KaosGLD64

Page 1


AYNADAN YANSIMALAR Heteroseksüelliğinize neyin neden olduğunu düşünüyorsunuz?

İlk olarak ne zaman ve nasıl heteroseksüel olduğunuza karar verdiniz? Heteroseksüel eğilimlerinizi kimlere açıkladınız? kil i l Heteroseksüelliğinizi bu kadar belli etmekte ve halk içinde göstermekte neden bu kadar ısrar ediyorsunuz? Ne iseniz o olup, sessiz duramıyor musunuz?

Neden heteroseksüeller cinsellik üzerinde bu kadar dururlar?

Evlilikle elde edilen onca sosyal desteğe rağmen, boşanmalardaki oran neden durmadan artıyor? Heteroseksüellerde neden kalıcı ilişki sayısı az?

Kendinizi tek bir mecburi heteroseksüel nesne seçimiyle sınırlayıp; normal, doğal, sağlıklı, Allah vergisi eşcinsel potansiyelinizi keşfetmekten alıkoyduğunuz sürece nasıl tam bir insan Eğer hiç kendi cinsinizden biriyle birlikte olmamışsanız, onu tercih etmeyeceğinizi nereden

İhtiyacınız olan tek şey iyi bir eşcinsel sevgili olamaz mı? Heteroseksüelliğini z kurtulabileceğiniz geçici bir süreç olabilir mi?


İÇİNDEKİLER KAOS GL'den ......................................................... 2 Eşcinsel Kimlik ve Beden-M. Yalçınkaya ............... 3 Soykırım ve Lezbiyenler-R.A.Elman/Burcu ............ 7 Bir Araştırma Üzerine............................................ 10 10 Eşcinselin Özellikleri ve Terapi Yaklaşımları .. 11 Bir Gönüllü Kobayın Kuruntuları-Ü.Öngel........... 15 Kentlerin Pençeleri Var-B.Balcı ............................ 17 Şark-İslam Klasiklerinde… -Z. Gün...................... 19 Aşk Diye Bir şey Var-A.Galip............................... 20 Ya Aşk da Bir Kandırmacaysa-O.Gizem ............... 22 Bu Aşk Senden Daha Eski-İbrahim....................... 23 Dişleri İnci'm-Ahmet.............................................. 24 Şiirler ..................................................................... 26 Karadeniz'in Karanlıktaki Yüzü-C.Durmuş........... 27 Gerçek Çocuk Sahte Çocukluk-G.Efendisiz .......... 28 Amerikan Gey Seks Sineması-J.Stevenson/Gülsüm32

Sen Hiç Ateşböceği Gördün mü?-Öner..................39 Eleştir-eme-me-A.Galip .........................................40 Şiirler......................................................................44 Konu Eşcinsellik Olunca-M.Serinay ......................45 Haberler..................................................................46 Gülünesi… ............................................................50 Biz bize-Onur.........................................................51 Mektup ...................................................................52 İletişim ...................................................................54 Zeus-Ganymedes-Agathadaimon ...........................55 Yeni Binyıla Mektuplar..........................................57 John Zerzan ile Röportaj -D.Jensen/C.Atila...........58 Aids ile Mücadelenin İncelikleri-Kerem ................64 GL Kitaplığı ...........................................................65

ŞUBAT-MART 2000 SAYI:2 ISSN 1302-5015 SAHİBİ: ALİ EROL SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ: ABDURRAHMAN BAHŞİŞOĞLU DİZGİ VE BASKI ÖNCESİ HAZIRLIK: KAOS GL /BASKI: MİNE OFSET /ADRES: J.F.Kenedi Cad., No:25/5 Kavaklıdere ANKARA

YAZIŞMA ADRESİ : Ali Özbaş, P.K. 53, Cebeci/ANKARA / FAKS : +90 312 3639041/E-MAİL: kaosgl@ilga.org Internet Adresi : www.geocities.com/kaosgl YAYINLANMASI İSTEĞİYLE GÖNDERİLECEK ÜRÜNLER İÇİN ADRES: ALİ ÖZBAŞ P.K. 53 CEBECİ / ANKARA ali.ozbas@isbank.net.tr KAOS GL'Yİ BULABİLECEĞİNİZ KİTAPEVLERİ: DİYARBAKIR:Avesta Kitabevi (Ofis) , ERZURUM: Kültür Sarayı (Cumhuriyet Cad. No:36) ANTAKYA: Kelepir Kitabevi (Hürriyet Cad.) ADANA: Kitapsan (Gazipaşa Bulvarı) MERSİN: Kitapsan (Silifke Cad.) KAYSERİ: Kelepir/Ozan Kitabevi (Selanik Cad.) ESKİŞEHİR: Kelepir Kitabevi (Cengiz Topel Cad.), İnsancıl Sahaf Kitabevi (Yeşiltepe Sokak) DENİZLİ: Kelepir/İleri Kitabevi, Yaprak Kitabevi ANTALYA: Kelepir Kitabevi (Cumhuriyet Cad.) BALIKESİR : Kelepir Kitabevi (Şan Sinemasının Karşısı) İZMİR: Kemer (Konak), Kabile İSTANBUL: Taksim Mefisto (İstiklal Cad.), Pandora Kitabevi (İstiklal Cad. Büyükparmakkapı Sok.), Pentimento (Beyoğlu Sineması Pasajı) ANKARA: Dost, Bilim&Sanat, İlhan İlhan (Karanfil 2 Sokak), Kelepir (Konur 2)

KAOS GL ANTALYA İLETİŞİM: Ali, P.K. 647 07003 ANTALYA KAOS GL ERZURUM İLETİŞİM: Ümit, P.K. 192, ERZURUM ABONELİK İÇİN YURT İÇİ 1 YILLIK (6 SAYI) ABONE BEDELİ 10.000.000.-TL, 3 SAYI 5.000.000.-TL YURT DIŞI 1 YILLIK ABONE BEDELİ: 75 DM YA DA 50 $ (POSTA DAHİL) PLEASE, TRANSFER 75 DM OR 50 $ AS 1 YEAR SUBSCRIPTION PERIOD TO THE FOLLOWING BANK ACCOUNT: T. İŞ BANKASI MEŞRUTİYET ŞUBESİ (ANKARA) ALİ ÖZBAŞ NO:4213 0544328 DEKONT YA DA FOTOKOPİSİNİ MUTLAKA ALİ ÖZBAŞ P K 53 CEBECİ/ANKARA ADRESİNE POSTALAYINIZ

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 1


GLBT ADRESLER KAOS GL ALİ ÖZBAŞ, P.K. 53 CEBECİ / ANKARA FAKS:0.312.363 90 41 E-MAİL: kaosgl@geocities.com ali.ozbas@isbank.net.tr http://www.geocities.com/kaosgl SAPPHO'NUN KIZLARI ALİ ÖZBAŞ (S.K.), P.K. 53, CEBECİ / ANKARA E-MAİL: sapphonunkizlari@hotmail.com http://www.geocities.com/WestHollywood/Chelsea/9070/

İSTANBULLU LEZBİYENLERE ULAŞMAK İÇİN: DUYGU ZAFER, P.K. 470, 80221, ŞİŞLİ / İSTANBUL E-MAİL: duyguz@yahoo.com LAMBDA İSTANBUL MBE 222, 80080 TAKSİM / İSTANBUL FAKS: 0.212.224 37 92 Lambda-İstanbul, her Pazar saat:18.00'de İstiklal Cad. Bekar Sokak, Toplumsal Araştırmalar Vakfı'nda (Sappho Bar'ın üst katı) toplanıyor. TÜRKGAY KÖLN Postfach 10 34 14, 50474 Köln, ALMANYA TEL: +49.221.925961-0 FAKS: +49.221.925961-11 E-MAİL: turkgay@gmx.de

Gey ve Lezbiyen Araştırmaları Dergisi Kaos GL'den, eşcinsel yada heteroseksüel tüm okurlarımıza merhaba! Elinizde tuttuğunuz ŞUBAT-MART sayısı Kaos GL'nin yeni halinin ikinci sayısı. Görüleceği üzere LOGOmuz yine değişti. Okurlarımız arasında grafiker arkadaşlarımız varsa, elbette ki önerilerini ve katkılarını bekliyoruz!.. Çünkü Kaos GL kapağından içine kadar hep birlikte oluşturduğumuz ve daha da güzelleştirmeye çalıştığımız bir yayın olarak herkese açık. Bu sayımızda, Murat Yalçınkaya KİMLİK bölümünde bedenimizin iktidarla olan ilişkisinden hareketle bir savaş alanı olup olmadığını tartışıyor. GEY LEZBİYEN TARİHİnde Burcu'nun çevirisi Nazizmin soykırım tarihinden eşcinsellerin bile pek bilmediği bir sayfayı aralıyor ve Nazi Almanya'sında lezbiyenlerin hayatlarından bir kesit sunuyor. PSİKOLOJİ & PSİKİYATRİ bölümünde Çukurova Üniversitesi'nde yapılan bir araştırmayı yayınlıyoruz. Eşcinsel ya da heteroseksüel Kaos GL okuru psikoloji öğrencilerinin, psikolog ya da psikiyatrların bu alandaki önerilerini ve çalışmalarını bekliyoruz. AŞK tartışmaları bu sayımızda da devam ediyor. Yayınlanan yazılar üzerinden ya da istediğiniz herhangi bir konu üzerinden tartışma metinlerinizin devamını bekliyoruz. Gülsüm, SİNEMA bölümünde Amerikan Gey Seks Sinemasının gizli tarihini aydınlatmaya çalışan bir metni çevirdi. Sinema dünyasına gey lezbiyen perspektifinden bakan her türlü ürünlerinizi bekliyoruz. HABERLER bölümünde Yugoslavya kaynaklı, bizim için henüz net olmayan ama acı bir haber aktarıyoruz. Sırbistanlı eşcinsel kardeşlerimizin organizasyonu Arkadija'nın başkanının evinde ölü bulunduğunu öğrendik. Fakat, okuyacağınız gibi Sırbistan'ın faşizme teslim olduğunu da öğrenmiş bulunuyoruz. Arkadija'nın Belgrad Barış Hareketi çerçevesinde Hırvatistan ve Bosna savaşları döneminde savaşa karşı mücadeledeki etkinliklerini düzenli Kaos GL okurları hatırlayacaktır. Yargıç Martinoviç eminiz ki size de çok tanıdık gelecektir! Çünkü bu herhangi bir kişi olmanın ötesinde somutlaşmış bir zihniyettir. Ve bu zihniyet dünün komünist bürokratlarını üç gün içinde milliyetçi faşist bürokratlara dönüştürebilen bir zihniyettir. Bu zihniyet bugün Sırbistan'ı teslim almıştır. NATO saldırganlığı Irak'ta olduğu gibi Sırbistan'da da asıl olarak bu ülkelerdeki egemenlerin iktidarını yeniden üretmesine yol açarak halkın üzerine daha da çullanmalarını beraberinde getirmektedir. Eminiz ki Sırbistan'da da yargı bağımsız ve yine eminiz ki yargıç Martinoviç'in dağıtacağı adalet bağımsız yargının tarafsız adaletidir!!! Ve bu sayıya kullanamadığımız yazılar… Önümüzdeki sayılarda onların da yer alacağını belirtelim. Mektuplarınızı ve her konudaki ürünlerini bekliyoruz. NisanMayıs sayısında buluşmak üzere... Kaos GL'nin yeni yılını kartlarla ve e-mail mesajlarıyla kutlayan arkadaşlara teşekkür ederiz. Kahramanmaraş ve Gebze'den tutsak Zamir ve Aytaç'a, İzmir'den Mehmet'e, İstanbul'dan Rober'e, yine İstanbul'dan Ömer ile Can'a, Antalya'dan Orhan'a, Bürüksel'den Henry'ye, Londra'dan Nedim'e ve elbette ki Amerika'nın değişik şehirlerinden attığı kartlar için Şarmut'a teşekkür ederiz. El yapımı kart gönderen arkadaşlara ayrıca teşekkür ederiz.

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 2


KİMLİK

EŞCİNSEL KİMLİK VE BEDEN murat yalçınkaya* I. BİR SAVAŞ ALANI OLARAK BEDEN

“Bedenin bir savaş alanıdır.”♣

Kimlik ve farklılığın okunma alanı olma özelliğini de gösteren beden, tam da bu nedenden dolayı bir savaş/mücadele alanı olarak düşünülemez mi? Toplumsal olarak kurgulanan kimlikler toplumsalın imgesini bedenlere yansıtırken, kamusal alandaki farklılıkları bedenler üzerinden okumak da mümkündür. Kendimizi ifade etmenin aracı olarak bedenlerimiz; disipline edilerek, belirli diyetler inatla uygulanarak, spor yapılarak, seçip giyilen kıyafetlere özen gösterilerek, küpenin hangi kulağa takılacağı cinsel tercihlerden doğru belirlenerek biçim kazanır, bir toplumsal imgeler silsilesi haline gelir. Tüm bunları ise iktidar ilişkilerinden bağımsız olarak düşünmek mümkün değildir. Çünkü bedenlerimiz, kimliğin ve farklılığın bir alanı oldukları kadar, iktidarın hedefi ve aracısıdırlar da. Foucault’nun deyişiyle, iktidar, bedenin içine sızmıştır. Böylelikle, kamusal alanda kendimizi ifade etmenin aracısı olan bedenlerimizin bilincine varmış ve arzu edilen beden imgesine ulaşmak üzere bitmek bilmeyen bir mücadeleye de başlamışızdır: “Bedenin denetim altına alınması ve beden bilinci, ancak bedenin iktidar tarafından ele geçirilmesiyle kazanılmıştır. Jimnastik, askeri talimler, kas geliştirme, çıplaklık, güzel bedenlere övgüler düzülmesi... Tüm bunlar, iktidarın sağlıklı bedenler üzerinde, çocukların ya da askerlerin bedenleri üzerinde yürüttüğü aralıksız, inatçı ve titiz çalışma sonucu, bireysel bedenin arzulanır bulunmasını hedefleyen bir çizgi üzerinde yer alır.” (Foucault, 1994)

Bedenin, kimliğin ve farklılığın alanı olduğu kadar iktidarın hedefi de olduğu savı, eşcinsel kimlik bağlamında düşünüldüğünde, daha da güçlü bir sav haline dönüşebilir. Çünkü, heteroseksizmin farklı ve kaypak söylemlerinde içkin olan, eşcinsel kimliğin beden ve cinsel eylem dolayımında tanımlanmasıdır. Eşcinsel beden, batı toplumunda, farklı disipline etme ve düzenleme uygulamalarının nesnesi olmuştur: Yasa koyucuların ve tıpçıların nesnesi olarak eşcinsel beden -

dolayısıyla kimlik- patolojik olarak görülmüş, cezalandırılmış ve böylelikle iktidarın denetim mekanizmalarının operasyonlarına maruz kalmıştır. İktidarın, eşcinsel beden üzerinde uyguladığı bu operasyonun yanı sıra, eşcinsel bireyin kendi kendini belirleme mücadelesi de aynı beden üzerinde sürüp gitmiştir. Böylelikle, eşcinsel beden, iktidarın dayattığı kimlik ile bireyin kendisi için kurgulamaya çalıştığı kimliğin çarpıştığı bir savaş alanı haline de gelmiştir. Bu nedenle, 19. yüzyılda ayrı bir kişilik tipi olarak ortaya çıkan gay kimliğinin günümüze kadar olan değişimini izlemenin bir yolu da, toplumsalın imgesinin yansıdığı bedenin izini sürmektir. Heteroseksist toplum, eşcinsel erkeği hep kadın kimliğinin yanına koyarak, onu kadınsı kıyafetleri, makyajı ve tavırlarıyla pasif olarak görme ve tanımlama eğilimindedir. Bu durum, eşcinsel erkeklerin kendi bedenleriyle kurduğu ilişkilerin belirleyenlerinden biri olduğu için, eşcinsellerin kişisel anlatıları incelendiğinde, çocuklukta yapılan makyajların, annelerin eteklerinin giyilmesinin, tırnaklara oje sürülmesinin hikayelerine rastlanabilir. (KAOS GL dergisinin ‘Yaşamın İçinden Kartpostallar” bölümüne gönderilen özyaşam anlatılarında, bu tür hikayelere rastlanmaktadır.)

Kendimizi ifade etmenin aracı olarak bedenlerimiz; disipline edilerek, belirli diyetler inatla uygulanarak, spor yapılarak, seçip giyilen kıyafetlere özen gösterilerek, küpenin hangi kulağa takılacağı cinsel tercihlerden doğru belirlenerek biçim kazanır, bir toplumsal imgeler silsilesi haline gelir. Tüm bunları ise iktidar ilişkilerinden bağımsız olarak düşünmek mümkün değildir. Eşcinsel beden, batı toplumunda, farklı disipline etme ve düzenleme uygulamalarının nesnesi olmuştur: Yasa koyucuların ve tıpçıların nesnesi olarak eşcinsel beden dolayısıyla kimlik- patolojik olarak görülmüş, cezalandırılmış ve böylelikle iktidarın denetim mekanizmalarının operasyonlarına maruz kalmıştır.

Barbara Kruger’in bir posterinden * myalcink@yahoo.com

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 3

Tüm bu nedenlerle, ikinci bölümde, kadınsılık ve erkeksilik dolayımında eşcinsel kimliğin 19. yüzyılın sonlarından itibaren günümüze kadar geçirdiği evrimi, Segall’in (1995) makalesinden yararlanarak tartıştıktan sonra, 70’li yıllardan itibaren erkeksiliğe yaslanan ve kaslı bedende ifadesini bulan gay kimliğinin, Foucault’nun deyişiyle, bir “direnme” (resistance) odağı olarak düşünülüp düşünülemeyeceğini incelemek istiyorum. II. KADINSILIK VE ERKEKSİLİK DOLAYIMINDA GAY KİMLİĞİ Michel Foucault ve Jeffrey Weeks, 1970’lerde yaptıkları tarihsel araştırmalara dayanarak, bir kişi tipi olarak eşcinselin, batı düşüncesinde ancak 19. yüzyılın sonlarında icad edildiğini ileri sürmüşlerdir. Weeks (1977), heteroseksüel ve eşcinsel kişi arasındaki karşıtlığı


KİMLİK vurgulayan bu özel cinsel davranış düzenleme tipinin, eşcinsellik ve efemineliği birleştiren farklı bir eril eşcinsel alt kültürün yayılmasının (yaratılmasının?) ve ilerlemesinin yardımcı etkeni olarak 19. yüzyıl sonlarında ortaya çıkışının nedenlerini şöyle açıklamıştır: 19. yüzyıl boyunca orta sınıf kültürünün güçlenmesi ile birlikte aile içi ilişkiler ve cinsel ilişkiler yeniden yapılanmıştır. Bu dönemle birlikte; “dişil”, fiziksel zayıflığı, duygusallığı, ekonomik bağımlılığı; “eril” ise fiziksel gücü, duygusal olarak kendine güveni ve ekonomik bağımsızlığı çağrıştırmaktadır. Bunlara bağlı olarak, zamanın toplumsal, yasal ve tıbbi otoriteleri tarafından “yepyeni toplumsal sorun kategorileri” icad edilmiş ve irdelenmiştir: Mastürbasyon yapan çocuk, histerik kadın, sapık yetişkin, yoz ve eşcinsel. İlk kez 1869’da Macar yazar Karoly Maria Benkert tarafından ortaya atılan eşcinsellik terimi, 1890’larda seksologların incelemelerinde ve “insanın cinsel deneyiminin çeşitliliklerine ilişkin sınıflandırmalarında” (Seagall, 1995) kullanmalarıyla yaygınlık kazanmıştır. Eşcinselliğe doğurgan olmayan bir cinsellik taşıdığı için doğaya karşı işlenmiş bir suç olarak bakılırken, tıp bilimi de eşcinselliğe tersine çevrilmiş veya karışık bir cinsiyet oluşumuna sahip, doğuştan uyumsuz veya sapkın kişiler olarak bakmıştır. Tıp biliminin ayrı bir sorun kategorisi olarak eşcinsellikle ilgilenmesinin, eşcinsel kimliğin oluşmasına bir temel sağladığı ve bu yüzden de eşcinsel özgürlükçülerle tıp bilimi arasında “kutsal olmayan bir ittifakın” doğduğu iddia edilebilir. Foucault, eşcinsel kimliğin tanımlarına içkin olan öğelerin, tıp biliminden alındığına işaret ederken bu ittifaka dikkat çekiyordu. Seagall (1995) ise, tıp biliminin sosyo-politik iddialara patolojik yaklaşımı öne çıkararak müdahale ettiğinde, bunun aslında tüm tartışmalı toplumsal içerimleriyle birlikte, eşcinsel kategorisinin oluşmasına karşı bir tepki olduğunu, ama aynı zamanda, bu yeni kategori yerleştiğinde de, bunu kontrol etme ve yeniden tanımlamaya yönelik bir çaba olduğunu söyler. Tıp biliminin süregiden çabaları ve dönemin yeni evcimenlik, kadınlık, evlilik ve aile ideallerinin yüceltilmesinin koşut gitmesi, eşcinselliği ahlak kampanyalarının baş hedefi haline getirmiştir. Yükselen homofobi, sadece eşcinsel ilişki kuran erkeklerle ilgili kalmayıp, daha çok, tüm erkek ilişkilerini düzenleyen bir araç görevi görmüştür. Toplumsal olarak kurulan erkek kimliğinin bekası, kendi erkekliğini sürekli kanıtlamaya ve kendisinin eşcinsellerden ve kadınlardan ne kadar farklı olduğunu sürekli ortaya koymasıyla mümkündür. Bu nedenlerle, 19. yüzyılın sonlarından itibaren, erkekler arasındaki ilişkinin azaldığı ileri sürülebilir. Foucault, ayrı bir kategori olarak eşcinselliğin ortaya çıkışının, erkekler arasındaki arkadaşlığın yok olmasıyla tarihsel olarak bağlantılı olduğunu ileri sürmüştür. 19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başında, eşcinselliği mahkum etme çabası ve bunun bulaşıcı olabileceği korkusu, fiziksel olarak zinde ve sağlıklı erkeklik anlayışına önem verilmesine neden olmuştur. Çünkü, zamanın eşcinsel tipi, yüzünden şehvet akan, solgun, ruhsuz, parfüm kokulu, efemine ve tuhaf

hareketleri olan biridir. Eşcinsel tiplemesi, bu dönemde efemineliği ve travestiliği içerir. Bu tiplemenin kendilerini eşcinsel olarak gören erkekler üzerinde çok önemli ancak karmaşık bir etkisi olmuştur. Çünkü toplumsal kategorilerle insanların benlik ve kimlik duyguları arasında otomatik bir ilişki olmadığından, kimi eşcinsel erkekler kendilerini eşcinsel olarak tanımlamamışlardır (Seagall, 1995). Weeks’in (1977) dediği gibi, son yüzyıldaki eşcinsellik tarihinin en önemli özelliği baskıcı tanımlama biçimiyle, savunmaya yönelik kimliklerin ve yapıların bir arada gitmesidir. Büyük şehirlerde gelişebilen, efemine olarak tanımlanan, büyük ölçüde gizli eşcinsel altkültürler, karşı cinsiyet davranışı ve travestizm sergilemişlerdir. Seagall’e (1995) göre, efemineliği yücelten erkeklerin kendileriyle alay eden üslubu, eşcinsel erkeklerin onları hor gören bir toplumda kendilerini sunma biçimlerinden biri olmuştur. Weeks’in (1977) eşcinsel dünyasının parolası olarak kabul ettiği belirsizlik ve muğlaklık içinde sabit olarak görülen toplumsal kategori (efemine eşcinsel), kendi cinsine ilgi duyan ancak genel tiplemelere uymayan çoğu erkeğin kendilerini eşcinsel olarak görmemesine de yol açmıştır. Batı ülkelerinde, 50’li yıllarda homofobinin arttığı gözlenir. Bu artışın arkasında, üç etmenin yattığı öne sürülebilir: Kinsey Raporu, McCarthy’nin avcılığı ve savaş sonrası halet-i ruhiyesi. Kinsey, cinsellikle ilgili araştırmasının sonucu açıklandığında, süregiden homofobinin azalacağını düşünürken, tam da bunun tersi ile karşılamıştır. Kinsey, Amerika’daki erkeklerin büyük bir çoğunluğunun, bir erkekle, doyumla sonuçlanan en az bir ilişki yaşadığını açıkladığında, ahlak kampanyacıları eşcinselliğe daha fazla saldırmışlardır. Savaş sonrasında homofobinin artması ise ordunun kendine özgü yapısından ileri gelmektedir. Erkeklerin savaş alanlarındaki samimiyetlerinin, alışılmamış arkadaşlıklarının ve birbirlerine aşırı bağlılıklarının daha çok kadınsılık ile bağdaştırılan yoğun duygusal sevecenliği, fedakarlığı, sevgi ve düşkünlüğü andırmasındaki ironi dikkat çekicidir. Bu nedenle, savaş sırasında erkekler arasındaki yoğun arkadaşlık duyguları, barış zamanının daha duyarsız erkek ilişkilerine hatta heteroseksüel bağlılıklara tehlikeli bir biçimde ters düşer. Savaş sonrasında, erkekler eve döndüklerinde diğer erkeklerle aralarına mesafe koymuşlar ve eşcinselliği de büyük bir tehlike olarak algılamışlardır. Öte yandan, orduda eşcinsellerin durumu da dönemin eşcinsel kimliğini anlamamız için önemli ipuçları sağlar: “Trevor Rayla, erkeklik, cinsellik ve dövüşkenlik arasındaki ordu hayatında teşvik edilen bağları analiz ederek efemineliğin askerin en büyük suçu olduğuna işaret etmiştir. Ama, orduda, tipik eşcinsel efemineliği sergilemeyi tercih eden bir askerin asla düşmanca karşılanmadığını, alaya alınmadığını veya başka türlü bir tepkiyle karşılanmadığını da söyler. Ancak, belli belirsiz kadınsı bir görünümü veya sanatsal ilgileri olan diğer erkekler açıkça alaya alınıyordur.” (Seagall, 1995)

Murathan Mungan (1995) da, Muhterem NurNeriman Köksal yazısında, erkek ideali ile ilişkisinde kaçak oynayan eşcinsel erkeğin askerlikte rahat edeceğini, alaya alınmayacağını ifade eder. Heteroseksüel

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 4


KİMLİK erkeklerden farklılığını vurgulayan ve efemineliğe yaslanmayan eşcinsel erkekler bir tehdit olarak algılanır ve saldırıya maruz kalırlar. Bu nedenlerle, eşcinsel alt kültürler, her ne kadar egemen kültür içinde ısrarlı veya savunmacı bir şekilde bir yer edinmeye ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar, erkek ideali ile ilişkileri kaçak oynamaya dayanır: Bu ilişkide bazen meydan okuma, bazen onaylama vardır. (Seagall, 1995) Eşcinsel alt kültürde 50’li yıllardan itibaren erkek davranışları geleneksel olarak “camp” görüntüsü almıştır: Erkeksi davranışlar iyice bastırılarak bir tür kadınlık parodisi yapılmıştır. Ancak camp, sadece kadınmış gibi yapan erkekler demek değildir. Camp’in, olumlu bir estetik duyarlılığı, bir güzellik duygusunu ve bir acıyı içerdiği düşünülüyordu. Jack Babuscio (1977), Camp ve Eşcinsel Duyarlılığı adlı kitabında, camp’i şu şekilde tanımlamıştır: “Yaygın olandan farklı bir bilinç yansıtan yaratıcı bir enerji. Toplumsal baskı olgusundan kaynaklanan insani duygu karmaşalarının güçlü bir biçimde kavranışı.”

Bu nedenlerle, geleneksel eşcinsel kültür, yüksek kültür biçimlerine olumlu bir ilgi göstererek, bu kültür biçimlerini benimsemiştir. Ayrıca, bu gibi kültürel ilgi alanları kendi başlarına bir erkeğin eşcinsel olduğunun düşünülmesine yol açabilir veya bunu ima etmek için kullanılabilir. Çünkü, bizzat kültürel duyarlılık, kadınsı bir durum olarak görülür. Bu dönemde de, eşcinsel kimlik, kadınsılığa yaslanarak kurgulanmış ve camp kendini politik olarak görmemiştir. Babuscio ise, camp’in politik bir önemi olduğunu söyler: Camp, toplumsal cinsiyet kimliklerinin yüzeysel ve yapay doğasını ortaya döker ve böylelikle “toplumumuzun kadınları ezmek ve erkekleri baskı altında tutmak için kullandığı tüm kısıtlayıcı cinsel roller ve cinsel kimlikler kozmolojisini alaya almanın yolunu keşfeder.” (Babuscio, 1977). Camp, Babuscio’ya göre, erkeklerin kadınlarla daha çok özdeşleşebilmelerini ve erkek göreneklerinin baskıcı olduğunu ifade edebilmelerini sağlıyordu. Ancak, camp kültürünün görünüşte, erkeklik ve kadınlık uzlaşımlarını reddetse de gerçekte bu uzlaşımlara yaslandığını ve bu nedenle de bunları güçlendirdiğini gözden kaçırmamak gerekir. 60’lı yılların ortalarından itibaren ise, radikal eşcinsel politikanın yükselişi ile egemen erkeklik biçimleri, eşcinseller tarafından sorgulanmaya başlanmıştır. Bu yolla, iktidar ilişkilerini dönüştürmek için cinsiyet kimlikleriyle ve yaşam biçimleriyle deney yapan bir kültür yaratmak istenmiştir. Eşcinsel Özgürlük Cephesi’nin bir broşüründe, uzun vadedeki hedefin, toplumu, üzerimizdeki baskının kökeninde yatan cinsiyet rolü sisteminden kurtarmak olduğu ifade edilmiştir. Eşcinsellerin erkeklik üzerine yazılarında, savaş ve şiddetin suç ortağı olması, kadın cinselliği üzerindeki baskısı, heteroseksüelliğin erkeklerin ihtiyaçlarına göre örgütlenmesi nedeniyle, egemen erkek söylem eleştirilmiştir. Bu dönemde, eşcinsel kimliğin, efemineliğe yaslanılarak kurgulanması hem sahiplenilmiş hem de buna alternatif olarak androjen kimlik sunulmuştur. Kadınsılığın sahiplenilmesindeki dinamikler artık çok

farklıdır: David Fernbach, yeni liberal hoşgorüye karşı şunları ileri sürmeyi önemli bulmuştur: “Eşcinsel erkekler, gerçekten de efeminedir. İçimizdeki anneden gelen kültürü bastırmakta ve erkeğe özgü şiddet unsurunu geliştirmekte başarısız olduk biz...” Eşcinseller, bu dönemde, geleneksel eşcinsel yaşantılarına karşı yaratıcı bir alternatif önerdiler ve yabancılaşma yerine topluluğu, yalıtım yerine yoldaşlığı, rekabet yerine sevgiyi, ticarete ve en son modaya köle olmak yerine cinsiyetçilik ve yaşçılıkla mücadele etmeyi vurgulayarak, erkek olmanın yeni yollarını bulmaya çalıştılar. (Seagall,1995) İlk eşcinsel özgürlükçüleri, eşcinsel hareketinde ileriye atılan her adımın erkeklik kavramına vurulan bir darbe olacağını öne sürüyorlardı. Ancak işler tam da böyle yürümedi. Toplumsal cinsiyet sınır çizgilerinin genel olarak silikleşmesine, androjenliğe geçilmesine veya daha kadınsı değerlerin ve niteliklerin zafer kazanmasına yol açmamıştı bu hareket, tam tersine, 70’li yılların sonundan itibaren eşcinsel çevrelerde yeni bir "süper maço" üslubu gelişti. Kendilerine özgü deri ve kot elbiseler giyen kaslı eşcinsel erkekler veya kısa saçlı, bıyıklı, ekose gömlekli, blue-jean’li ve postallı bir örnek eşcinseller, klasik erkekliğin yüceltilmiş bir biçimi olarak göründüğü gibi, “eşcinsel erkeklerin cinselliğini, genelde, eril heteroseksüelliğe özgü, daha gevşek, duygusal açıdan kayıtsız, tamamen fallosentrik ilişkilerin abartılmış bir biçimi olduğu da anlaşılıyordu.” (Seagall, 1995) Artık eşcinsel kimliği, kadınsılıktan çok erkeksiliğe yaslanıyordu ve bir eşcinsel erkek ile bir heteroseksüel erkek arasında daha fazla yakın özellikler görülebiliyordu. Tüm bu süreçler izlendiğinde; erkeksilik ile kadınsılık arasında gidip gelen, erkek mitleriyle kaçak oynayarak bir muğlaklığı yaşatmaya devam eden eşcinsel erkeklerin, kaslı bedenleriyle toplumsal imgelerini yansıtmaları, iktidarın bedenin içine sızdığı görüşünü doğrular niteliktedir. III. HAZZIN VE DİRENMENİN ODAĞI OLARAK GAY BEDENİ Lahti (1998), Tom of Finland albümlerinin tiplemelerini tartıştığı makalesinde, bedenin, eşcinsel erkek kültüründe hazzın ve direnmenin odağı olarak görülebileceğini belirtir. Lahti, bu tartışmasını, Foucault’nun iktidar kavramıyla birlikte götürür. Fakat Lahti, Foucault’dan farklı olarak, bedenin, iktidarın aracısı ve hedefi olma nosyonu dışında, iktidara karşı bir direnme odağı olarak da düşünülebileceğini ifade eder. Foucault’ya göre, iktidar, bütünsel (total) değildir ve daima kendisine karşı potansiyel bir direnme alanı da yaratır. Bu yüzden, aynı bedende, iktidarın söyleminin izi sürülebileceği gibi, zıt kutupta olan direnmenin de izi sürülebilir. İktidar ilişkileri direnç olmadan düşünülemezler. Bu nedenlerle Lahti, Tom of Finland’daki deri kıyafetli, kaslı gay bedenleri, egemen söylemin erkeksilik mitine bağlılığın bir ifadesi olarak okurken, diğer yandan, tıp biliminin ve ahlakçıların, gay bedenini patolojikleştirmeleri ve kadınsı görmekte ısrar

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 5


KİMLİK etmeleri karşısında bir direnme olarak da okumaktadır. Uzun bir dönem boyunca, kadınsılıkla bir tutulan erkek eşcinselliğinin 60’lı yıllarda androjenliğe vurgu yapılmasından sonraki dönüşümü ve nihayet 70’li yılların sonundan günümüze kadar olan dönemdeki vurgulu erkeksilikle tanımlanan kimliğin dönüşümü buradan da okunabilir: Efemine tavırların, baygın bakışların, parfüm kokularının, yüksek kültürle ilgilenmenin, kaslı bedenlere, ter kokularına, doğrudan fütursuz bakışlı ve güce önem veren bir kimliğe dönüşmesinde, egemen kültüre bir direnme de söz konusu olabilir. Bu noktada, iktidar ve direnme odaklarını tartışırken, kaslı bedenlere dönüşümde önemli bir araç olan vücut geliştirmenin (body building) üzerinde durmak gerekir. Vücut geliştirme, sadece vücudun gelişmesiyle ilgili değildir. Aynı zamanda, vücut geliştirme, bir cinsiyet rolünün gelişmesi, kurgulanması anlamına da gelmektedir. Michel Foucault’yu izlersek, bir eşcinsel vücut geliştiricisinin kaslı bedeni, disipline edici uygulamaların bir ürünü ve metaforu olarak okunabilir. Foucault’ya göre, iktidar, çeşitli türlerde bedenler üretir. Vücut geliştirme, disipline etme süreçlerinin önemli bir parçasıdır, çünkü, bedene ilişkin ayrıntılı bir bilgiye dayanır. Etkili olabilmesi için vücudun farklı kasları ayrıştırılır, sınıflandırılır ve her birine uygun egzersizlerle geliştirilmeye çalışılır. Bu süreçte, sadece bedenin hareket ettirilmesi de yeterli değildir; kişinin yiyeceklerinin, günlük, haftalık, aylık ve yıllık olarak programlanması da söz konusudur. Vücut geliştirme sürecine girmiş olan kişiler için artık disipline edilmiş bir yaşam söz konusudur. Bunların dışında, hiçbir ayrıntının önemi yoktur ve iktidarın istediği ölçülere erişebilmek için bitmek tükenmek bilmeyen bir çaba vardır. Buradan bakıldığında, aslında, gaylerin, erkek mitiyle kaçak oynamalarının son bulduğu ve sonsuz bir onaylamaya prim verdikleri söylenebilir. Güçlü, kaslı erkeklerle tam bir özdeşleşme, ama yatakta erkekleri tercih etme. Body building salonlarında dökülen terler ve diyet yapmak için sarf edilen çabanın sonuçları, belki de her cinsel kimlik için aynı: Güzel bulunmak, beğenilmek, partnersiz kalmamak. Ama, gayler arasında beden faşizmine dönüşen kaslı beden tutkusunun; güçle, iktidarla özdeşleşme isteğinden ve kimliğin daha görünebilir bir haline bürünüp yapılan cinsel tercihten dolayı onur duymaktan ayrı tutulamayacağı da ileri sürülebilir. Ayrıca, vücut geliştirme, diyet ürünleri pazarlayan sektörle birlikte, kapitalist sistemin bireyi tüketime koşullandırma işlevi taşıyan sektörlerinden biridir. Böyle bir ortamda, Lahti’nin, kaslı bedeni bir direnme odağı olarak görmesinin çok da haklılık payı taşımadığı ve fazla iyimser bir yorum olduğu ileri sürülebilir. Erkeklik mitine hizmet eden kaslı bedenin cinsel yöneliminin eşcinsel olması, sonucu çok da değiştirmemektedir.

Aksine, kaslı bedenin eşcinsel yönelimde olması, iktidar ile eşdeğer olduğu aşikar olan kasın (kaslanma arzusunun) arkasındaki hikayenin anlaşılmasını muğlaklaştırmakta, realiteyi keşfetmekte sapmalara neden olabilmektedir. Not: 1-Bu

metnin en önemli eksiği elbetteki bu coğrafyada yaşayan eşcinsellerin kimliklerinin kurulmasında bedenin nasıl değişimler geçirdiği, süreçte nasıl rol oynadığı ya da oynayacağı gibi bizim için önemli olan konulara çok fazla değinmemesidir. Bunun çeşitli nedenleri var. Ama başka ülkelerdeki süreci özetlemeye çalışan bu çalışmanın bu ülkenin kendine özgü durumlarını anlamaya çalışırken bir fikir vereceğini umuyorum. 2-Yazının hazırlanmasında bana yardımcı olan dostlarım Mustafa Konur'a ve Burak Karacan'a teşekkür ederim.

KAYNAKLAR -

Babuscio, M. (1977), Gays and Films, British Film Institute: London Foucault, M. (1994), Dostluğa Dair, Telos Yayıncılık: İstanbul Foucault, M. (1992), Ders Özetleri: 1970-1982, Yapı Kredi Yayınları: İstanbul Foucault, M. (1993), Cinselliğin Tarihi, Afa Yayınları: İstanbul Lahti, M. (1998), Dressing Up in Power, Journal of Homosexuality, 314, pp. 185-205 Seagall, L. (1995), Ağır Çekim, Ayrıntı Yayınları: İstanbul Weeks, J. (1977), Coming Out: Homosexual Politics in Britain from The 19th Century to the Present, Quarlet: London Bordo, S. (1993), Unbearable Weight, Feminism, Western Culture and The Body, Universty of California Press: Berkeley Ian, M. (1995), How Do You Wear Body?, Body Building and The Sublimity of Drag

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 6


GL TARİHİ

Nazi Almanya'sında

SOYKIRIM VE LEZBİYENLER R. AMY ELMAN, ilga bulletin, 3/99, Çev: BURCU Bütün kadınların heteroseksüel farz edilmesi gibi bütün eşcinsellerin de erkek olduğu düşünülür. Nazi Almanya’sında bu türden varsayımlar ciddi sonuçlar doğurmuştur. Bunlardan önde gelenler arasında lezbiyenlerin toplumdan dışlanarak sessizliğe, geylerin ise suça itilmeleri yer alır. Geylere uygulanan zulmün suç boyutu ardında (ironik olarak), yok edilmesi düşünülen cinsel kimlik ve davranış hakkındaki yargıları sağlamlaştıracak silinmez kayıtlar bırakmıştır. Lezbiyenlere uygulanan zulüm günümüzde de olduğu gibi kendini daha gizil bir yapıda gösterir. Bu yazı, Nazi Almanya’sında eşcinsellerin kıyaslamalı olarak incelenmesi yöntemiyle lezbiyen görünürlüğünü/görünmezliğini ve uygulanan baskıyı araştırmaktadır. Günümüz tarih anlayışına yayılıp onunla uzlaşan heteroseksüel varsayımlara eleştirel bir bakışla yazı sonlanır.

Eşcinseller genellikle erkek olarak düşünüldükleri davranılarak kişilerin heteroseksüel olduğu varsayımından için lezbiyenler üzerine çalışma yapmak var oldukları bile uzak durulmalıdır. Her şeye rağmen heteroseksüellik sıklıkla reddedilen bir grup üzerine yoğunlaşmayı iddiaları pek çok gey ve lezbiyen için, kimliklerini ortaya gerektiriyor. Nazi dönemi Almanyası’ndaki lezbiyenlerin çıkarma, tutuklanma ve ölüm karşısında korunma olasılığı yaşamlarını araştırmaya çalışanlar için durum daha da sağlamıştır. zorlaşıyor. Başlıca engeller arasında lezbiyenlerin Lezbiyenler : Güvenilmezlik ve görünmezlik toplumdan dışlanarak sessizleştirilmeleri hatta bazen Tarih içinde kadınların lezbiyenliğine dair suçlu sayılmaları yer alıyor. Sonuç olarak lezbiyenlerin varsayımlar öyle etkili olmuştur ki uyum sağlamayanlara varlığına şahitlik edecek kayıtlara pek rastlanmamaktadır. karşı açıkça, otoriter eylemlere pek ender ihtiyaç Buna karşın, geylerin açıkça suç teşkil eden hayatları, duyulmuştur. Almanya’da lezbiyenliği suç sayan kanunlar ardında yaşanılan zulme dair gözardı edilemeyen kanıtlar 1910 yılında söz konusu edilmiş ve politik açıdan etkili bırakmıştır. Bu makale söz konusu dönemdeki eşcinselleri bir feminist muhalefetle karşılaşınca kaldırılmıştır. 1935 kıyaslamalı olarak inceleyerek lezbiyen yılına kadar, özellikle kadın hareketinin zarar görmesiyle görünürlüğü/görünmezliğini araştırır. Geçmişi hatırlamak birlikte, Nazilerin lezbiyenliği suç saymasını gerektirecek adına son dönemdeki çalışmaların nasıl olup da pek bir durum kalmamıştı. Aynı yıl Alman Adalet Bakanlığı çoğunun azaltmak isteyeceği lezbiyen görünmezliğinin erkek eşcinselliğini ölümle cezalandıran kanuna kadınları eklemeyi reddetti (175. Paragraf) Bunun sebebi tam da kendisini beslediğine değinilmektedir Soykırım dönemi kadınlarının hayatlarına duyulan lezbiyenlerin rejime geyler kadar ciddi bir tehdit ilginin artmasının nedenleri kadın hareketinde oluşturmamalarıydı. Lezbiyenler sayıca daha azdılar, aranmalıdır. Gene de öznel olarak lezbiyenleri konu politik olarak daha az etkindiler ve kimlikleri daha zor edinen çalışmaların ortaya çıkması için yıllarca zaman ayırt ediliyordu. gerekmiştir. Lezbiyen tarihçesinin aranması, daha önce Naziler lezbiyenlerle mücadele ederken yok farz edilip entelektüel bir tabu olarak görülen kadınlar yasalardan çok sindirici yöntemlere güvenmişlerdir. arası aşk, cinsellik ve İktidara gelmeleriyle birlikte arkadaşlık konularında Başka grupların tersine geyler Naziler’in lezbiyenlerin evleri ve buluşma yenilmesinden uzun süre sonra bile suçlu yerleri yağmalandı ve kapatıldı. araştırmaları destekleyen sayılıyorlardı. Batı Almanya’da 1969 Bu tarz olaylar toplumla en kadın akademisyenlerce azından görünürde uyumlu desteklenmiştir. Lezbiyen yılına kadar 175. Paragrafın yasalarda olmayı lezbiyenlere zorunlu tarihçesini arayan kadınlar kalması, Nazileri suçlamak istemiş kıldı. “Pek çok lezbiyen bazen araştırma konuları gibi olabilecek insanlara “tutuklanma” sokaklarda dalga geçilmeden sessizliğe itilmişlerdir. Bu tehdidiyle engel olunması anlamına dolaşabilmek için dış durumda, şu anda olduğu gibi, geliyordu. Fransa’daki geyler de benzeri görünümünü ve giyim tarzını düşmanlık kadınları yenerek ideal kadına uygun düşecek uyum göstermelerine ve en bir sessizlik dönemi yaşadılar. Geyleri biçimde değiştirdi ve psikolojik gizli düşünce ve duygularını suçlu sayan Vichy kanunu De Gaulle olarak çok yıpratıcı ikili bir saklı tutmalarına sebep yönetiminde de yürürlükte kaldı ve ancak hayat yaşadı” diyerek açıklıyor olmuştur. Günümüze kalan 1982’de Mitterand döneminde Claudia Schopman.* lezbiyen içerikli hatıraların kaldırılabildi. Daha ilerici reformların Kamuflaj lezbiyenlerin azlığına şaşırmamak gerekir. hayatta kalabilmeleri için Elde yeterli kanıt kabulünden sonra bile geyler ve zorunlu hale geldi. Esmerler bir olmadığı için satır aralarını lezbiyenler Nazi barbarlığının tüm gece içinde sarışına dönüştüler okumamız gerekmektedir. Bu kurbanlarını anma çabalarının dışında ve "1933’den sonra pek çok var olmamış lezbiyenleri bırakıldı. lezbiyen toplumsal baskıya bulmak anlamına gelmez. engel olmak amacıyla evlenmek Evlilik ve diğer toplumsal zorunda kaldı”. Sahte evlilikler durumlara karşı titiz

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 7


GL TARİHİ hayatta kalmayı özellikle Yahudi lezbiyenler için ahlâksız davranışı içerecek şekilde genişletildi. Bu bir garantileyemiyordu."Gene de" der Schoppmann “pek çok öpücüğün ya da kucaklaşmanın hatta eşcinsel içerikli bir lezbiyen eğer başka sebeplerden tehlikede değilse ve romanın bile “suçlunun” altı aydan başlayan cezalar uyum gösteriyorsa kamplarda hayatlarını almasına yol açması anlamına geliyordu. Sıklıkla bu yitirmemişlerdir”. Elisabeth Wust’un hayatı buna cezalar ölümle sonuçlanıyordu. örnektir. 1944 yılında, bir Nazi subayının karısı, Yahudi 1936’dan sonra eşcinsel erkekler 175’liler olarak olan sevgilisi Felice Schragenheim ile cinsel ilişkide toplama kamplarına yollandılar. Eşcinsel erkekler, toplu bulunduğunu itiraf etmeye zorlandı. İtiraf Wust’un halde Auschwitz gibi imha kamplarına yollanmasalar da toplama kampına gönderilmesine yol açabilirdi. Saatler pek azı toplama kamplarından kurtulabildi. Gene de süren işkence ve sorgulamanın ardından, Wust’un eşcinsel erkeklere yapılanlar Yahudilere yapılanlar gibi “Aramızda lezbiyen bir aşk söz konusu değildi” dediği kitlesel ve sistematik olmadı. Geyler (ve lezbiyenler) iddia edildi. Kayıtlara geçen bu yalan kendisine ters dinleri doğum belgeleriyle kaydedilen Yahudiler gibi ya düşmeye cesaret edemeyen sancılı bir sessizlikle yıllarca da parti listelerine kayıtlı bulunan solcular gibi varlığını devam ettirdi. Sonunda 1911'de Elisabeth Wust belirlenebilir değildiler. Daha da önemlisi “Yahudi hayatını ünlü gazeteci Erica Fischer’a açıkça anlattığında, olmayan erkek eşcinseller Nazi hakimiyetine geçen kayıtlar düzeltilebildi.** Felice Schragenheim gibi pek ülkelerde derhal infazı düşünülmeyen tek gruptu.” Bunun çokları ise bu şansa sahip olamadan yok oldular. sebebi SS’lerin başı olan Henrich Himmler’in Uyum sağlayamayan bazı inatçı kadınlar “kendilerine bağlı toplumlarda eşcinselliğin toplumu ‘asosyal’ olarak adlandırıldı ve sosyal açıdan bozuk dejenere edip, sonunu hazırlayacağı" düşüncesiydi. Sonuç oldukları düşünülen pek çok insanla birlikte hapse atıldı. olarak Alman olmayan geyler Almanlar gibi Bu grupta fahişeler, serseriler, hırsızlar ve Ari ırk ile cezalandırılmadı. 1936 Olimpiyat Oyunları’nda bazı gey Yahudiler arası cinsel ilişki yasağına uymayanlar yer barların tekrar açılmasına izin verildi ve Himmler yabancı alıyordu. Naziler tüm toplama kampı mahkumlarını farklı geylere karşı polis baskınlarına engel oldu. şekillerde tanımlayıp ayırt etme uygulamalarına paralel Rejimin erkek eşcinselliğine karşı tutumu oldukça olarak asosyalleri siyah üçgenlerle belirlediler. karışıktı. Erkek eşcinselliği şiddetle yasaklandığı ve Davud’un sarı yıldızıyla işaretli olan Yahudiler ortaya çıkan geyler bunu hayatlarıyla ödedikleri halde, dışındaki mahkumları belirlemek amacıyla Naziler pek askeri niteliği olan fakat orduya bağlı olmayıp tamamı çok renkte üçgen kullandılar. Üçgenlerin renkleri erkeklerden oluşan kuruluşların erkekleri bir arada genellikle şöyleydi: siyasi suçlular için kırmızı, kanuna tutmaya yarayan temel unsurlarından bir homoerotizmdi. karşı gelenler için yeşil, Yehova şahitleri için mor, Aslında ordudaki eşcinsel edimlere dair şikayetler Hitler’e çingeneler için kahverengi, geyler için pembe (bazen ulaştığında, Nasyonal Sosyalist ideolojiyle çelişmediği mavi), lezbiyenler ve diğer “asosyaller” için siyah. sürece subayların özel hayatlarının soruşturma konusu olmadığını söylüyordu. Hitler, ancak Lezbiyen zulmünün ardında pek az kanıt bırakmasının sebeplerinden ordu, SA başkanı Ernst Röhm’ü biri de siyah üçgen taşıyan itaatsizlikle suçladığında onun asosyallerin heterojen yapıda bir öldürülmesini ve ordu ve partideki grup olmaları ve lezbiyenlerin diğer eşcinsellerin ihraç edilmesini pembe üçgenlerle suçlarını açıkça istemiştir.*** Gene de homoerotizm belli eden geyler kadar kolay ayırt hareketin özelliklerinden biri olmaya edilememeleridir. devam etmiştir. “Hatta bazı eşcinsel sanatçılar Nazi görevlilerce Erkekler, Erkeksilik ve Eşcinsellik korunmanın tadını çıkarmışlardır.” Erkeklerin kendilerine Nazi yönetimi boyunca Almanya’da biçtikleri üstün sosyal statüye seçkin bazı geyler rahatsız edilmeden karşılık olarak toplumsal cinsiyet yaşarken, binlercesi toplama rollerine daha fazla uyum kamplarında yok edilmiştir. göstermeleri bekleniyordu. Bütün Naziler eşcinselleri Lezbiyenlerden pek az söz edilirken, biyolojik olarak dejenere olmuş toplumsal hayatta daha etkin insanlar olarak görmüyordu. Pek olmaları beklenen erkeklerde çoğu eşcinselliğin tedavi edilebilir eşcinselliğin cezalandırılması pek de fakat bulaşıcı bir hastalık olduğu işe yaramadı. Böylece Naziler görüşündeydi. Aslında eşcinsellikten eşcinsellik karşısında var olan suçlu bulunanların sadece %2’sinin yasakları güçlendirdiklerinde “düzeltilemez” olduğu kadınları değil erkekleri hedef düşünülüyordu. aldılar. Naziler kalan çoğunluğu 1935 yılında Naziler (1871 yılından kalma) erkek eşcinselliğini tedavi etmek için hadım etmek, ölümle cezalandıran yasanın testosteron iğneleri ve yeniden eğitim kapsamını genişlettiler. Yasa (175. gibi yolları denediler. Önce "Aimée & Jaguar, Prg) iki erkek arasındaki herhangi bir Sachsenhausen’da sonra Lilly Wust (sağda) ve Felice Schragenheim

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 8


GL TARİHİ Flossenberge’de gözaltına alınan Heinz Heger “içimizden pembe üçgen kategorisine girenlerin geneleve düzenli ziyaretler sonucu eşcinselliklerinin tedavi edilebileceği düşünülüyordu” diyor. Buralarda Naziler kadınları seks köleliğine zorluyor ve “175’lilerin” yeterince tedavi olup olmadıklarına bakıyorlardı. Bu tarzda düzenlenen tecavüzler Nazileri hem eğlendiriyor hem de seyrettikleri insanlar üzerinde hakimiyet duygusu veriyordu. Naziler gerçeklerden kendi illüzyonlarını yaratarak onu yalanlıyorlardı. Bu yönleri onları özellikle pornografi yapımcısı olmaya uygun kılıyordu. Bunu bir Varşova Gettosu günlüğü de onaylıyor. Günlüğün sahibi, Chaim Kaplan, Yahudi erkek ve kadınlarının “hayvanların cinsel edimlerini taklit eden ahlaksız ve iğrenç hareketlere zorlandıkları”nı anlatıyor. Bunlar filme alınıyordu. Kaplan’a göre bu pornografinin sebebi açıktır: Dünyayı “Medeni Avrupa’da Yahudilerin yeri olmadığı”na ikna etmek. Naziler bu amaçlarında neredeyse başarılı olmuşlardır. Ne de olsa Dawidowicz “Almanya, Avrupa’yı koskoca bir Yahudi mezarlığına çevirdi”diye yazar. Sonuç Pek çok kişi anlaşılabilir nedenlerden dolayı temel ilgi alanı olarak Avrupalı Yahudilere yapılan zulmü ve soykırımı yaşamış olsa da diğer gruplar yaşadıkları gaddarlığı kabul ettirmeye kararlılar. Eşcinseller işte bu gruba giriyorlar. Gene de çok az Nazizm kurbanının hatırlanma çabalarıyla bu derece alay edilmiştir. Başka grupların tersine geyler Naziler’in yenilmesinden uzun süre sonra bile suçlu sayılıyorlardı. Batı Almanya’da 1969 yılına kadar 175. Paragrafın yasalarda kalması, Nazileri suçlamak istemiş olabilecek insanlara “tutuklanma” tehdidiyle engel olunması anlamına geliyordu. Fransa’daki geyler de benzeri bir sessizlik dönemi yaşadılar. Geyleri suçlu sayan Vichy kanunu De Gaulle yönetiminde de yürürlükte kaldı ve ancak 1982’de Mitterand döneminde kaldırılabildi. Daha ilerici reformların kabulünden sonra bile geyler ve lezbiyenler Nazi barbarlığının tüm kurbanlarını anma çabalarının dışında bırakıldı. 1989 yılında Fransa’da bir anıta çelenk bırakmak isteyen eşcinsel delegasyonuna “resmi” törenin bitimine dek engel olunmuştu. Eşcinsel camiadaki iç çekişmeler gittikçe daha karmaşık hale gelmektedir. Berlin’de Nazizmin eşcinsel kurbanlarını onore etmek amacıyla bir anıt dikilmesi kararının hemen ardından kimlerin hatırlanacağı konusunda tartışma çıktı. Anlaşılan o ki ayrılıkçılar önde gelen geylerin Nazi olmasından çok, lezbiyenlerin de kurban olarak kabul edilip edilmeyecekleriyle uğraştılar. Bazıları eşcinsel karşıtı kanunların özellikle erkekleri hedef aldığını, diğerleri lezbiyenlerin de korku içinde yaşadığını söyledi. Kişinin durumu her ne olursa olsun lezbiyenlerin varlığı bazen kendilerini cinsel yönelimleri ile sınırlayan kişiler hakkındaki genellemeleri altüst ediyor. Basitçe alırsak, bütün eşcinseller erkek değildir. Bu temel söylem bile halen anlaşılmayı bekliyor. Örneğin Amerika’daki Yahudi soykırımını Anma Müzesi’nde lezbiyenler gerçekleri bulanıklaştıracak bir tarzda geylerle yan yana

alınmışlardır. Soykırım ansiklopedisine müzenin bilgisayar merkezi kanalıyla ulaşılabilmektedir; “lezbiyen” kelimesini içeren arama komutları özellikle erkek eşcinsellere yönelik bilgi ulaşımı sağlar. Pembe üçgen ve 175. Paragraf ekranda öyle bir belirir ki, kişi kolayca hem üçgenin hem de yasanın lezbiyenleri içerdiği yanılgısına düşer. Miyopluk, lezbiyen yaşamlara dair var olan sınırlı veriyi kullanmamızı bile zorlaştırıyor. Lezbiyenlik kendine saygı duyup anlayamayacak kadar sabit fikirli kişilerce konu dışına itilmiş, sıklıkla, erkek bulamayan kadınların umutsuzca birbirlerine yönelmeleri olarak açıklanmıştır. Bu görüş lezbiyenlerin kendilerini bile şüpheye düşürecek kadar yaygındır. Ravensbruck toplama kampından sağ çıkmayı başaran Anneliese W: : “Kampta bizim gibi pek çoklarını gördük, fakat önceden de böyle mi idiler yoksa bir araya tıkılmaktan mı böyle olmuştu bilmiyoruz. ” diyor. Bir akademisyen de aynı tarzda tahminlerde bulunmaktadır : “başka durumlarda olsa lezbiyenliğe nefretle bakacak kadınlar, pek çok cezaevinde olduğu gibi toplama kamplarında da bu tarz bağları kabullenmeye başlarlar.” İlginçtir ki erkek eşcinselliği ve tutukluluk için aynı sav ortaya atılmamıştır. Benzer bir şekilde heteroseksüelliği olumsuz şartların bir sonucu olarak düşünseydik Anne Frank’a dair hatıralarımız önemli ölçüde değişirdi. Öncelikle, sığınağa saklanmadan evvel kızlara ilgi duymaktadır ve bunu eyleme geçirmiştir. Göz ardı edilmesi uygun görülen bir bölümü burada alıntılamaya değer buluyoruz : “Buraya gelmeden evvel bilinçaltımda bu tarz duygular taşıyordum, çünkü bir defasında bir kız arkadaşımla birlikte uyuduğumu ve onu öpmek için kuvvetli bir istek duyarak bunu yaptığımı hatırlıyorum. Onun benden sürekli sakladığı vücuduna duyduğum merakın önüne geçemiyordum. Ona arkadaşlığımızın kanıtı olarak birbirimizin göğüslerine dokunmamızı önerdim ve reddedildim. Her çıplak kadın figürü görüşümde bundan zevk alırım. Örneğin Venüs; O son derece zarif, mükemmel görüntü beni neredeyse çarpar ve göz yaşlarımın yanaklarımdan süzülmesine zor engel olurum. Ah bir kız arkadaşım olsaydı ! Sevgiler Anne ” Sığınakta Anne’nin kız arkadaşı yoktur. Bu yüzden o da Peter Van Daan ile arkadaşlık kurup ondan etkilenir. Alıntıdan bir gün sonra Anne itirafta bulunur: “Birisiyle konuşma özlemim öylesine arttı ki bir şekilde Peter’i seçmeyi kafaya taktım.” Bu seçim önce onu pek de çekmez ama ilişki korkunç şartlar ve kadın arkadaş eksikliği yüzünden şiddetlenmiş bir ergenlik aşkı olarak da bırakılmaz. Anne Frank onun düz (straight) olduğunu (ve olması gerektiğini) düşünen bizimkine benzer bir dünyada yaşadı ve öldü. *Cloudia Schoppman Almanya'da Reich zamanında yaşamış lezbiyen kadınların hayat hikayelerini anlattığı "Days of Masquarede; Life Stories of Lesbians during the Third Reich kitabının yazarıdır. **Elisabeth Wust ile Felice Schragenheim'in aşkını Erica Fischer, "Bir Aşk Hikâyesi - Aimée ve Jaguar" adıyla romanlaştırdı. Bu kitap, Mart 1998'de, Gendaş A. Ş. tarafından yayınlandı. ***"Uzun Bıçaklar Gecesi" olarak bilinen sözkonusu iç hesaplaşma, tam bir katliama dönüştü.

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 9


PSİKOLOJİ & PSİKİYATRİ

BİR ARAŞTIRMA ÜZERİNE… KAOS GL Sağaltım, tedavi ve terapi kelimelerinin sözlük karşılıkları her ne kadar aynı olsa da, eşcinsellik ile sağaltım kelimelerini yan yana görmek, eşcinsel bir bireyin tüylerini diken diken etmeye yetecektir. Çünkü artık günlük hayatta, eşcinsel ya da heteroseksüel olsun terapiye ihtiyaç duyan bir insana dair, kafalarımızda en fazla 'sıkıntı', 'kaygı', 'rahatsızlık' gibi özellikler canlanır. Sağaltım ise her ne kadar öztürkçe kılıfıyla sarmalansa da, uzak durulması, yakalanıldığında ise bir şekilde ortadan kaldırılması gereken bütün soğukluğuyla herhangi bir hastalığı çağrıştırır. Şüphesiz ki herhangi bir insan gibi eşcinsel bireyler de ruhsal ya da bedensel şu ya da bu hastalığa yakalanabilirler; sağaltıma, terapiye, tedaviye ihtiyaç duyabilirler. Bu bağlamda "eşcinsellerin sağaltımı" şayet eşcinsel bireylerin eşcinsel olmak'tan kaynaklanan sorunlarını, rahatsızlıklarını ve hastalıklarını sağaltma olarak okunursa açıktır ki kimse rahatsızlık duymayacaktır. Fakat tam da bu noktada aklımızdan çıkarmamamız gerekir ki içinde yaşadığımız toplumda ruh sağlığı profesyonelleri homofobi ve heteroseksizmden muaf değildirler. Böylesi ruh sağlığı profesyonelleri açısından "eşcinsellerin sağaltımı"ndan "eşcinselliğin sağaltımı"na geçmek hiç de sorun olmayabilir ve söz konusu psikolog ve psikiyatrlar pekâlâ bu geçişi, bilimselliğin dışına çıkmak olarak algılamayabilirler. III. Cinsel Sorunlar ve Tedavileri Kongresi'nde, "10 Eşcinselin Özellikleri ve Terapi Yaklaşımları" başlıklı, poster olarak bulduğumuz bilimsel metine göz atarken, "eşcinsellerin sağaltımı" nitelemesiyle kafamızdan yukarıdaki düşünceler geçiyordu ki yanımıza Uzm. Dr. M. Levent Soylu geldi. Bazı paragraflardan dolayı yanlış anlamamamız gerektiğini, eşcinselliği bir hastalık olarak görmediklerini, belirtti. Araştırma ve çalışma koşullarından, hizmet talebiyle başvuran bireylerden, konu eşcinsellik olunca bunların ailelerinin yaklaşımından ve ilgili ailelerle kurulan / kurulamayan iletişimden ve genel sorunlardan bahsetti. Bunların yanı sıra İngiltere'de katıldığı klinik çalışmalarında karşılaştığı gey çift terapilerinden söz etti. Aşağıda okuyacağınız metin için kendisine, Uzm. Dr. M. Levent Soylu'ya teşekkür ederiz. Metnin tamamını okuduğumuzda göstermiş olduğumuz aşırı duyarlılığın ve söz konusu nitelemeyi negatif olarak algılamanın yersiz olduğunu gördük. Hizmet talebiyle başvuran eşcinselin, ailesi tarafından getirilmiş olsa bile "tek başına" olması, çevresel kıstırılmışlığın sonucu ruhsal sorunların yoğunluğu, her şeyin üst üste geldiği ergenlik sürecinde harmanlanmış bir sosyo-psikolojik atmosferde rahat bir soluk alabilmesi için; başvurduğu terapistin, eşcinselliği patolojik olmayan bir cinsel yönelim olarak görmesi ve kendini homofobiden uzak tutabilmesinin önemi ortadadır. Çukurova psikiyatriye başvuran gençlerin aldıkları hizmetin kalitesi ve bilimselliği açısından şanslı oldukları görülüyor. Metni okumaya başladığınızda mutlaka, Kaos

GL'nin Aralık-Ocak sayısındaki Coming-Out bölümünde yayınlanan, İtalyan psikologun, "Gey ve Lezbiyenlerin Açılma Süreci Savunma Stratejileri" başlıklı yazısını hatırlayacaksınızdır. Sınırlı sayıdaki olgunun sahip oldukları / sergiledikleri özelliklerin ne kadarı kişisel ne kadarı genellenebilir karar vermek her zaman kolay olmasa da genç eşcinsellerin, cinsel yönelimlerinin genelden farklı olduğunun farkına varmalarıyla ergenlik sürecinde yaşadıkları sorunların benzerliklerini göreceksiniz. Yine bu çalışmada, şimdiye kadar, eşcinselliğin kökeni olarak gösterilen pek çok ruhsal ve davranışsal durum, tam tersine, erkek egemen toplumda eşcinsel olmanın sonucu olarak yaşanılan sorunlar olduğu şeklinde ortaya konduğunu göreceksiniz. Dikkatimizi çeken bir diğer nokta ise AIDS vurgusudur. Bu nokta, yararlanılan kaynakların Batı kökenli ve AIDS çağında ortaya konan ürünler olmasının bir sonucu olarak anlaşılabilir bir durumdur. Özellikle Kuzey Amerika'daki eşcinsel topluluk AIDS'e o kadar çok kurban vermiştir ki terapistlerin, başvuran eşcinsel bireyleri AIDS hakkında bilgilendirmelerinin olumlu bir durum olduğu açıktır. Bugün Türkiye'de, AIDS Bozlak Köyüne kadar ulaşmışken, pek çok hekim ve kuruluş, AIDS'ten korunma yolları arasında utanmadan, "eşcinsel ilişkiden kaçınmayı" önerebiliyor. Bu yaklaşımın bilgi eksikliğinden kaynaklanmadığı ortada. Bu açıdan metinde, HIV enfeksiyonu ve AIDS ile eşcinsel oluş arasında bir ilintinin kurulmamış olduğunu görmek sevindirici ve ümit verici. Ayrıca belirtmek isteriz ki Batı kökenli kaynaklardan yararlanma konusunda, eklektik ve ezbere aktarıma düşülmeyerek, Türkiye'de sosyal bilimlerde sık rastlanan bir problemden uzak durulduğu görülmektedir. Metinde, eşcinsel oluş ile ilişkilendirmede yeterince açık olmayan ve araştırmanın belki de tek talihsiz noktası, "cinsel işlev bozukluğu" nitelemesidir. Eğer söz konusu bozukluk, erektil* ya da ejekülatif** bir durum ise sonuçta organik ya da ruhsal bir nedeni olup, eşcinsel bireylerde de heteroseksüel bireylerde de görülebileceğinden ille de cinsel yönelimle bir ilgisi olması gerekmez. Ruhsal ve fiziksel işkenceye dönüşen dönüştürme terapilerini artık geride bırakacaksak, eşcinsel bireyin karşı cinse ilgi duyamıyor oluşunu (ilgili kişi bundan yakınıyor bile olsa) cinsel işlev bozukluğu olarak nitelemenin en azından bilimsel bir anlamı olamaz. "... ve ek olarak birisinin erken boşalması vardı."nın dışında diğer başvuranların, yakınıyor görünmelerine rağmen, "cinsel istek azalması" şeklinde cinsel istek bozukluğu vardı demek, bizce, bu araştırmanın en talihsiz "bilimsel" saptaması olmuştur. Hele ki "ilk görüşme sonunda terapi hedefi olarak ancak 1 kişi karşı cinse ilgi duyma isteğini" sürdürmüş olduğu halde... Üstelik bu kişi de, "anne babasını memnun etme k için değişmek istiyor"... Türkiye'de psikiyatrinin eşcinselliğe yaklaşımına olumsuz bir örnek olarak, metinde aktarılan bir noktanın

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 10


PSİKOLOJİ & PSİKİYATRİ daha altını çizelim. Çukurova psikiyatriye başvuran eşcinsellerden üçüne, daha önce başvurdukları psikiyatr tarafından sıkıntıları için hemen ilaç verilmesi dikkat çekici ama şaşırtıcı değil. Oysa aynı kişilerin Çukurova psikiyatride 1-2 seansta anksiyete ve depresif yakınmaları hızla kaybolmuş! Neyse ki çocuklar "eşcinsellikle ilgili sorunlarına değinilmediğinden yakınıp ilaçlarını kısa süre sonra kesmişlerdi." Ayrıca, tüm iyi niyet ve bilimsel bakış açılarına rağmen ilgimizi çeken bir örnek de "Henüz eşcinsel deneyimi olmayan ve yalnızca fantezilerinde erkeklere ilgi duyduğunu belirten 15 yaşında iki ortaokul öğrencisine" yapılan "aceleci olunmaması" önerisidir. Oysa 15 yaş cinsel kimliğin çoktan netleştiği bir yaştır. Ayrıca cinsel kimliğin ne olduğu konusunda tavsiye edilen aceleci olunmaması tavsiyesinin hemen ardından gelen "Ancak eşcinsel yönelimin hemen hemen tamamlandığı" tespiti bizce yapılan tavsiye ile zıtlık taşımaktadır.

Sağaltım sırasında karşılaşılan güçlükler sıralanırken, "Bölgede, önerilebilecek herhangi bir eşcinsellere destek organizasyonunun bulunmaması." maddesi fazlasıyla "çeviri" koksa da biz bu yakınmayı, Türkiye'deki psikiyatri kurumunun içinde bağımsız bir damarın olası yansıması olarak okumak istiyoruz. Adanalı ve Antakyalı eşcinsel kardeşlerimiz, Çukurova bölgesinde birbirlerini bulup yan yana geldiklerinde, anılan güçlüğün ortadan kalkma olasılığı bir yana metinde (bu araştırmada ve çalışmada), objektivizm ve akademizm'den kaynaklandığını düşündüğümüz bir iki sevimsiz noktaya takılıp kalmak Türkiyeli eşcinsellere bir şey kazandırmayacaktır. Homofobi ve heteroseksizmden arınmış yaklaşımlarla kuracağımız diyalog ve doğuracağı etkileşim, bu topraklarda demokratik bir psikiyatrinin önünü açabilir. *Penisin sertleşmesiyle ilgili. **Boşalmayla ilgili.

ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ PSİKİYATRİ KLİNİĞİNE BAŞVURAN 10 EŞCİNSELİN ÖZELLİKLERİ VE TERAPİ YAKLAŞIMLARI Uzm. Dr. M. Levent Soylu, Prof. Dr. Bekir Aydın Levent, Uzm. Dr. Şükrü Uğuz Çukurova Üniv. Tıp Fak. Psikiyatri ABD. Balcalı ADANA ÖZET Eşcinsellerin sağaltımı ile ilgili yayınlar ülkemizde oldukça azdır. Benzer çalışma daha önce 9. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresinde daha sınırlı sayıda olgu ile sunulmuştur. Bu yazıda kliniğimize son altı ayda başvuran on eşcinsel (homoseksüel) olgunun özellikleri, başvuru nedenleri, ek psikopatolojiler, terapi süreci ve terapide karşılaşılan güçlükler teorik bilgilerle desteklenerek incelenip, tartışılmıştır. Olgular geriye dönük taranmıştır. Olguların yaş ortalaması 17,5'tir ve en çok başvuru cinsel işlev bozukluğu ile olmaktadır. Ancak tüm olgular toplumsal ve kültürel baskılardan yakınmaktadır. Başvuranlar ergen grubunda yer aldığından bu konu üzerinde ayrıca durulmuştur. Ülkemizde ergen eşcinsellerle çalışırken karşılaşılan güçlüklerin bazıları, aile desteğinin olmaması, terapistin kendisindeki ya da başvurandaki homofobinin farkında olmaması, yardımcı organizasyonların eksikliği ve eşsiz başvurular gibi görünmektedir. Anahtar Sözcükler: Eşcinsellik (Homoseksüalite), ergen, cinsel işlev bozukluğu, terapi. GİRİŞ: Her çocuk ergenlik dönemine çocukluk çağının yasak erotik duygu ve dürtülerinden oluşan büyük bir yükle girer. Bu dönemde ergen kendisi ve ana-babasıyla arasında fiziksel ve duygusal bir sınır koymaya çalışırken, yaşıtlarının değerlerini benimsemeye ve onlar tarafından kabullenilmeye çalışır. Bu dönemde cinsel dürtülerin kazandığı yeni anlam ve güç çoğunlukla korkutucudur.

Cinsel kimliğin gelişiminin bir devamı olarak ergen eşcinselde homoerotik fantezilere yoğunlaşma ve bu fantezilerle mastürbasyon yapma, diğer erkeklere ilgi duyma ve eşcinsel deneyimler görülür. Bu süreç sonunda çoğunlukla kişi kendisini eşcinsel diye isimlendirir (selflabeling) ya da bir "kendini bulma"dan (coming-out) söz eder.1 Eşcinsel olmayan (heteroseksüel) yaşıtlarına göre çok daha fazla suçluluk duygularıyla ergenliğe giren eşcinselin öz güveni, çoğunlukla babasıyla yaşadığı sorunlar, farklı hissetme, yaşıtları tarafından dışlanma, toplumda hor görülme gibi nedenlerle zedelenebilir. Kendisini ve cinselliğini hastalıklı ya da iğrenç gibi algılayabilir ve bu da homoseksüel ilişkiden uzak durmasına, ya da ilişkide bulunduğu halde kendisini homoseksüel diye tanımlamasına engel olur (homofobi). Bu dönemde ortaya çıkan gerginlik nedeniyle kişi anksiyete yaşar ve zamanla savunma sistemleri etkisiz kalarak nevrotik açmazlara doğru sürüklenebilir.1,2 Evlilik, çocuk sahibi olmak, din ve ahlâk normları gibi değerlerin çok fazla önemsendiği, erkek çocuğa fazlaca değer verildiği ve cinsel rollerin kesin sınırlarla ayrıldığı ülkemizde eşcinsellerin bir azınlık grubu olarak, kendi içlerinde, kendilerine özgür bir alt kültür kapsamında, yaşadıkları bildirilmektedir. Bu nedenle toplumdan soyutlanma, onaylanmama, hatta küçümsenme ve aşağılanma endişesi içinde daha anksiyeteli ve depresif olarak yaşadıkları bildirilmiştir.3,4 Eşcinsellerin cinsellikle ilgili yakınmaları, cinsel işlev bozuklukları ve yönelim bozukluğu (örn: eşcinsel

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 11


PSİKOLOJİ & PSİKİYATRİ olmakla ilgili kaygılar, karşı cinsle ilişki kurabilme isteği) biçiminde iki ana başlık altında toplanmıştır.5 Gordon yaptığı gözden geçirme sonucu, Masters ve Johnson terapisiyle birlikte eşcinsel-destek (gay affirmative) terapisinin uygun olduğu sonucuna varmıştır.7 Bhugra ve Wright yukarıda adı geçen yazarlara katılmakla birlikte eşcinsellerin cinsel sorunları ile ilgilenirken dikkate alınması gereken konuları aşağıdaki gibi özetlemişlerdir. 1. Terapist kendi duygularının farkında olmalı homofobisini tartmalıdır ve uğraşamayacaksa başvuranı uygun bir terapiste sevk etmelidir. 2. Eşcinselin homofobisi araştırılmalıdır. 3. "Kendini bulma" (coming-out") terapist tarafından bilinmeli ve öz-güven ve kimlik krizi açısından diğer eşcinsellerin desteği sağlanmalıdır. 4. Başvuran AIDS hakkında bilgilendirilmelidir. 5. Sağaltım sırasında eşcinsel alt kültürü göz önüne alınmalıdır (daha farklı deneyimler yaşama isteğigecelik ilişkiler vs.) 6. Terapist onaylayıcı-destekleyici (affirmative) olmalıdır. Heteroseksüelliğe dönüşme isteği ile ilgili bazı analitik yaklaşım ve davranışçı terapiler mevcut olup başarıları oldukça şüpheli görünmektedir. Bu terapiler eşcinselliği heteroseksüellikten daha az arzulanır hale getirmeye ya da eşcinsellikten alınan zevki azaltmaya yöneliktir; gerçekten iyi motive bir grupta bile sağlanacak çözümün çok yüksek oranda geçici olacağı ve kişinin fantezilerini değiştiremeyeceği bildirilmiştir.1 Bancroft'a göre eşcinselliği heteroseksüelliğe dönüştürmeye çalışmak, toplumun bu konudaki olumsuz tutumuna katkıda bulunmaktan başka bir işe yaramaz. Bancroft başvuranın aslında bu dönüşümü, baş edemediği çeşitli baskılar nedeniyle istediğini bildirmiştir. Ona göre terapist, toplum baskısı ve başvuran için en iyisini yapma konusunda bir ikilem içinde olmamalı, en azından homoseksüelliği kabullenmeyi bir alternatif olarak başvurana sunmalıdır."8 Yöneliminden mutlu olmayan motive eşcinseller için diğer bir yaklaşım biçimi heteroseksüel yeni bir ilişkiyi keşfetmelerine yardımcı olmak ve bu süre boyunca izlemektir. Terapist, başvuranın o anda üstündeki baskıları ve neden başvuruda bulunduğunu ortaya çıkarmalı ve terapinin hedefini netleştirmelidir. (örn: bazıları terapiste yalnızca güvence ya da izin almak için gelmiş olabilir.) Eşcinselliği kabullenmiş ve terapiye devam etmek isteyenlerde aşağıdaki konular dikkatle ele alınmalıdır: 1- Eşcinsel duygular ve aşkla ilgili suçluluk duyguları, 2- Aynı cinsten biriyle beraber "kapalı" bir ilişki kurmanın yaratacağı zorluklar, 3- Eşcinsel ilişkiden kaynaklanan cinsel güçlükler, 4- Toplumla ilgili ortaya çıkabilecek çatışmalar. Bütün seçenekler sunulduktan sonra kişi heteroseksüel ilişkide ısrarlı ise, başvuranla ilk olarak fantezi çalışmaları yapılır ve geçiş fantezileri kullanılır (Cinsel ilişki kuran heteroseksüel bir çifti hayal etme gibi)

bu arada fanteziler sırasında ortaya çıkan iğrenme, kaçınma gibi davranışlar ve duygular, tartışılır ve gerekirse desensitizasyon uygulanabilir.9,10 Diğer bir alternatif eşcinsel fantezilerle uyarıldıktan sonra orgazma yakın bir basamakta heteroseksüel bir fanteziye geçilmesi ve orgazmın sağlanmaya çalışılmasıdır (orgazmik yeniden koşullanma). Heteroseksüel fantezi giderek daha erken canlandırılmaya başlanır. Fantezi safhasından sonra karşı cinsten biriyle yemeğe gitme, yakınlaşma ve fiziksel temas kurmayla ilgili çalışmalara geçilir.5 Yukarıda danışmanlık ve terapi ile ilgili olarak sözü edilen genel yaklaşımın dışında, Davies ergen başvuruların kendine has özelliklerinin olduğunu, bu grubun bir çok tehlikeye (güvensiz seks, özgüven kaybı, sözel, fiziksel, cinsel taciz gibi) erişkinlere göre daha fazla maruz kalabileceği vurgulamış, dikkat edilmesi gereken noktaları aşağıdaki şekliyle özetlemiştir: 1) Başvuranın gizliliğine saygı gösterilmelidir. 2) İzin verilmesi durumunda aile görüşmesi yapılmalı, ailenin ergeni ya da kendisi suçlaması önlenmelidir. Aileye ergeni izole etmenin doğuracağı kötü sonuçları bilimsel bir biçimde anlatmalıdır. 3) Eşcinsellik hakkında daha ayrıntılı bilgi verilmelidir. 4) Sorunun kişinin eşcinselliği değil homofobisi olduğu vurgulanmalıdır. 5) Ergenle öz-güven arttırıcı çalışmalar yapılmalıdır. 6) Ergen ve aile için ayrı ayrı hizmet veren güvenilir kuruluşların ve yayınların listeleri verilmelidir. 7) AIDS ve diğer riskler konusunda eğitim verilmelidir. 14 yaşının altındakilerde özellikle sık rastlanan deneme amaçlı girişimlerin geçici olabileceği ve varsa evde ya da çevrede özellikle kendi cinsinden birinin daha fazla ilgilenmesi ve çocuğun hayatında kısıtlama yapılmaması önerilmeli ve çocuğu eğilim ya da yöneliminden utanç duyması ya da hasta gibi hissetmesi önlenmelidir.11 OLGULARIN ÖZELLİKLERİ Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Bölümüne eşcinsellik ve ilgili sorunlarla başvuran olguların hemen hepsi ergen yaş grubundaydı ve yaş ortalamaları 17,5 idi. YAŞ 15y 16 17 18 18y 20y Kadın (n=2) 1 1 Erkek (n=8) 2 2 1 1 1 1 EĞİTİM Kadın (n=2) Erkek (n=8)

Eğitim Yok Temel Lise 0 1 0 1 5

Üniversite 1 2

Olguların çoğunun sosyo-ekonomik düzeyleri orta olarak değerlendirilmiştir. Olguların sekizi Adana, ikisinin Antakya olmak üzere hepsinin kent-merkezinden geldiği saptanmıştır. Hiçbir olgu başvuru anında düzenli duygusal ya da cinsel ilişki yaşadığını bildirmemiştir. Tam eşcinsel deneyim yaşadıklarını belirten 5 kişiden birisi cinselliğin yanı sıra duygusal yakınlığın da ilişkilerine eşlik

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 12


PSİKOLOJİ & PSİKİYATRİ ettiklerini belirtmişlerdir. Eşcinsel Deneyim: Erkek Kadın Tam* 4 2 Kısmen 1 Yalnızca Fantezilerde 3 Eşcinsel tam deneyimi olanlardan 3'ü heteroseksüel ilişki denemiş ancak başarısız olmuştu. Aşağıda belirtilen başvuru nedenleri en önemli olarak kabul edilen yakınmaya göre düzenlenmiş olup ilk görüşmenin sonunda bildirilen nedenlerdir. İlk görüşmenin başında olguların tümü, yakınma olarak karşı cinse ilgi duymadıklarını bildirmiş ve değişmek istediklerini belirtmişlerdir. İlk görüşme sonunda terapi hedefi olarak ancak 1 kişi karşı cinse ilgi duyuma istediğini sürdürmüştür. Başvuru Nedeni: Erkek Kadın Yönelimden rahatsızlık 1 (değişme isteği) Cinsel İşlev Bozukluğu 4 Güvence-Onay 3 Diğer 2 Cinsel işlev bozukluğu yakınması olan dört başvuranın hepsinde cinsel istek azalması vardı ve ek olarak birisinin erken boşalması vardı. TARTIŞMA: Bu yazıda 10 eşcinsel olgunun bazı özelliklerinden ve terapi süreçlerinden kısaca bahsedilmiştir. Olgular geriye dönük tarandığından ve katılanların sayısı az olduğundan bilgiler kısıtlıdır ve özellikle terapi sonuçları objektif araçlarla ölçülememiştir. Bu nedenle bulgular daha çok klinik gözlemlere dayanmış olup, tartışmayla iç içe geçmiştir. Ancak yazının bilimsel niteliği korunmaya çalışılmış ve kültürel çerçevede tartışılmaya çalışılmıştır. Eşcinsellik bir çok ülkede benzer yaygınlıkta görülürken, kimi toplumlarda bu kavram tümüyle yadsınır. Bazı toplumlar diğerlerine göre daha kabul edicidir.12 Batılı gelişmiş ülkelerde oldukça iyi örgütlendikleri görülen eşcinseller, bu sayede kendi haklarını koruyabilmekte karşılaştıkları sorunlarla (izolasyon, iş bulma güçlüğü, eşcinsellere özel eğlence yerleri) daha kolay başa çıkabilmektedirler. Terapistler de bu tür organizasyonları hem eşcinsellerin hem de ailelerinin sorunlarının çözümünde destek amaçlı kullanmaktadırlar. Ayrıca bu ülkelerdeki eşcinseller kendilerine özgü cinsellik, daha sosyal bir hayat gibi özelliklerin görüldüğü bir alt kültür oluşturmuşlardır.13 Türkiye eşcinseller açısından bakıldığında daha çok reddedici ülkeler grubuna yakın gibi görünmektedir. Bu tür toplumlarda cinsiyet rolleri "gender roles" kesin sınırlarla ayrılmıştır ve kadınsı davranan erkeklere tepki vardır ve karşı cinse ait davranışlar göstermekle eşcinsellik eş tutulur. Hatta maço kültürlerde "aktif rolde" (insertor) cinsel ilişki çoğunlukla erkek baskınlığının bir özelliği gibi görülür ve "pasif roldekiler" (insertee) eşcinsel olarak nitelenir.12 Bir çok eşcinsel, ülkemizde halen çok önemsenen evlilik, çocuk sahibi olmak, din ve ahlâki değerlerin baskısı altında ciddi içsel çatışmalara ve

sosyal baskılarla karşılaşmakta ve kişi kendisini eşcinsel olarak nitelemekte bile güçlük çekmekte, diğer bir deyişle "kendini bulma" süreci çok daha zor ve uzun olmakta ve homofobik özelliklerin yerleşimi kaçınılmaz olmaktadır. Daha önce sözü geçen, batılı ülkelerdeki eşcinsel destek kuruluşlarından yoksun olan bu grup daha sıkıntılı ve depresif, yer altında kalmış bir alt kültürü yaşamaya mahkum kalmaktadır.14,4 Kliniğe başvuranların hepsinin ergen yaş grubunda yer alması belki de daha önce sözü edilen "isimlendirme ve kendini bulma" sürecinin genellikle bu dönemde yaşanıyor olmasına bağlı olabilir. Masters ve Johnson'a 10 yılda 54'ü erkek 13'ü kadın 67 eşcinsel, heteroseksüel olmak için başvururken, aynı süre boyunca 81 eşcinsel çift cinsel işlev bozukluğuyla başvurmuştur. Masters ve Johnson cinsel işlev bozuklukları için eşcinsel olmayanlara uyguladıkları terapiyi aynen kullanmış ve olumlu sonuçlar aldıklarını bildirmişlerdir.6 Kliniğimize başvuran olgular batı ülkelerindekilere benzer şekilde en sık cinsel işlev bozukluğundan yakınmaktadırlar. İlk başvurudaki yakınmalarında; bütün olgular heteroseksüel olmak istediklerini belirtmişler, ancak aynı görüşmenin sonunda, durumlarının ve duygularının normalize edilmesi ve kabul edici bir yaklaşımın ardından yalnızca bir kişi terapi hedefi olarak heteroseksüel ilişki kurmak istediğini sürdürmüştür. Yoğun homofobik özellikleri olduğu görülen bu olgu, anne ve babasını memnun etmek için değişmek istediğini belirtmiştir. Diğerleri cinsel işlev bozukluğu ya da diğer uyum sorunlarından yakınmışlardır. Cinsel işlev bozukluğu tanısı konulan 4 olguda da cinsel işlev bozukluğu olarak isteksizlik olması George ve Behrendt'in yayınladığı sonuçlarla uyumlu olarak değerlendirilebilir.15 Katılanların çoğunluğu çeşitli kereler heteroseksüel fantezilerle mastürbasyon, heteroseksüel ilişki gibi yöntemleri deneyip ("kendilerini zorlamışlar") bundan memnun kalmadıklarını belirtmişlerdir. Olguların biri dışında hepsi eşcinsel deneyimde bulunmuştu (mastürbasyon ya da cinsel deneyim). Hepsinin fantezileri eşcinsel içerikliydi. Olguların psikopatolojilerine bakıldığında erkek eşcinsellerden bir tanesine borderline kişilik bozukluğu tanısı kondu. Olguların hepsinde çoğunluğu eşcinsellikle ilgili stres etkenlerinden kaynaklanan anksiyöz ya da depresif semptomlar vardı. Ancak yalnıza bir kadın eşcinsel majör depresyon tanı ölçütlerini karşılıyordu. Literatüre bakıldığında yapılan çalışmaların çoğunluğu, kişilik ya da diğer psikopatolojilerin homoseksüellerde daha fazla görülmediğini, sosyal ve psikolojik uyumsuzluğun da heteroseksüellerde benzer oranlarda görüldüğünü vurgulamaktadır. Buna zıt yayınlar bulunmakla birlikte bunlar daha çok yöneliminden memnun olmayan ya da karşı cinse ait davranış özellikleri gösteren grupları içeriyor gibi görünmektedir. 10 olgunun 5 tanesi daha önce eşcinselliklerine bağlı olarak sıkıntı duydukları için psikiyatriste başvurdukları; bunlardan ikisinin ilk görüşmeden sonra kliniğimize sevk edildiği, geri kalan üçüne sıkıntıları için selektif seratonin reuptake inhibitörü başlandığı

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 13


PSİKOLOJİ & PSİKİYATRİ saptanmıştır. Üç olgu da eşcinsellikle ilgili sorunlarına değinilmediğinden yakınıp ilaçlarını kısa süre sonra kesmişlerdi. Terapide karşılaşılan bu tatminsizlik belki de terapistlerin homofobilerinin ya da konuyla ilgili deneyimsizliklerinin sonucuydu. Özgeçmişlerdeki önemli kabul edilebilecek bir nokta 10 olgudan beşinde cinsel taciz öyküsü olması idi. Taciz edenlerin hepsinin aile içinden (baba-kuzen gibi), erkek ve uzun süreli olduğu saptanmıştır. Cinsel tacizin eşcinselliğe neden olabileceği ya da cinsel rol karmaşasına yol açabileceğiyle ilgili yayınlar bulunmaktadır.16 Terapi süreci incelendiğinde; yoğun bir sıkıntı içinde ve güçlükle sorunlarını açmaya çalışan grup öncelikle daha rahat konuşmaları konusunda cesaretlendirilmeye çalışıldı. Yaşadıkları, duygu ve düşünceleri normalize edildi ve eşcinselliğin topluma ters düşmekle birlikte saygın bir seçenek olarak yaşanabileceği vurgulandı. Heteroseksüel ilişki kurabilmeye istekli tek olgu, zaten farkında olmadan yapmaya çalıştığı orgazmik yeniden koşullanma yöntemini daha düzenli uygulama ve Bancroft'un önerdiği geçiş fantezilerini kullanma konusunda cesaretlendirildi. Bütün olgulara eşcinsellikle ilgili korkular, aids ve diğer olası riskler konusunda bilgi verildi. Toplumdan izolasyonlarını önleyici önerilere ek olarak ihtiyaç duyanlarla öz-güven arttırıcı çalışmalar yapıldı. Cinsel işlev bozukluğundan yakınan 4 olguya davranışçı cinsel terapi önerilerinde bulunuldu. Kadın eşcinsel başvurunun sağaltımında; kendisini terk eden kız arkadaşının ardından yaşadığı majör depresyon tanı ölçütlerini karşılayan belirtilerinin giderilmesine ağırlık verildi. Henüz eşcinsel deneyimi olmayan ve yalnızca fantezilerinde erkeklere ilgi duyduğunu belirten 15 yaşındaki iki ortaokul öğrencisine cinsel tercihi konusunda aceleci davranmaması önerildi. Fantezilerinde heteroseksüel ilişkilere de yer vermesi önerildi. Ancak eşcinsel yöneliminin hemen hemen tamamlandığı göz önüne alınarak ileride homofobik özelliklerinin gelişmesini engellemek amacıyla eşcinsel duygu ve düşünceleri normalize edildi. Olguların annelerine, çocuğuna model olabileceği düşünülen baba-dayı vb. daha çok vakit geçirmesi konusunda önerilerde bulunuldu ve olgular takibe alındı. Bu on olguya uygulanan terapi objektif kriterlerle izlenmemiş olmakla birlikte terapistlerin izlenimine göre olguların 1-2 seansta anksiyete ve depresif yakınmaları hızla kaybolmuş, bunun yerine büyük şehirlere taşınma, cinsel işlev bozuklukları ile ilgili terapistle çalışma, üniversiteyi kazanma, yeni partner bulma, kendine daha fazla güven duyma gibi somut çözülebilecek sorunlarla çalışılmaya başlamıştır.

kadın eşcinselin annesi durumu biliyor, ancak o bu durumun tedavi edileceğini varsayıyordu). 2) Bölgede, önerilebilecek herhangi bir eşcinsellere destek organizasyonunun bulunmaması. 3) Cinsel işlev bozukluğu ile başvuranların düzenli bir eşlerinin olmaması nedeniyle cinsel terapilerinin daha güçlükle yapılabilmesi. 4) Güçlü toplumsal baskılara rağmen cesaretlendirme konusunda terapistin yüklendiği sorumluluk ve sınırları belirlemede yaşanan güçlük. Sonuç: Eşcinsellik çoğunlukla zor ve acı dolu bir sürecin sonunda oluşan bir durumdur. Artık patolojik kabul edilmeyen bu cinsel yönelim biçimini yaşayan insanlar, çoğunlukla kültürel ve toplumsal baskılardan kaynaklanan zorluklar yaşamakta, bu grubun bir kısmı sorunları için psikolojik danışma ya da sağaltıma gerek duymaktadır. Yönelimden, çevreden kaynaklanan baskıların yanı sıra, cinsel işlev bozuklukları da bu grubun yoğun olarak yaşadığı güçlükleri oluşturmaktadır. Bu konuyla ilgili yeterli eğitim almış, homofobik özellikleri olmayan ya da bu özelliklerinin farkında olan, eşcinsel alt-kültürüne saygılı, yargılayıcı olmayan terapistler, cinselliğinden nefret eden, kendine güvenini kaybetmiş insanlar yaratmak yerine, uyumlu, mutlu, üretken, cinselliğini ve sevgisini kendi tercihi doğrultusunda kullanabilen insanların oluşmasına katkıda bulunacaklardır. Yazıda sözü geçen olgularla ilgili yorum ve tartışmalar, eksikliklerine rağmen, daha kapsamlı yazı ve araştırmalar için bir başlangıç olması umuduyla yazılmıştır. Kaynaklar: 1. 2. 3. 4.

5. 6. 7. 8. 9. 10. 11. 12. 13.

14.

Sağaltım sırasında karşılaşılan güçlükler aşağıdaki biçimde özetlenebilir: 1) Olguların hiç birisinin aile desteği olmaması (sadece

15. 16.

Isay RA. (1989) Being homosexual: Gay men and their development. Clays, England. Çekirge P. (1991) Psikososyal açıdan cinsellik. İstanbul. Altın Kitaplar Yayınevi. Soylu ML, Tamam L, Avcı A. (1997) Bir adağın cinsel kimlik ve işlevlere olası etkileri: Bir olgu sunumu. 3p Dergisi; 5(2) Öztürk E ve Kozacıoğlu G. (1998) Erkek eşcinsellerde (homoseksüellerde) Anksiyete ve depresyon düzeylerinin değerlendirilmesi. Güler Okman Fişek (yayın sorumlusu), IX. Ulusal Psikoloji Kongresi: 1996 Eylül 18-20: İstanbul. İstanbul Pastel Matbaası. Bancroft J. (1989) Human sexuality and its problems. Second edition. Churchill Livingstone, London. Masters W.H., Johnson V.E. (1979), Homosexuality in perspective. Little, Brown, Boston. Gordon P (1986) Sex therapy with gay man: a review. Sexual and Marital therapy 1:221-226 Bhugro D. Wright B. (1995) sexual dysfunction in gay men-diagnosis and management. International Review of Psychiatry 7, 247-252. Boncroft J. (1971) The application of psychophysiological measures to the assesment and modification of sexual behaviour. Behaviour Research and Therapy. Bancroft J (1974) Deviant sexual behaviour: modification and assesment. Clarendon Press, Oxford. Davies D. (1996) Working with young people. In Pink Therapy: a guide for counsellors and thgerapists working with lesbian, gay and bisexual clients. (Eds. Dominic Davies ve Charles Neal) Open university press: Buckingham. Carrier JM (1980) Homosexual behaviour in cross-cultural perspective. In: Marmor J (ed) Homosexual behaviour; a modern reappraisal. Basic books, New York, sayfa. 100-122 Davies D. (1996) Appendix 2-3 Community resources, books for clients and counsellors. In Pink therapy: a guide for counsellors and therapists working with lesbian, gay and bisexual cliets. (Eds. Dominic Davies ve Charles Neal.) Open university press: Buckingham. Yüzgün A. (1986) Türkiye'de Eşcinsellik: Dün, Bugün, Hüryüz yayıncılık; İstanbul. Draucker C.B. (1992) Counselling Survivors of Childhood Sexual Abuse. London SAGE publications. George K ve Behrendt A. (1988) Therapy for male couples experiencing relationship problems and sexual problems, in: E. Coleman (Ed.) Psychotherapy with Homosexual men and women (New York, Haworth).

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 14


ÖYKÜ

GÖREVİMİZ TEHLİKE…

BİR GÖNÜLLÜ KOBAYIN KURUNTULARI ÜSTÜN ÖNGEL kahvesinden bir yudum aldı. Okumaya hazırdı:

Ön-açıklama: Okuyacağınız metin, bir deneme-öyküdür. Yani bir tür olarak 'deneme' ile 'öykünün' bileşiminden oluşmuştur; aynı zamanda yazarının ilk kez giriştiği bir de-ne-me-dir de. Yazıda, insana ait bilgilerimizin sınırlılığının genellikle farkında olmayışımıza bağlı olarak geliştirdiğimiz önyargıların dolaylı sorgulanması, 'geleceğe ait' bir karakterin yaşantısından bir kesit verilerek yapılmaya çalışılmıştır. Yazıdaki şahıs isimleri tamamen rastlantısal-kurgusaldır; fakat kişilikler ve mekanlar bilinçli-yarıkurgusal, besteciler ve besteler ise, yazarın bilinçli-öznel seçimiyle gerçektir.

****** Yatağa girdiğinden beri sıkıntıyla dönüp duruyordu. Bir türlü uyku tutmamıştı. Ertesi sabah Buenos Aires Merkez Doğum Kliniği'nde gerçekleşecek bir ilk deneye gönüllü olarak katılacaktı; üzerindeki gerginliği nasıl atacağını bilemiyordu. Yıllardır hayatını tek başına sürdürmüş, bağımsız yaşamış biriydi; günün birinde çocuk sahibi olmak isteyeceği hiç aklına gelmemişti doğrusu. Düşünceler birbiri peşi sıra zihnini kavuruyor, bir iki saat de olsa uyumasına izin vermiyordu. Sabahki deney için zinde olması gerektiğini biliyordu, ama ne kadar çabalasa da üzerindeki sıkıntıyı atamıyordu. Saatine baktı. Sabahın ikisi. Zorlamanın yararı yoktu; yataktan kalktı. Mutfak robotunun 'koyu kahve' düğmesine bastı; beş saniye içinde kahvesi hazırdı. Şekersiz ve kafeinsiz kahvesinden bir yudum aldıktan sonra, müzik setine yöneldi. Artık sadece eski albümlere meraklıların evinde bulunan disk-çalara, nadide bir albüm yerleştirdi. Arjantinli besteci Lalo Schifrin'in 1970'lerde, "Görevimiz Tehlike" (The Mission Impossible) adlı TV dizisi için bestelediği parçaların en iyilerinin bir araya getirildiği bir derleme albümdü bu. Lalo Schifrin'in kendisinin yönettiği İsrail Senfoni Orkestrası'nın ana temayı çaldığı konserden canlı kayıtın da yer aldığı bu albümü, böyle sıkıntılı, gergin ve düşünceli anlarında dinlemeyi adet edinmişti. Bu müziğin, o dizide nasıl bir atmosfere karşılık geldiğini bilemiyordu ama –diziyi seyretme imkânı yoktu, nedense arşivlerde bulamamıştı–, zor bir konuya yoğunlaştığı anlarda kendisine müthiş yardımcı oluyordu. Coşkuyla şüphenin bir aradalığını hissettiriyor, bazen de yaşamın muzip yanlarını çağrıştıyordu. Kafasını kemiren düşüncelerden biraz uzaklaşma umuduyla ve belki ilginç bir konu yakalarım diye bilgisayarını açtı; ertesi günün gazetelerinde yer alan haber başlıklarına şöyle bir göz gezdirdi. "Ilusiones" gazetesinin sabah baskısında yer alan bir haber hemen dikkatini çekti: "Köpeğiyle Cinsel İlişki Kuran Gencin Dramı". Haberin tamamını kopyaladı ve kağıda bastı. Oturma odasına geçti, deri koltuğa rahatça yayılarak

Önceki gün "Conversacion" parkının tenha bir köşesinde köpeğiyle sevişirken, günlük yürüyüşünü yapan yaşlı bir adam tarafından görülen ve park polisine ihbar edilen 16 yaşındaki genç, anne ve babası tarafından özel bir psikoloji kliniğine yatırıldı. .... Olayın yankıları devam ediyor. .... Gencin annesi olayın etkisinden hâlâ kurtulamamış bir halde gazetemiz muhabirine şunları söyledi: Kızımızın iyi yetişmesi için her tür çabayı gösterdik, nerede hata yaptığımızı bilemiyorum doğrusu. Hep yalnızlığı tercih eden bir kişiliğe sahipti. Fakat, geçen yıl yalnızlığını aşmasına yardımcı olur diye doğum gününde aldığımız köpeğiyle böyle şeyler yapacağını aklımızın ucundan bile geçirmedik. Klinikteki görevliler tedavi edebileceklerini, kızımızı iyileştirebileceklerini söylediler; umutla kızımızın sağlığına kavuşmasını bekliyoruz. Kliniğe teslim edilmeden önce gençle kısa da olsa konuşma fırsatı bulan muhabirimizin aktardıkları ise şöyle: "Kendisine neden böyle bir ilişkiyi tercih ettiğini sorduğumda gayet sakin ve aklıselim bir görüntüsü olan genç şöyle cevapladı: Yaşadığımı herkes basit bir fiziksel ilişki olarak görüyor ve kabul etmiyor. Oysa hayvanların da duyguları var. Ben onu can yoldaşım, hayat arkadaşım belledim. Bir keresinde, kalabalık bir caddede bayıldığımda, insanlar hiçbir şey yapmazken, o koşup yardım getirdi ve hayatımı kurtardı. İlişkimizi insanlara, hele anne-babama anlatabilmem ne yazık ki imkansız görünüyor. Şimdi de psikologların beni iyileştireceğini umuyorlar; hasta değilim ki iyileşeyim." [....] Muhabirimizin daha sonra yaptığı araştırmada, ikisi de kısır olan anne-babanın, günümüzde artık yaygın bir şekilde uygulanan 'yapay dölleme'ye, inançlarından ötürü karşı oldukları ve çocuklarını bir yaşındayken evlat edindikleri ortaya çıktı. Geleneksel değerlere önem veren bu anne-baba, günümüzde geçerliliğini iyice yitirmeye başlayan, cinsel ilişkinin sadece karşıt cinsler arasında olması, sadece bu çiftlerin çocuk sahibi olmaları gerektiği ve çocuğun ancak bu şekilde 'sağlıklı' büyüyeceği inancına sahipler. Dolayısıyla, cinslerin artık birbirinden ayırt edilmesinin neredeyse imkânsızlaştığı günümüzde, çocuklarını tamamiyle bir kız olarak yetiştirmek için azami çaba sarfetmişler. [....]

Daha sonra görüşlerine başvurduğumuz, yakın zamanda "Sınırların Ötesinde" adlı kitabı yayımlanan, 'bağımsız' psikologlardan Rosita Ferrer ise şunları ifade etti: "Tüm bunlar bana yirminci yüzyılda eşcinsellerin maruz kaldıkları önyargıları hatırlattı. O zamanlar, eşcinsel ilişki kuranlara da bu gözle bakılıyordu, bir 'hastalık' olarak görülüyordu bu tür ilişkiler; oysa sonra ne olduğunu hepimiz biliyoruz, cinslerin birbirinden öyle kalın çizgilerle ayrılmadığı ortaya çıktı ve bu ilişkiler de 'normal statü' kazandı. Bu da, zamanla öyle olabilir. Fakat kabul edilmesi için epeyce zaman geçeceğe benzer; zira hayvanla ilişki, hayvanın söz hakkı olmadığı gerekçesiyle, temelde insanlararası ilişkiden farklı görünüyor. Şu an genci

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 15


ÖYKÜ yargılamadan konuya eğilmemiz gerek. Bu ilişkiyi tercih eden insanların zorlukları göğüslemesine bir nebze de olsa yardım etmek için elimizden geleni yapmalıyız. Genç arkadaşımıza gelince... iyileştirmeleri mümkün değil, çünkü sorun, onda değil, onu iyileştirilmesi gereken bir hasta olarak görenlerde. Ailesi hakkında yeterli bilgiye sahip değilim, o nedenle şimdi daha fazla yorumda bulunmam doğru olmaz; fakat bu genç arkadaşa destek olmak gerektiğini savunuyorum. Bu konuda gazetenize de büyük sorumluluk düşüyor."

Disk bitmiş, odayı ağır bir sessizlik kaplamıştı. Daniel sıkıntıyla koltuktan kalktı ve pencereye yöneldi. Oturduğu sekseninci kattan, şehrin ışıkları sanki kasvetli bir başka gezegenin can çekişen ruhunu aydınlatmaya çalışıyor gibi göründü bir an. İç geçirdi. Müzik setine yöneldi ve "Görevimiz Tehlike" diskini çıkardı, rafa yerleştirdi. Şimdi ne çalayım diye hiç düşünmeden, eli bu kez gene eski bir albüme uzandı; Charles Mingus'un "Epitaph" başlıklı albümüne. Yirminci yüzyılın sonlarına doğru, artık ölüyor, kayboluyor diye koruma altına alınması gündeme gelen caz müziğinin önemli örneklerinden biriydi "Epitaph". Ne mutluydu ki, caz müziği ölmemiş, aksine özellikle Buenos Aires'te, değişik formlarda gelişmiş, tahminlerin ötesinde yaygınlaşmıştı. Geçenlerde "Mingus Caz Kulübü"nde yeni bir orkestranın "Epitaph"ın "Monk, Bunk & Vice Versa" adlı bölümünü farklı yorumlamasının verdiği haz ve heyecanı hâlâ taşıyordu içinde. Atonal seslerle tonal seslerin bir aradalığını ustalıkla örnekleyen, ondokuzuncu yüzyıl senfonik bestelerini kaynak olarak kullanan, bir anlamda cazı yeniden yaratan ve cazın sınırlarını zorlayan bu müziğe şu anda şiddetle ihtiyacı vardı. Bireylerin yaşamlarını bu kadar dar kalıplara hapseden anlayışlar karşısında ne yapacağı üzerine kafa yorduğu anlarda –ki son zamanlarda bunu çok sık yaşıyordu– Mingus'un müziği derde deva olmasa da, zihninin canlılığını ve berraklığını korumak için çok yardımcı oluyordu. Kültürünün onu içine hapsetmeye çalıştığı sınırların ötesine geçebilmek için derin düşüncelere daldığında, birebirdi bu müzik. Şimdilik büyük bir gizlilik içinde devam eden, gönüllü olarak katıldığı deney olumlu sonuçlanırsa neler olacaktı, kim bilir ne kıyametler kopacaktı. Düşünmek bile istemiyordu; baştan aşağı vücuduna iğneler saplandığını hissetti. Yıllardır bu zor şehirde, mavi gözlü bir zenci olması nedeniyle, insanların garipseyen ve şaşkın bakışlarını üzerinde toplamış olmak ve hâlâ da zaman zaman bunu yaşamak artık rahatsız etmiyordu. Fakat tarihte çocuk doğuran ilk erkek olduğunda alacağı tepkileri de şimdiden kestiremiyordu. Bu deneyin sonuçlarının, doğal olarak her yönüyle tartışılmasını bekliyordu; örneğin, böyle bir olgu karşısında klasik 'anne' ve 'baba' kavramlarının yok olacağı, çocuk yetiştirmeyle ilgili, zaten son yıllarda oldukça sarsılan görüşlerin tamamen ortadan kalkacağı, birçok açıdan tartışılacaktı. Belki 'çocuk gelişimi', 'aile' ve 'cinsellik' üzerine kitapların yeniden yazılmaları gerekecekti. Bu tartışmalardan korkmuyordu. Korktuğu, genelde insanların göstereceği tepkilerdi; özellikle klasik ailelerin böyle bir şeyi nasıl karşılayacağını bilemiyordu. En korktuğu da, birtakım tutucu bilimcilerin kendisini ve

bu deneyi gerçekleştirecek öncü doktorları lanetlemeleri, bu deneyin genel bir uygulamaya dönüşmesine engel olmaları, hatta kim bilir, yasaklanması için kamuoyu oluşturmalarıydı. Bunları göğüslemek için yeteri kadar güçlü olmadığını hissediyordu. Gerçi hayatı hep bu tür mücadelelerle geçmişti. Lisede zenciliği, üstelik mavi gözlü oluşu sürekli sorun yaratmıştı. Sonra cinselliğini keşfettiğinde, karşı cins onu pek çekmemiş, hemcinsleriyle ilişki kurmayı tercih etmişti. Neyse ki bu tercihi büyük bir sorun yaratmamıştı, zira son yıllarda cinselliğin sadece karşıt cinsler arasında 'fiziksel bir ilişki' olmadığı yaygın bir şekilde kabul edilmeye başlamıştı. Gene de hâlâ bazen insanların kötü gözle baktıklarına şahit oluyordu. Zamanla bu da geçecekti belki. Fakat gözünde bir canlandırdı, ana caddede karnı burnunda yürüyor olduğunu, o zaman ne olacaktı? Ama hayır, böyle bir şey olmayacaktı ki; deney başarılı olursa, hamileliğinin son aylarında gizli bir klinikte sürekli gözetim altında bulunacaktı. O yüzden bunları dert etmesinin gereği yoktu şimdi. Dert ediyordu işte, elinde değildi. Nasıl dert etmesindi ki? İşte annesinin, kendisini yetiştirirken çektikleri ortadaydı. Tanımadığı birinin yıllarca önce dondurulmuş spermini kullanarak 'yapay dölleme' yoluyla hamile kalmıştı. Evlenmek, çift olarak yaşamak istememişti hiçbir zaman. Çocuğun, tek ebeveynle büyümesinin sakıncalı olduğundan, bu hamilelik yöntemi ile soy, secere diye bir şey kalmayacağına kadar birçok konuda kadıncağızı taciz etmişti yakın çevresi. Oysa, yetişmesi, toplum müsaade ettiği ölçüde huzur içinde olmuş, annesi ile mutlu bir hayat geçirmişlerdi. Toplumun ona sık sık hatırlatmasına rağmen, hiçbir zaman 'baba' ihtiyacı duymamıştı. "Ahh, şimdi yanımda olsa beni desteklerdi," diye düşündü Daniel. Annesini önceki yıl kaybetmişti. Belki de bu deneye cesaret edişinin, çocuk sahibi olmak isteyişinin, annesini kaybetmiş olması ile de bir ilişkisi vardı. Bilemiyordu. Hiçbir şeyden emin değildi. Emin olduğu tek şey, çocuk istediğiydi. Tüm kaygılardan arınabilse ne iyi olacaktı. Toplumun nasıl karşılayacağını, ne düşüneceğini, başına neler geleceğini dert etmese... Sadece kendi seçimi vardı işte; neden bu kadar kuruntu yaratıyor, insanların tepki göstereceklerini sanıyordu ki? Kafasından atabilse bunları, bir iki saatliğine de olsa uykuya dalabilse... Yapılacak deney-operasyonun birtakım komplikasyonlar yaratabileceğini bile dert etmiyordu; aklı fikri alacağı tepkilerdeydi. İşte gazete haberi önündeydi; hâlâ insan yaşamı (ve cinselliği) belli kalıplar içinde değerlendiriliyordu. Kaç tane Rosita Ferrer vardı ki bu toplumda? Bu düşünceler zihninde cirit atarken, göz kapaklarının iyice ağırlaştığını hissetti. Müziğin sesi giderek uzaklaştı... koltuğun üzerinde uyumak üzere olduğunun farkındaydı... burada uyumasa daha iyiydi... ama kalkıp yatak odasına gidecek gücü de bulamadı, sadece zihni değil, tüm bedeni yorgun düşmüştü...oracıkta uykuya daldı...

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 16


ÖYKÜ (Kafka'dan Mektuplar-1)

KENTLERİN PENÇELERİ VAR BAYRAM BALCI İlk mektubu aldığımda yaşadığım şaşkınlığı tahmin edebilirsiniz. Tanımadığınız birisinin size yazdığı bir mektubun yarattığı şaşkınlıktan öte bir şeydi yaşadığım. Tanımadığım biri değildi; meşhur bir yazarın mektubuydu bu üstelik. Yazdıkları hayatımın sancılarını çoğaltıyordu. Kaç kez okudum bilmiyorum; ama okurken, kendimi sormaktan alamadığım öyle çok soru oldu ki? Neden bana yazmıştı? Derdi neydi? Neden, benim hayatımı acıtmak istiyordu? Neden, beni kendisi gibi bir baba katili olmaya çağırıyordu? İki hafta boyunca bu sorulara yanıtlar aradım. Öyle ki, üniversitede bir ders sırasında öğrencilere şöyle bir soru sorduğum bile oldu; "Evet, arkadaşlar, ünlü bir yazardan mektup alırsanız ve o yazar, size hayatınızın hiçbir anlamı olmadığını söylerse neler hissedersiniz?" Kafamın içinde Kafka'lar dolaşırken ve bana afakanlar basarken geldi ikinci mektubu. Yine Prag’dan postaya verilmişti. Bu kez beni Prag’a çağırıyordu. Onun keskin zekası ile kaleminin birleşmesi sonucu Prag’ın bendeki çekiciliğini anlatamam. Her satırı bir davet kokan mektupta; insanın içinde Prag’ı görmek isteği uyanıyordu. "Prag yakamı bırakmıyor" diye yazmasını da "gel kurtar beni bu şehirden" diye okudum. Bir şehir insanın yakasını nasıl bırakmaz. "Bu şehrin pençeleri var..." diye devam ediyordu. Gerçekten şehirlerin pençeleri vardır ve kurtulmak olanaksızdır. Prag; Habsburg İmparatorluğunun çelişkilerle dolu bir kenti ise İstanbul da Osmanlı İmparatorluğu'nun ve bugünün çelişkilerle dolu bir kenti değil miydi? Kafka’nın Prag’ı anlatırken kullandığı sözcüklerdeki tılsım, insanı o kente çekecek kadar güçlüydü. İmparatorluk iktidarı, Çek özgürlük savaşçıları, simya, gökbilim, Comenicus ve Kepler, Rabbi Löw ve Golem’in yoğun bir birliktelik oluşturduğunun, şehrin insanın üstüne üstüne vardığının ve tümü taşlaşmış birer düşbüyü simgesi gibi olduğunun yazıldığı satırları okurken, bir an gözlerimi yumdum ve kendimi Prag’da bir Golem olarak gördüm. Şekilsiz maddelerden canlı insan yaratma gücüne erişmiştim. Evet, ben bir Rabbi’ydim Prag’da. Kendimi yeniden yaratmalıydım? "Prag’dan ayrıldığım takdirde yitireceğim hiçbir şey yok, ama buna karşılık kazanabileceğim çok şey var" diyordu Kafka, ben de İstanbul’dan ayrıldığımda neler kazanabileceğimi düşündüm bir an. Bu kentte doğmuştum. 35 yaşındaydım, yolun yarısındaydım ve hâlâ bu kentte yaşıyordum. Emirgan’da bir yalıda dünyaya gözlerimi ağlayarak açtığımda, içine doğduğum ailenin, beni mutsuz edeceğini sanki o an anlatmak

istemiştim. İstanbul, yakamdan düşmedi benim. Okuduğum üniversitede, profesör olarak bir kısır döngüyü yaşadığımı hissediyorum. Ama artık bu şehri terk edecek kadar güçlü de değilim. Kafka, ailesinden de yakınıyordu. Aile denen organizmayı sorguluyordu. "İnsanlık içerisinde her insanın yeri ya da en azından kendi seçtiği biçimde yıkılıp gitme olanağı vardır; anayla babanın egemenliğindeki ailede ise ancak çok belli kişilerin yeri olabilir; bunlar kesinlikle belirlenmiş istemlere, ayrıca da büyüklerin koyduğu sınırlara uyan kişilerdir. Uymadıkları takdirde aileden atılmazlar -böylesi çok güzel bir şey olurdu, ama düşünülemez, çünkü söz konusu olan, bir organizmadır- ama bence uğrarlar, tüketilirler ya da bunların ikisine birden hedef olurlar. Bu tüketiliş, Yunan mitolojisindeki ana-baba örneğindeki gibi (oğullarını yiyen Kronos -onurlu baba) bedenin yem yapılması biçiminde olmaz; belki de Kronos, sırf oğullarına acıdığı için onları yemeyi, öteki yöntemlere yeğlemiştir..." Ah!... baba, ah!... Dekanlığını yaptığın üniversitede, benim, senin gibi bir kariyer yapmam konusunda neden bu kadar ısrarcı oldun? Neden, benim, elimde gitarımla dünya turuna çıkmama, yeni aşklar yaşamama engel oldun? Neden baba, neden, beni sana benzettin? Neden, kendini benimle sürdürmek istedin? Davacıyım senden baba... Anımsıyorum; o yıl liseden mezun olmuştum. Topkapı Pazarı’ndan kendime ucuz bir motosiklet almıştım ve sevinçle eve geldiğimde yalının kapısında karşılaşmıştık. Kaşlarını çatmış ve öyle bir bakmıştın ki bana, ürkmüştüm. "Bu motorun seni bir yere götüreceğini mi sanıyorsun serseri?" demiştin. Ağlayarak, garaja kapattığım motosiklete bir daha hiç binmemiştim. Kafka’nın bana babasını neden anlattığını biliyorum. Onun, babası ile olan ilişkisi, tıpkı benim seninle ilişkime benziyor. Baba, çocuğun dünya ile kurduğu ilişkiyi önemli ölçüde belirginleştiriyor. Bunun şimdi daha iyi anlıyorum. Mektubun yarısına ulaştığımda, başım dönmeye, gözlerimin önü kararmaya başladı. Ellerim titriyor, yüzüm alev alev yanıyordu. Kafka ile birlikte acı çekiyorduk. Birlikte davacı, avukat ve davalı konumundaydık. Açtığımız dava sonunda verilecek hüküm ise gerçekte, davayı sonuçlandırmayıp, çaresiz konumumuzu yıkıma varana dek sürdüreceğimizin itirafından başka bir şey değildi. İkimiz de berbat bir durumdaydık. Evet baba; "sen sadece kendi gücünle bu denli yükselmiştin, bu nedenle de kendi görüşlerine

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 17


ÖYKÜ duyduğun güven sınırsızdı.... Koltuğundan bütün dünyayı yönetiyordun... Benim gözümde hakları düşünceden değil, kendi kişiliklerinden kaynaklanan tüm tiranların o gizemli yanına sahiptin..." Kafka, çocuklar için en yıkıcı olan şeyin de farkındaydı. Onun, babası ile ilgili düşüncelerinin yazdığı satırlar; benim senin hakkındaki gizli kalmış düşüncelerime ne kadar da benziyor: "Benim için en yıkıcı olan, senin, benim için bu denli ölçü olan senin, bana koyduğun yasalara uymamandı. Böylece dünya, benim için üçe ayrılmış oluyordu; bir, köle gibi, yalnızca benim için bulunmuş ve gereklerini bilmediğim bir nedenle, hiçbir zaman tümüyle yapamadığın yasaların egemenliğinde yaşadığın bir dünya, sonra benimkinden sonsuz uzaklıkta içinde senin her şeyi yöneterek, buyruklar vererek ve bunlara uyulmamasından dolayı öfkelenerek yaşadığın ikinci bir dünya ve nihayet geri kalan insanların, buyruklardan ve boyun eğişlerden uzak, mutlu yaşadıkları üçüncü bir dünya... Ben hep utanç içindeydim... Eğitimde bana karşı kullandığın etkili, en azından benim üstümde hep etkili olan sözlü araçlar, küfür, korkutma, alay, kötü gülmeler ve -tuhaftır- kendi kendinden yakınmaydı... İnsan bir ölçüde, daha kötü bir şey yaptığının bilincine bile varamadan cezalandırılıyordu..." Evet, baba, sen, beni istediğin gibi biçimlendirdin, dekanı olduğun üniversitede okumamı, aynı üniversitede master, doktora yapmamı ve kürsü sahibi olmamı sağladın. Ama bende sürekli bir utanç duygusu da yarattın. Yaşadığım suçluluk duygusunun kaynağı da sensin. Kafka, babasıyla çatışmasının görünüşte bireysel bir baba-oğul çekişmesi gibi olduğunu, ama aslında bu çekişmenin toplumsal bir konumu bulunduğunu belirtiyor. Bu çekişmeden toplumsal sonuçlar çıkardığını yazıyor. Galiba ben, işte bir tek bunu yapamadım. Kafka, güçlülerden yalnızca nefret etmenin sebebini değil, onların düzenbazlıklarını, buyrukları ile davranışları, söz ile eylem arasındaki çelişkiyi de görmüştü. Ben ise herkesin saygı duyduğu filanın oğlu bilmem kim; Kafka’nın söylediklerini kavramış bile değilim. "Benim babam bir işadamı, bir girişimci ve bir sınıfın temsilcisiydi. Uyguladığı yetiştirme yöntemi ise, uzaktan bile onu anımsatan her şeyden kaçmam oldu. Her şeyden önce işyerinden... Önceleri orada doğal saydığım şeyler, bana acı ve utanç verdi, özellikle babamın personele karşı davranışları... Çalışanlara ‘ücretli düşmanlar’ diyordu. (-Evet baba, sen de öğrencilerine bunlar üniversitenin düşmanları derdin-) Öyleydiler de ama onlar öyle olmazdan önce kanımca sen onların ‘ücret veren düşmanları’ kesilmiştin... Bu nedenle zorunlu olarak çalışanlardan yana oldum..." Kafka, babası ile çekişmesini genelleştirirken, ben asla babama, "evet baba, sen de öğrencilerin düşmanısın" diyemedim. Kafka, babasını kendi kişiliğinde öldürmüştü. Belki bunun için büyük bir yazar oldu. "Babaya mektuptaki" babanın şu sözleri

ilginç değil mi? "birbirimizle savaştığımızı yadsımıyorum, ama savaşmak iki türlü olur. Biri mertçe savaşmaktır; bu savaşta bağımsız hasımların güçleri boy ölçüşür, herkes yalnız başınadır, kendisi için kazanır, kendisi için yenik düşer. Bir de haşaratın savaşı vardır, haşarat yalnız sokmakla kalmaz, yaşamını sürdürebilmek için kan da emer. Asıl uğraşı savaşmak olan işte böylesidir ve sen de busun. Yaşama acemisisin sen, ama bu konuma rahatça umursamaksızın yerleşebilmek için, yaşama becerisini bütünüyle senden alıp cebime soktuğumu kanıtlamaya çalışıyorum..." Evet baba, sen öldün. Yoksun. Benim hayatım ise, cebimdeki bu utanç ve suçluluk duygusu ile İstanbul şehrinde sürüp gidiyor. Benim de Kafka gibi gerçekten yaşıyor olduğuma inanmam için; İstanbul şehrini terk etmem gerekiyor belki. "Gerçekten yaşıyor olmak ve sürekli hoşnutluk duygusu için" İstanbul’dan uzak kalmalıyım. Kafka, mektubunun sonunda, "Yaşamın akışı beni hiç bir zaman sürükleyemedi, Prag’dan hiç bir zaman kurtulamadım" diye yazıyor, ama ben bu İstanbul şehrinden kurtulmalıyım. Böylece, belki senin hâlâ üzerimdeki egemenliğinden de kurtulabilirim. İstanbul’da nesneler benden daha güçlü. Bu şehre sonsuz bir yabancılaşma duygusu egemen.

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 18


ŞARK-İSLAM KLASİKLERİNDE EŞCİNSEL KÜLTÜR-VI

"Üzümcük" Diye Bir Şey… ZEKERİYA GÜN Şark-İslam klasiklerinin bir grubu da Peygamber hadislerinin toplandığı koleksiyonlardır. Bunlarda bir çok konuda çeşitli sözler yer alır. Hemen her konunun yer aldığı hadis koleksiyonlarında seks konularının da bulunduğu herkesçe bilinir. Fakat nedense bazı hadisler pek revaçta değildir. Bu koleksiyonları esas alarak hazırlanmış bir kitapta(1) hadis kitaplarının Türkçe çevirilerinde metinden çıkartılmış izlenimi uyandıran bazı hadislerle karşılaştık. Bizi şaşırtan bu hadisler, çocukları dudaklarından öperek, hatta onların dudaklarını emerek sevgi göstermeyi içeriyordu. Fakat normal karşılanabilecek bu sevgi gösterisiyle yetinilmiyor, onların "üzümcükleri"ni öpmeye kadar varan sevgi gösterileri söz konusu oluyordu. "Üzümcük" nedir, hemen açıklayalım: Çocukların cinsel organı… Konuyla ilgili hadisleri söz konusu kaynaktan alarak aynen aktarmak istiyoruz: "Ebu Hüreyre'nin bir rivayetinde Hz. Peygamber'in iki omzundaki Hasan ve Hüseyin'in sırasıyla dudaklarından öptüğünü, diğer bir rivayetinde "Hasan'ın dilini kişinin kuru hurmayı emdiği gibi emdiğini", Muaviye'nin bir rivayetinde de "acıtmaksızın Hasan'ın dudağını emdiğini" görüyoruz. Bu hususta şu iki rivayet de son derece enteresan gözüküyor: "Ebu Hüreyre bir gün Hasan İbnu Ali'ye rastlar ve "Elbiseni kaldır, ta ki Hz. Resulullah'ın öptüğünü gördüğüm yerden öpeyim" der. Hz. Hasan elbisesini karnından yukarı alır. Ebu Hüreyre göbeğinin üzerine dudaklarını koyar ve öper." İbnu Abbas da şunu nakleder: "Hz. Peygamber'i gördüm; Hüseyin'in bacaklarını ayırdı, üzümcüğünden öptü."(2) *** Müstedrek, Müsned, Taberanî gibi önemli hadis kaynaklarından yapılan bu alıntılar, alıntıyı yapan yazarın da belirttiği gibi "son derece enteresan"dır, hatta şaşırtıcıdır. Peygamber, torunlarının dudaklarından, göbeklerinden ve üzümcüklerinden öpüyor öpmesine ama böylesine bir davranışı günümüzde sergilemek cesaret isteyecektir. Hele kendi çocuğuna değil de bir başkasının çocuğuna böyle bir sevgi gösterisinde bulunmaya kalkışmak mutlaka 'sapıklık' olarak görülecektir. Gerçekten şaşırtıcı; Peygamber'in bir arkadaşı, onun torununa rastlıyor, "Elbiseni kaldır" diyor ve onu göbeğinden öpüyor. Yani yetişkin bir erkek, bir başkasının çocuğunu göbeğinden öpüyor…

Peki ulemanın bunları nasıl karşıladığı meraka değmez mi? Yine şaşırtıcı gelebilir ama İbni Battal adlı bir bilgine göre; "Çocuğun bütün uzuvlarından öpmek caizdir. Ulemanın ekserisine göre avret olmadıkça büyüklerin de bütün uzuvlarından öpmek caizdir."(3) Ulema, öpmeyi "sevgi öpmesi, merhamet öpmesi, şefkat öpmesi, hürmet öpmesi, şehvet öpmesi" diye beş kategoride değerlendiriyormuş. İbni Hacer adlı bir bilginin de bu konuyla ilgili değerlendirmesi şöyle: "Öz çocukların, akraba ve yabancı çocukların öpülmesi şefkat ve rahmet içindir; lezzet ve şehvet için değildir. Bağrına basmak, koklamak ve kucaklamak da böyledir."(4) *** Bu alıntılardan çıkan sonuçları şöyle sıralayabiliriz: -Çocukları, bütün organlarından, bu arada üzümcüklerinden (yani cinsel organlarından) da öpmek dince sakıncalı değildir. Bizzat Peygamber, torununun üzümcüğünden öpermiş çünkü. -Çocukların dili ve dudakları sadece öpülmekle yetinilmeyip emilebilir de. -İster öz çocuk olsun, isterse yabancıların çocukları olsun bunlar yapılabilir. -Avret mahalli olmadıkça büyüklerin de bütün organlarından öpülebilir. Burada büyüklerin dudakları sanırız avret mahalli sayılmıyor. Avret mahalli tabiri daha çok örtülmesi gereken organlar için kullanılmaktadır. Öyleyse büyüklerin de dudaklarından öperek sevgi göstermek dince sakıncalı olmayacaktır. *** Görüldüğü üzere iki erkeğin veya iki kadının, birbirini dudaklarından öpmesi, aslında bir sevgi gösterisidir. İşin içine şehvet ne zaman karışır, onu saptamak ise yerine göre hem zor, hem de kolay olabilir… Ayrıca insanların birbirlerine sevgi göstermek amacıyla vücutlarının herhangi bir yerinden, bu arada "üzümcüğünden" yani cinsel organından öpmesi de sakıncalı olmamalıdır. *** Şu bir gerçek: Öpüşmek gerçekten bir sevgi gösterisidir. Dudaktan, yanaktan, göbekten ve nihayet "üzümcük"ten… 1) Doç. Dr. İbrahim Canan, Hz. Peygamber'in Sünnetinde Terbiye, Tuğra Neşriyat, İstanbul, ts. 2) Canan, a.g.e., s.153. Alıntıdaki vurgulu sözcükler, yararlandığımız kaynakta aynen yer almaktadır. 3) Canan, a.g.e., s.154 4) Canan, a.g.e., s.154

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 19


AŞK

AŞK DİYE BİR ŞEY VAR! A. GALİP Son sayıdaki, bu satırların yazarına ait “Ahlâk ve çıktığından emindim. Zaten son sayıda tamamıyla geriye Hukuk” başlıklı yazıyı takip eden sayfada Şener'in “Biri çekilmiş bütün faaliyetini bana karşı bir oluşumu hasretmişti. Burada mevzu bahis bana ahlâkın ne olduğunu söylesin. Yoksa ahlâksızlıktan örgütlemeye öleceğim” cümlesini okuyunca bende bir kaygıdır başladı. olunamayacak bir görevi ifa ettikten ve sancılarım da Kaygılanmam derhal Şener'i bulup ahlâkın ne olduğunu biraz dindikten sonra derhal telefonla Ali Özbaş’a söylemek, böylece de bir canı kurtarmak telaşından ulaştım. Belki inanmayacaksınız ama görülmedik, kaynaklanmıyordu. Zira ahlâkın ne olduğunu bilmemek işitilmedik bir nezaket gayretiyle telefona alo deyip, beni yüzünden ya da bu bilgiye sahip olmamanın kişiyi tanıdığını ima eden (demek ki bir suçlu psikolojisiyle ahlâksızlığa dolayısıyla da ölüme sürüklediğine ilişkin arayacağımı yani yakalanacağını bekliyordu) birkaç herhangi bir olayı duymuşluğum, okumuşluğum yoktu. sözden sonra hal ve hatırımı sormayı bile denedi. Bense Hatta böyle bir olayın vuku bulmayacağından da sesime olağan bir telefon görüşmesi masumiyeti katarak kuramsal olarak son derece emindim. Ahlâkı temel alan her zamanki gibi büyük bir tevazu içerisinde asil ve kibar bir hukuk sisteminin geçerli olduğu kimi toplumlarda bir biçimde sorularına karşılık verip retorik sorularımı kişiler gerçekleştirmiş oldukları edimlerin toplum yönelttim. Yanıtlarını da sonuna kadar dinledim. Hem de nezdinde onaylanmama derecesine bağlı olarak ölümle iş-güç ve şahsi sıkıntılarından bunaldığımı belli cezalandırılmaları bilgim dahilindeydi ama bir kişinin etmeksizin sabırla dinledim. O ise ısrarla anlatıyordu. “öleceğim” demesine bir anlam verememiştim. Kaldı ki Bilgisayar diliyle söyleyecek olsak megabayt cinsinden, bu yüzden Şener'in öleceğine inanmamıştım da. Beni telefon diliyle söyleyecek olsak kontür cinsinden üç şiddetli bir kaygı nöbetine sürükleyen şey son üç sayıdır haneli bir rakamı oluşturacak kadar iletişim sağladıktan ahlâk üzerine ahkâm kesen yazılar kaleme almama sonra nihayet dergi ile alâkalı mevzulara gelebildik. rağmen hâlâ aynı dergide ahlâkın niteliğine ilişkin sıfır Ahlâkla ilgili onca şey yazdıktan sonra son sayıdaki bilgili yazıların yayınlanmasıydı. Bir bardak bol şekerli Şener'in yazısının hangi kaygıyla yazılmış olabileceğini ılık süt içip kaygı nöbetimi atlattıktan sonra oturup sorduğumda, benim ilk yazıdan çok önce ellerine meseleyi yeniden gözden geçirdim. İlgili yazılarıma şöyle ulaştığını ancak yeni yayımlayabildiklerini söyledi. bir göz attıktan sonra ahlâkı yeterince tanımlayamamış Olabilir diye düşündüğümden peki dedim. Başka ilgilerin, olma seçeneğini hızla eleyerek heteroseksüel biri olmam tepkilerin olup olmadığını sorduğumda ise Ali’nin derin nedeniyle derginin sorumlularından başlayıp dağıtımcısı bir iç çektiğini duydum fakat bu iç çekişi ne gibi jest ve ve okuyucularına dek uzanan şahsıma yönelik ve mimiklerle desteklediğini doğal olarak göremedim. Tam yazılarımın okunmamasını sağlamayı görev edinmiş bir da yanlış kişiyle uğraşıyorsun diye düşünmeye karşı-cephenin kurulmuş olma seçeneği üzerinde başlamışken bu kısacık iç çekiş süreci kuşkularımın yoğunlaştım. Bu konudaki kuşkularımı destekleyecek yeniden canlanmasına ve doğru iz üzerinde olduğuma yeterince kanıtlarım da vardı zaten. Yeni son sayıda, ilişkin bir inanç geliştirmeme neden oldu. İşte yakaladım kapağa “Gey ve Lezbiyen Araştırma Dergisi” ibaresinin seni Ali Özbaş diye içimden tekrar ediyordum, o ise konmasının yanı sıra Yeşim T. Başaran imzalı ve ustaca yumuşak ve samimi bir ses tonuyla yeniden konuşmaya düşünülmüş “Heteroseksüellik Bir Tercihtir” başlıklı başladı. İnancını yitirme diye kendi kendimi telkin ede yazıyla da süregelen kültürel-ideolojik süreci tersine ede dinlemeyi sürdürdüm. Uzun uzun, kırık dökük çevirerek beni bir azınlık, bir marjinal konuma anlattığı şeyleri kısaca şöyle özetleyebilirim. Yok efendim yerleştirmeye çalıştıklarını derhal anlayıverdim. Sıra ben ahlâk, hukuk, edebiyat ve eleştiri gibi ciddi ve derin açıklık kazandırmam gereken bir olaya gelmişti. Bütün bu konularda yazıyormuşum. Hayır, yazdıklarıma bir kumpasları düzenleyenlerin, oluşturulan bu karşı cephenin diyeceği yokmuş, hatta takdir ederek ve büyük bir keyifle elebaşı kim olabilirdi? Doğrusunu söylemek gerekirse iki okuyormuş, yararlanıyormuş, bilgisini artırıyormuş, falan isimden, Gaye Efendisiz’den ve Ali Özbaş’tan filan… Dergim okuyucusu da böyle düşünüyormuş ancak ilgileri daha çok kendilerinin de şüpheleniyordum. Kesin faili hakkında bir çift söz edebileceği bulmak için durumu bir daha Son sayılarda aşk üzerine konulardan yanaymış… değerlendirmeye karar verip elimde öyle tartışmalar sürüyordu ki boşalmış süt bardağıyla mutfağa Sanem Akay’ın “Zeki Müren” herkes tecrübesinden doğru yöneldiğimde şiddetli bir yazısı buna örnek verilebilirmiş. hareketle bir zamanlar mide ağrısıyla kıvranmaya başladım. Yeşim Başaran’ın aşk mefhumunu yüreklerinde ince bir neşter Dolaptaki bütün süt stokuna ek irdeleyen yazısı reytingi en fazla olarak mevcut süt tozlarını da sancısı bırakmış olan aşkı bu olan yazılardanmış. Yeşim’in aşk tüketmiş olmanın bir hediyesiydi köşesi derginin en fazla okunan kez kendileri bir cerrahi beni iki büklüm yapan mide ağrısı. sayfasıymış. Hatta okuyucular operasyona tabi tutuyorlardı. Kendimi koltuğa atıp ellerimle Yeşim’in sayfasının okunmaktan midemi bastırdığımda bütün bu yıprandığı/yırtıldığı için cereyanlı işlerin Ali Özbaş’ın başının altından mektup marifetiyle izolabant

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 20


AŞK isteklerini ifade ediyorlarmış. Bir gün vaktim olursa, ofisine uğrarsam bana da gösterebilirmiş. Bol şekerli ılık süt içme isteğimi yatıştırıp son sayılara göz attığımda Yeşim’in ilgili yazısının yer aldığı sayının ilgili (Kaos GL, S. 62, s.28-29) sayfasının yırtılmış olduğunu hayretle görüp (kimi kötü niyetli kimselerin hasetimden mahsus yırttığıma ilişkin çıkardıkları spekülasyonlara sakın kulak asmayın) Ali’den kuşkulanmakla ne denli densizlik ettiğime kanaat getirdim. Ah şu kuşku iblisi beni kandırmayı nasıl da başarmıştı. Son sayılarda aşk üzerine öyle tartışmalar sürüyordu ki herkes tecrübesinden hareketle bir zamanlar yüreklerinde ince bir neşter sancısı bırakmış olan aşkı bu kez kendileri bir cerrahi operasyona tabi tutuyorlardı. Heyecandan öylece masaya bırakıverdiğim ahizeyi hatırlayıp kulağıma tuttuğumda Ali’nin özür dileyen sesini duydum. Niyetinin kötü olduğunu bildiğini ancak şeytana uyduğunu, derginin dağıtıma verilmeden önce gizlice benim yazılarımın yer aldığı sayfalarını kestiğini bu yüzden benden özür dilediğini falan söylüyordu. Önemli olmadığını, hayır, kızmadığımı söyleyip veda ederek telefonu kapattım. Son söylediklerini aslında telefonu kapatmadan önce tam olarak algılayamamıştım. Sonradan zihnimde toparlayabildim ama artık önemli de değildi. Hiçbir şey beni meşgul edemezdi. Aşk üzerine derli toplu, oturaklı bir yazı yazmam gerekiyordu. Okuyuculara karşı bu benim birincil vazifemdi. Daha fazla bekletemezdim onları. Hekimlerin Çağdaş zarif terimlerle bezediği Bütün nevrozlar kabulüm Anladım Sayrılı ruh halleriyle yaşadığım Aşk diye bir şey var.

“Aşk nedir?” sorusu genellikle ne’dirli sorularda başımıza gelen, L. Witgeinstein’ın vurguladığı gibi, bir zihin kasılmasına neden oluyor. Bu soruya yanıt olarak ne diyeceğimizi, neyi karşılık olarak göstereceğimizi bilemeyiz. Burada bir anlam problemiyle yüzyüzeyiz ki felsefe yönüne dalacak olursak aşk gibi çekici (mi?) bir konuyu fazlasıyla çekilmez bir hale getirebiliriz. Bu aşamada böylesi bir riski yüklenmenin hiçbir anlamı yok. Öyleyse sık kullanılan bir cümleyle konuya girelim. Aşk, hayatta insanın başına gelebilecek en tatlı beladır. Nereden çıktı bu oxmoron, belanın da tatlısı olur mu? Aşk kimsenin kaçmak istemediği, kurtulmak istemediği ancak yine de bir bela olarak nitelendirdikleri yaşantı durumudur. Aşk denilen yaşantı durumu boyunca kişinin hayat seyri normal akışından çıkıyor. Aşk hali, kendine has mantık dilini ve rasyonalizasyonunu dayatıyor. Kişinin algılayış ve kavrayış düzeneği tamamen değişiyor. Sanki kişi dünyayı ve nesneleri yeniden anlamlandırıyor. Aşkın seyrine ve şiddetine bağlı olarak dayanıklılık ve tahammül gücü bir uçtan bir uca ama hep uçlarda dolaşıyor. Kişinin olağan yaşam akışı içerisinde aşk bir dönüm noktasına denk düşer. O noktadan sonra kişi belli kritik dönemleri yaşayarak yeniden olağan dönemine geri döner. Bu kritik dönemleri de başlangıç, doruk ve bitiş anı diye periyotlara bölebiliriz. Başlangıç döneminde kişi aşkının nesnesine doğru, onunla bütünleşmek için tam bir aşık rolü oynar. Kulağın sağır,

gözün kör olduğu dönemdir. Bir kaleyi fethetmek için akın düzenleyen bir ordu komutanı edasındadır aşık. Araçların hızla gözden geçirildiği ve can alıcı hamlelerin gerçekleştirildiği dönemdir. Yapılan ince hesaplar ve taktikler olağan olmayan bir ruh halinin motivasyonuna dayandığı için olabildiğince naif ve olabildiğince duygusal ağırlıktadır. Bu dönemi şöyle de özetleyebiliriz: Beyin durur kalp atar, göz konuşur dil susar Ruhların kontağıdır, trans budur vecd budur.

Bilinmeyene doğru, onu keşfetmek amacıyla yapılan bir yolculuktur. Keşfetme süreciyle birlikte aşkın ikinci periyoduna da,doruk noktasına da, ulaşmış oluruz. Bir masal ülkesine atılan ilk adımın şaşkınlığı uzun bir süre sürer. Sanki masmavi bulutların arasında pembe bir aleve doğru yapılan bir gezintidir. Aleve olan mesafe değişmez. Ona doğru yürünür ama ulaşılamaz. Çoğu zaman da ulaşılmak istenmez. Çünkü alev yakabilir. Ya da tılsımı bozulur. Kestirme yollardan özenle uzak durulur. El ele tutuşan iki kişinin hoplaya zıplaya yol alması gibidir. Ama bu yolculuk ne kadar sürebilir ki! Güneş batar. Bir zaman mehtap yardımına koşar kişilerin. Ay ışığı sonatı başlar. Gökyüzünde silme yıldızlar. Gittikçe yavaşlayan fısıldaşmalar. Yemin billah terketmem sözleri. Aradığımı buldum yanılsamaları. Senden sonrası yok halleri. Zamanı durdurmak, zamana bağlı olarak tükenen rezervleri yenilemek mümkün mü? Ağır ağır şafak sökmektedir. Ve elbette üçüncü periyod. Bitiş. Final sahnesi zengin seçenekler sunmaz. Ya onarılmaz yaralar ve kırgınlıklar ya da hafif kederli bir pozla elveda öpücüğü. Çünkü kale fethedilmiş, büyü bozulmuştur. Sayrılı ruh halleriyle yaşanan aşk diye bir şey kalır geride. Bir yaşantı durumu olarak tanımladığımız aşka ilişkin yukarıdaki kurgumuzu, kimilerinin romantik aşk kompleksi dedikleri duygusal iniş-çıkışları daha da geliştirebiliriz. Özellikle bitiş periyodunu sorgulayıcı bir yaklaşıma tabi tutabiliriz. Aşk mı bitmiştir, kişiler mi birbirlerini tüketmiştir? Yanıtı Max Frisch’den alalım: Aşkımız sona erdiği için, gücünü tükettiği için, o kişi bizim açımızdan biter… Yeni gösterilere katılma isteğimiz azalır… Düş kırıklığına uğrayan şöyle der: “Sen artık benim tanıdığım kişi değilsin.” Peki bu nedir? İnsan bir gizem için -sonuçta insan varlık bir gizemdirheyecanlı bir bulmaca için yorulmuştur. Ve böylelikle insan kendisi için bir imza yaratır. Bu sevgisiz bir edimdir, ihanettir. (aktaran Bauman 1998:120)*

Bilinmeze doğru bir keşif yolculuğu olan aşk sonunda gizeme ulaşmış ve onu derhal terk etmiştir. İki kişiyle başlayan aşk birinin “terketmesiyle” dağılmıştır. Belki de ta başından gizem sanılan şey çakışmayan, uyuşmayan bir imzaydı. Böyle de olsa, bunu anlamak için * "Aşk, cisimleşmiş emniyetsizliktir" diyen Zygmunt Bouman, Max Frisch'in bu pasajından sonra şu yorumu yapıyor: "Evet, aşk Pathos'u gizemden beslenir. Ama beslendiği gizem, kırmayı umut ettiği bir gizemdir. Merak, bilgi umududur ve umut söndüğünde, gizem kayıtsızlığa yol açar… İnsan, partnerini özgür olmaya zorlama ihtiyacını hisseder… Ama zorlanan bir partner artık özgür değildir, artık saygı görmüyordur ve artık ilgilenmeye değer değildir… İlişkiler ne kadar yakınlaşırsa o kadar yaralanmaya açık hale gelir. Aşkın çabaları başlamadan yitirilir." (s.120-121) Bauman, Z. 1998, Postmodern Etik, Çev. A. Türker, İstanbul, Ayrıntı yayınları.

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 21


AŞK yürünmesi gereken bir yoldur aşk. Hem varılacak yeri kim umursamıştır ki? Aslolan partnerdir ve mutlaka yola çıkılacaktır. Aşk Ölüme varan bir yolculukta Hatırada kalan tek manzaradır.

Birer birer yaşanan ve birer birer tükenen aşklar aslında büyük harfle başlayan Aşk’ın paydasına yazılırlar fakat bu bölme işlemi asla sonuçlanmaz. Matematiğin asla çözemeyeceği bir problem, mantığın simgeleştiremediği bir dildir. Aşk yalnızca sanatın atardamarıdır ki henüz yazılmamış bir roman, şiir, öykü, bestelenmemiş bir müzik parçası ve yapılmamış bir tablodur. Hiçbir heykeltıraşın yontamadığı mermer belki krom belki quarts. Aşk Ferhat’ın delemediği dağ, Mecnun’un aşamadığı çöldür. Aşk her ölümlünün yürekte buhar, gözde buğuyla yadettiği tek manzaradır ki yaşanmamış kaç hayat, kaç bahar tılsımı gizler, bilinmez. Aşk nasıl özetlenebilir? Değil mi ki “Güzel olan hiçbir şey hülasa edilemez” demiştir. P. Valery. Benim hatırladığım aşk manzarası ise hayatıma giren ve hepsini sağanak halinde sevmiş, tepeden tırnağa yağmurlarıyla ıslanmış olduğum kadınların, adlarını unutmuş olsam bile (mümkün mü?), kalbimde sızılarını en parlak tonlarıyla hatırladığım bitmemiş bir tuvaldir... Aşk Başlamadan bitecek korkusuyla Hep ertelenen bir yolculuktur.

Bindiğiniz bir arabanın hiç istemediğiniz bir yola sapması, trenin aniden makas değiştirmesi gibidir aşk. Yaşadığınız dünya sanki o eski, tanıdık dünya değildir. Ya da görünmez bir el sizi hiç tanımadığınız bir gezegenin ortasına bırakıvermiş gibidir. Bütün tecrübeniz sıfırlanmış en yalın masumiyetinizle ordasınızdır. Aşk belki de bir kez daha yeniden kirlenmektir. Sürekli ertelediğimiz bir yolculuğa, hiç hazırlıklı olmadığınız bir anda kılavuzsuz olarak çıkmaktır. Ne gariptir ki aşk, gideceğiniz yeri bilmediğiniz halde, geri dönüşünün olmadığını bile bile mütemadiyen uzatmak istediğiniz bir yolculuktur. Aşk, çileye ve hüzne yolculuktur. Çünkü, “mutlu aşk yoktur.” Çünkü mutlu aşkların tarihi tutulmaz, kayıtlara geçirilmez. Mutlu aşklar trajedisi olmayan aşklardır. Şarkılara, destanlara giremezler. Bu yüzden “okuduğumuz kitaplar ve dinlediğimiz şarkılarla” mahfederiz kendimizi. Her aşk, kendine biriken acıdır ve acı tarihi olmayandır. Tarihi olmayanın pedagojisi de olmaz. Bu yüzden aşk, mutlak acemiliktir. Aşkta ustalaşmak yaşamdan uzaklaşmaktır. Aşk Bir nevi ilmi simya ki alimi yoktur. Tecrübe edildikçe biriken bir cahilliktir. Bitmedi! “Aşkımla metafizik oldum” adlı bölümle sürecek.

YA AŞK DA BİR KANDIRMACAYSA?… OYA GİZEM Birçok insanın yücelttiği, sözcüklerle anlatmakta zorlandığı bir duygu; yaşamın bir parçası bazıları için, kimilerininse yaşamaktan korktuğu, uzak durduğu... Birine hayatının acısını yaşatan, ötekine yaşamın anlamını veren... Onun için geçici mutlulukların adı, şunun içinse ömür boyu sürecek olan... Kimilerine göre acizlik, kimilerine göre ise duyguların gücünün simgesi.. O kadar çok konuşuluyor, tartışılıyor (!), uğruna şiirler, hikayeler, romanlar yazılıyor da yine de hiç kimse o üç harfi yanyana getirip aynı sözcüğü sarfettiğinde aynı ortak noktada buluşamıyor karşısındakilerle. Tamam herkes aşk diyor, ama farklı sözcüklerle anlatıyorlar, farklı duygularla dile getiriyorlar, farklı yaşıyorlar... Yani bir tanımı yok, formülü ortada değil ve iksirini de bulan olmamış!... Hatta kimileri anlayamamış bile... Karmaşık bir şey değil mi? Öyle herkes anlayamaz, herkes yaşayamaz, herkes herkese anlatamaz, herkes gerçekten (!) aşkı yaşayamaz değil mi? Hatta herkesin o sözcüğü ağzına almaya da hakkı yoktur; Basit insanlar bilemez! Aşk öyle bir şey ki; herkesin dilinde ama kimin elinde? Canın isteyince aşık olamıyorsun ya da aşkına bir isim koyamıyorsun. Düşündükçe batıyorsun, düşünmeyince arıyorsun, bulamayınca “yok” diyorsun; bazen buluyorsun göremiyorsun, görüyorsan tutamıyorsun, eğer tuttuysan bırakamıyorsun, bıraktın diyelim: Unutamıyorsun! Hadi aşka bir ad bulalım; aşkın ne olduğunu sormayalım. “Aşk nedir?” değil, “aşkın adı ne?”. Hayır hayır, senin aşkının “adı ne?”,

onun aşkının “adı ne?”, onların, bunların. Şunların? Bu da olmaz değil mi? Ne söylense, ne yazılsa, ne çizilse olmuyor aslında; anlatılamıyor, anlaşılamıyor... Yani “yaşamadan” bilinemiyor değil mi? Bazen yaşadığımızı da bilemiyoruz ya! “Ne çok şey bilmiyoruz. Dolayısıyla da insan, düşünebilen, konuşabilen ama bilemeyen bir varlıktır. Bildiklerini de aklında tutamaz zaten. O halde konuşmasının ne yararı var?”* Bilmediğimiz bir şeyin varlığından nasıl söz edebiliriz ki? Durum böyleyken bir de eşcinsel aşkla heteroseksüel aşkın ayrımını yapmaya kim kalkışır, kimin kalbi dayanır, hangimizin beyni alır? Her soru işaretinden sonra bir yanıt bulan varsa o söylesin! Öyle çok düşünüyoruz ki yaşadıklarımızı ve de yaşamadıklarımızı... Kuruyoruz, parçaları yerli yerine koyuyor birleştiriyoruz; ama çözemiyoruz. Ve işte o anda her şey bir kandırmacaymış gibi geliyor insana. Çok şey var; ama aslında hiçbir şey yokmuş gibi. Hepimiz bir anlık ta olsa düşünmüşüzdür: “Acaba hayat bir kandırmacadan ibaret mi?” Ve aşkını hayatının odağına yerleştirmiş biri soruyor korkarak, içi yanarak, kulaklarındaki çınlamayla başı zonklayarak: “Hayır” demek bu kadar zor mu? Neden hiçbirinizin sesi çıkmıyor? *Murathan Mungan,Kırk Oda-Yüzyıl Uyuyan Güzel

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 22


AŞK

BU AŞK SENDEN DAHA ESKİ İBRAHİM

Bu aşk senden daha eski. Seni tanıdığım süreyle sınırlı olamayacak kadar eski. "Eskimiş" anlamında eski değil, "ezelî" anlamında eski, "kadîm" anlamında eski. Zamanı emip soğurdukça sonsuzlaşan anlamında eski. Kaç milenyum geçtikten sonra açılan Tutankamon'un mezarında loş duvarlara resmedilmiş figürlerin hiyeroglifleri arsına geçmiş görünmez bir gizem derecesinde eski. Ne zaman başlar bilinmez. Daha doğrusu aşk zannedilen duyumsamalardan hangisi gerçek ilktir, karar verilemez. Kızgın kor parçası öncelikle hangi yüreğe, nerede düşmüştür tespit edilemez. Taş devri insanının mağarasında mı, Mısır sarayında mı, bir Roma lejyon birliğinde mi, Bedevî çadırında mı, Atina kent ordusunun acemi birliğinde mi, bir Eskimo "igloo"sunda mı, Kızılderili kampında mı? Fırat'ın kıyısında ya da Aras'ın serin sularında mı, Akdeniz'in tuzunda ya da Gâvur dağlarının koynunda mı? Norveç fiyordlarında ya da Sibirya taygalarında mı, yoksa bir Hindu tapınağında ya da Kırgız yurdunda mı? Bu aşk senden daha eski İçimdeki ateş eski Giden, gelen, dönen gibi Alıştığım hüzün eski Eskilerde, Klasik Türk Müziğinin içli ve doyumsuz parçalarında yankılanır bu aşk. İcrâ eden sanatçı da aşıksa şayet ritimle, nâmeyle ve sözlerle sevişirsiniz. Zeki Müren'in sesinden "Bir demet yasemen"i dinlerken gönül telinizin titrediğini, derinlerde bir yerlerin hafiften kanadığını hissediyorsanız emin olabilirsiniz ki Zeki Bey şarkıyı söylerken sırılsıklam aşıktır. Türk Müziğinin en iyi icrâcılarının çoğunun gey olması salt rastlantı mıdır! Zeki Müren ve Bülent Ersoy'un yorumunda ifadesini bulan ekolün en eskisi, duâyeni ise, 1919 doğumlu, yaşayan efsane, Müzeyyen Senar'dır. Yer, Bursa Çelik Palas Oteli. Yıl, 1937. kuaförde,18 yaşında bir genç kızın saçları kesiliyor acele acele. Biraz sonra Ata'nın huzuruna çıkılacak. Genç kızın buğulu sesi davetlileri alıp çok uzaklara götürecek: Cânâ rakîb-i handân edersin Ben bînevâyı giryân edersin Bîgânelerle ünsiyet etme Bana cihânı zindân edersin "Bir şey anlamadık. Çok ağır valla" mı dediniz. Daha anlaşılır bir Hüseynî parça vardır belki sırada: Senden bilirim yok bana bir fayda ey gül Gül yağını eller sürünür çatlasa bülbül Seksen yaşında bir kadın Rumelihisarı'nda binlerce seyircinin karşısında canlı olarak Ormancı'yı okuyorsa, Tarkan'dan Nilüfer'e çocuğu ve torunu yaşındaki

şarkıcılarla düet tarzında oluşturduğu CD çalışması sadece iki saatini alıyorsa, sahnede dizini vurarak Zeybek oynuyorsa, Zeki Müren ve Bülent Ersoy gibi Türk Müziğinin iki devinin esin kaynağı olmuşsa kendisi de, aşkı da, sesi de, yorumu da kimselere benzemiyor demektir. Uğursuz bir gecenin ortasında, aramayacağını bile bile kulağınız telefonda, gözleriniz kızarmış halde, gönlünüze laf dinletemeden, ölümcül yalnızlığınızı sigaranız ya da içkinizle paylaşırken, geçmek bilmeyen saniyelerde Müzeyyen Senar'ın yorumuyla biraz teselli bulmaya ne dersiniz. Ben O'nu sevmiştim candan ileri Gitti de bir akşam gelmedi geri Gözümde hayali, gönlümde yeri Gurbet aramızda perdedir dağlar Aradan hasreti devirin dağlar Dağların ardındaki Pilot Reşat mıdır, Yusuf Can'ın Kurşun Gözlüsü müdür? İkisi farklı aşklar mı sizce! Zeki Müren sahneyi değil de Reşat'ın cockpit'ini seçseydi şu anda Zeki Müren'i hatırlıyor, yazıp konuşuyor olur muyduk? Yusuf Can'ın Kurşun Gözlüsü yılda bir gün yaşanan vuslatı takiben çekip Muş'a gitmese, KAOS GL sayfalarına dökülen enfes aşk anlatımları, Karaman'da sözcüklere dökülüp P.K. 53, Cebeci-Ankara'ya kanatlanır mıydı? Peki, aşk ille de eziyet ve mazohizmle iç içe mi olmalı? Nasıl olması gerektiğine karışamadığımız, başlangıcını belirleyemediğimiz gibi gidişatını da değiştiremediğimiz bir olgu aşk. Senden eski olması da, eskimemesi de bundan. Aşk, ön plana başkasını almaktır: Söyleyin güneşe bugün doğmasın Nazlı yar uykuda, benzi solmasın. Aşk, sevgilinin işkencesiyle dinginliğe erişme bahtsızlığı ya da şansıdır: Gönül aşkınla gözyaşı dökmekten usandı artık Zirâ gözlerde yaş kalmadı, sabrınla uslandı artık Dünyaya gözyaşı perdesinin arkasından bakan bir cinnettir aşk: Seher vakti burda kimler ağlamış Çimenler üstünde gözyaşları var. Çok eskilerde Romalı askerler, imparatorları Jül Sezar ile Bitinya'nın genç ve güzel kralı Nikomedes arasındaki aşkı anlatırlarmış şarkılarında. O yüzden bu aşk senden daha eski: Bahar eski, aşklar eski Sözlerindeki yalan eski Aynadaki yüzüm gibi Dudağımda gülüş eski Bu aşk senden daha eski.

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 23


YAŞAMIN İÇİNDEN

DİŞLERİ İNCİ'M… AHMET Son zamanlarda her alanda bir nostalji fırtınasıdır giderken, müzik piyasasındaki nostaljinin kraliçesi (!) Muazzez Ersoy'un son serisini (şu andaki tarzım olmasa da) ben de aldım. O yıllardaki müzik zevkime uygun olması ve geçmişi anımsatması açısından hiç de fena olmadı. Eski şarkılar insanı o masum geçmişine götürüyor. Hele geçmişte o şarkıların anıları varsa, insana çok güzel duygular yaşatıyor. İşte bu şarkılardan birisi bana "ilk platonik aşklarımdan birisini!" hatırlattı. Lise son sınıftım. Bir aile diş hekimimiz vardı. O yıllarda henüz dişçilerle tanışıklığım olmadığından(!) aile büyüklerinden ismini duyar ama gitmekten de hep korkardım. 2-3 yıl önce tanışılan bu insanı ben daha görmemiştim. Bir gün "o gün" geldi ve ben O'nunla tanışmak, dişçi koltuğunun soğukluğu ile tanışmak zorunda kaldım! Dişlerimin çoğu çürümüştü, belki de çekilecekti. O yıllarda tamamen platonik takıldığım ve olayın (eşcinselliğin) yeni yeni farkında olduğum için bunun getirdiği bir rahatlık, doğallık içindeydim. Nasılsam oydum ve hiçbir ruhsal baskı tanımıyordum! Dişçi koltuğuna oturduğumda Doktor L.'nin samimi ve nazik, adeta üstüme titreyen şefkatli yapısı beni öyle cezbetmişti ki, çekilesi dişlerimi "Kurtaralım bunları, gün aşırı dolguya gel" deyişi beni çok sevindirmişti. Çünkü O'nu daha sık görecektim. Kendisi 28 yaşında, benden 11 yaş büyük, bekâr, esmer tenli, kalın devrimci tip bıyıkları olan, boyu posu yerinde velhasıl bana göre korkunç yakışıklı, dişleri inci(!) bir dişçi idi! Koltuğa oturduğumda kendimi o kadar rahat hissediyordum ki dolgu acılarını bile hissetmiyordum (Oysa şu anda korkumdan dişçiye gidemiyorum). Acıyor mu, diyerek şefkatler içinde sorduğunda içim eriyordu. Ailece tanıştığımız için, artık iyice samimi olmuştuk. O'na "Abi" diyordum. Günaşırı okul çıkışı yanına gidiyor, dolgularımı yaptırıyordum. 15 dişin dolgusu 2 ay sürdü! Ben de diş kalmamıştı adeta. Ama O'nu göreceğim diye sabırsızlıkla bekliyordum. Hani tarihte bir hikaye vardır; yanlış hatırlamıyorsam Mecnun'un babası diş çekermiş de O'na Leyla'yı görmek için her gün dişlerini çektirirmiş. Sonunda ağzında diş kalmamış!… Gerçi ben burada biraz Leyla oluyorum. O'nunla samimiyeti oldukça ilerletmiştim. Birgün muayenehanesinde radyodan o günlerin moda parçalarından olan birisi çalıyordu. "Dalgalandım da duruldum, koştum ardından yoruldum. Binlerce güzel gördüm, en son sana vuruldum…" diyordu. "Bu şarkıya bitiyorum, çok güzel, çok hoş yahu" demişti. Ben de hemen soruverdim:"Ne o, yoksa birisi, bir anısı mı var abi?" diyerek olayı deşmeye çalıştım.

"Nerede, ne gezer, bizi kim ister, artık her türlü ilişkiye açığım, yeter ki bir sevgi olsun" deyince içimdeki o yağlar yine sıvı yapıya dönüşmüştü, tahmin edersiniz. Şimdi bunu duyar da ne yapar insan?.. Yılbaşı yaklaşıyordu. Yılbaşı hediyesi olarak O'na ne alsaydım? Kaset mi (tabii ki "o" kaset olacaktı), alsaydım, ne yapsaydım? O'na öylesine platonik bağlanmıştım ki bende ders-defter hak getire! Hep O'nu düşünüyordum. Ne üniversite sınavına hazırlık ne de başka bir şey… Belki o yıllarda değil de şimdilerde yaşasaydım o dengeyi korumak mümkündü, fakat gençlik işte… "Dalgalandım" kaseti alınmış, yalnız o şarkı dinleniyordu teybimde. Yine bir öğle sonrası, telefon açıp O'na "O şarkı"yı dinlettim. Bu defalarca tekrar edildi. Artık muayenehanesine de gidemiyordum. Yeni yıla 20 gün kalmıştı. Yeni yılı sabırsızlıkla bekliyordum. Fakat öyle mutsuzdum ki her an O'nu görmek, O'nunla olmak istiyordum. Bir gece arkadaşları ile restoranımıza geldiler. (Babamın restoranı ara sıra geldikleri mekanmış meğer!). Üç arkadaş yeyip içtiler. Bu arada ben müzik setine "Dalgalandım" kasetini koyup, sürekli O'na bakıyordum. (Ne cesaretliymişim, demek cahil cesareti diye buna diyorlar, güya sevdiği şarkıyı dinletiyorum O'na, hem de 5 defa.) Hafif çakır keyifle restorandan ayrılırken beni öpmesi, elimi ellerinin içine alarak tutması beni iyice cesaretlendirmiş olsa gerek ki, ben de O'na sarıldım öptüm ve dudaklarım dudaklarına değmişti. Platonik bir aşık ve anlama özürlü (!) olduğum için "tamam olacak bu iş galiba" diyordum. Ertesi gün O'nu ziyarete gittim. Fakat hiçbir tepki yoktu. Konuyu dün geceki anlara getirmeye çalışıyordum ama nafile, tık yok!.. Yeni yıla girmeye 15 gün kalmıştı. Baktım ki olacak gibi değil, açılamıyordur zahir garibim deyip(!) O'na bir aşk mektubu yazmaya karar verdim. Çocukluk işte! O'nu sevdiğimi, bunun hiçbir cinsel mana taşımadığını (gerçekten öyleydi) ve hatta O'nun kaderim olduğunu uzunca yazdım. Eğer bana ilgi duyuyorsa hiç çekinmeden(!) açılmasını, şöyle bir çevresine bakınca beni farkedeceğini, kimliğimi anlayacağını, benden utanmamasını tavsiye ettim. Aslında çocuk yaşta olsa bile galiba ben ilk coming-out'umu o yaşlarda yapmışım da farkında değilmişim. Yine de adımı yazmamıştım. Böyle bir eğilimi olmazsa nasılsa ben aklına gelmezdim ya! Oysa "Seninle daha 3 ay önce tanıştık" diyor, birçok açık veriyor, yaşımı bile söylüyordum. Hem okumuş, hem de akıllı birisiydi. Aptal

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 24


YAŞAMIN İÇİNDEN hiç değildi. İnsan o yıllarda çok farklı düşünüyor ve gözü karardığı için hiçbir şeyi görmüyor. Hani, "aşık herkesi kör, dört tarafını duvar zanneder" derler ya, işte benimki de o misal… Bu mektubu postaladım ve 10-12 gün hiç görüşmedik. Gerçi telefonla o şarkıyı dinletiyor, sessiz kalarak kendimi saklıyordum! Yeni yıla iki gün kalmıştı. Çarşıya çıktım ve sevgilime neler satın aldım sormayın. İyi ki almışım. O yıllardaki heyecanı yıllarca unutamadım. Zaten sonra da yaşamadım, galiba yaşayamıyorum ve artık yaşayamayacağım! Artık yeni yılın, yılbaşının bir tadı yok. Yılbaşı gelirken kulağımdaki Fransız müzikleri, Paris'te geçirilecek olası yılbaşı gecesi, hayaller vs. vs.... artık yok. O nedenle iyi ki o heyecanlar yaşanmış gönlümde… Hediye almak, özel bir yerde, özel birisi ile yeni yılı karşılama hayallerim bile öldü gibi. Zaten önce hayaller ölürmüş… Neyse, O'na bir kaset (o kaset), bir ipek kravat, anahtarlık, bir de muayenehanesine bir tablo aldım. Tabloda hırçın dalgaların resmi vardı. Sanki O'na dalgalandım, sana vuruldum diyordum… Eski yılın son günü, okuldan çıkınca soluğu orada aldım. Hastası kalmamıştı. Az sonra kapatacağını söylüyordu ve yüzü de çok değişikti. Nedenini sorduğumda yorgun olduğunu belirtti. Yeni yılını kutlayıp o tatlı ve tombiş yanaklarından doya doya öptüm ve hediyesini verdim. Hiç konuşmadı. Sonra, "Hayatta hiçkimseye hediye almayı" beceremediğini, şu anahtarlığa öyle ihtiyacı olduğunu ve çok sevindiğini söyleyerek beni öptü. Kaseti de açıp hemen teybe koyarak gülümsemeye başladı. Değişik gülüyordu ve ben anlamışçasına kızardım. Birdenbire "Sen bana bir mektup yazdın mı?" diye pat sordu. Utanmanın, belki de küçük düşmenin korkusuyla "Hayır, ne mektubu, hayırdır, nasıl bir mektup" diyerek kendimi toparladım. Alaysı bir gülümsemeyle, "Hiç, gayet dostane bir mektuptu, sevgiyi anlatan hoş bir mektup, ama benim için boş bir mektup" dedi. Dünyam yıkılmıştı. Ben de "Hoş mektupsa neden sevmedin, gurur duymalısın" dedim. "Olmaz, olamaz, olması zor" deyip, sessizce "keşke olsa" deyip uzatmayarak başka şeylerden bahsederek konuyu değiştirdi. Beni anlamıştı fakat beni üzmek istemiyordu. Bana yeni yılı nasıl geçireceğini söyledi. O yıllarda tek eğlencemiz televizyon olduğundan akşamki programdan bahsetti. Ben O'nu dinleyemiyordum. Yolların kalabalıklığını bahane ederek, tekrar iyi yıllar diledim ve kaçarcasına oradan uzaklaştım. Dolgularımdan birisi de bozulmuştu, tekrarı için üç gün sonraya randevu verdi. O yılbaşı gecesini nasıl geçirdiğimi tahmin edebilirsiniz… Üç gün sonra muayenehanede bana öyle soğuk davranıyordu ki sanki O adam gitmiş de, duygusuz, ruhsuz biri gelmişti yerine. İsyan ediyordum. İnsanlar neden böyleydi? Çıkarlarına dokununca karakterlerindeki bu ani değişim neden? Zaten hep böyle değil midir? İnsanlar böyle anlarda tavır koyup, mesafeli olmak isterler. Neden böyle bir değişime gerek duyarlar? Hiç anlamam, anlamadım, anlayamayacağım galiba. Birkaç gün sonra gittiğimde parmağına bir yüzük takmıştı. Sözümona nişanlı imajı çizmişti kendisine. Aklısıra beni soğutacaktı. Eline bir gazete (Tan Gazetesi) almış (hem de bir diş hekimi!) "Şu kadınlara bak yahu,

insanın böylesi bir hatunla yataktan çıkası gelmez" dediğinde bende o soğuk rüzgârlar esmişti zaten. Sevgi yapraklarım uçmuş, fırtınalı dalgalarım durulmuştu. Oysa benimle açık açık konuşup, böyle bir olayın tercihine veya görüşüne ters geldiğini olgunlukla belirtebilirdi. Belki de küçüğüm, ağlarım, üzerim diye bunu tercih etmişti. Oysa beni ağlatması daha iyi olurdu. Veda ederken "Ne olur beni hep hatırla" demesi daha çok canımı acıtmıştı. Meğer içi öylesine acımış ki, bunu yıllar sonra anladım. Evde günlerce ağladım. Ama artık görmek de istemiyordum. Tek taraflı bir aşk ancak bu kadar yaşanabilirdi. (Gerçi şu günlerde geyliğini benimse(miş) insanlar bile kendinden soğutmak için aynı taktiği uyguluyor!) Daha sonra ben üniversiteye başladım. Fakat o hep içimde bir ukde olarak kalmıştı… Fakülteyi bitirmiş, yıllar sonra ailemden birisi için O'nun yanına gitmek zorunda kalmıştım. Aradan 10 yıl geçmişti. Saçlarına kır düşmüş, evlenmiş, bir kızı olmuştu. Üç yıl öncesine kadar bekar olduğunu, o'nu seven birisinin olmadığını, galiba eski bir sevgili ahı aldığını söyledi gülerek! Yıllar O'nu olgunlaştırmış, daha hoş yapmıştı. Yine sıcak ve sevecendi. Yine o eski mükemmel doktor L. idi. Fakat bu kez O'na aşık olmadım, içim kıpırdamadı. Çünkü O'nu eski bir sevgili olarak saklamış fakat dediği gibi, unutmamıştım. Bana ne yaptığımı sordu. İçimdeki çocuğun ve çocukça sevgilerin ölmediğini(!) söyledim. Artık daha cesur olduğumu söyleyerek O'na mutluluklar diledim… Bakışlarımızla konuştuk ve gözlerimiz doldu… İşte böyle… Yıllar sonra dinlediğim bir şarkı beni nerelere götürdü. O yılları sizinle paylaşmak istedim. Platonik aşkların tatları başka. Yıllar geçse de insanın içindeki bütün güzellikleri saklı tutuyor. Bu aşklar gerçeğe dönüşmese bile öyle kutsal ki, insanın içinde hep yaşıyor. Çocuklukta belki de cahil bir cesaretle yapılan kısmi bir açılma insana bir güven kazandırmıyor değil, fakat toplum değer yargıları öylesine acımasız ki, olaya saygı duyan, belki de katılan bir hekimi bile korkutuyor! Homofobi insanları öyle esir almış ki, geylere karşı saygısı olan bir heteroyu bazen daha çok takdir ediyorum. Oysa yaşayamadığımız "homolar arası duygusal ilişkiler" yıllar sonra yüreğimizi öylesine acıtıyor ki… En uygun, doğru dediğimiz ikili ilişkilerimizde bile bu dengeyi kuramıyoruz. İçimizi rahatsız eden şeyleri anında söyleyemiyor, "dişleri inci'm" gibi olayı kesip başka yönlere aktarıyoruz. İnkarcı oluyoruz, kaçağı oynuyoruz. Sevemiyor, sevmekten korkuyoruz. Diyalog kuramıyor, konuşamıyoruz. Üzer miyim, kırar mıyım, unutulur muyum korkusu (!) mu bu, yoksa korkak karakterimiz mi? Fakat her zaman söylediğim gibi, hiç değilse ikili ilişkilerimizde biraz daha yürekli olalım… Çevre baskısı, kabul etmeyen toplum, bir araya gelemeyiz gibi beylik lafları bırakıp deneyelim, hem de yüreklice! Dalgalar belki bir çok çakıl, kum tanesi götürecek, fakat varsın götürsünler, sahile bir gün başka kum taneleri gelecektir ve belki de denizler, kumsallar daha güzelleşecektir... Yine de durgun denizler diliyor, "en son vurgunlara" diyorum… "En son sana vuruldum" demek nasip olsun diyor, yeni yılınızı kutluyorum.

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 25


ŞİİR SEVGİLİM ÖLÜ ASKER Cehennemin en bahtiyar bahçıvanı olmaya razıyım Ah koklasam! Koklasam gerdanında gizli gül bahçesini Ama senin ölmen gerekiyordu tezelden ölmen Yoksa dinmez ki bu kalbimdeki sınırsız melofi Yoksa devrilmezdi uzun ulu çınarlar Yoksa devrilmezdi heybetimin dağları Ay şimdi gelme hatırıma şavkınla şimalinle Böyle dönmem böyle dönmem ki ben eski bildiklerime Ah bu beden, ah bu bedel, ya gönlün acıya meyli Ah bu karanlığı berrak zindanların huzuru Korkusuz bağışlasam tenimi en mahrem yerlerine Teslim etsem yenildiğim bakireye hakkını Kendimin bildiğin bedeviler ganimeti- ama değil! Gelgeç bi gelgeç nolur, bu sevdalı denizinden Gelgeç ki gelgeç senin o sevda dediğin Ama ay bana sunsa karaltısını emin emin birkere Birkere sarmalasam şiiri o amelsiz terlerine Birkere sorgulasam şiir ile şairi Bir kere daha ölsem belki bin- bilmiyorum Çocuklar unutsa gülmeyi, döle yatsa yatırılsa rahimler Ölse ölse aksakallı dervişlerin ebedi gerçekleri Ama yinede ben böyle dindiremem içimdeki sancıyı Ölmen gerekiyorsa öl, gitmen gerekiyorsa git Ah dinmez yine de dinmez, ne sanrılar ne sızılar Ama birkere sürsem yüzümü o kutsal gül bahçesine Sonra ilahi olsa küçük sarı kasımpatları Sonra infilak etse dikensiz gül gövdeleri Sonra ben oturup söylesem, söylesem içli ağır şarkılar Sen saklasan damağında şerbet tadımı Sonra şiir söylese, şair dinlese, ağlasa aşk masalları Yayılsa cihana sihirimin buhurdan kokuları ANLASAN, AĞLASAN, AZALSAN tane tane gür NE SEN KALSAN GERİYE NE GÜL BAHÇESİ NE DE BENİM BÜYÜTTÜĞÜM küçük SARI KASIMPATLARI ŞAKİR

(Sen

benim, bu sıkışıp kaldığım, nefes alamadığım, ucuz, adi ve pislik insan furyasında, yüzüne bakıp aydınlandığım, sesini duyup "oh çok şükür yaşıyormuşum" diyebildiğim tek insansın… Ne olur kendine hep iyi bak, çünkü bu arabesk ve çıkar ve hainleştirilmeye çalışılan dünyanın inan senin gibilere ihtiyacı var.)

Ayrılığın Bir Kadeh Rakı Ya da 7x7= Maraşlı -Elbette Ahmet'eAcılarıma tohum ekilen kenttesin, Şimdi de İzmir'desin öyle mi? Martılara iyi bak madem öyle Çocukken simit verirdim çoğuna Beni konuşursun belki birkaçıyla olur a!.. Deniz de kok iyice, adamakıllı Çocukluğumun parklarına da bir göz at dilersen Belki birinde; dilsiz acıları salıncaklarda kalmış bir çocuk görürsün -kıvırcık ve sümüklüSaçlarını okşa onun ne olur Ankara serinler, yüreğim ferahlar emin ol… Bir de yüreğini iyi koru, hainden-itten uzak dur… Beni sorarsan eğer, Bir taşıtla uçsam yanına, bulsam seni Ege'de Oturur ağlarım denize Yorulurum her adrese seni sormaktan, dallanır acım İçerim, sarhoş-sarsak Kordon'a düşerim… Burada çirkin adamlar, gizli yüreklerini, temiz yüreğime kusuyor Şehrin cinnet bulvarlarında aklımdan seri cinayetler geçiyor. Ama sakın aldırma Dönüşün düğünüm olur halaylarla, umutlarım yeşerir, Irmaklar çağlar Yoksun ya yüreğimin sancısı ondan yüreğim ağlar… Erken dön Maraşlım, Hem İzmir nere, Maraş nere Ankara'ysa bu uzak bozkır, bozkır da gözüyaşlı bir dere Palaslar yalnız, bulvarlar sensiz, parklar gurbet Bu acil gidiş neden?… Dön artık doğunun esmer adamı, bir gün daha erken… Ellerinin nasırı yüreğimde mıhlı Gözlerinin karası gözlerimde saklı Ah o gözler… gözlerin… gözlerin… her neyse…

Önce hüzünlerimi kaybet Bir çocuk oyununda Sonra taht kur Yalnızlığımın sonsuzluğunda Önce içine al beni Sonra sil bütün dünyayı Ve bir daha kirlenmeyeceğinin güveniyle Ateşlere at kirli bezleri Sonra yeniden doğur beni... 10 Ocak 2000, ANKARA

BAHAR

Seni götüren sabah dokuzbuçuklara öfkem var artık. Apo söyledi, ben aramadan az önceymiş Telefonun dokuz tuşu iki damla yaşla ıslandı Burnumu çektim, ellerim sızladı… Her neyse… anlatacaklarım olmadı pek Kendine iyi bak, yüreğini hep ak tut Senin ve hüzünlerinin en sabıkalı yerlerini hasretle kucaklıyorum Çabuk dön Ahmet'im bekliyorum… -Hem şunu da unutma: hayatın ağız dolusu ettiği küfürlerden en babası mıhlı yüreğimin en "cız" yerinde: YALNIZLIK-

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 26

EZGİ


KARADENİZ'İN KARANLIKTAKİ YÜZÜ COŞKUN DURMUŞ Derin, koyu mavi renkli, fırtınalı, hırçın denizi, birbirine omuz vermiş yüksek dağları yamaçlarıyla ve yemyeşil örtüsü altında kendini saklamaya çalışan vahşi doğasıyla, özeldir Karadeniz. Doğanın bu vahşiliği sanki insanlarının kişiliğine de yansımıştır. Kendinden olana canını bile feda edebilen Karadeniz insanı, yabancıya hep şüpheyle bakar. Aşırı bir milliyetçiliğe sahiptirler. Trabzonspor özellikle doğu Karadeniz insanının canıdır, biricik namusudur. Bu nedenle Trabzonspor yenildiği an, yediden yetmişe bölge insanı derin bir acı duyar ve rakip takım otobüsle bölgeyi terk ederken yamaçlardan taş yağmuruna tutulur. İnatçıdır Karadeniz insanı. Saplantılıdır. Kendi doğruları dışına çıktıysanız çekinmeden size silahını doğrultabilir. Kabadır, güçlüdür, ihtiraslıdır bu beyaz tenli insanlar. Sahil boylarında sarışın, daha iç kesimlerde kumraldır Karadeniz insanı. Ama hepsi de çok tutucu ve din bağnazıdırlar. Ramazan'da yolda sakız çiğnemeniz, dayak yemeniz için yeterli bir nedendir. İkna edilmeleri zordur ve yoğun yaşadıkları duyguları ani değişiklik gösterir. Çok sevinçliyken birden çok sinirlenebilir de. Karadeniz insanının heyecanlı ve asi bir ruha sahip olması, bölgede çok yaygın görülen panik atak ve tansiyon rahatsızlıklarının nedeni olabilir. Romatizmanın yaygın olması ise, bölgenin aşırı yağmurlu ve rutubetli havasındandır. Yeşil dağların yükseklerinde 200 veya 300'er haneli köylerde genellikle kadınlar tarlada çalışır, sırtında yük taşırken erkekler kahvelerde oturur. Çünkü töreler gereği kadın köyde tarlada erkekler şehirlerde çalışmalıdır. Bu köylerde ruhsatsız silahı olmayan insan yoktur. Namusları için yaşayan bu insanlar silahı güçlü olmanın simgesi ve namuslarının biricik güvencesi olarak görürler. Bu bölgede bütün özel anlar (ayrılışlar, kavuşmalar, düğünler, törenler, asker uğurlamaları, vs...) silah atışıyla kutlanır. Bölge, yazları yayla şenlikleri (özellikle Sultan Murat yaylası), Sümela manastırı, Giresun Kalesi, eski Rum evleri ve kiliseler gibi tarihi eserleriyle, yeşil doğa güzellikleriyle (özellikle Uzungöl) potansiyel bir turizm cenneti durumundadır. Nataşalarla beraber sahil şehirlerinde esen seks

fırtınası, şimdilerde caddelerden, meydanlardan kapalı mekanlara, otellere taşınmış, bavul ticareti ise bitme noktasına gelmiş. Bölge tütün, fındık, çay üretimiyle ün kazanmış ama dağlık bölge olması nedeniyle sınırlı olan tarım arazileri, artan nüfusa yeterli gelmez ve bölge, Türkiye'nin batısına doğru büyük bir göç verir. Bu göç nedeniyle gelen ayrılıklar, ayrı kalışlar, özlemler, gurbetler, kültür çatışması bölge insanlarının halen kaderi durumunda. Bölgeden göç bazen kalıcı, bazen ise mevsimliktir. Yani bazı aileler kışın büyük şehirlere gidiyor, yazın ise tarım veya tatil için köylere geri dönüyor. Şehre göçen eski kuşaklar genellikle inşaatçılıkla uğraşırdı. Örneğin İstanbul'da 1950'lerde Karadeniz bölgesinden gelen insanlar, inşaatçılığı Rumların elinden devralmışlardır. Yeni kuşaklar arasında ise büfecilik, lokantacılığın yanısıra okuyarak meslek edinme oranı hayli yükselmiştir. Karadeniz bölgesinde homoseksüellikten söz etmeniz büyük cesaret ister. Özellikle hem Karadenizli hem homoseksüel olduğunuzu açıklarsanız, linç edilmeniz olası sonuçlar arasındadır. Yani turist olup da eşcinsel olmanız bir derece kabul görse de, Karadenizli olup da eşcinsel olmanız, tam bir infial yaratır. Oysa bölge dışındaki büyük şehirlerde, bir Karadenizli erkekle homoseksüel ilişki kurmanız, genel Türk erkeği yaklaşımıyla mümkündür. Fakat bu ilişkide dahi Karadeniz erkeğinin soğukluğunu farkedersiniz. Ön sevişme, sıcak dokunuşlar yoktur bu beraberlikte. Yani doğulu Kürt erkeklerdeki duygusallığı, sıcaklığı ve Kürt erkeğinin erkek tenine olan yakınlığını, alışkanlığını Karadeniz erkeğinde bulmanız oldukça zordur. Karadeniz erkeği erkek tenine uzaktır, yabancıdır ve soğuktur. Bu nedenle ilişki sadece "penetrasyon" yani "delme" şeklinde gerçekleşir. Doğulu erkeğin duygusal olması nedeniyle sadık olma özelliğinden bahsedebiliriz ama, Karadeniz erkeğinin homoseksüellik olayını bir "realite", gerçeklik olarak görmediğinden, bu ilişkiye ihanet etme ihtimali daha yüksektir.

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 27


SANDIK ODASINDAN

GERÇEK ÇOCUK SAHTE ÇOCUKLUK GAYE EFENDİSİZ Bu yazı, Kasım 1995'de, dönemin gazete haberlerinden hareketle hazırlanmıştı. Bugün yeniden yayınlamamızın iki nedeni bulunuyor: Öncelikle "Sandık Odasından" adıyla bir bölüm başlatmış bulunuyoruz. Bu bölümde daha önce yayınlanmış, tekrar edilmesinin faydalı olacağını düşündüğümüz yazılara yer vereceğiz. Bilinir, çocuk konusu en nazik konudur. Gazetelerin ilk sayfasından arka sayfasına, "üçüncü sayfasından" ekonomi sayfasına, neredeyse her bölüme girebilen çok az "haber"den biridir "çocuk" haberleri. En son "çocuğunu çalıştıran hapse girecek" haberini okuyunca "gerçek çocuk - sahte çocukluk" ile başlayalım diye düşündük. Heteroseksüel toplumun popüler önyargılarından biridir: Özellikle erkek eşcinseller, çocukları ayartırlar ve cinsel istismarda bulunurlar!!! Önyargı dedik, adı üstünde peşin hüküm. Önyargının ortaya çıkışında ve devamında cehaletin payı olmakla birlikte, sözkonusu durum tek başına cahillerden kaynaklanmaz. Önemli olan “önyargı”nın işlevidir. Çocukların cinsel istismarı konusunda, eşcinsellerin günah keçisi olarak görülüp lanetlenmesi, herşeyden önce birçok gerçeği gölgeleme işlevi görür. Vicdanlar rahatlatılır ve kolaya kaçılır. Böylece mevcut işleyişi sorgulamak zorunda kalınmaz. Sözkonusu önyargının pekişmesine ve canlılığını korumasına bilim cephesi de katkıda bulunur. Eşcinsellerin özellikle gelişme çağındaki çocuklara kötü örnek oldukları, bilim, (psikoloji, pedagoji ve diğerleri) tarafından iddia edilir ve anne-babalar sürekli uyarılır. Toplumsal ve zihinsel (heteroseksüel erkek egemen ideoloji olarak) biçimlendirme ve kalıplara uydurma sürecinde en küçük bir “uyumsuzluk”, yönelim sorunu olarak damgalanır ve müdahale edilir. Başta aile, okul ve medya olmak üzere bir bütün olarak heteroseksüel toplumun kurumlarınca kuşatma altında tutulan çocuk, gerçekten de cinsel istismara ve sömürüye maruz kalmaktadır. Ama ister kabul edilsin, ister edilmesin bu istismar ve sömürü eşcinsellerin işi değildir. Önyargılardan ve ideolojik gölgelemelerden kendimizi kurtarabilirsek şayet gerçeklere gözümüzü açtığımızda tam tersini göreceğiz. Bir eşcinselim ve niyetim eşcinselleri savunmak değil. Yani eşcinselci değilim. Amacım medyadan derlediğim bilgi ve haberler ışığında çocuklarla ilgili bir döküm yapmak. Çocuklarla ilgili olarak cinsel istismar, çalışma, açlık, hastalık, fuhuş konularında nesnel bir yaklaşım karşımıza iki gerçeği çıkarıyor. Heteroseksüel kurumlar ve kapitalizm, çocukların düşmanıdır. Binlerce yalan eşliğinde, ama apaçık bir şekilde çocukları istismar ediyor, sömürüyor ve öldürüyor.

dehşete düşürebilecek bu durum çok da uzun bir dönemi kapsıyor. Bunu bilmek bize ne kazandırır? Kabul etmek gerekir ki toplumsal hafızaya sahip olmayan ve de düşten yoksun modern toplumun insanı, güncele mahkum olduğu için hiç bir şey kazandırmaz. Düz doğrusal bir gelişme mantığına saplanmış, ilerlemek için ilerleyen bir toplumdan bakıldığında sözkonusu durum tek kelimeyle “ilkellik” olarak adlandırılacaktır. Günümüzde, modern aile olarak ortaya çıkan ve neredeyse bütün toplumlarda görülen aile kurumu, kapitalizmin ürünü olarak gelişti ve onun ihtiyaçları doğrultusunda örgütlendi ve kurumsallaştı. Özel mülkiyetten ayrı düşünmenin mümkün olmadığı çekirdek aile aslında işleyiş ve yapı itibariyle küçük bir devlet olarak görülebilir. Erkek (baba-koca) egemen bir yapıda hiyerarşik olarak örgütlenmiştir. Kesinlikle şeffaf değildir ve her türlü baskı, şiddet, istismar ve sömürüye açıktır. (Burada şunun ya da bunun ailesinden söz etmiyorum. Kurumsallaşmış aile modelinden bahsediyorum.) Heteroseksüel erkek egemen ideolojinin yeniden üretildiği en önemli kurumlardan biridir. Miras aktarımı yoluyla özel mülkiyetin sürekliliğini sağlar. Böyle bir ortamda dünyaya gelen çocuk, özerk olamaz ve aile’nin, daha doğrusu baba’nın malıdır. Çocuk’un bir insan olarak kendini bedensel ve ruhsal var edişine ve geliştirmesine

Çocuk-luk: İnsanın ilk hapishanesi İnsan, biyo-psişik bir doğal canlı olarak dünyaya geldiğinde, içinde yaşadığı ortamı tanımaya ve kendini varetmeye yöneliktir. Bu süreç, tarih boyunca farklı şekillerde kendini göstermiştir. Yani, günümüzdeki, çekirdek olarak da adlandırılan modern aile tek seçenek değildir. Antropolojiden öğreniyoruz ki bir zamanlar “baba” bile yoktu. Toplumsal anlamda yoktu çünkü çocuğu doğuran kadındı ve bir ikinci kişinin katkısı bilinmiyordu ve tanınmıyordu. Modern toplumun insanını

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 28


SANDIK ODASINDAN asla izin verilmez. Böyle bir şey düşünülmez bile. “Çocukluk” denilen kategorik bir sürece tabi tutulur ve bu süreci başarıyla tamamlaması beklenir; daha doğrusu zorlanır. Davranışsal ve ideolojik kalıplara sorun çıkarmadan uyuyorsa, artık o başarılı ve iyi bir çocuk’tur! Açıktır ki bu “başarı” çocuğun kendisi için değil ana-baba ve toplum içindir. En küçük bir yön değişimi ya da tutukluk asla cezasız kalmaz. “Çocukluk” insanın maruz kaldığı ilk kuşatmadır. Bu kuşatmanın gölgelenmesi için yalanların ve saçmalıkların ardı arkası kesilmez. Çocuk, teslim olduğu oranda ödüllendirilir. Modern toplumda kırk parçaya bölünmüş insan hayatının ilk hapishanesidir. Bazen çam ormanları içinde, temiz ve havadar bir hapishane olması sonucu değiştirmez. Kurumsallaşmış aileden başka, bu hapishanenin en sağlam duvarlarından biri de okul’dur. Okul, ölçer ve sınava tabi tutar. Asla öğretmez. Artık arkasından gençlik ve yaşlılık gelir. Kişi daha ne oluyor, demeye fırsat bulamadan ya ölür gider ya da bir köşede ölümü bekler. Peki, sürekli bir yarış hali olarak dayatılan bu, hayat denilen süreç başka türlü örgütlenemez mi? Çocuk, rotasını yitirmiş bir gemi midir ki istediği şekilde yol almasına izin verilmez? Doğal olarak bu soruları kendimize soruyorum. Yoksa, çocuğu bir mal olarak görenlerin ve hükmedenlerin bu sorulara ne yanıt vereceği bellidir. Bana göre çok çok abartılan ve binlerce yalanla süslenen “çocukluk”, çocuk’un en başta kurtulması gereken bir durumdur. Çünkü ‘çocukluk’, paylaşım ve dayanışmayı barındırmaz ve çocuk’u aciz ve zavallı bir yaratık olarak tanımlar. Çocuğa, yardımcı olmaz, yol gösterir; önermez, dayatır. Ödül ve ceza ile yola getirir. “Çocukluk”, çocuk’a rağmen bir tanımlamadır, dayatmadır. Kapitalist toplumda, “çocukluk” çocuk için bir işkence, istismar ve sömürü dönemidir. “Önce çocuklar ve kadınlar” kapitalizmin en büyük yalanı olarak günümüze kadar gelmiştir. İnsanın hayatını bölen, parçalayan Kapitalist toplum (modern toplum), “bütün çocuklar” genel yalanıyla, çocukların parçalanmışlığını da gölgeler. Toplumdan yalıtılmış burjuva çocuklarının dışında kalan çoğunluğun üzerine, “önce çocuklar” yalan perdesinin gölgesi bile vurmaz. En geri kalmışından en gelişmişine kadar kapitalist toplumlarda çocuklar alınır satılırlar, hastalıkta ve savaşta önce onlar ölür, çalışmak ve fuhuş yapmak zorunda bırakılırlar. Çocuklara karşı fiili bir savaş olduğunu söylemek aslında hiç de abartı sayılmaz. Heteroseksüel ve otoriter kurumsallaşma, çocuğa, bedensel ve ruhsal yöneliminde asla seçim hakkı tanımadığı gibi bütün bunlardan vazgeçtik kapitalist toplumda çocuk, bir canlı olarak ölüm kalım sorunuyla karşı karşıyadır. Böyle bir cehennemde sıranın eşcinsellere gelebilmesi için ya katıksız bir eşcinsel düşmanı olmak lazım ya da eşcinseller hakkında hiçbir şey bilmeyen kör bir cahil olmak lazım. (Bu arada kültürel ikiyüzlülüklere girmeyeceğim. 12-14 yaşlarındaki çocukları evlendirebilen bir kültür aynı yaştaki bir çocuğun kendi cinsinden biriyle bir ilişki geliştirmesini ise sapıklık olarak görebiliyor. Ya da İngiltere’deki yaş mücadelesini hatırlayın. Heteroseksüeller için 16 yaş

cinsel paylaşım için yasalken, heteroseksist egemenler, eşcinseller için ancak 18’e kadar izin veriyor. Biz bu ikiyüzlülüğü ve çifte standartı lanetliyoruz ve yaşının ne olduğuna bakılmaksızın, kendi cinselliğini araştırmak ve geliştirmek her bireyin hakkıdır diye düşünüyoruz.) Çocuğun kuşatıldığı en önemli kurumlardan biri olan kurumsallaşmış aileden başlayabiliriz. Sınırlı sayıda pedagog, terapist, psikolog, psikiyatrı saymazsak çoğunluğu antropoloji ve sosyoloji bilmezler. Bilmek de istemezler. Psikanalizinden diğer psikoloji akımlarına neredeyse tamamı çekirdek aileyi veri olarak alırlar. Mutlakçı bir yaklaşımla genelleştirirler ve başka bir seçenek düşünmezler. Çekirdek aile parçalandığında, yapabilecekleri hiçbir şey yoktur. Parçalanmadan vazgeçtik dönüşüme bile açık değildirler. Aile, okul ve bilim cephesi tam bir işbirliği içinde çalışırlar. İşte, bu cenderede çocuk, gerçekten savunmasızdır. Kurumsallaşmış aile’de ilişkiler özgür değildir. Bilerek ve isteyerek seçilen bir paylaşım ve dayanışma görülmez aile kurumunda. İlişkileri, bencillik, sahiplenme, ödül ve ceza biçimlendirir. Böyle bir ortamda çocuk, ortalık malıdır. Baba’nın elinden kurtulsa annenin elinde kalır. Çocuk da kedinin kuyruğunu çekmekle yetinmek zorunda kalır! Kedinin kuyruğu ile yetinmeyen çocuklar ise öldürmeyi bile seçebilirler. Kocaeli’de kurulan ‘Alo Çocuk İmdat’ servisine başvuruların çoğunlukla cinsel taciz ve şiddetten şikayetçi oldukları ortaya çıkıyor. ABD’de ve Almanya”da elde edilen araştırma verilerine göre her dört çocuktan biri cinsel istismara uğramaktadır. Saldırgan çoğu kez erkektir (%90) ve çocuğun iyi tanıdığı biridir. Sıklıkla ailenin bir üyesidir (baba, üvey baba, büyük amca, amca, dayı, erkek kardeş) ya da çocuğun güven beslediği bir kimsedir (papaz, öğretmen, doktor, çocuk bakıcısı). Çocuklara yönelik cinsel istismar bütün sosya-ekonomik sınıflarda görülmektedir. Saldırgan ‘normal’ olarak tanınan bir kişidir. Çocukların aile içindeki cinsel istismarı ülkemizde de yaygın olmasına rağmen bu konu hâlâ bir tabu niteliği taşımaktadır. Türkiye’de çocukların fiziksel istismarı konusunda ise anneler başı çekiyor. Aslında bu durum çok normaldir. Koca’ya eli kalkmayan annenin gücü çocuğa yeter. Kurumsallaşmış aile’yi eleştirmeye yanaşmayanlar, bu konuda cani anneler yaratmada birbirleriyle yarışırlar. Medya hemen ortamı körükler. Aileler çıldırır falan. Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın yaptığı araştırmaya göre polis tarafından cinsel saldırıya (taciz ve tecavüz) uğrayan kadınlarla birlikte, çocukların da cinsel tacize maruz kaldıklarını görüyoruz. Ayrıca Türkiye zindanlarında 1356 çocuk tutuklu, 764 çocuk hükümlü bulunuyor. Dünyada 30 milyon çocuk, kendi başlarının çaresine bakmak üzere kent caddelerine bırakılıyor. Ayrıca ABD’de evsizlerin %31’ini çocuklu aileler oluşturmaktadır. Brezilya’da sokak çocukları, devletin bilgisi dahilinde sokaklarda öldürülmektedir. Türkiye’de de sokaklarda yaşayan çocuklar bilinen bir gerçekliktir. Bu çocuklar özellikle medya, esnaf ve polis kıskacında

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 29


SANDIK ODASINDAN yaşama mücadelesi vermektedirler. Medya, her konuda olduğu gibi çocuklar konusunda da tam bir ikiyüzlülüğe sahiptir. Örneğin, bir kız çocuğuna tecavüz eden ve kendini “Elimde çıplak fotoğraflarla dolu gazete vardı. Çocukları da görünce tahrik oldum. Ben de insanım” diye savunan bir kişiye “hayvan” diyen bir gazete, 10 yaşındaki bir kızdan düzgün vücut hatlarıyla söz edebiliyor.

birinin aç olduğu saptandı. Yaşları 12’nin altında olan çocuklar arasındaki yapılan araştırmaya göre bunların sayısı 4 milyonu buluyor. Ayrıca 9.6 milyon çocuk da açlık tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyor. Bu koşullar yetmiyormuş gibi yeni bir yasayla beslenme yardımı ve çocukların beslenmesine ayrılan fonlarda önemli kısıntılara gidilmesi öngörülüyor. Bugün ABD’de 20 yıl önceye göre çocuk intiharları 3 kat artmış bulunuyor.

Çocuklar, evlat edinme yoluyla ya da doğrudan satılabiliyor ve satınalınabiliyor. Arjantin’de cunta döneminde sadece büyükler kaybolmadı, kaybolanların çocuklarının -56 bebek- bir doktor tarafından satıldığı ortaya çıktı. Bulgaristan Parlamentosu yabancıların Bulgar çocuklarını evlat edinmelerini yasakladı. Çünkü bugüne kadar yabancılar tarafından evlat edinilen çocukların hayatta ve sağlıklı olduklarına dair tek bir kanıt dahi bulunmadığı belirtiliyor. Bu çocuklar büyük olasılıkla organ nakli için kullanıldı.

Kapitalizm ve devlet sadece Amerikalı çocukları değil, tüm dünya çocuklarını öldürüyor. Amerikan devleti, Iraklı çocukları, Irak devleti ise Kürt çocuklarını öldürüyor. 1991 Körfez Savaşı’nın ardından, Amerika öncülüğünde Irak’a uygulanmaya başlanan ambargo, ülkede başta çocuklar olmak üzere 4 milyon kişiyi açlıkla karşı karşıya bıraktı. Bu insanlardan 2.4 milyonu çocuk ve 600 bini hamile ya da yeni anne olmuş kadınlar. Ülkedeki 5 yaşın altındaki toplam çocuk sayısının yüzde 29’u açlık çekiyor. Körfez Savaşı’nın sonucu bunlar ve savaştan en karlı çıkan ülkeler Fransa, İngiltere ve ABD. Bu arada aynı Irak devleti ise Kürt çocuklarını öldürüyor. 15 Mart 1988’de Hiroşima’dan sonraki en büyük kitle katliamına tanık olundu. Irak devleti, Halepçe’de 5 bin kişiyi kimyasal silahlarla imha etti.

Kapitalizmin bir sonucu olarak açlıktan, yoksulluktan ve hastalıktan yine en başta çocuklar etkileniyor. Her gün dünyada açlıktan 40 bin çocuk ölüyor. Dünyada her yıl beş yaşın altında 14 milyon çocuk, ishal, kızamık, tetanoz, boğmaca ve zatürreden ölüyor. Bu durumların sadece Afrika ve benzeri bölgelerde görüldüğü sanılmasın. Kapitalizmin merkezinde, o modern Amerikan toplumunda yaşanılanlar ve çocukların maruz kaldığı durumlar pek de farklı değil. New York’da çocukların %40’ı resmi yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Amerika, refah bakımından dünyanın başta gelen ülkelerinden biri olarak bilinir. Buna rağmen Amerika’da her üç çocuktan

Körfez Savaşı bir yana, dünyada son on yılda çıkan savaşların öncelikle çocuklar için korkunç sonuçlar doğurduğu belirlendi. Son on yılda çıkan silahlı çatışmalarda yaklaşık 1.5 milyon çocuk öldü. Çatışmalarda 4 milyon çocuk da yaralandı ya da sakat kaldı. Çatışmalarla birlikte 12 milyon çocuk ya evini ya ailesini ya da ikisini birden yitirirken, 10 milyon çocuğun

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 30


SANDIK ODASINDAN savaşla bağlantılı olarak psikolojik travma çektiği tahmin ediliyor. BM verilerine göre, halen dünyada 60 ülkedeki yaklaşık 100 milyon kara mayını her ay yüzlerce çocuğu öldürüyor ya da sakat bırakıyor. Savaşlar yüzünden halen 5 milyon çocuk, mülteci kamplarında yaşamlarını sürdürüyor. Savaşların yanı sıra şiddet olaylarından en çok çocuklar etkileniyor. ABD’de ateşli silahla öldürülen çocuk sayısı 1992’de 7 bin, polise bildirilen ırza geçme olayı 1993’te 150 bin. UNICEF, yayınladığı bir raporda, dünyada 2 milyonun üstünde çocuğun fuhuş sektöründe çalıştığını belirtiyor. Bilinen sadece Güneydoğu Asya’dır ama rapora göre çocukları fuhuşa iten ülkelerin başında ABD de var ve bu ülkede fuhuşa itilen çocuk sayısı 300 bin olarak belirtiliyor. Hindistan’da 300 bin, Tayland’da 200 bin, Filipinler’de 100 bin, Vietnam’da 40 bin çocuk fuhuş sektöründe çalışıyor. Brezilya’da 500 binden fazla çocuğun sokaklarda yaşadığını belirten UNICEF bu çocukların her an seks objesi olarak kullanılma tehlikesiyle yüzyüze olduğunu kaydediyor. Güneydoğu Asya ülkelerindeki bu seks kölesi çocukların müşterileri ise Avustralyalı, Alman, Amerikan, İngiliz ve İsveçliler. Tayland’daki çocuk fuhuşu turizmi üzerine bir araştırma yapan Leichester Üniversitesinden sosyolog Julia O’Connor’un bulguları ise şöyle: “Müşterilerin çoğu, fiziksel açıdan Avrupa standartlarına göre çok çirkin, yaşlı ya da bunların fiziksel bir özrü var. Hayatımda hiçbir zaman bu kadar çok yağlı, şişman ve itici tipi bir arada görmemiştim.” Çocuklar sadece fuhuş sektöründe değil, başka alanlarda da çalışmak zorunda kalıyorlar. 1919’da Uluslararsı Çalışma Örgütü (ILO) kuruluyor ve çocukların çalıştırılmalarını yasaklayan ilk uluslararası sözleşme kabul ediliyor. Ülkemizde de 13 yaşından küçük çocukların çalıştırılmaları yasak. Açıktır ki bu yasalar tam ikiyüzlülük örneğidir. Ücretli bir kölelik düzeni olan kapitalizm, önce insanları açlık ve zorunlu çalışma kıskacına alıyor sonra da yine kendi yaptığı yasalarla yasaklar ve düzenlemeler getiriyor. Yani açlıktan ölme özgürlüğü! Bugün küstahça bir ikiyüzlülük örneği sergileyenler pekala bilirler ki kapitalizmin temelinde ve yükselişinde köle gibi çalıştırılan binlerce çocuğun da kanı ve canı vardır. Daha iki yüzyıl bile olmadı! Büyük Britanya’da (İngiltere) 9 yaşından küçük çocukların çalışması 1833’de yasaklanıyor. Günümüzde örneğin Çin’deki kız çocuk kıyımı karşısında “uygar” dünyanın insanları dehşete düşüyorlarmış. Bu insanlar “uygarlığın” temelinde neyin yattığını samimi olarak hatırlarlarsa belki ‘dehşet’lerine inanılabilir. Bugün Alman hükümeti, utanmadan ve ikiyüzlüce, çocuk çalıştırmanın dünya genelinde toplum tarafından reddedilmesi ve dışlanması için çağrıda bulunabiliyor. Çocuklar, hobi olsun diye çalışmıyorlar, aç kalmamak için çalışıyorlar. Bu durumda, onların çalışma zorunluluklarının ortadan kaldırılmasına kim ya da hangi devlet yanaşır? Tam bir ikiyüzlülük ve alçaklık örneği.

genelinde son 20 yılda, çok zor ve tehlikeli koşullarda çalıştırılan çocuk sayısında artış sözkonusu. Çalışan kesimin %8’ini çocuklar oluşturuyor ve bunlar 6-15 yaş grubundalar. Binlerce çocuk, Türkiye’de de çalışmak zorundadır. Gerçi yasalar, yasaklar ve düzenlemeler bizim ülkemizde de vardır. Fakat gerçek durum kapitalizmin fiili yasalarıdır. Kapitalizmin fiili yasaları, kapitalizmin sözcüleri tarafından hazırlanmış göstermelik ve ikiyüzlü yasalarını dinlemez. Daha ilkokuldayken tatillerde başlar ve ilkokul biter bitmez ya da ilkokul bile bitmeden bütünüyle çalışma hayatına giren çocuklar abartısız tam bir köle olarak çalışırlar. İşyerinde patron, usta ya da kalfanın kölesi, uyumak için gittiği evde anne ve babanın kölesi. Oto boya ve kaporta ile lokanta ve benzeri işlerde çalışan çocuklar kesinlikle 14-15 saat çalışırlar ve çok komik ücretler alırlar. Bu ücrete de büyük olasılıkla annebaba el koyar. Özelikle usta ve kalfa canı istediğinde çocuğu dövebilir ve her türlü istismarda bulunabilir. Fizik güçten yoksun olması ve işini kaybetme korkusu, çocuk işçiyi tümüyle savunmasız kılmaktadır. Bu durumda bir tek gerçek vardır: Çocuk işçi ya çalışır ya da siktirolur gider. Çok büyük olasılıkla son günlüğünü/haftalığını/aylığını bile alamadan. Bütün dünyaya egemen olan kapitalizm ve yükselen yeni liberal dalga, büyüklerin bile haklarını elinden alırken, çocukları kim düşünür? Çocuklar için dökülen timsah gözyaşları ve koparılan şaşaalı gürültünün gerisinde yatan tam bir ikiyüzlülük ve alçaklıktır. Dünyanın bütün eşcinselleri bir araya gelseler bile, kapitalizm kadar ve devletler kadar “sapık” olamazlar. Çocukları istismar eden ve onların gelişmesini engelleyerek kötü örnek olan kapitalist dünya düzenidir. Çocukları istismar eden ve onların biyolojik cinsiyetlerinin üstüne, toplumsal cinsiyet denilen laneti yükleyen ve kuşatan toplumdur. Eşcinsellerin, çocuklarla bir alıp veremediği olamaz. Çocuklarına, biz eşcinselleri, uzak durmaları gereken öcü, yaratık ve sapık olarak gösteren bu heteroseksüel toplumdan sorulacak hesabımız var. Bu çatışma er geç yaşanacak. Özgür komünlerde, çocuklar, bizlerle barışacaklardır. Biz de çocuk bakabilir, büyütebilir ve sevebiliriz. Fakat çocuk, neyi seçeceğine kendisi karar verir. Heteroseksüel arkadaşlar! Daha doğrusu heteroseksizmden arınabilmiş heteroseksüeller: Bizler eşcinseller olarak, bilinçli olarak çocuk yapmıyoruz. Bununla birlikte bir çok eşcinsel isteyerek ya da heteroseksizme karşı direnemediği için istemese de çocuk yapıyor ya da ediniyor. Anne babasının ya da birlikte yaşadığı insanların eşcinsel olduğunu bilen çocuklar ille de eşcinsel oluyor ya da bunalıyor gibi saçma bir durum yok. İçselleştirdiğiniz heteroseksizmden dolayı sahte düşmanlar ve gerçek olmayan durumlar yaratmayın. Ortak düşmanımız size de hayatı cehennem eden, doğanın ve insanlığın üstüne çöreklenmiş olan kapitalizmdir. “Yaşı ne olursa olsun, her birey, kendi cinselliğini araştırmak ve geliştirmek hakkına sahip olmalı.”

Dünyada 200 milyon çocuk işçi çalışıyor. Dünya

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 31


SİNEMA YATAK ODASINDAN LÜKÜS HAYATA

Amerikan Gey Seks Sinemasının Gizli Tarihi JACK STEVENSON, Film Quarterly, Sonbahar 1997, Çev: GÜLSÜM Bugün Amerika'da gey sineması altın çağlarını yaşıyor desek abartmış sayılmayız. Bir yandan gey ve lezbiyen film festivalleri Minneapolis, San Jose, New Orleans'a ve kimi yerel bölgelere kadar sokulurken, aynı zamanda gey film ve video prodüksiyonu da gittikçe serpiliyor. Bu dönemde hem bağımsız yapımlardaki, hem de Hollywood yapımlarındaki konu sıkıntısı eşcinsel temaları çekici hale getirdi. Sinemada homoseksüel stereotiplerin yaratılması hızla popüler medyanın da ateşli tartışma konularından birine dönüştü.

Eşcinsel filmin yakın dönemdeki görece yasallaşması aslında onyıllardır süren bir yaratıcılığın dolayıma girebilmesinin ve gey erotik imajlarını yansıtabilmenin, özgürlük mücadelesinin bir sonucudur. Bu, görüntüleri halkın sinema ortamına ulaştırabilmekte, böyle bir özgürleşme ile sonlanabilecek bir mücadeleydi. Bu bağlamda, erotik gey filminin tarihi aslında özel alandan kamusal alana yapılan eşcinsel yolculuğun tarihidir. Ve buna paralel olarak da, söz konusu mücadele, eşcinsel özgürleşme tarihinin ta kendisidir.

Geleneksel Hollywood anlatı estetiğinin, halkın beğenisini, izleme alışkanlıklarını belirlemede baskın olduğu dönemlerde, eşcinsel film ayakta durma mücadelesi veren bağımsız sinemanın az sayıdaki yan türlerinden biri konumundaydı. Bağımsız sinema, sanat evleri ve kimi alternatif topluluklar gibi dar çevreli yerlerden besleniyordu. Seyircisi ise daha çok büyük şehirlerin sempatik gazetecilerinin yönlendirdiği macerasever ve gayretkeş bir grup sinema izleyicisi oluşturuyordu.

Film tarihinde eşcinsel imajlar ilk olarak 1915'li yıllarda on dakikalık 16 mm sessiz, siyah beyaz filmlerle başladılar. Bu filmler "smokers" veya "stags"* olarak anılıyordu ve daha çok underground mekanlarda, el altından dolaştırılıyordu. Stag filmlerin üretimi yaklaşık olarak 1960 sonlarına kadar sürdü. 1960'larda teatral, sert pornografinin ortaya çıkması ve de evlere video denilen cihazın girmesi ile bu filmlerin modası da geçti. Stag filmler, tamamıyla illegal koşullarda, yakın arkadaş grupları arasında gözden ırak mekanlarda veya içlerinden birinin daracık, basık yatak odasında izlenirdi. İzleyici tercihen heteroseksüel erkeklerdi. Özellikle geceleri yapılan bu gizli, mahrem gösterimler, projektörün titrek ışığında, ışıkta süzülen yoğun sigara dumanının yardımıyla oluşan atmosferi düşünürsek, Amerikalı erkekler için adeta bir seks yolculuğu ritüeline dönüşüyordu.

Frameline's San Francisco Gey ve Lezbiyen Film Festivali'nin gelişim süreci 1980 ve 1990'lardaki eşcinsel film kültürünün gelişmesine adeta ayna tutar. Daha 1976'da basit bir dükkan önü eğlenceliği olarak tasarlanmış olan film gösterimi, kısa sürede dünyanın en büyük gey lezbiyen film festivallerinden biri halini aldı. 1995 senesinde, festival artık kendi pazarını oluşturmuş ve bir araya getirebildiği 1000 kadar filmi kiralamak veya Bu filmlerde erkeğin eşcinselliğine neredeyse hiç satın alınmak üzere müşterilerine ulaştırmaya başlamıştı. rastlanmıyordu. Film tarihçileri Arthur Knight ve Hollins Yani eşcinsel film sadece zirveye tırmanmaya başlamamış Alpert'in 1967'de yaptığı aynı zamanda pazarını bir araştırmaya göre ... erotik gey filminin tarihi aslında özel oluşturmada da ilk adımını filmlerin sadece %5'i atmıştı. Festivalin 1997 alandan kamusal alana yapılan eşcinsel erkeğin eşcinselliğine içeriğinde, endüstrinin yolculuğun tarihidir. Ve buna paralel olarak ilişkin sahneler içeriyor ve içindekilere yönelik "dışbu dönemdeki filmlerin de da, söz konusu mücadele, eşcinsel satım: eşcinsel sinemanın sadece %1.4'ü özel olarak özgürleşme tarihinin ta kendisidir. pazarlanması" konulu bir erkek eşcinselliği konusu tartışma programı da vardı. üzerine oturuyordu. Sonraki Hemen, bir sonraki sene Günümüzde, eşcinsel kültür özellikle yayın dönemlerde yapılan 1998'de katılım %48 arttı. aracılığıyla 70'lerin başına nazaran, niceliksel filmlerden bazıları ya da 1550 koltuk sayısına sahip daha doğrusu pek çoğu olarak önemli bir sıçrayış gerçekleştirdi. Castro Sinema Salonu Knight ve Alpert'in Kendi olanaklarını yaratarak ve vurgulayarak sayısız dış satım tahminlerine göre- ise daha derin bir düzlemde kolektif eşcinsel programlarına sahip oldu. heteroseksüel erkek Bir süre sonra, geçmiş kimliğin ortaya çıkışını kaçınılmaz kıldı. izleyicilerin liköre batmış festivallere ilk filmleriyle Bununla birlikte, zaman içinde, eşcinsel zihinlerini uçurmak ya da katılmış ve filmleri ilgi kimi sakıncalı arzularının toplumun öncelikleri de değişiklik çekmiş olan bir yeni bastırılmasından doğan göstermeye başladı. Örneğin, eşcinsel kimlik yönetmenler tayfası şehveti açığa çıkarmak açısından, artık eşcinsel pornografinin oluşmaya başladı. İşte bu, niyetiyle yapılmış egzotik festivalin artık neredeyse oluşturulması ve eğlencelik olarak filmlerdi. Tamamıyla gelenekselleştiğinin en sunabilmesi ile ilgili bir mücadele başat bir eşcinsel bir film olarak önemli göstergesiydi. anabileceğimiz Üç Arkadaş

öneme sahip değil.

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 32


SİNEMA (Three Comrades) 1950'lerden bir filmdir (Bu tür filmlerin tarihlerine ilişkin araştırmalar yapmak çok zor). Film konusuna tam anlamıyla yakınlaşamamış, ana konuya belirli bir mesafeyi koruyarak, belirsiz alt başlıklar şeklinde eklemlenmekle yetinmiş. Gene Knight ve Alpert'in gözlemlerine göre, lezbiyenliğe zamanın filmlerinde daha sık rastlanıyor /%19). Gizli Sirk (Confidental Circus), Hycock'un Dans Okulu (Hycock's Dancinbg School) ve Yardıma Gerek Yok (No Help Needed) gibi 1930'ların filmlerinde, kadınlar tarafından gerçekleştirilen otantik, lezbiyen materyale rastlamak mümkün. Fakat bu görsel malzeme, erkeğin erkekçe arzularına hizmet etme amacıyla yapıldığı yorumuyla mahkum edildi. No Help Needed filminin episodik sonunu hatırlayacak olursak örneğin; bir koltuğa oturmuş üç kadın sırayla porno fotoğraflara bakmaktadırlar. Derken, ani bir taşkınlıkla elbiselerini parçalamaya başlarlar. Bu halleriyle, erkek fantezisinin doymak bilmeyen, kadın veya erkek olmak üzere bulduğu ilk sıcak bedeni delmeye çalışan nefomanyak stereotipini yansıtmaktadırlar adeta. Yani, burada da, tipik stag filmlerinde olduğu gibi, lezbiyenlik erkek arzularının hizmetindedir. Gey ve lezbiyen porno filmlerinin ilk yıllarındaki kıtlığın nedeni temelde ekonomikti. O dönemde, özel veya teatral içerikli olmak üzere, kayda değer bir eşcinsel izleyici topluluğu yoktu. Dolayısıyla pazar yoktu ve bundan dolayı da ürün ortaya çıkmıyordu. Eşcinsel imajlar heteroseksüel pazarın içinde sadece egzotika yaratmak anlamında varlık bulabiliyordu. Erkek eşcinsel materyali üzerine oturabilecek, kendini oluşturabilme olanaklarını sağlayabilme potansiyeline sahip pazarlar onlarca yıl beklemek durumunda kaldılar. Öte tarafta, gerçek lezbiyen pornografi ise, bir yandan reklam metası yüklenerek, 1980'lerin sonrasında dolaşıma girebildi. Aynı dönemlerde lezbiyen fanzinler, sex guidelar, seks klüpleri, bazen de lezbiyen striptizciler ortaya çıktı ve lezbiyen yazarları ve film yapımcılarını da film dünyasına taşıdı. Örneğin feminist film yönetmenlerinden Constance Beeson'un daha önce, kişisel yaşantısında lezbiyenlikle bağlantısı olmuştu. Beeson özellikle 1971 yapımı olan Kiralık (Holding) adlı filminde lezbiyenlik konusunu ele aldı. Fakat filmi dönemine bakarak daha natüralist bir yerde duruyordu ve (şiddetle) anti pornografikti. II. Dünya Savaşı sonrasında eşcinsel seks imajlarının filmlere yansıması kolaylaştı. Zira, ilginçtir ki askeri istihbarat standardizasyonu ve kitlesel üretim 16 mm film teçhizatını daha da yaygınlaştırdı ve ulaşımını kolaylaştırdı. Neticede, savaş sonrası Amerika'da bir özgürleşme süreci yaşanıyordu. Physique, Pictorial and Dance gibi eşcinsel magazinlerle birlikte, bronzlaşmış, yağlı ve gösterişli vücut fotoğrafları da reklam amacıyla

boy göstermeye başladı. Beden fotoğrafçılığı, gelişmeye başlamış olan eşcinsel sinemada, "vücut sineması" diyebileceğimiz, ev işine yönelik bir pazarın yolunu açtı. Vücut sineması, 1950 ve 60'lı yıllarda minör varyasyonlarda serpildi, yağlı vücutlu, güçlü kaslı erkekler de filmlerde göze çarpmaya başladı. "Bak ama dokunma" estetiğinin ambalajlanmış bir sunumu olan bu görüntüler ve fotoğrafik çerçeveler, aslında tek yönlü bir fantezinin güncelleştirilmesiydi. Bu filmlerin oyuncuları diyebileceğimiz kaslı, gösterişli erkekler, çoğunlukla kafası karışık ve gergin (ve şüphesiz bazı hallerde de heteroseksüel) yönetmenden acemice direktifler alan, özgüvensiz ve hasta karakterler olarak yansıyorlardı görüntüye. Adeta, kendilerini cezalandırma duygusunu, izleyici pozisyonu dolayısıyla yansıtamayan izleyicinin (seyircinin) bakışlarının hedef tahtası haline getiriyorlardı. Sert, katı ve güçlü bedenin çekiciliğinden beslenen film başarısının durağan kalitesi, film tarihçisi Thomas Waugh'a göre film ortamında doğmuş, abartılı ve daha ötesi hileli ve suni bir maskenin yaratılmış olmasıyla ilgiliydi. (Cineaction, Sonbahar, 1987) Bazı filmlerde, minimize anlatılar, yağlanmış kaygan vücutlu, kaslı erkeklerin izlencelik ve eğlencelik sunması halinde ortaya çıkmaya ve incelmeye başladı. Richard Fontaine'nin (gerçek adı Richard Dushabek) Bisikletçi (The Cyclist, 1949) adlı filmi, karakterin motivasyonunu ortaya çıkışı ve asıl temanın erkeklik sorunsalı üzerinden teşhirini kurma anlamında ilk örnektir denebilir. 1953'te, Spectrum adlı, (Cincinatti temelli) bir şirket posta yoluyla ulaşılan ve gerçekleştirilen çekimler yapıyordu ve "kas/erkek" dergilerinin arka sayfalarında fotoroman niteliğindeki öykülere yer veriyordu. 1954'te, Detroitli bir film yapımcısı olan Bob del Montegue diğerlerine kıyasla belirsiz, çok anlamlı dokuda bir anlatı/film yaptı. Adı Yunan Tanrılar (Greek Gods) olan bu film bugün eşcinsel film olarak ünlüdür. Bu filme dikkat çekme konusunda Alfred Kinsey'in çalışmaları da belirleyici olmuştur. Savaş sonrası, eşcinsel film konusunda temel bir diğer gelişme çok farklı bir yönden geldi. 1947 yılında, 20 yaşındaki Kenneth Anglemyer (ya da Anger) yoğun bir anlatıya ve şiddet içeriğine sahip, kaba-sanat fantezisi diyebileceğimiz türde, 14 dakikalık otobiyografik bir film yaptı. Bu ve benzeri filmlere; endişe, travma, acı gibi öğeler metamorfik fanteziyi zenginleştirici olarak dahil oldular. "Anger'in yaptığının adı o zamanlar pornografiydi" diyor, Anger'in arkadaşı Ed Earle (Bill Landis, Kenneth Anger'in gayrı-resmi biyografisi, s.45). Anger bu filmini izleyiciye sunmaya en az iki yıl sonra cesaret edebildi. Anger, Fireworks (Havaifişekler) ve akabinde Araştırmanın Fragmanı (Fragment of Seeking,1946) adlı filmleriyle, eşcinsel, Amerikan underground avangard

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 33


SİNEMA hareketin başlangıcını yaptı. Bu film, vücut sinemasının teni yücelten, ayinsel ve derinlikli psikoseksüel patlamalarını amaçlı olarak olumsuzlayan yaklaşımlarla uyuşmuyordu aksine, underground avangard tam da bu psikoseksüel derinliği işlemek amacındaydı. Yani artık ortada iki ayrı kutup, iki ayrı yaklaşım vardı. Dağıtım ve sergileme, her zaman olduğu gibi kültürel baskı ve etki yaratabilmenin önemli anahtarlarındandı. Fakat, bu iki kutupta gerçekleşen mücadele, toplumsal yaygınlığı ölümcül boyuttaki homofobinin üstüne gitme konusunda ne kadar başarılı olabilirdi ki?.. Underground filmlerin sirkülasyonu çoğunlukla işe yeni başlayan, acemi dağıtımcıların elindeydi. Creative Film Associates adlı dar bir yönetmenler birliği, Amos Vogel ve New York City temelli olan 1947'de kurulmuş Sinema 16, dar da olsa film klüpleri kurmaktan başka, üniversitelerdeki film ortamlarına da girdiler, elverişli olan kimi sanat evleriyle ilişki kurdular ve kabaca filmin reklama, kâra dayalı bir yatırım olduğu inancına, yaratıcı, artistik ve bireysel kavramların içinden süzülen yeni bir tohum ekme mücadelesi verdiler. Sansür kavramı, tüm bu süreç içinde sadece sosyal normlar ve resmi sansür ölçüleriyle belirlenmedi. Örneğin, o dönem 16 mm film materyali üreten bir tekel olan ve hızla gelişen Eastman Kodak da sansürü belirleyen bir unsurdu. Filmlerde, şüpheli bir çıplaklık veya cinsel içerik olduğuna kanaat getiren Kodak üreticileri bu filmlere zarar verdiler (ya da onları kendileri izlemek için evlerine götürdüler). Anger, 1949 yılında yaptığı "Koşuşturan Aşk" (The Love That Whirls) adlı filmini böyle kaybetti. Sayılamayacak kadar çok makaralarca film, evde izlenmelik filmlerden tutun da ciddi sanatsal içerikli filmlere kadar, aynı yolla yok edildi. Altmışların sonlarında, bir film yapımcısı olan Jack Hill, kendi filminin nerede olduğunu öğrenmek üzere bir laboratuara telefon ettiğinde, ona "ait olduğu yerde" cevabı verildi: çöp sepeti. 1945'ten beri fotoğraf ve magazin yayıncılığı yaparak ünlenen AMG'nin (Athletic Model Guild) film yapımcılığa başlamasının ardından artık 1958'e varıldığında vücut sineması zirvesine ulaşmıştı. Diğer on yılda Bob Mizer'in (AMG'nin sahibi) 16 mm, sessiz, siyah beyaz, kısa film üretimi yaklaşık 1500'e kadar arttı. AMG 16mm'yi kullanırken daha güçsüz rekabetçileri daha ucuz olan 8 mm'yi kullanıyordu. 8 mm, 1950 başlarında, özellikle ev içi izlencelik niteliğiyle popülarite kazanacaktı. Kişilerle kahverengi posta kutularında buluşan bu filmler, herhangi bir projektörle ya da portatif, elle çalışan cihazlarla izlenebiliyordu. Bu yolla (posta yoluyla) film satışı o zamanlar stüdyolar tarafından yapılıyordu. Dolayısıyla, eşcinsel film, bir tüketim olgusu olarak (hâlâ bir teatral deneyim olarak diyemesek de), işte

bu gelişmelerin göbeğinde, 1950 sonlarında AMG sayesinde doğdu. AMG'nin vücut sinemasına asıl katkısı güreş filmleri ile oldu. Bu tür, pozlayıcı ve anlatımcı, durağan formların yıldızını kısa sürede söndürdü. Daha çok, yüksek duvarlı Hollywood stüdyolarının iç avlularında, uygun yapay ışıklandırmalarla çekilen bu filmler, baştan savma set dizaynlarıyla tipikleşmişti. Özellikle kavga anlayışının kaçınılmaz olan düğümü, bir delikanlının olayın içine balıklama atlayışı ile ifade buluyordu. Kurulu basit planlar içinde stereotip erkek karakterler tam zamanında yetişiyor, insanların üzerine atlıyor, kendi etraflarında dönerek yarı çıplak insan gövdelerini sahte yumruklarla yere yıkıyor, kollarını bacaklarını parçalıyor, yalandan boğuyordu. Ortamdan keyif alan erkekler, dişlerini göstererek sırıtıyor ve izleyiciye bir duyguyu iletiyorlardı. Bu filmlerde bedensel ilişkinin (kontakt kurmanın) pek çok çeşidi vardı ve bu AMG'ye talebi arttırıyordu. Süreç içinde ucuza kiralanan star kültürü oluştu. Aktörler hep kendi adlarıyla oynarlardı. Söz konusu sportif vücutlu, yetenekli erkek oyuncular çoğunlukla bir şekilde askeri okullarla veya ıslahevleri okullarıyla bağlantıları olmuş kişilerdi. Filmlerin konuları, erkek sosyal kültürünün bilgileri doğrultusunda seçilirdi. Atletlerin, mahkumların, denizcilerin ve işçilerin yaşamlarından doğardı öyküler. At yarışları ve gel-geç münakaşalar da vardı tabi. Kovboy ve Kızılderili motifleri de kullanılırdı ve hatta bunlar bazı yerel çekimlerle, kırsal alanlarda seri olarak üretildi. Yani, farkı kategorilerden önemli tipler sıklıkla sette görünmeye başladılar: Kimi kovboy şapkasının altında, kimi bir cinin sarığı altında ya da deri ceketler içinde. Filmlerin teması hep bir tür hırsın üzerine oturur gibidir. Bir AMG kısa filminde sırf "öteki için" kavga eden, güreşen genç erkek gösterilir. Geç 50'ler ve erken 60'lar arası bir dönemde "Koleje Başlayış" (College Initiation) adlı bir film vardır. Filmde kavga, oğlanlardan birinin diğerini traş kremini yemeye zorlamasıyla başlar ve sayısız gencin katıldığı yumruk yumruğa bir kavgaya dönüşür. Kabadayılık ve sadizm sürekli olarak yeniden güncelleştirilir bu filmlerde. İlginç bir örnek olabilecek Aptal Haydutlar'da (Foolish Hoods), uysal, gözlüklü bir kitap kurdu, poetik drama üzerine bir antoloji okumaktadır. Deri ceketli, genç suçlular suratına sigara dumanı üfleyerek onu istismar ve rahatsız ederler. Kitap kurdu onları düelloya davet eder bir edayla yavaşça ayağa kalkar, gömleğini, kravatını çıkarıp itinayla katlar. İki haydut hemen karşısında pozisyon alırlar ve yumruk yumruğa kavga başlar. Zafer kitap kurdunundur. Diğerlerini birbirine bağlanmış ve bir güzel dayaktan geçmiş bir halde bırakır, sakin sakin elbiselerini giyinir ve kitabının başına, en son kalmış olduğu sayfaya geri döner. Banyo Atletleri (Bathroom Athletes) adlı filmde de

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 34


SİNEMA iri kıyım, vücut geliştirici olan Joe Leitel'in şatonun içine iki muzip genç kaşıntı tozu atmıştır. Dekor, avluda bir banyo küveti, temizlik malzemeleri ve ilaç dolabıyla sağlanmıştır ve biraz tuhaf diyebileceğimiz bir ortam çizmektedir. Şiddetle kaşınan Leitel, etrafındaki muzip kıpırdanışları ve kıkırdayışları farkeder etmez, yumurcakları önce dizlerinin üzerine oturtur, sonra da popolarına vurarak bir güzel döver. 1960'ların başında, vücut sineması alanına yeni bir firma, Bruce of Los Angeles adım attı. Bu firma, danglie olarak anılan, konu karakterlerinin yaratılmasında etkili olan bir yan türün öncülüğünü yaptı. Bu türün içinde esas olan kavga-dövüş değildi, karakterler, sadece vücut geliştiren tipler değildi. O dönem yumruklu, dövüşlü filmler posta yoluyla satılırken, Bruce of Los Angeles firmasının bu yeni yan türü, el altından satılıyordu. Erken 1960'larda, AMG ev içi izlenmelik vücut filmleri pazarını elinde tutarken, underground eşcinsel sinema da, resmi ve çoğulcu New York merkezli underground hareketi içinden kendini göstermeye başladı. Skandal ve provake edici özelliğiyle dikkat çeken iki filmle kamuya mal oldu. Ateşli Yaratıklar (Flaming Creatures) Jack Smith'in bir filmiydi. Bir diğeri de Kenneth Anger'in Scorpio Rising adlı filmi. 60'lar aslında, hem eşcinsel hem de sitreyt (straight) sinemanın cinsel özgürleşme sürecinde, yargısal ve ekonomik bariyerlerin aşıldığı, önemli, fırtınalı bir dönüm noktası oldu. 1962'de biten ama 1963'e kadar gösterilmeyen, Kenneth Anger'in Scorpio Rising filmi, kısa sürede reklam ve seks pazarına girdi. Bazı salonlarca kiralanarak belli saatlerde gösterilmeye başlandı. Film, porno sanatının gösterimi denemesi şeklinde sunuluyordu. O dönemde, Chicago Plaza Art Hiciv tiyatrosunda, Havai Fişekler adlı film, Radley Metzger'in "The Fast Set" adlı, Avrupa'dan ithal, sitreyt soft filmiyle birlikte gösterildi. Ve hatta aynı zamanda, bir grup striptizci canlı şov yaptı. 1964 Mart'ında, Scorpio Rising filmini gösteren Los Angeles Tiyatrosu müdüriyeti, şehveti sergilediği gerekçesiyle tutuklandı ve film, bu vesileyle, halka açık ve son derece absürd bir mahkeme ortamında değerlendirilmeye başlandı. Değerlendirmeye tanıklık edenler arasında, erkek izciler, antropoloji profesörleri, başkanlar ve musevi din adamları da vardı. Film, erkek bedenini önden göstermeme konusunda gösterdiği titizlik sayesinde, sadece müstehcen bulunmakla yetinildi, fakat takdir daha yüksek bir mahkemeye, California Eyalet Yüksek Mahkemesi'ne bırakıldı. Duruşma halk tarafından da ilgiyle takip edildi, bu da filmin fiyatının ve şöhretinin artmasına, popülerleşmesine yol açmıştır. Mayıs 1966'da Scorpio Rising, New York Bleeker Caddesi Sinemasında en büyük izleyici sayısına ulaştı. Öyle ki mevcut popüler

basın tarafından bile övülmek durumuna erişti. 1966'da, Andy Warhol da My Hustler (Benim Fahişem) adlı filmiyle ilk hamlesini yaptı. My Hustler bir eşcinsel komedi filmiydi. Aynı zamanda da, Warhol'un eşcinsel temayla en doğrudan ve çekincesiz ilişkilendiği, en popüler filmiydi. Film Sinematek'te gece yarısı gösterimlerinde ve 41. Batı Caddesi undergraund gösterim salonunda başarılı bir katılımla izlendi. 1967 Temmuz'unda ise Times Squaere'daki Houdson Tiyatrosunda gösterim olanağını yakalayarak, reklam ve seks pazarını deldi. Öte yandan, 1968'de genç bir tiyatro müdürü ve film öğrencisi olan Mike Thomas, cesur bir kurmaca filmle sürece dahil oldu. Thomas'ın, 16 mm'ye çekilen filmi "The Meatrack", San Francisco'da, başıboş bir hayat süren, tehlikeli bir biseksüel fahişenin maceralarını konu alıyordu. Filmin içinde "Geceyarısı Kovboyu" (Midnight Cowboy) filmine göndermeler yapılmış The Meatrack, o zamana kadar çekilmiş eşcinsel filmler içinde en hırslı, bir tür başarma arzusu taşıyan filmlerden biriydi. Underground ile seks anlatısının değişik bir karışımını gerçekleştirerek, San Francisco'daki eşcinsel barlarının, ucuz otellerin ve yatak odalarının çekincesiz, cesur ve gözü yılmaz bir yeniden yaratımını, sunumunu sağladı. Eşcinsel film kültüründe bir diğer önemli gelişme de, gene 968'de, Los Angeles'taki Park Tiyatrosunun, Pat Rocco'nun kısa filmlerini göstermeye başlamasıyla yaşandı. Pat Rocco, ikinci kalite gece klüplerinde şarkıcılık yapan, fotoğrafla ilgilenen biriydi ve eşcinsel (soft-core) kısa filmleri açıktan yapan ve onları teatral bir dille sunabilen ilk kişilerdendi. Böylece, Park Tiyatrosu da esas olarak erkek çıplaklığı ve eşcinsel tema üzerine oturan filmleri gösteren ilk tiyatro oldu. Yeni bir dönem yavaş yavaş kendini göstermeye başlıyordu artık. Rocco'nun filmleri masum, romantik, şiirsel, şiddetten ve sadizmden uzak, eşcinsel anlatılar içeriyordu. Örneğin 1968 yapımı, 25 dakikalık "erkek-erkekle karşılaşınca" temalı, romantik bir kısa film tamamıyla Disneyland'da çekildi. Filmde çıplak bir öpüşme sahnesinden başka açık sahne yoktu. Eşcinsel pornonun gittikçe incelmeye, romantikleşmeye yüz tuttuğu bu dönemde (Rocco'nun çalışmaları buna örnektir), reklam pazarındaki sitreyt porno anlatı olarak son derece kabalaşmış ve parçalanmıştı. Diğer bir uçta ise underground da gene beklendiği üzere epey yol almıştı. Barbara Rubin'in 1964'te yaptığı "Dünyada Noel" (Christmas on Earth) adlı filmi açıklık ve biseksüalite anlamında, New York polisinin devreye girmesine neden olabilecek kadar ileri gitmişti. Anger'in Scorpio Rising filmi ve Warhol'un My Hustler, Chelsea Kızlar (The Chelsea Girls) filmlerinin

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 35


SİNEMA reklam gelirleri ve izlenebilirlik potansiyellerinin açığa çıkması, salon sahiplerini harekete geçirmede etkili oldu. Bu tür filmlerin kendi içinde kapalı bir izleyici kitlesi olduğunu farkettiler. Sonuçta, bu iki filmin etkisi ve yarattığı hareketlenme, basit magazinlerden tutun da edebi dergilerdeki makalelerde bile gündeme oturdu. Eşcinsel özgürleşme adına yürütülen faaliyetlerin içeriğinin tartışılması anlamında sağlam ve önemli bir zemin yakalanmış oldu. Scorpio Rising, 1969 yılında, Hile (The Trick), Tritan'ın İntikamı (Revenge of The Tritan) ve Baskets adlı filmlerin gösterime girmesiyle tekrar hatırlandı, programa ve afişe çıktı. Bir süre, New York'un en büyük eşcinsel tiyatrosu Park Miller'de ve 43. caddedeki, üç balkonlu, geniş, eski bir sinema salonunda gösterildi. Andy Warhol'un, argo ve western parodisi olan filmi yalnızlıktan içi sıkılan kovboylar (Lonesome Cowboys) 55. caddedeki oyun-evinde gösterildi ve ilgi gördü. Söz konusu oyun-evi daha önce, Japon filmleri özelinde gösterim yapan, kısa bir süre önce de, New York'un eşcinsel porno adresi haline dönüşen bir sanat eviydi. Tüm bu süreç içinde, daha dar kapsamlı ve ender yapımlar için çaba sarfetmek isteyen Underground Sanat filmleri yapımcıları, reklama ve sekse dayalı pornografik yapımlardan uzaklaştılar. Sansür ve ahlâk söylemine karşı, yeni, radikal ve muhalif bir estetiğin sunulması sorumluluğunu üstlendiler. Fakat doğrusu, bu iki kampın sorunları bir noktada aynılaşmaktan kurtulamıyordu: Her iki taraf da farklı nedenlerle bile olsa, kimi uğraşımlarla gösterim özgürlüğünü elde etmeye çalışıyordu. O dönem, orta Amerika'da, tansiyonu yükselten müstehcen anlatıların gel-gitleri içinde, korkulu bir dönem yaşanıyordu. Eşcinsel filmde son barikat, 1969 sonlarında, eşcinsel hard pornografinin ortaya çıkışıyla kırıldı. Talihsiz bir başlangıca sahip olan, ticari, soft porno aromalı, romantik anlatımın satıcılığını yapan Pat Rocco'nun filmleri, Underground içine sızmış ve kendi içindeki en önemli, ilk akla gelebilecek, bilinen silahını harekete geçirmiştir: Kendi içlerinde yaşanan, aklı baştan alıcı skandallar. O zamana kadarki Flaming Creatures (Ateşli Yaratıklar), Scorpio Rising, My Hustler (Benim Fahişem) ve Lonesome Cowboys (Yalnızlıktan İçi Sıkılan Kovboylar) gibi filmler, her zaman altında seks anlatısını saklayan bir sanat maskesiyle sunulmuş ve öyle okunmuştu. Ama artık anlatıda pornografik hilelerin

zamanı geçmişti. Eşcinsel "hard-core" pornografisinin başladığı zamanlarla hemen hemen aynı zamanlarda sitreyt pornografi de daha farklı ve küçük bir sosyal arenada görülür oldu. 1971 sonlarına doğru, yeni ve olumlu gelişmeler oldu, daha özenli çekilmiş, ilk dönemlerin pornografik, kalitesiz filmleriyle karşılaştırıldığında daha dramatik, olay örgüsüne sahip hard pornografiler de ortaya çıkmaya başladı. 1971'in 29 Aralık'ında, televizyonda Phillis Diller adlı bir şov sahnelemiş olmakla tanınan, yardımcı dramaturg Wakefield Poole, 8000 dolar ortaya koyarak, ilk sert porno filmini gösterime soktu. Boys in the Sand (Kumsaldaki Erkekler) adlı bu film 55. cadde Oyun-Evinde gösterildi ve Poole gösterim sonunda 400.000 dolar para kazandı. Poole, sanatsal reklam ve kampanyalarla -hem eşcinsel hem sitreyt- hard pornonun peçesini açtı ve onu görünür kıldı. Gerek reklam gerek de After Dark, The Sunday New York Times ve Variety gibi periyodik yayınlarda yer alabilme olanaklarını zorlaması neticesinde Boys in the Sand filmi popülerleşti ve "pornoaldatmacası" kavramının oluşmasına ön ayak oldu. Filmin oyuncularından Cal Culver de bu filmle model-star olma şöhretine ulaştı. "Porno-aldatmacası" kavramının taşıyıcısı niteliğindeki başka filmler de çekildi 1972'de. Deep Throat (Derin Boğaz) bunlardan biriydi. Poole'un eşcinsel filmin mevcut koşullar içinde görece de olsa yasallaşabilmesi doğrultusundaki çabaları gerçekten de devrimci bir nitelik taşıyordu. Bu tür bir film ilk kez gerçek adıyla izleyici karşısına çıkıyor, itibar ve ilgi topluyordu. Farklı farklı konulara, duyarlılıklara sahip farklı eşcinsel filmler içinden özellikle dile düşen iki film içeriğe ve konuların eksenine ilişkin bazı sorunları açığa çıkardı. Bu filmler Fred Halsted'in The Pledgemasters (Yemin Uzmanları) -1971'de Manhattan'da gösterildi- ve 1972'de çekilen L.A. Plays Itself (L.A. Kendini Oynuyor) adlı filmleriydi. Her iki filmde de bir çeşit cinsel saldırganlık ve şiddet vardı. Filmlerdeki sadist ve mazohist şiddet vurgusu ne yazık ki izleyicinin gözleri önünde olumsuz bir algılamanın oluşmasına yol açıyordu. Eşcinsel toplulukların yaşantısını, eşcinsel seksin zalim ve alçak bir profilini sunma durumu içinde kötülüyor, dolayısıyla eşcinsel hayatın varoluşu ve kendini sürdürüşü mahkum ediliyordu. Filmler, polis saldırılarını da provake ediyor ki o sıralar sitreyt porno evlerine yapılan baskınlar zaten yaygındı- ve kendi gösterim olanaklarını riske atıyordu.

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 36


SİNEMA Örneğin "Lodestar" dönemin tartışmalı filmlerinden biriydi. Filmde tekrar dünyaya dönerek bir takım eşcinsel aktiviteler içine giren İsa konu ediliyordu. Get That Sailor (Şu Denizciyi Alın) adlı filmde deniz filosundaki yalnız adamların ilişkilerine ve düşük bütçeli bir yapım olan Creation'da (Yaratılış) insanlığın ilk oluşma, törensel bir sefahat ve zevk düşkünlüğüne ilişkin sahneler vardı. Bu filmler hem eşcinsel hem sitreyt pornografinin henüz olgunlaşmamış, çökmüş zamanlarının ürünleriydi ve daha sonraki filmlerdeki olumlu evrimleşmeyi anlayabilmede fedakar bir ölçücülükleri oldu, bunu teslim etmek lazım. 1972 sonlarında, Amerika'nın merkezi, kentsel bölgelerinde yaklaşık 50 kadar hard porno film dolaşımdaydı. Bu ve benzer filmlerin gösterildiği binalar daha çok gösterişli afiş ve panolar arkasına gizleniyor, bir tür dikkat çekmeme siyaseti güdüyorlardı. Kendilerini "Sanat Tiyatrosu" olarak sunuyorlardı ki bu onların daha önceden olduğu şeydi. Artık Sanat Tiyatrosu değillerdi. 1973'te bu tür mekanların sayısı sadece New York'da en az 12'ydi. 1972'de ilginç bir olay yaşandı. Bir sanat filmi, başka yerler bulmak yerine bir porno tiyatrosunda gösterime girdi. New Line Cinema, farklı izleyici kitlelerine hitap edebilme gibi bir niyetle Boston Güney İstasyon Sinemasında John Water'in Pink Flamingos (Pembe Flamingolar) filminin gösterimini organize etti. Film kesinlikle eşcinsel temalı bir film değildi. Boston Güney İstasyonu Sineması, önceden eşcinsel porno gösteren bir yer olmakla birlikte, George Mansour adlı bir sergicinin eline geçtikten sonra bu yaklaşımı terketmiş bir yerdi. Özellikle, filmin oyuncuları gösterim sonrası çok sert ve kızgın tepkiler verdiler çünkü aktörlerden David Lochary'nin gösterim esnasında yaptığı bir gözlem, o sırada sinema salonunun değil de, tuvalet ve banyoların daha dolu ve faal olduğunu göstermişti. Bunun üzerine, film yapımcısının da ısrarıyla, film kendine yeni bir gösterim salonu aradı ve ancak yeni salonda, New York Elpin Tiyatrosu'nda kült şöhretini yükseltmeye başlamanın kapısını aralayabildi. Şubat 1972'de, Jaguar adlı bir yapım ve dağıtım şirketi eşcinsel film yapımına gerek teknik gerek de anlatısal içerik anlamında yenilikler getirdi. Jaguar, J. Brian, Ignatio Rutkowski ve Gorton Hall gibi genç yönetmenlere ürünlerini ortaya koyabilmeleri için olanaklar tanıdı ve filmlerinin düzenli olarak dolaşıma gireceğini garanti etti. Bu yeni yönetmenlerin başında, televizyonda

reklam yapımcısı olarak bilinen Barry Knight vardı. Devil in the Flesh (Tendeki Şeytan), Blue Summer Breeze (Mavi Yaz Esintisi) filmlerinin de yapımcısı olan Knight, ilk olarak, fazlasıyla şiirsel ve düşsel bir dokuya sahip "Salem" reklamlarının yapımcısı olarak dikkatleri üzerine çekmişti. Jaguar'la çalıştıkları süre boyunca yönetmenler aktörlerle daha disiplinli, provalara dayalı diyalog çalışmaları yapabilme konusunda savaşım verdiler ve kazandılar. Çekimlerde kamera vinci (crane) kullanabilme olanağına kavuştular ve önceki özensiz çalışmalara alternatif, daha çok emek, zaman ve düşünsel aktivite gerektiren, özenli çalışmalar içine girdiler. Onların bu fedakarane edinilmiş minimal lüksleri, ultra ucuz-yapım eşcinsel porno filmlerin çekildiği ve starlarının da bol bol boy gösterdiği Sunset Boulevard'da dikkat çekiyordu. 1970 ortalarında, pazara dayalı eşcinsel porno film yapımı bir anlamda edinmiş olduğu yerden kovuldu, kendine alan bulamaz hale geldi. Ama gideceği, yerleşebileceği başka bir yer de yoktu. Türe ilişkin benzer kısıtlamalarla, talihsizliklerle yüzyüze kalmaya devam etti ve pornografinin hiçbir türü ve tarzına ilişkin yaratıcı ve yeni bir faaliyete kanalize olamadı. Fakat öte tarafta, eşcinsel underground film, 70'lerde önemli atılımlar gerçekleştirebildi ki bunda esas olarak Batı Almanya kökenli yönetmenlerin, Werner Schroeter, Rosa von Praunheim ve Reiner Werner Fassbinder'in katkıları gözardı edilemez. O dönemin en yenilikçi yaklaşım ve ürünlerinin sahibi olarak San Franciscolu, ressamlıktan film yapımcılığına dönen Curt McDowell'i anmak yerinde olur. Mc Dowell çalışmalarında, sanat ile porno aynı şekilde eşcinsellik ve sitreytlik- arasındaki sınırı yaratıcı bir üslupla bulandırmayı başardı. 1975'te yaptığı Thundercrack adlı filminde açık eşcinsel ve sitreyt seks aktivitesini harmanladı. Hemen ardından çektiği Loads adlı avangard kısa belgeseline eşcinsel pornoyu da dahil etti. Nudes (Çıplaklar)-Sketchbook (Taslak Defteri) adlı 1975-1976 yıllarında yapılmış filminde ise, kendi kızkardeşi Melinda'yı sitreyt seks ilişkisi halindeyken görüntüledi. Çok güzel ve sempatik ve üstelik tamamıyla açık sahneler halinde çekilen bu görüntüler pornografiden ziyade sanata yakındı. Uslanmaz bir eşcinsel olan McDowell, çalışmalarıyla eşcinsel film yapımcıları olarak gettolaşma fikrinin yansıtıcısı oldu ve çalışmalarında cinselliğin her türünü ve ölçütünü anlatabilme, ifade edebilme özgürlüğünü talep etti. Film içinde pornografik öğelere, candan bir sevgi duymasına rağmen, McDowell düşündürücü bir şey gerçekleştirdi: Böyle bir sevgi duymasına rağmen bu materyali metaya, mala dönüşmekten kurtardı. Cinselliğin açık, ağır ve sıkıntı verici pornografik imalarından ziyade,

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 37


SİNEMA masum, tamamıyla doğal ve coşkun, kutsanası bir şey olduğu üzerine vurgu yaptı. 1980 ortalarında, pazara yönelik eşcinsel porno sineması tekrar kendini gösterir oldu. Kapalı kapılar ardında yoğun olarak izlenmeye başladı. Ev videoları, bu tür ürünlerin özel alanda tüketimini mümkün kıldı ve bu yöndeki tüketimi kamçıladı. Aynı sıralarda, AIDS krizi nedeniyle, polisin yasal, halka açık eşcinsel-seks kuruluşlarını baskı altına almaya ve kapatmaya başlaması da bu aktivitelerin ev içine taşınmasında etkili oldu. Eşcinsel seks sineması, kendini daima genel ahlâk anlayışına, teknolojik ve ekonomik gelişim ve farklılaşma dönemlerine göre ayarladı. Bunu yaparken de eşcinsel özgürleşme sürecinin en ilginç safhalarından geçti. Toplum içerisinde bir tür yan kültürel güce sahipti. 1980'lerde tekrar kendine has, eski izleyicisine döndü. Savaşılacak bir sürü baskılayıcı güç hâlâ mevcuttu. Günümüzde, eşcinsel kültür özellikle yayın aracılığıyla 70'lerin başına nazaran, niceliksel olarak önemli bir sıçrayış gerçekleştirdi. Kendi olanaklarını yaratarak ve vurgulayarak daha derin bir düzlemde kolektif eşcinsel kimliğin ortaya çıkışını kaçınılmaz kıldı. Bununla birlikte, zaman içinde, eşcinsel toplumun öncelikleri de değişiklik göstermeye başladı. Örneğin, eşcinsel kimlik açısından, artık eşcinsel pornografinin oluşturulması ve eğlencelik olarak sunabilmesi ile ilgili bir mücadele başat bir öneme sahip değil. Artık, bugün, 1971'de Boys in The Sand (Kumdaki Erkekler) filminin yapmış olduğu devrimci etkinin bir benzeri daha mümkün değil. Pornografi de artık geçmiş yılların yasak meyvesi olmaktan çıkmış durumda. Jeff Stryker gibi ünlü porno yıldızları aynı tarz çalışmaları sürdürmek isteseler de, bunların artık 70'lerdeki gibi mal ve statü değeri yok. Bugün eşcinsel film izleyicileri de erken dönemlerin baskısından kurtulmuş durumda. Eski ve seçkin eşcinsel sineması daha sevgiye dayalı nostaljik bir motivasyona yolaçıyor, fakat bu, saf ve kendiliğinden bir sonuç değil. Bu etkiler farklı ve çatışmalı güçler tarafından yönlendiriliyor. Basit ve yanımızdan geçip gitmiş bir dönemin parasal, fikirsel ve görsel ürünleri, dönemin çarpışan önyargılarını, ince veya açıktan ayrımlarını içten içe yansıtıyor. Bu konuya ilişkin görüşler 1994 Haziran'ında bir Seattle gazetesinde yayınlanan bir metinde bir araya getirildi. Metin, The Meatrack filminin Pike Street Cinema'da tekrar gösterimi vesilesiyle yazılmıştı. "1950'lerin ve 60'ların eşcinsel porno romanlarının zengin bir koleksiyonuna sahibim. Pretty Man (Güzel Adam), The Gay Trap (Eşcinsel Tuzağı), Mr Queen ve Savage Stud (Vahşi Damızlık) bunlardan bazıları." diye yazıyor Dan Savage ve ekliyor: "Bu kitaplar homofobik klişelerle dolu. Kendinden nefret eden eşcinseller, ölümcül haplar kullanan eşcinseller, hissizleşmiş fahişeler… ve ben bu kitapları kesinlikle seviyorum. Gecenin bir vaktinde, içlerinden birini alıp elime, köşeme kıvrılıyorum ve eşcinsel atalarımın dünyalarına taşındığımı hissediyorum. Birkaç saatliğine, minnettar bir alçakgönüllülükle yanımızdan geçip gitmiş olan o dönemlere, baskı ortamlarına, kendinden nefret edişin ve çok çok kötü bir erkek olmanın verdiği duygular dünyasında yaşıyorum. The Meatrack 1968'de San Francisco'da çekildi ve o filmle ekrana taşınan, benim en kirli,

kendinden nefret eden romanlarımdan biriydi."

Eşcinsel film tarihinin değerli pek çok bilgisi büyük emeklerle neredeyse tarihi kazıyarak açığa çıkarıldı ve insanlara sunuldu. 1992'de San Francisco Gey ve Lezbiyen Film festivali Barry Knight'in 1970 başlarında yaptığı filmlerden oluşan "Bulunduğumuz Yol" başlığı altında ilgi çekici bir dizi retropektif sundu. Festival, AMG'nin güreş üzerine olan kısa filmlerinin de retrospektifini üstlendi. Gene, Fred Halsted'in Sex Garage, 1972 (Seks Garajı), L.A. Plays Itself, 1972 (L.A. Kendini Oynuyor) ve Sekstool, 1975 (Seks Aracı) adlı, yakın döneme ait, provakatif, 35 mm'ye çekilmiş filmleri de festival kapsamındaydı. Gösterim, yavaş yavaş nitelik değiştirmeye başladı ve bir geceliğine, Castro Sinema Salonu'nda, 70'lerin porno evlerinin gösterişli, yasasız, ürkütücü kaba hali yaşandı. Bitmiş bir araştırma sayılamayan -çünkü kısıtlı finansın, gizli ve özensiz olmak zorunda kalan çekimlerin, el altından dağıtımın sınırlılığının dünyasında araştırma yapmak zor- eşcinsel sinema, elbette tüm zamanları aşacak "Büyük Sanat" kategorisine erişemezdi. Bu nedenle, daha çok bir dönem tanıklığı niyetiyle, her eserin tarihi özenle kaydedildi. Eğer bugün bu filmler yaygın bir seyirci kitlesi tarafından bir nostalji duygusuyla izleniyorsa bu izleyici açısından bir zihin karmaşasına ve şöyle bir soruya da yol açabilir: Peki ama, özellikle de kısmen underground filmler hakkında kopmuş olan tüm bu yaygara, itiraz niyeydi? Modern ve özgür izleyiciler bugün Kenneth Anger'in Fireworks (Havai Fişekler) adlı filmini saygın statüsü ve ilk artistik film olması dolayısıyla, eşcinsel özgürleşmede bir kilometre taşı olarak görüyorlar. Aynı zamanın çağdaş izleyicileri Scorpio Rising ve Flaming Creatures (Ateşli Yaratıklar) filmlerini saf ve idrak olunabilir bulurken daha sonraki pop-rock kampın faaliyetlerini de o zamanlar bu filmleri skandala dönüştüren başka başka faktörlerin unutulmaması gerektiği üzerinden değerlendiriyorlar. Günümüze baktığımızda artık pek çok engelin aşılmış olduğunu farkedebiliyoruz. Film yapımcıları, tür filmleri içine belli derecelerde ve kategorilerde girebilen, yaratıcı filmler ortaya koyabilmiş ve bu filmleri daha da özgürleştirebilmiştir. Artık, eşcinsel film yapımcıları eşcinsel özgürleşme mücadelesinin otomatik olarak varsayılmış askerleri olma yükünden bağımsızlaşmıştır. Bu yapımcılardan başka eşcinsel temalı filmlerde oynamış yaratıcı, apolitik olan kimi oyuncular daha çeşitli ve geniş bir izleyici kitlesine ulaşan filmlerde de kendilerini gösterir olmuşlardır. Bu yeni özgürleşme süreci, Greg Wild, Ela Toyana, Bruce La Bruce, Gregg Araki ve Barbara Heller gibi bazı eşcinsel yönetmenleri ve faaliyet alanlarını da önemli kılıyor. Bu yönetmenler anlatı öznelerini daha geniş ve çeşitli düzenlemeler içine sokmuş, oralarda daha zenginleştirebilmiştir ve çabaları yeni anlatım biçimlerinin oluşumuna yol açmıştır. Ve artık, "eşcinsel film"in kendi içindeki türsel tarifi gittikçe zorlaşıyor, karmaşıklaşıyor -bu iyi bir işaret. Yazar, derleyici ve dağıtımcı olan Jack Stevenson, Danimarka'da, Ebeltaft'ta, yani Hollywood'un, Underground'un ve Sömürgeci hayatın uzağında, The European Film College adlı bir okulda film dersleri veriyor. * Stag/Smokers films: Yeraltında, basık, dumanlı ortamda, grup halinde izlenen kısa süreli filmler.

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 38


ELEŞTİRİ

ÖNER Yılmaz Erdoğan'ın yazdığı, Demet Akbağ'ın başrolünü oynadığı "Sen Hiç Ateşböceği Gördün mü?" adlı oyunu izledim. Oyun, rahatlıkla izlenen, yer yer çok hoş ve komik espriler içeren, ancak bütün olarak ele alındığında, vadettiği mesajı derinlemesine irdelemeden uzak, kendi içinde büyük çelişkiler barındıran bir oyun. Aslında bana Levent Kırca'yı hatırlattı. Biliyorsunuz, Levent Kırca da 80'li yıllardan beri artık kemikleşen, kemikleştiği ölçüde de inandırıcılığını yitiren, içi boşaltılmış bir şovu sürdürüyor televizyonlarda. Bu şovda Levent Kırca'nın yaptığı şey, ucuz halkçılık diye özetlenebilir. Gayet aşina olduğumuz fakir memur-zavallı vatandaş-ezilen işçi temalarını, gına getirmek ne kelime, kusturana kadar dile getiren, ancak bunları yüzeysel bir biçimde sunan, yeni hiçbir şey söylemeyen, gerçekten sistemle bir derdi olmayan, daha doğrusu tek derdi, bölüm başına aldığı milyarlar olan Levent Kırca, 94 belediye seçimlerinde eşiyle birlikte tabii ki Dalan'a oy vereceklerini açıklayarak, zaten tüm o yoksulluk edebiyatını dinamitlemişti. Bir de geçtiğimiz yıl, Işılay Saygın'ı cinsiyetçi bir biçimde hicveden şovu ceza alınca, ölüm orucuna gireceğini söylemiş, sonra medya marifetiyle, yani ricaları kıramayarak(!) bundan vazgeçmişti. Neyse gelelim Yılmaz Erdoğan'a… Yılmaz Erdoğan, Atilla Atalay'ın zekice buluşu "Sıdıka"yı başarılı bir biçimde televizyona uyarlayıp(!) kendine ve halka maletmişti. Buradaki Sıdıka'nın ağabeyi rolünü genişletip, Mükremin Abi olarak çok sayıda hayran kazandı. İlk yıllarda ben de eğlenerek izliyordum. Sanırım bugün olsa aynı tadı alamam. Neyse, Erdoğan da Kırca gibi "halkın sesi" olmaya soyundu. Zekice kelime oyunları ve esprileriyle sevildi. Bu konuda bence de gerçekten başarılı. Ancak iş politik olmaya gelince, ne yazık ki bir şeyler eksik. İzlediğim oyundan örnekler vereyim: oyun, sıradışı derecede zeki bir kız çocuğunun toplumda yaşadığı güçlükleri sergileyeceği müjdesini vererek başlıyor. Gerçekten de yer yer bu konuda güzel şeyler yakalamış. Benim favorim, Gülseren'in (Demet Akbağ) iş görüşmesine gittiği sahne. Gerçekten gülmekten kırıldım. Gülseren, herkesi alaya alıyor. Karşısındaki patron ise buz

kalıbı. Gülseren'e herkes deli gözüyle bakıyor. Gülseren patronuna sonunda psikolojik tedavi gördüğünü itiraf ediyor. Sonra ekliyor: "Ama çok yararlı oldu. Bilseniz kaç doktoru tedavi ettim!" Burda gerçekten yarıldım gülmekten. Belki "eşcinsellik tedavileri"ni hatırlattığından! Oyunun başlarında, Gülseren'in okul yıllarında geçen bir sahne vardı. Burda beni gerçekten rahatsız eden, bildik bir klişe vardı. Gülseren öğretmenlerini deli ediyor, çünkü zekası, çocukluğunun verdiği acımasızlıkla birleşince herkesin yüzüne, en duymak istemedikleri doğruları söylüyor. Sonunda okul müdürü, Gülseren'in babasını okula çağırıyor ve kızını şikayet ediyor. Bu arada "Bugün, benim hayatımdaki en mutlu gün. 16 yaşımda komşu Melahat Hanım'la yaptığım sevişmemden bile daha mutluyum." diyor. Bunu söylerken de tabii maço bir tavırla gururlanıyor. Ayrıca Gülseren'in yaptığı marifetleri de bir bir sıralıyor. Babası da dönüp: "Doğru mu bunlar Gülseren?" deyince, Gülseren de :"Yalan babacım, müdür Melahat Hanım'la hiç sevişmedi, çünkü kendisi eşcinsel!" diyor. Buraya kadar güzel. Tipik bir kendini saklayan, dolaptaki maço eşcinsel figürü ve bunu yüzüne vuran bir çocuk. Ancak sonra, Gülseren'le babası odadan çıkınca, diğer iki öğretmenle kalan müdüre yöneliyor soran bakışlar. Müdür de:"Ay arkadaşlar, yalan vallaaaa!" falan diyor, gayet efemine bir tavırla. Bir defa hiç gerçekçi değil. İnkar eden biri, buna devam eder, daha da maço davranır. Tamam bu mizah, gerçek olması gerekmiyor diyelim. Ama doğrusu bu klişe beni çok bıktırdı. Ucuz tarafından, "birdcage" tarzı mizah. İki ayol, bir el kol hareketi, işte sana kahkaha. Ben gülmedim. Evet, maço tavırlı bir hetero da mizah unsuru olabilir, hicvedilebilir bence, ama tüm heterolar maçodur mesajı verilirse ona karşıyım, tıpkı tüm geyler efeminedir klişesine karşı olduğum gibi. Son olarak, ateşböceği temasının da yine good old Atilla Atalay'ın bir öyküsünden arak olduğunu söyleyeyim. Bir de tavsiye; Zuhal Olcay-Haluk Bilginer'in "Dolu Düşün Boş Konuş" adlı oyununa mutlaka gidin.

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 39


ELEŞTİRİ

ELEŞTİR - EME - ME YAZILARI A. GALİP III Akif Kurtuluş: Komünist Sanat Pratikeri! Şairlerin dünyevi meseleleri tartışmak ve çözüme kavuşturmak için daha atılgan ve cesur olduklarını söylemek, sanırım, yanlış bir genelleme olmaz. Şiir yazmak dışında bir varlık göstermeyen şair pek az. Öte yandan sanat ve politika alanlarında çözümleyici ve hırçın tartışmalarıyla, şiirlerinden daha çok öne çıkan bir çok şair sayabiliriz. Örneğin Nazım Hikmet'i "o yalnızca bir şair değildir" diye bütün bu meziyetlere sahip olmasına rağmen dışarıda tutsak bile 1930'da, 40'lı, 50'li yıllardan şimdi bir çoğunun hatırlanmadığı, unutulduğu çok sayıda şairi sıralayabiliriz. Yine 1950'lerden başlayıp 1970'lerin sonlarına kadar A. İlhan'ın, H. Hüseyin'in, A. Oktay'ın, C. Yücel'in, A. Behramoğlu'nun, C. Süreyya ve diğerlerinin sanat ve politika tartışmalarını anabiliriz. Bu yazıda andığım şairlerin yazıları üzerinde durmayacağım. 1980'li yılların başından bugüne kadar "komünist sanat pratiği", "maddeci sanat pratiği" üzerine kaleme aldığım yazılarını, kimi eleştiri ve söyleşilerini derlediği Harita Metod Defteri adlı kitabından hareketle Akif Kurtuluş'un tartıştığı bazı kavram ve sorunları nasıl çözümlediğine ilişkin bir değerlendirme denemesine kalkışacağım. Harita Metod Defteri Akif Kurtuluş'un altıncı kitabı. Daha önce Tören Provası, Yalan Şiirler ve Kırılganlıklar Galası adlı üç şiir kitabından başka Politika ve Sanat adlı Sovyetler Birliği'ndeki proleterkült oluşumu üzerine bir inceleme kitabıyla çeşitli gazete ve dergilerde yayınlanan yazılarından oluşan Romantik Korno da diğer bir kitabıdır. Şair Akif Kurtuluş'un Harita Metod Defteri, editörlüğünü şair M. Bülent Kılıç'ın yaptığı Zed Yayınları "sol" sanat hareketleri dizisinin ilk kitabı olarak Kasım 1999 tarihini taşıyor. M. Bülent Kılıç ayrıca başlatılan dizi ve kitapta yer alan yazılar hakkında da kısa bir sunuş yazısı eklemiş. Dizinin başlangıcından ve sunuş yazısından konuya girelim. Nedense bu yeni dizinin başında yer alan sol sözcüğü tırnak içine alınarak "sol" sanat hareketleri dizisi diye yazılmış. Bildiğim kadarıyla tırnak işareti başkasına ait bir kavramı, sözü aktarırken, alıntılarken kullanılır. Burada ne anlamda kullanılmış olduğunu bilemiyorum. Neyse, bunu geçelim. Sunuş yazısında M. Bülent Kılıç, Nazım Hikmet'in Putları Yıkıyoruz kampanyasını "'sol' sanat hareketleri"nin ilk anlamlı örneği olarak değerlendiriyor ve uzun bir tarihsel sıçrama yapıp (yaklaşık 30 yıllık bir mesafe) 1964 yılında A. Behramoğlu, İ. Özel, E. Etiker, A. Nefes gibi isimlerin imzasını taşıyan Doğuş Bildirisi'ni ikinci anlamlı örnek diye ele alıyor.(1) Ancak her iki girişime de Kılıç tam bir onay vermiyor. Birincisini "sezgisel-tepkisel" olarak görürken ikinci girişimi de "egemen sanat pratiklerinin işleyiş mekanizmalarının yeterince ayırdında olmamak"la suçluyor. 1964 yılından

sonra çıkan kimi dergi ve çevrelere (Devinim, Yordam, Alan, Yeni Eylem, Yeni Gerçek gibi dergilere ek olarak A. Arif ve E. Gökçe gibi isimlere) de kısmi olumluluklar yükleyen Kılıç, esas tercihini "Anti Emperyalist Kültür Cephesi"ni kurma girişimini üstlenmesi nedeniyle ilk sayısı Mart 1970 yılında yayınlanan Halkın Dostları'ndan yana kullanıyor. Ancak bu tercih de sınırlıdır. Çünkü Halkın Dostları da popülisttir. Fakat kendisinden daha popülist olanlara karşı bir tavır takınmıştır. Bir de "kendisinden sonraki komünist sanat pratiklerine anlamlı bir miras, üzerinde anlamlı bir yapı inşa etmeye uygun bir zemin armağan" (s.10) etmişlerdir. Her ne kadar "komünist ilkelere dayalı maddeci bir sanat pratiği oluşturma fırsatını" (s.10) kaçırmış olsa da, Halkın Dostları hazırlamış oldukları zemin dolayısıyla Edebiyat Dostları'na bir varlık alanı açmışlardır. "Komünist ilkelere dayalı maddeci bir sanat pratiği" oluşturma talebiyle yola çıkan Edebiyat Dostları'nın "maddeci sanat pratikleri"nden biri olan Akif Kurtuluş'un ""sol" sanat hareketleri dizisi"nin ilk kitabı olan Harita Metod Defteri içerisinde yer alan yazılarının nemi, dizi editörü M. Bülent Kılıç'a göre "egemenlikçi sanat pratiklerinin payandalarına cepheden bir tavır alışı"(s.11), ifade etmesinin yanı sıra bu güne kadar sürdürülegelen "maddeci sanat hareketleri"ni de "teorik bir zemine oturtmaya" çalışmasıdır. Öte yandan M. Bülent Kılıç, Akif Kurtuluş'un yazılarındaki "maddeci sanat", "komünist sanat" pratiği oluşturma çabalarının altını özenle çizerken aynı meziyetleri Edebiyat Dostları'nın diğer yazarlarının da (Kemal Durmaz, Osman Çutsay ve Hüsamettin Çetinkaya) taşıdıklarını vurgulayarak dizinin diğer kitapları hakkında da ipucu veriyor. Akif Kurtuluş'un yazılarına geçmeden önce M. Bülent Kılıç'ın sunuş yazısında kullandığı birkaç kavrama göz atmakta fayda var. Bu kavramları rastgele şöyle sıralayabiliriz: Anti Emperyalist Kültür Cephesi, komünist sanat, maddeci sanat, politik paradigmalar, komünist ilkelere dayalı maddeci bir sanat pratiği vb. Bu kavramlar aynı zamanda Akif Kurtuluş'un da çizmeye çalıştığı kuramsal çerçevenin temel referanslarını oluşturuyor. Fakat bütün bu kavramlar bir politik söylemin jargonlarıdır. Net, tanımlanmış bir anlam yükü taşımamaktadır. Örneğin Kılıç'ın "Dönemin sol sanat pratiklerinin komünist mücadeleye ilişkin kavrayışıysa büyük ölçüde politik paradigmalarla sınırlıdır."(s.10) cümlesi, dönemin sanatçılarını öncelikle birer fraksiyona, sekte angaje olup daha sonra illa ki farklı olmak hissiyle farklı bir sanat kavramı oluşturmak seçeneğine yöneliyor diye anlaşılsa bile yine de söz konusu dönemin "maddeci bir sanat pratiği" oluşturamamasının nedenini saptamış olamayız. Çünkü "maddeci sanat kavramı" başlı başına bir sorun olarak karşımızda durmaktadır. Aynı nedenle A. Kurtuluş'un şu pasajını ele alalım. "Devrimci sanat hareketi, bir entelektüel pratik olarak sömürü düzeni

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 40


ELEŞTİRİ karşısındaki konumlanışını, kendi varoluş nedeni açısından tanımlayabilmeli; bu düzene karşı verilen topyekün devrimci mücadelenin sanatsal tanım aralığını doldurabilmeli; sınıflar mücadelesi içindeki pozisyonunu sanat cinsinden ifade ederek böylece, politik kimliğini, sistem karşısındaki tavır alışının sanatsal içeriğiyle dışa vurmalıdır." (s.16) Eğer "maddeci sanat hareketinin" "kendi varoluş nedenini"n ya da "sanatsal tanım aralığının" neler olduğu sorusunu soracak olursak yanıtımızı ne M. Bülent Kılıç'ın sunuş yazısından derlediğimiz kavramlarda ne de A. Kurtuluş'un bütün bir kitabında bulabiliriz. Çünkü bütün bu kavramların hiçbiri "sanatın tanım aralıklarını" sanat terimleriyle doldurmuyor. A. Kurtuluş, sanatı "politik politikanın" hakimiyet alanından sıyırıp bizatihi sanatı "politik" kılmanın "teorisine" kalkışsa da "maddeci sanat", "komünist sanat" gibi kavramsallaştırmalarıyla başka bir alanın terimlerini sanata bir "kambur" olarak yüklüyor. Şiir nedir, edebiyat nedir, sanat nedir gibi soruları yanıtlamıyor. Oysa bu sorular A. Kurtuluş'u doğrudan bir sanat/edebiyat kuramına götürür. A. Kurtuluş'ta eksik olan bu. Akif Kurtuluş'la birlikte M. Bülent Kılıç şu soruların muhatabıdırlar: Eğer "maddeci sanat", "komünist sanat" hareketi peşine düşüneceksek Sovyetler Birliği'nde birer mugalata, safsata düzeyine ulaşan "komünist bilim", "komünist aile", "komünist devlet" dahası "proleter psikoloji", "proleter biyoloji" gibi hareketlerle aynı akıbet paylaşılmaz mı? Bütün bir estetik tarihi (Marksist estetikçiler ve sanat kuramcıları da dahil) "sanat ve işlevi nedir?" sorusuna aradıkları yanıtlara bağlı olarak farklı farklı kuramlar geliştirmemişler midir? Aslolan sanata felsefeyle bakmaktır. İşte ancak o zaman sanatın insanla ilişkisini kurup doğru bir değerlendirmesini yaparak antolojisine ulaşabiliriz. Bu soruna tekrar döneceğiz. Şimdi Harita Metod Defteri'ne bir göz atalım. Kitap dört bölümden oluşuyor. Sondan başlayıp sırasıyla gelecek olursak. Şiir ve özel olarak da A. Kurtuluş'un şiiri ekseninde şairle yapılan söyleşilerden oluşuyor son bölüm. Sondan bir önceki bölümde şairlik kimliğine ve pratiğine ilişkin yazılar yer alıyor. Sondan iki önceki bölüm bütünüyle Halkın Dostlarını ele alıp İsmet Özel özelinde bir muhasebesini yapıyor. Birinci bölüm ise bu yazımızın ilgi konusu olacak. Birinci bölümde yer alan yazılarda A. Kurtuluş'un hareket noktasını şu temel belirleme oluşturuyor. Sömürü düzenine karşı yürütülen devrimci mücadele (sınıf mücadelesi) üç düzeyde yürütülür. Ekonomik, politik ve ideolojik. (s.36) Hemen eklemek gerekir ki başka bir çok bakımdan son derece titiz davranan A. Kurtuluş terminoloji konusunda aynı hassasiyeti göstermiyor. "Cinsiyetçi İdeoloji ve Şiir" yazısında sözcüklerden hareketle bir ideolojik temizlik operasyonu yürütürken, "Hangi Alternatif?" yazısında bir yayın evinin başlatmış olduğu bir dizinin sunuş yazısıyla neyi hedeflemiş olduğunu deşifre ederken ne denli titiz davrandığı hemen farkediliyor. Ancak devrimci

mücadele, sınıf mücadelesi, komünist mücadele gibi kavramların birbirlerinin yerlerine kullanılabilecek kadar benzer anlamlar taşıdığını düşünsek bile (kaldı ki her sınıf mücadelesi, devrimci ya da komünist bir mücadele midir?) "düzeyler" konusunda tam bir enflasyonla karşı karşıyayız. Yukarıda andığımız gibi sınıf mücadelesinin üç düzeyde yürütüldüğünü belirtmesine rağmen, "burjuva ideolojisinin önadlandırmalarından ve tüm baskılanmalarından kurtulmuş bir terminoloji" (s.17)nin vurgulayıp komünist mücadele kavramını tanımlarken mücadele düzeyleri birden bire artıyor. A. Kurtuluş'un cümlesini olduğu gibi aktarıyorum. "Öte yandan komünist mücadele kavramıyla, sömürü düzenini ortadan kaldırıp sınıfsız bir topluma ulaşmayı hedefleyen bütünsel bir hareketin politik, ideolojik, ekonomik-demokratik, toplumsal-kültürel, felsefi, etik, estetik-sanatsal tüm düzeyleri kastedilmektedir."(s.17). Bu "düzeyler" kimi yerlerde de "cephe" sözcüğüyle yer değiştiriyor. Terminolojideki karışıklığın ne gibi sonuçlar doğurduğuna ileride döneceğiz. Şimdi A. Kurtuluş'un temel kabulüne dönerek yolumuza devam edelim. Sıralanan bütün düzeylerde yürütülecek bir devrimci mücadeleyle ancak sömürü düzeni yıkılabilir. Temel kabul bu. Peki aykırılık nerede? Aykırılığı, aşılması gereken sorunu A. Kurtuluş net bir biçimde ifade ediyor. "Komünist mücadele, yukarıda (aktardığımız cümledeki düzeyler A.G.) sözü edilen kendi oluşturucu öğelerinden birisine indirgenerek açıklanmakta, çoğunlukla, salt bir politik mücadele olarak algılanmakta, ya da en azından, somutta yaşanan pratik, bu olmaktadır." (s.17) Özellikle politik düzeyde yürütülen mücadele diğer bütün düzeylerin üzerine yükseltilmekte ve belirleyici bir rol üstlenmektedir. Giderek sosyalist devrim bir hükümet darbesi gibi anlaşılarak diğer düzeylerdeki olması gereken "toplumsal patlamalar" ihmal edilmektedir. Sorun tespit edildiğine göre sıra çözümde. Çözüm ise "komünist bir sanat pratiği" yaratmaktır. Ama, nasıl olacak bu? A. Kurtuluş'un getirdiği çözümlere geçmeden önce oluşturulan terminolojik karışıklığın olası sonuçlarına bir göz atalım. Benim terminoloji karışıklığı eleştirime A. Kurtuluş itiraz edip, sömürü düzenine karşı yürütülecek top yekün mücadeleyi çeşitli düzeylere ayırıyor, sınıflandırıyorum diyebilir. Hatta, bir karışıklık yaratma değil olguları, süreçleri ayırma titizliği yapıyorum da diyebilir. Althusser ve sonrası yapılan tartışmalara girmeyip diğer düzeylerde yürütülecek olası başka "komünist pratikleri" anmak isterim. Diyelim "etik düzeyde" bir komünist pratik oluşturmak istiyoruz. Bir "komünist ahlâk" mı oluşturacağız? Devam edersek komünist felsefe, komünist ideoloji vb. Dahası ne anlama gelecek bunlar? Bütün bunlar adına neyi alıp neyi dışarda bırakacağız? A. Kurtuluş ne öneriyor? A. Kurtuluş'un şu saptamasından hareket edelim. "Sol-sosyalist egemen politika(lar) karşısında seçtiği ifade tarzının muhalif ancak politik bir ifade tarzı olduğunu belirtelim"(s.42). Oysa "komünist sanatın" "sınıflar mücadelesi içindeki pozisyonunu sanat cinsinden ifade

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 41


ELEŞTİRİ [etmesi]… (ve) sistem karşısındaki tavır akışını sanatsal içeriğiyle dışa vurma(sı)" (s.16) gerekmektedir. A. Kurtuluş'un bütün önerisi bundan ibaret. Sistem karşısında tavır alma sanatsal içeriği nedir, nasıl olmalıdır? Yanıt yok. Politikanın egemenliğine girmeden kendi terim aralığını" doldurması gereken sanatın kendi terimleri nedir? Yanıt yok. "Sanat ve etik gelecek tasarımında içerili toplumsal ilişkilerin bugün cinsinden ifadesine (…) politikadan daha fazla açıktır." (s.21) Olumlu, komünist ahlâka sahip, komünist ilişkiler kuran kahramanları anlatan öyküler ve romanlarla mı kapatılacaktır bu açık? Yanıt yok. Sömürü düzeniyle ideolojik düzeyde mi mücadele etmek, yoksa o düzenin ürettiği ideoloji ile mi mücadele etmek gerekir? Zira yeni bir ideoloji yaratmak gibi bir derdimiz olamaz. A. Kurtuluş'un sosyalizmi bir ideoloji olarak hele hele proleteryanın ideolojisi olarak algıladığını hiç düşünmüyorum. Düzeylere ayırmanın bir çıkmazı da bu olsa gerek. Kapitalist toplum sanatı bir meta olarak, yer yer kâr getirisi fazla olan bir yatırım alanı olarak görüyor. Kabul. Oluşturduğu medya tekelleriyle asi olanı evcilleştiriyor, muhalif olanı marjinalleştiriyor. Kabul. Komünist sanatçıların ne yapmaları gerektiği konusunda A. Kurtuluş birer "vaftiz törenine" dönüşen imza günlerine katılmamaktan başka bir şey önermiyor. "Komünist sanat pratiğini" projelendirmiyor. A. Kurtuluş önemli sorunlara değiniyor ama çözmüyor. Bir boşluğa işaret ediyor ama doldurmuyor. Çünkü hâlâ A. Kurtuluş sanatın ayrı bir düzey olduğunu ısrarla vurgulamasına rağmen sanatı ve sorunlarını politikadan ödünç aldığı terimlerle anlatıyor. Verili olanın reddedilmesi gerektiğini, burjuvazinin sanatı kendi sömürü ilişkisini gizlemeye çalıştığı bir araç olarak gördüğünü ve kendi ideolojisini kattığını söyleyen A. Kurtuluş tersinden başka bir ideolojinin diliyle konuşuyor. Sovyetler Birliği'nin resmi görüşü düzeyine yükselen sosyalist gerçekçiliği tartışırken sosyalizmi bir devlet ideolojisine dönüştürmüş olan Stalin'in, dönemini ve Jdanov'un sanat adına yaptıklarını şu ideolojik cümleyle değerlendiriyor. "En azından o dönemleri yaşayan bu insanlar ve onların mücadeleleri olmasaydı, bugün bunları tartışabilecek durumda bile olamayacağımızı hiç unutmamalıyız." (s.53) Harita Metod Defteri'nin bazı canalıcı sorunları tartışmak gibi bir meziyeti var. Günümüzde sanatın ve sanatçının yerleştirildiği konumu irdelemesinin yanısıra sanatçıdan da sanatçı kimliğini sorgulamasını istiyor. Sanat ürününün bir meta olarak değer kazanırken sanatın değer kaybettiğini gözler önüne seriyor. Ancak bütün bu sorunların tartışılmasına rağmen temel bir "boşluk" var ki A. Kurtuluş'un dilini bağlıyor. Birkaç şairin dışında hiçbir sanatçı ve sanat kuramına, edebiyat kuramına, eleştiri kuramına, estetik kuramına dayanmadan; verili olan reddediliyorsa yerine sorunların çözümünü kapsayan alternatif bir kuram konulmadan bir adım bile atılamaz.

Galiba bütün sorun sanata felsefeyle bakabilmek. Sanat ve sorunları politik jargonlarla halledebilecek bir hadise değil. NOTLAR: 1.Türkiye'de sosyalistlerin sanata yaklaşımlarını özellikle de edebiyata ve edebiyat kuramları tartışmalarını ele alan kapsamlı sayılabilecek bir eser olan Ahmet Oktay'ın Toplumsal Gerçekliğin Kaynakları adlı kitabını anmak isterim. A. Oktay toplumsal gerçekçiliği Sovyetler Birliği'ndeki kaynakları ve gelişimiyle ele alıp ülkemizdeki yansımasını Suat Derviş örneğinde 1940 yılına kadar inceliyor. Göndermelerle birlikte 1960 yılına kadar ulaşıyor. "Sol sanat pratiği"nden sözedilecekse Nazım deyip sonra da uzun atlamak yapmak pek anlamlı olmasa gerek. Ayrıca örneğin A. İlhan'ın "sosyal realizm", mavi hareketi gibi tartışmaları sözkonusu. Ya da son dönem "Yeni Bütüncü Şiir" tartışmaları başlatılmıştı. Bir manifesto yayımlamışlar bir hareket oluşturmaya çalışmışlardı. Bu çevrede M. Bülent Kılıç anmadığı bir çok kişi, çevre ve dergi gibi "sosyalist sanat" adına ortaya çıkmışlardı. Bunları da anmak, bunlarla hesaplaşmak gerekmez mi? Seçici olmaya evet ama keyfiliğe hayır.

IV Türkiye'nin siyasi tarihinin onar yıllık periyotlarla dönemselleştirilmesi, toplumsal hayatın her düzeyde bu zaman aralıklarında uğratıldıkları reformasyonların belirgin bir biçimde göz önüne serilmesi bakımından son derece anlamlı. Aynı zamanda başlangıçtan günümüze Cumhuriyet'in tarihini, sınıf mücadeleleri, ekonomik uygulamalar, politik düzenlemeler gibi farklı alanlarda birbirini koşullayan gelişmeleri dönemselleştirerek yazmak pedagojik bir rahatlık da sunuyor. 1950'den sonrasını hatırlayalım. Çok partili döneme geçiş, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül gibi başlangıç tarihleri bir sonraki dönemin hangi gelişmelere sahne olduğunun ve nasıl bir seyir izlediğinin kaba referans noktalarını sunuyor. Ancak siyasi tarih açısında anlamlı olan bu dönemselleştirmeleri ekonomik işleyiş ve sınıf mücadelelerinin karşılıklı üstünlük kurma ve egemenliğini dayatma süreçleri olarak anlamak da gerekir. Çünkü son tahlilde tarihi fikirler, tasarılar, kavramlar değil farklı çıkarlara sahip sınıfların mücadeleleri oluşturuyor. Bu nedenle yukarıda andığımız tarih dilimlerinin en açık siyasi içerimi egemen sınıfın egemenliğini sürdürmesinin, çıkarlarını korumasının riske düştüğü anlarda baskı ve şiddet yoluyla yeni yönetim biçimlerini devreye sokmalarıdır. Hak ve hukukun askıya alınmasının yanı sıra bu tür arayışı sürdüren kuruluşlar da lağv edilir. Bir siyasi düzenlemenin ötesinde toplumsal yaşantıyı yeniden düzenleyen ve hizaya sokan bu girişimler bir süre sonra sanat üretiminde de belli yön değiştirmelere sebebiyet verir. Siyasi alandaki bu kırılmalarla sanatsal üretim alanında birebir tekabüliyetten söz etmek elbette aşırı bir indirgemecilik olur. Zira ekonomik gelişmeye bağlı olarak toplumun geleneksel yapısının uğradığı değişiklikler, dünyadaki gelişmeler ve başka bir çok etken de sanatsal üretimin yön değiştirmesinde siyasi kırılmalar kadar önemlidir. Sinema ve edebiyatta köyün yerini kentin alması buna örnektir. Sırasıyla köylülüğün uyanışı ve yavaş yavaş çözülüşü; sanayileşme hareketiyle birlikte göç ve kent olgusunun canlanışı daha doğrusu kentlerin, hızla çoğalan varoşların gölgesine karşı durma çatışmasına sürüklenmesi; hızla

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 42


ELEŞTİRİ büyüyen işçi sınıfının bilinçlenerek kendi sesini yükseltmesi; dünyadaki gençlik hareketlerine paralel olarak işçi sınıfı adına konuşan ancak yeterince anlaşamayan siyasileşmiş gençlik mücadelesi sanata da damgasını vurmuştur. Kabaca sıraladığımız bu tarihsel olguların özellikle edebiyatta rahatlıkla izlenebileceğini söylemek yeni bir şey değil. Kimi eleştirmenler ve sanat tarihçileri yakın tarihimize bu perspektifle bakıp son derece başarılı ürünler ortaya koydular. Aynı biçimde 1980 sonrasına da aynı perspektifle yaklaşıp 12 Eylül darbesinin apolitik bir kuşağın yetişmesine neden olduğunu ve suyu çekilmiş bir sanat pratiğinin önünün açılıp desteklendiğini de başarılı çözümlemelerle sundular. Örneğin 1970'li yılların yükselen toplumsal muhalefetinin 2. Yeni şiir akımının kimi temsilcilerine politik bir söylem kazandırarak o hareketin dağılmasına neden olduğu tespitinin yanı sıra anılan yıllar boyunca ilgi görmeyen, politikadan uzak kendi içine kapalı bir sanat pratiği sunanların ancak 1980'li yıllarda öne çıktığı tespiti de bugün yaygın bir kanı düzeyine yükselmiştir. (1) 1970 kuşağı, 1980 kuşağı, 1990 kuşağı gibi gruplandırmaların, şiiri örnek alacak olursak, zoraki bir soyutlama olduğunu söyleyemeyiz. 1970'lerde muhalif bir politik söyleme dayalı şiirler revaçta iken, 1980'lerde toplumu silindir gibi ezen 12 Eylül askeri darbesinin yadsınamaz etkisiyle andığımız tarzdaki şiirler yer altına itilerek (2) politik olmayan insanın zenginliğini ve gündelik yaşantısının ayrıntılarını keşfeden şairlerin şiirleri öne çıkar oldu. 1990'lı yıllarda ise ateşin ve kanın içinden yazan Kürt halkının gerçekliğine gözünü kapatmayan şairlerin şiirleri, suskunlukla karşılanılmasına rağmen, belirli bir yaygınlığa ulaştı. Şükrü Erbaş, Yılmaz Odabaşı, Hicri İzgören gibi isimlerin yanı sıra daha bir çok şair 1990'lı yıllar boyunca şiir adını hak eden ürünler ortaya koydular. Elbetteki yaptığımız bu kaba sınıflamaya girmeyen, kendi serüvenlerini sürdürüp başarılı ürünler yaratan farklı bir gruptan da söz etmek mümkün. Bu grubu kendi içerisinde ikiye ayırabiliriz. Birincisi çeşitli "küçük" dergilerde başarılı ürünlerine rastladığımız kimi isimlerden oluşurken; ikincisi, henüz gün ışığına çıkmamış, herhangi bir çevreye "entegre" olmamış kişilerden ibarettir. Ürünlerine fanzin ve fotokopilerde rastladığımız şairlerdir bunlar. (3) Tekrar 90'lı yılların şiirine dönecek olursak, bu yıllar boyunca İstanbul, Ankara ve İzmir'de yaşayan ve bu kentlerle anılan birkaç şairi dışta tutarak Kürt sorununu gündemine almış olanların şiirlerini ısrarla vurgulamamız gerekir. Her ne kadar kimileri bölge şairi, atlas şairi, Kürt şairi gibi tanımlamalara karşı çıksa da bize göre ürünlerinin yetkinliği tam da böylesi tanımlamalara uygun olmalarından kaynaklanıyor. Çünkü şiirlerinin gücü "ak örtüde elmaların" görüntüsünü aksettiren dizelerinden değil; çıkmaza sokulan, dram haline dönüştürülen bir durumu insan çığlığına dönüştürmelerindendir. Ya da yükselen çığlığı şiirin diline aktarmalarındandır. Kaldı ki bu şairlerin alınganlık göstererek "sadece Kürtlerin ve ya bir bölgenin şairi değilim" demelerinin anlaşılır bir tarafı yoktur. Tam tersine nerede, kim acı çekiyorsa oranın,

onun şairi olmak en büyük onurdur. Evrenseli yakalamanın yolu çiğnenen, yok sayılan insanın, kişinin değerini dile getirmektir, savunmaktır. Tahakkümün olduğu yerde, erdem isyanda saklıdır. İsyanın diliyle konuşmayan, bile bile kör ve sağır rolünü oynayan şair elbette ki sözcüklerden dokuduğu hokkabazlık çadırına bekçilik yapabilir. V L. Trotsky'nin eserlerini çeviren üç Orhan'dan biri olarak bildiğimiz; liderler ansiklopedisinin Trotsky fasikülünden ve Geçiş Programı'nın teferruatlı arka planını anlatan bir telif eserini okuyarak tanıdığımız; Kara Kitap hakkında Kara Kitap kadar değerli yazısıyla sevdiğimiz; Türk şiirine ilişkin ayrıntılı çözümlemeleriyle şiir eleştirisine getirdiği yeni boyutları öğrendiğimiz; resim ve felsefeyle ilgili yazılarıyla tam bir entelektüel olarak gördüğümüz Orhan Koçak'ın tanıtım yazısıyla yayımlanan Metin Kaygalak'ın Yüzümdeki Kuyu adlı şiir kitabı bir bütün olarak tasavvuf söylemine dayalı, Zerdüşt'ün dininden ve Alevilik inancından alınan kavram ve terimlerle örülü sorgulama ve isyan şiirlerinden oluşuyor. M. Kaygalak, tasavvufa dayalı bir söyleyişi olduğu için suçlamalara da hedef oluyor. Ekim ayı içerisinde Diyarbakır'da yapılan bir söyleşide bu yönlü suçlamalara maruz kaldı. İçe kapalı, geri çekilen, mistik bir söyleyiş, karşı çıkılanı meşrulaştıran vb eleştiriler yöneltildi şaire. M. Kaygalak'ın şiiri bütünüyle tasavvufa dayandığı için, ancak onu yeniden üretip savunmadığı için, karşı çıkışını, isyanını o dille sürdürdüğü için şiire yeni bir pencere aralıyor. Yoksa inanç motiflerine, ki bu Zerdüştlük, Yezidilik ve Aleviliği de içeriyor ve resmi İslam diniyle sınırlı değil, mistisizm ve tasavvuf öğelerine dayalı şiir anlayışı sadece M. Kaygalak'a ait değil. Bu anlayışı sağdan, soldan bir çok şair denedi ve hâlâ sürdürenler var. Yüzündeki Kuyu kitabındaki şiirler acıyı, hüznü ve sabrı inanç motifleriyle anlatıyor ve bir sorgulamaya davetiye çıkarıyor. (4) Tasavvuf denilince bir boyun eğiş inancı anlaşılmak isteniyor. Örneğin bugün, ne yazık ki, kimi Alevi kesimler de dahil olmak üzere çeşitli gruplar bu kanaldan gelişmiş çeşitli düşünceleri yeniden İslam içine çekmeye çalışıyorlar. Alevilik ile Bektaşilik arasında, Yunus Emre ile Hallacı Mansur arasında herhangi bir ayrım görmek istemiyorlar. Acemlerin, Alevilerin, Caferilerin, İsmaililerin Hz. Ali'ye rağmen, 12 İmam'a rağmen, Ehli Beyit'e, Ali'ye ve Zülfükar'a yükledikleri anlamın içini boşaltıp Süleyman Demirel'e, Bülent Ecevit'e Zülfükar armağan edebiliyorlar. Metin Kaygalak sadece tasavvufla sınırlı kalmadığını, Zerdüştlük, Yezidilik, Alevilik gibi inançların yanı sıra Farsça yazan büyük şairleri de takdirle andığını söylüyor. (5) Orhan Koçak'ın da sezdirdiği gibi Yüzümdeki Kuyu bir başlangıç. Metin Kaygalak için ise anılan kültürler karşısında ulaştığı sentezin okuyucuya sunduğu örnekleri. Devamını bekleyeceğiz. Kapı komşumuz olan İran son 20 yıldır tarihi geriye doğru yaşamakta ısrarlı. O İran ki yetiştirdiği şairleriyle Hegel'in ve Goethe'nin Farsça öğrenmelerine neden olmuştu.

VI Geçtiğimiz ay Fakir Baykurt'u kaybettik. Orta okulu okuduğum yıllarda tanışmıştım F. Baykurt'un eserleriyle. Tatillerde köye gider, 14 numara gaz lambasının ışığında büyükçe odamızı dolduran köylülere

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 43


ELEŞTİRİ Köygöçüren'i, Tırpan'ı, Efkar Tepesi'ni okuyordum. Artık Ali'nin kahramanlıkları, Kerbela Vahası, Ebu Müslüm'ün maceraları dinlenmiyor, köy halkını yaşantısını anlatan F. Baykurt'un romanları köylülere çekici geliyordu. Benim için ise örnek almam gereken birisiydi. O da benim gibi köylü çocuğuydu. Şimdi ise kolaylıkla erişebileceğim bir mevkiye ulaşmıştı. Okuyup ben de onun gibi biri olacaktım. Üniversite yıllarına kadar da benim için örnek olmaya devam etti. Ancak sonra durum değişti. Ama nasıl? Üniversite ile birlikte büyük şehirle ve bambaşka sorunlarla tanışacaktım. Fakir Baykurt ise çocukluk günlerimin uzun kış gecelerinde bana okumayı sevdiren biri olarak kalacaktı. Üniversite bitip öğretmenlik yapmaya başladığımda yeniden karşılaştım F. Baykurt'la. Bu kez karşımdaki TÖS başkanlığı yapmış, demokrasi mücadelesi vermiş, bir aydındı. Çetelerin, gericilerin tepkisini çekmiş ve hayatını zor kurtarmış birinin kişiliğinde Türkiye'nin yakın tarihini öğrenecektim. Öküz dergisinin Kasım 1999 tarihli 66. sayısında Muhsin Kızılkaya'nın "Bir 'Fakir' Öldü Diyeler..."adlı yazısını okuduğumda F. Baykurt'un romanlarının hedef kitlesiyle ne denli isabetli bir biçimde buluştuğunu gördüm. Bugün devletin sanatçısı Attila İlhan bir zamanlar "Fakiri Pür Taksir" adlı yazı dizisiyle köy romancılarını ve özellikle de Fakir Baykurt'u eleştiriyordu. Bunların İnönü Atatürkçülüğünün payandaları olduklarını ve tek yönlü kaldıklarını söylüyordu. A. İlhan, "sağcı arkadaşlarım, ülkücü arkadaşlarım geliyorlar, tartışıyoruz" diyor ve kendisinin çok yönlü tek farklı aydın olduğunu iddia ediyor. Köy yazarı Fakir Baykurt tartışmasız en çok okunmuş ve hâlâ okunan bir yazar olmanın yanı sıra bu ülkede yaşayan biri olduğunu da göstererek hem yazmış hem de örgütlü mücadelede yerini almayı bilmiştir. M. Kızılkaya'nın da andığımız yazısında vurgulamış olduğu gibi F. Baykurt'un yazarlığını onun mücadelesi ve "ideolojisi" bağlamında değerlendirmek gerekir. Bu açıdan baktığımızda egemen ideolojiyi yeniden üretmesi bakımından çok şey söylenebilir. Özellikle kadın, aile, ve devlet konusunda bir kopuşu dillendirmediği çok açıktır. NOTLAR 1.

2. 3. 4. 5.

Osman Serhat Erkekli, Ekim 99 tarihli Virgül'ün 23. sayısında Mehmet Taner'le yaptığı söyleşide şöyle soruyor; "Mehmet Taner'i 70'li yılların politik şiirine yüz vermemesiyle, 80 sonrası şiirini hazırlayan birkaç şairden biri olarak tanıyorum." Gerçi M. Taner'in yanıtı farklı. Kendisinin de politik şiir yazdığını ancak dışlandığını söylüyor. Dışlayanlar için "yerinde" bir laf sarf ediyor. "Yani güzel ülkemizde çetecilik Susurluk'la başlamadı." Pes doğrusu. Emirhan Oğuz ve Nevzat Çelik gibi isimlerin yanı sıra daha sonra Belge Yayınevinin Yeni Sesler dizisinden kitapları çıkan hapishane şairleri için takınılan tavrı hatırlayınız. Dergilerde şiirlerine rastlamamıza rağmen hâlâ kitapsız bir şair olması dolayısıyla Bayram Balcı'yı ve Sabahattin Umutlu'yu bu gruba dahil ediyorum. Elbette Jilet'i de. Şüphesiz öncesi de var. Ancak Sombahar'la birlikte bu tarz şiirler yaygınlaştı. Bu konuda titiz bir gözlem sürdüren Sabahattin Umutlu'nun tespitlerini bizimle paylaşacağını umuyorum. Metin Kaygalak'ın kendi ifadesiyle "okuyucu huzuruna ilk çıkışı" 23 Ekim 1999'da Diyarbakır Kebikeç'te gerçekleşti.

KISIR DÖNGÜ Madam Susatska'ya Çığ sonrasıydı Rüzgâr yelesindeydi Çağı da atmıştı terkisine Dörtnala patladı Mekânımdan dışarı Çın çın duvarlar gerisi Duvarlarda adımın gölgesi. Çağla düşler kurdum bütün gece kara Kefen parası bulmalıyım pir-ü-pak çocukluğuma Ertesi sabah kapıyı Başka bir çaylak çaldı. Nallarını bulana kadar kalacaktı. Çığdan önceydi. 7 Ekim 1996, Ankara

ŞARMUT A. İKARUS

ŞİİR Bir burçindi gece Sabah güneşti zeker Usulca düştü ürkek dilime İncili gerdandı usuldu ve fettan Soluğu tuttum beden konuştu Şafağa kadar sözü o da unuttu Sabah olmak bilmedi Bir burçindi gece Sükût içinde geçti zükûr Güneşle uyandı güneş 17 Nisan 1996-26 Haziran 1996, Sivas-Ankara

ŞARMUT A. İKARUS

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 44


MEDYA-YORUM KONU EŞCİNSELLİK OLUNCA HABERDE ÖZENSİZLİK VE SORUMSUZLUK FARZ MIDIR? MUHİTTİN SERİNAY Şanlı Türk medyası, (eş)cinsellik konusunda, lümpenlik ile entellik arasında gidip geliyor. Duruma göre lümpenlik ve entellik, aynı gazetede yan yana birbirini tamamlayabildiği gibi; döneme, gelişmelere göre sözüm ona ayrışabiliyor da. Yani ihtiyaç neyi gerektiriyorsa, Şanlı Türk Medyası gerekeni yapmaktan geri durmaz. En azından 20 yıldır yaşayarak tanıklık ettik. (Mesele salt cinsellik/porno olduğunda, işçiler için "Tan", patronlar için "Playboy" burda, konumuz değil.) Eş/cinsellik konulu haberlerde Tan'ından Güneş'ine (artık çıkmıyorlar), Asabi'sinden Milliyet'ine, Sabah'ından Yeni Binyıl'ına (daha önce Yeni Yüzyıl), Hürriyet'inden Radikal'ine, lümpenlik ile entellik arasında salınan Türk Medyası, AGİT'ten Helsinki'ye, Türkiye'nin Avrupalılaşma sürecinde girdiği yeni dönemde "sorumlu gazetecilik" örnekleri sergileyerek biz eşcinselleri de yadetti. Avrupa Birliği'ne girme sürecinde kapı aralandığı söylense de Tanzimat artı '70 yıl' geçtiği halde hâlâ henüz işin başında olduğumuz gerçeği heyecanın yükselmesini engelliyor. Bu arada "önemli meselelerden" eşcinselliğe sıra gelmediği için de görünen o ki AB henüz doğrudan eşcinsellerle ilgili bir "ödev" vermedi Türkiye'ye. Onun için Şanlı Türk Medyası şimdilik "magazin"le idare ediyor. Güney Kıbrıs'ın ve Romanya'nın heteroseksist medyası gibi, "AB'ye girmemiz için hepimizin ibne mi olması gerekiyor" gibi akıl-mantık şaheseri inciler saçmıyor. Bununla birlikte konu eş/cinsellik olan haberdeki özensizlik ve sorumsuzluğu da bir tür heteroseksizm olarak görmek alınganlık olmasa gerek. 17 Aralık tarihli Sabah Gazetesi'nde AB sürecinde "dernek kurma çalışmaları için adım atan" transeksüellerden oluşan bir grup, aynı zamanda "ilk defa yasal olarak homoseksüel ve lezbiyenlere hitap eden bir dergi" hazırlamış ve "'Kaos GL' adını taşıyan bu derginin, 2000 yılının ilk aylarında piyasaya çıkması" bekleniyormuş! Bir türlü sonu gelmez "dernek kurma çalışmaları"nı geçiyorum. Anlaşılan o ki muhabir, bir şeyler duymuş ama ne olduğunu tam anlamamış. Her şeye rağmen insan merak ediyor; çünkü, tamam, muhabiri geçelim, fakat haberin çıktığı sayfanın editörü ne iş yapar? Türkiyeli transeksüeller, Türkiyeli homoseksüeller için neden bir dergi çıkarsın? "Eşcinsellere de eşit hak" başlıklı haberin ilk bölümünde bunun nedenini anlamak(?) mümkün. Türkiye, AB adaylığı ile Avrupa Birliği üyesi ülkelerde olduğu gibi "Evlilikten cinsel tercihini belli eden nüfus cüzdanı taşımaya, istediği işte çalışabilmekten dernek kurmaya" kadar pek çok hakkı homoseksüel, transeksüel, heteroseksüel, biseksüel Türklere de tanımak durumda olacak"mış!!! "Cinsel tercihleri belli eden nüfus cüzdanı" ve aslında diğer hakları da geçelim, anlaşılan o ki muhabir, sonu -seksüel ile biten, heteroseksüel dahil ne kadar terim biliyorsa sıralamış; onun için transeksüellerin, homosek-süeller için dergi çıkarmasında da bir gariplik olmasa gerek! İnsan yine de merak ediyor, "homoseksüel, transeksüel, heteroseksüel, biseksüel" olmayan Türklere ne ad veriliyor?

Yine Sabah'tan, 15 Aralık sayısından öğreniyoruz: "Eşcinseller AB'ye hazır" Nasıl mı? "İçişleri Bakanı Sadettin Tantan, polis teşkilatı mevzuatının büyük ölçüde AB'ne uyumlu hale getirildiğini belirtti ve ekledi: Eşcinseller de kayıt altına alınacak" Hoppala demeyi ve şaşırmayı erteleyip "haber"i okuyoruz; yine transeksüellikle ilgili olduğunu görüyoruz! Haberin başlığı ile içeriği arasındaki uyum da gösteriyor ki AB'ye "eşcinseller"le birlikte Şanlı Türk Medyası da hazır… Evet, yukarıda ertelediğimiz, şaşırma hakkımızı şimdi kullanabiliriz: "Cezaevlerinde eşcinsel krizi" Bu cümlenin sonuna, üç tanesi yetmeyeceğinden ünlem işareti koymayalım. Bir buçuk sayfalık bu haberden (elbette ki Sabah ve beş kala, beş kala girdiğimiz 2000'in 15 Ocak'ı.) öğreniyoruz ki İstanbul Başsavcısı, cezaevleri sorunu ile ilgili bir rapor hazırlamış, Meclis İnsan Hakları Komisyonu'na sunmuş: "Homoseksüelleri ve çift cinsiyetlileri koyacak yer bulmakta büyük sıkıntı çekiyoruz." Elbette ki böyle bir haber hazırlamak ve cımbızı bu kadar şahane kullanabilmek için böyük gazeteci olmak lazım. Biz gazete okuru olarak haberi anlamaya çalışalım: "Homoseksüel", bizim bildiğimiz, kadın ve erkek eşcinsel demek. Şayet yanılmıyorsak Türkiye'nin zindanlarında "kriz" yaratacak kadar eşcinsel tutsak ya da hükümlü bulunmuyor. Haberi süsleyen müthiş resimden anlaşılıyor ki yine herşey birbirine karışmış! Peki ya "çift cinsiyetliler"e ne demeli? "Homoseksüel" derken homoseksüelin, "çift cinsiyetli" derken hermafroditin kastedildiğini varsaydığımızda, bu haberden geriye hangi "bilgi" kalır? Geriye elbetteki "haber" ya da "bilgi" kalmaz; zaten bilgi, kimin umurunda? Geriye kalan, "homoseksüel, transeksüel, heteroseksüel, biseksüel" olmayan gazeteci için de, Başsavcı ve Bakan için de değişmeyen ve Türkiyeli eşcinselin de yerleştirildiği çerçevedir: "Homoseksüellerin, çift cinsiyetlilerin, bulaşıcı hastalık taşıyanların, psikopat ve akıl hastalarının, uyuşturucu müptelası olanların ve mafya liderlerinin korunmaları ve barındırılmaları büyük sorun oluşturmaktadır". Cezaevi sorunuymuş!… Sorunların gerçek adını koyarak, onlarla yüzleşmedikçe bu çerçeve değişmeyecektir. Çünkü bu, aynı zamanda bir zihniyettir ve karşılıklı birbirini ürettiği için tersi de doğrudur. Bu zihniyet, şayet, homoseksüelleri de yerleştirdikleri yukarıdaki çerçeveyle Avrupa Birliğine girecekse, güle güle diyelim. Avrupa, gerekirse Türkiye'yi bu haliyle de AB'ye alır. Ne de olsa kendi geçmişi de pek parlak sayılmaz. Fakat bizler, Türkiyeli geyler ve lezbiyenler, eşit ve özgür bireyler olarak kendi varoluşumuzu gerçekleştirebilmek için mücadele etmedikçe, heteroseksist zihniyetin şekillendirdiği mevcut çerçevenin dışına çıkmak mümkün olmayacaktır. Avrupalı eşcinsel kardeşlerimiz sahip oldukları hakları AB'den almadılar, mücadele ederek AB üyesi ülkelere kabul ettirdiler ve devam ediyorlar.

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 45


HABERLER YUGOSLAVYA "DEVLET DÜŞMANLARI ARASINDA EŞCİNSELLER DE VAR"!!! Yugoslavya yönetiminin ''düşmanlar listesine'', eşcinseller de girdi. Eşcinsel haklarını savunan Arkadija örgütünün Başkanı Dejan Nebrigiç'in öldürülmesini soruşturan yargıç Nedeljko Martinoviç, Politika Express Gazetesi'ne verdiği demeçte, Negribiç'in, ülke dışından farklı mali kaynaklar alan bir eşcinsel örgütün kurcusu olduğunu söyledi. Martinoviç, Arkadija'nın gerçekte, ülkeye karşı özel bir savaş yürüten bütün gruplar için bir ''atlama tahtası'' olduğunu öne sürdü. Arkadija'nın üyesi ve Sırbistan'da iç savaş kurbanları için koruma sağlayan bir örgütün başkanı Lepa Mladjenoviç, yargıcın açıklamasının sürpriz olmadığını belirterek,''Rejim, hükümet dışı bütün örgütleri ve muhalif partileri, NATO askeri ya da CIA ajanı olarak görüyor'' dedi. Yugoslavya'nın bölünmesine yol açan çatışmaları protesto eden Belgrad Barış Hareketi'nin bir parçası olan Arkadija'nın Başkanı Nebrigiç, geçen hafta evinde boğularak öldürülmüş halde bulunmuştu. Yugoslavya yönetimi, hükümet dışı gazete, radyo ve televizyon istasyonları için çalışan gazeteciler ya da editörlerle, muhalefet liderlerini ve Kosovalı Arnavutları devlet düşmanı olarak görüyor. Sırp hapishanelerinde, yargılanmadan mahkum edilen yaklaşık 2 bin Kosovalı Arnavut bulunurken, gazeteciler ve muhalif eylemciler, artan biçimde polis soruşturmasıyla ya da para cezasıyla karşı karşıya kalıyorlar.

BELÇİKA'DA İLK EŞCİNSEL EVLİLİKLERİ... Belçika'da 23 Kasım 1998'de parlamento tarafından onaylanan yasanın 1 Ocak 2000'den itibaren yürürlüğe girmesiyle eşcinsellerin birliktelikleri resmen tanınacak. Ülkedeki ilk homoseksüel evlilik 4 Ocak'ta yapılacak. Sosyalist Eşcinseller Derneği üyesi Luc Legrand ve Alain Bossyt adlı iki erkek, kayıtlı bulundukları Brüksel Belediyesi'nde yapılacak törenle beraberliklerine yasal nitelik kazandıracak. Aynı gün, Belçika'da 3 ayrı eşcinsel düğünü yapılacak. Brüksel Belediyesi yetkilileri, birlikteliklerini yasallaştırmak isteyen çiftlerin 1 Ocak'tan itibaren belediyelere başvurabileceklerini, ''küçük bir resmi nikah töreni'' yapılacağını, çiftleri birbirlerine bağlayan ve yükümlülüklerini hatırlatan söylevlerin yapılacağını, ancak ''yüzük takılmayacağını'' belirttiler. Çiftlerin sosyal haklardan ve vergi indirimlerinden yararlanmalarını sağlayan yeni yasaya göre, birlikte yaşayan kardeşler, akrabalar ve cinsleri ne olursa olsun tüm çiftler, beraberliklerini bu yöntemle yasallaştırabilecekler.

EYALET MAHKEMESİ EŞCİNSEL ÇİFTLERİN, NORMAL ÇİFTLERLE AYNI HAKLARDAN YARARLANMASI GEREKTİĞİNİ BİLDİRDİ ABD'de bir eyalet mahkemesi, eşcinsel çiftlerin, normal çiftlerle aynı hak ve avantajlardan yararlanması gerektiğini bildirdi. Vermont mahkemesi tarafından yapılan açıklamada, ''Devletin, aynı cinsiyete sahip çiftlere, evlilikten doğan hak ve avantajları tanıması gerektiğini düşünüyoruz'' ifadesi kullanıldı. Mahkeme, bu açıklamayı, 1997 yılında evlenmelerine izin verilmeyen iki lezbiyen çift ile bir erkek eşcinsel çiftin başvurusunu değerlendirirken yaptı. Mahkemenin, eşcinsel çiftlerin diğer çiftlerle aynı haklardan yararlanabilmesi gerektiği yönünde görüş belirtmesi, Vermont valiliğinin hoşuna gitmedi. Valilik, ''kararın, rahatsızlık duygusu yarattığını'' bildirdi.

CALIFORNIA'DA EŞCİNSEL EVLİLİĞİNE REFERANDUM... ABD'nin California eyaletinde eşcinsellerin evlenebilmelerini öngören bir tasarının referanduma sunulabilmesi amacıyla, eşcinsel gruplarınca büyük bir imza kampanyası başlatıldı. ''Aynı Cins Evliliklerini Savunan Californialılar'' adlı eşcinsel girişimin başkanı Tom Henning, amaçlarının, gelecek yıl yapılacak ABD Başkanlık seçiminin yanında düzenlenecek bir referandumda konuyu eyalet halkının oyuna sunmak olduğunu söyledi. Henning, ''Heteroseksüeller için evlilik iyiyse, eşcinseller için de iyidir. Amacımız, aynı cinsten evliliklerin yasallaştığı ilk eyaletin California olmasını sağlamak'' dedi. Tasarının referanduma götürülebilmesi için 670 bin imza gerektiği belirtiliyor. Kampanyanın düzenleyicileri, yaklaşık 1 milyon imzayı gelecek üç ay içinde biraraya getireceklerine inandıklarını kaydettiler.

ABD'DE CUMHURİYETÇİ BAŞKAN ADAYI BAUER: ''EŞCİNSEL EVLİLİĞİ TERÖRİZMDEN BETER'' ABD'de gelecek yıl yapılacak başkanlık seçimine Cumhuriyetçi Parti'den aday olan Garry Bauer, bazı eyaletlerde eşcinsellerin evlenme yolunun açıldığını belirterek, ''Homoseksüel evliliklerinin yasallaşması, terörizmden de beter'' dedi. Cumhuriyetçi Parti'nin 6 adayı arasında en muhafazakar olarak nitelendirilen Bauer, yaptığı açıklamada, ''Eşcinsel evliliklerin yasallaşması toplumumuzun temel taşı olan ahlaka tarihteki en büyük darbeyi indirir. Hiçbir terörist saldırı bize bunun kadar zarar veremez'' diye konuştu. Bauer, eyaletlerden eşcinsel evliliklere çıkabilecek iznin Federal Yüksek Mahkeme tarafından reddedilmesi çağrısında bulundu. ABD'nin Vermont eyaleti Yüksek Mahkemesi, geçen hafta eşcinsel çiftlere, evli çiftlere sağlanan yasal güvencelerin aynısının tanınmasını kararlaştırmış, bu adım Vermont'ta eşcinsellerin birbiriyle evlenebilmesi

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 46


HABERLER çabalarında çok önemli bir gelişme olarak değerlendirilmişti. California eyaletinde de eşcinsel dernekleri, eşcinsel evliliklerin yasallaştırılması için gelecek yıl bir referandum düzenlenmesi konusunda çaba gösteriyorlar.

HILLARY, EŞCİNSELLERE DESTEK ÇIKTI, 100 BİN DOLAR TOPLADI ABD'nin first lady'si Hillary Clinton, eşi Bill Clinton'ın, orduya girecek eşcinseller konusunda uyguladığı politikayı eleştirdi ve senatör seçildiği takdirde bu politikanın değiştirilmesi için çaba harcayacağını söyledi. New York'ta genel olarak eşcinsellerin serbestçe yaşadıkları bölge olan SOHO'da katıldığı bir toplantıda konuşan first lady, ''ister kadın, ister erkek olsun, eşcinsellerin orduda, eşcinsel oldukları açıkça bilinerek hizmet edebilmeleri gerektiği'' görüşünü savundu. SOHO, New York'ta eşcinsellerin serbestçe yaşadıkları bölge olarak biliniyor. ''Kongrenin, bugünkü koşullarda eşcinsellerin orduda serbestçe görev almalarına imkan verecek bir yasa kabul etmesini beklemenin siyasi açıdan gerçekçi olmayacağını'' vurgulayan Hillary Clinton, ''Bu nedenle, ABD Savunma Bakanlığı'nın gereken adımları atması gerektiği'' fikrini savundu. Eşcinsellerin katıldıkları toplantıda, Hillary Clinton'ın seçim kampanyasi için 100.000 dolar toplandığı bildirildi.

ABD BAŞKANI CLINTON: ''ORDUDAKİ EŞCİNSELLERİ KORUYAMADIM'' ABD Başkanı Bill Clinton, göreve başladığı 1993 yılından sonra ordudaki eşcinseller için uygulamaya koyduğu ''sorma-söyleme'' politikasının başarılı olamadığını kabul ederek, silah altındaki eşcinsellerin korunmasına yönelik yeni önlemler alınmasını istedi. Clinton, CBS radyosuyla yaptığı söyleşide, geçenlerde eşçinsel olduğu gerekçesiyle bir askerin başka askerlerce dövülerek öldürüldüğünü hatırlattı ve bu örneğin, ''sormasöyleme'' politikasının ordudaki eşcinselleri yeterince koruyamadığını ortaya çıkardığını belirtti. ABD Başkanı, ''Yapılması gereken, bu politikaların gözden geçirilmesi ve böyle vahşice olayların önlenmesidir'' dedi. Başkan olduktan sonra orduda eşcinselliği tamamen serbest bırakmak isteyen, ancak komutanlardan gelen baskıyla bunu başaramayan Clinton, onun yerine ordu mensuplarına cinsel tercihlerinin sorulmaması ve eşcinsellerin de cinsel faaliyetlerini açıklamaması ilkesini getirmişti. Clinton'ın, gelecek yıl New York eyaletinde yapılacak senato üyeliği seçimine katılacak eşi Hillary de, ordu da eşcinselliğin serbest bırakılması gerektiğini, silahlı kuvvetlerde bulunmanın kriterinin cinsel tercih değil, görev duygusu olması gerektiğini söyledi.

CUMHURİYETÇİLER'DEN CLINTON'A AĞIR ELEŞTİRİ: ''BAŞKAN, HILLARY'NİN SEÇİM KAMPANYASI İÇİN DEVLET POLİTİKASINI DEĞİŞTİRİYOR'' ABD'de Cumhuriyetçi Parti'nin ağır toplarından,

Temsilciler Meclisi'nin eski başkanı Newt Gingrich, Başkan Bill Clinton'ı, eşi Hillary'nin seçim kampanyasına destek olmak amacıyla ülkenin temel politikalarında değişiklik yapmaya çalışmakla suçladı. Gingrich, Washington Times gazetesine verdiği demecinde, ''Clinton, sırf Hillary New Yorklu eşcinsellerden destek alsın diye, ordunun eşcinselliğe yaklaşımını değiştirmeye çalışıyor'' dedi. Başkan Clinton'ın daha önce Porto Riko'nun ABD'den kopması için mücadele eden 6 mahkumun cezasını affettiğini hatırlatan Gingrich, ''Başkan, bu işi de sırf Hillary New York'taki Porto Riko kökenlilerden daha fazla oy alsın diye yaptı'' dedi. Temsilciler Meclisi Başkanlığı görevinden geçen yıl ayrılan Gingrich, Clinton'ın bu örneklerde görüldüğü gibi ABD'nin devlet politikalarını, eşinin şahsi çıkarlarına alet ettiğini savundu. New York'ta gelecek yıl yapılacak senato üyeliği seçimine Demokrat Parti'den katılacağı kesinleşen Hillary Clinton, geçen hafta ABD ordusunda eşcinsellerin hiçbir kısıtlama görmeden hizmet yapabilmeleri gerektiğini söylemişti. Hillary'nin bu sözlerinin hemen ardından da Başkan Clinton, ABD ordusunda eşcinsellik konusunda halen uygulamada olan ''sorma-söyleme'' politikasının, homoseksüellerin haklarını yeteri kadar savunamadığını belirterek, bu politikada değişiklik yapılmasını istemişti. New York senato seçiminde, halen New York kenti belediye başkanı, Cumhuriyetçi Partili Rudolph Guilliani ile yarışması beklenen ve son kamuoyu yoklamalarına göre rakibinin oldukça gerisinde görülen Hillary Clinton'ın, seçilmek için azınlık oylarına ve bu arada eşcinsellerin yoğun desteğine ihtiyaç duyduğu ifade ediliyor.

ABD ORDUSUNDA EŞCİNSEL CİNAYETİ DAVASINDA KARAR... 2 YILLIK MAHKUMİYET KARARINA, EŞCİNSEL GRUPLARDAN TEPKİ YAĞIYOR ABD'nin Kentucky eyaletinde, geçen yıl eşcinsel bir onbaşıyı döverek öldüren asker, 12 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Bütün ABD'nin yakından izlediği davada, Barry Winchell'i öldüren er Calvin Glover, suçunu itiraf ettiği için cezası hafifletilerek 12 yıla mahkum oldu. Ülkedeki eşcinsel grupları ise ordu içinde işlenen bu cinayetin göreceli olarak hafif bir cezayla sonuçlandırılmasından, eşcinsellere gelecekte saldırı yöneltmeyi planlayanların cesaret bulacaklarını savundular. Katil er Glover, son duruşmada gözyaşları içinde kurbanının ailesinden af diledi. Askeri mahkeme, Glover'in pişmanlığının cezasının indirilmesinde rol oynadığını belirtti.

ABD ORDUSUNDA SORUŞTURMASI

''EŞCİNSELLERE

BASKI''

ABD ordusunda eşcinsel olduğundan kuşkulanılan askerlere ağır baskı uygulandığı yolundaki şikayetlerin artması üzerine, ABD Kara Kuvvetleri Komutanlığı bünyesinde geniş bir soruşturma açıldı.

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 47


HABERLER Kara Kuvvetleri Komutanlığı'ndan, Askeri Başsavcı Korgeneral Michael Ackerman'a talimat verilerek, Başkan Bill Clinton döneminde uygulamaya konulan ''sorma-söyleme'' ilkesinin, ordunun bütün birimlerinde tam olarak uygulanması ve aksi yönde davrananların cezalandırılması istendi. Kentucky eyaletindeki bir askeri birlikte eşcinsel olduğu belirtilen bir onbaşının iki asker tarafından dövülerek öldürülmesinin ardından, Amerikan basınında, orduda eşcinsel olduğundan şüphelenilen askerlere karşı adı konulmamış bir baskı kampanyası başlatıldığı yorumlarına neden olmuştu. Başkan Clinton'ın girişimiyle 1993'te uygulamaya konulan ''sorma-söyleme'' ilkesiyle birlikte, açık eşcinselliğin hala yasak olduğu ABD ordusunda, askerlerin cinsel kimliklerinin sorgulanması yasaklanmıştı.

İNGİLTERE ORDUSUNDA ARTIK HOMOSEKSÜLLER DE GÖREV YAPABİLECEK Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin kararına boyun eğen İngiltere, orduda homoseksüellerin yer almaları yasağını kaldırdı. Savunma Bakanı Geoff Hoon, Avam Kamarası'nda yaptığı konuşmada, bundan böyle ''homoseksüelliğin silahlı kuvvetlerde hizmet etmeye bir engel oluşturmadığını'' söyledi. Hoon, ''Artık homoseksüellere silahlı kuvvetlerde bir kariyer sahibi olma fırsatının çok görülmesi için bir neden yok'' diye konuştu. Hoon, bundan böyle askerlerin cinsel eğilimlerinin ''kişilerin özel meselesi olarak kabul edileceğini'' bildirdi. Hoon, askerlerin birlikte çalışacakları kişiyi seçme hakkının bulunmadığını hatırlatarak, yasağın kalkmasının ardından, homoseksüel olsun heteroseksüel olsun, askerler arasındaki kişisel ilişkilerin yeni bir muaşeret kuralına göre düzenleneceğini söyledi. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, geçen Eylül ayında, 4 homoseksüelin İngiliz ordusundan haksız yere kovulduğu yönünde karar vermişti. (Bu haber, 14 Ocak 2000 tarihli Radikal'de "Britanya Ordusu tarihi karar aldı" başlığı ile kısaca, aynı tarihli Yeni Binyıl, "Dünya" sayfasında birinci haber ve resimli olarak "eşcinsel askere vize" başlığı ile verdi. Radikal, habere "eşcinsellere askerlik yasağı uygulayan NATO ülkeleri olarak sadece ABD ve Türkiye kaldı"ğını da ekledi.)

EŞCİNSEL ÇİFT, TAŞIYICI ANNEDEN İKİZ ÇOCUK SAHİBİ OLDU İngiltere'de yaşayan bir erkek eşcinsel çift, Amerikalı taşıyıcı anneden ikiz çocuk sahibi oldu. Londra'da yayımlanan The Mail on Sunday gazetesinin haberine göre, 32 yaşındaki Barrie Drewitt ve 35 yaşındaki Tony Barlow, California'da Modesto hastanesinde doğum yapan taşıyıcı anne sayesinde bir kız ve bir oğlan çocuğuna sahip oldular. Gazeteye göre, ikizlerin nüfus kağıtlarında iki baba sahibi oldukları belirtilecek, ancak Amerikan mahkemesinin kararı uyarınca, annelerinin adı kaydedilmeyecek. Barrie Drewitt, ''Bizi çok eleştirdiler, ama bundan sonra önemli olan ailemiz'' dedi. İkizler yeni yılda İngiltere'ye gidecekler, ancak miniklerin İngiliz uyruğu kazanabilmesi için eşcinsel çiftin hukuk savaşı vermesi gerekecek. Taşıyıcı anne, eşcinsel erkeklerden birinin spermiyle döllendi. Her ikisi de çok zengin olan Drewitt ve Barlow, DNA testi yaptırarak kimin baba olduğunu öğrendiler, ancak bunu çocuklara ''vakti gelince'' söyleyeceklerini belirttiler. (Bu haber, Radikal'de 13 Aralık 1999'da "ikizlere iki tane baba" başlığı ile, Hürriyet'te bir gün sonra "İngiltere'yi kızdıran çift" başlığı ile yayınlandı.)

GÜNEY AFRİKA... GEÇEN AYKİ BOMBALI SALDIRILARLA İLİŞKİSİ OLDUĞUNDAN ŞÜPHE EDİLEN 1 KİŞİ TUTUKLANDI Güney Afrika'da geçen ay eşcinsellerin gittiği bir barla, pizza lokantasına düzenlenen bombalı saldırılarla ilişkisi olduğundan şüphe edilen bir kişi tutuklandı. Polis yetkilileri, Dean Mostert (26) adlı şüphelinin bu sabah, başkent Cape Town'dan kuzeye giderken yol kontrolu sırasında Beaufort West'te ele geçirildiğini söylediler. Polis, silahlı ve tehlikeli olarak tanımladığı Mostert hakkında dün ulusal düzeyde arama emri çıkartmıştı. Saldırıların sorumluluğunu, kendilerine ''Beyaz Kurtlar'' adını veren bir grubun üstlendiği, ancak bunun polisin üzerinde durduğu olasılıklardan yalnızca biri olduğu belirtildi. Güney Afrika'nın en çok turist çeken yerlerinden Cape Town'da, 28 Kasım'da popüler Camps Bay sahilindeki St. Elmo pizza lokantasına düzenlenen bombalı saldırıda 48, bu olaydan 3 hafta önce de kent merkezinde bulunan Blah Barı'nın bombalanması sonucu 9 kişi yaralanmıştı.

GEORGE MICHAEL, RICKY MARTIN'E AŞIK OLDUĞU İLERİ SÜRÜLDÜ Eşcinsel olduğunu itiraf eden Rum asıllı ünlü İngiliz pop şarkıcısı George Michael'ın, bu defa başka bir ünlü pop yıldızı Ricky Martin'e aşık olduğu ileri sürüldü. ABD'nin en çok okunan magazin dergisi National Enquirer'ın haberine göre, George Michael, Porto Ricolu pop yıldızına duyduğu aşkı tanıdıkları aracılığıyla iletti. Dergi, George Michael'ın ''My baby just cares for me'' adlı son şarkısını da Ricky Martin'e ithaf ettiğini yazdı. Ricky Martin'in sözcüsü ise iddiayla ilgili soruları yanıtlamaktan kaçındı. George Michael, geçen yıl ABD'de bir genel tuvalette, sivil giyimli bir polise cinsel ilişki teklif etmekten kısa bir süre tutuklanmış, ardından da milyonlarca hayranına eşcinsel olduğunu itiraf etmişti.

EŞCİNSEL AIRLINES İNGİLTERE'de homoseksüellere özel bir havayolu şirketi kuruldu. Kuzey Londra'daki Luton havalimanından sefer yapacak olan Freedom Airways'in kurucusu Martin Langham basına yaptığı açıklamada 'Eşcinsellerin özellikle eğlence ve turizm alanında çok para harcayan, satın alma gücü yüksek bir tüketici grubu' oluşturduğunu söyledi. Langham 'Adını vermek istemediğim büyük bir havayolu şirketinde 34 yıl eşcinsellere nasıl kötü muamele yapıldığını gördükten sonra bu fikir aklıma geldi' dedi. Eski stewart gazetecilerin ısrarlı soruları üzerine eşcinsellere yapılan ayırıma bir bir de örnek verdi : 'Bali'den dönen bir eşcinsel erkek çifti çifti vardı uçakta. Biri başını diğerinin omzuna koyarak uyumuştu. Hostes uyandırıp herkesin içinde bu kadar samimi olmamalarını istedi. Heteroseksüel çiftlerin başına böyle birşey geldiğini hiç duymadım. Benim uçaklarımda böyle sevgi gösterileri yasak olmayacak...' (14 Ocak 2000, Hürriyet)

ABD ASKERİNE PREZERVATİF TALİMATI Modern silahlı kuvvetleri yaratmak için harekete geçen ABD Savunma Bakanlığı Pentagon, seksin de asker ocağının bir gerçeği olduğundan hareket ederek er ve erbaşlar için prezervatif kullanma talimatnamesi yayınladı. Silah altındaki Amerikalıların ''güvenli seks'' yapmalarını isteyen Pentagon, askerlere, prezervatiflerin nasıl kullanılacağına ilişkin broşürler dağıtmaya başladı. Broşürlerde ''Prezervatifi dişinizle açmaya kalkışmayın; ıslak olanlar daha iyidir; asla ikinci kez kullanmayın'' gibi uyarılar dikkat çekti.

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 48


HABERLER Broşürlerde askerlere prezervatif türleri hakkında illustrasyonlarla da bilgiler verildi. Pentagon, prezervatiflerin serin, kuru, güneş ışığı ve ısıdan uzak yerlerde tutulması gerektiğini bildirdi. Askerlerden paketler ya da kutulardaki son kullanma tarihine ve paketlerin hasarlı olup olmadığına özellikle dikkat edilmesi istendi. ''Prezervatif paketini bir tarafından ve dikkatle kesin'' denildi ve işlevleri hakkında bilgi verildi. Askerlere, bütün cinsel ilişkilerden önce prezervatifin yerine yerleştirilmesi tavsiye edildi ve ucundaki torbada bulunan havanın da alınması gerektiği belirtildi, (18 Ocak 2000, Hürriyet)

ERKEKLER DE BASKI ALTINDA 1991'de feministlerin baştacı ettiği 'Tepki' kitabının yazarı Susan Faludi, feminizm tarihinde yeni bir dönem başlattı. Avustralyalı feminist Germaine Green, "Yeniden sinirlenmenin zamanı geldi" diyerek kadınları erkeklere karşı kışkırtırken Faludi, onlara acıyıp yardımlarına koşmaya başladı. Yazar, 'Stiffed: The Betrayal of the American Man' (Erkeklerin İhaneti) adlı yeni kitabında, erkeklerin de kadınlar gibi toplumun dar kalıpları içinde sıkışıp kaldığını savunuyor. Erkek toplumunun, kadını olduğu gibi erkeği de dar bir tanımın içine hapsettiğini söyleyen feminist yazar, erkeklerin 'kafasını koparmanın' anlamsızlığından söz ediyor. Aktörden çiftçiye, mimardan astronota kadar pek çok erkekle konuşan Faludi, 'güzellik yarışması' dediği ve özden çok şan şöhrete prim veren bu dünyada, erkeklerin içine düştüğü açmaz karşısında 'duygulanmış'. "Erkeklerle konuştukça, içinde bulundukları durumun kadınlarınkine benzediğini görüyorum" diyor ve ekliyor "Erkekler de bu kültürün ürünü ve bunu anlamadan da konumlarını değiştiremezler." Karşı cinsten de olumlu tepkiler alan Susan Faludi, erkeklerin 'daha iyi erkek' olmaktan ziyade 'daha iyi insan' olmaya odaklanmalarıyla iyi bir adım atılabileceğine ve çözümün cinslerin birleşerek birlikte mücadele etmelerinde yattığına inanıyor. (8 Ocak 2000, Radikal)

EŞCİNSELLERE DE EŞİT HAK Türkiye'nin AB adaylığı ile eşcinseller de Avrupalı oldu. Çıkacak yeni kanunlarla, eşcinsel ve travestiler bundan sonra itilip kakılamayacak Avrupa Birliği'ne tam üyelik sürecinde binlerce sayfalık mevzuat değişikliğini de gerçekleştirecek Türkiye, asıl zorluğu Avrupa'nın temel insan hakları kriterleri arasında yer alan "Farklı cinsel tercihlere özgürlük" anlayışını kabul etmekte yaşayacak. Türkiye, bu kriterlere uyabilmek için, Avrupa Birliği üyesi ülkelerde olduğu gibi "Evlilikten cinsel tercihini belli eden nüfus cüzdanı taşımaya, istediği işte çalışabilmekten dernek kurmaya" kadar pekçok hakkı homoseksüel, transseksüel, heteroseksüel, biseksüel Türkler'e tanımak durumunda olacak. İLK ADIM TANTAN'DAN Böylece AB'ye tam üyelik için çıkarılacak yeni kanunlar sayesinde, Helsinki Zirvesi'ne kadar itilip kakılan, hakları için savaşamayan, hukuki durumlarda bile kaale alınmayan eşcinseller de eşit haklara sahip olacak. Bu konuda görüş bildiren yetkililer ise, Türkiye'nin bu konuda büyük bir zorluk yaşamayacağını, bu konuda ilk adımın Helsinki Zirvesi öncesinde zaten atıldığını belirtti. İçişleri Bakanı Sadettin Tantan'ın iki hafta önce yayınladığı genelgeye dikkat çeken yetkililer, kısa süre önce Türkiye'de ilk kez transeksüellere de kadınlarla eşit bir hak tanınarak eğlence yerlerinde çalışma izni verildiğini, bu konuda Türkiye'nin şimdiden AB'nin önünde gittiğini kaydetti. Bu arada Türkiye'deki transseksüeller, AB sürecinde kendileri de çoktan

bir adım atmış durumda. Türkiye'deki transseksüellerin dernek kurma çalışmalarını yürüten bir grup, ilk defa yasal olarak homoseksüel ve lezbiyenlere hitap eden bir dergi hazırladı. "Kaos GL" adını taşıyacak bu derginin, 2000 yılının ilk aylarında piyasaya çıkması bekleniyor. (17 Aralık 1999, Sabah)

EŞCİNSELLER AB'YE HAZIR İçişleri Bakanı Sadettin Tantan, polis teşkilatı mevzuatının büyük ölçüde AB'ne uyumlu hale getirildiğini belirtti ve ekledi: Eşcinseller de kayıt altına alınacak İÇİŞLERİ Bakanı Sadettin Tantan, Avrupa Birliği'ne (AB) uyumla ilgili görüşlerini SABAH'a açıkladı. Daha önceki açıklamalarında eşcinsel ve transseksüellerin durumlarının da gerekli düzenlemelerle AB standartlarına uygun hale getirileceğini belirttiğini hatırlatan Bakan Tantan, Türkiye'de transseksülellere eğlence yerlerinde çalışma izni verilmesini sağlayan İçişleri Bakanlığı genelgesini geçen haftalarda yayınladığını söyledi. "BİZ HAZIRIZ" Bu genelge ile, "Ameliyatla tamamen kadın olan ve mahkeme kararıyla pempe nüfus kağıdı alan tüm transseksüellerin her türlü kadın haklarına sahip" sayıldığını bildiren Bakan Tantan, ayrıca, homoseksüel ve transseksüellerin de hayat kadınları gibi kayıt altına alınacağını ve sağlık kontrolünden geçirileceğini açıkladı.

MALATYALI GENÇ KADIN AMELİYATLA ERKEK OLDU Malatya 2 gündür bir cinsiyet değiştirme olayıyla çalkanıyor. Yücel Bekar (23) adlı kadın ameliyatla erkek oldu. İnönü Üniversitesi Turgut Özal Tıp Merkezi'nde Doç. Dr. Ali Gürlek hastasının çocukluğundan bu yana erkek olarak yetiştirildiğini belirterek, "Kendisi bize iki yıl önce müraacat etti. Uzun süre kendisini rapor almaya ikna edemedim. Öncelikle gögüsleri alındı. Kadınlık organı çıkarıldı. Sol kolundan, kol kemiğini de içerecek şekilde bir penis yaptık. Penis fonksiyon görecek vaziyettedir. İçerisinde sertliği sağlayacak kemik, hem yumuşak doku, hem idrarın geçeceği delik, hem de doku ve sinirleri götürdük. Hasta hem zevk alacak, hem de penisini kullanabilecek. Daha sonra yumurta ve testislerini oluşturacağız" dedi. En fazla bir hafta sonra taburcu olacak olan Bekar, evlenip evlenmeyeceği sorusuna, "Şu anda beni bekleyen bir arkadaşım var" diye konuştu. (16 Aralık 1999, Sabah)

AYNI POLİSLER, YİNE İŞKENCE YAPTI Eşcinsel Mustafa Öncel, geçtiğimiz Temmuz ayında kendisine saldıran ve işkence yapan polislerin, evinin önünde bir kez daha saldırdığını ve feci biçimde dövüldüğünü söyledi. İHD İstanbul Şubesi'nde dün basın toplantısı düzenleyen Öncel, geçtiğimiz Temmuz ayında polislerce dövüldüğünü ve Beyoğlu İlçe Emniyet Müdürlüğü'de işkence gördüğünü belirtti. Bu olaydan sonra tedavi gördüğünü de aktaran Öncel, "Gözaltıdan sonra 39 gün kaldığım Bayrampaşa Cezaevi'nde yaşadığım şeyler ve uğradığım saldırılar yüzünden psikolojik tedavi görüyorum" dedi. Öncel, son olarak geçen hafta, Beyoğlu Parmakkapı'da, yaz aylarında kendisine saldıran ve işkence yapan sivil ve resmi polislerce yeniden saldırıya uğradığını ve feci şekilde dövüldüğünü kaydetti. İHD İşkenceyi İzleme Komisyonu Üyesi Kıvanç Sert de, Öncel'in yaşam tarzı nedeniyle sık sık polislerce işkenceye maruz bırakıldığını söyledi. (Evrensel, 10 Aralık 1999)

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 49


GÜLÜNESİ … Sevgili Düzün Abla, Ben hayallerinin kadınında aradığı S(adist)i bulamamış zavallı bir M(azohist)im. Benim gibi bahtsız bir lezbiyene yol göstermek sevapların en büyüğüdür. Kızarkadaşımla çok mutlu bir beraberliğimiz var, birbirimize aşığız fakat cinsel hayatımız beni pek de tatmin edemiyor. Ben istiyorum ki şöyle Amerikan lezbiyenleri gibi beni bağlasın falan ne biliim. Ne zincirler, çivili tasmalar aldım da bana mısın demedi. Feministim, humanistim diyor da başka bir şey demiyor. Aslında benim şüphelendiğim sapphonun kızları mı nedir, işte onların bunun beynini pislettikleri. Bazen Pazar günleri onların toplantılarına gidiyor. Beni de götürmek istiyor da ben çekiniyorum işte. Dönüşte ataerkidir, hettüroseksizimdir birşeyler anlatıp sinirleniyor. O zaman umutlanıyorum ama yanaşınca gene yumuşuyor. Anlayacağın bir fiske yemişliğim yok. N’olur bu zavallı lezbiyene bir akıl ver düzün ablam. Sevgiler/

Kakılmamış evgili Kakılmamış Evladım, Mektubundan çok dertli olduğun anlaşılıyor. Düzün Ablanız olarak benim vazifem sizlere yardımcı olmaktır ama sen derdini pek de anlatamamışsın. (ben gene de anladım tabi ) S lere, M lere takmışsın, gencecik yaşında bunlara üzülüyorsun. Bunlar özentidir evladım; deri giymeyiver n’olur ki! Yerli malı, yurdun malı aslında. Her Türk erkeği senin dertlerine derman olmayı asli vazifesi sayar be kızım. Gene de sen kadınlar da kadınlar dersen böyle dayak, mayak yiyemezsin işte. Neyse, herkesi kusurlarıyla kabul etmelisin evladım. Hem seviyorum diyorsun. Bu devirde kaç lezbiyene nasib olmuştur böyle mutlu olmak? Allahtan dileğim odur ki, siz de Avrupa memleketlerinde olduğu gibi evlilik hakkınızı alır, kurulu kurumlu düzenlerinize kavuşursunuz. Hâlâ istiyorsan ki kadının şöyle güçlü kuvvetli olsun mesir macunu, aganigi fındığı falan karıştırıver yediklerine. Daha olmazsa bana bi alo dersin, görümcemin bildiği bi hoca var ona gideriz artık. Adam dozunu ayarlayamazsa olan sana olur bilesin yalnız kızcazım. Bir de sappanın kızları mı, sıppanın kızları mı bilmediğin elin lezbiyenlerinin toplantısına gitme sakın. Feminist demişsin kartpostalcıdır onlar. Bu devirde kimseye güven olmaz. Derdin olursa gene yaz evladım. Amerika’dan bizim üçüncü göbek akraba Abby ve Ann kerimelere bi danışırız olmazsa. not : Anxious Divam; canım. Don’t worry güzel kızım. Dildodan hamile kalınmaz, strestendir o. Az bekle Ö

... tabiki burası cehennem, tek erkek sensin. ama buradaki kadınların hepsi lezbiyen ben de geyim Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 50


Biz bize ONUR Önümde SVD'nin (Almanya Eşcinseller Derneği) Türkçe hazırladığı "Sevgi Saygıya Değer" adlı broşürü duruyor. Oldukça iyi ve güzel bir broşür. Bir eşcinsel olarak kendiyle barışık gülüşler ve yaşamların da varolabildiği konusunda oldukça umutlandıran bir broşür. Öpüşen ve seven erkekler, kadınlar. Bunun ötesinde ciddi çalışma örnekleri. Alman sendikalar birliğinin dayanışması: eşcinsellik; işten çıkarma, işe alınmama, meslek yasağında ve meslek kısıtlamasında neden gösterilemez. Almanya'da Kuzey Ren Vestfalya eyaleti asayiş müdürlüğü ve KRV Eyaleti Geyler Birliği 1996 dan beri "Sevgi Saygıya Değer" logosu altında eşcinsellere yönelik şiddet eylemlerine yönelik açıklama ve bilgilendirme çalışmaları yapıyorlarmış. Polisin halka dağıttığı broşürlerde; Eşcinseller ve onların yaşantıları hakkındaki önyargılarınızla yüzleşin, Ayrımcılığa karşı çıkın! Eşcinsel yaşama biçimlerini kabul edin yazıyor. Buradan başka bir konuya atlamak mümkün: Gey olup da eşcinsellerle paylaşıma girmekten, üretmekten omuz omuza durmaktan çekinen insanlara aynı şeyi söylemek mümkün. "Eşcinsel yaşama biçimlerini kabul edin. "Kendinize göre bir yaşam anlayışınız vardır muhakkak. Arabesk Türk eşcinselleri size uymuyor olabilir. Sokaklarda yaşayan kızkardeşlerin Taksim meydanında bilmem kaçıncı turlarını attıklarını izlemek size komik hatta acı gelebilir. Aynı cinsel tercihtensiniz diye kimseyle dost olmak zorunda değilsiniz ama kendi kafanıza göre eşcinsel arkadaşlıklar ve çevre edinme hayalini taşıdığınızı umarım. Kafanıza göre eşcinsel arkadaşlarla eğlenmek fikir alışverişi yapmak oldukça zevkli ve stres atıcı bir şey. Eşcinsel dostlar edinmemekte ısrar eden geylerin "heteroseksüel arkadaşlarımla onlar gibi davranarak geçirdiğim zamanlarda mutlu oluyorum" demek yerine "yahu neden eşcinsel arkadaşlarım sosyal hayatımda yoklar acaba" diye sormalarını dilerim. Kişiliğin özgürce geliştirilmesi hakkı, insan vücudunun dokunulmazlığı hakkı özgürlük hakkı ve cinsel seçim hakkı. Bunları ne kadar istediğimize karar verip hareket etmek en mantıklısı. Bunlar olmadan yaşayabilirim diyorsanız ben yokum. Kabul, eşcinsel olmak zor ve bu olaya hoşgörülü yaklaşmak bile zor bu toplumda. Neden çünkü toplumun en en gergin ve yüksek gerilimli hattına balta vurmak bu. Erkek egemenliği ve Ahlak. Toplumu kafamla tanıştırmamak ve kopuşumu izlemek hiç hoş değil, ahlakı güm güm eleştirmek ve çevreme inememek yaralayıcı. Ama herkesten kabul görmek gibi bir beklentim şimdilik zaten yok. Farklı bir topluluk olduğumuz ortada. Bir alt-kültür değimiyle açıklanmış broşürde. Her neyse ne ama var bir ortaklık, örneğin eşcinsel erkeklerin arasında futbolu seven eşcinseller %11ken heteroseksüel erkekler arasında % 70 e varıyormuş bu oran. 7 Aralık Cumartesi 1999 Hürriyet gazetesindeki Terapistler eşcinsellere zulüm ediyor başlıklı yazı oldukça orijinal. Tam sayfa bir haber yarısında iki güzel delikanlının çizimi vardı. bizim dergiye bakıyorum zannettim. Dr. Sinan Düzyürek (Washington üniversitesi psikiyatri anabilim dalından) açıklıyor. Terapiste neden gider bir eşcinsel birey? nasıl davranır terapistler?...

Beğenen beğenmeyen olabilir. Ben geneldeki bilimsel dilden hoşlandım. Ama en önemlisi "maskenin altındaki eşcinsel" adlı kısım. Oldukça düşündürücü: Psikiyatrik rahatsızlıklar grip gibi başlamaz ve siz onları kabul etmezsiniz, aynı eşcinselliğinizi etmediğiniz gibi. Şöyle yazıyor: heteroseksüel erkeklerden testis nakli yaptırmış, terapist kapılarını yıllarca aşındırmış eşcinseller var. Maskeleme ya da eşcinselliğini dolapta saklama dediğimiz yöntem ile kişi yaşamını eşcinsellikten yalıtıyor. Kişinin oynadığı bir oyun bu. Eşcinsel sevgilisini "arkadaş diye tanıtıyor. Eve gelenlere cinsel yönelimini belli edecek tüm delilleri, dergileri, kitapları saklıyor bazen bir kadınla evlenecek kadar ileri gidiyor. Maske derin bir huzursuzluk ve tamamlanmamışlık hissi yaşatıyor. Sürekli sahteliğin açığa çıkma paranoyası, boşluk, yabancılaşma yaşıyor Bu da özsaygının yıkımına neden oluyor. Bunun katı bir yaşam tarzı haline getirenlerde depresyon, anksiyete (kaygı) bozukluğu alkol bağımlılığı veya madde bağımlılığı intihar eğilimleri gibi psikososyal durumlara rastlanıyor. Birde "normal", "model", "maskot" eşcinseller var. Eşcinsel ama diğer tüm yönleriyle heteroseksüel erkekten farklı değil. Buna harmanlama deniyor. Kişi eşcinsellini ne açıkça bildiriyor ne yalanlıyor. Şimdi düşünün, barlarda çevremizde televizyonda gördüğünüz insanlarda buna benzer yaklaşımlar bunun gibi davranışlar görüp görmediğinizi ve bu insanların nasıl bir ikilemde yaşadığını. Sağlıksız bir topluma ne kadar büyük katkı yaptıklarını düşünün. Şimdi amaç maskelerini çıkarmalarını sağlamak mı yoksa olduğu gibi bırakıp onların ve ilerdeki yeni kuşak geylerin de rahat ve toplumun aforozlarına karşı koyabilecekleri ortamlar için çalışmak mı? İlk seçenek oldukça zor, hatta imkansız. Bu insanların maskelerini koparmak için öncelikle onları maske taktığına inandırmak gerekiyor. İnanın çok enerji harcatan uğraşlar bunlar. Böyle bir konuyu insanın suratına söylemek bir sürü savunma mekanizmasıyla uğraşmanız anlamına geliyor. İkincisini ise yapabilecek az sayıda insanın olduğu ortada. Böyle bir çalışmayı out olan insanların artan sayısı sağlayabilir ancak (OUT olmak: kişinin kendi kendisiyle, ailesiyle, eşcinselliğin kötü bir şey olarak sayıldığı ortamlarda yaptığı çatışmalardır.) Elimdeki broşürde orta halli yeni kuşak gey sınıfının oluştuğu ve kendilerini "gerçek erkekler" olarak adlandırdıklarını söylemiş, yani bu olayın ekonomik koşullara bağlılığı da bir başka gerçek. Yazımın sonunda bence hoş olan bir hikaye anlatayım yine bu broşürde okuduğum:16 yıl boyunca Osnabruck hayvanat bahçesinde yaşayan Edgar ve Holger adında iki erkek leylek varmış. Hayvanat bahçesi çalışanları bu leyleklerin diğer leylek çiftler gibi kendilerine yaptıkları yuvaya penguen yumurtası koyup izlemişler. Dört gün boyunca iki erkek leylek sırayla kuluçkaya yatıp yumurta çatlayıncaya kadar bunu yapmışlar. 1996 da Holger adındaki tilki tarafından öldürülünce Edgar yıl boyunca yas tutmuş. daha sonra hayvanat bahçesi yeni bir leylek arkadaş almış ve adı da Norbert imiş. Beraberlikleri hala sürüyormuş.

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 51


MEKTUP İBRAHİM / ANKARA DEĞİNMELER… DEĞERLENDİRMELER "Sanem'in yazılarında hep içimi titreten bir şeyler olmuştur." (Sanem Akay'a teşekkürler. Serkan Ege, Kaos GL Aralık-Ocak 1999-2000, Sayı 1, s:35). -Parisli Amca'ya yazdıklarından sonra Serkan Ege'nin de titreyebilen bir içi olduğuna sevindim. Biyolojik Coşku: Hayvanlarda Homoseksüellik ve Doğal Çeşitlilik (Çev: İlker Ünlü, Kaos GL, Ekim 99, Sayı 62, s.22) -Bir Rus atasözüne göre: "Tercüme kadına benzermiş, ya güzel olurmuş ya sadık." Nadir de olsa ikisinin birden olabileceğine güzel bir örnek. Depremle Depildik. (Coşkun Durmuş, Kaos GL, Aralık-Ocak 1999-2000, Sayı 1, s:51) -GAP'ı gaptırmamaya çalıştığımız kadar depreme kendimizi deptirmemeyi de öğrenebilseydik keşke. "Dövmek ve düzmek bir erkeğin temel hakkı gibi gelebilir bir yığın adama ve bunu onlara anlamak için bir seans bile yetmeyebilir belki de; ama gerçekten onlara hissettirdiğimiz yatak arkadaşı duygusu umarsızca odun kesip çocuk doğurması beklenen, savunmasız bırakılan kadınlardan, hem tarlada, hem ahırda hizmete sunulan çiftlik hayvanlarından bizi ne kadar ayırıyor?" (Ben Alternatif miyim? İlker Ünlü, Kaos GL, Aralık-Ocak 1999-2000, Sayı 1, s:36) -Fazla söze ne hacet! Eline sağlık İlker. Onlar; Batu, Gökşin, Şeker, Tolga, Ege, Harun, E., B..... (Serkan Ege, Kaos GL, Aralık-Ocak 1999-2000, Sayı 1, s:12) -Serkan'ın önceki yazılarındaki agresifliğe alıştığımdan mıdır nedir, mülayim bir tarzla karşılaşınca hayal kırıklığına uğradım. "Kırılgan kalpleri vardır" vb... Serkan ve "kırılgan…" Yüksek ateşli bir gecede yazılmış olmasın bu satırlar! "Alfabemizi değiştirmeliyiz. Büyük harfle başlaması gereken özel isimleri özenle seçmeliyiz." (Doğum Günü 17 Ağustos, Alkan, Kaos GL 62, Ekim 99, s.11) -Deprem Türkiye için bir milât. Alkan'ın yazısı ise edebiyat açısından bir milât niteliğinde. "Siz asla vazgeçmeyin ve anlatın. En yakınınızdan başlayın" (Toplum, Ahlâk, İnanç, Birey. Şener, Kaos GL, Aralık-Ocak 1999-2000, Sayı 1, s:8) -Kur'an'dan bir ayet: "Ve enzir aşîrateke'l akrabin". (Önce en yakınlarını uyar.) Bu modeli kullanan İslamiyetin yayılması gerçekten de çok başarılı oldu. Ahlâk ve Hukuk (A. Galip, Aralık-Ocak 19992000, Sayı 1) -Yargıtay başkanının konuşmasını hatırlatan başvuru metni niteliğinde, akademik düzeyde bir yazı. "Benim kişisel görüşüm ve bence olması gereken…" (Eşcinsel Aşk da Var. Ümit Kader, Kaos GL, Aralık-Ocak 1999-2000, Sayı 1, s:24). "Tabii bunlar benim şahsi görüşlerim"… "…asıl söylemek istediklerime geçmeden evvel şahsi kanaatimi (kimse için önemli olmayacak olsa bile) belirteyim ki, …" (Murathan'ın

Arkasından Yıldız Toplamak, Ümit Kader, Kaos GL, Aralık-Ocak 1999-2000, Sayı 1, s:34) -Sevgili Ümit, dergide yazısı yayınlanan arkadaşlar arasında kişisel görüşleri en fazla paylaşılan kişi olduğunuz kanaatindeyim. Aşk Tanrıya Ortak Koşmaktır. (Zekeriya Gün, Şarkİslam Klasiklerinde Eşcinsel Kültür-V, Kaos GL, AralıkOcak 1999-2000, Sayı 1, s:27) -Özlemiştik. Amasya'dan Burhan'a; Yaz artık Burhan ne olur. Kelimelerle seviştiğin o doyumsuz yazılarını, "Bayram(lık)ı", "Çamların Soyunmasını" ne çok arıyorum bir bilsen. Amasya cennetinde misin, Balıkesir cehenneminde mi bilemiyorum, ama artık yaz.

BLACKMOON / KAYSERİ Paylaşılan bir sevinç iki kat olur Paylaşılan bir acı yarıya iner İnsan yakışır, insan olmanın onurunu taşıyan sevgiden tuğlalarla kurulmuş, efendisiz bir dünyaya "Merhaba" deyinceye dek. Aşkın o güzel sarıp sarmalayan sıcaklığıyla selam sizlere dostlar. Sizlerle yemek içmek kadar önemli olduğuna inandığım arkadaşlığın dostluğun önemini paylaşmak istiyorum. Günümüzde değişen ve ağırlaşan hayat şartları, maalesef bazen hayat dostlarımıza, sevdiklerimize yakın olmamızı engelliyor. Oysa ömürler geçiyor. Ömür uzun gibi görünen fakat geçen yıllarla kısalığını fark ettiğimiz hayatımızın, çevremizdeki insanlarla kuracağımız iyi ilişkilerle huzur içinde geçirebiliriz. Beaumont Fletcher'in dediği gibi "hiç bir arkadaş, arkadaşlığını ispat edene kadar gerçek arkadaş değildir". Öğrencilik yılları, gençlik yılları duyguların en hareketli en yoğun yaşandığı zamanlardır. Bu zamanlar edinilen dostlukların tadı çok başkadır. Menfaat ilişkilerinin fazlaca olmadığı bu dönemlerde edinilen dostluklar ömür boyu sürer. Arkadaş çoktur, ama gerçek dost sayılıdır. O yüzden dostlarınızın kıymetini bilin., onları olduğu gibi kabul edin. Mevlana'nın dediği gibi "kusursuz dost arayan, dostsuz kalır". Neler yaşanmış, neler yazılmıştır dostluk üzerine... Dostluk aşk gibidir. İnsan ikisini de yanıbaşında ister, ancak aradaki fark da şudur: aşk insanı bazen terkeder de, işte o zaman dost teselli eder. ...

Çalışan gençler, hayatın zorluğunu ancak dostlarımızla aşabiliriz. Ben kendimi çok şanslı hissediyorum. Çünkü Kaos GL sayesinde bir çok dost edindim, oysa hâlâ içinde bir erkeğe, erkek tenine hasretle yanıp tutuşan, kıvılcımlar taşıyan erkekler var, hiç kimseye anlatamadıkları duyguları, aşkları, hissettikleri var. Yaşayamamak ne kadar kötü bir durum çok iyi bilenlerdenim. Buradan onlara sesleniyorum, benim gibi şanslı olmak istiyorsanız, mutlaka ama mutlaka Kaos GL' yi bırakmayın. Hepinizi çok seviyorum. Herkese dostluğa açık, mutlu günler diliyorum A.S.P.A.V.A. Sevgiyle kalın.

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 52


MEKTUP İYİ GECELER! / SİBEL DENİZ / İSTANBUL Ve ayrıldık... En sonunda itiraf edebildik birbirimize, birbirimizi sevemediğimizi... Söylediğin doğruydu ey sevgili! İstediğim bir kadını yaşamak, sadece böylesi bir yasağı paylaşmaktı ama o kadın sen değildin. Doğruydu... Henüz başındayken her şeyin, yeni yeni yaşamaya başlamışken birbirimizin hayatını ürkek, korkak, endişeli adımlarla; bunu farketmen bizi birbirimizden başka insanlara doğru ayırdı. Böylece gelecek yeni sevgililere gün doğdu. "Aslı"nda nasıl da isterdim o kadının sen olmasını... Ama değildin, yoktun, zaten hiç olmadın. Seni hissetme yolunda binbir çaba ile attığım her adım beni sadece kendi içme götüren derin karanlıkları da beraberinde getiriyordu. Bilemezdim çünkü sen "Aslı"ydın ve ben belki de suretini hep inkar ettim... Yine de bu koskoca şehirde fazlaca yalnız ve ıssız hissederken kendimi, uyumlanmaya çalışırken yeni insanlara ve yeni kentime, seni yanımda hissetmek, varlığını bilmek, duyumsamak çok güzeldi... Yaşanılan tüm paylaşımlar, gerçekten hissedildiğinde yücedir, ve seninle yaşanılan her şey, izlenen sinema, yenilen yemek, insanların gözü önünde, onların varlığını hiçe sayarak verilen mütevazı öpüşler çok güzeldi bilesin... Ama aramızdaki takvim tutmazlığıydı beni senden uzaklaştıran ve bu garip dürtü soğuk ve tatsız

gülümsemesiyle her zaman ve her yerde bize eşlik etti. Ne ben sana verebildim her şeyimi ne de sen bana açabildin kendini yeterince. Düşünüyorum da sanırım tüm bunlar biraz da annemin suçuydu. Kendi çabalarımla oluşturduğum yaşamımın sadece bana ait olduğunu yıllar önce öğretmese ve "kimsenin hayatı bir başkasına adanmış değildir" demesiydi, belki de ben senin istediğin gibi kendimi sadece sana adayabilirdim. Kim bilir belki de ömrümü yalnız sevgi vererek geçirebilirdim ama beni var eden o kutsal kadın "her ben bencildir ve "ben" olmadan "biz" olmaya çalışmak insanı yoğunluktan uzaklaştırır" derken şimdi ne kadar da haklı... O zamanlar kavramakta zorlandığım tüm bu kavramları annemin nasıl edindiğini anlamaya çalışıyorum şimdi. İçimde taşıdığı binlerce "ben"den "biz" yaratma çabalarını... Yaşamımı veremesem de sana ki bunu fazlasıyla hak eden bir kadın olduğunu düşündüğüm halde bu yazıyı adıyorum geçmiş zamanların en sevimli sevgilisi sadece sana... Umarım yüzümde beni ilk günlerde tanımaya çalıştığında bulduğun ve seni otuz yaşındaki koskocaman bir kadın olan bu anneyi bana aşık eden haylaz anlamı bir an önce yepyeni bir kadında bulursun. Biliyor musun "tatlı şey", benim için de aynı şeyleri istediğini düşünerek uyuyacağım şimdi...iyi geceler!

MEKTUPLARINIZI ALİ ÖZBAŞ, P.K. 53 CEBECİ / ANKARA adresine bekliyoruz.

Amerikalı lezbiyen grup Derivative Duo'nun kapaklarını gördüğünüz iki CD'sini edinmek ister misiniz? Söz konusu CD'ler Derivative Duo'nun katkı amaçlı izniyle sınırlı sayıda çoğaltılmıştır. Tanesi 5.000.000.-TL olan CD'lerin ikisi birlikte istendiğinde 7.500.000.-TL ödemek yeterli olacaktır. Edinmek isteyenler Ali Özbaş, P.K. 53, Cebeci ANKARA adresine yazabilirler. Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 53


İLETİŞİM

İletişim köşesinde ücretsiz yayınlanmak üzere kısa mesajlarınızı adreslerimize iletebilirsiniz: Ali Özbaş, P.K. 53, Cebeci ANKARA / Fax: 0.312.363 90 41 / e-mail:kaosgl@geocities.com

Merhaba, adım Murat. 21, 1.87, 67. Ankara'da yaşayan bir geyim. Özellikle uzun sureli ilişki arayan tüm yaştaki erkeklerin mesajını bekliyorum. P.K. 561 06444 Yenişehir Ankara e-posta: ektushomoer@hotmail.com Aralık-Ocak sayısında, "Müzik" bölümünde yer alan "Kaşık Düşmanı" arkadaşla yazışmak istiyorum. Ahmet: P.K. 90 Üsküdar İstanbul Sevgiye, dostluğa, aşka inanan bir geyim. Mesajlarınız için sabırsızlanıyorum. baver=lokalanestezi@hotmail.com Bir gün değil, bir ömür boyu sevmek, aşık olmak, dost ve çağdaş kalabilmek sizde bir tutku ise neden aramıyorsunuz. (22.00-01.00) Pamfilya: 0 532 567 02 84 35 yaşında, 1.73 boyunda, 70 kilo, kumral, mutlu bir insanım. Sadece biseksüellerle görüşüp tanışmak isterim. Lütfen hafta içi 12 ile 14 saatleri arası arayınız. Cenk: İstanbul. 0 532 610 66 62 Adanalıyım, 21 yaşında, 60 kilo, 1.71 cm. Antalya Alanya civarındaki arkadaşlarla tanışmak isterim. Kaan Yağmur: Mustafa Kemal Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Türkçe Öğretmenliği Bölümü. Antakya Hatay. Gökhan. 23 yaşındayım. Tiyatro, müzik ve edebiyatla ilgileniyorum. Burcum akrep, yükselenim yay. Matrixask@yahoo.com 0 532 798 73 20 21 yaşında, üniversite öğrencisiyim. Ankaralı lezbiyenlerle tanışmak istiyorum. Ceren: P.K. 179 Cebeci Ankara 29 yaşında bir gencim. Tanışmak isteyenler, güzel dostluklar kurmak isteyenler yazabilirler. Oğuz Giritlioğlu: Prins Hendrikstraat 29 7607VJ Almelo Hollanda Gerçek arkadaşlığı ve dostluğu arayanlar, bana yazabilirsiniz. Murat: sgulyan@hotmail.com 23 yaşında üniversite mezunuyum. Ankara'daki geylerle tanışıp görüşmek ve diğer illerdeki geylerle mektuplaşmak istiyorum. Sinan: P.K. 153, 06592, Cebeci / ANKARA Arkadaşlık önemlidir diyen herkesin mektubunu bekliyorum. Ümit Kader P.K. 192 ERZURUM 23 yaşında, atletik yapılı, yeşil ela gözlü bir gencim. Benim gibi genç gey

arkadaşlarla yazışmak, tanışmak istiyorum. Resimli mektuplarınızı bekliyorum. Sevgiler. Serkan: P. K. 637 Merkez 26003 ESKİŞEHİR İstanbul'da oturuyorum. 26 yaşında, 1.80 boyunda bir geyim. Her yaşta arkadaşlar beni arayabilir. Aşkın Güneş: 0535 731 95 96 0532 296 35 69 İstanbul'dan bir geyim. Sevgiye ve dostluğa önem verenler haydi sevgiyi ve dostluğu kalplerimizde sonsuzlukla birleştirelim. Arayın tanışalım. (Antakyalılar ayda mı yaşıyorlar.) Süleyman: 0535 771 09 43 22 yaşında, esmer, İstanbul'da yaşayan bir bayanım. Gerçekten ciddi sevgiye inanan ve kalıcı bir arkadaşlık isteyenler beni arayabilirler. Lütfen bayanlar arasın. LÜTFEN. Nazlı: 0532 256 48 63 35 yaş, 1.80 cm, 73 kg, kumral, kariyer sahibi yakışıklı bir erkeğim. Antalya ve çevresinden güvenebileceğim, sevgi ve saygıya önem verenlerle dostluk kurmak istiyorum. Akşam 22.00'dan sonra arayın. Mert: 0532 316 87 27 19 yaşında bir erkeğim. Antalya'da oturuyorum. 25 yaşa kadar olan Antalya'da oturan arkadaşlarla yazışmak istiyorum. Resimli mektuplarınızı bekliyorum. M. Fatih Ataç: P. K. 533 Antalya 21 yaşında, 1.78 boy, 65 kilo, esmer, siyah gözlü, yakışıklı biriyim. Senelerdir kendime benim onu sevdiğim kadar beni sevecek yakışıklı eşcinseller arıyorum. Aşkın sonsuzluğunu benimle yaşamak isteyen varsa beni arasın. Tanışalım. Yusuf - Ankara: 0542 592 88 12 Aşık olmak istiyorum. Ve daha fazla tahammülüm yok. Beni sevecek kadar yüreğin varsa ve aşka, sevgiye seksten daha fazla önem veriyorsan, hatta bazen dostluğa ihtiyacın varsa çık ortaya.. Artık dayanamıyorum şu aptal seks meraklılarından bıktım. Şu aptal görüntü, vücut ölçüleri meraklılarından da bıktım. Hadi gel ve kurtar beni... fellini2@excite.com P. K. 2 , 34590 Bahçelievler İstanbul 21 yaşında, 1.72 cm, 62 kg, sarı-kısa saçlı, renkli gözlü bir üniversite öğrencisiyim. Yakışıklı sayılırım. İzmir ve çevresinden gey ve biseksüel arkadaşlarla tanışmak istiyorum. Serkan: P. K. 2 35620 Çiğli İzmir

27, 170, 60 kg. ölçülerinde, sportik, atletik yapılı, yakışıklı, üniv. mezunu, kültürlü, dürüst bir geyim. Amacım özellikle İstanbul'da ve diğer şehirlerdeki geylerle tanışmak, buluşmak, çeşitli aktivitelerle zaman geçirmek, arkadaşlık, dostluk kurabilmek. Yakışıklı, kültürlü, geyler tercihimdir. Yeni arkadaşlıklar kurmak umuduyla... kybele88@gmx.de "Eğer aşk diyorsan, sadakat diyorsan, sevgiyi zirvede yaşamak istiyorsan, sevmek ve sevilmek istiyorsan bana e-mail yolla." bora_oz@yahoo.com 33 yaş, 1.73 cm boy, 69 kg. Açık kumral biriyim. Seviyeli gey arkadaşlığı kurmak istiyorum. Hikmet, P.K. 341, 33000 MERSİN

LAMBDA-İSTANBUL Danışma Telefonu: "Yalnız Değilsiniz!": 0.212.233 49 66 (Salı, Perşembe günleri 19.00-21.00 arası; diğer zamanlarda telesekreter mevcut) ILGA (International Lesbian and Gay Association) e-mail: ilga@ilga.org internet adresi: www.ilga.org IGLHRC (Uluslararası Gey Lezbiyen İnsan Hakları Komisyonu) e-mail: iglhrc@iglhrc.org fax: +415-255-8662 Amnesty International (Af Örgütü) e-mail: amnestyis@amnesty.org internet adresi: www.amnesty.rog İNSAN HAKLARI DERNEĞİ Genel Merkez Tel&Fax: 0.312.425 95 47 Ankara Şube Tel:433 74 81 Fax:435 76 15 İstanbul Şube Tel:0.212.244 44 23 Fax:0.212.251 41 55 Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı http://www.archimac maarun.edu.tr-organization-kek

Kaos KaosGL GL∇∇Sayı Sayı21∇∇ Sayfa Sayfa54 1

GACI (Kadın Kapısı Haberleşme Bülteni) Tel:0.212.293 16 05 0.212.293 16 06 Fax:0.212.293 10 09 e-mail:ikgv@prizma.net.tr Transeksüellik http://www.geocities.com/ wellesley/3116/ts.html Eşcinsel Net http://www.eshcinsel.net Gay Culture http://www.gayculture.cjb.net Cinsel Hastalıklar Tedavi Merkezi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Aile Planlaması, İnfertilite Araştırma Merkezi (Üroloji Polikliniği içinde) 34303 Cerrahpaşa İSTANBUL AIDS Danışmanlık Hatları Hacettepe AIDS Tedavi ve Araştırma Merkezi (HATAM) 0.312.310 80 47 Türkiye Aile Planlaması Derneği 0.312.431 18 78-431 56 98 Sağlık Bakanlığı Ücretsiz Bilgi Hattı 0.800.314 79 79 AIDS Savaşım Derneğiİstanbul 0.212.231 07 60 TÜRK PSİKOLOGLAR DERNEĞİ Meşrutiyet Cad., 22/12 06640 Kızılay-Ankara Tel:(0312) 425 67 65 Tel/fax:(0312)417 40 59 e-mail: TPD@service.raksnet.com.tr Yazışma adresi:P.K.117 Küçükesat/Ankara http://www.psikolog.org.tr İstanbul Şube: 0.212.245 65 65-293 93 39 İzmir Şube: 0.232.418 15 50 Bursa Şube: 0.224.221 62 14 Unutmayalım! Güvenli seks sadece AIDS’ten değil, birçok cinsel hastalıktan korunmanın yoludur


MİTOLOJİ DÖNERSEK BİR VAKİT MİTOLOGYANIN SARI SAYFALARINA-2

ZEUS - GANYMEDES MİTİ (Bu yazı yine; aşkı, cehennemin anahtarı sayan örümcek kafalı yobazlara ve çağdaşlık kisvesi altında homofobinin uşaklığına soyunan günümüz sözde aydınlarına ithafen kaleme alınmıştır…)

"Khaos"la başladı Anatolia'da mitologya "Kaos"la çığır aşıyor -Anadoluİ.S. 2000'li yıllarda … Anadolu ve Anatolia aynı kavram olsa da etimolojik anlamda biz yine Anatolia'dan çıkalım istedik yola "sönmeye yüz tutmuş binlerce yıllık odu harlamak adına…"

II-

Kronos'un yiğit oğlu Olympos'un başbuğu bağrımdan çıkıp oturdun yukarılara nasıl yan gözle bakabilirim (mürtedler gibi ) tahtına…

III-

Ne olduysa Roma'dan sonra. Ne olduysa Roma, fitneyle dolduktan sonra. Ama kızma, yoldan geçen her Romalıya da o yüzyıllarca "Jüppiter" diye ainler düzenledi sana… Fitne "sıfır"la başladı baba! sonra büyüdü zamanla ve ne sen geçebildin bunun önüne, ne Ares ne Herakles ne de tunç miğferli Athena…

IV-

sıfırdan bire birden yüze yürürken kara takvim dehlizlerde, tapınakların da yontuların da yanıyordu teker teker "mesih beşerinin(!)" kin dolu yüreğinde ne SKOPAS'ın çığlığı, ne üstad PRAXİTELES'in gözyaşları diriltebiliyordu, küller arasındaki mermer sütunları, frontal duruşları, mağrur phallusları.

ICONİUM'LU ARKEOLOGTAN TANRILAR TANRISI ZEUS'A (tanıtma-kanıtlama-yanıtlama)

I-

Pers seni zikreder Ahura Mazda nidalarıyla Hitit, Teşup diye yalvarır kaya kabartmalarında ben ZEUS dedim sana göksel baba…

VEy göklerin ulu hakanı, Ey Kronosoğlu Zeus! şimdilerde kara takvim 2000. yılı çarpıyor yüzümüze… Rönesansla bir nebze örselenebilen o fitne gezse de hâlâ içimizde, tapınaklarını onaran heykellerini tamamlayan "phallus"unun heybetinde tözünü arayan, aşklarını, sevdalarını, kavgalarını sararmış papirüslerden ak parşömene aktaran bir yığın adam, çoğaltarak soluklarını tırmanıyor Olympos yamaçlarına.

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 55


MİTOLOJİ (dinsel referanslarla insanları kargılamayı kendilerine görev sayan bezirganlar! size inat çıkarıyorum tanrılarımı-tanrıçalarımı sarı sayfalar arasından… -hem de en ürkütücü(!) yanlarıylaVe siz ülkemin aydınları… demokrasiyi laisizmi evrensel insan haklarını dillerine pelesenk eden ülkemin aydınları! Kavafis'in dizelerinde güzide duygularını çağlatan, Michelangelo'nun renkleriyle soluk benizlerini aydınlatan, Tschaikowski'nin senfonileriyle "sanat seviciliği"ne soyunan ülkemin "sözde" aydınları! Sizlere de mitologya damıtıyorum sarı sayfalardan… (sabahlara değin süren hararetli entelektüel sohbetlerinizde kullanımınıza sunulan en gözde malzemedir "mytos" biliyorum…) … evrensel olabilmenin naralarını atarken viskilerle yıkanmış bedenleriniz, Ne yazıktır ki(!) feodal yanlarını gizleyemiyor yürekleriniz. İşte bu sebepledir "sözde"liğiniz… (tanrı ZEUS'un eşcinsel aşk hikayesi)

ZEUS-GANYMEDES MİTİ (bir tanrı var yukarıda! elinde asası omuzunda kartalı sonra kıvrım kıvrım saçı ve sakalı … en çok ben benimserim onu. kaç kez kanattım elimi yontarken ağzını burnunu phallus'unu… … yüreğim hızla çarpıyordu dokunduğumda tanrısal phallus'a (kaç ejakülasyon devirdim laf aramızda…) (bir eşcinsel grek yontucunun düş defterinden) evrenin mutlak sahibi, olympos tanrılarının en büyüğü Zeus, aşk maceralarında, her zaman karşı cinslerini tercih etmiyordu. o güzel olan herşeye,

hatta hemcinslerine dahi gönlünü kaptırabiliyordu… Olympos'taki tanrısal işlerinden arta kalan zamanlarda çeşitli kılıklara girerek insanları gözetlemekten hoşlanan Zeus, bir gün GANYMEDES adlı bir çobana rastladı. Koyunlarını otlatmakta olan Ganymedes'in yüzü tanrılar tanrısını son derece etkiledi. Böylesine güzel bir yüze ve vücuda sahip olan delikanlıdan kopup Olympos'a çıkamayacağını anlayan Zeus, çobanı elde etmenin yollarını aramaya başladı. Uzun süre düşündükten sonra, delikanlıyı beraberinde götürmeye karar kıldı. Ancak ona "tanrı" olduğunu hemen açıklamamalıydı. Çünkü böyle bir durumda delikanlı korkuya kapılabilirdi. Kutsal hayvanı Kartal'ı yanına çağırarak, ona bu çobanı Olympos'a çıkarmasını emretti… Kartal bir anda havalanarak Ganymedes'in koyunlarını otlattığı alana geldi. Kocaman pençeleriyle delikanlıyı tuttuğu gibi Olympos'a çıkardı… tanrıların evinde, ambrosia* ve nektar** ile beslenen GANYMEDES, yediği ve içtiği bu tanrısal besinlerin etkisiyle daha da güzelleşti, serpildi… Artık, Zeus istediği vakitlerde Ganymedes'i görebiliyor onunla birlikte olabiliyordu. Ganymedes ise Olympos'ta, tanrıların yanında olmaktan son derece mutluydu… (*Ambrosia: Tanrılara özgü meyveler **Nektar: Tanrıların içkisi)

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 56


YENİ BİNYILA MEKTUPLAR NE NOELİ? HANGİ İKİBİN? NE HAKLA JÜBİLE? PETER BOOM / ROMA 1 Ocak 2000 Noel yok, yeni gelen ikibin yılı için hiç sevinç yok, hâlâ toplum dışına itilmenin var olduğu bir yerde jübile de yok. Toplum dışına itme, cana kıymaların, intiharların, mutsuzluğun ve toplumsal düzensizliğin nedeni... Uygar bir dünyada bireyleri - grupları toplum dışına itmek bir suç olarak görülmekte. Eşcinsellerin ve diğer tüm "farklı cinsellik" yaşayan kişilerin toplum dışına itilmesi de suçtur. Ancak yaşadığım ülke olan İtalya'da ve ne yazık ki diğer pek çok ülkede eşcinseller ve diğer cinsel azınlıklar "çıkış"larını gerçekleştirmekten (come out) son derece korku duyarak, ciddi ruhsal ve bedensel yaralar alıyorlar (travmalara maruz kalıyorlar). İki yıl önce 13 Ocak'ta San Pietro Meydanında kendini öldüren Sicilyalı entelektüel Alfredo Ormando'yu anma gösterisi düzenlemek yasaklanmış durumda. Hıristiyanlığı temsil eden kişi, kendi yaşamını hepimiz için feda eden Ormando'nun anılmasına asla hoşgörü göstermedi. Geçenlerde, Papa'nın Roma Belediye Başkanını ziyaret etmesini protesto eden bir gösteride, "katil kilise" sözleri yazılı bir pankart taşıyan iki eşcinsel, bir ay hapis ve 1,5 milyon liretlik para cezasına çarptırıldı. Oysa pankarttaki sözler yalnızca tarihsel bir gerçeği dile getiriyordu; insanları toplum dışına iterek onları kendi canlarına kıymaya yöneltmek dolaylı yoldan cinayet anlamına gelir. Belki de Hıristiyan eğitimi aldığımdan olacak, ben artık çevremdekilere çektirilen bu anlamsız acıya daha fazla göz yumamayacağım. Böylesi bir haksızlığa karşı çıkmazsam kendime nasıl insan derim? Roma'nın 80 km kuzeyinde bulunan ve yaşadığım yer olan güzel Viterbo kentinde, çocuklarının eşcinsel olduğunu öğrendiklerinde müthiş acılar çeken ana babalar görüyorum. Buradaki eşcinsel bir gencin abisi -ki önyargısız gibi gözüküyordu ve eşcinsellerle özel bir sorunu olmadığını hep söylerdi- kendine, kardeşiyle konuşup onun bu konudaki

sorunlarıyla ilgilenmesini istediğimde, beni dava edebileceğini söyleyerek tehdit etti. Söz konusu kardeş şimdi öylesine kişiliğini zedeleyici bir gizlilik maskesinin ardına gizlenmiş durumda yaşıyor ki kendisi ve erkek arkadaşı iki kızla nişanlandılar. Belki de bu kızlarla evlenip onların da yaşamlarını mahvedecekler. İşinin konumu çok hassas olan bir başka geyin ailesi de oğullarının eşcinsel olduğunu öğrendiklerinden beri acı çekmekteler. Gencin babasına, ana babaların bile kendi oğullarını savunmaya cesareti olmamasının ne korkunç bir durum olduğunu söyledim. O ise göz yaşları içinde benden uzaklaştı. Eğer jübile, İtalya Cumhurbaşkanının söylediği gibi "VİCDAN" meselesi ise, söylediklerim kesinlikle yersiz olmadığı gibi bu sözler yalnız Hıristiyanların değil, aynı zamanda İtalya'dan artık silinmiş gibi gözüken "laik" insanların da vicdanlarının sesini dinlemesi için bir fırsat olmalı. 40 yıllık eşcinsel mücadeleden sonra çekip gidesim geliyor; ama 63 yaşında yeni bir yaşama başlamak çok zor. Korku içinde yaşayan bütün bu gizli eşcinseller adına çok fazla üzülmekten, acı çekmekten dolayı köklerimden koparılmış gibi hissediyorum. Sonuçta insanca ilişkiler olanaksızlaşıyor. Adım "tescilli" eşcinsele çıktığından, diğer tüm kompleksli eşcinseller kapımı çalmaya cesaret edemiyor. Bir gören olursa!!! Geçen gece bir gencin annesine eşcinsel olduğunu söylemesi benim için güzel bir Noel hediyesi oldu. Allahtan, annesi değişen bir şey olmadığını, hatta onu şimdi daha çok sevdiğini, söyledi. İtalya'da nadir olarak rastlanan bir durum bu. Herkese "VİCDAN RAHATLIĞI" dileyerek bitiriyorum. Jübile: Papa'nın özel durumlarda tüm günahları bağışlaması.

Sayın Dr. Carey, Artık 2000 yıllık Hıristiyan homofobisinden dolayı özür dileme zamanıdır. Siz ve kiliseniz çok kısa bir zaman içinde yeni milenyuma girerken Hıristiyanlığın 2000 yılını kutlayacaksınız, ancak pek çok lezbiyen ve eşcinsel erkek bunu sizinle kutluyor olmayacak. Bizler, homoseksüel kişiler üzerinde çok kötü acılar oluşturan Hıristiyan homofobisiyle yaşadığımız iki bin yıla ağıt yakıyor olacağız. Yirmi yüzyıldır kilise, eşcinsellere karşı önyargı, ayrımcılık ve şiddet ile yaklaşmıştır. Son 2000 yılda, kilisenin homofobisi, dünya çapında yüzmilyonlarca eşcinselin aileleri tarafından reddedilmesine, depresyon ve intihara sürüklenmesine, eşcinsel karşıtı kanunlar ile ayrımcılığa maruz kalmasına ve yasak aşk günahı ile ölüme mahkum edilmesine yol açmıştır. Kilise hiçbir zaman eşcinsellere olan yargısından dolayı üzüntü ve pişmanlığını belirtmemiştir. Yeni milenyum nedeniyle yapacağınız hitap, üzerimize uygulanan katliama karşı bir özür ve geri ödeme için iyi bir fırsattır. Sizden eşcinsel insanlığa karşı kilisenin suçlarından duyduğunuz üzüntüyü iletmenizi ve lezbiyen ve eşcinsel erkek toplumundan özür dilemenizi istiyoruz. Levililer 20:13, eşcinsellerin öldürülmesini talep eder. 1800 yılı aşkındır, Hıristiyan kilisesi İncil'deki bu talebi eşcinsellerin katliamlarını, topluca öldürülmelerini

destekleyerek takip etmiştir. Eski çağlarda taşlanarak öldürüldük, orta çağlarda diri diri yakıldık ve bu ülkede (İngiltere), ondokuzuncu yüzyıl ortalarına dek darağacında asıldık. Bu yasak aşk katliamları Britanya'da 1500 yıllarına dek kilisenin bizzat kendisi tarafından, daha sonra da devlet tarafından, sizden önceki meslektaşlarınızın resmi destekleriyle düzenleniyordu. Şu anda kilise artık eşcinselleri ölüm cezasına mahkum etmemesine rağmen, eşcinselliğin heteroseksüellikle ahlâki ve kanuni olarak eş tutulamayacağı teziyle cinsel ayrıma övgüler yağdırmaktadır. Üstünlük taslayan bu heteroseksüel doktrin eşcinsellerin ikinci sınıf vatandaş olarak muamele görmelerine açıklama olarak getirilmektedir. Siz de dahil olmak üzere, pek çok Hıristiyan, reşit olma yaşı, evlilik, iş edinme, bakım ve evlatlık edinme konularında eşcinsellere karşı ayrımcılığı desteklemeye devam ediyor. Hıristiyanların pişmanlık zamanı gelmiştir. Eşcinsellerin kiliseden çektiklerine karşı bir özür için zaman geldi de geçmektedir bile.

PETER TATCHEL, Outrage, Archbishop of Canterbury'ye (İngiliz Kilisesinin en üst düzeydeki din adamı) gönderdiği mektup.

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 57


SÖYLEŞİ

"Zamanı Dayatmadan, Rutin Olanı Dayatamazsınız" John Zerzan ile Röportaj, DERRICK JENSEN, Çev: CEMAL ATİLA Ne zaman anarşizmden bahsedilse, çoğu insanın aklına, kaos, kargaşa ve sağa sola rastgele atılan bombalar gelir. Ancak, yazar ve sosyal eleştirmen John Zerzan'a göre, anarşizmin, sokaklara yayılan dehşetle bir ilgisi yoktur. Zerzan'a göre, anarşizm daha ziyade üzerimizdeki her türlü tahakkümün yıkılması anlamına gelir. Bu tahakküm yalnızca ulus-devlet ve diğer hiyerarşik kurumlardan ibaret değildir; ataerkillik, ırkçılık ve homofobi türünden evrenselleşmiş biçimlere de sahiptir. Zerzan yirmi beş yıldan beridir kültürümüzün dayandığı kökenleri ortaya çıkarmakla uğraşmaktadır, ancak asıl olarak Elements Of Refusal ve Future Primitive adlı kitapları sayesinde onu tanıdık. Bunlara ek olarak, "Yıldızlararası Yolculuklardan Niçin Nefret Ediyorum"dan tutun da "Sembolik Düşüncenin Çöküşü"ne kadar pek çok farklı konuda birçok deneme yazmıştır. Zerzan tüm bu çalışmalarında, felsefenin, dinin, ekonominin ve diğer ideolojik yapıların, tahakkümü, nasıl Darvinci evrimin, Tanrının iradesinin veya ekonomik zorunlulukların doğal bir sonucu olarak rasyonelleştirdiklerine ışık tutmaya çalışmaktadır. Zerzan bizi, yaşamın vazgeçilmez olguları olarak kabul ettiğimiz bu öğelere yeniden bakmaya, tüm bu olguların tahakkümü nasıl daha da kolaylaştırdığını görmeye davet etmektedir. Daha da derinlere inen Zerzan, zaman, sayılar ve hatta dil ile tahakküm arasında bir ilişki bulunduğunu savunur. Eugene, Oregon'daki evinde Zerzan'la yaptığım görüşme, iki anarşist arasında olması gereken türden serbest bir görüşmeydi. (Her ne kadar kendimi anarşist olarak görüyorsam da, kitaplardakiler dışında daha önce herhangi bir anarşistle tanışmamıştım.) Bu görüşmede beklemediğim şey, Zerzan'ın yumuşak kişiliğiydi. Zerzan'ın yazdıkları öylesine keskin, uzlaşmaz ve inat doluydu ki, görüşmeye giderken, kişi olarak aynen yazdıkları gibi keskin biri olmasından korkmuştum. Ama sevindirici bir şekilde hayal kırıklığına uğradım; zira Zerzan, bugüne kadar tanıdığım en ince ve nazik kişilerden biri. Aslında bu benim için şaşırtıcı olmamalıydı. Çünkü Zerzan'ın da belirttiği gibi, anarşizm yalnızca tahakkümden kurtulma arzusunu değil, aynı zamanda başkalarını tahakküm altına almama arzusunu da içermektedir. Julie Mayeda da bu röportajdan katkılarını esirgemedi.

Derrick Jensen Jensen: Tarihte, toplumsal ilişkilerin tahakküm üzerinde şekillenmediği bir toplum var olmuş mudur? Zerzan: Evet, insanlar milyonlarca yıl boyunca böyle yaşadı. Bu özgür yaşam, yalnızca on bin yıl önce tarımın ortaya çıkıp ardından da uygarlığı yaratmasıyla yok oldu. Ve o tarihten beri, böyle bir yaşamın hiçbir zaman var olmadığına, baskının ve boyun eğişin, "kötü" insan doğasının panzehiri olduğuna kendimizi inandırmak için elimizden geleni yaptık. Bu yaklaşıma göre, otorite, bizi, uygarlık öncesi yoksunluktan, vahşetten ve cehaletten kurtaran nadide bir kurtarıcıdır. Mağara insanı ve Neandertal denildiğinde oluşan izlenimleri bir hatırlasanıza. Bu izlenimler bir kez zihinlerimize yerleştirildikten sonra, din, hükümet ve angarya olmadığında ne halde olacağımızı bize hatırlatmak için kullanılmaktadır. Gerçekten de bu izlenimler, muhtemelen uygarlığı tümüyle haklı çıkaran en büyük ideolojik gerekçelerdir. Ancak sorun şu ki, bu izlenimler tamamen gerçek dışıdır. Son otuz yıl içinde antropoloji ve arkeoloji alanlarında adeta bir devrim oldu ve giderek daha fazla kişi, evcilleşme -hem hayvanları hem de kendimizi evcilleştirme- ve tarım öncesi yaşamın, ağırlıkla, doğayla özdeşleşmenin, duygusal bilgeliğin, cinsel eşitliğin ve sağlığın hüküm sürdüğü bir yaşam olduğunu kabul etme noktasına geliyor. Jensen: Bunu nereden biliyoruz? Zerzan: Kısmen -henüz tamamen yok etmeyi başaramadığımızgünümüzdeki avcı-toplayıcı toplulukları inceleyerek ve bu topluluklar doğal ortamlarından koptuklarında, veya çoğu zaman doğrudan baskıya, hatta katliamlara maruz kaldıklarında yok olan eşitlikçi yaşamlarını gözlemleyerek. Ayrıca, eski çağlara ait arkeolojik bulguları yorumlayarak. Örneğin, antik toplumların yaşadıkları başlıca yerleşim bölgelerini incelediğimizde, bir bölgenin pek çok araç gerece, başka bir bölgenin daha az araç gerece sahip olduğunu gösteren herhangi bir bulguya rastlamıyoruz. Tersine, her defasında, tüm bölgelerin aşağı yukarı aynı miktarda araç gerece sahip olduğunu görüyoruz; bu da o insanların

eşitliği ve paylaşımı esas aldıklarını kanıtlamaktadır. Üçüncü bir bilgi kaynağı ise, Avrupalı ilk kâşiflerin değerlendirmeleridir. Bu kâşifler, tekrar tekrar, yerkürenin her tarafında karşılaştıkları ilkel halkların cömertliğinden ve erdemliliğinden bahsetmişlerdir. Jensen: Tüm bunların "vahşiliğin yüceltilmesinden" ibaret olduğunu söyleyen şüpheci kişilere ne diyorsunuz? Zerzan: Böylesi kişilere kibarca, konu hakkında daha çok şey okumalarını öneririm. Bu anlattıklarımın anarşist teoriyle ilgisi yoktur. Bunlar ortalama bir antropoloji ve arkeoloji bilgisidir. Bazı ayrıntılar üzerinde görüş ayrılıkları vardır, ama genel çerçeve anlattığım gibidir. Jensen: Peki ya kelle avcıları ve yamyamlara ne demeli? Zerzan: Bizim kültürümüzün, napalm bombaları ve nükleer silahları icat ettiğini dikkate aldığımızda, diğer kültürlerin daha küçük ölçekteki şiddetini yargılayacak bir konumda olup olmadığımızdan doğrusu emin değilim. Öte yandan, ne kelle avcılığı yapan grupların ne de yamyamların gerçek avcı-toplayıcı olmadıklarını belirtmek gerekiyor. Bu guruplar çok önceden tarım yapmaya başlamışlardı. Tarımın genellikle çalışmayı arttırdığı, paylaşımı azalttığı, şiddeti körüklediği ve insan ömrünü daha da kısalttığı artık genel olarak kabul edilmektedir. Bu, tüm tarım toplumlarının ille de şiddet uyguladıkları anlamına gelmez, daha ziyade, şiddetin gerçek avcı-toplayıcıların belirgin özelliği olmadığı anlamına gelir. Jensen: Eğer eskiden her şey böylesine mükemmel idiyse, o zaman tarım neden ortaya çıktı? Zerzan: Bu oldukça zor bir soru ve uzunca bir zamandan beridir antropologların ve arkeologların canını sıkmaktadır. Yüzbinlerce yıl boyunca -yani Aşağı ve Orta Paleolitik çağlar boyunca- yaşamda son derece küçük değişimler oldu. Ardından Üst Paleolitik çağda, birdenbire, nereden çıktığı belli olmayan bir patlamaya rastlıyoruz; aniden sanat ortaya çıkıyor, sanattan hemen sonra tarım, onun ardından da din. Bazı teorisyenler bu ani değişimi, zekâdaki ilerlemeye dayandırmışlardır, ancak milyonlarca yıl önceki insan zekâsının bugünküne eşit olduğunu artık biliyoruz.

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 58


SÖYLEŞİ Örneğin, kısa bir süre önce Nature dergisinde çıkan bir yazıda, insanların, sekiz yüz bin yıl gibi uzunca bir süre önce, Mikronezya ve pek çok Pasifik adası civarında deniz yolculukları yaptıkları belirtiliyordu. Dolayısıyla uygarlığın daha önce ortaya çıkmamış olmasının, insan zekâsıyla herhangi bir ilgisi yoktur. Kaldı ki zekâ teorisi tamamen avutucu ve ırkçı bir rasyonelleştirmedir: Yeterince zeki olan insanların ille de bizimkisi gibi bir yaşam kuracaklarını varsaydığı için avutucudur. Günümüzde ilkel yaşam biçimini tercih eden o insanların, başka bir yaşamı sürdüremeyecek kadar aptal olduklarını varsaydığı için de ırkçıdır. Bu mantık şunu demeye getiriyor; eğer o insanlar yeterince akıllı olsalardı, onlar da bizler gibi asfalt, ağaç testeresi ve hapishane icat ederlerdi. Öte yandan, tarımın, nüfüs artışı sonucu ortaya çıkmadığını da biliyoruz. Nüfus meselesi hep bir bilmece olarak kalmıştır: Doğum kontrol teknolojisine sahip olmayan avcı-toplayıcı insanlar nasıl nüfuslarını böylesine düşük tutabilmişlerdir? Uzunca bir süre, bu insanların çocuklarını öldürdükleri ileri sürülmüştür, ancak bu teori günümüzde sorgulanmaya başlanmıştır. Bence, gebeliği çeşitli bitkilerle önlemelerine ek olarak, o insanlar bedenleriyle çok daha uyumlu bir şekilde yaşamışlardır. Jensen: Peki insanların yaşam biçimi neden bu kadar uzun bir süre boyunca istikrarlı oldu ve niçin böylesine aniden değişti? Zerzan: Bence iyi gittiği için istikrarlı oldu ve o yaşamın birdenbire değiştiğini de sanmıyorum. Muhtemelen binlerce yıl süren ağır bir değişimle yavaş yavaş işbölümüne doğru ilerledi. İnsanların, neleri kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olduklarını fark edememeleri için, bu değişim son derece ağır -neredeyse hissedilemeyen- bir şekilde gerçekleşmiş olmalıdır. İşbölümü tarafından yaratılan yabancılaşma birbirimizden, bedenlerimizden ve doğal dünyadan yabancılaşma- böylelikle kritik bir birikim noktasına ulaştı ve aniden uygarlık olarak adlandırdığımız patlamaya dönüştü. Uygarlığın nasıl tutunduğu konusuna gelince, sanırım Sigmund Freud doğru bir belirlemede bulunmuştur: "Uygarlık, iktidar ve baskı araçlarının mülkiyetini elde etmenin yöntemini kavrayan bir azınlık tarafından, direnen bir çoğunluğa uygulanmış olan bir olgudur." Bugün olan biten de budur, o nedenle durumun başlangıçta daha farklı olduğunu düşünmemizi gerektiren herhangi bir neden yok. Jensen: İşbölümünün nesi yanlış? Zerzan: Eğer yaşamdaki başlıca amacınız kitlesel üretim ise, o zaman herhangi bir yanlışlık yok. Zira mevcut yaşam biçimimizin merkezinde işbölümü bulunmaktadır. Buna göre, her insan, bir makinanın çark dişlisi olarak hareket etmelidir. Ancak başlıca amacınız, bütünlük, eşitlikçilik, özerklik ve bozulmamış bir dünya ise, o zaman işbölümünde sayısız yanlışlık var. İşbölümü genelde modern yaşamın bir "verisi" olarak görülmektedir ki bu haliyle bile nadiren farkedilmektedir. Etrafımızda gördüğümüz herşey, işbölümü olmaksızın mümkün olamazdı. İşte sorun da burada; işbölümünün

eseri olan uygarlık belasından kurtulmak, bizzat işbölümünün ortadan kaldırılması anlamına gelmektedir. Sanırım sorunun kaynağı şurada yatmaktadır; kişinin yaşamı, o kişinin herhangi bir sürecin yanlızca bir boyutunu yaşamasına, bu sürecin yalnızca küçük bir parçası olmasına bağlı olduğu sürece, kişi bütün veya özgür olamaz. Bölünmüş bir yaşam, toplumdaki temel bölünmüşlüğü yansıtır. Hiyerarşi, yabancılaşma - hepsi bu noktada başlar. Profesyonellerin ve uzmanların çağdaş dünya üzerinde etkin bir denetime sahip olduğu veya bu denetimin her zamankinden çok daha hızlı bir ivme kazandığı olgusunu kimsenin inkâr edemeyeceğini sanıyorum. Jensen: Aynen yiyecek üretiminde olduğu gibi. Her yıl daha az sayıda firma, giderek yiyecek kaynaklarımızın daha büyük bir oranını kontrol etmeye başlıyor. Bunu mümkün kılan tek şey, pek çoğumuzun yiyeceklerimizi nasıl üreteceğimizi bilmememizdir. Zerzan: Üstelik sadece yiyecek de değil. Çok değil, kısa bir süre önce, kendi radyonuzu kendiniz yapabiliyordunuz. İnsanlar radyolarını hep kendileri yaparlardı. Hakeza, on yıl önce hâlâ kendi arabanız üzerinde çalışabiliyordunuz, ama bu bile giderek zorlaşıyor. Dolayısıyla, gün geçtikçe belirli alanlarda uzmanlaşan ve belirli teknolojileri denetimleri altında tutan kişilere daha çok esir düşüyoruz. Başkalarına haddinden fazla bel bağladığınız zaman, günlük yaşamınız için gerekli olan şeyleri yapma yeteneğinizi kaybettiğiniz zaman, bir birey olarak siz de öneminizi yitirmeye başlarsınız. Jensen: Peki birbirimize güvenmemiz gerekmiyor mu? Zerzan: Elbette gerekiyor. Anarşizmin amacı, insanları, aralarında herhangi bir bağlantı olmayan yalıtılmış adacıklara dönüştürmek değildir -esasen bunun tam da tersidir. Ancak, iyi işleyen bir toplumun sağlıklı karşılıklı bağımlılığı ile, en temel ihtiyaçlarınız için uzmanlaşmış başka kişilere bel bağlamanın getirdiği tek yönlü bağımlılık arasındaki farkı anlamak gerekiyor. Tek yönlü bağımlılık söz konusu olduğunda, uzmanlaşmış yeteneklere sahip olan kişiler üzerinizde iktidar kurmuş oluyor. Bu kişilerin "yardımsever" olup olmamaları hiç önemli değil. Uzmanlaşmış yeteneklere sahip olan insanlar denetimi ellerinde tutmak için, bu yeteneklerini koruyup yüceltmek zorundadırlar. Bu mantığa göre, uzmanlar olmadığında tamamen yok oluruz; karnımızı doyurmak gibi son derece basit bir işi bile nasıl yapacağımızı bilemez hale geliriz. Oysa ki, insanlar iki milyon yıl gibi uzunca bir süre boyunca karınlarını kendileri doyurdular ve bunu da bizden çok daha başarılı bir şekilde yaptılar. Mevcut global yiyecek sistemi son derece yetersiz, insanlık dışı ve çılgıncadır. Dünyayı böcek zehirleri, gübreler ve yakıt emisyonlarıyla mahvediyoruz, buna rağmen, milyarlarca insanın koca bir yaşamı açlık içinde geçiyor. Halbuki, hiçbir şey kendi yiyeceğinizi üretmek veya toplamak kadar basit değildir. Jensen: Geçtiğimiz yıl Peru'daki Japon büyük elçiliğini işgal eden Tupac Amaru Devrimci Hareketi'nin birkaç üyesiyle bir röportaj yapmıştım. Görüştüğüm kişiye, bu hareketin ne istediğini sordum. Bana şu cevabı verdi:

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 59


SÖYLEŞİ "Kendi yiyeceğimizi kendimiz üretip kendimiz dağıtmak istiyoruz. Bunu nasıl yapacağımızı gayet iyi biliyoruz; yalnızca bunu yapmamıza izin verilmesini istiyoruz." Zerzan: Kesinlikle doğru. Jensen: Çalışmalarınızda, zaman ile tahakküm arasında bir ilişki bulunduğunu ileri sürüyorsunuz. Zerzan: Zaman kültür tarafından icat edilmiştir. Zamanın kültür dışında varolduğu herhangi bir alan yoktur. Bir kültürün zamanın tahakkümü altına girme oranı, tam da o kültürün yabancılaşmasının mutlak ölçüsüdür. Kendimize şöyle bir bakalım. Yaşamımızdaki her şey zamanla ölçülmektedir. Zaman, daha önce asla bugünkü kadar somutlaşıp maddeleşmemiştir. Jensen: Gerçekten de bir saatin trik trakları elle dokunulacak kadar somut hale gelmiştir. Zerzan: Evet saat zamanı somutlaştırıyor; adeta şeyleştiriyor. Soyut bir kavram maddi bir nesneymiş gibi ele alındığında, şeyleşme dediğimiz olgu ortaya çıkıyor. Zamanın bir saniyesinin hiçbir değeri yoktur, ancak ona bağımsız bir varoluş atfetmek yaşam deneyimimize ters düşmektedir. Antropolog Lucien Levy-Bruhl şöyle yazmıştı: "Zaman anlayışımız, insan aklının doğal bir niteliğiymiş gibi görünüyor, ancak bu bir yanılgıdan ibarettir. İlkel düşünüş tarzının söz konusu olduğu yerlerde, böyle bir anlayışa nadiren rastlarız." "İlkel" insanlar şimdiki zamanda yaşarlar, tıpkı bizlerin de eğlenirken şimdiki zamanda yaşamamız gibi. Güney Afrika'daki Mbutiler'in, "mevcut anın doyurucu bir şekilde yaşanmasıyla, geçmişin ve geleceğin, kendi başlarının çaresine bakacağına" inandıkları söylenmiştir. Kuzey Amerika'daki Pawnee'lere göre, yaşamda bir ritim vardır ama ilerleme yoktur. İlkel insanlar, genellikle doğum günlerine ilgi duymaz ve ömürlerini ölçmek gibi şeylerle uğraşmazlar. Gelecek konusunda ise, henüz var olmayanı kontrol altına almaya pek hevesli değillerdir, tıpkı doğayı egemenlik altına alma niyetinde olmadıkları gibi. Mevsim bilincine sahiplerdir, ama bu hiçbir şekilde mevcut anı onlardan çalan yabancılaşmış bir zaman bilincine dönüşmez. Bizim böyle bir yaklaşımı anlamamız oldukça zordur, çünkü, zaman nosyonu benliğimizde öylesine derin bir kök salmıştır ki, zamanın olmadığını düşünmek hemen hemen imkânsızdır. Jensen: Yani saniyelerin sayılmamasından çok daha öte şeyler söylüyorsunuz. Zerzan: Ben zamanın var olmamasından söz ediyorum. Sonsuz bir ilerleme içinde iplikleri çözülen bir yumak biçimindeki zaman, tüm olayları, kendisi olaylardan bağımsız kalarak, birbirine bağlayan zaman; böyle bir şey yoktur. Ardışıklık vardır. Ritim vardır. Ama zaman yoktur. Zamanın bu şekilde şeyleşmesi, kitlesel üretim ve işbölümü nosyonuyla bağlantılıdır. Trik, trak, aynen söylediğiniz gibi: Aynılaşan saniyeler. Aynılaşan insanlar. Sonsuz bir şekilde tekrarlanan aynılaşmış gündelik işler. Ancak, iki olayın hiçbir şekilde aynı olmadığını, her anın bir önceki andan farklı olduğunu anlamaya başladığınızda, zaman diye bir şey ortada kalmaz. Eğer olaylar hep bir romandaki gibi cereyan ediyorsa, o zaman sadece rutin imkânsız hale gelmekle kalmaz, zaman nosyonu da anlamsızlaşır. Jensen: Bunun tersi de doğru olabilir.

Zerzan: Kesinlikle. Zamanı dayatmadan, rutin olanı dayatamazsınız. Freud, tekrar tekrar, uygarlığın tutunabilmesi için, ilkin, zamansız ve verimsiz mutluluğu ortadan kaldırması gerektiğine işaret etmiştir. Ben bunun iki aşamada gerçekleştiğine inanıyorum. Birincisi, tarımın ortaya çıkışı zamanın önemini arttırdı; özellikle de, yoğun emek sarfiyatı gerektiren ekim ve biçim dönemlerini ve takvimleri tutan rahiplere tahsis edilen artı hasadı belirleyen döngüsel zamanın önemini. Babilliler'in ve Mayalar'ın yaptığı buydu. Ardından, uygarlığın yükselişiyle birlikte, -mevsimlerin ritimleriyle olan bağlantısından dolayı, hiç olmazsa henüz doğal dünyadan tamamıyla kopmamış olan- döngüsel zaman yerini çizgisel zamana bıraktı. Çizgisel zamana geçişle birlikte, tarih ortaya çıkıyor, ardından İlerleme ve onun ardından da geleceğe tapma. Artık öyle bir noktaya gelmişiz ki, ne idüğü belirsiz bir gelecek hayali uğruna, türleri, kültürleri ve muhtemelen tüm dünyayı feda etmeye hazırız. Bir zamanlar, en azından ütopik bir geleceğe sahiptik, ancak günümüz toplumu olarak buna bile artık inanmıyoruz. Aynı dönüşüm kişisel yaşamımızda da gerçekleşmektedir; belirsiz bir gelecekte mutlu olma umuduyla, mevcut anı yaşamaktan vazgeçiyoruz; herhalde emekli olduktan sonra mutlu olacağız, veya belki de ölüp cennete gittikten sonra. Cennete yapılan vurgunun kendisi, çizgisel zamanda yaşamaktan duyulan mutsuzluktan kaynaklanmaktadır. Jensen: Bana öyle görünüyor ki, çizgisel zaman sadece doğal ortamın yıkımına yol açmakla kalmıyor, aynı zamanda bu yıkımdan doğuyor. Ben gençken pek çok kurbağa vardı. Oysa şimdi daha az kurbağa var. Pek çok ötücü kuş vardı. Şimdi daha az var. İşte bu çizgisel zamandır. Zerzan: Evet, üstelik saatin icadıyla birlikte, çizgisel zaman mekanik zamana dönüştürüldü. Bu çabanın merkezinde Hıristiyan Kilisesi bulunuyordu. İktidarlarının zirvesinde oldukları Ortaçağ'da yaklaşık olarak kırk bin manastırı yöneten Benediktin papazları, insanları "saatinde" çalışmaya zorlamakla, insan yaşamının bir makinanın doğal olmayan ritimlerinin boyunduruğu altına girmesine yardım etmişlerdir. On dördüncü yüz yıl ilk kamusal saatlerin yanı sıra, aynı zamanda, saatlerin dakikalara, dakikaların da saniyelere bölünmesine tanık oldu. Bununla birlikte, zaman her adımda direnişle karşılaştı. Örneğin Temmuz 1830'daki Fransız Devrimin'de, tüm Paris halkı kendiliğinden meydan saatlerine ateş etmeye başlamıştır. 1960'lı Yıllarda da (ben dahil) pek çok kişi saat takmaya son verdi. Hatta bugün bile, çocukların zamana karşı gösterdiği direnişin kırılması gerekiyor. Çoğunlukla isteksiz olan bir nüfusa, zorunlu bir okul sistemi dayatılmasının başlıca nedeni de budur zaten: okul kişiye, belirli bir zamanda belirli bir yerde olmayı öğretir ve böylece kişiyi mesleki yaşamına hazırlar. Stüasyonist Enternasyonal'in üyelerinden biri olan Roul Vaneigem bu konuda harika bir saptama yapmıştır: "Çocuğun günleri büyüklerin zamanından yakasını sıyırır; çocukların zamanı, düşsellikle, tutkuyla ve gerçeklik tarafından tutsak edilen düşlerle dop doludur. Dışarda ise, kolları saatli eğitimciler çocukları izlemekte ve onların gelip

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 60


SÖYLEŞİ saatlerin devrine ayak uyduracakları anı beklemektedirler." Jensen: Aynı zamanda rakamların da bizi yabancılaştırdığını söylemiştiniz. Zerzan: Büyük bir ailenin üyeleri sofraya oturduklarında, birinin eksik olup olmadığını, sayım yapmaksızın, anında bilirler. Sayı, ancak şeyler homojenleştirildiğinde gerekli hale gelir. Kaldı ki sayı sistemi öyle tüm halklar tarafından da kullanılmamaktadır. Örneğin Yanomamolar ikinin ötesinde saymazlar. İkinin ötesini saymamalarının nedeni aptal olmaları değildir; esasen dünya ile farklı bir ilişki içindedirler. Yabanıl varlıkların köleleştirilip hasada dökülmesiyle birlikte ortaya çıkan ilk sayı sistemi, kuşku yok ki, evcilleştirilen hayvanların sayılması için geliştirilmişti. Ardından, yaklaşık olarak beş bin yıl önce Sümerlerin, ticareti kolaylaştırmak amacıyla matematiği kullandığını görüyoruz. Daha sonra Euclid, mülkiyet ve vergilendirme gibi nedenlerle tarlaların ölçülmesi ve köle emeğinin tahsisatı için -kelime anlamı "toprağın ölçülmesi" olangeometriyi geliştirdi. Aynı zorunluluk bugün bilimi yönlendiriyor; öyle ki, artık koca bir evreni ölçüp biçerek köleleştirmeye çalışıyoruz. Bir kez daha belirteyim; bu anlattıklarımın özgün anarşist teoriyle bir ilgisi yoktur. Pek çok kişi tarafından modern bilimin babası olarak değerlendirilen René Descartes, bilimin amacının "bizi doğanın efendisi ve sahibi yapmak" olduğunu ifade etmiştir. Descartes ayrıca, evreni, tahakkümün bu iki biçimini -yani sayıları ve zamanı- birbirine sıkıca bağlayan devasa bir saat düzeneği olarak tanımlamıştır. Jensen: Peki teknolojinin ilerlemesi basitçe meraktan kaynaklanıyor olamaz mı? Zerzan: İnsanlar bunu bir nakarat gibi tekrarlayıp duruyorlar: "Cinleri tekrar şişeye koyamazsınız"; "İnsanlardan bildiklerini unutmalarını istiyorsunuz" deyip duruyorlar. Oysa bu yalnızca, mevcut çılgınlığı, insan doğası deyip rasyonelleştirmenin bir başka yoludur. Ve bu yaklaşım eski ırkçı zekâ teorisinin yeni bir varyasyonudur: Hopiler çapayı icat etmediklerine göre, merak sahibi olmasalar gerek. Elbette insanlar doğal olarak meraklıdır -ama neyi merak ederler? Sen veya ben nötron bombası yapmak ister miydik? Elbette hayır. Demek oluyor ki, benim nötron bombası yapmak istemeyişim, meraklı olmadığım anlamına gelmez. Yani merak değerlerden bağımsız değildir. Belirli merak biçimleri belirli mantıkların ürünüdür ve bizim kültürümüzün sahip olduğu merak, basit bir eğilimi veya öğrenme arzusunu değil, yabancılaşmanın mantığını izler. Jensen: Yabancılaşma sizin için neyi ifade ediyor? Zerzan: Karl Marks yabancılaşmayı, üretim araçlarından kopma biçiminde tanımlamıştır; bizim şeyleri kendi kullanımımız için üretmemiz yerine, emeğimizin ürünleri sistem tarafından bize kaşı kullanılmaktadır. Ben bu tanımı bir adım daha ileriye götürerek, yabancılaşmanın, kendi kişisel deneyimlerimizden uzaklaşma, doğal var oluş biçimimizden çıkma anlamına geldiğini söylemek istiyorum. Dünya ne kadar teknolojikleşip yapaylaşıyorsa, doğal ortam ne kadar yok oluyorsa, biz de o kadar yabancılaşıyoruz. Sanıyorum evcilleşme-öncesi insanlar, kendi özleriyle,

aklımızın ucundan bile geçmeyecek bir ilişki içindeydi örneğin duyular düzeyinde. Laurens Van der Post, güney Afrika'daki kabile halklarından biri olan Sanların, tek motorlu bir uçağın sesini yetmiş mil öteden duyduklarını ve Jüpiter gezegeninin dört uydusunu çıplak gözle gördüklerini söylemiştir. Post ayrıca, Sanların, bir fil, bir aslan ve bir antilop olmanın ne demek olduğunu biliyor gibi göründüklerini belirtmiştir. Daha da önemlisi, Sanların bu kavrayışına, söz konusu bu hayvanlar tarafından da karşılık verilmiştir. Avrupalı ilk kâşifler, vahşi hayvanların başlangıçta insanlardan korkmadıkları konusunda sayısız örnekler vermişlerdir. Jensen: Geçtiğimiz yıl bir arşivi karıştırırken, kuzey Kanada'ya ayak basan ilk beyaz adam olan on sekizinciyüzyıl kâşifi Samuel Hearne tarafından yazılan bir yazıyla karşılaştım. Hearne yazısında, Kızılderili çocuklarının kurt yavrularıyla oynayışlarından söz ediyor. Çocuklar kurt yavrularının yüzlerini toprak boyasıyla kırmızıya boyuyorlar ve onlarla yeterince oynadıktan sonra, yavruları incitmeden mağaralarına geri götürüyorlarmış. Ve bu durum, ne yavruların ne de yaşlı kurtların umurundaymış. Zerzan: Oysa şimdi uçaklardan ateş ederek kurtları kurşuna diziyoruz. İşte, alın size ilerleme. Jensen: Daha geniş ölçekte bakmak gerekirse, ilerleme ne anlama geldi? Zerzan: İlerleme ekolojik bir felaket ve bireyin neredeyse tamamen insanlıktan çıkması anlamına geldi. Sanırım artık daha az insan ilerlemeye inanıyor, ama çoğu kişi ilerlemeyi hâlâ kaçınılmaz olarak görmektedir. Elbette ilerlemenin kaçınılmazlığını kabul edecek şekilde koşullandırılmışız; hatta ilerlemeye tutsak edilmişiz. İlerleme düşüncesinin günümüzdeki amacı ise, insanları giderek teknolojiye bağımlı hale getirmektir. Örneğin, sağlığımızı korumamız için, tıp alanındaki yüksek teknolojiye ihtiyacımız var, ama öte yandan, mevcut sağlık sorunlarımızın esasen teknoloji tarafından yaratıldığı olgusunu unutmuş gibi görünüyoruz. Yalnızca kimyasal maddelerin yol açtığı kanser hastalıkları değil, neredeyse tüm hastalıklar, ya uygarlık ile yabancılaşmanın ya da doğal yaşam alanlarının büyük oranda yok olmasının sonuçlarıdır. Jensen: Örneğin ben, sanayileşmemiş toplumlarda pek duyulmayan ama sanayileşmiş toplumlarda giderek yaygınlaşan Crohn hastalığı adlı bir sindirim rahatsızlığı yaşamaktayım. Endüstriyel uygarlık adeta benim bağırsaklarımı tüketme pahasına ilerliyor. Zerzan: Sanıyorum pek çok kişi ilerleme efsanesinin içinin ne kadar boş olduğunu anlamaya başlıyor. Esasen sistemin başındaki yöneticiler bile artık ilerleme sözcüğünü pek fazla kullanmıyorlar. Bu yöneticiler artık ataletten söz ediyorlar, yani şöyle demek istiyorlar: "Her şey ortada. Ya katlanırsınız ya da hapı yutarsınız." Şimdilerde hiç kimse Amerikan Rüyası'ndan veya "muhteşem yeni yarınlar"dan falan bahsetmiyor. İnsan soyu global ölçekte artık dibe vurmuş durumda. Günümüzde asıl mesele, hangisinin işçileri daha çok sömürüp çevreyi daha çok yok etmesi hususunda çok uluslu şirketler arasında süren rekabettir. Bireysel düzlemdeki rekabet de aynı şekilde işlemektedir. Eğer

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 61


SÖYLEŞİ bilgisayarlardan anlamazsanız, iş bulamazsınız. İşte ilerlemenin bizi getirdiği yer burasıdır. Tüm -bunlara rağmen, ben yine de iyimserim, çünkü, bir bütün olarak yaşam tarzımızın yapmacıklığı daha önce hiçbir zaman -en azından görmek isteyenler için- bugün kü kadar açığa çıkmamıştır. Jensen: Yalanlara rağmen gerçeği görmeyi başarsak bile, yapabileceğimiz bir şey kaldı mı geriye? Zerzan: Yapılması gereken ilk şey, statükoyu sorgulamak ve bu ölüm-kalım meselelerini, inkâr etmek yerine, bu sorunları ele alan yaygın bir söylem oluşturmaktır. Bu inkârcı yaklaşım artık daha fazla sürdürülemez, çünkü, gerçek ile bize anlatılanlar arasında oldukça keskin bir karşıtlık bulunmaktadır; hele de bu ülkede. Ya da belki yanılıyorum. Belki de sonsuza dek bu karşıtlıkla birlikte yaşayacağız. Unabomber manifestosunda, insanların, doğal dünyanın, özgürlüğün ve tatminin artık ortadan tamamen kalktığını bile farkedemeyecek kadar koşullandırılabileceğini belirtmiştir. Hazımsız ve nevrotik bir şekilde ortalıkta topallayarak, hergün Prozac ilaçlarını alacak ve herşeyin bundan ibaret olduğunu sanıp duracaklardır. Unabomber olayı, bu toplumdaki verili söylemi neden yeniden tanımlamamız gerektiği bağlamında mükemmel bir örnektir. Unabomber'ın yaklaşımı öylesine bastırılmıştır ki, düşüncelerini ifade edebilmek için insanları öldürmek zorunda olduğunu düşünmüştür. Bu ise toplumsal tartışmalarımıza hakim olan inkar ve baskının boyutunu gayet iyi bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu inkar küçük reformlarla değişmeyeceği gibi, gezegenimiz de artıkların yeniden dönüştürülmesiyle kurtarılamaz. Böylesi ihtimalleri ciddiye almak sadece aptalca değil, aynı zamanda suçtur da. Olup biteni görmek zorundayız. Gerçeklik ile karşı karşıya geldikten sonra, ancak o zaman bu gerçekliği nasıl değiştirebileceğimiz üzerine kafa yorabiliriz. Ben kişi olarak umudumu, her alandaki aleni yoksullaşmanın insanları sistemi sorgulamaya ve sisteme karşı koyacak iradeyi toplamaya sevk edeceğine bağlıyorum. Herhalde şu sıralar şafak öncesi karanlıktayız. Herbert Marcuse'ün One Dimensional Man (Tek Boyutlu İnsan) adlı kitabının, 1964 yılları civarında yayınlandığı günler hâlâ aklımda. Marcuse kitabında, insanların modern tüketim toplumu tarafından, hiçbir değişim umudu kalmayacak ölçüde maniple edildiğini söylüyordu. Ama çok geçmeden, iki yıl içinde insanlar ayağa kalktılar. Altmışlı yıllar benim kişisel iyimserliğimin oluşumuna yardımcı oldu. Doğru bir zamanda doğru bir yerdeydim; önce Stansford'da kolejde, ardından da, Berkeley'in karşı koyundaki HaightAshbury'de yaşadım. Altmışlı yılların, yapılması gerekenin kenarından bile geçmediğini söyleyen insanlara katılıyorum, ancak bu yıllar bize bir olabilirlik duygusu kazandırdı; yani toplumun her zaman farklı bir yol bulma şansı vardır. Elbette işler umulduğu gibi gitmedi, ama otuz yıl sonra bile ben hâlâ o olabilirlik duygusunu taşıyorum ve berbat ve ruhsuz bir dönemde yaşıyor olmamıza rağmen, o duygu içimi ısıtıyor. Bazen, günümüzdeki gençlerin umutlu olduklarını gördüğümde şaşırıp kalıyorum, çünkü

bu gençlerin bir hareketin kısmi başarılarını görüp görmediklerinden bile emin değilim. Jensen: Bazıları altmışlı yılların toplumsal değişimin son büyük patlaması olduğunu ve o yıllardan itibaren herşeyin baş aşağı gittiğini söylüyor. Zerzan: Bazen ben de böyle düşünüyorum, sanki büyük bir patlama olmuş ve bu patlamadan sonra herşey soğumuş. 1976'daki punk patlaması çok heyecan vericiydi, ama bu patlamanın yeni bir değişim dalgası başlatacağı pek düşünülmüyordu. Bence altmışlı yıllardan çok daha büyük bir patlamaya doğru yaklaşıyoruz; bunun nedeni sadece artık ölümkalım noktasına gelmiş olmamız değil, aynı zamanda geçmişe oranla artık daha az yanılgıya sahip olmamızdır. O zamanlar, yani altmışlı yıllarda, inanılmaz bir idealizm düzeyine sahiptik, ne var ki bu idealizm önemli ölçüde yanlış konumlanmıştı. Değişimi gerçekleştirmenin çok önemli çabalar gerektirmediğine inanıyorduk. Kurumlara gözü kapalı bir şekilde güvenmiş ve ayrıntılar üzerinde fazlaca kafa yormamıştık. Ayaklarımız yere basmıyordu. İşte eğer o devrimci enerji bugün yeniden geri gelse, o zamankinden çok daha etkili olacaktır. Jensen: Elements of Refusal (Reddedişin Unsurları) adlı kitabınızda, içinde bulunduğumuz yüzyılın başlarında, ortalıkta ne kadar çok devrimci enerji bulunduğundan söz ediyorsunuz. Birçok bakımdan, diyorsunuz, Birinci Dünya Savaşı bu enerjiyi şiddet aracılığıyla ortadan kaldırmaya yönelen devlet destekli bir girişimdi. Zerzan: Savaş, hiç şüphe yok ki, her zaman iyi bir bahane gerektirir; hele de devletin gerçek düşmanları kendi vatandaşları olduklarında. Arşidük Ferdinand'ın suikastle öldürülmesi, ölmekte olan AvusturyaMacaristan rejiminin ihtiyaçlarına uyuyordu, ama savaşa yol açan şey hiç de bu değildi. Savaşın gerçek nedeninin, Avrupa'nın her tarafındaki muazzam huzursuzluk olduğuna inanıyorum. 1913 ve 1914 Yıllarında Rusya baştan başa yoğun grevlerle sarsılıyordu. Avusturya-Macaristan içsavaşın eşiğindeydi. Devrimci hareketler ve radikal sendikalar Amerika Birleşik Devletleri, Almanya, Fransa, İtalya ve İngiltere'de yükselişe geçmişti. İngiltere Kralı V. George bile, savaşın hemen arifesinde, 1914 yazında "En sorumlu ve ağırbaşlı yurttaşlarımın ağzında içsavaş çığlığı dolaşıyor" derken bu gerçeğe işaret ediyordu. Bir patlamanın gerçekleşmesi gerekiyordu, ama bu patlama nasıl gerçekleşecek ve kime yönelecekti? Sözkonusu devrimci enerjinin boşalımını uzun ve anlamsız bir savaş aracılığıyla kontrol etmekten daha iyi bir yöntem olabilir miydi?Üstelik bu işe de yaradı. Çoğu sendika ve sol parti savaşı destekledi, desteklemeyenler ise -ABD'deki Wobbliler gibi- devlet tarafından tamamen ortadan kaldırıldı. Savaştan sonra, çok az insan devrimi savunma cesareti gösterdi, ancak bu kişiler, aynen Mussolini ve Bolşevikler örneğinde olduğu gibi, gerçek devrimciler değil, savaş sonrasında ortaya çıkan boşluğu kendi çıkarları doğrultusunda kullanan oportünistlerdi. Jensen: Sizce günümüzdeki tüm bu yabancılaşma nereye kadar gidecektir? Bir patlamaya dönüşecek midir? Zerzan: Bilmiyorum. Ancak, sanıldığı gibi mutlu, tasasız tüketiciler olmadığımızdan kesinlikle eminim. Böyle

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 62


SÖYLEŞİ olduğumuzu sanabiliriz ama, vücutlarımız herşeyi daha iyi biliyor. Kısa bir süre önce Elaine Showalter'in Hystories: Hysterical Epidemics and Modern Culture (Histeri Hikâyeleri: Histeri Salgınları ve Modern Kültür) adlı kitabını inceledim. Showalter kitabında doksanlı yılların "histerileri"nden söz ediyor. Kronik Bitkinlik Sendromu, Körfez Savaşı Sendromu, yeniden düzenlenmiş hafıza, şeytana tapma vb. Pek çok kişi bu kitaptan rahatsız oldu, sanki Showalter bu sorunların tüm insanların kafasını meşgul ettiğini söylüyormuş gibi. Ama bana öyle geliyor ki, Showalter çok daha çarpıcı bir olguya işaret ediyor; hepimiz öylesine mutsuzuz ve mutsuzluğumuzu öylesine kökten inkar ediyoruz ki, bu krizler fiziksel nedenlerle veya bu nedenler olmaksızın ortaya çıkıyor. Showalter'ın yaklaşımının, sözgelimi Körfez Savaşı Sendromu örneğinde, hükümeti temyize çıkardığı iddia edilebilir. Oysa aslında Showalter'ın teorisi, hükümetin Amerikalıları zehirlediği teorisinden çok daha radikaldir; Amerikalılar hükümetleri tarafından o kadar çok zehirlenmişlerdir ki bu iş artık bir klişeye dönüşmüştür. Modern yaşamın çığ gibi psikojenik hastalıklar üretecek kadar sakatlayıcı, yabancılaşmış ve tuhaflaşmış olduğunu söylemek, bundan sadece hükümeti değil tüm sistemi sorumlu tutmak anlamına gelir. Jensen: İyi ama, kendi hükümetimiz tarafından zehirlenmemiz ne anlama geliyor? Bu henüz üzerinde durmadığımız bir sorun: yani günün birinde sürdürülebilir bir yaşam kurmayı öğrensek bile, bu yeni yaşamımızı ortadan kaldırmak üzere ortaya çıkacak olan güçlerle baş etmek zorunda kalabiliriz. Biz sürdürülebilir cemaatler geliştirdiğimizde ve egemen kültür de kaynaklarımızı elimizden almak istediğinde neler olacağını hepimiz biliyoruz; cemaatlerimiz ortadan kaldırılacak ve kaynaklarımız çalınacaktır. Zerzan: Evet bu bir gerçekliktir. Şiddetin zorunlu karşılık olmadığını düşünmek isteriz, ama doğrusu ben bundan emin değilim. Şüphesiz, çalkantılar yeterince büyük olursa, şiddete pek fazla ihtiyaç olmayacaktır. Mayıs 1968'de on milyon Fransız işçisi -ister fabrika işçisi deyin ister gök bilimci- ani bir greve giderek işyerlerini işgal etmeye başladı. Öğrenci gösterileri kıvılcımı çaktı, ancak olaylar bir kez başlayınca, tüm bu hoşnutsuzluklar peş peşe ortaya döküldü. Polis ve ordu tam anlamıyla çaresizdi, çünkü neredeyse ülkenin tümü olaylara katılmıştı. Hükümet bir ara NATO kuvvetlerine başvurmayı düşündü. Ne yazık ki, kendi daha az radikal olan gündemlerini devrimci enerjiye tercih etmek isteyen solcular ve sendikalar sayesinde, ayaklanma kontrol altına alındı. Ama kısa süreliğine de olsa halk gerçekten ülkenin kontrolünü ele geçirdi. Ve bu ayaklanma tamamen şiddetsiz bir ayaklanmaydı. Jensen: Ama ayaklanma hiçbir uzun vadeli değişim yaratamadı. Zerzan: Hayır, ama devletin baskı güçlerinin aslında ne kadar kırılgan olduğunu gösterdi. Böylesine kitlesel bir ayaklanma karşısında devlet çaresizdir. Aynı şeyi, Sovyetler Birliği ve Doğu blokundaki devlet kapitalizmi yıkıldığında bir kez daha gördük. Bu yıkım esnasında pek de fazla şiddet yoktu. Bu ülkelerdeki devlet kapitalizmi aniden olduğu gibi çöktü. Elbette bu çöküşün herhangi bir radikal değişim yarattığını söylemiyorum, sadece tarihte -hatta günümüzde

bile- bir çok kansız ayaklanmanın gerçekleşebildiğine işaret ediyorum. Jensen: Peki şiddet söz konusu olduğunda bu şiddete mantıklı ve etkin bir şekilde nasıl karşılık verilebilir? Baskıyı ortadan kaldırmak için, baskıcılara baskı yapmak zorunda kalınabileceği olgusunu içine sindirebiliyor musun? Zerzan: İşte bu çok zor bir nokta. Kristof Kolomb bu kıyılara çıktığında, barışçıl yerli halk kollarını açarak onu karşıladı. Bana sorarsanız, yapılması gereken en zarif şey onun boğazını kesmekti. Buna pek kimsenin itiraz edeceğini sanmıyorum, itiraz edenler varsa bile, bunlar muhtemelen kendilerine, ailelerine ve cemaatlerine yönelmiş bir şiddet deneyimi yaşamamış olanlardır. Ancak burada bir soru ortaya çıkıyor: şiddet kullanma düşüncesi bu barışçıl halka nereden bulaşmış olacaktı? Bu onların yöntemi değildi. Belki de yenmemiz gerekenlere benzememiz gerekecek. Alman filozofu Theodore Adorno yabancılaşmanın üstesinden yabancılaşma ile gelinmesinden söz ediyor. Bu nasıl olacak? Bilmiyorum, ama bu konu üzerine düşünüyorum. En iyi şekilde nasıl katkı sunabileceğim konusunda çok düşündüm -ve üstelik pek çok kişiye oranla çok daha fazla seçeneğe sahip olmak gibi bir ayrıcalığım olduğunu da fark ettim- ama şimdilik kültürel eleştiriyle yetinmeyi uygun buluyorum. Benim için sözcükler tüfekten çok daha iyi bir silah. Jensen: Açıkçası ben de aynı şeyi seçtim. Ama yine de her sabah uyandığımda, kendi kendime soruyorum, yazsam mı daha iyi yoksa bir barajı uçursam mı daha iyi; çünkü Kuzeybatı kıyılarındaki som balıkları sözcüklerin yokluğundan dolayı değil, barajın varlığından dolayı öldürülüyor. Eylemle ne kadar öldürüyorsak eylemsizlikle de en az o kadar öldürüyoruz. Zerzan: Bu bana punk-rock grubu X'in şarkıcısı olan Exene Cervenka'nın bir sözünü anımsattı. Şöyle demişti; "Ben (Unabomber Ted) Kazinski'den çok daha fazla kişi öldürdüm, çünkü son on beş yılda ben bir sürü vergi verdim, o ise hiç vermedi." Bu söz hepimizin bu suça ortak olduğunu yansıtmaktadır. Oregon Üniversitesin'de kısa bir süre önce yaptığım bir konuşmada bu konulara epeyce değindim. Konuşmamın sonlarına doğru şöyle demiştim: "Sistemi devirme çağrısının saçma göründüğünü biliyorum, ama aklıma gelen ve üstelik çok daha saçma olan tek şey de sistemin olduğu gibi sürmesine izin vermektir." Jensen: Dörtbir yanımızı saran bu yabancılaşmanın çöküşe ve ardından da yenilenmeye doğru gittiğini nereden biliyoruz? Çok daha yoğun bir yabancılaşmaya doğru gidiliyor olamaz mı? Zerzan: Bu hasarın ne kadar ters tepiyor olması sorunudur. Tarihin bazı anlarında, fiziksel dünya dengemizi bozacak kadar bizi rahatsız ettiğinde, herhangi bir durum bir anda tersine döner. Bana muazzam bir umut veren yaşanmış harika bir öykü var: Pavlov'un laboratuvarındaki köpekler belirli uyarımlara tepki verecek şekilde koşullandırılmıştı. Ayrıca tamamen eğitilip evcilleştirilmişlerdi. Ama köpeklerin yaşadığı bodrumu su bastığında, göz açılıp kapanıncaya kadar öğrendikleri herşeyi unutmuşlardı. Bizler de aynı şeyi en azından onlar kadar iyi yapabilmeliyiz.

John Zerzan'ın "Gelecekteki İlkel" adlı kitabı Kaos Yayınları tarafından Mart ayında yayınlanacaktır.

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 63


AIDS

AIDS İLE MÜCADELENİN İNCELİKLERİ KEREM Demek yazının başlığında AIDS olduğu halde yazıyı okumakta ısrar eden azınlıktasınız. Azınlıksınız, çünkü maalesef birçoğumuz hâlâ korktuğumuz şeylerden korunmak için çocuklukta geliştirdiğimiz taktikleri kullanıyor. Zannediyoruz ki, yorganı başımıza çekip de korktuğumuz şeyi görmeyince bize zarar vermesine engel olabileceğiz. AIDS tüm dünyayla birlikte Türkiye’de de 1980’lerden beri insanların yaşama biçimlerini etkileyen bir hastalık. Hiçbir zaman sadece sağlık sektörünün konusu olarak kalmadı. Bilinen ilk vakalar eşcinsel olduğu için başlangıçta bir eşcinsel hastalığı olarak bilindi. Daha sonra hastalığın yayılışı gösterdi ki, ne cinsel yönelim, ne cinsiyet, ne ırk, ne din, ne de beslenme biçimi (hamsi filan) ayırdetmeden herkese eşit davranan bir virüsle karşı karşıyayız. Bunun üzerine o güne kadar fazlasıyla kayıtsız kalan bir çok devlet bu konuda araştırmalar yapılması için büyük bütçeler tahsis ettiler, kısa sürede nasıl bulaştığı, nasıl korunulacağı ile ilgili temel bilgileri elde ettik, hatta tedavisinde de çok hızlı gelişmeler oldu. AIDS ile başa çıkmanın tek yolu bugün için korunmak. Bunu insanlara anlatmak, eğitim verip davranışlarında değişiklikler yapmalarını sağlamak amacıyla kurulmuş bir çok dernek ve vakıf var. Türkiye’de bunlar maalesef ağırlıklı olarak sağlık personeli, akademisyen. Henüz burada konunun herkesi ilgilendirdiği, anlamak ve anlatmak, önlemeye çalışmak için tıp bilgisi olması gerekmediği anlaşılamadı. O zaman da, AIDS ile mücadele denen şey kurum olarak tıbbın, kişi olarak da doktorların hakimiyeti altına girmiş oluyor, onların boruları ötüyor. Bu yazıda daha çok Türkiye’de AIDS ile mücadele edenlerin homofobik yaklaşımlarından bahsetmeye çalışacağım. Dışarda bu konularda yapılanları takip eden birisi bilir ki, eşcinsellerin bu konuda çalışan birçok örgütü vardır, ve de eşcinseller bu konuda çalışmalarda önemli bir yer tutarlar. Bizde ise henüz böyle bir hareket yok. Yani bu konuda söz hakkı heteroseksüellerin. Birinin doktor ya da AIDS ile ilgili çalışan biri olduğu için homofobik olmadığını varsaymak büyük saflıkdır. Doktorlara bununla ilgili bir eğitim verilmez o uzun yıllar boyunca, hatta tersi bile verilir. Eminim bugün doktorların büyük bir çoğunluğu eşcinselliği hâlâ bir hastalık olarak görüyordur (toplumun geneli gibi). Bunun AIDS ile uğraşanlarda da böyle olduğunu görmek hiç zor değil. Açık açık “AIDS eşcinsel hastalığıdır” diyenler var, burdan hareketle AIDS ile mücadelesine eşcinsellikle mücadeleyi de ekleyen, bunu da aradan çıkarırız diye düşünenler var. Birçoğu AIDS’in hikayesini eşcinsellerden başlatır, onlardan biseksüellere, onlardan da kadın ve çocuklara geçtiğini söyler (iddia etmez, pek bilimsel bilimsel açıklar), sanki bu kanıtlanmış bir gerçekmiş gibi. Gerçekte elde olan tek bilgi ilk teşhis edilen hastaların eşcinsel erkek olmaları değilmiş gibi. Böylece satır arasında hastalığın kaynağı olarak eşcinseller gösterilir. Eşcinseller risk grubudur derler sonra. Bu başka bir ülkede artık tarihi değeri olan bir iddiadır. Çünkü bu hastalık için risk gruplarından değil de, riskli davranışlardan bahsedilir. Yüksek riskli davranışlardan biri korunmadan cinsel ilişkiye girmektir. Ama bu eşcinseller için olduğu

kadar heteroseksüeller için de gerçerlidir. Değiştirilmesi gereken davranıştır. Kişinin eşcinselliği ya da heteroseksüelliği değil. Cinsel ilişkilerin de riskleri boy boydur, en riskli olanı anal, sonra vajinal sonra oral ilişki. Birçok AIDS mücadelecisi için bunun anlamı basit: risk=anal ilişki=eşcinsellik. Çünkü anal ilişkinin heteroseksüeller tarafından da yapıldığı, eşcinsellerin tek cinsel ilişki biçimi olmadığı, her eşcinselin anal ilişkide bulunmadığı, nihayet anal ilişkide korunduktan (yani kondom kullandıktan) sonra bir eşcinsel ile heteroseksüel arasında risk açısından bir fark olmadığını bilmezden geliyorlar. Cinsel yolla bulaşan bir hastalıktan (mesela AIDS’ten) korunmanın en kökten yolu hiç cinsel ilişki kurmamaktır. Bunu ciddiye alıp hiçbir heteroseksüle önermezlerken, birçoğunun dillerinden, broşür ve kitapçıklarından, web sayfasından “homoseksüel ilişkiden kaçın!” önerisi eksik olmaz. Tabi eşcinsellik öylesine sapkın bir fantazi ya, iradeni kullan vazgeç! Sigara gibi, bilmem ne bilmem ne AIDS ile Savaşım Derneği önerisiyle sağlığa zararlıdır. Burdan tek kaybeden biz değiliz, buraya dikkat eden heteroseksüeller şöyle bir rahatlıyorlar, yayılıyorlar oturdukları yerde, baksana ilk önerilerini yerine getiriyorum diye, sonra kondom, önlem hak getire. Bu mücadelecilerin önemli bir sorunu da çoğunun akademisyen olması bence. O zaman bir takım kariyer kaygıları giriyor işin içine ve en çok işe yarayacaktansa en çok ses getirecek olanı yapmayı tercih ediyorlar. Onca anlatılır kondom kullan diye, hâlâ kondoma ulaşmak kolay değil, kondommatik denen her köşebaşında erişilebilir kondomu sağlayan aletler için yeterince uğraşılmaz. Kayganlaştırıcı su bazlı olmalı mutlaka, vazelin vs. kesinlikle kullanılmamalı derler, ama türkiyede subazlı kayganlaştırıcı heryerde satılmaz (büyük şehirlerde birkaç eczanede var sadece, o da fahiş). Yani konuşmak bilinçlendirmek dışında korunmayı yaşama geçirmeyi kolaylaştıracak hiçbir şey yapılmaz. Bir tabeladan ibaret o kadar çok dernek vardır ki bu alanda, hepsinin başkanı, yönetim kurulu filan vardır, ama kendilerine bir sıfat daha eklemek dışında kimsenin bir işine yaramaz. Bu kuruluşlar eşcinsellikle ilgili herhangi bir araştırma yapmayı, söz söylemeyi, eşcinsellere özgü korunma önerilerinden bahsetmeyi, AIDS ve eşcinsellikle ilgili önyargıları yıkmaya yönelik birşeyler yapmayı alınlarına sürülecek leke gibi algılarlar. Tabi bunun tek sorumlusu onlar değil, bir şeyin gönüllüsü olmayan bir yerde, gönüllü yapılması gereken bu gibi işleri bunu iş edinmiş birileri yapıyor. Yine de belirtmek isterim ki, eşcinsellerle birlikte çalışmalar yapan dernekler (İstanbul AIDS ile Savaşım Derneği gibi), kendilerini önyargılarından arındırmış dernek çalışanları da var. Ama malesef onlar da azınlıkta, ya da çok sesleri çıkmıyor. Artık eşcinsellerin AIDS’ten bahsedildiğinde “AIDS bir eşcinsel hastalığı değildir” dışında da diyecek birşeyleri olmalı. Şimdiye kadar kurulmuş olan bu derneklerle ilişkiye girilmeli, üye olunmalı, aktif rol oynanıp karar mekanizmalarına dahil olunmalı (bir nevi ıslah edilmeliler), ya da bunların alternatifleri kurulmalı, ya da bu görevi gay ve lezbiyen grupları üstlenmeli.

Kaos GL ∇ Sayı 2 ∇ Sayfa 64


GL KİTAPLIĞI Erotologya? Deneme Hulki Aktunç, Sel Yayıncılık, Birinci Baskı: Ocak 2000 Dünya erotologyası içinde çok özgün ve önemli bir yeri olması gereken "Türkiye'nin erotologyası" bu denemelerin bin katını hak ediyor. Bu kitap, Türkiye'ye özgü erotizme getirdiği bakışla bir ilk adım… Sizi çok düşündürecek, zaman zaman gülümsetecek bir denemeler toplamı. Hulki Aktunç, kimisi bilinen kimisi bilinmeyen sayısız kaynağı değerlendirip yorumluyor; cinsel dünyamızın farklarını ortaya koyan bir senteze doğru ilerliyor.

Eşcinselliğin Doğal Tarihi Francis Mark Mondimore, Türkçesi: Berna Kılınçer Sarmal Yayınevi, Birinci Baskı: Kasım 1999 Eşcinselliğin Doğal Tarihi, karmaşık ve tartışmalı bir konu üzerine yazılmış kolay anlaşılır, tartışmaya yer vermeyen bir giriş kitabıdır. Yapıt bir "doğal" tarihtir; çünkü eşcinselliğin biyolojik, genetik ve psikolojik sorunlarına yanıt aramaktadır: Bireyin kendisini eşcinsel olarak görmesine yol açan süreç nedir? Eşcinsel kişiler cinsel kimliklerini nasıl kabullenir ve açığa vururlar? Ve neden bazıları bunu yapamaz? Diğer kültürlerde de süreç hep aynı mı olmuştur? Eşcinsellik üzerine düşüncemizi biçimlendiren tarihsel olanlar nelerdir? Biseksüellik bu tablonun neresinde yer almaktadır. Erkek bedeninde tutsak kadın veya tersini hissetme olarak nitelendirilebilecek travestiliği nasıl anlamalıyız? Bütün bunların eşcinsellikle bir ilgisi var mıdır?

belki hiç acı duymazdım ve bir rüzgâr kütüphanesi belirirdi önümde elimin dalgınlıkla işaret ettiği her kitabın bir eksik abc'yle yazıldığını sezer dokunmazdım



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.