın, insan olma rezilliğinin bedeli ödenecek. Bunca savaş, kıyım, faşizm ve zorbalığın üstesinden sivil örgütlenmelerle ve bedeni ustalıkla ve müsrifçe değil, yerinde kullanarak huzura, barışa dönüştüreceğiz. Öğreneceğiz. Kadıköy’deki hamama çok sık gitme lütfen. Milenyumu Amerika’da karşıla ama memleketine döner dönmez sana verilen düdüğü al ve boynuna tak. Hamamda da çıkarma boynundan. “Abi kaç yüzyıldır burada bu hamam, bi şii olmaz,” demelerine aldırma. Sonra hamamda uyanık ol. Akşam olacak, bir Cuma akşamı. Sen ava gitmiş olacaksın. Orada kızıl saçlı bir inşaat işçisi göreceksin. O inşaat işçisiyle sevişmeye başladığın sırada esmer güzeli bir erkek daha göndereceğim yanına, üçünüz duş altında harikalar yaratacaksınız. Duştaki yabancı sen olacaksın. Bunu

farkettiğin anda başla düdüğü çalmaya yoksa çok geç olacak. Sevişmeleriniz bitince göbek taşına uzanayım da biraz dinleneyim deme Şarmuta, bunu yapma. Depremde enkaz altındasın işte, gecikmeden düdüğü çal çabuk, yandaki yüksek bina, caminin minaresi hepsi hamamın üstüne devrilecek. Kurtarmaya Xanadu gelecek. Göbek taşına seviştikten sonra sakın yatma Şarmuta. Kubbe kolların üstüne inerse düdüğünü çalamazsın Şarmuta. Düdüğüne mukayyet ol, ama kollarını da kıpırdatabilmelisin Şarmuta. Dünya sürgün, tamam ama bu sürgün enkazı altında, “Tamam, burada kimse yook, kaldırabilirsiniz!” mi olmalı son duyduğun. Esmeri yüzündeki gülümsemeden, kızıl saçlı inşaat işçisini de erkekliğinden tanıyacaksın. Hamama düdüksüz girme! O iki yiğitle sevişir sevişmez bir eşik altına koş. O ikisi birbirlerine dalacaklar, işte o sırada. Hayır Şarmuta, yorgun değilsin, yatma göbek taşına. Kolların ...kollarını kıpırdatabiliyor musun Şarmuta? Düdüğünü çal Şarmuta. Kadıköy-Eminönü Vapuru’nda çayla simit ye Şarmuta. Uyan Şarmuta, uyan ve şiir yaz yeniden, masal yaz Şarmuta. Hadi son bir gayret, kıpırdat kollarını da çal şu düdüğü Şarmuta. Yüce Doğa’nın görülecek bir işi daha var Seninle, benimle. Durma solu bu capcanlı havayı öyleyse. Giderek öğren, ah ne güzel, gitmen gereken yere. Bu heyecan işte aklımı başımda tutan. Bilirim. Kayıp giden daim olandır. Hem de yakın. Uykuya uyanır, uyanışımı ağırdan alırım. Giderek öğrenirim, gitmem gereken yere. Theodore Roethke, “Uyanış/The Waking”

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 43


MÜZİK

ARABESK MÜZİK VE BENİM EŞCİNSELLİĞİM KAŞIK DÜŞMANI Oturdum gecenin içine karmakarışık duygularımla. Yol alıyorum geceye doğru saatin tik-taklarıyla. Ben saatin tik taklarını istemeyerekte olsa dinliyorum. Oysa benim sesimi, sevdalarımı, çığlıklarımı, gönül depremlerimi kimse dinlemedi. Dinleyenler de hep küçümseyerek ya da acıyla baktılar. Kim kime niçin acıyor? Kim kimi niçin küçümsüyor? Kafamda dolaşıp duran ve cevabını buldukça kahrolduğum sorular. Gece yolculuğuma devam ediyorum. Arabesk müziği eşcinsel aydınlar da dahil bir çok insan küçümsemiştir. Oysa ben eşcinselliğimi ve arabeski beraber keşfettim. İkisini birlikte yaşadım ve halende yaşıyorum. Üniversite mezunu olmama rağmen. Anlaşılan bir türlü aydın(!) olamayacağım! Benim Pembe Panjurlu evim olmadı. Evimin bahçesi de yoktu. Yalnızca bana acı çektiren eşcinselliğim vardı. Kendime soruyordum. Allahım ben ne yaptım da beni eşcinsel yaptın? Niçin böyleyim? Oysa daha sonra öğrenecektim eşcinsel olmak için herhangi bir şey yapmak gerekmediğini. Psikiyatra gitmeye başladım. Erkek toplumun(!) erkeği(!) olmak için. Çektiğim acıları hiç kimse tahmin etmiyordu. Şöyle bir çevreme bakıyordum anlayacak birini de göremiyordum. Geceler benim için uzun sürüyordu. Gündüzler de gecelerden uzun. Ölümsüz ya da ölümlü aşk hikayeleri yaşıyordum kendi kendime. İki kahramanlı aşk hikayeleri. Oysa ben gönül depremleriyle sarsılırken karşıdaki kahramanın bundan haberi yoktu. Kendi kendime yaşıyordum aşklarımı ayaklarım yere basmadan. Saatin tik takları beni rahatsız etmeye başladı ilerleyen geceyle birlikte. Benim tek dostum vardı: Arabesk parçalar. Önce Gülden Karaböcek'i keşfettim. "Kaderim şarkılarım gibi yalnızlık, ızdırap ve acı dolu" diyen. Dilek Taşı filmini seyretmiştim. Sesi beni acayip etkilemişti. Sonra kasetçilere koşmuştum. Bütün kasetlerini almaya çalıştım. İçinde bulunduğum durumu kaderin bana bir oyunu olarak görüyordum. Ben de kadersizdim, yalnızdım, aşklarıma karşılık bulamıyordum kısacası arabesk parçalardaki bütün duyguları yaşıyordum. O zaman pop müzik ölüm öncesi patlamasını yapmamıştı. Hafif müzik söyleyen sanatçıların kasetleri az satıyordu. Bunlardan biriydi Zerrin ÖZER. Müthiş bir sesi olan Zerrin Özer arabesk okumaya başlamıştı. Kendimden geçerek dinlerdim kasetlerini. Ben seni en çok arabesk okuduğun zamanlar sevdim be Zerrin abla. Keşke yine öyle bir kaset yapsan. Buram buram arabesk kokan. Ben o kasetleri dinlesem. Eskisi gibi bir taraflarıma vurup durmam. Saçma sapan hareketler yapmam. Olgun ve kendimi yakıştırdığım hüznümle dinlerim seni. Belki de arabesk müziğin lanetine uğradın arabesk söylemeyi bıraktığın için. Hiçbir zaman mutlu olamadın. Olamayacaksın da. Oysa gittiğim psikiyatr arabesk müziği dinlemeyi bana yasaklamıştı. Sözlerin, müziğin çok saçma sapan olduğunu, beni kederlendirdiğini, olumsuz etkilendiğim için bu müziği dinlemememi istemişti. Oysa bilmiyordu

ki ben arabesk dinlemesem de mutsuz olacaktım. Onun yerine bana "eşcinselliğini kabullen" deseydi. Daha doğru olmaz mıydı? Saatin tik takları bana acıların kadını Bergen'i hatırlatıyor. Onu hiç unutamıyorum. Bazen rüyalarıma giriyor. Arabesk yaşadı, arabesk öldü. Söylediği gibi öldü. Kocası önce kezzap attı yüzüne. Bir gözünü kaybetti. Sonra da öldürdü. Ah Bergen! İnan seni çok özlüyorum. Hatırladıkça gözlerim yaşlanıyor. Seni geri istiyorum. Sen eşcinselliğimin, geçmişimin, kırık dökük umutlarımın, umutsuzluklarımın bir parçasıydın. Benim teselli kaynağımdın. Gülden Karaböcek ve Zerrin Özer ile. Gittin zamansız gittin. Sen arabeskin değil ama heteroseksüel toplumun lanetine uğradın. Bu heteroseksüel toplumun adaleti seni öldüren kocanı kısa bir süre sonra serbest bıraktı. Kasetlerin de eskisi kadar göze çarpmıyor. Unutuldun gittin. Senden geriye hayatını konu alan bir film kaldı. "Aşk ölümden soğuktur" Kocanı "eşcinsel bir karakteri oynamam" diyen Kadir İnanır oynadı. Senin yerinde ise beyaz perdede Bennu Gerede vardı. Yönetmenin kızı. Umarım kocan arabeskin lanetine uğrar. Ömrü boyunca mutlu olamaz. Sen: "Onu da yak Tanrım" diye beddua etmiştin ben, "Allahım beni eşcinsellikten kurtar" diye dua ederken. Allah senin bedduanı kabul etmedi benim dualarımla birlikte. Allahın kapısından dua ve beddualarımız geri gönderildi. Heteroseksüel toplumla, değer yargılarıyla .baş başa kaldık. Arabesk sanatçıların kasetleri eskisi gibi çok satmıyor. Gülden Karaböcek bir köşeye çekildi sesi soluğu çıkmıyor. Medyamız şimdi çıplakların ve popçuların peşinde koşuyor. Böyle bir ortamda sesinin çıkmaması normal. Üç ya da dört yılda bir kaset yapıyor artık. Onurluca köşesine çekildi. Arabeski terk etmedi Gülden Karaböcek. Bu gidişle o da yaşayan ölülerden olacak, unutulacak. Duy sesimi Gülden Karaböcek! Bana ses ver! Gönderdiğin imzalı fotoğrafı hâlâ saklıyorum. Zerin Özer pop müziğe döndü. Bergen öldü. Kalbimin bir kısmını kendisiyle götürerek. Yüreğimin bir kısmı hâlâ onun yanında. Mezarında. Saatin tik-taklarına dayanamıyorum ve dışarı çıkarıyorum odadan. Ben de eşcinselliğin kader olmadığını, eşcinsel olmanın bir ceza olmadığını anladım. Geç de olsa. Eşcinselliğinden utanan insan değilim. Onurluca hayata direnmeye çalışıyorum. Soranlara eşcinsel olduğumu rahatlıkla söylüyorum. Eşcinselliğin bir politik duruşu gerektirdiğine inandığımdan politik olmaya ve klas bir duruş almaya çalışıyorum. Heteroseksüel toplumdan eşcinselliğimden dolayı korkmuyorum Onursuzca yaşamaktansa onurluca mücadeleyi göze alıyorum. Hazreti Hüseyin'in dediği gibi. "Hayat, inanmak ve mücadele etmektir." İnsan olmanın gereği de budur. Geçmişimden de utanmıyorum ve onu unutmamaya çalışıyorum. Biliyorum ki: geleceğin anahtarı geçmişin yanlışlarında gizli.

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 44


MÜZİK

SKUNK ANANSIE BERK "Post Orgasmic Chill", Skunk Anansie'nin en sağlam albümü. Irkçılıktan, eşcinselliğe kadar her konuda politik tavrını sergileyen agresif, sıra dışı bir hard core rock grubu. Üç yıllık dünya turnesinden sıkı albümle geldi İngiliz çocuklar. Günümüz insanı öfkesini bastıramıyor. Hiçbir ilacın ve psikolojik tedavinin kâr etmediği bu hastalıktan mustarip kişilerden biri de İngiliz grup Skunk Anansie ve vahşi solisti Skin. Skunk Anansie beyazların egemen olduğu rock müzik dünyasına siyahi, dazlak güzel, üstelik de lezbiyen solisti, rasta saçlı siyasi bascısı, gitaristi ve bir davulcusu iki beyaz üyeyle dalıverdi. Sıra dışı kadrosu kadar politik tavırları ile de dikkat çekti. Irkçılık ve eşcinsellik gibi konulardan dem vuran grup 20. yy'ı diğer gruplardan önce tamamlamış gibi. Acayip vokalisti Skin, öfkesini haykıran keskin bakışları, yırtıcı vokalleri de grubu ürkütücü kılıyor. Grubun elemanları bascı Richard "cass" Lewis, vokalist Deborah "skin" Dyer, gitarist Martin "Ace" Kent ve davulcu Marc Richardson. Kaset Türkiye'de Emi/Kent firmasından çıktı. CD mevcut. "Biz sanıldığı kadar sert, öfkeli ve kaba değiliz" diyor Ace, "Skin istediğinde güçlü, sert, ürkütücü ve inatçı olabiliyor; aynı zamanda duygusal, hassas, romantik, karmaşık biri. Hepimiz ayrı kişiliğe sahibiz ve belki bizi bir arada tutan bu farklılığımız", yani onlar uç noktaları birleştiren bir çete gibiler. Grubun agresif ve hatta provokatif müziği içinse "Bu pozitif bir agresiflik" yorumunu yapıyor Ace. "Ama sahte bir imaj değil bu içimizden geliyor. Biz de herkes gibi aynı dünyada yaşayıp aynı sorunlarla savaşıyoruz. Bizi yönetenler, çevredeki insanlar, ırkçılık, cinsel ayrımcılık, önyargılar bizim için de çok önemli. Bunları görmezden gelip aşk şarkıları ve masallar yazabilirdik ama biz bunu reddettik, gerçeği yazmayı tercih ettik." Ace, politik olmanın da dürüstlük kadar işe yaradığına inanıyor. "3 dakikalık bir şarkının insanları değiştirebileceğine inanmıyoruz. Ama yine her şarkı önemlidir. İnsanları harekete geçirmeseniz bile bazı şeyleri fark etmelerini sağlayabilirsiniz." diyor. Ve şöyle devam ediyor: "Genç nesil neler olup bittiğinin farkında değil. Apolitik. Bunca insanı eğitemezsiniz. Ama müzik yoluyla bazı konularda en azından fikirleri olmasını

sağlayabilirsiniz. Şarkılar dünyayı değiştirmese de sesinizi duyurmanızı sağlar." "Post Orgasmic Chill" 1994'te kurulan Skunk Anansie'nin son albümü, yani üçüncüsü. Müzikal perspektifle Metallica'ya taş çıkartacak kadar güçlü ve sert sounduyla dikkat çekiyor. All I want, twisted, Hedonism gibi grubu zirveye taşıyan hitler yerini charlie big patato, on my hotel tv, the skank head gibi adrenalin yüklü parçalara bırakıyor. Tracy's Flow secretly, you'll follow me down gibi yumuşak şarkılardaysa Skin albüm boyunca dinleyeni esir eden yırtıcı vokallerini ustaca kedi mırıltılarına çeviriyor. Grubun sözlerindeyse Skin'in kin kusan vokaliyle zehirlediği we don't need who you think you are ve And this is nothing I thought I had'e rağmen agresiflik ilk kez daha geri planda. Skunk Anansie bu kez daha oturaklı, olgun ve sağlam bir çalışmaya imza atmış. Bunun sebebi "Post orgasmic chill''in diğerleri gibi yollarda değil, durak bilmeyen konser turneleri arasında verilen molada yapılmış olması, kayıtlar 7 hafta sürmüş. Ve ilk kez bir albüme bu kadar zaman ayırmışlar. Stüdyoya kapanıp dış hayatla alâkalarını kesmişler. Telefon kabloları kesilmiş, cep telefonları kapanmış, 7 hafta her şeyden izole edilmiş olarak sadece birbirlerini görerek yaşamışlar. Sinirlenince öfkeli parçalar yapmışlar. Herşey bu yüzden daha gerçekçi olmuş. Yaratım süreci böyle geçmiş. İlk albüm (paronoid and sunburt) grubun Londra'daki yaşamının, ikinci albüm (stoosh) ise şöhretin, turnelerin yeni deneyimlerin ve değişimlerin izlerini taşıyor. Grup yaptıkları her şarkıyı birer dökümantasyon olarak niteliyor. Son albüme yansıyan Doğu ve Afrika öğeleri ise grubun Amerika, Avustralya, Afrika ve Japonya turnelerinin ürünü. Giriş parçası "Charlie big Potatoe"nin introsunda kulağımıza çalınan ezan sesi deforme edilmiş durumda. Ama ezanı sample olarak kullanan grup bunun dini anlamını bilmiyormuş. "Sadece melodi ilginç geldi" diyorlar. "Post orgasmic chill" sounduyla grubun her kültüre, ırka açık ve bakış açısını sınır tanımaksızın destekler gibi. Şarkılar hard core, metal ve rock dışında drum'n bas, dup, hip hop, punk'ı kapsayan geniş bir ocakta pişmiş. Dinleyin.

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 45


YAŞAMIN İÇİNDEN

TOZ BUKET GÜL Bugün tam iki ay oluyor; buradan, bu evden ve benden ayrılalı. Oysa dünmüş gibi hatırımda bütün yaşadıklarımız. Yani beraber geçen her sene yani dostluğumuz, aşkımız, yani bana verdiğin mutluluklar ve acılar... Giderken, inandığım ne varsa alıp götürdüğün. Güzel olan ne varsa. Geride, beni, kullanıp attığın bu paçavrayı bıraktın yalnızca. Sabahları penceremden içeri süzülüp, sessiz yatağımı aydınlatan ışık bile sahte! Çünkü sen güneşi de götürdün beraberinde. Ne güzel başlamıştı her şey, bilmem sen de hatırlar mısın? Üniversitede ilk yılımdı. Çok genç, çok ürkek, çok yalnız ve farklıydım. Herkesten saklıyordum kendimi. Sarışın bir sırdım kendi içimde. Kimseyle konuşmuyor, herkesten kaçıyordum. Sanki, ağzımı açsam, içerime doluşacaklardı. Yığınlar halinde üzerime geliyordu herkes ve ben yığınlar içinde yalnızdım. Ta ki sen çıkıp gelinceye kadar. Benim aldığım derslerden birini alıyordun. Sınıfa ilk gelişindi. Siyah, düz kısacık kesilmiş saçların, çekik kapkara gözlerin ve kalın dudaklarınla resmini çizdin o an gözlerime, hiç silinmemecesine. Kimseyi umursamaz tavırlarla yürüdün...Yürüdün... Ben gözlerimle peşindeydim adımlarının. Gözlerimin mavisi siyahla buluştu sonra. Oturup oturamayacağını sordun, yanıma. Başımı salladım. Garip bir ateş yanıyordu bedenimde. Nefes alamaz olmuştum. Başım sürekli aşağıda, gözlerim senden uzaktaydı. Ama sen inadıma yapıyordun sanki, sürekli sorarak, konuşarak işimi zorlaştırmayı... Beraber ders aldığımız iki gün, haftanın tek günleri olmuştu benim için. Sanki yalnızca seni görmek için geliyordum okula. Yanına oturmak, kokunu duymak, saçma bile olsa, birkaç kelime konuşabilmek için seninle, bütün hafta heyecanla bekliyordum. Sonra okul dışına taşıdık dostluğumuzu. Birbirimizi tanıdıkça daha yakın oluyor, daha iyi tanıyorduk birbirimizi. Oysa ne kadar da az benziyorduk birbirimize. Sen mağrur, öfkeli, saldırgan; bense duygusal ve içe dönük... Ben gittikçe daha çok kapılıyordum sana, sense daha çok paylaşıyordun benimle. Geceleri yastığıma sarılıp ağlar olmuştum. Kendi kendimi sarıyordum kollarımla. Saçlarımı okşayan yine kendi ellerimdi. Oysa sevgililerin vardı senin. Güzel kızlar... Her hafta değiştirdiğin ve bir daha görüşmediğin. Aşk yoktu senin için. Ve bu beni korkutuyordu. Senin aşkı tanımamış olmandan korkuyordum. Seni, kimseyi sevmediğim kadar çok sevdiğim için kendimden korkuyordum. Dostluğumuz başladıktan birkaç ay sonra aynı eve taşındık seninle. Bu eve... Seninle aynı havayı solumak mutlu ediyordu beni. Gecelerimiz konuşarak, paylaşarak, bazen hüzünlü, bazen neşe içinde geçiyordu. Bu konuşmalar mutlu ediyordu beni. Kimi zaman, kapıdan, kolunda kıkırdayan kızlarla girsen bile, onlarla odana kapanıp sevişirken, kulaklıklarımı takıp, müziğin son sesini açmak zorunda kalsam bile mutluydum. Sen bana onları anlatırken, nasıl keyiflendiğini görsem bile mutluydum. Bir akşam eve gelmekte epey geciktin. Aç olma ihtimaline karşı yemek yaptım. Vakit geçsin diye saçma sapan bir sürü program izledim ve hatta ders çalıştım.

Gelmeni öyle çok istiyordum ki kapıya kilitleniyordu gözlerim en ufak bir tıkırtıda. Saçlarımda bigudiler olsa kocasını bekleyen kadınlara benzeyecektim. Nihayet geldin. Anahtar sesiyle fırladım yerimden. Kapıyı açar açmaz yığılıvermiştin yere. Zil zurna sarhoştun. Ayakkabılarını çıkarıp salona geçirdim seni. Anlaşılmaz bir dille bir şeyler anlatıyordun bana Ben tek sözü hatırlıyorum: "Hepsinden bıktım!" "Kimden?" diye sordum gömleğinin düğmelerini açarken. "Kızlardan!" dedin. "Sen kimseyle beraber olmadığın için şanslısın, çünkü..." sözünü tamamlayamadın. Mideni tutarak doğruldun ve "Çok kötüyüm" diyebildin sadece. Seni alıp banyoya götürdüm. Lavaboya eğilip kusmaya çalıştın ancak başarısız bir denemeydi. İşaret parmağımla, orta parmağımı boğazına sokup, bir kez de ben denedim seni kusturmayı ama bu da sonuç vermedi. Seni ayıltmak için ne gerekiyorsa yaptım ama faydasızdı. Zaman geçtikçe korkutuyordun beni. Sonunda tek bir çözüm yolu kalmıştı bulabildiğim. Giysilerini teker teker çıkarıp seni soğuk duşun altına ittim. Soğuğun etkisiyle kesik çığlıklar atıyordun, bu hoşuma gidiyordu. Çıplaklığın, iri ve kaslı vücudun hoşuma gidiyordu. Bir süre öylece izledim seni. Sonra gidip bornozunu getirdim. Titriyordun. Sarılıp odana gittik. Yatağına yatırdığımda ayıktın. Bir iki dakika konuştuktan sonra gözlerini kapatıp, sızıverdin. Ben de güzel yüzüne karşı, duyamayacağından emin seni sevdiğimi söyledim. Aralık bıraktığın dudaklarına bir öpücük kondurup odama çekilmekti niyetim. Ancak dudaklarım dudaklarına değince çekemedim kendimi. Habersizliğin inancıyla bir süre öptüm seni, sonra da kaçarcasına çıktım odadan. Kalbim çılgınlar gibi atıyordu. Sanki yerinden çıkıp yanına gidecekti senin. İzin vermedim! Ertesi gün konuşmadın benimle. Günaydın bile demedin. Bir şeyler ters gidiyordu. "Neyin var?" dedim. Cevap gelmedi. " Ne o. Küs müsün benimle?" diye sordum. Başını kaldırıp garip bir nefretle baktın yüzüme oturduğun kanepeden. Ve bir çırpıda yanıtladın sorumu: "Ben sapıklarla konuşmuyorum oğlum! Sen sapıksın! Dün gece ne yaptığının farkında değilim sanma. Beni öptün, hem de dudaklarımdan. Allah'ım! O kadar şok olmasaydım, biliyordum sana yapacağımı ya, neyse!" "İşte karşındayım" dedim. "Yap ne yapacaksan..." Bir süre aşağılar bir tavırla baktın bana. Sonra "İbnesin sen" dedin bağırarak. "İbnesin! Bir ibneyle beraber yaşıyorum. İnkar bile etmiyorsun bunu" Ve sonra başını ellerinin arasına alarak sustun. Sanki dünyanın en büyük felâketi gelmişti başına. Oysa felaket bana gelmişti. Senin tarafından bu kadar küçük düşürüleceğimi, aşağılanıp, yaralanacağımı hiç düşünemezdim. En kötüsü, senin de o hoşgörüsüz, o dar kafalı insanlardan biri olduğunu görmekti. Kendimi savunacak bir suçum yoktu ortada. Öyleyse en iyisi, aylardır çektiğim sıkıntılara sebep, içimde tuttuğum gizi açığa çıkarmaktı. Bu kez ses yükseltme sırası bendeydi. "İnkar edilecek bir şey yok!" diye başladım söze. "Ben eşcinselim. Bu elimde değil. Kızları çekici bulmuyorum. Bu anormallik de değil. Seni seviyorum, evet seni ilk gördüğüm andan beri seviyorum. Beni mutlu ettiğin için, bana yakın olduğun için ve bu kadar güzel olduğun için seviyorum

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 46


YAŞAMIN İÇİNDEN seni." Sözler makineden çıkar gibi seri dökülüyordu dudaklarımdan. İçimde ne var ne yok hepsini döküp, hıçkırıklara boğuldum. Yerinden kalkıp gelmeni beklemiyordum hiç. Ama geldin. Yanıma oturup yüzüme kapadığın ellerimi ellerine aldın. "Bilmiyordum." dedin. "Bir erkeğin bir başkasını böyle sevebileceğini bilmiyordum. Sen çok hoşsun." Ellerin saçlarımda gezindi bir süre. "En iyi dostumsun. Senin üzülmeni istemiyorum. Belki de kendimi böyle Bir ilişkiden kaçırmak için söyledim bu sözleri, affet! Seni kırmayı hiç istemedim." Sonra uzanıp öptün dudaklarımı ve sarıldın. Sımsıkı sarıldın bana; içine sokarcasına... Birkaç ay sevgili olduk. Rüya gibiydi her şey. Dışarıda arkadaşmış gibi davranıyor, herkesten gizliyorduk ilişkimizi. Eve geldiğimizde, aşkını anlatıyordun bana. Beni nasıl sevdiğini, nasıl istediğini. Sonra birleşiyordu bedenlerimiz. Birbirimizin olduğumuz o yatağın yerinde şimdi kalın bir toz tabakası var. Sevgimin karşılığı bu toz mu olacaktı? Bir gece sen televizyon izliyordun, ben kucağına uzanmış, kitap okuyordum. Sağ elin önce boynumda, sonra da saçlarımda sakince gezindi. Ve aniden, bütün hışmınla kavradın saçlarımı. Ellerinle beraber, başımı da kaldırmam gerekti. Beni kucağından atınca, koşar adımlarla odadan çıkıp, kendi odana kapandın. Bir süre sonra geldim yanına. Yatağa oturmuş, gözlerini yere dikmiştin. Karşına yere oturdum ben de. Bir saate yakın karşılıklı sustuk. Sessizliği bozan sen oldun: "Öyle sevimli, öyle güzelsin ki dayanamıyorum sana. Dostumsun, seni kıramıyorum da. Kendimi de kıramıyorum, gözlerinin mavisine bakınca. Yanlış yapıyorum. Bir duyulursa..." sözü burada kesip bana baktın. "İstersen bitiririz. Eskisi gibi yalnızca dost oluruz" dedim. Senin mutluluğun önemli idi. Ve sensizliği kaldıramayabilirdim. Büyük bir sinirle kalktın yerinden, elimden tutup beni de kaldırdın ve oturttun yatağa. Sonra hiç yapmadığın gibi, büyük bir hırsla büyük bir vahşilikle seviştin benimle. Acımasız ve kabaydın. Dişlerin bedenimde sınır tanımadan iz bırakıyordu. Canımın acımasına aldırmadan devam ediyordun ısırıklarına. İçime girdikten sonra devam etti aynı tutumun. Çığlıklarıma ve göz yaşlarıma aldırmadın hiç. Yanıma uzanırken eskisi gibi öpmedin beni ve kollarına almanı beklerken, sırtını dönüp, çıkmamı söyledin. "Anlamadım" dedim şok olmuş ses tonumla. "Dışarı" dedin. Ağır bir küfür patlatarak odandan çıktım. Neredeyse sabah oluyordu, yorgunluktan

uyuyakaldığımda. Öğleden sonra, yatağımdan kalktığımda seni bulamadım. Çıkıp gitmiştin. Ama hatanı anlayacak ve dün yaptıkların için özür dileyecektin benden. Çünkü seviyordun beni. Çünkü ben senin en iyi dostundum. Çünkü benim altın sarısı saçlarım ve mavi gözlerim vardı. Ama benim mavi gözlerim, akşama kolunda bir hatunla gelmene engel olamadı. Tek laf etmedim bu davranışına. Ertesi sabah odandan çıktığında beni karşında buldun. Önce orada yokmuşum gibi davranıp geçmek istedin yanımdan. Önüne geçip engellemeseydim yapacaktın belki de. Beni yeniden yolunun üzerinde görünce, göğsümden sertçe iterek "Çekilsene ibne" diye bağırdın. Midemden kalbime oradan da boğazıma yürüyen bir acı hissettim. Sesim fısıltı gibi çıkıyordu. "Ben ibneyim ya peki sen nesin?" diye sordum yüzüne bakmadan. Belki çok büyük bir hakaretti bu senin için. Beni yakamdan tutup duvara dayayarak sözlerinin üstüne bastıra bastıra cevapladın beni: "Bak oğlum. Bu lafı bir daha edecek olursan, seni gebertinceye kadar döverim! Ben senin gibi sapık değilim. Kızlarla yatıyorum. Dün gece ispatladım normal olduğumu. Sapık olan, anormal olan sensin. Seninle yattım çünkü farklı gelmişti. Hoşuma gitmişti. Ama artık bitti! Ve bu duyulacak olursa unutma ki zararlı çıkan yine sen olursun. Çünkü seni beceren benim!" sözlerin bittiğinde nasıl ölmedim hayret ediyorum. Öyle acı, öyle yaralayıcı kelimelerdi ki, bu dudaklarından dökülenler... Odama kapanıp, bu şehirden kaçmak için küçük bir bavul hazırlayıp, ailemin oturduğu şehre bir bilet aldım. Orada kaldığım bir hafta boyunca, senin baskılara, kalıplara ve kurallara nasıl yenildiğini, aşkımı ve beni nasıl hiçe saydığını, beni böyle çabuk böyle acımadan nasıl sildiğini düşündüm. Ne kadar zayıf, ne kadar kolay boyun eğen biri olduğunu düşündüm. Acı artık ağır gelmiyordu yüreğime. Nasır mı tutmuştu olumsuz sandığım sevgi? Geriye döndüğümde evi boş, sensiz buldum. Eşyalarını toplayıp gitmiştin tek bir not tek bir veda kelimesi bile bırakmadan. Bugün tam iki ay oluyor. Ne okulda ne de başka bir yerde yüzünü görmedim, gözlerime çizdiğin resmin hariç. Neredesin, ne yapıyorsun bilmiyorum ama özgür olmadığından eminim. Senden geriye güvensizlik, acı ve bir karış toz kaldı. Yani bir paspas darbesine bakıyor anıların. Ve gözümde bir toz zerreciği kadar kaldı değerin, saygısızca ve onursuzca toz olunca! (22 Mayıs '99)

DİBE VURAN GURURUM M. YAŞAR K. Elimde gazete oturuyordum. "Eşcinsel hayvanlar varmış" dediydim gazetedeki habere bakarak. Özellikle söylememiştim oysa. Bozulmuş bir ses tonuyla -aslında kendini saklama çabası seziliyordu"Beni ilgilendirmiyor." demiştin. Ayol "Niye ilgilendirsin" ki ben sana bunu seni ilgilendirip ilgilendirmediğini öğrenmek için söylemediydim. Sesindeki tınıdan, gözlerini saklamandan anlaşılıyordu oysa içindekiler. İbnelik muhabbeti ortaya atıldığında yalnız dalganı geçerdin sözüm ona özgürlükçü, hümanist ve sosyalisttin. Bir bok değildin bir korkaktan başka. Kendi gerçeğinden

korkuyordun sen. Bana "Düzenin adamısın" derdin de niye gidip düzenin adamlarıyla "Hiç milli oldun mu, nerede nasıl?" muhabbetlerine giriyordun? Özgürlük yüreğinde başlayıp oranda bitiyordu. Herkese bakıp "Ohoo ben o işin olimpiyatlarına bile katıldım siz daha uyuyun" deyip işin içinden çıkıverseydin benim gibi. Kimlerle nasıl yattığını anlatıp övünmek bana hep ters gelmiştir. İster hetero ister eşcinsel ilişkiler olsun cinsellik yemek içmek veya uyumak gibi doğal bir işlev olduğundan bahsine gerek yoktur öyle ballandıra ballandıra. Siz hiç "dün akşam öyle bir uyku çektim ki

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 47


YAŞAMIN İÇİNDEN olmaz yani" diyerekten övünen birini gördünüz mü? Ayrıca yalan mı yani o kıytırık heriflerin her biri de kendini erkek güzeli, bulunmaz ve dayanılmaz cinsinden Hint Kumaşı zanneder uyduruk yerlerde "Becerebilecek miyim?" türünden bir göt korkusuyla ve heyecanıyla hiç tanımadıkları bir kadıncağızla yaptıkları işi -tabi bunun neresi cinselliktir tartışılır- ben kendi çapımda en onurlu şekilde yaptım. En azından kalbimi, sevgimi vermediğim biriyle yatmadım. Çok şükür alnım ak, yüzüm pak. Ne para verdim ne pazarlık yaptım. Adam beni sevmişti ben de onu. Biz olimpikler böyle takılırız da birazcık. Yatak odama henüz parasal ilişkiler girmedi. Sen de ibneydin de gururun götüne vurmuştu. Bence korkuları demek gerekir de yine insaf edeyim. "Kimse gerçekleri görmeden özgür olamaz." derdim sana bir tanem. Bir akşam ben sana şiir yazarken gelip yanağımdan usulca öpüvermen, yanağını benimkine dayaman bir gerçeği sonunda görmeye başladığını düşündürmüştü bana. Yanılmış mıydım? Bilemiyorum, içine bakıldığında senin ruhunu gösteren camdan bir sihirli kürem yok. Ayrıca gözlerine bakmak bana yetiyordu. Ellerini, yüzündeki çizgiden gamzelerini, burnunu, uğrunda ölünesi boynunu öpmek bana hep yetti. Sana bir tek dudaklarını bıraktım. "Bana mutluluğun resmini yap." dediğimde hep ertelerdin, bunun mümkün olmadığını söylerdin. Bir defasında elimi kalbine götürüp "Resim değil ama mutluluğun sesi" demiştin. Sıra bana, benim sana sarılıp öpmelerime mutluluğun resmini istememe geldiğinde mi tuttu korkuların. Seni seviyordum işte, tüm şiirlerim sanaydı. YALNIZCA SENİN İÇİNDİ. Şüphelere düştün, derin kuyularda dolandın durdun. Bir kağıda "Özlem sevgiliye ve dosta özeldir" diye yazdığında neyi düşünüyordun? Ben seni benim yanımdayken bile özlerken düşünmenin sırası mıydı? Senin eline bakmadım hiç, daima yüzüne baktım. Seni sen olduğun için sevdim. Kimsenin eline bakma benim minik balığım. Ele bakarsan yediğin en ağırından bir tokat seni yıkar. Ben senden hiçbir şey beklemedim, beklemezdim de. Sen giderdin, ardından ağlardım ben, bunu hiç bilmedin. Ve günler günleri kovaladı adına aşk diyemediğimiz şeyi yaşarken biz, zaman geçti. İlk ciddi tartışmamızı anımsıyorum kavgadan sonra bir kadehi bile benim için felaket olan alkolü o sinirle tüketişimi, arsız sarhoşluğun cesaretiyle söylediklerimi, günlüğüme yazdığım şiiri uluorta bırakıp soğuk bir duştan sonra yatağıma gömülüşümü anımsıyorum. Usulca içeri girdin, şiiri okudun yanıma gelip "Kızgınlığın geçti mi" dedin. Ellerin saçlarıma gitti, hiç kimse senin gibi sevmedi saçlarımı. "Sen sevmeye yaraşırsın seni sevmeyen ölsün." demiştin, "Bir daha içme, sigara da içme, soğuk duş da alma hasta olursun." Sabah birbirimizin gözlerine bakamıyorduk. Akşam odaya döndüğümde sen içindeydin. İçimden konuşmak gelmiyordu hemen sobayı yakmaya çalıştım. "Düzeldin mi?", "Evet" gözlerinde hangi anlam vardı bilmiyorum, hâlâ da bilmem. Dışarı çıktın, tekrar geldiğinde ben masanın başındaydım. Sarıldın ve öptün yanağımdan, yanağın yanağıma değdi, ellerin elime, ne yaptığının sen bile farkında değildin, engel olunamaz bir

koşuya girmiştin nereye gittiğini bilmediğin bir yolda. Elimdeki kalemi alıp çizmeye çalıştığım kadın resmine bir yüz kondurdun. "Ben onun bir yüzü olmasını istemiyorum." "Neden?" "Kimsenin gerçekte bir yüzü yok da ondan." Sana aşıktım işte. Öl dediğin yerde ölürdüm. Daha ne kavgalar ettik seninle. Hırçındım senin sürünmeni istedim, küçümsedim. Sen hep düşünürdün, hep düşünürdün. Sana tüm fikirlerimi kustuydum bir akşam. "Bana böyle şeyler söyleme." dedin."Cesarettin yok değil mi? Korkuyorsun, bütün fikirlerini sarsıyorum, düşünmeye başlıyorsun ve kendin olmaya başlıyorsun." Ses çıkarmadın. Her gün öperdim seni, ellerini tutar, yüzümü göğsüne, boynuna gömerdim. İşlerine koşturur, eşyalarını düzeltirdim. Sen hep susardın, söyleyecek sözün olmazdı. Bazen "paylaşımcılıktan" söz ederdin ders anlatır gibi. "Üretken" olduğundan dem vururdun. Bir gün dayanamayıp "Pardon ama bu güne kadar slogandan ve hayalden başka ne ürettin? Elle tutulur bir şey var mı ürettiğin?" Cevabı yine ben verdim. "HİÇ" Zaten senin cevaplarının da eşyalarının nerelerde olduğu konusundaki gibi en iyi ben biliyordum, senden bile daha iyi biliyordum. Yaptığın kazak erkek numaraları hep havada kalırdı göz boyamacaydı. Korkuların götüne vurmuştu işte. Yalnız kaldığımızda da yumuşayıverirdin. Aylar sonra bir gece aniden hayatında bir defa gördüğün ve bir saat bile geçirmediğin, hiç tanımadığın, doğru düzgün konuşmadığın bir kızla evlenmeye karar verdin. Bu olayın sosyolojik ve psikolojik açıklamalarına derinlemesine dalmak gerekir de inanın değmez. Tıpkı o akşam "Peki ben neyim, ben neydim?" diye sormamın değmeyeceği gibi. "İstiyorsan böyle oturup düşünme, harekete geç . Bir şeyler yap, şansını kullan. Git onu kazan ve evlen." dediğimde hayretle baktın. Her şey düşünülmüş, ayarlanmıştı senin tarafından. Zavallı kız bir erkek hegemonyası handikabında rol alacağını bilmeden kim bilir nerede rahatça uyuyordu. Sen yine susup düşünüyordun. Konuşan yine ben oldum. "Hayatta hep elimdeki misketleri düşündüm. Gökteki yıldızlar kadar çok ve parlak. Savunursun, karşıdakini vurma şansın var, ama bu olasılığı harekete geçirmek için önce senin kendi misketini savunman gerekir. Attın, vurursan büyük başarı. Vuramazsan canın sağ olsun, seni bekleyen daha çok olasılık var." Dinledin, gülümsedin. "İşini bırakması gerekecek. Benimle yaşaması çalışmaması gerekiyor." Kadın kocasına tabidir, öyle ya tüm hayatın merkezine küp gibi seni kondurmuşlar, senden kıymetlisi yok, o da hayatını ters yüz edip kim bilir belki de çok sevdiği işini, çevresini bırakıp seninle Allah bilir nerelerde bir süre sonra boşluğuna kendini teslim edeceği bir hayat paylaşmak zorundadır. Kadının istekleri olamaz, senin düşündüğün en doğrusudur. Her şeyi düşündün, planladın, ondan isteyeceklerini hazırladın, kurguladın kafanda. Bana ne mi oldu? Seninle her gün yüz yüze bakıyorduk. Benim uğradığım hayal kırıklığını telafi etmeye çalışıcı beceriksiz hareketlerine, gereksiz

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 48


YAŞAMIN İÇİNDEN kardeşlik ve sevgi gösterilerine katlanmak zorunda kaldım. O sıralar benim gururum henüz kursağımdaydı. Bunları konuşup benim "kağıttan" kulemin yıkıldığı, seninse "gerçek" bir erkek olduğunu ispatladığın gecenin sabahında, güneş doğarken kırkıncı sigaramı içtim ciğerlerime derin derin çekerek. Böylece kahvaltısız başlayan günlere bir yenisi daha eklendi. Bu sayede kilo almadım, ölçülerim değişmedi, hâlâ fıstık gibiyim, gören on sekiz falan zannediyor. Gerçi biraz kaşarlandım ama olsun, hayat bu, bu devirde her bok olacaksın anasını satayım. Sevgilim. Ellerimi ellerinden ayırmadım, dudaklarım yine seni sabahın köründe uyandırırken yanaklarındaki önce çizgiden gamzeleri öptü. Saçlarını ellerim yine okşadı, kollarına, ellerine yine buseler kondurmaya devam ettim. Bana "Yapma" demedin. Ellerini çekmedin. Ne yardan ne serden geçemedin ve sen bu oyunda kaybettin. Benden ayrılmak sana acayip koydu. Ellerimi hiç öyle sıkıca tutmamış, beni hiç öyle öpmemiş, saçlarımı hiç öyle okşamamıştın. "Bir gün yine sevgilimle ellerimiz birleşecek." "İnşallah, maşallah... Elbet bir gün sevgilinle kavuşursunuz" dedim. "Sayısız misketlerim var benim? Gökteki yıldızlar kadar çok, savunurum vurursam iyidir, vuramasam da canım sağ olsun." "Bir ay oldu mektup yaz, yazmanı bekledim, güzel şeylere ihtiyacım var." dedin mektubu gönderdim bir tanem. Her neye ihtiyaç duyarsan gönderirdim sana bir tanem, şiirler gönderdim. Sen tek satır bile yazmadın.

sensin." dedin bu konuda ne alemdesin bilmiyorum. Ama şu var ki benim kursağımda takılı olan gururum tıpkı seninki gibi korkularımla beraber götüme vurdu. Bu yüzden arayamıyorum seni. Ümit edemiyorum, gelecekte tekrar bir gün başlar mı bilmiyorum. Seni hâlâ severken kızıyorum kendime. "Hâlâ niye?" Cevabı olmayan bir soru bu. Bazen acıklı Türk filmleri izliyorum. Bazen uzun yürüyüşlere çıkıyorum. İçkiyi bıraktım, hâlâ sigara içiyorum. Seni çekiştiriyoruz rüzgarla. Beni duymuyorsun biliyorum, asla da gerçekten duymadın zaten. Ve biliyorum ki senin şiirlerini, resimlerini biriktirdiğin, yazıp çizdiğin defterinde karakalemle yapılmış erkek resmi benimkiydi. Altına "Masumiyet" yazmıştın. Bunu da sormadım sana. Cevabı "gak guk" olacak bir şeyi sormadım. Hep erkek resmi çizerdin çok azdı kadın resmi. Sen bir erkek olarak hem de en gerçeğinden sana çekici gelen erkeklerin resimlerini yapardın. Nedenini bilmezdin belki de itiraf edemezdin kendine. Benimkini de yaptın o defterler bir gün onu keşfedeceğimi bilmeden. Dönersen sevgilim elinde mutluluğun resmi olsun. Bavulunda umutla gel ki benimkini tüketmeyesin. En gerçekçi bakışlarınla gelsin gözlerin, bana her dokunduğunda kalbinin deli gibi atıp nefesinin hızlandığını bilmemden utanmadan gel ama seni öpersem yanakların yine kızarsın. Boynuna sarılayım, ellerinden tutayım, söz yalan söylemem sana, masallar uydurmam sana, yatmadan önce masal da istemem senden. Ve vazgeçtim biricik balık kafalım senden "Kaybolan yıllarımı" bir daha asla istemem. Çünkü benim de gururum götüme vurdu.

"Buradan döndükten sonra ilk arayacağım kişi

GEÇİŞLER SİBEL DENİZ Ve otobüsteyim. Bir kentten diğerine korku dozu yüksek yaşam yenileyişimin tam ortası burası... Gecenin içinden hızla geçen otobüsün daha önce bindiklerimden farklı olduğunu düşünüyorum şimdi. Beni adını bilmediğim insanlara, mahalle aralarına, sokak numarasını unuttuğum ama beni burada yaşatacak yabancı evin apartmanına götüren bu yaratık görevini nasıl da kararlılıkla sürdürüyor... Bense bu kararlılığa yenik düşerek kendimi ona teslim etmiş olmanın verdiği huzurla pencereden geceyi ve onun içine aldığı evlerin zayıf ışıklarını izliyorum. Güneş, yaşamdaki tek yüce varlık, yüzünü göstermeye başlıyor. Bunanla beraber yaşamın farkında olmayan insanlar, her gün yineledikleri anlamsız işleri için evlerinden uykulu gözleri, acele taranmış saçları, köşedeki pastaneden alınma poğaçalarıyla gün yüzüne düşüyor. Otobüste elinde tespihi ve gömleğinin cebine herkesin görebileceği şekilde yerleştirdiği marlboro sigarasıyla artık kendini daha özel hisseden yol arkadaşım "En sonunda İstanbul'a geldik" derken gözümde daha da şeffaflaşıyor. Tam da iki şehir arasındayken ve birinden uzaklaşıp diğerine yaklaşırken aslında her ikisine de ait

olmadığımı hissediyorum. Ait olduğumu düşündüğüm dünya ise çok uzaklarda biliyorum. Ne bu şehirler ne de bu insanlar dünya üzerinde. Sadece "-mış" gibi yapıyorlar. Mutluymuş, aşıkmış, yaşıyormuş. Oynanan oyunun herkes farkında. Ama tüm insanlığı saran gizli bir sözleşmeyle kimse bu konuda konuşmuyor, sorgulamıyor, araştırmıyor... İçlerinde barındırdıkları kocaman korkuları onları hissederek seviştikleri için utandırmaya, gerçekten aşık oldukları için aşağılamaya yaşamı içlerinde taşıdıkları için cezalandırmaya yelteniyor. Oysa şimdi ben tüm bunların ne kadar da uzağındayım. Arkamda bıraktığım kentimin kadınlarını, onlarla sonuna kadar yaşadığım acılarımı, hüzünlerimi, sevgilerimi düşünüyorum. Geldiğim bu kentte, yüreksiz gözlerin olduğu bu yerde, herkes gibi benim de yerim var ve beni çoğaltacak, bölecek, paramparça yapacak kadınlarımı aradığım kentimin sokakları bana şimdi daha fazla heyecan veriyor. Sesini duymadığım, adını bilmediğim kadınlarımın yüzlerini düşlüyorum kalabalıklar içinde ve gün gelecek haneme ay doğacak biliyorum...

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 49


HOMOFOBİ

BÜTÜN HAKEMLER İBNE Mİ? GÜLAY DERYA Türkiye'de kaç hakem var bilmiyorum. Ben çok popüler olan birkaç tanesi dışında hiçbirinin ismini bilmem, öğrenmek gibi bir çabam da olmadı. Futbolla çok ilgili bir insan değilim, takım tutma alışkanlığım da yok. Ama ne zaman televizyonda bir futbol karşılaşmasının birkaç dakikasına tanık olsam (rastlasam) o tüylerimi diken diken eden sözü mutlaka duyarım: "İBNE HAKEM" Bu sözü duyunca aklı başında bir insanın (homofobik olmayan) düşüneceği iki şey olmalı bence. 1) Türkiye'de sadece ibne olanlar hakemlik mesleğini seçiyor ve kendilerinin ifşa edilmesinden rahatsızlık duymadan tek çatı altında varolabiliyorlar. Çünkü ciddi bir tekzip yazısı veya televizyon röportajı ile hakemlerimizin "ibne hakem" söylemine karşı çıktıkları pek görülmüyor. 2) Dünyanın her ülkesinde varolan, ama müslüman ve geri kalmış toplumlarda kendini çok daha fazla gösteren homofobi, -ve genelde alt kültürden insanların daha çok futbol maçı izlemeye gittiğini düşündüğüm bu ülkede- toplumla tüm çelişki ve uçurumlarını yırtarak, parçalayarak, bağırarak yok edeceklerini sanan ve 90 dakikalık sahte cennetin esiri olmuş stadyum içindeki ve dışındaki binlerce insanın, toplumsal hezeyanını kusuşunun ortak paydası olarak "ibnelik" kitlesel bir söylem olarak karşımıza çıkıyor. Elbette ikinci seçeneğin doğru olduğunu hepimiz biliyoruz. İlk şıkkın hepimizin yüzlerinde hafif bir tebessüm oluşturması için yazılmış ironik bir söylem olduğunu tahmin etmek çok güç olmasa gerek. Toplumda aşağılanması gereken bir insan varsa, o hemen "ibne" olur. Çünkü ibneler aşağılık insanlardır. Onlardan her türlü ikiyüzlülük, yalancılık, üç kağıtçılık, kötülük beklenebilir. Oysa ben, bu düşüncelere model oluşturan bir tane bile ibne bilmiyorum, tanımıyorum. (Belki ibne olduğunu açıklamayanlar arasında vardır.) Böyle bir insan ya da insanlar olsaydı medya bu olayı hiç atlar mıydı? İkili, üçlü… dialoglarda hep aşağılama simgesi olan "ibnelik" herkesin dilinde dolaştığı için, acaba etrafta gerçekten bu kadar çok ibne var mı?, diyorum kendi kendime. Şaka bir yana, geçen sayıda Ali Özbaş arkadaşımızın da "Hop hop Yaşar, top Yaşar" sloganından yola çıktığı yazısında bahsettiği gibi Yaşar Okuyan emeklilik yaşını vicdansızca yükselttiği, toplumun nabzına göre hareket etmediği için "ibne" olmuştur. Bir

sonraki hükümetteki bakan eğer bu yaşı makul seviyelere düşürürse o "erkek adam", "delikanlı adam" olup çıkacaktır. Oysa insanın ibneliğinin (bu söylemden hiç hoşlanmıyorum aslında) siyasi düşüncesi, yaşam tarzı, yemek yeme alışkanlığı, yaptığı işle, vs. hiçbir ilgisi yoktur. Toplumlar tarihi incelendiğinde gerçekten büyük kıyımlar yapmış ve insanlık dışı suçlar işlemiş liderler hakkında (Hitler, Stalin, Mussolini, Franco, Pinochet, Hümeyni vs.) ibne olduklarına dair herhangi bir kayda rastlamıyoruz. Gerçekten ortada ibnelerin aşağılık insanlar olduğunu kanıtlayan bir tane bile model ve veri yokken nasıl bu kadar acımasız olabiliyoruz? Sakın bu yazdıklarımdan da bütün heteroseksüellerin şiddet yapan veya şiddete prim veren insanlar olduğu sonucu çıkmasın. Elbette bizim içimizde de insani değerlerinden şüphe duyulacak insanlar vardır. Ama onlar ibne oldukları için değil, gerçekten vicdansız oldukları için sorunludurlar. Eğer aksi olsaydı; toplumda kötü bilinen, eleştirilen herkes ibne olsaydı, şu anda bizim dünya genelinde çoğunluğu oluşturuyor olmamız gerekirdi. Aristo'nun düz mantığına göre; - Ali kötü bir insandır - Ali heteroseksüeldir - Bütün heteroseksüeller kötüdür Sonucunu çıkarmak ne kadar yanlışsa "ibneler" için de aynı şey geçerlidir. İşin başka bir ilginç yanı da, voleybol veya basketbol maçlarında hakemlerin ibnelikle suçlanmamasıdır. (Ya da oran olarak çok düşüktür.) Bu da insanın aklına ibne hakemlerin hepsinin futbol hakemi olduğu sonucunu getiriyor. Ya da bütün ibneler futbol hakemliğini seçerek ve ibneliklerini deşifre ederek kendilerini tatmin ediyorlar. Ve Türkiye Cumhuriyeti gibi merkezi otoritenin yüksek olduğu, birey bilinç ve haklarının hemen hemen hiç önemsenmediği bir ülkede tüm ibneler hakemlik kurulu altında birleşip kendilerini varedebiliyorlar. Halk da (heteroseksüel halk) zaten tüm ibneler hakemdir diye rahat rahat aşağılamasını yapabiliyor. Güldürmeyin beni. O zaman ben yanlış meslek seçtim, futbol hakemi olmam lazımdı. Çünkü ben de bir kadın ibneyim. Ve gerçek ibnelerin hepsini sevgiyle kucaklıyorum.

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 50


DEPREM

DEPREMLE "DEPİLDİK" COŞKUN DURMUŞ Türkiye'nin %95'inin deprem kuşağında bulunduğunu, ortalama her 13 ayda bir Türkiye'nin her hangi bir yerinde 6.3'ün üzerinde bir deprem olma riskinin %60 olduğunu, Marmara Bölgesinin ortalama her 100 veya 150 senede bir, çok şiddetli bir depremle karşılaştığını, en son 1894 yılında Marmara Bölgesinde çok şiddetli bir deprem olduğunu ve İstanbul'un bu depremden çok büyük hasar aldığını, 1990'lı yılların büyük deprem açısından riskli yıllar olduğunu bilim çevrelerinde bilmeyen yoktu. Bu gerçekleri özel tv'lerin sayesinde şimdi herkes öğrendi. Keşke bu bilgiler deprem öncesi halka ulaşsaydı. Halk 17 Ağustos '99 gecesi bilgisiz ve hazırlıksız olarak yakalandığı, yaklaşık 100 yıllık periyotlu depremle beraber tam anlamıyla şoka girdi. Bu bilgisizlik ve karmaşa ortamında herkes bu depremi kullanarak sevmediği kişi veya kurumlara çamur atma yarışına girdi. İşte tam bu sırada halk, tabiri caizse, depremle depildi. Herkes Kinini kustu: Deprem sonrası yapılan yorumlar, tartışmalar bazen öyle amacını aştı ki kim kimden nefret ediyorsa, onu depremin sebebi olarak suçladı. Kimi güneş tutulmasını, kimi Afrika'yı, kimi şehirlere göçen ve gecekondu bentlerini oluşturan köylüleri, kimi zemini, kimi yer altı sularını, kimi müteahhitleri, kimi mühendisleri, kimi belediyeleri, kimi hükümeti, kimi meclisi, kimi muhalefeti, kimi devletin kendisini, kimileri betonu, demiri, işçiliği,kimileri solcuları kimileri dönmeleri, eşcinselleri, fuhuşu, nataşaları, kimi Cumhuriyeti, kimi irticayı, kimileri maaşına zam yapmayan patronunu, kimileri ise dargın ve küs oldukları komşularını depremin nedeni olarak gösterdi. Deprem Yerin Doğal Hareketidir: Deprem yer kabuğunun yani toprağın nefeslenerek rahatlamasından başka bir şey değil. Deprem, Dünyanın merkezi mağma tabakası kaynaklı veya kafaların hareketi gibi unsurlar sonucu yerin altında bir şekilde oluşan gerilim enerjisinin fay denilen kırıklardan yeryüzüne çıkmasıdır. Yani yer kabuğunun nefes vererek (enerjisini boşaltarak) rahatlamasıdır. Bu esnada oluşan şok dalgası ve sarsıntı depreme dayanıklı olmayan yani kalitesiz binaların yıkılmasına neden oluyor. Sağlam yani depreme dayanıklı olarak binalar inşa edilse mal ve can kaybı olmaz. Dayanıklı yapı konusunda hemen tek bir insanı veya kurumu suçlamak yanlış olur. Çünkü dayanıklı yapının yapılabilmesi, zincirleme olarak birbirine bağlı bir dizi işlemden her birinin tam doğru olarak yapılmasıyla mümkün olur. Önce yerleşim bölgeleri doğru seçilecek, şehirler doğru olarak planlanacak, zemin araştırmaları doğru olarak yapılacak, zemin cinsine göre doğru bir proje yapılacak, kaliteli malzeme kullanılırken, doğru işçilik yapılacak, yapım esnasında doğru ve eksiksiz teknik kontroller yapılacak, nihayet doğru yapılmış binalar, doğru dürüst kullanılacak, yani binanın içinde oturanlar binayı hırpalamayacak.

Görüldüğü gibi güvenli ve çağdaş bir yaşam için devlet, belediyeler, mühendis, işçi, malzeme, tüketici (yani binada oturan), hemen hemen bütün toplumun doğru dürüst olması şarttır. Bu anlamda, deprem sonrası ölen insan sayısı o ülkenin gelişmişlik derecesini belli eder diyebiliyoruz. Yedi şiddetinde bir deprem İran'da 40 bin, Türkiye'de 20 bin, Japonya'da birkaç kişi öldürüyorsa galiba "masum değiliz hiç birimiz." Bilimadamı Değil "Tüccar" Sanki: Çok iyi niyetli bilim adamlarının yanı sıra bazı bilim adamları bir tüccar zihniyetiyle depremi kullandı. Bu profesörler özel tv'lerde kıyamet senaryoları üreterek "danışma telefonu" diye kendi özel bürolarının telefonlarını halka duyurdular. Arayan vatandaşlara ise "oturduğunuz evin sağlamlığını 5-10 bin dolar karşılığında size rapor edelim" dediler. Oysa bu teklif sıradan vatandaşlar için çok geçerli ve pratik çözüm değildi. Vatandaşı önce deprem korkusu ile sarsan, sonra bunu kullanarak vatandaşın cüzdanını boşaltmak isteyen bu şarlatan profesör, fiyatın yüksek olmasını şöyle açıklamıştı: Serbest piyasaymış.. Parası olmayan yaptırmasınmış.. İnsanları önce kıyamet senaryoları ile titreten, sonra onların bu korkularını yüksek paralar karşılığında satın almak isteyen vicdansız "tüccarları", gerçek bilim adamlarının değerlendirmesine terk ediyoruz. "Baba devlet" İmajı Sarsıldı: Devleti yıllardır her derde deva bir baba olarak, ulu bir çınar ağacı gibi tarif edenlerin ve bu ulu çınarın gölgesinde sivil örgütlerin yeşerip gelişmelerine izin vermeyenlerin foyası depremle beraber açığa çıktı. "Ben her şeyi yaparım, size sadece ben yeterim" diyen devlet, Kızılay'ın kepazelikleri, iletişimin çökmesiyle haftalarca bazı deprem bölgelerine ulaşamaması, enkaz altından kurtarma ve yaralıların güvenli bölgelere nakledilememesi ile adeta "kendi derdine kendin çare ol" dercesine insanlar kendi kaderlerine terk edildiler. Ve tüm bu acı tablodan sonra anlaşıldı ki "devlet babanın" her an, her yere yetişebilecek sihirli kolları yok. Ve anlaşıldı ki devletin de sivil toplum örgütlerinin de görevleri, etkinlikleri ve yapabilecekleri farklı farklıdır. Ne devletten ama ne de sivil toplum örgütlerinden vaz geçilemez. Devlet sivil toplum örgütlerinin güçlenmelerine engel olmamalı, aksine onları destekleyici, özendirici ve teşvik edici olmalıdır. Bazı Din Adamları "İngiliz ajanı" Gibi: herkes depremi kendi çıkarları doğrultusunda izah ederken, girişilen senaryo uydurma yarışında, şüphesiz irtica kesimi uydurduğu orijinal senaryolarla tek başına şampiyon oldu. Devletin irticayla sürdürdüğü mücadele nedeniyle irtica kesiminin devlet ve ordu aleyhine sürdürdüğü karalama kampanyası depremle beraber doruğa ulaştı. İrticaya göre deprem, devlet kurumlarında türban yasağı koyan askere verilen bir cezaydı. Halbuki bu depremde askerin kaybı 450 kişi, sivil halkın kaybı ise 20

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 51


DEPREM bin kişi. Ak sakallı dedelerin, nur yüzlü ninelerin ve birkaç aylık yüzlerce bebeğin kocaman beton blokların altında kalarak ölmesini farklı yorumlayarak halkı devletten ve ordudan soğutmaya çalışan bir zihniyet, olsa olsa İngilizlerin çıkarları için çalışan gizli ajanların zihniyeti olur. Oysa deprem insanın var olmasından önce vardı ve her zaman da olacaktır. "Allah kainatı pek çok sabit, değişmez kurallarla yarattı. Toprağın hareketliliği de bu sabit kurallara göre gerçekleşiyor. Allah insana düşünme yeteneği verdi ve ondan bu kurallara uyarak yaşamasını istedi." (İlahiyatçı bilim adamlarına ait görüş.) bu deprem olsa olsa toprak hareketliliği kurallarına uymayarak binaları çürük inşa eden inşaat sektörüne verilmiş bir uyarı veya ceza olabilir. Bu işin türbanla alakası yok... Alkışlar Medyaya: deprem sonrası çok kısa bir sürede şoku üzerinden atan medya, özellikle özel tv'ler deprem süresince görev yapan en başarılı kurum oldu. Depremin acı ve gerçek yüzünü ülkenin en ücra köşelerine ve evlerimizin içine taşıyan özel tv'ler, aynı zamanda deprem ve dayanıklı yapı konularında halkımızı adeta bilgi bombardımanına tuttu. Deprem öncesi "reyting almaz" endişesiyle hiçbir programda konu edilmeyen deprem, umarız deprem unutulmaya başlandığında da ara ara gündeme getirilir. Deprem Fobisi Yersiz: Yaşayan her canlı bir gün mutlaka öleceğine göre, "yaşamak" kendi başına bir risk demektir. Unutmamalıyız ki Türkiye'de sadece trafikten

her gün 30 kişi ölüyor. Deprem, insan yaşamına yönelik çok sayıda riskten sadece biri. Esas olan fobi geliştirmek yerine bu riskleri en aza indirmektir. Devamlı deprem korkusuyla yaşamak, ruh sağlığımızı bozmaktan başka bir işe yaramaz. Korkmak yerine bilinçli olmalıyız. Kendi sorumluluklarımızı yerine getirirken etrafımıza karşı da duyarlı olmalıyız. En azından oturduğumuz binanın kolon - kiriş - duvarlarını tahrip etmemeliyiz. Ağır avizeler yerine hafif florasanlar tercih edilmeli. Yüksek vitrin ve dolaplar duvara sıkıca vidalatılmalı. İçinde el feneri, düdük ve pilli radyo bulunan deprem çantasını evin antre bölümünde hazır bekletmeliyiz. Balkon veya merdiven sahanlıklarında odun, kömür gibi ağır yükler koymamalıyız. Binanın çatı katında tonlarca ağırlıkta su tankı bulundurmamalıyız. Yani binanın ağırlığını arttırmamalı. Binamızın dış cephesini ve bodrum katları sıvatmalı, temiz tutmalıyız. Aynı zamanda komşu binanın çatı katında kaçak bir daire yapılıyorsa hemen uyarmalıyız. Kendimizi çaresiz hissetmemeliyiz. Çünkü bu durum paniği arttıracaktır. Marmara Bölgesinde meydana gelen 7.4 şiddetindeki deprem yüz yıllık enerjinin boşalmasıdır. Yakın zamanda böylesi bir depremin aynı bölgede tekrarlanması pek olası değildir. Orta ölçekli bir deprem olma olasılığı ise (Marmara dahil Türkiye'nin her yerinde) İzmit depreminden önce de vardı, şimdi de var. Ancak bilinçli davranılırsa ve gerekli tedbirler alınırsa deprem ille de ölüm anlamına gelmez.

KAOS GL, 2000 DÜNYA EŞCİNSEL YAYINLARI REHBERİNDE!

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 52


MEDYA-YORUM

ŞEYTAN BUNUN NERESİNDE? ÜSTÜN ÖNGEL "Rage Against the Machine/ Makineye Öfke" adlı rock grubunun "Evil Empire/ Şeytan İmparatorluğu" albümünü dinliyorum, bu satırları yazarken. Bu grubun yaklaşık beş yıl önce tesadüfen edindiğim albümleri, arşivimin en değerli hazinelerinden dersem abartmış olmam. "Şeytan İmparatorluğu" adlı albümün "Year of The Boomerang/ Bumerang Yılı" adlı son parçasının, eksiğiyle yanlışıyla çevirisini paylaşmak isterim: "bacılarımız burada terbiyesizlik etmeyin/ '80'leri keyfe keder yaşamışım/ elektroşok sırasına sokun beni/ hapsedin hücreye tıkın/ adam edin/ yarı hakikat içinde yüzüyorum/ tüküresim geliyor/ görevli yetiş normalleri kurtar/ hastaları uzaklaştır/ ölçün biçin beni tenim yanık kokuyor/ karanlık bastı ve haykırıyorum derinlerden/ "doğru"nun doktrinleri içine hapsetmişler beni/ dogmanın esareti altındayım/ haklarımdan söz edin/ nereye dönsem cehennem kapıları karşımda/ işte savaş topumu çıkarıyor /ve gülleleri sınıf arkadaşlarıma uzatıyorum/ patronların yaşam hakkı/ benim ölüm hakkım oluyor/ işte dağ gibi sert ve kararlıyım/ beş yüz yıllık hapishane sahipleri/ suçluyu asın işte/ bumerang yılında/ sahip olduğum hiçbir şey yok/ fakat sizin bir parçanızım/ suçluyu asın işte/ bumerang yılında/ karar sizin" Herkes söyledi söyleyeceğini, yazdı yazacağını, bana laf kalmadı neredeyse. Ne mutlu ki, "başka tanrının çocuklarına" nefis bir duyarlılıkla kulak vermeye çalışanları da gördük; fakat ne acı ki, biri lacivert diğeri beyaz üniformalı, ama ikisi de "şeytani siyah ruhlu" iki toplum gardiyanının ve eşlikçilerinin bu gençlere tükürdüğünü de. Bir de refleks tepkileri, savunma ve temize çıkma çabalarını. Beni ilgilendireni bu savunma ve temize çıkma çabaları, bu çabaların biçareliği. İkisi üzerinde duracağım; biri rock camiasının, bizim "şeytanizmle" alâkamız yok deyişi, diğeri, İslam camiasının bunun dinle bir ilişkisi yok nidaları. Baştan başlayalım: Özellikle "şeytanizm" diyorum; zira "satanizm" sözcüğünün, bu marjinal akımın ithal malı olmasının değil de, bu akımı "dışsallaştırmanın" bir sonucu olarak kullanıldığını düşünüyorum. Zaten, rock camiası da İslam camiası da aynı "dışsallaştırma" sürecini çok bariz bir şekilde yaşıyor. Rock özünde bir protestodur, bir isyandır, bir karşı çıkıştır. Hangisi olursa olsun, bu uçsuz bucaksız tarıma elverişli ve fakat düşünce ve yaşam felsefesi üretiminde kısır topraklar üzerinde yapılanı da dahil, rock, nihayetinde egemen düzenle bir hesaplaşmadır. Dolayısıyla, elbette azınlıkta kalmaya, hatta marjinal olmaya mahkumdur. E Türkiye'de de marjinal olmayı bırakın, azınlık olmanın bile ne anlama geldiğini yaşayanlar çok iyi bilir. Hal böyleyken, yukarıda çok sevdiğim bir örneğini de verdiğim rock kültürünün

Türkiye kanadı, toplumu sarsan ve vahşeti tartışılmaz bu tuhaf örnek karşısında, egemen kültürün yıllardır kendisine reva gördüğünü mü yapmalıydı? Aksini yapamadı, yapamazdı; zira bunu yapacak düşünsel altyapıdan yoksundu; birçok diğer alanda olduğu gibi, ithalat rejimimiz ve alışkanlığımız, özgün bir şeyler oluşturmamıza izin vermiyor ne de olsa. Oysa, bu tuhaf örnek, tam da rock kültürünün içselleştirerek incelemesi gereken bir örnekti. Çaresizliğin ve isyanın nereye kadar varabileceğinin somut bir örneğiydi karşımızdaki. Psikologluğum batsın, "isyan büyüdüğünde çıkış yolu/kanalı bulamazsa, döner kendini yok eder" cümlesine mahkumum. Diyebilseydi Türk rock camiası, "bu vahşî örnek elbette bizim rock kültürünün doğal bir uzantısı, biz nasıl egemen kültürün bireyleri hadım ettiğini yıllardır haykırıyorsak, bu tuhaflığın faili gençleri de, gene bu besin değeri olmayan unsurlarla gençliğini hadım eden egemen kültürümüz bu hale getirdi," o zaman dışsallaştırmaya gerek kalmadan, aksine içselleştirerek ve fakat topluma bir ayna tutarak yol alabilirdi. Türkiye son yıllarda tekilleştirilmeye çalışılan çok örnek yaşıyor; sevgilisini ve öğretmenini öldüren lise öğrencisi, şeytanizm batağına saplanan ve kendini yok eden gençler, bir bakanın canına kıymaya yeltenmesi, her biri ilginç işaretler sunuyor aslında bizlere. Tesadüf değil kesinlikle, bunların her birinde psikiyatrinin saniye sektirmeden öne çıkıp toplumun vicdanını rahatlatacak şekilde açıklamalar yapması, bu örnekleri mikro çerçevede ele alıp, hastalık olarak teşhis etmesi. Tesadüf değil, zira bizler, sade vatandaşlar, psikiyatriden önce bunu zaten yapıyoruz ve psikiyatriye sadece bunu teyit etmek kalıyor. Aksini, yani bu garip sonuçlarda bizlerin de sorumluluğu olduğunu kabul etsek, ciddi ve zorlu bir muhasebe yapmamız gerekecek ve rock kültürü mensupları dahil hiçbirimiz bunu yapmaya yanaşmıyoruz. Sonunda kabak benim gibilerin başında patlıyor ve bu yalnızlıkla bu yükü ne kadar taşıyabilirim (taşıyabiliriz?), kestiremiyorum. Elimde en az on örnek var; öncelikle babaları ve yetişkinler tarafından tacize uğrayan ve/ya aşağılanan ve/ya ezilen ve günün sonunda "kafayı yediğinde" gene aynı tecavüzcü baba tarafından elinden tutulup, ürkütücü bir suç ortaklığı sunan psikiyatriste ve ilaca teslim edilen gençlerin acı hikayesi bunlar. Her birini dinlediğimde, bu dramların yükü altında neredeyse eziliyorum; soruyorum, "bunları daha önce kimseye anlattın mı?" diye, "hiçbirinin vakti yoktu ki beni dinlemeye" cevabını alıyorum her seferinde. Hele bir tanesi var ki, son şeytanizm örneğine nasıl benziyor: Altı yıllık psikiyatrik "tedavi" sonrası, üniversite öğrencisi bir gencimiz evine ziyarete gelen bir yakınını, daha önce hiçbir olumsuz yaşantısı olmayan yakınını, bıçak darbeleriyle öldürüyor. Sonrası, "cezai ehliyeti yoktur" raporu, iki yıllık Bakırköy esareti ve yıllar içinde her üç

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 53


MEDYA-YORUM beş ayda bir yeniden hastaneye yatırılma. Hikayesi, korkunç. Her saniyesinde çocuğu ezen bir baba. Bu ezilme sonucu biriken bir öfke. Hep saklanan bir öfke; açığa çıkmaya çalıştığında, psikiyatri eliyle, ilaçların uyuşturuculuğu ile bastırılan bir öfke. Ama bir gün, "tüm tuhaflığıyla" ilaca rağmen "ifadeye dönüşen" bir öfke. Sonunda, cevapları sadece yüzeyde arayan ve bulduklarını sananlar, suçu da sadece bu gençte buluyor ve kıvrak bir hareketle de "cezai ehliyeti yoktur" diyerek güya bu kişiyi kurtarıyor. Ne kurtarması, yaşayan bir ölü yaratıyor; hapsetse ve dokunmasa daha iyi! Gelelim İslam çevrelerinin savunma çabalarına. Anlamıyorum, din literatürü yığınla Şeytan hikayeleri sunarken, böyle bir dışsallaştırmayı nasıl yapabiliyor İslam çevreleri. Yaşar Nuri Öztürk'ün de katıldığı Altaylı'nın Teke Tek'inde, bir rock kültürü mensubu, beş imam hatipli kız öğrencinin çıkardığı bir rock dergisini burnumuza dayıyor. İnanın, bu beni hiç şaşırtmıyor. Bulmacanın parçaları yerli yerine oturuyor çünkü. Politik İslam, Türkiye'de azınlıktan giderek marjinal alana itilmeye başlıyorsa eğer ve bununla birlikte kendi cemaatleri içinde ve genele de yayılarak son derece baskıcı bir yaşam tarzı sunuyorsa insanlara, böylesi bir başkaldırı kültürünün bu camiada filizlenmesi, üstelik de bunun genç kızlarımız eliyle gerçekleşmesi son derece doğal geliyor bana. Hâlâ asr-i saadet, yeniden yapılanma türküleri çığırsın bazıları, İslam'a içkin baskıcılığın ve kadın-erkek eşitsizliğinin üstesinden gelmedikçe, İslam'la

bir yere varamazsınız. Bunu da tarihsel süreç içinde, inanıyorum ki, kadınlar gösterecek herkese. Kurban olgusu üzerine, daha doğrusu tüm dinlerde mevcut olan kurban olgusuyla bu tuhaf örnekte gördüğümüz kurban olgusunun aslında birbiriyle alâkalı olduğu üzerine de yazmak istiyorum, ama bu benim de bu yazının da boyunu aşan bir inceleme aslında. Ancak şu kadarını söyleyeyim, İslam çevrelerinin bu örnekle, aynen rock çevreleri için söylediğim gibi, içselleştirerek yüzleşmesi, bizi toplum olarak eminim ki ileriye taşırdı. Fakat ne çare, dışsallaştırmak, biteviye "ötekiler" yaratmak alışkanlığımız. Başka türlü vicdanımız rahata ermiyor. Yanlış çarelerin mahkumu Ömer Çelik'in gudubet babası, "bu utançla yaşayamam, oğlumu idam edin," demiş. Yetmemiş, "keşke ölüm haberi gelseydi, o zaman zevkten dört köşe olur, KURBANLAR keserdim," demiş. Daha da yetmemiş, "o bir psikopattı, çok uyumsuzdu, bir baba olarak her şeyi yaptım, ama başaramadım, Ömer adında oğlum yok, onun idam edilmesi gerekir," demiş. Dışsallaştırmanın, karşı çıkılan şeytanizmin katıksız bir örneğini sunmanın bu kadarı olur! Öldürme (idam) var, kurban kesme var, psikopat etiketlemesi var, varoğlu var. Fazla söze ne hacet, ne diyordu rock grubu "Rage Against the Machine/ Makineye Öfke": "...sahip olduğum hiçbir şey yok/ fakat sizin bir parçanızım/ suçluyu asın işte/ bumerang yılında/ karar sizin".

CLINTON'IN GEYLERE İHTİYACI VARMIŞ… OMAYRA Aslında beni pek fazla sinir etmeyen şeyler olmadıkça pek çenemi açmıyorum ama bugünkü sevgili Amerika'nın kedi babası başkanı Clinton Bey'in konuşması ile ilgili haber cidden beni çok derinimden etkiledi! Şaka bir yana bu ilginç ve bence korkunç tablonun her zamanki gibi Amerika'dan çıkmış olması nedense beni pek etkilemedi ama sonunda bir gün gerçekten beni şoke etmeyi başaracaklar ama hadi neyse.. Can ciğer Amerikamız artık galiba silah teknolojisinden ya da üçüncü dünya ülkelerine çomak sokup etnik karmaşaya yol açıp bir yandan da 'hişt durun bakiim napıyosunuz siz, insan hakları, demokrasi ve bilimum aslında bizim uyar gibi gözüküp de uymadığımız kuralları çiğniyorsunuz' demekten, ya da çevre kirliliğine karşı bir şeyler yapıyormuş gibi gözüküp belli başlı tüm nükleer denemelerini diğer ülkelerde yapmaktan, en zehirli fabrikaları 3. dünya ülkelerinde kurmaktan para kazanamıyor olsa gerek ki, çok sevgili demokrat partileri için 800.000 dolar toplayacakları yeni bir topluluk bulmuşlar. Zavallı, saf, kabullenildiklerini sanan Eşcinseller!! Galiba arkalarında Baba! devletin olduğunu hissetmek güdüsüyle neşeyle gülücükler saçan ve aslında sadece potansiyel oy ve para kaynağı olarak

görüldüklerini fark edemeyen eşcinsellere fazla yüklenmemeliyim çünkü eninde sonunda ben de eşcinselim. Ama insanların göz göre göre aptal yerine konulup sömürülmesine dayanamıyorum ister eşcinsel olsun ister başka bir şey. (bakınız sevgili Türkiyem örneğine; gey barlarda kazıklandığını bile bile giden bizler ya da dünyanın en yüksek kontür ücretini ödediğimiz cep telefonları akşam saatlerinde kesildiğinde tepkisiz öylece duran bizler. Örnekler çoğaltılabilir.) Şunu bilmemiz gerekiyor ki, hangi ülkede olursak olalım söz konusu şu an bizler olduğumuz için konuşuyorum, her ne kadar çevremizdeki insanlar bizi kabullenmiş olarak da görseler önyargılarının, kafa yapılarının değiştiğine inanmıyorum, bunun için zamana ihtiyacımız var daha ve Amerika'daki bu örnekte olduğu gibi daha akıllıca davranmamaya devam edersek eşcinsel kimliğimizle değil, harcadığımız parayla, kazandırdığımız reytinglerle, yol açtığımız(!) depremlerle gündeme gelmeye devam ederiz. *** Her şey aniden babamın odaya girip, televizyon izleyen kuzenimle benim ödümü koparmasıyla başladı. Yurdumun medyasının haberlerine o kadar kaptırmıştık ki kendimizi babamın arkamızdan yaklaşıp aniden bizle

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 54


MEDYA-YORUM konuşmaya başlamasıyla zıpladık yerimizden. -'İşte! Bu kız da bööle giyiniyo, cık cık cık valla bak sen de onlardan mısın yoksa?' dedi babam kuzenime uzattığı işaret parmağıyla. Bir süre babamın ne dediğini algılamaya çalıştıktan sonra yan odada televizyonda medyamın müthiş canlandırmasıyla 'yaşasın şeytan!' çığlıkları atılan bir program izlediğini anladık. Kuzenimin giyinişi, boynundaki ank, dinlediği müzik babama yüklediğimiz çağdaş olma misyonunu çok zorlamış olsa gerek ki babam bir kez daha yanaklarından öptüğüm medyanın gücünü arkasına alıp zavallı, değil kedi yakalayıp derisini yüzmek, kedi görünce korkudan felç geçiren kuzenimi o ana kadar kimsenin keşfedemediği bir şeyi keşfetme edasıyla SATANİST ilan etmesine sebep oluyordu. E böylece çağdaş olma misyonu da çağdaş olabilme çabalamasının ötesine gitmiyordu. E benim pek zeki kuzenimin de satanist arkadaşları yok değildi. Ama kendini onlardan ne yönlerden ayıracağını çok iyi biliyordu. Televizyonda SATAN web sayfalarına mail gönderenlerin satanizm sempatizanı olaraktan yaka paça içeri atılması onun da ödünü kopardı haliyle.. Ekranda gördüğümüz bazı devlet memurlarımızın korku filmi kasetlerini bile satanizm propagandası diye toplamaları (ki sadece üzerinde ecüş bücüş bir şeytan resmi olduğu için) kahkahalarla gülmemize de engel olamıyordu Sonradan asıl şoku yaşadım.... Medyadan aldığı gazla kuzenimi satanist ilan eden babam nasıl oluyordu da beni

de eline aldığı bir bıçakla ikiye ayırmıyordu şaşırmıştım doğrusu.. Babam da dahil olmak üzere tüm ailem, kuzenlerim, dayılarım vb. benim eşcinsel olduğumu 5 yıldan beri biliyorlardı ve de bununla beraber yaşamaya alışmış gibiydik. Yani en azından ben şimdiye kadar rahattım. Ama şimdilerde kafamı Komplo Teorisindeki Mel Gibson gibin korkunç ama neden olmasınlarla dolu fikirler kapladı. Bir kaçını sizinle paylaşayım. Bu sevgili medya, depremin sansasyonu geçince ve bilumum müthiş haberlere aç kalınca arkasına da engin bilgilerle donatılmış devlet memurlarımızı da alıp ekranlarının başındaki halkı galeyana getirip 'Pis Eşcinseller! Onları yakıp sabun haline getirelim fabrikalarda, tertemiz olsunlar, etraf temizlensin böylece bir daha deprem de olmaz deyip üzerimize salmalarından ciddi ciddi ürkmeye başladığımı belirtmek durumundayım. Ayrıca ülkemde bu denli altyapı olduktan sonra mail atanları bile topladıklarına göre, artık chat yaparken karşımızdakinin mit'den mi, değil mi paranoyasına girmemizin de bence uygun olduğunu düşünüyorum. E bence bize tek bir çözüm kalıyor, artık gözümüze gözümüze sokulduğuna göre bilgisayarımızda bile yalnız olamayacağımız, özgür değilsiniz dendiğine göre bastıra bastıra, herhangi bir doğal afette ilk kurtarılacak devlettir deniliyorsa bir tek çözüm kalıyor, SATANİST olup kendimizi 13. kattan atmak.

DIŞ BASIN

SÖZDE AİLE DEĞERLERİ TERY SANDERSON / Çev : KEREM / Gay Times Geçen ay, Peter Tatchell'in, The Guardian'daki yazısına bakılacak olursa, eşcinsel topluluk iyice ahlakdışı, beceriksiz, anlamsız bir yöne doğru gidiyordu. Bu ayki gazetelere göre ise, eşcinsellerin tek istediği, heteroseksüellerin artık başlarından defetmek istedikleri sorumlulukları yüklenmek: evlenmek, çocuk sahibi olmak. ABD'de olanlarla karşılaştırılırsa, bu konularda ülkemizde kaydedilen ilerleme ihmal edilebilecek kadar küçük. İki kendi halinde Hawaili, Pat Logan ve Joe Melillo ülkede dev ahlaki ve politik tartışmaları harekete geçirdi. On dokuz yıllık beraberlikten sonra, Joe ve Pat evlenmeleri -evli gibi görünmeleri değil gerçekten evlenmeleri- için artık zamanın geldiğini düşündüler. Kolaylıkla tahmin edilebileceği gibi, iki Hawaili'nin Sağlık Bakanlığına evlilik cüzdanı için yaptıkları başvuru reddedildi. Ve çift, erkek ve kadın değil ama erkek erkeğe bir araya gelme hakkını tartışmak üzere mahkemeye başvurdu. Cumhuriyetçi bir senatöre göre bu olaydan sonra toplumun temel yapıtaşı olan aile anlayışı ile ilgili tartışmalar başladı. Eğer davayı kazanırlarsa, bu eyalette gerçekleştirilecek gay evlilikler geriye kalan 49 eyalet tarafından da tanınmak durumunda olacaktı. Başkan

Clinton, o yakınlarda, eşcinsel haklarına olan inancını hiçe sayarak evliliğin korunmasına dair bir yasa maddesini onayladı. Buna göre, evlilik bir erkek ve bir kadının birliği şeklinde tanımlanıyordu. Yasa, her eyaleti, eşcinsel evlilikleri tanımamaya, heteroseksüel evli çiftlere tanınan vergi indirimlerini, eşcinsel çiftlere uygulamamaya cesaretlendiriyordu. Bu arada, Yahudi dini lideri, Rabbi Elisabeth Sarah'ın, ki kendisi Britanya Reform Sinagogları'nın başındaki kişidir, Sussex'de bir lezbiyen çifti evlendireceği haberleri yayıldı. Sarah, Yahudi medya tarafından öfkeyle karşılanan bu kararını duyururken, sinagogda bulunanların büyük çoğunluğu orayı terk etti, sinagogun sözcüsü ise bunun kendileriyle özdeşleştirilmemesi gereken bir politika olduğunu söyleyerek kendini hemen olaydan sıyırdı. Ama olay, Britanya Reform Sinagogunda değişim umutları doğurdu. Yöneticilerden birinin yaptığı açıklamaya göre konu, rabbilerin yapacağı bir toplantıda, Yahudi gelenekleri açısından tekrar değerlendirilip, gelecek yılın başında rapor olarak duyurulacak. Aynı yönetici bir hareket olarak, Yahudiliğe bağlılık duyan her Yahudi için, sosyal, politik, cinsel farklılıklara aldırmadan aramızda bir yer bulma taraftarı olduklarını açıkladı.

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 55


MEDYA-YORUM Başkaları uzlaşmaz bir şekilde karşı olmaya devem ettiler. Örneğin, Daily Telegraph'dan Barbara Amiel yazısında eşcinsel evliliklerin, evlilik kurumunun tabutuna çakılacak son çivi olduğunu yazdı. Bazı eşcinsel çiftlerin yıllar boyunca bir arada yaşayıp, ekonomik ve duygusal olarak birbirlerine destek verdikleri ilişkilerin neredeyse heteroseksüel evlilikleri geride bıraktıklarını teslim ediyor yazısında. Ama hâlâ evlilik hakkının eşcinsellere tanınmasına karşı. Bunu şöyle bir akıl yürüterek açıklıyor: "Evlilik kurumu belli amaçlarla kurulmuştur: bir aile meydana getirmek, üremek. Bazı evliliklerin sırf ekonomik nedenlere dayanması, ya da tıbbi gereklerle veya kişisel seçimlerle bunların gerçekleştirilmemesi bu gerçeği ortadan kaldırmaz." Eşcinsellerin birbirlerine sıkıca bağlı ilişkiler kurmalarına engel olan bir şey olmadığından, ama "canlı üretemediklerinden" bahsediyordu. Bazılarının büyük bir hırsla evlilik hakkı için mücadele etmesinin sebebi, Amiel'a göre, evlilik kurumuna olan güçlü duyguları değil, toplumun normal kabul ettiği cinsel davranış biçimiyle, bir nöropatoloji (sinirlerle ilgili hastalık) olan eşcinsellik arasında ayrıma zemin yaratan yasal engelleri ortadan kaldırma isteği. Tabi Barbara Amiel, evlilik kurumunun kutsallığı ile ilgili konuşma hakkına sahip, kendisi dört kez evlenip boşanmış birisi olarak! Bir diğer evlilik gazisi olan Elisabeth Taylor'ında konuyla ilgili olarak eşcinsellere vereceği öğütler vardı. Eşcinsellerin çok satan dergisi The Advocate'le yaptığı bir söyleşide, eşcinsel evliliklerle ilgili ne düşündüğü sorulduğunda, şöyle cevap veriyor: "Hepinize diyorum ki, çıldırmış olmalısınız. Eğer aptallaşmak istiyorsanız, tamam bu yolda devam edin, ama daha sonra sizi gözyaşları içinde görmek istemem." Bunlar sizce çekilen acılarla edinilmiş bilgeliğin ipuçları mı? Aslında, insanlar, bildiğimiz insan olarak kaldıkça, boşanma her evliliğin eşiğinde beklemesi engellenemeyecek bir gölge olarak kalacak. Bu eşcinseller için de çok farklı olmayacak. Onlara olduğu gibi, yasalarla bağlanmış ilişkileri sona erdirmek, kafaları karıştırıp, acı çektirecek, özellikle olayın içinde çocuklar da varsa. Bunun bir örneğini Dyke TV'de izledik, birlikte bir çocuk büyütmekte olan İskoç lezbiyen çift ayrılmaya karar verdiklerinde. Bir velayet sorunu olarak konu mahkemelere yansıdı ve kimse gül kokuları saçarak çıkamadı işin içinden. Bunun ardından, elini çabuk tutan İskoç Kilisesi papazlarından Bill Wallace, Daily Mail'e yaptığı açıklamada aynı cinsiyetten kişiler arasında yapılan evliliklerin izleminde pek de dengeyi uzun süre koruyamadıklarını belirtti. Wallace heteroseksüel boşanma oranlarıyla ilgili son istatistikleri görmemiş olsa gerek. Çocuk yetiştirme sorumluluğunu almak gerçekten önemli bir karar ve ben de bunun zorlaştırılması taraftarıyım. Eşcinsel ya da heteroseksüel, hiç kimse, iyice düşünüp taşınmadan ebeveyn olma sorumluluğu almamalı. Heteroseksüeller sıklıkla kaza sonucu çocuk sahibi oluyorlar, planlamadıkları, ya da istemedikleri gebelikler sonunda. Eşcinsellerinse aynı sonuca ulaşmaları için geçirmeleri gereken uzun bir süreç var. Suni döllenme, evlat edinme, ya da kiralık anne, hepsi de uzun uzun, detaylı plan gerektiren olaylar, hiçbiri bir

gecelik tutku ile gerçekleşmiyor. Bu gene de, eşcinsel çiftler çocuk sahibi olduklarında medyanın gürültü koparmasının önüne geçemiyor. Daily Express, Amerika'da, Bill Zachs ve Martin Adam için bir kadının bebek taşıyor olmasını bir skandal olarak göstermek için elinden geleni ardına koymadı. Ama olayın kahramanları işbirliği yapmadılar. Sonunda gazete, çocuğun annesiyle, Andrea Gibson, görüşmeyi başardı. Anne, ne yaptığını bildiğini, iyice düşünüp karar verdiğini, pişman olmadığını, çocuk için en iyi olanı istediğini ısrarla belirtti. Küçük Sarah'ın onu seven iki erkekle birlikte sevgi dolu bir yaşamı olacağına inanıyordu. Ama bu, anti-gay propagandacı, Daily Mail Amerika muhabirini durdurmadı. "Bebeğini eşcinsellere satan anne" başlığıyla çıkan yazısında, bizi iki eşcinselin her nasılsa kadını kandırdıklarına ve annenin şimdi yaptığına pişman olduğuna inandırmaya çalışıyordu. Ama bu görüşü destekleyecek hiç kanıtı yoktu. Hükümetin konuyu gözden geçireceğine dair iddiasına rağmen ortada böyle bir şey de yoktu. Sağın eşcinsel ebeveynlere olan itirazlarına artık pek aşinayız. Daily Mirror'dan Fiona Webster birini şöyle ifade ediyor: "sanki bir katalogdan oyuncak ısmarlar gibi, Amerika'dan bir bebek ısmarlayan eşcinsel çift, utanç verici bir karmaşaya yol açmak istemediklerini söylemişler. Eğer bu, birdenbire utangaç hale gelen çift karmaşa ve utancın ne demek olduğunu görmek istiyorlarsa, okulun ilk gününde çocuklarının okul bahçesinde bulunsunlar". Diğer bir itiraz da bu çiftlerle aynı ortamda yetişen çocukların sonunda eşcinsel olacakları. Bu konuları eşeleyen bir makale de London Evening Standard'da yayınlandı. Eşcinsel ebeveynlerce yetiştirilmiş çocuklara kendi hikayelerini anlatma fırsatı verildi. Bunlardan biri, şimdi 25 yaşındaki Derby Davenport, on iki yaşındayken bir arkadaşına annesinin bir eşcinsel birliktelik yaşadığını nasıl açıkladığını anlatıyor: "Arkadaşım hemen herkese bunu anlattı, ben de okulda parmakla gösterilir hale geldim, herkes benimle ilgili fısıldaşıyordu. Okula hiç gitmek istemedim bundan sonra. Ergenlik yıllarımın çoğu böyle geçti". Bu tecrübenin onu sonunda daha güçlü ve anlayışlı kıldığını kabul ediyor, ama berbat günler geçirdiğini de belirtmeden geçemiyor. Ne o, ne de gazetede konuşulmuş diğer çocuklar eşcinsel değiller, sadece bir ara bununla ilgili kafasının karıştığını söylüyor. Dan Katch babasının eşcinsel olduğunu öğrendiğinde, erkeklere karşı bir ilgisi olmadığı halde, kendisinin de günün birinde eşcinsel olacağından korkmuş. Gittiği terapistin ona, babasının eşcinsel olmasının onunla hiçbir ilgisi olmadığını açıklaması korkularını sona erdirmiş. Aslında bu zaten sorunun yarısı: insanlar korkuyor. Eğer eşcinsellerin çocuk yetiştirmesine karşı olanlar, eşcinsel birlikteliklerin doğası ve işleyişi ile ilgili gerçekdışı korkuların tohumlarını ekmekten vazgeçmedikçe süreç biraz daha yavaş işleyecek, birçok genç de anlamsız korkular yaşamak zorunda kalacak. Bakımından sorumlu oldukları çocuğa zararlı olan eşcinsel ebeveyn değil, bu konuda vaaz vermekten vazgeçmeyen sahte ahlakçılar. Daily Express'in okur sayfasına gelen bir mektupta dendiği gibi: "Bugün, normal denilen pek çok ailede birçok çocuk ihmal ediliyor, istismar ediliyor ya da haklarından mahrum ediliyor. Önemli olan bir çocuğa verilen sevgi ve ilginin kalitesi, kimden geldiği değil".

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 56


KİTAP BİSEKSÜELLİK VE DOĞANIN DÜZENİ Claude Aron Çev: Nermin Acar Sarmal Yayınevi Eylül 1999 "Cinsiyetimiz kimliğimizi adımızdan önce belirler. Yeni doğan bebek, adının seçiminden önce "bir kızımız oldu!" ya da "oğlumuz oldu!" çığlıklarıyla karşılanır. Dahası, cinsiyetimiz toplumsal

tüm yaşamımız boyunca, rolümüzü de belirler. Bu kitap, tutumlu doğanın, tek bir modeli, biseksüaliteyi tasarladığını göstermektedir. Homoseksüelliğin genetik olup olmadığı üzerine tartışmada temel önemde bir kitap. " Claude Aron, üreme fizyolojisi uzmanı, Strasbourg Louis-Pasteur Üniversitesi onur profesörü. ...ve ışık karanlıkta parlıyor (Beş Perdelik Dram) Lev Tolstoy Rusçadan Çeviren: Dominik Pamir Kaos Yayınları Kasım 1999 Kaos Yayınları Piyerloti Cd. Dostlukyurdu Sk. No:8 Çemberlitaş İstanbul Tel:(212) 518 25 62 "Lev Tolstoy'un kendi yaşamından yola çıkarak kaleme aldığı bu eser, beş perdelik bir dramdır. Oyunun kahramanı, vicdanlı Rus soylusu Nikolay İvanoviç, tıpkı Tolstoy gibi, topraklarını ve malikânesini köylülere terk etmek istemektedir. Hıristiyanlığın özü olarak gördüğü İsa'nın Dağdaki Vaaz'ına dayanarak aristokrat yaşam tarzından vazgeçen Nikolay, kurulu düzeni, devleti, mülkiyeti ve askerliği reddeder. Her türlü şiddete karşı olan Nikolay İvanoviç, Kiliseyi ve ona hizmet eden ruhban sınıfını, şiddeti onayladığı ve dini yozlaştırdığı için tümden reddeder. Onurlu bir yoksulluğu tercih eden Nikolay'ın, idealleriyle gündelik yaşamı arasındaki gerilimi işleyen bu oyun, Tolstoy'un "Hıristiyan anarşizmi" olarak tanımlanan düşüncelerini sunuyor."

Harita Metod Defteri Akif Kurtuluş Piya Zed Yayın Kasım 1999 Zed İstiklâl Cd. Olivya Han Kat:5 Galatasaray İstanbul Tlf/Fax:(212) 292 68 10 - 292 68 85 "Sol" Sanat Hareketleri Dizisi "Bu dizide, dünden bugüne 'sol' sanat hareketlerine dair sürdürülegelen tartışmalarla, bu türden olası hareketleri esinleyebilecek metinleri bütünlüklü olarak yayınlamayı hedefliyoruz ilgi alanımıza öncelikle, unutulmuş, sessizce geçiştirilmiş, yeterince tartışılmamış ya da günyüzüne çıkarılmazsa yitip gideceğine inandığımız metinler giriyor. Ama dizinin çerçevesi gereği en yeni telif ve çeviri eserleri de muhatabıyla buluşturabilmeyi umuyoruz. Bu nedenle, her türden katkı, eleştiri ve öneriyi içtenlikle karşılayacağımızı belirtmek isteriz." (Dizi Editörü: M. Bülent Kılıç) CİNSELLİK ÖLÜM

VE

Jacques Ruffié Çev: Nermin Acar Sarmal Yayınevi Mart 1999 "Bakteriler gibi ikiye bölünerek üremek ve vücudun her kısmının eksik bölümü yenilemesi, pire için de fil için de ne kadar kolay olurdu! Peki ama doğa niçin başka bir şeye karar verdi ve türlerin çoğuna çok daha tehlikeli olan cinsellik yolunu bahşetti? Doğmak, ölmemek için üremek, sırası gelenlerin de üremeleri için ölmek,; yaşamın üç perdelik bu dramını, hem bir biyolog hem de bir ahlakçı olan, Collége de France'ın onursal profesörü Jacques Ruffié kesin ve duygu dolu bir dille anlatmaktadır. Ruffié, arıdan insana tüm farklı türlerin evrim süreci boyunca benimsedikleri cinsel davranış ve aşk törenlerinin ilginç ve özgün bir tablosunu çiziyor."

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇

Sayfa 57


MEKTUP COŞKUN DURMUŞ / İstanbul DEMOKRASİNİN ZAFERİ Elinizdeki bu sayıyla beraber artık Türkiyeli eşcinsellerin de bir resmi yayın organı, resmi bir dergisi var. Bu dergi yaklaşık on beş yıllık modern eşcinsel hareketinin bir zaferidir. Bu dergi, Türkiyeli eşcinsellerin bir başarısıdır. Ama en önemlisi bu, Türk demokrasisinin bir zaferidir. Eşcinsellik sonradan oluşan bir olgu değil. Aksine eşcinsellik, doğumdan itibaren kendiliğinden gelişen ve her hangi bir tercihe fırsat vermeyen bir cinsel kimlik oluşumudur. Yani eşcinsel bireylere "sen niçin eşcinsel oldun?" diye sormak anlamsız ve abes bir sorudur. Eşcinsellik sadece Türkiye'ye özgü değildir. Eşcinsellik din, dil, ırk, kültür ve milliyet gözetmeksizin her ülkede ve her millette vardır. Duygular aynı, aşklar ve hisler aynı. Ülkeler arasında sadece anlayış farkı var. Kimi ülkelerde eşcinsel, sıradan bir kişidir; geri kalmış bazı ülkelerde ise eşcinsel insan suçlu kabul edilir ve cezalandırılır. Oysa bir toplumda eşcinsellere ne kadar ceza verilirse verilsin, hatta hepsi öldürülse dahi o toplumda eşcinselliğin kökünü kazımak mümkün değildir. Çünkü anneler yüzde üç ve ya beş oranda eşcinsel çocuk doğurmaya devam edeceklerdir. Eşcinselleri hor görüp toplum dışına iterseniz, bu kişiler önce kendilerine, sonra topluma dönük bazı olumsuzluklar yaşarlar. İtilip kakılmış, işsiz bırakılmış, aşağılanmış ve sonuçta ruh sağlığı bozulmuş olan bir eşcinselin kendine ve topluma bir faydası olamaz. Halbuki Batıda bu kişiler toplum dışına itilmiyor, aksine onlara şöyle söyleniyor: "Eşcinsel olmanız göz renginizin farklı olması kadar doğal bir şeydir. Kendinizi ve yaşamı sevin. Bir meslek edinin ve üretime katkıda bulunun. Sizin farklı olmanız, toplumda yan yana durabilmemize engel olmaz..." Batıda eşcinseller bu yaklaşımla faydalı birer birey olarak topluma kazandırılıyor. Bir kişi çalışıyor, üretiyor, vergisini veriyorsa yani faydalı bir bireyse, bu kişinin kendi cinsine aşık olmasının devlet ve topluma ne zararı olabilir. Cinsel kimlikler bulaşıcı değildir. Yani eşcinseller, eşcinsel olmayanları eşcinsel yapamaz. Öyle olsaydı, milyonlarca heteroseksüel, birkaç bin eşcinseli kolaylıkla heteroseksüel yapabilirdi. Yani cinsel kimlik söz konusu olunca üzüm üzüme bakarak kararmıyor. Yani, "kötü örnek" safsatası yalan. Ancak bir toplumda genel huzur açısından, genel geçer bazı kuralların olmasına kimsenin itirazı olamaz. Örneğin on sekiz yaş altındaki çocukları cinsel ilişkiye zorlamak bir suçtur. Buna eşcinsel de olsa, heteroseksüel de olsa kimsenin itirazı yok. Ancak genel geçer kabullere uymak şartıyla, hiç kimse benim kalbimdeki insanın kim olduğunu ya da yatak odamın sırlarını öğrenmeye kalkışmamalıdır. Toplumu ilgilendiren benim ne kadar faydalı olup olmadığımdı. Batıda bazı eşcinseller, cinsel kimliğini açıkça ifade ederek hükümette ve bakanlıklarda görev yaparken, bizde ise bazı eşcinseller E-5 karayolu üzerinde polislerle kovalamaca oynuyor. İşte Batı ile aramızdaki bu derin

farkı kapatabilmek her şeyden önce Eşcinsel Hareketin ve Kaos GL Dergisinin amacını oluşturmaktadır. Eşcinselleri önce kendileriyle, sonra toplumla barıştırabilmek, eşcinselleri çalışan, üreten, faydalı insanlar olarak topluma dahil edebilmek, eşcinseller arası iletişim ve etkileşimi sağlamak, onları bilinçlendirirken toplumu cinsel kimlik farklılıkları konusunda bilgilendirebilmek, bu anlamda mutlu bireye ve huzurlu bir topluma ulaşmak, toplumdaki iç barışa ve demokrasiye sahip çıkmak.... Eşcinsel hareketin bunlardan başka ne amacı olabilir ki. Sonuçta bir eşcinsel birey olarak diyorum ki; Yaşasın birey özgürlüğü, Yaşasın gökkuşağının bütün renkleri, Yaşasın Cumhuriyet, Yaşasın demokrasi...

MEHMET / İzmir İzmir'in nesi eksik? Biz de bir araya gelebiliriz. Daha önce oldu. Şimdi de olabilir. Üstelik, olup bitenlerden dersler de çıkardık. Yazın on kadar arkadaş bir araya geldik. Konuştuk, heyecanlandık, sıkıldık. Biz de bir araya gelebiliriz dedik. Yazın İzmir üzerindeki sıcak ve boğucu etkisi geçene kadar bekleyelim, deyip, açık sinemalara, tiyatroya gittik birlikte. Artık havaların kıvamı iyi. Başlamak için tam zamanı. Tıpkı diğer yerlerde olduğu gibi. Boza yapa, düşe kalka yürüyebiliriz. Büyük iddialarla değil, küçük adımlarla ağırdan fakat bıkmadan çabalarsak iyi işler başarmak için her şeye sahibiz. Denedik oluyordu. Yine olabilir. Aramızdaki arkadaşlığı ve yakınlığı arttırarak başlayabiliriz. Bir araya gelmesi kolay küçük gruplar oluşturabiliriz. Yada kendiliğinden nasıl olacaksa öyle yaparız. Herkes kendi niyetini, düşüncesini aktardıkça işimiz kolaylaşır. Ondan sonra nereye gideceğimize bakarız. Başlangıç olarak birbirimize yakınlaşarak başlayalım. İster arkadaş bulmak için, ister dostlar arasında olmak için olsun. Yada sırf dedikodu etmek için. Hepsi de bir arada olmak için yeterli ve iyi nedenler. Ben kendi adıma, Kaos'un satışını kısa zamanda ikiye katlayacak duruma gelmemizin kolay olacağını düşünüyorum. Bu kadar potansiyelimiz var. Kıpırdanırsak çevremizi harekete geçirirsek altından kolayca kalkabileceğimiz pek çok şey var. Herkesi samimiyete ve arkadaşlığımızı güçlendirmeye, bir araya gelmeye çağırıyoruz. Geri kalanları bir araya gelerek konuşup tartışırız. Düşünürüz. Ya da yalnızca çene çalar hoşça vakit geçiririz. Herkesi Kaos'a yada Pk. 164 konak İzmir adresine yazıp iletişime geçmeye çağırıyoruz.

DENİZ'CE / İstanbul Ve karşınızda yalnızlık... Pırıl pırıl, güneşli bir öğleden sonra gelen karanlık gibidir yalnızlık! Ne olduğunu anlayana dek o çoktan terk eder sahneyi, son bir kez gülerek güneş. Bir dostum der ki:"yalnızlık ayrı şeydir, kimsesizlik ise apayrı..." O halde ben yalnız mıyım, yoksa kimsesiz mi? Yani bu karanlık yalnızlık mı, yoksa

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 58


MEKTUP kimsesizlik mi? Yalnızlık! Karanlık istiyorum, geceyi! Gökyüzündeki yıldızların yavaş yavaş belirmesi, dolunaydaki ayın manzarası, hafif bir esinti, dudaklarımın kuruması gecelerde... Puslu ve sönük bakışlar, karanlığa kurban verilen o "ince ayrıntılar"... Ne güzellikleri kurban ettik biz o akşamlara, o boş akşamlara! Lambanın ışığı yetmedi bazen 'onu' görmek için. Gece ne o zaman? Eğer gündüzün güzelliklerini yaşamayı bilmiyorsan gecenin gelişini beklersin o halde... Çevrendeki insanlar rahatsızlık veriyorsa sana, kaldıramıyorsan bu yükü bırak gelsin gece. Ben "bir günü" severim yani hem gündüzü hem de geceyi... Dağın arkasına saklansın kızıl güneş ve beni "benimle" yalnız bıraksın. Aman ayna olmasın odada, görmek istemiyorum gözlerimi... Ne çektiysem "gözlerden" çektim bu güne dek zaten! Hatta ışıkları da kapatın. Yıldızları söndürün birer birer, ayın önüne de kara bir perde... Dinleyin "sesini sessizliğin" ilk önce. Sonra duyulmaya başlasın sesler kulaklarda... Hiç işitilmemiş olanlar, hiç önemsenmemiş hatta varlığını bilmediğimiz sesler de katılsın. Geldiler... Saatimin tıkırtısı, kahrolası bozuk musluğumdan gelen şu su şıpırtısı, hatta belki -arada bir de olsa- apartmanımın koridorlarından geçen insan sesleri de. Yalnızlığımla ve yanlışlarımla yaşıyorum ben. Bazen bu harika karışıma biraz da "gurur" atıyorum, tadı daha da güzel olsun diye. Ama işin sırrı "aşk"! üstüne bir

tutam da aşk serptim mi!!! (Zaten aşk kavanozumda o kadar az kaldı ki idareli kullanmam lazım.) Sonuç: Harika, enfes bir "ben". Yenir miyim, sindirilebilir miyim, gaz yapar mıyım; bilmiyorum ama -bilmek de istemiyorum- şu kesin ki şu "gururun" ölçüsünü tutturamadım gitti. Ya eksik geliyor ya fazla!.. Şimdi müzik de katıldı aramıza, altı kişi olduk; ben, yalnızlığım, su şıpırtısı, saatin takırtısı, apartmandan gelen sesler ve Whitney Houston'ın buğulu sesi... Şarkısında bağıra bağıra "Where do broken hearts go?" (kırık kalpler nereye gider) diyor. Ahh Whitney! Eğer bunu öğrenebildiysen tarif et de benim paramparça olmuş kalbimi de göndereyim... Yap-boza dönüştü artık, yapıştırıcı tutmuyor!.. Elim prize gidiyor şimdi az sonra her yer aydınlanacak ve ben giyinip dışarı çıkacağım, gece bitecek ve yine gündüz! İnsanlar, trafik ve İstanbul... Ben gidince beş kişi kalacaklar ve hemen beni çekiştirmeye başlayacaklar. "Aman şakerim, Deniz şöyle insan, böyle bir gey..." ve eminim en kötü şeyleri de "yalnızlığım" söyleyecek. Kıskanıyor beni her halde. Aslında bir bilse onu ne denli sevdiğimi ve ona ne denli ihtiyaç duyduğumu... Evet ben bir geyim; iyi ki de bir geyim yoksa bu saçmalıkları bile yazamayacak kadar dar bir dünya görüşüm ve kalbim olurdu... (Bu yazıyı homofobik babama ve geyliği sonradan olunan bir şey sanan anneme ithâf ediyorum. Keşke herkes her şeyi bilse, siz de bu yazıyı okuyabilseydiniz.)

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 59


İLETİŞİM

İletişim köşesinde ücretsiz yayınlanmak üzere kısa mesajlarınızı adreslerimize iletebilirsiniz: Ali Özbaş, P.K. 53, Cebeci ANKARA / Fax: 0.312.363 90 41 / e-mail:kaosgl@geocities.com

Arkadaşlık önemlidir diyen herkesin mektubunu bekliyorum. Ümit Kader P.K. 192 ERZURUM 23 yaşında, atletik yapılı, yeşil ela gözlü bir gencim. Benim gibi genç gey arkadaşlarla yazışmak, tanışmak istiyorum. Resimli mektuplarınızı bekliyorum. Sevgiler. Serkan P. K. 637 Merkez 26003 ESKİŞEHİR İstanbul'da oturuyorum. 26 yaşında, 1.80 boyunda bir geyim. Her yaşta arkadaşlar beni arayabilir. Aşkın Güneş 0535 731 95 96 0532 296 35 69 İstanbul'dan bir geyim. Sevgiye ve dostluğa önem verenler haydi sevgiyi ve dostluğu kalplerimizde sonsuzlukla birleştirelim. Arayın tanışalım. (Antakyalılar ayda mı yaşıyorlar.) Süleyman 0535 771 09 43 22 yaşında, esmer, İstanbul'da yaşayan bir bayanım. Gerçekten ciddi sevgiye inanan ve kalıcı bir arkadaşlık isteyenler beni arayabilirler. Lütfen bayanlar arasın. LÜTFEN. Nazlı 0532 256 48 63 35 yaş, 1.80 cm, 73 kg, kumral, kariyer sahibi yakışıklı bir erkeğim. Antalya ve çevresinden güvenebileceğim, sevgi ve saygıya önem verenlerle dostluk kurmak istiyorum. Akşam 22.00'dan sonra arayın. Mert 0532 316 87 27 19 yaşında bir erkeğim. Antalya'da oturuyorum. 25 yaşa kadar olan Antalya'da oturan arkadaşlarla yazışmak istiyorum. Resimli mektuplarınızı bekliyorum. M. Fatih Ataç P. K. 533

Antalya Gerçek arkadaşlığı ve dostluğu arayanlar, bana yazabilirsiniz. Murat sgulyan@hotmail.com 21 yaşında, 1.78 boy, 65 kilo, esmer, siyah gözlü, yakışıklı biriyim. Senelerdir kendime benim onu sevdiğim kadar beni sevecek yakışıklı eşcinseller arıyorum. Aşkın sonsuzluğunu benimle yaşamak isteyen varsa beni arasın. Tanışalım. Yusuf - Ankara. 0542 592 88 12 Aşık olmak istiyorum. Ve daha fazla tahammülüm yok. Beni sevecek kadar yüreğin varsa ve aşka, sevgiye seksten daha fazla önem veriyorsan, hatta bazen dostluğa ihtiyacın varsa çık ortaya.. Artık dayanamıyorum şu aptal seks meraklılarından bıktım. Şu aptal görüntü, vücut ölçüleri meraklılarından da bıktım. Hadi gel ve kurtar beni... fellini2@excite.com P. K. 2 34590 Bahçelievler İstanbul 21 yaşında, 1.72 cm, 62 kg, sarı-kısa saçlı, renkli gözlü bir üniversite öğrencisiyim. Yakışıklı sayılırım. İzmir ve çevresinden gey ve biseksüel arkadaşlarla tanışmak istiyorum. Serkan P. K. 2 35620 Çiğli İzmir 27, 170, 60 kg. ölçülerinde, sportik, atletik yapılı, yakışıklı, üniv. mezunu, kültürlü, dürüst bir gayim. Amacım özellikle İstanbul'da ve diğer şehirlerdeki gaylerle tanışmak, buluşmak, çeşitli aktivitelerle zaman geçirmek, arkadaşlık, dostluk kurabilmek. Yakışıklı, kültürlü, gayler tercihimdir. Yeni arkadaşlıklar kurmak umuduyla... kybele88@gmx.de "Eğer aşk diyorsan, sadakat

diyorsan, sevgiyi zirvede yaşamak istiyorsan, sevmek ve sevilmek istiyorsan bana e-mail yolla." bora_oz@yahoo.com 33 yaş, 1.73 cm boy, 69 kg. Açık kumral biriyim. Seviyeli gey arkadaşlığı kurmak istiyorum. Hikmet, P.K. 341, 33000 MERSİN LAMBDA-İSTANBUL Danışma Telefonu: "Yalnız Değilsiniz!": 0.212.233 49 66 (Salı, Perşembe günleri 19.00-21.00 arası; diğer zamanlarda telesekreter mevcut) ILGA (International Lesbian and Gay Association) e-mail: ilga@ilga.org internet adresi: www.ilga.org IGLHRC (Uluslararası Gay Lezbiyen İnsan Hakları Komisyonu) e-mail: iglhrc@iglhrc.org fax: +415-255-8662 Amnesty International (Af Örgütü) e-mail: amnestyis@amnesty.org internet adresi: www.amnesty.rog İNSAN HAKLARI DERNEĞİ Genel Merkez Tel&Fax: 0.312.425 95 47 Ankara Şube Tel:433 74 81 Fax:435 76 15 İstanbul Şube Tel:0.212.244 44 23 Fax:0.212.251 41 55 Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı http://www.archimac maarun.edu.tr-organizationkek GACI (Kadın Kapısı Haberleşme Bülteni)

Kaos KaosGL GL∇∇Sayı Sayı11∇∇ Sayfa Sayfa60 1

Tel:0.212.293 16 05 0.212.293 16 06 Fax:0.212.293 10 09 e-mail:ikgv@prizma.net.tr Transeksüellik (Türkçe) http://www.geocities.com/ wellesley/3116/ts.html Cinsel Hastalıklar Tedavi Merkezi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Aile Planlaması, İnfertilite Araştırma Merkezi (Üroloji Polikliniği içinde) 34303 Cerrahpaşa İSTANBUL AIDS Danışmanlık Hatları Hacettepe AIDS Tedavi ve Araştırma Merkezi (HATAM) 0.312.310 80 47 Türkiye Aile Planlaması Derneği 0.312.431 18 78-431 56 98 Sağlık Bakanlığı Ücretsiz Bilgi Hattı 0.800.314 79 79 AIDS Savaşım Derneğiİstanbul 0.212.231 07 60 TÜRK PSİKOLOGLAR DERNEĞİ Meşrutiyet Cad., 22/12 06640 Kızılay-Ankara Tel:(0312) 425 67 65 Tel/fax:(0312)417 40 59 e-mail: TPD@service.raksnet.com.tr Yazışma adresi:P.K.117 Küçükesat/Ankara http://www.psikolog.org.tr İstanbul Şube: 0.212.245 65 65-293 93 39 İzmir Şube: 0.232.418 15 50 Bursa Şube: 0.224.221 62 14

Unutmayalım! Güvenli seks sadece AIDS’ten değil, birçok cinsel hastalıktan korunmanın yoludur


BASINDAN

HABERLER

İNGİLTERE İNGİLİZ ‘GEY’LERİN ZAFERİ Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi eşcinsel oldukları gerekçesiyle dört askeri ordudan atan İngiltere'yi suçlu buldu. Mahkeme tarafından özel yaşama saygı göstermemekle suçlanan İngiltere eşcinsel askerlere tazminat ödeyecek. İngiltere eşcinsel oldukları gerekçesiyle ordudan ihraç ettiği askerler nedeniyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde (AİHM) suçlu bulundu. AİHM, İngiltere'nin bu tutumuyla özel yaşama saygı göstermediğini belirtti ve kararında ‘‘Bu tutum, eşcinsel olmayanların, eşcinsellere yönelik önyargısıdır’’ ifadesine yer verdi. 1993 ve 1995 yılları arasında İngiliz Kraliyet Donanması ve İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri'nden eşcinsel oldukları gerekçesiyle ihraç edilen Duncan Lustig-Prean, John Bechet, Jeanette Smith ve Greame Grady adlı dört asker İngiliz mahkemeleri önünde hak elde edemeyince 1996 yılında AİHM'ne başvurmuşlardı. ÖZEL YAŞAM Dört asker İngiliz Savunma Bakanlığı'nı eşcinsellere karşı ayırımcılık yapmakla suçlamış ve maddi tazminat talebinde bulunmuşlardı. AİHM yargıçları dört askerin bu taleplerini haklı buldu ve İngiltere'nin eşcinselleri ordudan atarak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin ‘‘özel yaşama saygı’’ ilkesini ihlal ettiğine karar verdi. Dün sabah açıklanan karara göre dört askere verilecek tazminat, taraflar arasında müzakere ile belirlenecek. İngiltere'de eşcinsel olmak, 1965 yılından bu yana yasal olarak bir suç teşkil etmiyor. Ancak İngiliz Savunma Bakanlığı, AİHM'ne sunduğu savunma metninde eşcinselliğin silahlı kuvvetler içindeki görevlerle bağdaşmaz olduğunu vurgulamıştı. Bakanlık eşcinsellerin ordunun moralini bozduğunu ve böylelikle operasyonel gücünü azalttığını bildirmişti. ÖNYARGI AİHM, savunma bakanlığının bu görüşlerinin kabul edilemeyeceğini ve ikna edici olmadığını belirterek, eşcinselliğin ordunun gücünü azaltıcı ya da kapasitelerini düşürücü hiç bir kanıt olmadığını bildirerek bakanlığın bu tezlerini geri çevirdi. Hürriyet, 28 Eylül 1999

İngiliz Yüksek Mahkemesi, gey hakları lehinde büyük bir karar alarak, gey erkekler ile heteroseksüel erkekler aynı kiracı haklarına sahiptir dedi. Yargıcın kararı, kraliyet deniz kuvveti çalışanlarında Martin Fitzpatrick için en son eşinin Londra'daki evinde kalabilmesi anlamına geliyordu. Eşi John Thomson kiracıydı ve mal sahibi, onun ölümünden sonra Fitzpatrick'in ayrılmasını istedi. Daha önce bir Londra mahkemesinin olumsuz kararının ve üst yargı yolundan geri dönmesinin tersine, Yüksek Mahkemenin kararına göre, kanun önünde Fitzpatrick, Thomson'ın ailesinin üyelerinden biri olarak görülmüş ve aynı kiracılık haklarına sahiptir, denilmiştir. Bu iki adam 18 yıldır birlikte yaşamaktaydı. Çoğunluktan yana olan yargıç Nicholls, onlar çok yakın olmaktan ve tek eşli eşcinsel ilişkiden hoşlanıyorlardı, dedi. Yine aynı yönde karar veren diğer bir yargıç Slynn ise kararın çağdaş sosyal adalet düşüncesiyle uyumlu olduğunu söyledi ve böyle bir ilişkinin varlığını ispat etmek aynı

HABERLER

cinsten kiracı olan ailenin üyesi olan kadın ve ya erkeğin sorumluluğudur, dedi. Aynı zamanda her ne kadar samimi olursa olsun geçici önemsiz ilişkilerle aynı yerde oturma amaçlı arkadaşlar için geçerli değildir, dedi. Thomson, 1994'te 9 yıl önce merdivenlerden düşerek başının yaralanması üzerine felç olmuş, Fitzpatrick ise bu süre boyunca ona bakmıştı. Fakat Fitzpatrick dairenin kiracılık haklarını almaya kalktığında mal sahibi olan şirket tarafında reddedilmişti. Alt mahkeme reddi onaylamıştı. Eşcinsel hakları avukatları, kararı, eşcinsel ilişkilere yeni ve daha bağlayıcı kanuni statü vermesi açısından dönüm noktası olarak nitelendirdiler. Lezbiyen ve gey ilişkileri ilk kez bir aile olarak tanımlanıyordu. Yargıçlar, aynı cinsten çiftlerin maruz kaldığı ayrımcılığın onaylanamaz olduğunu düşündüler. (28 Ekim 1999)

İKTİDAR UĞRUNA SIRRINI AÇIKLADI Britanya'nın tekrar siyasete dönmeye hazırlanan ve Muhafazakar Parti liderliği için adaylığını koyacağına kesen gözüyle bakılan eski Savunma Bakanı Michael Portillo, The Times gazetesine yaptığı söyleşide, yıllardır gündemden düşmeyen dedikodulara son noktayı koydu. Gençliğinde bir dizi eşcinsel macera yaşadığını söyleyen Portillo, partisinden itiraflarını kabul edecek hoşgörüyü göstermesini istedi. Thatcher iktidarı boyunca adı "Demir Leydi'nin Prensleri" arasında anılan Michael Portillo, çoktandır heteroseksüellikte karar kılmış evli bir erkek. 70'lerde Cambridge Üniversitesi'ndeki öğrencilik döneminde yaşadığı eşcinsel ilişkilerinin artık siyasi kariyerini etkilemeyeceği görüşünde. Mayıs 97 seçimlerinde sürpriz biçimde parlamento dışında kalan Portillo, aday olduğu bölgenin milletvekilliği eşcinselliği herkesçe bilinen İşçi Partili Stephen Twigg'e kaptırmıştı. Muhafazakârların yaşlı kanadı Portillo'nun bu yersiz açıklamasıyla siyasete dönüşü zorlaştırdığını düşünürken, gençler şimdiki liderleri William Hague'e alternatif saydıkları Portillo'ya destek verdi. Savunma Bakanı'yken ordudaki eşcinsel yasağına sahip çıkan Portillo eşcinsel olduğunu açıklayan ilk önde gelen Muhafazakâr Partili oldu. Radikal, 10 Eylül 1999

ABD CLINTON : GEYLERE İHTİYACIMIZ VAR ABD Başkanı Bill Clinton, ABD'nin eşcinsellere ihtiyacı olduğunu söyledi. Los Angeles'ta Demokrat Parti yararına düzenlenen ve eşcinsel temsilcilerinin katıldığı yemekli toplantıda konuşan Clinton, ‘Amerika’nın sizlere ihtiyacı var. Ben Amerika'nın geleceğine inanıyorum; sizler de onun ayrılmaz parçasısınız' dedi. Clinton, ‘ABD’de ve tüm dünyada en önemli sorunun, farklı olanlara karşı duyulan ilkel korku ve nefret duygusu olduğunu' söyledi. Eşcinsel haklarının eşitliğini savunan bir dernek tarafından finanse edilen yemekte, Demokrat Parti için 800 bin dolar toplandı. ABD Başkanı ayrıca eşcinsellere yapılan saldırıları Kosova ve Ruanda'daki etnik katliamlara benzetti. Gey ve lezbiyenlerin eşitlik ve özgürlük haklarını savunan grup tarafından verilen yemekte eşcinsel erkeklerden oluşan bir koro da sahne aldı. Clinton, davetlilere nefis bir müzik ziyafeti veren koronun gey üyelerini tek tek kutladı. Hürriyet, 4 Ekim 1999

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 61


HABERLER ERKEK DÖNÜNCE...

ÖĞRETMEN

KADIN

ABD'de bir erkek öğretmen, yeni ders yılına kadın olarak gelmeye kalkınca ortalık karıştı. Tepkiler üzerine travesti öğretmenin işine son verildi. David Warfield, California'nın Antelope Kenti'ndeki bir yüksekokulda gazetecilik eğitimi veriyordu. Ancak kendini kadın gibi hissetmeye başlayan Warfield, hormon tedavisine başladı ve Nisan ayında okul müdürüne giderek gelecek eğitim yılında derslere kadın olarak girmek istediğini bildirdi. Mahkemeye başvurarak Dana Lee Rivers adını alan travesti öğretmen, bu kararı yüzünden okul yönetimi tarafından zorunlu izne ayrıldı. Öğrencilerden destek Yakında cinsiyet değiştirme ameliyatı geçirmeye hazırlanan Rivers'ın cinsel tercihi yüzünden işinden olması öğrencileri arasında üzüntü yarattı. Geçen cuma günü öğrencileri, travesti öğretmenlerine destek olmak üzere okul kampüsünde bir gösteri düzenledi. Okul gazetesinin yeni yıldaki ilk sayısının hemen hemen tamamı da Dana Lee Rivers'a ayrıldı. Görevine iade edilmek üzere İş Mahkemesi'ne başvuran Rivers'ın okula dönüp dönemeyeceği önümüzdeki aylarda belli olacak. Hürriyet, 29 Eylül 1999

GEY & LEZBİYEN BANK KURULDU PENSACOLA - Florida'da, eşcinsellere yönelik banka açıldı. ABD'de eşcinsellere yönelik ilk olma özelliğine sahip banka 11 Ekim'de 'Internet'ten işlemlere başlayacak. G & L adlı bankanın adı gey ile lezbiyen kelimelerinin ilk harflerinden oluştu. 70 hissedarı ve 19 milyon dolar sermayesi olan bankanın finans sektöründe eşcinsellere karşı fobinin şahlanması nedeniyle açıldığı belirtildi. Araştırmalara göre, ABD'de 21 milyon eşcinsel var ve bu kişiler milyar dolarlarla ifade edilen harcama gücüne sahip bulunuyor. Radikal, 2 Ekim 1999

YENİ ZELANDA'DA EN RENKLİ SEÇİM WELLINGTON - Yeni Zelanda'da dün yapılan genel seçimlerde dokuz yıllık iktidarını yüzde 8 oy farkıyla yitiren muhafazakârların kadın lideri Başbakan Jenny Shipley, koltuğunu bir başka kadına, İşçi Partisi lideri Helen Clark'a devredecek. Eğitimini siyaset biliminde akademisyen olarak tamamlayan Clark, ülkenin seçimle işbaşına gelen ilk kadın başbakanı unvanını da alacak. Ulusal Parti'nin lideri mağlup başbakan Shipley, koltuğa seçimle değil, partisi iktidardayken kazandığı liderlik yarışıyla oturmuştu. Müstakbel başbakan Helen Clark, kıran kırana geçen seçimler için işbirliği yaptığı İttifak Grubu'yla beraber 120 sandalyeli parlamentoda altı farkla çoğunluğu yakaladı. İşçi Partisi, Ada'nın yerli halkı Maorilere doğrudan ayrılan altı sandalyeyi de kazandı. Ortanın solunda bir hükümeti yılbaşına dek oluşturma sözü veren Clark, yüzde 39 oy alırken, yüzde 8 oy alan İttifak'ın lideri Jim Anderton ile koalisyon görüşmelerine bugün başlıyor. Eski bir erkek fahişe olan İşçi Partili Georgina Bayer de Carterton belediye başkanlığının ardındanYeni Zelanda'nın ilk transseksüel milletvekili oldu. Aynı zamanda yazar olan Beyer, 18 Maori milletvekilinden biri olacak ve yerli halkın sorunlarına ağırlık verecek. (Dış Haberler)

Radikal, 28 Kasım 1999

FRANSA EVLİLİKTE DE DEVRİM Fransa'da evli olmayan çiftlere ve eşcinsellere evlilerle aynı hakları tanıyan yasa teklifi parlamentoda kabul edildi. "Evli Olmayan Çiftler İçin Birlikte Yaşam Sözleşmesi" (PACS) adını taşıyan yasa, evli olmayan ve eşcinsel çiftler üç yıl birlikte yaşam sonrası, ortak vergi beyanında bulunma başta olmak üzere çeşitli haklar ve sorumluluklar getiriyor. Fransa'da çocukların yüzde 40'ını evli olmayan çiftlerin çocukları oluşturuyor. Radikal, 15 Ekim 1999

LÜBNAN'DA HAMAMDAN CANLI YAYIN Hamamda eşcinsel ilişkide bulunan 5 kişiyle bunu canlı yayınlayan hamam sahibi tutuklandı. Lübnan'ın kuzeyindeki bir hamamda eşcinsel ilişkide bulunan 5 kişi ile yerel bir tv'den canlı olarak yayınlayan hamam sahibinin tutuklandığı bildirildi. İhbar üzerine Trablus kentindeki bir halk hamamına baskın yapan polis, hamam sahibini, 5 kişinin cinsle ilişkisini canlı olarak yayınlarken yakaladı. Yetkililer, canlı yayının Beyrut ve civarında geniş bir kitle tarafından izlendiğini belirterek, yayının nasıl yapıldığı konusunda bilgi vermediler. Lübnan'da eşcinsel ilişkiler ve edebe aykırı hareketlerin halka gösterilmesinin üç yıla kadar hapisle cezalandırılmasına karşın, bu alandaki yasalar fazla uygulanmıyor. 16.11.1999, A.A.

HİCRA AYNASINDA PAKİSTAN Pakistan'da ortaya çıkan seri cinayetlerin ardında çoğu küçükken tecavüze uğrayan hicra adı verilen geleneksel travesti toplumunun bulunduğu ortaya çıktı. Polis ise travestiler üzerinde terör estiriyor LAHOR - Pakistan'ın Lahor kentinde son dönemde birbirini izleyen cinayetler, homoseksüellik ve çocuklara yönelik yaygın tecavüz olayları gibi tabu sayılan konuları tartışmaya açtı. Lahor'da kurbanların asker ve polis olduğu 14 seri cinayetin ve 150'ye yakın tecavüz olayının ardında, küçükken tecavüze uğramış hicraların (travestilerin) olduğu ortaya çıktı. Cesetlerin sayısı dokuzu bulana dek, polis hiçbir bağlantı kuramadı. Ancak yapılan araştırmaların ardından kurbanların hepsinin erkek, genellikle asker ya da polis kökenli ve otopsi raporlarına göre ölmeden önce anal seks yaptığı ortaya çıktı. Son olayların ardından Lahor'da hicraların yaşadığı semtlerdeki otellere de baskınlar düzenlendi. Temmuzda hastanelik olan bir tekstil işçisinin ifadesi sayesinde cinayetler açıklık kazandı. Düzenlenen bir baskında, dört erkek yakalandı. 14 cinayet, 150'den fazla da tecavüz ve hırsızlığa karışmışlardı. Bir başka ortak özellikleri daha vardı ki, şiddete ışık tutuyordu: Hepsi de çocukken tecavüze uğramıştı. Cinayetlerini de 'intikam' olarak açıklıyorlardı. Müşteriler anal sekse zorlanıyor, reddederlerse tecavüze uğruyor, direnirlerse öldürülüyorlardı. Hicralara baskı Yüzyıllardır düğünlerde dans ederek, niyet satarak veya fuhuşla para kazanan hicraların ülkenin hemen her kentinde toplu halde yaşadığı semtler var. Pakistan toplumunda genel kabul gören hicraların son dönemde adi

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 62


HABERLER suçlu olarak değerlendirildiğine dikkat çekilirken, İslam'ın militan versiyonlarının ülkede güç kazanmasıyla hicralara yönelik hoşgörünün de azaldığı belirtiliyor. Çocuklara yönelik tecavüz olaylarıyla ilgilenen Sahil adlı kuruluşun verilerine göre, Pakistan'da her yıl on binlerce saldırı meydana geliyor, ancak bunların sadece yüzde 5'i kayıtlara geçiyor. Özellikle de kadınların baskı altında tutulduğu bölgelerde, erkek çocuklara yönelik tecavüzlerin sıklığına dikkat çekiliyor. Radikal, 9 Kasım 1999

TÜRKİYE TÜRKİYE'DE BEŞ MİLYON HEPATİTLİ VAR. Türkiye'de yaklaşık 5 milyon kişinin Hepatit-B hastası olduğu bildirildi. Hastalığın yaygınlığını öğrenmek amacıyla 5 bin çevik kuvvet polisi başta olmak üzere büyük bir taranma kampanyası başlatan Viral Hepaptitle Savaşım Derneği'nin düzenlediği toplantıda konuşan İstanbul Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Selim Badur, Hepatit-B'nin AIDS'ten daha tehlikeli bir hastalık olduğunu kaydetti. Hastalığın daha çok kan yoluyla bulaştığını anlatan Badur, cinsel ilişki, diş çekimi, çeşitli enfeksiyon hastalıkları ve tükürükle de virüsün geçebileceğini söyledi. Toplantıda, Türkiye'de yılda 25 bin kişinin hastalığa yakalandığı ve günde 50 çocuğun bu hastalıktan yaşamını yitirdiği vurgulandı. Radikal, 9 Ekim 1999

TBMM'nin Atatürk Bulvarı kapısının önünde Ensar Ülker adlı kişi, pazarlıkta anlaşamadığı ve travesti olduğu iddia edilen Mehmet Özsoy'u (19) silahla yaraladı. Edinilen bilgiye göre, müteahhit Ensar Ülker, Mehmet Özsoy ile Gölbaşı'nda bir evde cinsel ilişkide bulundu. Daha sonra otomobille Gölbaşı'ndan ayrılan Ülker ile Özsoy, uzun süre pazarlık konusunda tartışarak, TBMM'nin Atatürk Bulvarı kapısı önüne kadar geldiler. Burada Ensar Ülker, sinirlenerek Mehmet Özsoy'u arabadan indirdi ve arkasından tabancayla ateş etti. 9 mm çapındaki Baretta marka tabancadan çıkan kurşunlarla 5 yerinden yaralanan Mehmet Özsoy, Numune Hastanesi'ne kaldırılarak tedavi altına alındı. Olayın ardından yakalanan Ensar Ülker ise cinayet büro ekipleri tarafından gözaltına alındı. Anadolu ajansı, 1 Kasım 1999

TRANSSEKSÜELLERE GELECEK

'İZİN'

Ankara Valiliği'ne resmi görüş gönderen İçişleri Bakanlığı, transseksüellerin "içkili umuma açık yerler"de çalışabileceklerini bildirdi. Bu uygulamanın "kontrolsüz fuhuşun önlenmesi" amacından kaynaklandığını kaydeden bakanlık transseksüellerin kadın haklarından yararlandırılmalarını da istedi. İçişleri Bakanlığı, Müsteşar Yardımcısı Mustafa Demirel'in imzasıyla gönderdiği resmi görüşte, transseksüellerin içkili yerlerde çalışmasına ilişkin görüşlerini açıkladı. Erkekken geçirdiği ameliyat sonucu kadın nüfus cüzdanı alan transseksüellerin kadınlara tanınan haklardan yararlanması gerektiğine dikkat çekilen görüş yazısında, içkili ve umuma açık yerlerde transeksüellerin çalışabilecekleri bildirildi. Pavyon ve gazino gibi yerlerde çalışacak olan transeksüellerin bulaşıcı hastalıkları ve taşıyıcı olabileceklerine dikkat çekilen yazıda, bu kişilerden altı ayda bir hastalık taşımadıklarına dair uzman

raporu almaları istendi. Ceza Yasası'na cinsel düzenleme istemi Bu arada, Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu, fuhuş konusuyla ilgili özel rapor hazırlattı. Raporda, toplumun sağlıklı ve huzurlu olabilmesinin mutlu ailelerin varlığına bağlı olduğuna dikkat çekildi. Aileyi sağlık yönünden etkileyen önemli faktörlerin başında fuhuş ve zinanın geldiği kaydedilen raporda, zina ve fuhuşun bu özelliği nedeniyle birçok ülkede ceza yasasında suç kapsamında bulunduğu açıklandı. Geleneksel değerlerin etkisiyle aile içinde cinsel eğitim ve kültürün kazandırılmamasının, aile içinde ve bazen aile dışında cinsel doyumun gerçekleşmesine engel olduğu belirtilen raporda, bu nedenle fuhuşun bir ticari sektör haline geldiği vurgulandı. Cinsel yolla bulaşan AIDS, bel soğukluğu, firengi, hepatit - B gibi hastalıkların insanlığı tehdit eder duruma geldiği kaydedilen raporda telekız, travesti, transseksüel, homoseksüelliğin Ceza Yasası kapsamında değerlendirilmesi gerektiği de vurgulandı. Raporda Ceza Yasası'nın güncelleştirilmesiyle ilgili hazırlanan çalışmada yeni düzenleme yapılması istendi. Milliyet, 28 Kasım 1999 Yayınlarımız arasından çıkan Mehmet Ergüven'in Pusudaki Ten adlı deneme kitabı İstanbul 4. Sulh Ceza Mahkemesi tarafından "halkın ar ve haya duygularını inciten veya cinsel arzuları tahrik ve istismar eder nitelikte" bulunarak toplatılmıştır. Saygın yazar ve eleştirmenlerin "bir edebiyat şaheseri" olarak değerlendirdikleri, bazı üniversitelerin güzel sanatlar bölümlerinde sınıflarda okutulan kitabın böyle bir işleme tabii tutulmasını kınıyor bilgilerinize sunuyoruz. SEL Yayıncılık

ARTIK İSYAN EDİYORLAR Onları son zamanlarda sadece televizyon ekranlarında, gazete sayfalarında görüyorum ve hep içim burkuluyor. Yanlış anlaşılmasın. Travestilere içimin burkulması, onlara acımamdan kaynaklanmıyor. Tam tersine. Hepsine saygı duyuyorum. İçimin burkulması, hâlâ anlaşılamamalarından, hâlâ toplum tarafından kabul edilmemelerinden geliyor. Hafta içinde bir grup travesti trafik kazasında yaşamını yitiren bir arkadaşlarının cenazesini almak için Kocamustafapaşa'daki 'morg'a gelmişler. İşlemler uzamış. Aralarından bir kaçı yemek yemek için morgun karşısındaki bir lokantaya gitmişler. Karşılaştıkları tavır, yine yıllardır bildiğimiz, o tutucu, iğrenç tavır. "Bir kap yemeği bile bizden esirgediler" diye haykırıyordu bir travesti ekrandan. Onları lokantanın kapısından içeri sokmamışlar. Sonunda olanlar olmuş. Olay yerine yetişen diğer arkadaşları ile birlikte lokantanın camlarını çerçevelerini aşağıya indirmişler. Haberlerde izlediğim bu görüntüler gerçekten ürkütücüydü. Ellerindeki şişeleri lokantanın camına fırlatan bir grup insan. Korkunç bir olaydı yaşanan. Ama onlar haksız mıydı? Bana kalırsa sonuna kadar haklılar. Yıllardır, polis tarafından baskı gören, coplanan, 'can can'larda süründürülenler onlardı. Oturdukları mahallelerden sürülenler, dövülenler onlardı. Başka çareleri olmadığı için fuhuş yaptıkları TEM otoyolunda polis tarafından baskına uğrayıp trafik kazalarında canlarını yitirenler yine onlardı. Kısaca toplum tarafından dışlananlardı onlar. Suçları, cinsel tercihlerinin, bizim tercihlerimize uymaması idi sadece.

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 63


HABERLER Yıllardır onlara birer böcek gibi baktı bu toplum. Depremzedelere topladıkları yardımı götürecekleri gün bile televizyonlarda haber oldular. Neden mi? Çünkü herkes, içten içe, onların orada bir saldırıya uğramasını, yuhalanmasını bekliyordu. Yıllardır bastırılmış isyan duygularını artık su yüzüne çıakrıyor onlar. Bu nedenle kendilerine "bir kap yemek bile vermeyen" o lokantaya fırlattıkları şişelerin haklı bir eylem olduğuna inanıyorum. Ben de orada olsam, bir şişe de ben fırlatırdım. Ama sadece o bağnaz lokanta sahibinin kafasına değil. İnsan olmanın, insanca yaşamanın, sadece kendine öğretilen olduğunu sanan, şartlanmış kafaların hepsine. Arda USKAN, Radikal, 25 Ekim 1999

EŞCİNSEL DURUM... Strasbourg'daki İnsan Hakları Mahkemesi'nde İngiltere aleyhine dava açan biri kadın 4 eşcinsel davayı kazanmış... Bu gençler eşcinsel oldukları için İngiliz ordusundan ihraç edilmişler. Açılan davada konuyu inceleyen İnsan Hakları Mahkemesi İngiliz ordusunun bu işlemini insan haklarına aykırı bulmuş. Şimdi İngiltere bu gençleri ya yeniden orduya alacak... Ya da kararı uygulamayıp yüklü bir tazminat ödeyecek. Bir parantez açalım... Askerliğimizi 1975 yılında Tuzla Piyade Okulu'nda yaparken komşu bölükte iki eşcinsel delikanlı vardı. Gizli eşcinsel değildiler. 500 metreden görünce salına salına hatta kırıta kırıta yürüyüşerinden eşcinsel oldukları şıp diye anlaşılıyordu. Bizimle birlikte yedeksubay çıktılar. Kurada birisi Kayseri Komando Taburu'nu diğeri Kıbrıs'ı çekti. Kıbrıs savaşına katıldı. Sonraki aylarda Kıbrıs'a gidip dönen bir yarbay, o eşcinsel gencin çatışmalarda büyük başarı gösterdiğini ve madalya aldığını söylemişti. Bu yönden İngiltere'den ilerde sayılırız. Gelelim sadede... Yani fıkramıza... İngiltere'de adamın biri saat 5'e 5 kala pasaport şubesine müracaat etmiş. Acele pasaport çıkarmak istediğini söylemiş... - Biraz geç oldu, demişler, en iyisi siz yarın gelin... - Hayır, demiş, mutlaka bugün pasaport alıp çıkmam lazım bu ülkeden.. - Nedir derdiniz, ne bu acele? - Anlatayım... Benim geçliğimde eşcinsellik ayıp sayılırdı. Zamanla ayıp olmaktan çıktı. Derken eşcinsellik bazı mesleklerde avantaj haline geldi. Derken devlet görevine gelmeleri serbest bırakıldı. Biraz önce haberlerde duyduğuma göre evlenmelerine de izin çıkmış... - Bunların sizinle ilgisi ne? - Bu gidişle eşcinsellik mecburi hale getirilecek, ondan kaçıyorum... Melih AŞIK, Milliyet, 1 Ekim 1999

HUKUK VE BAZI ŞEYLER Gösterimde olan filmler arasında en çok ilgi çekenlerin konuları olmasa da mesajları aynı: cemaat, aile, sadakat ve ihanet. Gözü Tamamen Kapalı da İç Çamaşırı da aile fikrine çarpıcı göndermelerle yüklü. Gene tam da şu sıralarda İngiltere'de Lordlar Kamarası'nın verdiği bir karar aile meselesini bambaşka bir açıdan ele almayı, hiç değilse tartışmayı zorunluluk haline getirdi. Filmlerin tanımladığı aile kavramı çok açık. Bir kadın ve bir erkek birbirine evlilik bağıyla bağlıdır.

Aralarındaki en önemli ilişki cinselliktir. Sadakat bu kurumun ayakta durması için en zorunlu koşuldur. Filmler bu aileyi yüceltedursun, Kamara'nın verdiği son karar her şeyi allak bullak etmeye yetti. Kararın çerçevelediği aile hiç de filmlerdekine benzemiyor. Her şeyden önce çiftlerden birisi kadın öteki erkek değil. İkisi de erkek. Yirmi beş yıl birlikte yaşamışlar. İki kişiden birisi felç geçirmiş ve ötekinin kendisine dokuz yıl aralıksız bakmasından sonra da ölmüş. Oturdukları ev sahibi ölenin üstüne yapılmış kira sözleşmesinin batıl olduğunu söyleyerek geride kalanın çıkmasını istemiş. O da, ölenin eşi olduğu ve hakkın kendisine devredilmesi gerektiği iddiasıyla mahkemeye başvurmuş. Mahkeme talebi reddetmiş. Fakat, Lordlar Kamarası, üçe iki çoğunlukta, eşlik durumunun teşekkül etmemiş olmasına rağmen bu beraberliğin 'aile' olarak kabul edilmesi gerektiğini karara bağlamış. İngiltere'de kıyamet kopuyor. Nedeni şu: Aile, hukukun hemen tüm alanlarında özel şartlar meydana getiren bir kavram. Oluşumu da işte yukarıda sayılan gelenek ilkeleri doğrultusunda gerçekleşiyor. Fakat, onların arasında en önemlisi, eşlik durumu. Bu olmadan da aile bağının oluşacağının, üstelik de eşcinseller arasında bu hükümün geçerlilik kazanacağının karara bağlanmasıyla sistemin bütünüyle çökeceğinden korkuluyor. Çökmese bile, göçmenlik, miras, velayet gibi hususlarda önemli zorlamalarla karşı karşıya kalınacağı açık. Bütün bunlara karşın verilen karar bir hukuk dersi niteliğinde. Çünkü, bu karar şu beş temel hukuk ilkesini kabul anlamına geliyor. 1. Hukuk, bireysel hak taleplerinin belli bir yoğunlaşmadan sonra toplumsallaştırılmasıdır. 2. Geleneğe dayalı ahlak anlayışından, ötekinin, aykırının, sıra dışı olanın kabulünü öngerektiren etik anlayışına geçiştir. 3. Toplumun kaotik ve kutuplaşmacı bir yapıdan çıkarılması, uzlaştırılmasıdır. 4. Toplumsal alanın özel alandan, toplumsal iyinin bireysel iyiden hareketle kurulmasıdır. 5. Hayatın hukuka göre düzenlenmesini öngören 'üstünlüğü olan hukuk'tan, hukukun hayata göre düzenlenmesini kabul eden 'hukuk devleti'ne geçiştir. Günümüz dünyası bir kültür devrimine tanık oluyor. Bu devrim kuramsal ve önceden tanımlanmış esaslara bağlı değil. Yaşamın deviniminden türüyor. Değişen anlayışların bütünü. Alternatif hayat kavramı bugün varabileceği sınırlara gelip dayanmış durumda: Eşcinseller arasında evlilikler, yapay döllenme, taşıyıcı annelik, organ nakilleri, kopyalama... yeni bir hukuk anlayışını dayatmaktadır. Bu hukuk, belli bir etik tartışmanın yapılması ve çerçevenin oluşturulmasıdır. Toplumlar elbette belli kesimleriyle bu olup bitene karşı çıkıyor. Ama, hukuku ruhuyla özümsemiş toplumlar, yeni kararlar alırken, toplumun tutucu kesimlerinin taleplerini, geleneğin zorlamasını değil, geleceğin çağrısını önemsiyorlar. Yok canım, başsavcının konuşmasını eleştirdiğimi nereden çıkarıyorsunuz? Hasan Bülent KAHRAMAN, Radikal, 1 Kasım 1999

Kaos GL ∇ Sayı 1 ∇ Sayfa 64


GL TARİHİ

PEMBE ÜÇGENİN GÖZ YAŞLARI Cary James / Çev : Kerem / Pink Paper, 27 Ağustos 1999

Pembe Üçgen yaka iğneleri, hemen her yerde rastlayabileceğimiz kadar çok üretiliyor ve kullanılıyor. Birçok insan, sarı Davud yıldızının Yahudileri işaretlediği gibi, bunun da Nazi Almanyası'nda eşcinselleri işaretlemek üzere kullanıldığını biliyor. Biliyoruz, ama bunu pek düşünmüyoruz. Herhalde çok azımız, Nazi kıyımından bir şekilde kurtulmuş olan eşcinseller için, bugünün şirin, geçmişin şeytani sembolüyle her gün karşılaşmanın ne demek olduğunu düşünmüştür. Nazi baskısının gey kurbanları yıllar boyunca görmezden gelindi, onların hikayeleriyle pek ilgilenen olmadı, bugüne kadar. Ödüllü film yapımcıları, Rob Epstein ve Jefery Friedman, Celluloid Closet ve Common Threads'den tanıyoruz, Nazi rejimi zamanında geylerin yaşadıklarını anlatan ilk belgesel filmi tamamladılar: Pembe Üçgen (The Pink Triangle). Epstein, "O dönemde, eşcinsel erkeklerin yaşadıklarını yansıtmak istedik, bunun önemli bir kısmını baskı ve korku oluşturuyor tabi", diyor filmden bahsederken. Filmde Hitler'in yükselişe geçişinden ve sonrasından bahsediliyor. Birinci Dünya Savaşı sonrası Berlin oldukça canlı ve serbest bir atmosfere sahip. Gey toplama kampı sakinlerinden, 94 yaşındaki Heinz F, o zamanları erkeklerin birbiriyle dans edebildikleri (tabi kadınların da), her şeyin altüst olduğu, Berlin'in altın zamanları olarak anıyor. Cinsel Bilimler Enstitüsü ilk gey hakları hareketini yönlendiren çalışmalar yapıyordu. Alman gençliği, dostluğu, doğayı ve insanı yüceltiyor, sosyalistler, nudistler ve Zionistler gibi ilerici hareketlere ilgi gösteriyordu. Tüm bunlar, 1933'de Naziler yönetime gelince değişti. Bir ay içinde tüm gey ve lezbiyen kulüpler kapatıldı. Bir ay sonra ilk toplama kampı Dachau'da kuruldu. Mayıs ayında Cinsel Bilimler Enstitüsü'nün kapısına kilit vurulmuştu. Eşcinseller endişeleniyorlarsa da, korkmalarına gerek olmadığını düşünüyorlardı; Hitler'in yakın çevresinden Ernst Rohm herkesçe bilinen bir eşcinseldi. Ama Rohm, Nazi karşıtları tarafından muhalefet için kullanılmaya başlanmıştı, onun üzerinden, Nazilerin bir grup eşcinsel olduklarını iddia edenler vardı. Hitler başlangıçta Rohm'u savunduysa da, zamanla Rohm kalenin zayıf noktası haline geldi, 300 kişiyle birlikte, Uzun Bıçaklar Gecesi'nde öldürüldü. Eşcinsellerin hastalıklı olduklarına ve devlet için tehdit oluşturduklarına karar verilmişti. Almanya'nın sodomi karşıtı yasasının kapsamı genişletildi. Böylece insanlar sadece söylenti, ya da bir bakış ya da bir dokunuş yüzünden tutuklanabilir hale geldi. Filme göre 100.000 kişi homoseksüel oldukları gerekçesiyle tutuklanmıştı. Bunların yarıya yakını hüküm giydi. 10-15000 kadarı toplama kamplarına gönderildi, bunların da üçte ikisi orada yaşamını yitirdi. Eşcinsel Alman soykırım tarihçisi Klaus Miller, filmle ilgili olarak, Epstein ve Friedman'la Amsterdam'da bir araya geldi. Berlin'de yaşayan, toplama kamplarında yaşayıp kurtulmuş olanlarla ilgili çalışıyordu. Elli yılı bulan sessizlikten sonra konuşmaya pek de istekli değillerdi.

"Bunun üzerine konuşmak onlara acı veriyor olmalı. Çok yaşlılar, birçok sağlık sorunları var. Neden bunun gerekli olduğunu anlamıyorlar. Elli yıl boyunca kimse onların hikayesini dinlemek istememişti. Hatıralarıyla başa çıkmak için kendi kaynaklarıyla bir takım dengeler kurmuşlardı. Sonra bugün birileri gelip 'anlatın bakalım' dediğinde, doğal olarak konunun üzerine atlamıyorlar. Güvenlerini kazanmak gerekiyordu öncelikle", diye açıklıyor Friedman bunu. Görüşülmüş olanlardan biri, Heinz F, daha önce bu konuda hiç konuşmamış. Herşeyin olup bittiğinin, olanları geçmişte bırakması gerektiğinin söylendiğini hatırlıyor. Filmde, Heinz F'e, daha önce sorulmuş olsa bu konuda konuşmak ister miydin, diye sorulduğunda, titreyen dudaklarının arasından, "Birinin büyük bir yükü, yalnız, sabırla taşıması…", diyor, "belki", diye de ekliyor. "Beni çok etkileyen bir şey de, o zamanların, hâlâ bu insanlarda bu kadar canlı yaşıyor olması. Bazen sanki olaylar şimdi oluyormuş, geriye dönüp aynı acıları tekrar yaşıyormuş gibi görünüyorlardı", diyor Friedman. Bazıları ise daha şanslıydılar. Albrecht Becker tutuklanıp, sıradan bir hapishaneye gönderilmişti. İki yıl sonra da serbest bırakılmıştı. Kendi köyünde hiç kimse kalmadığını gördüğünde de orduya katılmıştı. Heinz Dormer bu kadar şanslı değildi. Onun gençlik grubu, bir grup 'Hitler genci' tarafından dövülüp, darmadağın edilmiş, o da tutuklanıp toplama kampına gönderilmiş. Orada yaşadığı ve tanık olduğu insanı dehşete düşüren olayları anlatmış belgeselde. Pierre Seel işgal altındaki Fransa'da bir kampa gönderilmiş. Hâlâ, bir arkadaşının, 300 kişi önünde, Alman çobanlar tarafından tecavüz edildiği günü unutamıyor. Arkadaşının bağırsaklarına kadar uzanan, 25 santimetre uzunluğunda bir yarası vardı. Bu işkence ve tecavüz gününün anısı hâlâ ona acı veriyor. Yahudiler ve diğer etnik gruplar, kendi toplumlarının ve Dünyanın destek ve sempatisiyle karşılanırken, eşcinseller yalnız kaldılar. Aslında, Naziler'in sodomi yasaları, altmışların sonuna kadar kitaplarda aynen korundu. Bu insanların bazısı, savaş sonrasında da, toplama kampına gönderilmelerine benzer sebeplerle, tutuklanabilirlerdi. Onları kamplardan kurtaranlar da adalet getirmediler: "Savaş sonrası Alman Anayasası'nı yazanlar eşcinsel toplama kampı sakinlerinin kurban değil suçlu olduklarına karar verdiler". Bu insanlar, durumlarının getirmesi gerektiği düşünülen utançla sessiz kalmaya zorlandılar. Yaşadıkları dışlanma, her şeye katlanmalarını daha da zorlaştırmış olmalı. Sonunda, İsviçre Altın Fonu ve Alman Endüstri Fonundan, onlara da tazminat umutları doğdu, ama bu çoğuna göre, çok geç ve çok az. Pembe Üçgen'in arkasında yaşanmış olanları anmamak çok zor bu filmden sonra. Tüm atmışlar ve yetmişler boyunca, bu insanlar, pembe üçgeni yakalarda gördüler, gey pride yürüyüşlerini, televizyonda soykırımla ilgili programları izlediler, ama onların yaşadıklarıyla ilgili pek az çalışma yapıldı. En azından artık unutulmayacaklar.


1.000.000 TL


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.