Türkiyeli eşcinsellerin medyayla, medyanın eşcinsellerle ilişkileri hep "sancılı" olagelmiştir. Bu durum "Buluşma" için de geçerli. Bizler şimdilik buluşmalarımızda, tartışmalarımızda medyayı istemiyoruz ve bunun da anlaşılabilir olduğunu düşünüyoruz. Her seferinde olduğu gibi buluşmalarımız bir şekilde "haber" oluyor. Medyadan öğrendik ki ANKA Ajansı haber gibi bir haber yapmış. Bunu da Cumhuriyet haber gibi yayınladı. Hürriyet ise aynı haberi "Eşcinseller", "19 Mayıs" ve "Kızılay" gibi "anlamlı" terimlerden oluşturduğu başlıkla verdi. Bir gün sonra ise Hürriyet Ankara Bölge Gazetesi aynı haberi masa başında kendince "Kırkpınar" ile ilişkilendirerek halkı haber alma "hürriyet"inden mahrum bırakmadı!
Türkiye Eşcinselleri 4. Buluşması 19-20-21 Mayıs 2000 tarihlerinde Ankara'da gerçekleşti. Kaos GL ve Gayankara gruplarının birlikte organize ettiği buluşmaya bu grupların dışında Lambda İstanbul, Sappho'nun Kızları, bir çok şehirden bireysel katılımcılar katıldı. Yaklaşık 90 kişinin katıldığı etkinliğe Ankara ve İstanbul dışında İzmir, Hatay, Adana, Denizli, Eskişehir ve Kayseri’den de gelenler oldu. Eşcinsel gruplar arasında iletişim ve işbirliğini geliştirmeyi hedefleyen buluşmalar altı ayda bir yapılıyor. İki yıldır yapılmakta olan etkinliğin ilki ve üçüncüsü İstanbul'da, ikincisi de Ankara'da olmuştu. Buluşmalar çerçevesinde bir takım konuları tartışmanın, sorunlarını ve planlarını paylaşmanın, işbirliği yolları aramanın yanısıra hep birlikte eğlenmeye de programlarda yer veriliyor. Dördüncü buluşmada sunum ve tartışma konusu olarak seçilen iki başlık vardı: Kimlik , Avrupa Birliği'ne Üyelik ve Türkiye Eşcinsel Hareketi. Kimlik konusunda yapılan sunum ve takip eden tartışma kimliğin işimize yarayan bir kavram olmakla birlikte bir takım tehlikeleri de barındırdığı konusunda ilerledi. Eşcinsel kimliğin bir yaşam biçimine karşılık geldiği, bir cinsel etkinlikten ibaret olmadığı üzerine yapılan konuşmaları kimliğin ve özelinde eşcinsel kimliğin ne olduğu, nasıl ortaya çıkıp geliştiği üzerine yapılan konuşmalar izledi. Avrupa Birliği'ne üye ülkelerde eşcinselliğin hukuki durumunu ve bunun tarihsel gelişimini özetleyen bir sunumdan sonra, bu süreci belirleyen toplumsal koşullarla ilgili bir sunum yapıldı. Takip eden tartışmada vurgulanan er ya da geç, Avrupa'da bazı ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’de de yasal düzenlemelerin yapılmak zorunda kalabileceği, bu önemli bir adım olsa da, bu düzenlemeler toplumsal yaşamda karşılığını bulmadan hedefe ulaşılmış olmayacağı üzerineydi. Toplumsal değişim ile yasal düzenlemeler arasında parallelik olması gerekliliğine değinildi. Eşcinsellikle ilgili hukuki düzenlemelerdeki değişimin, suç olmaktan çıkarma, ayrımcılık karşıtı düzenlemeler ve eşcinsel birliktelikler sırasını izlediğine dikkat çeken sunumdan sonra, Türkiye'nin yasalarında eşcinselliği yasaklayan bir madde yoksa da, bunun ilk basamağı geçmiş olmaktan değil daha güçlü bir heteroseksist egemenlikten kaynaklandığı ifade edildi. Güvenli seks promosyonu adı altında bir araya gelen çalışma grubunda, cinsel yolla bulaşan hastalıklar, özellikle AIDS'ten korunmak için yapılması gerekenlerin nasıl teşvik edilebileceği ile ilgili tartışmalar yaşandı. Bu konuda yapılmakta olan ve yapılacak çalışmalarda işbirliğine yönelik adımlar atıldı. Toplantıların yanısıra planlandığı gibi Işık Dağı’na pikniğe gidildi. Gidip gelirken yollarda yaşanan eğlencenin yanısıra yerlere açılan sofralarda yenen yemekler, gezintiler, futbol ve bilek güreşi, bol bol sohbet ile güzel, güneşli bir günü hep beraber geçirmiş olduk. Tabi sonunda güneşte yanmış, herkesin yüzü gülse de bitkin kocaman bir grup olarak Ankara’ya dönüldü. Gayankara grubunca hazırlanmış olan bir anketin geçici sonuçları buluşmaya katılmış olanlara sunuldu ve anket ve sonuçlar hakkında tartışıldı. Bu anket elden ve internette Gayankara’nın web sitesinden yapılmaya devam ediliyor. Pazar günü yapılan son toplantıda buluşmaların bir değerlendirmesi yapıldı. Gruplar arası iletişim için yeni kanallar yaratmaya karar verildi. Buluşmalarda tartışmaların daha somut sonuçlar getirecek şekilde planlanmasının ve konuların daha özelleşmesinin daha iyi olabileceği, konuşulanların kayda geçilmesinin birikim oluşmasına katkısı olacağı gibi sonuçlara varıldı. Buluşmalar altı ayda bir yapılmaya devam edecek. Bugüne kadar bu etkinliğin düzenlenmesine emek harcamış herkese ve katılımcılara teşekkürler. Not: 1) Bu buluşmanın hazırlanması derginin son sayısının çıkmasından sonra yola girdiği için derginin son ayısında duyurulamadı, buna rağmen internet aracılığı ile bir çok kişiye duyuruyu ulaştırabildiğimizi umuyoruz. Buna rağmen eminiz ulaşamadıklarımız olmuştur, onlardan özür dileriz. Bir dahaki sefere artık. 2) Buluşmada yapılan sunumlar ve takip eden tartışmaların bir kısmı dergi ve internetteki web sitelerinden yayınlanacaktır. 3) Buluşmanın programı internette 15 web sayfasından yayınlandığı için basın kuruluşlarının da bir şekilde eline geçti. Bu yüzden toplantı yerlerinde değişiklikler yapıldı, hiçbir sorun da yaşanmadı. KAOS GL - GAYANKARA BULUŞMA ORGANİZASYON KOMİTESİ
HAZİRAN-TEMMUZ 2000 SAYI:4 ISSN 1302-5015 SAHİBİ: ALİ EROL SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ: ABDURRAHMAN BAHŞİŞOĞLU DİZGİ VE BASKI ÖNCESİ HAZIRLIK: KAOS GL BASKI: ARMONİ MATBAACILIK ADRES: Elgün Sokak 3/12 Sıhhiye ANKARA YAZIŞMA ADRESİ : Ali Özbaş, P.K. 53, Cebeci/ANKARA /TEL:+90 312 229 52 70 FAKS : +90 312 3639041 E-MAİL: kaosgl@ilga.org Internet Adresi : www.geocities.com/kaosgl YAYINLANMASI İSTEĞİYLE GÖNDERİLECEK ÜRÜNLER İÇİN ADRES: ALİ ÖZBAŞ P.K. 53 CEBECİ / ANKARA ali.ozbas@isbank.net.tr KAOS GL'Yİ BULABİLECEĞİNİZ KİTAPEVLERİ: DİYARBAKIR:Avesta Kitabevi (Ofis) , ERZURUM: Kültür Sarayı (Cumhuriyet Cad. No:36) ANTAKYA: Kelepir Kitabevi (Hürriyet Cad.) ADANA: Kitapsan (Gazipaşa Bulvarı) MERSİN: Kitapsan (Silifke Cad.) KAYSERİ: Kelepir/Ozan Kitabevi (Selanik Cad.) ESKİŞEHİR: Kelepir Kitabevi (Cengiz Topel Cad.), İnsancıl Sahaf Kitabevi (Yeşiltepe Sokak) DENİZLİ: Kelepir/İleri Kitabevi, Yaprak Kitabevi ANTALYA: Kelepir Kitabevi (Cumhuriyet Cad.) BALIKESİR : Kelepir Kitabevi (Şan Sinemasının Karşısı) İSTANBUL: Taksim Mefisto (İstiklal Cad.), Pandora Kitabevi (İstiklal Cad. Büyükparmakkapı Sok.), Pentimento (Beyoğlu Sineması Pasajı) ANKARA: Dost, Bilim&Sanat
ABONELİK İÇİN Yurt içi 1 yıllık (6 sayı) abone bedeli 10.000.000.-TL/ 3 sayı 5.000.000.-TL. Yurt dışı 1 yıllık abone bedeli: 75 DM ya da 50 $ (posta dahil). Please, transfer 75 DM or 50 $ as 1 year subscription period to the following bank account: T. İş Bankası Meşrutiyet Şubesi (ANKARA) Ali Özbaş no:4213 0544328. Dekont ya da fotokopisini mutlaka Ali Özbaş P.K. 53 Cebeci/Ankara adresine postalayınız. Tek sayılık isteklerde 1.250.000.-TL’lık posta pulu gönderiniz. Tutsaklara ücretsiz gönderilir. Dergiler kapalı zarf içinde gönderilir
içindekiler KAOS GL'den ................................................................................ 2 Ayakla Çorba İçilmez! Netekim -Gözüm Abla............................... 3 Eşitlik ve Özgürlük Koşusunda …: Kaos GL -Osman Elbek......... 6 Muzır Kurulu Kararı ...................................................................... 8 Bu Çocuklardan Haberiniz Var mı? ............................................. 11 'Muzır' Tepkiler ............................................................................ 14 Pamuk Prensesin Şüpheli Ölümü -Atilla Karakış......................... 15 Mitoloji -Agathadaimon............................................................... 16 Kaşınmalarım -Dicle F................................................................. 17 Pegasus'un Yanışı - Şiir -Can Uğur ............................................. 18 Eşcinsel Bireylerle Psikoterapi -Sinan Düzyürek ......................... 19 Bük - Şiir - Şarmut A. İkarus........................................................ 25 Şark İslam Klasiklerinde Eşcinsel Kültür -Zekeriya Gün............. 26 İbne Teorisinin Yapısökümü-2 -Steven Seidman ......................... 30 Kafka'dan Mektuplar-3 -Bayram Balcı ........................................ 34 Bir Güzel Kavuşma Hikayesi -Ebru............................................. 36 Sahildeki Martı -Dolunay............................................................. 38 Issız Adanın Güncesi -Issızada .................................................... 40 Dönüp Dolaşıp -Sedef Dicle ......................................................... 41 Homofobik Ruhsar -Volkan ......................................................... 42 Kendim İçin Bir Hayat -Ümit Kader............................................ 43 Haberler........................................................................................ 47 Mektuplardan ............................................................................... 49 İletişim ......................................................................................... 50 Kırmızı Çiçekli Elbiseli Kız -Alkan ............................................. 51 A.B.'de Eşcinsellikle İlgili Hukuki Düzenlemeler -Onur............. 53 BaharANKARA'nın Matematikselliği -Atilla A........................... 55 Bize Gelenler................................................................................ 57 Kenan İmirzalıoğlu & Yılmaz Güney -Kaşık Düşmanı................ 58 Çeviri Şiirler -Yusuf Eradam........................................................ 59 Çirkin Kral -İbrahim .................................................................... 60 Erkekler ve Estetik -Gay'e Efendisiz ............................................ 61 Sevgili Gözüm Abla .................................................................... 64 AIDS Israrla Patlamıyor............................................................... 65
KAOS GL 4 / 1
Yine "zarflı" bir merhaba! Bu sayıda karşınıza na-mazruf çıkacağımızı umuyorduk ama olmadı: Çünkü mantık farklı, zihniyet farklı!... Muzır Kurulu ikinci sayımız için de aynı karara vararak, dilekçemize olumsuz cevap verdi. Öncelikle uyarmak isteriz; aman akıl sağlığınıza dikkat edin çünkü Kararın ilgili bölümlerini bu sayımızda okuyabileceksiniz! Biz ilk okuduğumuzda izan, insaf, mantık, nesnellik, bilimsellik gibi pek çok kavram kafamızda birbirine karıştı. Özellikle ikinci kararlarında değerli kurul üyelerinin gerekçe (doğrusu bahane olmalı!) bulmak için ne kadar zorlandıklarını görünce, akıl sağlığımız için "karar"ı anlamaya çalışmaktan vazgeçtik. Onun için sizi de baştan uyaralım dedik... Kendi dallarında birer uzman olan sayın üyeler, ikinci sayıda "muzırlık" bulmakta zorlanınca ironi ve mizahın tuzaklarına düşmeyerek küçüklerin maneviyatı üzerine toz kondurmamakta ne kadar kararlı olduklarını göstermişler!!! "Gülünesi..." başlıklı yazıda, sadomazoşist alışkanlıkların reklamını şıp diye yakalamışlar... (Nevişahsınamünhasır toplumumuz daha bize hazır değilken SM'lere sıra mı gelir ayol!) Mizahın tuzağına düşmeyen kurul, heteroseksüellerin bize sürekli sordukları soruları tersine çevirip kendilerine sorulduğunda ortaya çıkan soruları da ciddiyetten ve kararlılıklarından taviz vermeyerek okumuşlar! Durum onu gösteriyor ki en az bir-iki yıl daha zarfın içinden çıkamayacağız. Çünkü, yürütmeyi durdurma talepli iptal davası avukatımızın verdiği bilgiye göre 23 yıl bile sürebiliyormuş. Ayrıca bu bizim için yeni masraf anlamına geliyor. Zarf parasıyla birlikte örneğin mahkeme masraflarıyla karşılaşacağız. Dergimizin zarfta satılma gerekçesi olan muzırlık bize yine bir masraf çıkarttı. Yüzde 1 olan KDV yerine yüzde 25 KDV ödememiz gerekiyor. Eh bunca şeyden sonra yine bazılarınız "Eyvah battı desenize bu dergi" diyebilir ama korkmayın. Türkiye'de bir çok İLK'e imza atan KAOS GL İLK'lere imzasını atmayı sürdürecek. Her ne
koşulda olursa olsun şimdiye kadar çıkan KAOS GL bundan sonra da her koşulda çıkmaya devam edecek. Tabi ki biraz da benden bir katkı olsun diyenlerin maddi-manevi yardımlarına her zaman açığız. Bu yılki BaharANKARA Türkiyeli eşcinsellerin 4. buluşması olarak gerçekleşti. Bu sayımızda buluşma ile ilgili notlar okuyabilirsiniz. Önümüzdeki dönem Güztanbul olarak İstanbul'da gerçekleşecek olan buluşma üzerine söyleyecek sözü ve önerisi olan arkadaşları bu konuda tartışmaya çağırıyoruz. İki aylık bir dergide günceli takip etmek pek mümkün olamasa da bu sayıda örneğin geçtiğimiz haftalardaki tartışmalardan hareketle iki "Yılmaz Güney" yazısı bulacaksınız. Tartışmaya farklı açılardan yaklaşan bu yazılar her konudaki tartışmalara vesile olur umarız. Bu sayımızın arka kapak fotoğrafını Gebze Özel Tip Cezaevinden Aytaç arkadaş gönderdi. Kendisine ve tüm tutsak arkadaşlara selamlarımızı iletiyoruz. Eser Manuel Taraio'ya ait. Bu sayımızın logo çalışması ise İstanbul'dan Asudan arkadaşa ait. Bize gönderdiği çeşitli taslaklar içinden seçtiğimiz bu çalışma, bizim sürekli kullanacağımız logomuz olacak. Kendisine katkılarından dolayı teşekkür ediyoruz. Lambda İstanbul'dan arkadaşlarımız, süreli yayınları olan "..Cins.."in en son 3. sayısını çıkardılar. "..Cins.." ücretsiz dağıtılıyor; edinmek isteyen arkadaşlar Lambda İstanbul'a yazabilirler. 0.312.229 52 70. Sanırız artık hepiniz bu telefonu not etmişsinizdir. Büro telefonumuzun başında ne yazık ki sürekli bir arkadaşımız yok. Ancak Salı, Çarşamba, Perşembe, Cuma günleri 9:30-13:30 arasında bir arkadaşımız telefonun başında olacak. Bizi her konuda arayabilirsiniz. 5. sayımız için her konuda ürünlerinizi, mektuplarınızı, olumlu-olumsuz eleştirilerinizi ve önerilerinizi bekliyoruz.. Ağustos-Eylül sayımızda buluşmak üzere…
KAOS GL
LAMBDA İSTANBUL
SAPPHO'NUN KIZLARI
ALİ ÖZBAŞ, P.K. 53 CEBECİ / ANKARA
MBE 222, 80080 TAKSİM / İSTANBUL
ALİ ÖZBAŞ (S.K.), P.K. 53, CEBECİ / ANKARA
FAKS:0.312.363 90 41 TEL:0.312.229 52 70 E-MAİL: kaosgl@geocities.com ali.ozbas@isbank.net.tr
FAKS: 0.212.22437 92 TEL:0.212.233 49 66 E-MAİL: lambda@lambdaistanbul.or g http://www.lambdaistanbul.org
http://www.geocities.com/kaosgl
KAOS GL 4 / 2
E-MAİL: sapphonunkizlari@hotmail.co m http://www.geocities.com/ WestHollywood/Chelsea/9070/
GAYANKARA
E-MAİL: gayankara@yahoo.com www.gayankara.cjb.net
Merhaba Güzellerim; Mail adresime gösterdiğiniz o çok yoğun ilginizden dolayı teşekkür ederekten bu aya mahsus olmak üzere bana verilen el kadar yerden taşarak sizlere ulaşmaya çalışacağım. Aslında dergi ile anlaşmamız bu şekilde değil. Onlarla, bana yılların verdiği engin anlayışımla ve derin kavrayışımla size yardımcı olmak üzere sadece bir ya da iki mektubu cevaplama konusunda anlaşmıştık. Ama olağanüstü bir gelişme oldu ve ben de naçizane iki çift lafım olduğu için yazmaya karar verdim. Hani bu dergi herkesin özgür katılımı ile çıkıyor ya. Ben de bir sade vatandaş olarak katılıyorum dolayısı ile. Gözüm ablanız, canınız, hayatınızın asla ipotek ya da takas edilemeyen o asli kişisi olarak değil. Evet olağanüstü bir gelişme diyorum. Tabi merak ettiniz. Hatta şimdiden kamuoyunda çeşitli spekülasyonlar (söylentiler) dolaşmaya başladı. Hiç de tahmin ettiğiniz gibi değil. Olayı başından anlatayım efandim. Oda arkadaşım Muhteşem Psikolog Sazan’ın kucağına oturmuş rakip köşenin kart yazarı Üzüm Abla hakkında iftiralar... Pardon, iftira demişim, yani konuşuyorduk. Tam Muhteşem Psikolog Sazan beni kündeye getirirken derginin sahibi olan zat geldi. Biz de toparlanıverdik. Aslında içeri girdiğinde gördüğü tipik bir 69 pozisyonu gibi algılansa da benim gözüme kaçan çöpü çıkarıyordu oda arkadaşım. Haliyle iş arkadaşlığı bu. İnsan çalışırken her pozisyona geliyor. Fesat olmamak lazım. Ne düşündü bilmiyorum ama elindeki Kaos GL’yi bize verdi ve gitti. Ben pantolonumu giyerken gözüm derginin kapağına takıldı. En alta küçük harflerle “Küçüklere Zararlıdır” şeklinde bir uyarı yazılmıştı. Ben hayretle alt dudağımı bükerken, dilimle de üst dudağımı yalayıp oda arkadaşıma mesleki etkinliklilerimize sonra devam ederiz mesajını verip derginin ilk sayfasını açtım ki ne göreyim; dergi Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu tarafında zararlı bulunmuş. Evet bu olağanüstü gelişme ile benim gibi bir basın namuslusu birden muzır bir derginin yazarı oluvermişti. Yıkıldım. Rahmetli babaannemin kemikleri ıstırabından keman gibi sesler çıkarıp titriyor olmalı diye düşündüm. Dergide herkes ve okurlar Muzır Kurulunun bu kararını hayret ve tepki ile karşıladılar. Oda arkadaşım ve ben hariç. Evet ellerine sağlık. Kutluyorum Muzır Kurulunu. Geç bile kalmışlardı. Derginin kapalı zarfa (poşete) konmasını istemişler. Keşke şifreli çelik kasalara konmasını isteselerdi. Zarf az gelir. Ve şifreyi de sadece kurulumuz bilseydi. Valla 2 aydır bu dergideyim görmediğim rezillik kalmamıştı. Sürekli kendine gey diyen insanlarla karşılaştım. Ben daha gey ne demek onu bile bilmem. Bu anne
babalara ne olmuş da çocuklarına gey diye bir isim vermişler diye merak ediyordum. Yani Ahmet, Tonguç, Zerrin gibi isimlerin suyu mu çıktı. Meğer durum farklı imiş. Meğer ben ne rezilliğin içinde namusumla temiz kalmayı becermişim gene. Sağolsun Muzır Kurulu’nun kararı ile acı gerçeği şıp diye anladım.
Gözüm ABLA
Ben kurulun bu kararına tamamen katılıyorum. Bence de bu dergi müstehcen. Yani hatırlıyorum eski sayılarda bir delikanlı resmi basmışlardı tam orta sayfaya. Ayy ne çocuk! O bakışlar, o duruş... O çocuğu al Deli Yürek’te en iyi adam rolünde oynat. Temiz bir ailenin görgülü bir çocuğu belli. Ama bir döt var çocukta, kabak gibi ortada. Ayıp değil mi evladım? İnsan dötü açık resim çektirir mi? Hem madem dötün açık neden öyle nüfus cüzdanına vesikalık resim çektirir kadar rahatsın. Değil mi şekerim? Görünce şehvetten, pardon hayretten titredim vallahi. Hadi o temiz çocuk kötü yola düşmüş, belki silah zoruyla o resmi çektirmiş, bu dergi niye yayınlıyor o resmi? Ayıp değil mi? Günlerce aklımdan çıkmadı valla. Kabak tatlısı, kabak dolması yiyip durdum. Yine bu dergide bir adam gördüm. Şöyle düşünen adam heykeli gibi oturmuş, belli ki felsefe üretiyor. Verdiği mesaj toplumumuz için fevkalade yararlı. Düşünmenin fazileti üzerine basılmış bir resim diye düşünürken aa baktım ki adamın Evet ellerine sağlık. malafatı ortada. Onu güya karalamışlar. Kutluyorum Muzır Akıllarınca sansür yapmışlar. Ama öyle Kurulunu. Geç bile milim milim karalamışlar ki sanki kalmışlardı. Derginin kapalı adamın orası siyah doğuştan. Böyle zarfa (poşete) konmasını rezillik olur mu? Salam alamaz oldum marketten vallahi. Siz hiç güzide istemişler. Keşke şifreli çelik basınımızda ya da televizyonlarımızda kasalara konmasını gördünüz mü böyle rezillikler. Lütfen isteselerdi. Zarf az gelir. Ve elinizi şeyinizin üzerine koyun, şifreyi de sadece kurulumuz vicdanınızın ve cevap verin güzellerim. Kurul derginin küçüklere zararlı olduğu kararına varmış. Evet doğru bir karar bu. Dergi çıkmaya başlayalı 6 yıl kadar olmuş. Ben o zamanlar bir manastırda rahibeydim. Haberim bile yok. Ama fark ediyorum altı yıldan beri toplumuzdaki çocuklarda bir serkeşlik, bir bozulma eğilimi var. Siz de test edebilirsiniz efandim. Mesela altı yaşında bir çocukla konuşun. Öpüşme nedir, cinsi münasebet nasıl yapılır, anne babaları geceleri odalarında ne yapar hepsini biliyorlar. Biz öyle miydik Allah aşkına? Ben yıllarca annemle babam odalarında kışlık erzakımız olan mantı, erişte, biber kurutması falan gibi şeylerle uğraşırlar sanırdım. Ne zaman ki komşunun oğlu, ilk mantı bükme tecrübemde şak! diye geçirdi o zaman gerçeği anladım. Bunu yazıyorum ki siz siz olun mantı falan
bilseydi. Valla 2 aydır bu dergideyim görmediğim rezillik kalmamıştı. Sürekli kendine gey diyen insanlarla karşılaştım. Ben daha gey ne demek onu bile bilmem. Bu anne babalara ne olmuş da çocuklarına gey diye bir isim vermişler diye merak ediyordum. Yani Ahmet, Tonguç, Zerrin gibi isimlerin suyu mu çıktı. Meğer durum farklı imiş. Meğer ben ne rezilliğin içinde namusumla temiz kalmayı becermişim gene. Sağolsun Muzır Kurulu’nun kararı ile acı gerçeği şıp diye anladım.
KAOS GL 4 / 3
Kurul derginin küçüklere zararlı olduğu kararına varmış. Evet doğru bir karar bu. Dergi çıkmaya başlayalı beri toplumuzdaki çocuklarda bir serkeşlik, bir bozulma eğilimi var. Siz de test edebilirsiniz efandim. Mesela altı yaşında bir çocukla konuşun. Öpüşme nedir, cinsi münasebet nasıl yapılır, anne babaları geceleri odalarında ne yapar hepsini biliyorlar. Biz öyle miydik Allah aşkına? Ben yıllarca annemle babam odalarında kışlık erzakımız olan mantı, erişte, biber kurutması falan gibi şeylerle uğraşırlar sanırdım. Evet altı yaşında bir çocuk artık bunları biliyor. Neden? Hep bu dergi yüzünden. KAOS GL 4 / 4
bükmeyin elin oğullarıyla. Neyse, biz çocuklara gelelim. Evet altı yaşında bir çocuk artık bunları biliyor. Neden? Hep bu dergi yüzünden. Bu çocuklara yazık günah değil mi? Yani altı yaşında bir çocuk babasına güven duymalıdır. Bu onun ruhsal gelişimi için şarttır. Ama ne oluyor? Altı yaşında bir çocuk en çok güven duyduğu babasının meğerse anasını dürttüğünü öğrenince hayata karşı tüm güvenini yitiriyor. Olur mu? Yazık ayol. Bunlar bizim toplumumuzun çocukları. Avrupalının çocuğu böyle şeyler nedir bilmez. Annesi ile evet efendim diye konuşur. Neden; onların toplumunda KAOS GL yok. Değil mi? Bak adamlar aya gitti şimdi de robot yapıyor. Geçen gün bir ahbabımın evindeyim. Grup var dediler gittim. Dolar mark grubu yani. Ahbabımın ablası da 3 yıl önce yazın yavrulamıştı. Yavrucağız da orada. Bir ara baktım ki aaa! Oğlan pipisi ile oynuyor. Şöyle iki parmağı ile ucundaki pilavlık tabir edilen deriyi tutuyor, çekiyor, uzatıyor. Geri bırakıyor, şakkkk! Deri kasığına çarpıyor. Yara olmuş artık çükcağızı. Annesi mahcup. E kolay değil, oğlu el demiyor ar demiyor alıyor çükünü eline çekiştirip duruyor. Aynı gün rastlantı bu ya yine aynı yaşlarda bir kız çocuğumuz da oradaydı. Ne yaptı dersiniz? Baktı ki oğlan çükünü sapan lastiği gibi kullanıyor, o da oturdu ortaya ve baktı ki bir çükü yok, o sinirle şapp! şaap! kukusuna vurup vurup ağlamaya başladı. Herkes gruba dalmış gitmiş. Ben neredeyse ağlayacağım. Neslimiz resmen bozuluyor kimsenin yaptığı bir şey yok. Bu bozulmanın nedenini hemen anladım ama. Ahbabıma sordum. Yoksa bu evde KAOS GL dergisi mi var da bu çocukların ahlakı bozulmuş dedim. Hayır dedi. Fakat evin 1000 metre yakınında bir kitapçıda satılıyor ondan etkileniyorlar dedi. Hah işte tamam, dedim, netekim. Yazık vallahi. Bu çocuklar büyüyecek avukatlar, doktorlar, bakanlar olacak diye düşünürken teşhirciler, geyler ve lezbiyenler olacaklar. Ne faydası var? Lütfen bir düşünün. Muzır Kurulunun raporunda belirttiği gibi her organın bir görevi var. Aynen onların verdiği o dahiyane örnekte olduğu gibi sen ayağınla çorba içebilir misin? Hayır hiç deneme boşuna. Ancak Asena gibi ayağına içki döktürebilirsin, hadi sen çorba döktür. Bak göreceksin ki çorba akmış gitmiş ve sen hâlâ açsın. Melül melül akıp giden çorbaya bakıyorsun. Eee Muzır Kurulumuzun belirttiği gibi anüs (makat, dübür) de cinsi münasebete uygun mu yani? Zavallı delikler neye uğradığını bilemiyordur. Mesela ağzımız da yemek yeme ve konuşma içindir. Ben duyuyorum da hayret ediyorum. Adam ağzına bir başkasının organını alıyor. Yani Muzır Kurulumuzu tenzih ederek söylüyorum, bunu gey olmayanlar da yapıyormuş. Bir de oral seks diyorlar bu rezilliğin adına. Eskiden yani bu dergi çıkmadan önce bunlar bilinmezdi. Kadın yatardı erkek de öyle. İşlerini bitirirlerdi ve adam işine giderdi kadın da yufka açardı, çamaşır yıkardı.
Şimdi gecekondularda bile bir orgazm oldun mu muhabbetidir gidiyor. Sana ne canım. Olurum olmam. Duyuyorum ki bunun gibi dergilerin kışkırtması ile orgazm taklidi yapan kadınlar bile türemiş. Bize hiç sesini çıkarma diye öğütlerdi annemiz. Nerede taklit falan yapmak. Yarışma mı bu? Yok vücudunla barışacakmışsın, onu tanıyacakmışsın. Eğer cidden böyle bir niyetiniz varsa kurul gayet açık tanıtmış vücudumuzu işte. Ayakla çorba içilmez. Anlayana sivrisinek saz derler. Yok oral seksmiş, yok anal seksmiş. Yine kurulumuzu tenzih ederek söylüyorum gey olmayan çiftler de anal seks yapıyor diye duyuyorum. Yok canım. Ne münasebet. İki çift yapıyordur yurdumuzda olsa olsa ve birisi de Üzüm Abla denen o karıdır. Genele yaymanın iftiradan başka bir adı mı var? Hiç böyle sapıklıklara gelemem. Geleni de getirtmemek boynumun borcu. Muzır Kurulu bu derginin eşcinselliği (yüzüm kızardı valla) teşvik ettiğini söylüyor. Doğru valla. Ben bakıyorum 6 yıldan beri insanların bazısı hem ibneyim diyor hem de normal işine falan gidip geliyor. İbnesin madem sokağa çık. Boyan süslen, ekiplerle sokakta kovalamaca oyna ve sigortanı yatıran da olmasın senin. Cezanı bul. Toplumumuzun erkeklerini de azdırıyor bunlar. Yoksa Türk toplumunun erkekleri sapına kadar erkektir. Bakın aziz dostlarım Zeki Müren hakkında çok şey söylendi. Evet biraz renkli giyinirdi bir erkek için ama rahmetli eğer top olsaydı devletin yetkilileri bile ona paşam der miydi Allah aşkına? Eminim kurul üyelerimiz bile onu, Bülent Ersoy’u zevkle dinliyorlar ve ayakta alkışlıyorlardır. Eskiden var mıydı böyle rezillik? Yoktu tabi ki. Var diyen iftiracıdır valla. Yok Osmanlı İmparatorluğunda varmış, yok edebiyatta erkek erkeğe aşk şiirleri varmış. Yalan ayol. Olsaydı koskoca üniversiteleri yalamış yutmuş kurul üyeleri bilmeyecek de iki kıçı kırık ibne bilecek. Olur mu? Akıl var mantık var. Haa! Bak eski yunanda varmış. Olabilir. Onlar yunan. Zaten onlarda olmasa bile onlarda var demeliyiz biz. Ama Türklerde böyle şey yoktur olamaz. Adamlar fetih yapmaktan şey yapacak zaman mı bulabildiler ki? Muzır Kurulu raporunda belirtildiği gibi ne olmuş yani eşcinsellik artık hastalık değil denmişse? Eminim Kurulumuzda psikiyatriden haberi olanlar var ki böyle diyorlar. Elbette o sınıflamalar süs olsun diye yapılmadı, uzun bilimsel çalışmalar sonucunda yapıldı ama o sınıflamayı yapanlar Türk gerçeğinden haberi olmayan ecnebiler. Biz mi bilime uyacağız? Hayır bilim bize uyacak tabi ki. Biz böyle yüce bir milletiz. Türkün değerlerine dil uzandı mı biz üniversite okumuşu ile hiç eğitimi olmayanımız kenetleniverir de hadlerini bildiririz. Gelirsek gözünüzü oyar kargalara çerez diye veririz bak! Ben de üniversitede öğrenci yetiştiren bir hoca olsam elbette derslerde artık eşcinsellik hastalık olarak kabul edilmiyor bilgisini verirdim. Çağı yakalayacağız tabi ki. Ama bu demek değildir ki halkımın erkekleri birbirini düzsün de biz de
alkışlayalım. Ben bakıyorum artık psikiyatri kitaplarında bu konu hastalık gibi ele alınmıyor. Avrupa Topluluğuna aday adayı olduğumuz bu günlerde kitaplarımıza böyle yazmak zorundayız ki çağı yakaladık diyebilelim. Ama bence artık bir ağız birliği yapıp şu ayakla çorba içme meselesini de bilimsel kitaplarımıza koymalıyız. Ama dipnot olarak ve küçük harflerle tabi ki. Muzır Kurulu derginin normal ilişkide bulunanları ve aile kurumumuzu küçük düşürdüğünü söylemiş. Valla hiçbir şey gözlerinden kaçmamış. Ben de seziyordum böyle eğilimler. Ama sesim çıkmıyordu. Haklılar. Millet öyle doğal anlatıyor ki erkek erkeğe, kadın kadına ilişkilerini yemeden içmeden kesiliyordum günlerce. Yüz yıllarca normal ilişkide bulunanlar geyleri aşağılamış, ibne demiş, top ve daha nice kelimeler... Hayır bu mantık değil. Heterolar ibneleri aşağılamaz. Onlar bir gerçeğin altını çizmiş ve ayakla çorba içmenin ne anlamsız ve ne ahlaksızca olduğunu vurgulamışlar. Yani madalya mı verilsin makattan dövdürenlere? Siz kurul bunları bilmiyor mu sanıyorsunuz. Sonra aile ilgili tespitlerinde de haklılar. Evet bu dergide aile hor görülüyor. Gelin Kurula destek verelim, sadece bu dergide değil televizyonlarımızda aile kavgası falan gösteren yayınlar var. Onlara da dur denilsin. Boşanma denen o rezillik kaldırılsın. Askerlik ve vergi gibi evlenmek ve üremek de yasal bir mecburiyet olsun. Bakın o zaman biz marsa tatil köyü yapacak teknolojiyi yakalarız. Aslında var ya sevgili okurlar, cumhurbaşkanı kim olacak deniyor ya bu aralar, cumhurbaşkanı bence bir kuruldan oluşmalı ve bıçak gibi kesmeliler her ahlaksızlığın önünü. Kurulun da tespit ettiği gibi bu dergide bazı yazılarda ahlaksız bazı kelimeler leblebi gibi kullanılıyor. Buna da argo diyorlar. Evet her milletin argosu var ve gelişmiş bazı devletlerde Shit! Fuck! gibi kelimeler herkes tarafından kullanılıyor ve argo bir dilin en canlı yanlarından biridir. Olur mu ama? Türkün argosu olur mu? Bu nasıl mantıktır. Adam gibi ahlaklı kelimeler varken bu terbiyesiz kelimeler kullanılır mı? Günaydın yerine kıçımı yala mı diyelim. Lütfen sayın okurlarım. İnsafınıza sığınıyorum. Bakıyorum ki TDK sözlüklerinde bile bu kelimeler var. Hele o Redhouse’un bilgisayar sözlüğünde bir de sesli olarak argo kelimeler var. Geçen gün takmış CD’yi yeğenim bilgisayara, açmış sesi sonuna kadar erkek organı anlamına gelen o 3 harfli sokunca acıtan (arı değil be güzelim syk!) kelimeyi bağırtıyor. Mahalleli Gözüm Abla’nın canı syk istiyor da avazı çıktığı kadar bağırıyor diye söylenti çıkarmış. Ne oldu şimdi? Arzuladığımız toplum düzeni bu mu? Kimler düzecek bu toplumu eğer biz engel olmazsak biliyor musunuz? Dış mihraklar tabi ki. Ben KAOS toplantısına bir kere katıldım. Çipil çipil bakan bir ecnebi de gelmiş toplantıya. Ulan dal tarak! Sen Türkçe bilmezsin niye geliyon. Yanına da oturmuş bir ajan kılıklı tip konuşulanları
ona çeviriyor. O zaman şüphelenmiştim bu derginin altında dış mihrakların var olduğundan. Kurulumuzun bilimsel olduğundan asla şüphe etmediğim bir tespiti de AİDS, bel soğukluğu, frengi gibi hastalıkların geyler aracılığı ile toplumumuza yayıldığı. Elbette. Ne oldu geçen yıllarda. Kalp krizi en çok öldüren hastalık olmadı mı? Hiç araştırıldı mı bu insanlar neden kalp krizi geçiriyor. Gey çocukları yüzünden. Eee adam üzüntüden hepatit oluyor. Evladı bu Muzır Kurulu raporunda dergi yüzünden gey olmuş. Doktorlar diyor ki hepatit tuvaletten bile geçer. belirtildiği gibi ne olmuş yani Ama o tuvalet hepatiti kendisi mi eşcinsellik artık hastalık değil üretti. Yoo, masum ve vergisini veren denmişse? Eminim vatandaş kendinden önce tuvaleti Kurulumuzda psikiyatriden kullanan bir geyin bıraktığı virüsleri haberi olanlar var ki böyle kapmış olmalı. Değil mi güzellerim. Şimdi eğri oturup doğru konuşalım. diyorlar. Elbette o sınıflamalar Haksızlar mı? Yok efendim AİDS de süs olsun diye yapılmadı, uzun bir hastalıkmış ve virüs vücuda bilimsel çalışmalar sonucunda girdiği zaman bu hastalığa neden yapıldı ama o sınıflamayı oluyormuş. Eğer kişi korunursa hasta olmazmış, eğer korunmazsa gey yapanlar Türk gerçeğinden olmasa da hasta olurmuş. Yalan! İlk haberi olmayan ecnebiler. Biz ibnelerde görülmedi mi bu hastalık?. mi bilime uyacağız? Hayır Nerden girdi virüs? Arka kapıdan. bilim bize uyacak tabi ki. Biz Haberiniz bile olmadı. Eğer ön kapıyı böyle yüce bir milletiz. Türkün kullansaydınız olmazdı bunlar. değerlerine dil uzandı mı biz Haklılar. Evet tüm bunlardan sonra yine de anlayamadığım bir şey var; neden kurulumuz biraz daha cesur davranmadı? Yani küçüklere zararlıdır diye yazdırdılar. Sanki büyüklere yararlıdır gibi bir anlam ortaya çıkıyor. Olmaz hayatım. Bu yanlış anlama hemen düzeltilmeli ve sigara kutularına yazılan yazının bir benzeri yazılmalıdır. Bu dergi sağlığa ve ahlaka zararlıdır. Hatta onları yok eder falan yazılmalıdır. Benim istirhamım bu efandim. Saygılarımla. Not: Ben yine de bu dergide yazmaya devam edeceğim. Siz hiç benim yazılarımda geylik normaldir, miktirin rahatlarsınız gibi şeyler gördünüz mü? Bilakis, bu konuya hiç temasım yoktur. Ve hissedersem böyle bir şey vazgeçirmeye çalışırım. Hem ekmek parası şekerler. İş ayrı ahlak ayrı değil mi. Dur yapma Sazan. Ensemi yalama ayol. Ne demek gel ayağımıza çorba dökelim. Çapkın seni... Hepatit olursun bak... Benim için değer demek? Ömürsün ayol. Kapıyı kapat da ben sana çorba kasesinden içireyim... Ne demek ayol fantezi yapalım. Bak bizi de poşetlerler sonra.... Ayyy... Yala bari. Alıverin bağlamamı çalayım amaaaan... lay lay lom.
üniversite okumuşu ile hiç eğitimi olmayanımız kenetleniverir de hadlerini bildiririz. Gelirsek gözünüzü oyar kargalara çerez diye veririz bak! Ben de üniversitede öğrenci yetiştiren bir hoca olsam elbette derslerde artık eşcinsellik hastalık olarak kabul edilmiyor bilgisini verirdim. Çağı yakalayacağız tabi ki. Ama bu demek değildir ki halkımın erkekleri birbirini düzsün de biz de alkışlayalım. Ben bakıyorum artık psikiyatri kitaplarında bu konu hastalık gibi ele alınmıyor. Avrupa Topluluğuna aday adayı olduğumuz bu günlerde kitaplarımıza böyle yazmak zorundayız ki çağı yakaladık diyebilelim. Ama bence artık bir ağız birliği yapıp şu ayakla çorba içme meselesini de bilimsel kitaplarımıza koymalıyız. Ama dipnot olarak ve küçük harflerle tabi ki.
KAOS GL 4 / 5
Dr. Osman Eşcinsel, lezbiyen, gey, biseksüel, homoseksüel, ELBEK* travesti,...
* Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi
Neler hatırlatır bizlere bu sözcükler, gözlerimizin önüne hangi hayaller gelir travesti denince, en yakınımızdaki kişinin gey olduğunu öğrenince ne yaparız,... Benim asıl merak ettiğim böylesi cinsel tercihlere "sapıklık" gözüyle bakan bir grup ortaçağ adamının dışındaki heteroseksüel insanlar ne der homoseksüellere veya başka bir deyişle örneğin travesti kelimesi ne imgeler yaratır biz heteroseksüellerde? Galiba bu sorunun karşılığında çoğumuzun akıl dağarcımızda yanan imgeler; kendini jiletleyen insanlar, polisten kaçan kadın görünümlü erkekler, bedenini satanlar, "can can"da muayeneler, seks, pornografi, AIDS, falçatalar, saldırgan garip insanlar olsa gerek. İşte hepimize bir fırsat: KAOS GL. Eğer kendi özgür cinsel tercihleri olan bu insanlara kim kaybetmiş de birileri bulmuş olan "Ahlak" penceresinden bakmıyorsanız, eğer nereden bulunduğu bilinmez ama her olayda önümüze temcit pilavı gibi gelen "Türk Aile ve Ahlakı"na uyar mı uymaz mı demiyorsanız, kimin tekelindedir bilinmez ama devletin tekelleştirdiği "Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma"ya karşıysanız ve de normal kime denir kim normalin sınırlarını belirler neden heteroseksüeller normaldir de homoseksüeller değildir deyip yeni dünyada hepimize dayatılan "Normal"lere karşıysanız Kaos GL tam size göre. Ne var Kaos GL'de? Gey ve lezbiyen araştırmaları dergisi olan Kaos GL, altı yıldır bir şekilde hayatını sürdürse de son üç sayıdır dergi formunda iki ayda bir yayınlanıyormuş. Hemen söyleyelim bu bilgiyi öğrendikten sonra çok utandım. Bu ülkede "solcu", "özgürlükçü", "eşitlikçi" geçinmekteyim ve de "toplumların özgürleşmesinin bireylerin özgürleşmesi ile ancak başarılabileceğine inanmaktayım", hal böyleyken bile özgürlüğe adanmış bir dergiyi altı yıl sonra fark etmekteyim. Galiba bizim gibilerin oldukça fazla kendisini sorgulaması lazım. Hemen belirteyim ki bir çoğumuzun düşündüğü gibi pornografik resimlerin yer aldığı, bilinçaltındaki seks düşüncelerinin boy gösterdiği, sabah akşam ne görsek de "tahrik" olalım ve "bu işi" yapalım diyenlere hitap eden bir dergi değil. O halde bazılarınız bana sorabilir; "Eee ne var dergide?" Öyle ya biz Muhtar'dan sadece kendini jiletleyen, bedenini satan, camları kıran, polisin elinden kaçan eşcinselleri gördük. Bunlar başka bir şey yaparlar mı? Bunların dünyada başka dertleri var mıdır? Neden bedenlerini satmak zorunda kaldılar? diye hiç düşünmedik veya daha doğru bir deyişle tekelleşen bu medya bize bu işin başka yönleri olabileceğini hiç DÜŞÜNDÜRTMEDİ. Galiba her konuda da en önemli sorunumuz bu: Ne istiyorlarsa onu düşünüyoruz.
KAOS GL 4 / 6
Sizleri (bu dergiyi yaratanların hoşgörülerine sığınarak) Kaos GL'in sayfalarında bir gezintiye çıkarmak istiyorum: Derginin hemen iç sayfasında hepimizi, her sorunumuzu o meşhur "ümmetten millete dönüş" temasına indirgeyebilen Attila ilhan'a karşı ayakları sağlam olarak yere basan bir yazı karşılıyor. Sonra tanıtım ve bir giriş yazısının ardından o meşhur üçüncü sayfaya. (Bu meşhur üçüncü sayfaya en sonda değineceğimden dolayı şimdilik pas geçiyorum.) Peşi sıra 1995 yılında Cambridge Üniversitesince basılmış olan "İbne Teorisinin Yapısökümü" yazısı ibne kavramını irdeleyerek bilgi denizimizde yeni ufuklar açıyor. Ardından kimi isimli kimi isimsiz kişisel, özgün ama bir o kadar toplumsal yapıyı sorgulayan yazılar geliyor. (Herhalde insanın kendi yazısına isim koyamadığı bir toplumda yaşıyor olmasının ne acı olduğunu söylemeye gerek yok. Yazıları okudukça öğreneceğiniz gerçekler bir yana, sadece bu durum bile ne kadar geri bir toplumun yurttaşları olduğumuzun kanıtı değil mi?) Bu yazılar arasında özellikle değinmek istediğim bir yazı var: "Kabızlaşmış Ruhlar Diyarında Bir Gezinti", "Tanıklık" adıyla yazılan bu yazıda kendi deyimiyle "rüzgara işer gibi yaşayan" bir travestinin Bayrampaşa Cezaevi ERKEKLER bölümünde başına gelenler anlatılıyor. Yazı her ne kadar bir travestinin başına gelenleri anlatıyor ise de, aslında yazılanlar bu ülkede yaşayan hepimizin her an başına gelebilecek türden. "Tanıklık", nasıl bir ülkede yaşadığımızın fotoğrafını çekmekle kalmıyor, hepimize yeri geldiğinde hiç çekinmeden "Yumruklarını meze, tükürüklerini içki" diye sunanlara karşı nasıl direnebileceğimizin de ipuçlarını veriyor. Özgürlük ve eşitlik ne yazık ki daha bize çok uzak. Bu saptamam üzücü ve acı olsa da kabul etmek gerekir ki gerçek. Ama tek umudum senin gibi insanların varlığı "Tanıklık". Bu uzun koşuda senin gibilere çok ihtiyacımız var. Dahası, senin gibilerin bizlere öğreteceği daha çok şey var. Bu yazının dışında Kaos GL'de Murathan Mungan'ın "Yalnız Bir Opera" şiirinin edebi bir analizi, "Bu Kimin Hayatı?" ve "Kadın Mısın, Erkek Misin?" adlı oyunun arka planı üzerine değerlendirmeler, özel bir sektörde eşcinsel olarak çalışabilmenin zorluğunu yaşayan Ahmet'in izlenimleri, "Yabancılık" konusunun Kafka ile iç içe işlendiği bir deneme yazısı, "Başıboş, sahipsiz yapayalnız, düşkün, yoksul, bitkin, umarsız, çükmüş, yıkılmış, kepaze, uyku bilmez, gözünü kırpmayan, her şeyi derinlemesine algılayan, aşırı duyarlı kendi başına meczup ve toplum tarafından itilmiş sokak serserisi, mürşide ermiş, münzevi" anlamlarına karşılık gelen "Beat Kuşağı" üzerine ciddi tespitler, bol şiir (bu kadar eşcinsel iyi şairin olduğu bir ülkede şiirsiz bir eşcinsel dergisi düşünülebilir mi?), A. Galip tarafından "Aşk" üzerine irdelemeler (eline sağlık A. Galip aşk'tan bahsetmek ne güzel, oysa ki hiç konuşmuyoruz değil mi aşk'ı), "inceden inceden" değil "kalından kalından"
Güzin Abla eleştirisi, eşcinsel öykü ve haberler ve daha birçok şey. Ve final, "Bu İşte Bir Terslik Var" isimli yazı ile geliyor. Yazıda yeni dünyanın renkli ambalajlarla bizlere sunduğu ve hepimiz için yaşamanın anlamı haline getirdiği tüketim kültürüne sağlam bir eleştiri ile bu çerçevede enerji "sorununu" sorgulayıp "Dünyayı bir ticarethane olarak gören" ideolojinin Seattle ve Bergama'da aldığı yenilgilere atıfta bulunarak NÜKLEER ENERJİYE HAYIR diyen o müthiş deklarasyon. Bana söyleyecek bir şey bırakmıyor. Bunlar bu dergi içinde var olanlardan bazıları, ya bu dergide olmayanlar: Muhtar'ın yaklaşımı yok bu dergide, acı yok, delikanlılığın kitabı yok bu dergide, vıcık vıcık Şamdanvari pornografi yok, falçata yok, tüketim histerisini gıcıklayan reklamlar yok, televolevari rezillikler yok, egemen düşünceye yaltaklanmalar yok, ağız yalamalar yok, MİT ajanları yok, kısaca dünyayı ve insanların bizzat kendilerini hegemonyası altına almaya çalışan küresel saldırıdan eser yok. Aksine özgür cinsel tercihlerini yapan insanların, hepimizi onun kölesi haline getiren normlara karşı özgür ve eşit bir dünya kurma çabası var. Ve de aşk'ın sınırlanamaz, kurallar altına alınamaz, zincirlenemez olduğunun yüzlerce kanıtını anlatan bi dolu yaşanmışlık var. Derginin sonunda elimde kalan özgürlük, eşitlik, hayatımızı sınırlayan egemen kurallara başkaldırı, normale isyan ve aşk aşk aşk, binlerce milyonlarca milyarlarca kere aşk, sınırsız özgür aşk. İşte özgürlüğe açılan kapı, işte kurtuluşumuz. Tıpkı derginin kapağında dendiği gibi; "Eşcinsellerin Kurtuluşu aynı zamanda Heteroseksüelleri De Özgürleştirecektir" Son dört not: İlki; bizim "sol" cenaha: "Sağ"ı anlarım amacı zaten statükoyu devam ettirmektir. Ama sizi anlamam, nedendir statükoda ısrarınız! Üçüncü bin yıla girdiğimiz bu çağda insanı özgürleştirecek, dünyayı sömürüsüz bir dünya haline getirecek yolun; hâlâ kol emeğine göre şekillenen "proletarya iktidarı"ndan mı geçtiğine inanıyorsunuz! Oysa ki bilmez misiniz ki "bütün iktidarlar, ister egemen, ister muhalif olsunlar, hegamonik ve totaliter"dir, bilmez misiniz ki biz bu öngörüyü kabul ettiğimiz için "sosyalist"iz ve bilmez misiniz ki amacımız özgürlüğün, aşkın, eşitliğin dünyasını kurarak insanı özgürleştirmektir. Nasıl başarabiliriz bunu bugünden farklı başka bir "iktidar" yapısıyla. Öte yandan ne anlatıyor sizlere Seattle? Neden görmüyorsunuz sistemin "küresel saldırısı"na karşı direnen ve içinde farklı toplumsal sınıfları barından "küresel dayanışma"yı? Ancak görmeseniz de bilin ki yarının dünyası bugünün dışlananlarının tümüyle kurulacaktır. Sosyalizm eğer sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya ise ve sosyalizm insanların birbirlerine karşı tahakkümünü ortadan kaldırmaksa, böylesi bir dünya sadece işçilerin değil, işçilerle birlikte emekçilerin, geylerin lezbiyenlerin, anarşistlerin, ekolojistlerin, köylülerin, travestilerin, feministlerin, hippilerin ve milyarlarca ezilen insanın isyanıyla varolacaktır. Bu kadar farklı toplumsal kesimin anlaşabilmesi için o toplumdaki bireylerin her
birinin özgürleşmesi öncelikle gerekmez mi? O toplumdaki farklı bireyleri özgürleştirecek düşünsel devrimler ilk yapmamız gereken değil mi? O halde nedendir hâlâ birey olarak kurtuluşumuz için arar dururuz o anlı şanlı meşhur "işçi sınıfı"nı! Ezilen, dışlanan, yok sayılan, hor görülen tüm toplumsal kesimlerin hayatlarını belli sınırlamalar altına almaya çalışan "sistemi" sorgulayabildikleri, vardıkları sonuçları hiçbir baskı altında kalmadan hayatlarında uygulayabildikleri ve bu yol ile kendisini ve yaşadığı toplumu özgürleştirebildiği kanalları yaratabilmek geleceğin demokratik sosyalizmi için vazgeçilmez bir ön koşulsa, nedendir hâlâ "zincir"lerde ısrarınız!? İkincisi; orda burda kendilerine yabancılaştıkları halde "sol" adına sözde kendilerini "dava"ya adayanlar, duyun sesimi ve Kaos GL'in mektuplar köşesinden Kar Tanesi'nin yazısını okuyun, okumakla yetinmeyin başkalarına okutun, asın duvarınıza yazıyı ve her sabah yeniden yeniden okuyun. Belki o zaman anlarsınız "dava adamı" olmanın anlamını. Üçüncüsü; isterdim ki tabip odasında ortak bir amaç için çalışırken veya bu meslek örgütünün herhangi bir yerinde özgürlükçü ve eşitlikçi bir dünya için bir tuğlayı bir tuğlanın üzerine koymaya çalışırken bir gey, bir lezbiyen, bir travesti veya bir biseksüel meslektaşımla aynı amaçlar için ter dökeyim. Aynı anı paylaşsak, beraber bölüşsek bir ekmeği, güzel bir çabanın sonunda ortaya çıkan mutluluktan birlikte ortak paylar alabilsek ve bir kadeh şarap eşliğinde Nazım'dan ve Küçük İskender'den hep beraber dizeler mırıldanabilsek... Sistemin dışladığı, ezdiği ve yok etmek istediği tarafta olduğumuzun bilinciyle özgür ve eşit bir dünya için hep beraber karşı çıkabilsek statükoya. İşte kanımca eksik olan tarafımız: Farklılıkları, dışlanmışlıkları istesek de kucaklayamamak. Dördüncüsü ve sonuncusu; bizim diyemiyorum "sistem"e veya başka bir deyişle toplumsal kuralları belirleme yetkisi olanlara: Kaos GL, kapalı zarf içinde satılıyor. İşte meşhur o üçüncü sayfada bunun nedeni anlatılıyor. Neden basit: Başbakanlık Küçükleri Muzıır Neşriyattan Koruma Kurulu dergiyi "sakıncalı" bulmuş ve dergiyi poşetlememiş daha da ileri giderek dışardan hiç görülmemesi için "zarf"lamış. Kitapevlerinde zarf içinde satılıyor ve derginin kapağında "küçüklere zararlıdır" ibaresi taşıyor. Derginin içeriğini ve yaklaşımını düşündüğümüzde neden yasaklandığı ortaya çıkıyor. Özgürlükçü ve eşitlikçi bir dünya özlemi içinde bulunan herkes gibi Kaos GL de payına düşeni almış ve "zarf"lanmış. Sistem açsından bakılınca doğru bir karar, onları "kutluyorum". Bu noktada bizlere düşense bizim dünyamıza ulaşabilmek için her iki ayda bir çıkan dergiyi daha çok sayıda kişinin satın alması ama hemen zarftan çıkartıp ve zarfı yırtıp herkesin göreceği yerlerde okuması ve başkalarına ulaşabilmesi için de bir trende bir otobüste veya bir derslikte "unutması". Eşitlik ve özgürlük koşusunda hep birlikte daha nice güzel günlere Kaos GL.
… bu dergide, vıcık vıcık Şamdanvari pornografi yok, falçata yok, tüketim histerisini gıcıklayan reklamlar yok, televolevari rezillikler yok, egemen düşünceye yaltaklanmalar yok, ağız yalamalar yok, MİT ajanları yok, kısaca dünyayı ve insanların bizzat kendilerini hegemonyası altına almaya çalışan küresel saldırıdan eser yok. Aksine özgür cinsel tercihlerini yapan insanların, hepimizi onun kölesi haline getiren normlara karşı özgür ve eşit bir dünya kurma çabası var. (…) Tıpkı derginin kapağında dendiği gibi; "Eşcinsellerin Kurtuluşu aynı zamanda Heteroseksüelleri De Özgürleştirecektir"
KAOS GL 4 / 7
T.C. BAŞBAKANLIK KÜÇÜKLERİ MUZIR NEŞRİYATTAN KORUMA KURULU KARAR Dosya No: 06 Karar No 2000 / 1 Karar Tarihi 16.2.2000 1. KONU: 1117 Sayılı kanunun 3266 sayılı yasa ile değişik 8'nci maddesine göre Kurul Başkanlığına gönderilen Ankara'da basılarak iki ayda bir yayınlanan Aralık/Ocak 1999-2000 tarih ve 1 sayılı GEY LEZBİYEN ARAŞTIRMALARI DERGİSİ "KAOS GL" isimli dergi, anılan kanunun değişik 1 ve 3'ncü maddeleri gereğince incelemeye alınmıştır. 2. İNCELEME: 66 Sahifeden ibaret "Gey ve Lezbiyen Araştırmaları Dergisi "KAOS GL" isimli dergi bütünüyle incelendi. Dergide; eşcinsel literatürle ilgili bazı tanımlara yer verildikten sonra, derginin, Türkiye'deki eşcinsellerin bir resmi yayın organı ve eşcinsel hareketin bir zaferi ve başarısı olarak sunulduğu, eşcinselliğin sonradan oluşan bir olgu değil, aksine doğumdan itibaren kendiliğinden gelişen ve herhangi bir tercihe fırsat vermeyen bir cinsel kimlik oluşumu olduğu, yine eşcinselliği sadece Türkiye'ye özgü olmadığı, dil, din, ırk, kültür ve milliyet gözetmeksizin her ülkede ve her millette var olduğu, eşcinselliğin göz renginin farklı olması kadar doğal bir olgu olduğu, cinsel kimliğini açıkça ifade eden eşcinsellerin E-5 karayolu üzerinde polislerle kovalamaca oynadığı batı ülkelerinde bu çeşit hareketlere rastlanmadığı şeklinde konular dergide çeşitli makalelerle ele alınarak işlenirken; normal araştırma inceleme ve bilimselli sınırı aşılarak heteroseksüel ilişkinin bir egemen kültürden kaynaklandığı ve eşcinsel ilişkinin heteroseksüel ilişkiye alternatif gibi sunulmaya çalışıldığı, bu tür anlayışın özgürlük ve demokrasi kılıfı adı altında bir savunma mekanizması ile okuyucuya sunulurken tüm toplumlarda arızi cinsellik olarak vasıflandırılan ve yine istisnai bir cinselliği oluşturan eşcinsel ilişkinin heteroseksüel ilişkinin bir alternatifi gibi gösterilerek genelleştirme ve meşrulaştırmaya uğraşıldığı, bunun propagandasının yapılarak, bu tür arizi cinselliğin teşvik edildiği ve eşcinsel anılardan örnekler verildiği gözlemlenmektedir. Derginin 13. Sahifesinde eşcinsellerin gittiği mekanların isimleri ve adresleri verilerek reklamı yapılmaktadır. 18 ve 19. Sahifelerde "Kadın ve Yitik Cinsellik" başlıklı yazı dizisinde lezbiyen ilişkinin özendirilmeye çalışıldığı gözlemlenmektedir. Derginin 24 ve 25. sahifelerinde heteroseksüel ilişkide bulunanlar aşağılanarak Türk evlilik kurumu ve evlilik müessesesi alaya alınıyor. 9 ve 10. Sahifelerinde; Derginin "Gey ve Lezbiyenlerin Açılma Süreci Savunma Stratejileri" ve "Ne işe yarar bu Comıng-Out?" başlıklı yazılarda toplumun geneli sürekli hoşgörüden yoksun olarak tanımlanıp, eşcinseller hoşgörülü inanlarmış izlenimi yaratılmaya çalışılıyor. Oysa aynı eşcinseller gey ya da lezbiyen olmayan kişileri toplumun istediği yönde bilinçsizce hareket eden zavallı
KAOS GL 4 / 8
insanlar olarak gösteriyor. Bu da hoşgörü anlayışlarındaki çifte standardı gözler önüne sermektedir. 29. Sahifede; Eşcinsellikle ilgili fikirlerine destek sağlamak amacıyla; tarihi mitolojik, İslam ve halk kahramanlarının hikayeleri, ön yargılı bir şekilde ele alınarak eşcinsel eğilimleri olduğu imajı verilmeye çalışılmaktadır. 35. Sahifede "Sanem Akay'a Teşekkürler" başlıklı yazı dizisinde; Toplumda öne çıkan başarılı müzisyenlerin aşk anılarından örnekler verilerek eşcinsel yaşam tarzlarını meşrulaştırmaya çalışmaktadırlar. 36. Sahifede; Ben bir alternatif miyim?" başlıklı yazıda; Türk kadının küçük düşürücü, adeta hakarete varan ifadelere yer verilmektedir. Dergide yer alan bazı yazı dizilerinde küfürlü argo kelime ve deyimlere yer verilmektedir. 46. Sahifede "Toz" başlıklı yazı dizisinde; erkek erkeğe cinsel ilişki hiçbir gizliliğe riayet edilmeden anlatılmaktadır. 55. Sahifede, Eşcinsel evliliklere karşı olana sahte ahlakçılar olarak tanımlanmakta, evlilik kurumu hafife alınmaktadır. Derginin 20 ve 59. Sahifelerindeki fotoğraflarda eşcinsel birliktelikler görüntülenmektedir. 3. HUKUKİ DUUM: 1117 sayılı Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kanununun 3266 sayılı kanunla değişik 1'inci maddesine göre 18 yaşından küçüklerin maneviyatı üzerinde muzır tesir yapacağı anlaşılan mevkute ve mevkute tanımına girmeyen diğer basılmış eserler kanunun diğer maddelerinde gösterilen sınırlamalara tabi tutulur. Bunun için değişik 2'nci maddeye göre Başbakanlıkta oluşturulan yetkili kurulun söz konusu eserlerin 18 yaşından küçükler için muzır olup olmadığı hakkında karar vermesi gerekir. Kurul, basılmış eserlerin küçükler için muzır olup olmadığı hususunda yapacağı incelemede 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunundaki genel amaç ve ilkeleri göz önünde bulundurur. 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunun Türk Milli Eğitiminin genel amaçları ve temel ilkeleri başlıklı bölümlerinde yer alan hükümlerde, Türk Milletinin bütün fertlerinin; Atatürk İnkılap ve ilkelerine ve Anayasada ifadesinin bulan Atatürk Milliyetçiliğine bağlı; Türk Milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan, insan haklarına ve Anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş; beden, zihin, ruh ve duygu bakımlarından dengeli ve sağlıklı şekilde gelişmiş bir kişiliğe ve karaktere sahip, insan haklarına saygılı, kişilik ve teşebbüse değer veren, topluma karşı sorumluluk duyan, yapıcı, yaratıcı ve verimli kişiler olarak yetiştirilmesinin
hedef olduğu, milli ahlak ve milli kültürün bozulup yozlaşmadan kendimize has şekli ile evrensel kültür içinde korunup geliştirilmesine önem verileceği ifade olunmuştur. Ayrıca 1117 sayılı konunda değişiklik yapan 6.3.1986 tarihli ve 3266 sayılı kanunun Türkiye Büyük Millet Meclisi Genele Kurulunun 6.3.1986 tarihli birleşimindeki görüşmelerinde hükümet adına yapılan açıklamada da; kanunun amacının kanun dışı kazanç yollarına sapma eğilimleri uyandıracağı, maceraperestliğe ve tembelliğe yol açacağı, korku ve dehşet hisleri uyandıracağı, ruh ve beden sağlığı üzerinde zararlı etkiler yaparak dengesiz şahsiyet oluşmasına neden olacağı, kanun dışı yollarla hak aramayı telkin edeceği, suçluları kahramanlaştırarak bu yolda özendirici etkilerde bulunacağı, milli duyguları, örf, adet ve inançları zayıflatıcı veya yok edici etkilerde bulunacağı, halkın ar ve haya duygularını inciten veya cinsi arzularını tahrik ve istismar eden nitelik taşıdığı gibi bir çok amaçlar hedef alan muzır neşriyatı önlemek olduğu ifade edilmiştir. 4. DEĞERLENDİRME: Derginin ana teması eşcinselliğin bir tercih sorunu olup, doğal ve tabii bir gerçek olduğu, hatta heteroseksüel ilişkinin bir alternatifi olarak sunularak uygun ve genel bir ilişki gibi gösterildiği, bütün tarihi ve ahlaki geleneklere karşı çıkılarak denenmesi gerekli bir ilişki gibi okuyucunun özendirilmeye çalışıldığı, çarpık ve anormal ilişkilerin ve davranış bozukluklarının demokrasi ve fikir hürriyeti kılıfı altında meşrulaştırılmaya çalışıldığı, eşcinsellik konusunda henüz bilimsel bir doğruluk kazanmamış kimi tez ve teorilerin kesin bilimsel doğrular gibi ortaya konduğu, tarihi halk kahramanlarının ve toplumda başarısı ile rağbet gören sanatçıların istismar edilip, çarpıtılarak eşcinsel özelliklerine dikkat çekildiği, böylece de fikir tabanlarını genişletmeyi amaç edindikleri, bu tür bir savunma mekanizması içinde; Türk milletinin örf ve adetleri ahlaki anlayışı ve kültürü hiçe sayılarak Türk kadınının aşağılandığı, kadına saygı ilkesinin çiğnendiği, evlilik kurumunun yıpratıldığı, tarihi gerçeklerin çarpıtıldığı, seçimini heteroseksüel ilişkiden yana yapan kişilerin aşağılandığı, kimi zaman yazıdaki edep sınırının da aşılarak küfür ve argo kelimeler yer verildiği gözlemlenmektedir. Eşcinselliğin psikiyatrinin temel hastalıklar sınıflandırmalarından çıkarılmış olması bu durumun normal bir davranış olduğu anlamına gelmez. Eşcinsellik halen uzman psikiyatrist ve psikologlara; göre tabi ve sosyal bir vakıa veya olgu değildir. İstisnai ve arızi bir cinsellik olarak kabul edilmektedir. İstisnai bir olgu olan eşcinselliğin sebepleri konusunda da yani anadan doğma irsi bir kusurdan mı, yoksa sonradan kazanılan marazi bir alışkanlıktan mı kaynaklandığı hususunda tam bir görüş birliği yoktur. Normal heteroseksüel ilişkiye göre istisnai bir gerçek olan eşcinsel ilişkinin heteroseksüel ilişkiye alternatif gibi sunularak genelleştirilmeye çalışılması, eğitim sistemimizin, aile ve evlilik müessesesinin, hatta hukukumuzun bu tür arızi ilişkilere göre düzenlenmesini istemek eşyanın tabiatını aykırıdır. Bu gün dünyada yaygın olan ve asrın hastalığı olarak adlandırılan Aids, frengi ve bel soğukluğu gibi, Hepatit B vb. türdeki zührevi hastalıkların daha çok eşcinseller arasında yaygın olduğu ve eşcinsel ilişkilerden kaynaklandığı bilimsel bir gerçektir. Cinsellikte özgürlük
adı altında kimilerine göre haz alma duygusu uğruna toplumun ölümü değil elbette hayatta kalması tercih edilecektir. Cinsiyet farklılığı ve bu farklılıktan doğan her şey arızi olmayıp, aksine hayatın devamı, sürekliliği ve düzeni için zorunludur. Var oluşun başlangıcı da erkeğin spermi ve kadının yumurta hücresinin birleşmesiyle başlamaktadır. Her cinsin kendisine has ve diğerinde bulunmayan bazı özellikleri vardır. Dolayısıyla cinsiyetler karşılıklı olarak birbirini tamamlarlar. Kadın erkek arasındaki bütünleşme hayatın doğal kanunudur. Hayatta her şey doğallığı ile güzeldir. Vücudumuzdaki her organ tabi ve doğal fonksiyonunda kullanıldığında insana huzur ve mutluluk verir. Ayağımız nasıl çorba içmeye müsait değilse, boşaltım organı olan anüs de cinsel birleşmeye müsait değildir. Vücut organlarının sınırsız özgür kullanılması şahsiyet haklarına aykırıdır. Hiçbir canlının içgüdüsel olarak karşı cinsle giriştiği cinsel ilişkinin yanı sıra anal seks gibi farklı bir yola başvurduğu görülmemiştir. Kadın erkek kaynaşması ve eşitliğinin savunulduğu, demokrasinin de bu yönde gelişebildiğine inanıldığı bir dönemde; kadınla kadının, erkekle erkeğin bir arada aşkını savunmak kadın erkek etkileşimine ve bütünleşmesine ters bir olgudur. Dergide polisin kötü muamele yaptığı iddialarına da yer verilmektedir. Herkesin evrensel insan haklarından faydalanmasını istemek kötü muamele ve işkenceye maruz kalmamasını savunmak insani bir davranıştır. Aynı ölçüde de fuhuşla hukuk içinde kanunlar çerçevesinde mücadele gereklidir. Derginin bütününde propagandası yapılarak teşvik edilip, özendirilen eşcinsel ilişkinin çocuklar üstündeki etkisi daha vahimdir. Bugün normal heteroseksüel ilişkilerin dahi yaşlara göre sınırlı ve kontrollü verilmesi gerekliliğine inanılmaktadır. Çünkü çocukların yaşları gereği normal ve anormal ilişkileri ayırmaya, kavramaya hazır olmadıklarından daha çok hal ve hareketlerini özdeşleştirme ve taklit etme metotlarıyla yönlendirdiklerinden bu türden ilişkilerin çocukların zihinsel gelişimlerini de etkileyeceği, dolayısıyla normal olmayan cinsel ilişkinin teşvik edilmesi çocuğun cinsel gelişimini bozacağı zihninde "kognisyonlar" ve "imgeler" yaratacağı ve daha sonraki etkinliklerinde bu olumsuzluklardan etkileneceği muhakkaktır. Dergide verilmeye çalışılan yanlış ve çarpık modeller çocuğun gelecekteki yaşamını olumsuz etkileyecektir. Hatta çoğu zaman normal dışı davranışlara iterek, toplumda yeni suçlu tiplerin üremesine neden olacaktır. Toplumlar sağlıklı bir düzen kurmak ve varlıklarını sürdürmek için belli kurullar ve yüksek değerler çerçevesinde bir araya gelmişlerdir. Bu değerlerin yeni kuşaklara aktarılması toplumun geleceği ve gelişmesi için önemli olup, aynı zamanda yaşayan kuşakların bir görevidir. Çocukların gençlikten yetişkinliğe geçişte fiziksel, psikolojik ve toplumsal olgunlaşma sürecinde olumlu bir cinsellik kazanmaları, cinsel sorumluluk bilincini edinmeleri ve cinsel yaşama sağlıklı adımlarla başlamaları ailenin ve okulun cinsel eğitimdeki sorumluluklarının yanı sıra sivil toplum örgütleri gibi kuruluşların, kütüphanelerin, sağlık kuruluşlarının ve yayın organlarının sorumlulukları ile desteklenmek durumundadır.
KAOS GL 4 / 9
İncelenen ve değerlendirilen dergi içeriği itibarıyla cinsel kimliğini kazanmış erişkinler için zararlı veya yararlı bir etkide bulunmaz. Zira bu kişiler cinsel konularda sağlıklı değerlendirmeler yapma yeteneğini kazanmışlardır. Ancak söz konusu dergi henüz cinsel erginlik sürecinin yaşayan ve cinsel kimliğini kazanamamış küçük kız ve erkek çocuklar için ruhsal ve fiziksel olarak onarılmaz zararlara ve tahribata neden olur. Bilindiği üzere 11 veya 12 yaşından itibaren cinsel erginlik sürecine giren kız ve erkek çocuklara örgün eğitim içinde dahi normal cinsel bilgiler çok dikkatli bir şekilde verilmektedir. Bu bilimsel bir gerçektir. İlk öğretimin 6,7 ve 8 inci sınıflar ile lise öğretiminin 1 ve 2'inci sınıfında okuyan çocuklara sağlıklı bir cinsel yaşam için gereken bilgiler bilimsel olarak her yaş grubuna göre ayrı ayrı verilirken; KAOS GL gibi her yerden kolayca temin edilmesi mümkün olan yayınlarla cinsel sapmaların doğal olarak sunulduğu dergilerin eğitici olacağını ve bu eğitim aracı olduğunu iddia ve kabul etmek mümkün değildir. Küçüklerin bu tür yayınları okuyarak sağlıklı bir şekilde değerlendirme yapmaları gerçeği, doğruyu ve güzeli bulmaları bilimsel olarak olanaklı değildir. Bu tür yayınlar cinsel gelişme sürecinde bulunan kız ve erkek çocuklar üzerinde cinsel olumsuzluklara neden olabileceği gibi tüm toplumların büyük değer verdiği aile kurumunun çocuklar tarafından sorgulanmasına aileye ihtiyaç olup olmadığının düşünülmesine de neden olabilecektir. Bunun ise büyük toplumsal çöküntüyü beraberinde getireceği bir gerçektir. Bu nedenlerle KAOS GL gibi yayınların küçüklere satılması ve küçükler tarafından kolayca elde edilmemesi için gerekli önlemlerin yasaların öngördüğü şekilde alınması gerekmektedir. Sonuç olarak, söz konusu derginin henüz kişiliğinin gelişme çağının başlangıcında bulunan küçüklerin Milli Eğitimin Temel Kanununun amaçları ve temel ilkeleri arasında yer alan Türk Milletinin milli, ahlaki, insani, maddi ve manevi kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan yurttaşlar olarak yetiştirmek ilkesi ile beden, zihin, ruh ve duygu bakımlarından dengeli ve sağlıklı şekilde gelişmiş bir kişiliğe ve karaktere sahip kişiler olarak yetiştirilmeleri ilkesine aykırı bir yayın olduğu ve küçüklere menfi yönde etkide bulunacağı, iyi ve kötü hususlarında zihinlerinde kavram kargaşasına neden olacağı ve yanlışa yönlendireceği, buna ilaveten dergi içeriğinin kamuoyunun tümünü ilgilendiren bir haber ve sanat niteliğinin ağırlığını taşımadığı, asıl ağırlığın çarpık seks ilişkilerine yöneltilmiş olduğu, ayrıca söz konusu derginin toplumun ahlak yapısıyla bağdaşmadığı ve dolayısı ile kurulca bahse konu derginin küçükler için zararlı nitelikte olduğu kanaatine varılmıştır.
KAOS GL 4 / 10
Dosya No: 06 Karar No 2000 / 2 Karar Tarihi 12. 4. 2000 1 - KONU: "Gey ve Lezbiyen Araştırmaları dergisi KAOS GL" nin sahibi Ali EROL tarafından Kurulumuz başkanlığına hitaben verilen 30.03.2000 tarihli dilekçe ve ekindeki Şubat/Mart 2000 tarih ve 2 sayılı GEY LEZBİYEN ARAŞTIRMALARI DERGİSİ "KAOS GL" isimli dergi, 1117 sayılı kanunun 3266 sayılı yasa ile değişik 3. maddesi ve 4 maddesinin 7. fıkrası gereğince dilekçe ile birlikte incelemeye alınmıştır. 2. İNCELEME: 66 Sahifeden ibaret Şubat/ Mart 2000 tarihli "Gey Lezbiyen Araştırmaları Dergisi "KAOS GL" ve dergi sahibi Ali EROL"a ait 30.03.2000 tarihli dilekçe bütünüyle incelendi. Dergi sahibi Ali Erol anılan dilekçesinde söz konusu derginin 1. Sayısının kurulun 16.02.2000 tarihli ve 2000/1 sayılı kararı ile muzır bulunduğunu, dilekçesinin ekinde gönderilen ikinci sayıda yer alan yazıların çeşitli üniversiteler için hazırlanan ödev ve araştırma raporları ve çeşitli kitaplarda daha öcne yayınlanan derlemeler olduğunu, dolayısıyla derginin muzır yayın kapsamında değerlendirilemeyeceğini ifade ederek, II. Sayısının kurulumuzca incelenerek sonucun kendilerine bildirilmesini istemiştir. Dergi; cinsel konular ağırlıklı olmak üzere makale, şiir, araştırma, günlük aktüel magazin türü haberler ve mektuplar gibi 29 konu başlığı ile, homoseksüelliği ve lezbiyenliği simgeleyen fotoğraflardan oluşmaktadır. Derginin 2. sahifesinde; "Aynadan Yansımalar" yazı başlığı altında; okuyucuyu eşcinsel ilişkiye teşvik eder mahiyetteki yazılara yer verilmektedir. Derginin 3. sahifesinde; "Eşcinsel Kimlik ve Beden" başlıklı yazıda; Eşcinsel kimliğin bedenin dışa yansımasının doğal olgusu olduğu, bu olgunun iktidarın dayatması ile karşılaştığı eşcinsel bireyin iktidar dayatmalarına ve egemen kültüre direndiği temasının işlendiği gözlemlenmektedir. Derginin 15. sahifesinde; "Görevimiz Tehlike... Bir gönüllü Kobayın Kuruntuları" başlıklı öyküde; 16 yaşında genç bir kızın köpeği ile gerçekleştirdiği cinsel ilişki masumane gösterilerek farklı ilişkilerin normal olduğu imajının verilmeye çalışıldığı gözlemlenmektedir. 19. Sahifede; "Şark - İslam Klasiklerinde Eşcinsel Kültür -VI 'Üzümcük' Diye Bir Şey..." başlıklı yazıda; İslam dininin temel esasları çarpıtılarak eşcinsel kültüre zemin hazırlamak maksadıyla sahih olmadığı açık rivayeti doğru bir zincire dayanmayan beyanlara yer verilmektedir. 28. Sahifede; "Gerçek çocuk sahte çocukluk" başlıklı yazıda; Aile kurumunun ve okulun heteroseksüel anlayışın ve kapitalist sistemin ürünü oldukları çocukların ailede ve okulda istismar edilip sömürüldüğü ve kuşatıldığı bu tür kurumların çocuklar için hapishaneden farksız olduğu ana fikrinin işlendiği gözlemlenmektedir. 50. sahifede; "Gülünesi..." başlıklı yazıda; Sado-mazoşist alışkanlıkların reklamı yapılmaktadır.
KAPICI ÇOCUKLARININ ‘SINIFI’ Zeynep ATİKKAN - 13 Nisan 2000, Hürriyet Bu da ‘‘sınıfların’’ yenisi. Bir sosyal sınıf için açılan ‘‘sınıf’’. Kapıcı çocuklarının toplandığı sınıf. Lafı uzatmadan söyleyelim Türkiye'deki Latin Amerikalaşma sürecinin en çarpıcı işaretidir bu. Ve de başka bir açıklaması yoktur. Belli ki cumhurbaşkanı arayışları arasında haber güme gitti. Zaten çoktan beri gümlemiş ve ülkenin gündeminden düşmüş bir konudan, eğitimden söz ediyorum. Olay, Gaziantep'te Kaşıbeyaz İlköğretim Okulu'nda meydana geliyor. Okulun birinci sınıfına devam eden öğrencilerin bir bölümü yani kapıcı çocukları karantinaya alınıyor. Ayrı bir sınıfta toplanıyor. Durumdan şikayetçi olan veliler yani kapıcılar ‘‘Sözde başarısız çocuklar bu sınıfta toplanmış. Asıl ölçüleri baba meslekleri’’ diyorlar. Sonra klasik devlet savunması devreye giriyor. Milli Eğitim Müdürü'ne göre ‘‘Bu tür uygulama olmaz’’. Vali Muammer Güler ise daha vurucu ‘‘Meslek hayatımda ilk kez böyle bir olayla karşılaşıyorum. Bunu yapanların yanına bırakmam. Bilerek veya isteyerek böyle bir şey yapanların boynunu kırarım’’ diyor. Sanki böyle bir kepazeliği ‘‘bilmeden ve istemeden yapmak’’ mümkünmüş gibi. Vali Güler durumu değerlendirecek ve sonuca göre ya ‘‘boyun kopartacak’’ ya da kopartmayacak. Bu ülkede, bugüne kadar okullarda üstü açık ya da kapalı pekçok haksızlık, kayırma, yağlama, dışlama Ancak öğrencilerin ‘‘sosyal yapılmıştır. sınıflarına’’ göre ‘‘sınıflara’’ dağıtıldığı hiç görülmemiştir. Gaziantep'te meydana gelen anlamlı bir ‘‘ilk’’ aslında. Demek ki Latin Amerikalaşma sürecinin kıvamı artık belli bir düzeye ulaşıyor. Bu kıvama ulaşıldığına göre olayların arkası gelecektir. Ve olaylar toplumdaki bağışıklığı da beraberinde getirecektir. Her türlü ayrımcılık ‘‘Ne var canım bunda’’ diye onaylanacaktır. ‘‘Bugünün dünyasında fırsat eşitliği mi olur’’ diye savunulacaktır. Güne ‘‘küçüklerimi korumak büyüklerimi saymakla’’ başlayan bir ülkede küçükleri altı yaşında ‘‘dışlayan’’ zihniyetin daha neler başarabileceğini tahmin etmek zor olmamalı. Bu zihniyet, Latin Amerika'da görüntüyü bozuyor diye sokak çocuklarını kurşunlayabiliyor.
Masumiyetini yitiren toplumlar en önce en masumları harcıyorlar işte. Kapıcı çocuklarını tek bir sınıfta toplama kararının iç dinamiklerini tahmin etmek zor değil. Olayın öncelikle ‘‘zengin veliler’’ cephesi vardır. Ayrımcılığı doğrudan teklif etmeseler bile yoksul çocukların sınıf seviyesini düşürdüğünü öğretmene fısıldamışlardır. O seviye dedikleri de aslında giydikleri bir iki marka gömlek, pantolon gibi bir şey. Sınıf seviyesinden bilmem ne okuluna gidecek çocukları. Oradaki eğitimin düzeyi önemli değil sadece belli bir yerde okuma ve sınıfa ait olma duygusu. Yeni para sınıfına aitlik vs! Bu, öyle bir baskı ki okul yönetimi ve öğretmenler, düzgün bir cümle bile kuramayan yeni para velilerinin koyduğu üçüncü dünya standartlarına uymak zorunda hissediyorlar kendilerini. ‘‘İşime karıştırmam’’ diyen öğretmen dönemini de kapattı Latin Amerikalaşma süreci. *** ‘‘Yoksullara’’ ‘‘yoksul okullarının’’ layık görüldüğü bir düzen Avrupa Birliği'ni hayal bile edemez. AB, küreselleşmenin tahribatını asgariye indirmek için ‘‘kendi eğitim ve sosyal politikalarını’’ gözden geçiriyor. Küreselleşmeyi reddetmeden olayı ‘‘Avrupalılaştırma’’ çabası bu. Uzmanların internet aracılığıyla eğitimdeki eşitsizliğe çare aradığı bir dönemde biz ‘‘kapıcı çocukları sınıfı’’ açıyoruz. Çağ atladığımıza ve bölge gücü olduğumuza filan inanıyorsanız bunu da ‘‘istikrar’’ ve ‘‘dinamizm’’ olarak değerlendirebilirsiniz. Bu istikrar ve dinamizmle AB'yle değil ancak Güney Amerika'yla güzel bir ilkellik ve ilkesizlik entegrasyonu gerçekleşir! DDD BAYRAMA 4 MİLYON ÇOCUK ÇALIŞARAK GİRİYOR Hak-İş Başkanı Salim Uslu, Türkiye'de 4 milyonun üzerinde çalışan çocuk bulunduğunu belirterek, bu çocukların Kurban Bayramı'na çalışarak girdiklerini söyledi. Uslu, küreselleşmenin etkisi ve dünyada sert rekabet koşullarının bir taraftan işsizlik yaratırken, bir taraftan da işçilik maliyetinin düşürülmesi gibi sonuçlara yol açtığına dikkati çekti. "Ucuz işgücü olarak görülen çocuk emeği sömürüsünden vazgeçilmeli" diye konuşan Uslu, ILO-IPEC Projesi çerçevesinde oluşturdukları 'Çocuk İşçiliği ile Mücadele Komiteleri'nin çalışmasını sürdürdüğünü, 23 Nisan haftasındaki Ulusal Çocuk Yürüyüşü'ne de katılacaklarını açıkladı. (14 Mart 2000– Radikal) DDD
"28. sahifede; "Gerçek çocuk sahte çocukluk" başlıklı yazıda, Aile kurumunun ve okulun heteroseksüel anlayışın ve kapitalist sistemin ürünü oldukları çocukların ailede ve okulda istismar edilip sömürüldüğü ve kuşatıldığı bu tür kurumların çocuklar için hapishaneden farksız olduğu ana fikrinin işlendiği gözlemlenmektedir." Küçüklerin maneviyatından sorumlu(!) Başbakanlık Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu'nun gözünden kaçmamış! TANRI BÜTÜN ÇOCUKLARI ONLARIN AHLÂKINDAN VE ADALETİNDEN KORUSUN!
KAOS GL 4 / 11
BAYRAMSIZ ÇOCUKLAR Çalışan dört milyondan fazla çocuğun sorunlarını gündeme getirmek üzere bugün iki kentten başlatılacak yürüyüş, 23 Nisan'da Ankara'da son bulacak Her gün arabanızın camlarını silmeye, size mendil, çiklet ya da şeker satmaya çalışan, oto tamirhanelerinde üstü başı kir pas içinde, lokantada komi, sokakta ayakkabı boyacısı olarak karşımıza çıkan çalışan çocuklar, bu yıl 80'incisi kutlanacak 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'na da damgasını vuracak. Çocuklar için pek çok uluslararası sözleşmeye imza atan Türkiye, bunları ya ulusal mevzuata almıyor, ya da mevzuata aldıklarını uygulamakta yetersiz kalıyor. Dünyada çocuk bayramı kutlayan tek ülke olan Türkiye, işte böyle bir çelişkiyle 23 Nisan'ı kutlamaya hazırlanıyor. Bu duruma dikkat çekmek için Türk-İş, Hak-İş ve DİSK gibi işçi örgütleri bugün Gaziantep ve Çorlu'dan başlayacak ve 23 Nisan günü Ankara'da son bulacak bir yürüyüş düzenledi. 15 yaşın altındaki 150 çocukla başlayacak yürüyüşe her şehirde yeni çocuklar eklenecek. Çocuklar Ankara'da hak taleplerini Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Yaşar Okuyan'la TBMM Başkanı Yıldırım Akbulut'a iletecek. Yürüyüşün amacı İşçi örgütleri, yürüyüşün amaçlarını, 'Çocuk işçiliği konusunda kamuoyunun duyarlılığını artırmak, konuyu ulusal gündeme getirmek, başta ILO 182 sayılı En Kötü Biçimlerdeki Çocuk İşçiliğinin Yasaklanması ve Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Acil Eylem Sözleşmesi olmak üzere uluslararası sözleşmelerin onaylanması, onaylanan sözleşmelerin ulusal mevzuata aktarılması, çalışan çocukların koşullarının iyileştirilmesine ve giderek de çocuk işçiliğinin tamamen silinmesine yönelik sosyal politikaların uygulamaya sokulması' olarak sıralıyor. Hak-İş Basın Müşaviri Aydın Ünal, Hak-İş ve Gündem adlı dergide kaleme aldığı 'Bu
KAOS GL 4 / 12
Çocuklardan Haberiniz Var mı?' başlıklı bir yazıda şöyle diyor: "Gaziantep'te sanayide çalışan çocukların yanı sıra çok sayıda sokakta çalışan çocuk vardı. Sokak çocukları diye adlandırdığımız bu çocukların, aç, sefil, eğitim ve terbiyeden yoksun, ümitsizlik ve gelecek kaygısı içindeki muhtaç çocuklar olduğunu biliyorduk. Kimyasal madde bağımlılığının bu çocuklar arasında yaygınlaştığını da biliyorduk. Ama bu çocukların ağır bir cinsel taciz altında olduklarını duyduğumuzda neye uğradığımızı şaşırdık. Hatta bazıları çaresiz kaldıklarında bedenlerini satıyorlardı." Altı çalışandan birisi çocuk Uluslararası sözleşmeler, insanların 18 yaşına kadar çocuk olduğunu kabul ederler. Türkiye'nin de onayladığı ILO sözleşmesi gereğince ülkemizde 15 yaşın altındaki çocukların çalıştırılmaması öngörülmektedir. Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE) verilerine göre, ülkemizde çalışan her altı kişiden biri çocuktur. Ülke genelinde 4 milyon çocuk çalışmaktadır. Günde 20-30 kişi iş kazası geçirmekte, bunlardan biri hayatını kaybetmektedir. 250 bin çocuğun sokaklarda yaşadığı tahmin edilmektedir. 8 milyon çocuk yoksulluk sınırı altında bulunmaktadır. Çıraklık Eğitim Merkezi'ne gidenlerin dışında kalan çocuklar sigortasız çalıştırılmaktadır. Çalışmaları nasıl önlenir? Hak-İş önerileri şöyle sıralıyor: "Terör durdurulmalı, terörü doğuran nedenler ile göç ve göçü doğuran nedenler ortadan kaldırılmalı. Gelir adaletsizliği sona erdirilmeli, kesimler arasındaki uçurumlar giderilmeli. Toplumsal dejenerasyona neden olacak politikalar derhal terk edilmeli ve aile yapısının korunması sağlanmalı. Eğitim sistemi, gelenekler, toplumsal yapılar, gelir düzeyleri dikkate alınarak ideolojilerden arındırılmalı, ideolojik reformlar yerine, geleceği planlayan bir eğitim reformu yapılmalı." (17 Nisan 2000, Radikal) DDD KİRALIK ÇOCUKLAR KARNE BEKLİYOR! Sinop'ta ailelerince kiralanan çocuklar, karne gününü bekliyor, ama tatil özlemiyle değil, gelecek kaygısıyla Orta Karadeniz'deki yoksul dağ köylerinde yaşayan ailelerin ilköğretim çağındaki çocuklarını her yaz belli bir bedel karşılığı tarla ya da sürü sahiplerine kiralamalarını önlemek için Sosyal Hizmetler Kurumu'nca dağıtılan 22'şer milyon lira aylık çözüm olmadı. Parayı az bulan aileler çocuklarını yine kiralayacaklarını, ancak tepkilerden çekindikleri için teslimatı çocuk pazarında değil köylerinde yapacaklarını söylüyor. Aileler, "Herkes bizi kınıyor ama, çocuklarımıza bir silgi alacak paramız dahi yok, bu dikkate alınmıyor" diyor. Sinop'un Durağan ilçesine bağlı 16 dağ köyünün sakinleri, bu yıl da öğrenimlerini sürdüren 11-14 yaşlarındaki çocuklarını, karnelerini aldıktan sonra kiralık verecek. Çorakyüzü Köyü'nden Hasan
Bozkurt, Samsun'un Bafra ve Alaçam ilçelerindeki pazarlara bu yıl çocuk götürmeyeceklerini belirterek, "Polis bizi engelliyor. Bu nedenle arazi sahipleri köylere gelip çocukları teslim alacak" dedi. 11-12 yaş grubunu dört aylığı 450 milyon, 1314 yaş grubunu da 600 milyon liradan kiralayacaklarını belirten Şaban Cingöz de, herkesin kendilerini kınadığını ancak çocuklarının en basit ihtiyaçlarını dahi karşılayacak durumda olmadıklarını belirtip, "Paramız olsa, evlatlarımızı kiralık verir miyiz?" diye konuştu. Sinop Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü'nce 117 aileye her ay verilen paranın yetersiz olduğunu söyleyen Çorakyüzü Köyü Muhtarı Hilmi Kordon, "Devletin parasal desteği artırılırsa, konu çözülür" dedi. Köy sakinlerinden Mustafa Akkaya ise, para vermek yerine, çocukların da çalışabileceği tarım ilgili bir kooperatif veya hayvancılıkla kurulmasının daha doğru olacağını söyledi. Sinop Valisi Selahattin Başar da ailelere ödenen paranın 50 milyon liraya çıkarılmasını istedi ve çözüm için bölge yatılı okullarına ağırlık vereceklerini söyledi. (16 Mayıs 2000, Radikal) DDD 470 BİN 'ÇOCUK-KADIN" 1. Ulusal Çocuk Kongresi, "Ulusal Çocuk Raporu"nun hazırlanması amacıyla çalışmalarına başladı. Devlet Bakanı Hasan Gemici, 18 yaşın altındaki ise evli kız çocuğu sayısının 470 bine ulaştığını belirtti, "Evliliklerin yüzde 20'si nikahsız. 12-14 yaş grubunda evli 10 bin kız çocuğu bulunuyor. Bunların da bin 400'e yakın çocuğu var. 14-17 yaş grubundaki evli kızların sayısı ise 460 bin" dedi. Ankara Barosu Çocuk Hakları Komisyonu Temsilcisi Türkay Asma ise, çocukların sorgusunun CMUK'a aykırı biçimde polis tarafından yapıldığını, çocukların işkence ve kötü muamele gördüğünü belirtip savcılıkların uyarılmasını istedi. (21 Nisan 2000, Radikal) DDD ANNELER DAYAKTAN YANA Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu'nun 'Türkiye'de çocuk eğitimi' konulu, 61 ili kapsayan araştırması, annelerin dayağı bir eğitim yöntemi olarak gördüğünü ortaya koydu. Araştırmadan çıkan sonuçlara göre, ailelerin yüzde 45'i, satın alınacak giysi seçiminde çocuğun kararını dikkate bile almıyor. Yüzde 54'ü, çocuk çağrılarına uymadığında sert tepki gösteriyor. Ailelerin yüzde 75'i "Dayağı bir eğitim yöntemi olarak görüyor musunuz?" sorusuna "Evet" yanıtını verdi. Çocuklara uygulanan cezalar şöyle: Tokatlamak, şiddetle azarlamak, ağzına biber sürmek, yüzde 30; sevdiği arkadaşından, oyundan ve geziden yoksun bırakmak, yüzde 18; oda, kömürlük gibi yerlere hapsetmek, yüzde 15; kötü sözler söylemek, bağırmak, yüzde 13; babaya şikâyetle tehdit, yüzde 8; ağır bir iş yaptırmak, yüzde 8; defterini yırtan çocuğa defter almamak gibi cezalar, yüzde 5;
darılmışlık izlenimini verip bir süre konuşmamak, yüzde 3. (22 Nisan 200, Radikal) DDD SAVCILIKTA ÜÇ 'FİDAN' Baklava çaldıkları gerekçesiyle hapis cezasına çarptırılan, top oynarken cam kırdıkları için mahkemelik olan, öğretmen istedikleri için 'çete kurdukları' iddia edilen çocuklardan sonra 'suç işledikleri için' savcı karşısına henüz bebek yaştaki çocuklar da çıkarılıyor. 3, 5 ve 7 yaşındaki üç 'fidan' fidan aşılarını söktükleri için savcılığa sevk edildi. Adana'da, yaşları 3, 5 ve 7 olan üç çocuk, fidan aşılarını söktükleri gerekçesiyle, bahçe sahibi tarafından şikâyet edilince, kendilerini adliyede buldu. Adana Adliyesi Suçüstü Savcılığı'na getirilen 3 yaşındaki H.B., 5 yaşındaki ağabeyi A.B. ve 7 yaşındaki arkadaşları H.A. savcılıkça ifadeleri alınmadan serbest bırakıldı. Hadırlı Köyü'nde, portakal bahçesine giren üç küçük, bilmeden fidan aşılarını sökünce, bahçe sahibi Kerim Sabas tarafından jandarmaya şikâyet edildi. Savcılığa çıkarılan çocuklar, savcının '12 yaşından küçüklerin ifadelerinin alınamayacağı' yolundaki görüşü üzerine serbest bırakıldı. İki kardeşin babası Fadıl Bulut, "Bu çocuklar ekmek demesini bilmezken, buralara kadar getirilmeleri hayret verici. Şok geçirdik" diye konuştu. (25 Mart 2000, Radikal) DDD SON LOLİTA 13 YAŞINDA 'Lolita' rüzgârı son birkaç senedir sinema ve moda dünyasında ağırlığını hissettiriyor. 'Amerikan Güzeli' adlı filmde olduğu gibi Türkiye'de de lolita modası Duygu Dikmenoğlu ile başladı. Duygu 'Elite Model Look Turkey' birincisi olduğunda 14 yaşındaydı. Ondan sonra manken ajansları lolitaların akınına uğradı. Son lolita Erberk Ajans'ın mankeni 13 yaşındaki Simge Güner. Makyaj yapıp kadınsı kıyafetler giydiği zaman manken ablalarından hiç farkı kalmıyor. Daha çok küçük olduğu için henüz boyu ve kilosu yerine oturmamış. Ama birkaç sene sonra Duygu'yu bile sollar. Bundan hiç şüphem yok. (1 Nisan 2000, Posta, Bekir Saçar)
KAOS GL 4 / 13
Elbette Kaos GL' nin 3. sayısını gördüm. Zaten her aldığım dergiden 2 ay sonra sık sık Pandora'ya ve Mefisto'ya uğrayarak yeni derginin gelip gelmediğini kontrol ediyorum. Fakat bu sefer gördüm ama algılamakta zorlandım. Dışındaki zarfı görünce anlam veremedim önce, hemen zarftan çıkarıp bakınca durumu anladım. Bu oldukça canımı sıktı. Hele kapakta yer alan küçüklere zararlıdır ibaresi beni iyice çileden çıkardı. Hemen zarfı çıkarıp yırttım. Evet!!! çocuklara heteroseksist değerleri benimsetebilmek için eşcinselliğin kendi öz kimliğini açıklamasına, kendi konteksini tanımlamasına izin veremezler. Heteroseksist asimilasyonu sağlayabilmek için sadece kendi oluşturdukları gerçeklerden ve düşünce yapısından temelini alan söylemi geçerli kılmak istiyorlar. Ne yazık ki, toplum olarak çoğu şeyde olduğu gibi çağdaş anlayışı, çağdaş düşünce yapısını ve çok sesliliği bir türlü içselleştiremeyip sadece kalıplar halinde aldığımız için, olayları normların, dogmatik ve etik açının dışında değerlendirebilme yetisine kavuşamadık. Daha doğrusu kavuşamamış olanlar var. Etnosentrik yaklaşım insanlarımızın genel özelliği maalesef... Eşcinsellik hakkında yaygın olan genel olumsuz görüşe destek olan bu anlamsız ve haksız uygulama karşısında yasal mücadelenizi destekliyorum. Bu arada geçtiğimiz pazar Lambda grubunun toplantısında bir arkadaşın tepki için önerisi oldukça kafama yattı. Kaos GL'nin herhangi bir kapağını ve ya logosunu t-shirte bastırmak... Dergiyi zarfa koyabilirler ama bizi koyamazlar değil mi??? Ya da bizi parmakla gösterip "bak çocuğum bu insan küçüklere zararlıdır" mı diyecekler???
ASUDAN *** KÜÇÜKLERE YARARLIDIR! Deveye sormuşlar: "Neden boynun eğri" diye. Deve de: "Ha ha ha!... Herhalde ayol" demiş... diyerekten, mizahi bir şekilde başlamak istedim nedense... Kaos GL'nin, zarflar içinde müstehcen ve küçüklere zararlı(!) absürdlüğünü, bizlere yaşatmak durumunda bırakan, Başbakanlık Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu yetkililerine, aklıma hemencecik gelebilen, birkaç sözüm olacak... Mutlu, hiperaktif, zeki, mahallenin Ömerciği, ağaçlara tırmanan, çok da iyi futbol oynayan, hiç kadınsı olmayan, cinsellikte ama dişiliği yeğleyen, "Çalıkuşu misali bir çocuktum... Çocukluğum bir Ege kasabasında geçti. O zamanlar Yeşilçam çıkmazı nedeniyle, Arzu Okay, Aydemir Akbaş, Zerrin Egeliler, Kazım Kartal v.s. gibi sanatçıların rol aldığı seks filmi furyası vardı... Altı ya da yedi yaşlarındaydık ve akranlarımızla o tip sinemalara rahatça girebiliyorduk... Hem de
KAOS GL 4 / 14
körpecik vücutlarımızı mıncıklamaya çalışan, kocaman amcaların yanına oturaraktan... Ha ben o yüzden eşcinsel değilim, zaten eşcinseldim. O zamanki grup arkadaşlarımızın (yani bu tür olaylara maruz kalan) bir çoğu şu günlerde çok mutlu bir hetero hayat sürmekteler... Yani bu zenci ya da sarışın doğmak kadar doğal ve insana ait... Sonra Bulvar, Tan v.s gibi gazetelerin, yıllardır, uluorta gazete bayilerinde artı bir ton porno dergilerin sahaflarda satışa sunulduğu ve resimlerinin yanına o koca puntolarla atılan (ayıp bile sayamayacağım) iğrenç ve seviyesiz yazıları minik kardeşlerimiz görüp, okumuyorlar mı?... Yine televizyondaki o çook sayın(!) yorum habercilerinin, abartı üstü, korku filmlerini hiçe sayacak, haber yorum ve görüntülerini izlemiyorlar mı?... v.s. Küçüklere zararlı milyonlarca şeyin olduğu bu ne idiğü belirsiz sistemde, Kaos GL çalışanlarının, bin zorlukla oluşturduğu ve gün begün, artık edebi bir stile de yakışır vaziyet alan derginin, bizi bu ucuz seviyesiz ortamda ayakta olmamızı sağlayıp, umutlandırdığını, Muzır cacık-yoğurt yetkililerinin unutmaması dileğiyle... Sonuç olarak; insan eşcinsel olmaz EŞCİNSEL DOĞAR... Yani minik kardeşlerimiz adına kaygıya gerek yok... N. Hikmet'in dediği:"ben babamdan ileri, doğacak çocuğumdan geriyim" gibi... Onların pırıl pırıl yürek ve beyinleri, yine onları korumaya çalışan eski ve küflü fikirlerden, inanın birkaç gömlek daha üstündür...
EZGİ *** Öncelikle elbirliğiyle kotarılan ve eşcinsel bireylerin kurtuluş timsali olan Kaos GL'nin yayın hayatının daim olması dileklerimi iletmek istiyorum. Dergimiz Kaos GL'nin son sayıda uğramış olduğu yanlı tutumu, Türkiyeli eşcinsel harekete yapılmış bir saldırı olarak addediyorum. Ancak bizim gibi kültürel seviyesi yüksek ve kendi dallarında uzman eşcinselleri yıldırmanın, özellikle iki binli yıllara gelinmiş bu günlerde mümkün olmadığının da bilincindeyim... Bu davaya gönül veren herkesi demokratik platformlarda protestoya davet ediyorum...
AGATHADAIMON *** Bu olayı eleştirme amaçlı İnternet'te bir şeyler yaratalım. Mesela Türk Telekom'u eleştirmek için bir ara bir sayfa yapılmıştı. Benzer bir şeyler yapalım... Biz boş durmayalım. Gey ve lezbiyen web tasarımcıları bulalım; birleşelim; eğer tepki vermezsek (Herkesin haberi olmazsa bu tepkiden yani açık bir şeyler...) böyle gider...
MEMS
Her ne kadar ilk ortaya çıktığı yıllardaki kadar kamuoyunun gözüne batmasa da hâlâ icraatlarına aynı kafayla devam eden muzır kurulunu biliyorsunuzdur. Bizleri bunaltan o kadar kurum varken 12 Eylül sonrası ortaya çıkartılan bu kurum insanı canından bezdirir hale gelmişti. Ne varki Türkiye’nin sürekli gündem değişiklikleri yaşamasıyla da son 1-2 yılda göze batmamaya başlamıştı.
Dile getirilmese bile var. Yokmuş gibi davranmak sonucu değiştirmiyor. Bu kitap herkesin okuması için tavsiye edilmesi gerekirdi aslında. “Bunları neden sadece ben yaşıyorum?” diyen nice insanın tek olmadığını görmesi için, böyle olayların gerçekten var olduğunu, belki de kendi çevresinde “sorunlu” bir çocuk olarak bilinen bir küçüğün aslında mağdur biri olabileceğini anlayabilmesi için...
Muzır kurulu! Bir kere zihniyet iğrenç bir zihniyet, çelişkili bir zihniyet. Küçükleri koruma amacıyla hareket eden bu kurum yasaklarla nasıl bir koruma sağlamayı düşünüyor acaba? Aile gibi kutsanan bir kurum küçükleri koruyamıyorsa, ne menem bir şey olduğu belli olmayan bu kurul mu koruyabilecek küçükleri? Durum gerçekten çok acı, çok vahim. Ancak zamanında ve bir çok kez bu kurul tartışıldığı için (ne değişti peki?) bu yazıda muzır kurulunu tartışmayacağım. Son günlerde okuduğum “Pamuk Prensesin Ölümü” adlı kitabı "muzır" bularak poşete sokturan bu zihniyet, gerçek hayattaki aile içi cinsel tacizlerin üstünü hangi poşetle örtmeyi düşünüyor?
Ama Hayır! Yasaklama güdüsüyle hareket eden tüm kurumlar gibi M.K. da gerçek yüzünü bir kez daha gösteriyor. Öncelikle poşete sokuyor kitabı. Yahu neden? Çocukların kitabı karıştırıp terbiyesinin bozulmaması (aslında aileye olan güvenin yıkılmaması) için(mi?). İyi de ben hiçbir kitapçıda kitap karıştıran çocuk görmedimki. Zaten tv. karşısından, bilgisayar oyunundan başını kaldırıp da kitap okuyan kaç çocuk var? Ya da küçük yaşta çalışmak zorunda olan çocukların kaçı kitap okuyabiliyor? Ve de bu kitabı okuyup kendini böyle durumlarda suçlama yerine korumayı öğrense fena mı olur?
Efendim, Jeanne Cordelier bir masal anlatmış. Sel Yayıncılık da bu masalı Türkiye’de yayınlamış. Doğrusu Pamuk Prenses ibaresini görenler inanıp da masal kitabı diye bu kitabı alacak değil, geceleri çocuklarını uyuturken bu kitabı okuyacak değil ama birilerinin (bu birilerinin ne kadar kalabalık olduğunu bir bilseniz...) içi yine de rahat etmemiş, kitabın poşete sokulması ve de hakkında dava açılmasını istemiş. Çünkü kitabın kahramanı küçük kız en yakınlarının taciz/tecavüzlerine maruz kalıyor. (M.K.na göre bu taciz/tecavüz okurları tahrik edecektir.) Çünkü küçük kız yakınlarının cezaları, ihmalleriyle örseleniyor. (M.K.na göre bu örseleniş aile kurumunun kutsallığına gölge düşürecektir.) Aslında Türkiye’de zaten aile içi taciz/tecavüz olmazken (bir kaç milyon istisna kaideyi bozar mı sandınız?) böyle bir konuyu işleyen bu kitabın Türkçe’de işi ne; değil mi? İşin gerçeği, bu kitaptan tahrik olmak ancak M.K.ndakilerin becerebileceği bir fazilet olsa gerek. Düşünün ki bu küçük kız, hastalığı bir kurtuluş olarak görüyor, öylesine acı çeken biri. Düşünün ki kendisine zarar verenleri yok edeceğine inandığı bir salyangoz ordusu yetiştiriyor, öylesine öfke dolu biri. Duygularını anlatıyor bize, yüreğimiz burkularak okuyoruz. Taciz/Tecavüz olayları ise sadece gerçekler olarak geçiyor; iki üç cümleyle. Kitabı okuyup bitiriyorsunuz. Ama aile içi tecavüzler bitmiyor. Var. Dünyanın her yerinde.
Evet, küçük kızın Pamuk Prensesi yok artık. Ölmüş durumda. Ne masumiyet ne de güven kalmıştır çünkü. Şüpheli bir ölüm bu. Ben bu ölümde M.K.nun da parmağı olduğundan şüpheleniyorum. Onlar nice Pamuk Prenses’i korumak adına öldürüyorlar. Kapak konumuzda “Beyninize Sahip Çıkın” dedik. Başkalarının beynimizle oynamasını istemediğimizi belirttik. Doğrusu beyin tamirine meraklı bilimcilerin, “beyin arızalarını” gidermek için söz konusu zihni-yet sahiple-rinden işe başlamasını istiyorum; eğer gerçek-ten amaçları güzellikler yaratmaksa. Çünkü bunların beyinleri donlarının içinde. Kafalarına yerleştirilmeleri için beyin ameliyatı yapmalarına bir itirazım yok.
Atilla KARAKIŞ Bu yazıyı Kaos GL'nin Ağustos 1995 tarihli 12. sayısından aktarıyoruz. Bu kitap daha sonra poşetten çıkarılmıştır.
(…) Masanın üstünde anne. Yemek yediğimiz masanın üstünde. Bütün pislikler masada çıkıyordu anne, sen alışveriş yaparken. "Arala bacaklarını," derdi babam. "Rahibeler duadan başka ne öğrettiler?". Ve sen çarşıda gün geçtikçe daha çok zaman harcadığından, bir pazar, mutfak masasının üstünde en büyük aralamayı yaptım. Yürüyüşümün değiştiğini farketmemiştin bile. Bana bakmıyordun artık. Gerçekte, bütün gerçeği sana bugün söylesem neye yarardı? Bir çocuğun dilinden anlamasını bilmediğine göre, körsün. Bana vurduğunda gözlerinin içinde bunu görebiliyordum. Bunun için bakışlarımı indirmemi istiyordun. (…) Babam neden bunu yapıyor? Annem neden izin veriyor? Sanki tahtaya şunları yazsam ne olur? "Babam oramı elliyor. Sınıfta kaç kişinin oraları artık kendilerine ait değil?"
KAOS GL 4 / 15
Dönersek Bir Vakit Mitologyanın Sarı Sayfalarına-4
AGATHADAİMON ...
1
ey Agathadaimon ! "havanda su dövmek" denilen bu muydu yoksa... sen çıkarırken; tanrıları - tanrıçaları sarı sayfalar arasından gün ışığına, inançlı bir arkeolog edasında, sunarken antikitenin2 öyküsünü gününün insanlarına "rehber olması" umusuyla, bir MUZIR sözcüğüdür tutturulmuş gidiyor bu coğrafyalarda... (...) ağır geliyor biliyorum üzerimize geçirilen poşetler kan ağlıyor görüyorum bin yılları aşıp gelmiş ihtiyar öyküler (...) keşke hiç çıkarmasaydık onları kil tabletler içinden keşke hep kalsalardı yerlerinde kirlenmeden (...) ey Agathadaimon! iki bin yıllık fitne kaldırdı yine kargısını üzerimize, sözcükler bile yetmiyor kinlerini dindirmeye (...) sesleniyorum buradan Olympos'un hakanlarına "tüm lanetlerinizi" yollayın bu insafsızların bağrına ... İPHİS MİTİ (tüm dünya transeksüellerine...) "ben değilim! ben olamam bu karşıda duran etim, başka ezgileri fısıldarken içimde saklı asıl haykırışlar" TANRIÇA İSİS3'E tenlerle tinleri örtüştürdün düşlerle gerçekleri öpüştürdün selam sana güzel tanrıça methiyelerimiz hep kutsal ışığına ... düştüğümüz bu "fitne" çukurunda onlarca İPHİS var ellerini sana uzatan kainatın ulu anası! lütfet bir kez daha çıkar onları da aydınlığa ... tapınaklarının yolunu arşınlayamayacaklar belki, belki altarlarına4 adaklar da sunamayacaklar ama yüreklerinde taşıyacaklar -eminimadını ve ardındaki sonsuz rahmeti ***
KAOS GL 4 / 16
"masmavi Arşipel'in5 tanrısal güzellikteki oğlu Girit'ten bir öyküyü dile getirir eskiler. binlercesinin içinden salınıp gelen bu söylen kıvılcımlar çoğaltır nice gönüllerden" Giritli LİDGOS ile TELETHAUSA muhteşem bir düğünle dünya evine girdiler... Bir vakit sonra Telethausa, kocasına bir çocukları olacağının müjdesini verdi. Lidgos bu habere çok sevindi ve önüne gelen herkese oğlu olacağını duyurdu. Kocasının erkek çocuğuna olan merakı Telethausa'yı rahatsız etmekteydi. Çünkü anne karnında bir ceninin cinsiyetini kestirmeye kalkmak, tanrıların işine karışmak anlamına gelmekteydi. Talihsiz kadın; bir gece rüyasında tanrıça İSİS'i gördü. Ve İSİS ona, karnındaki çocuk kız da olsa erkek de olsa doğurmasını ve büyütmesini emretti. Kan ter içinde uykusundan uyanan Telethausa, görmüş olduğu bu rüyayı kötü gidecek bir sürecin alameti olarak yorumladı. Eşinin kendini bilmezce takındığı tavır, anlaşılan tanrıları iyiden iyiye kızdırmıştı... Dokuz ay sonunda beklenen doğum gerçekleşti! Çiftin bir kız çocuğu olmuştu. Telethausa bu durum karşısında ne yapacağını şaşırdı. Öyle ya Lidgos hem kendine hem de dostlarına oğlu olacağını telkin etmişti... Kederli anne, İphis adını verdiği çocuğunu bir erkek gibi yetiştirmeye karar verdi. Çevredeki herkes İPHİS'i erkek olarak tanımaktaydı. İphis, ergenlik çağına geldiğinde İanthe adında bir kıza aşık oldu. Çocukluğundan bu yana bir erkek gibi yetişen bu kızcağızın hemcinsine aşık olması çok doğaldı. Evlenmeye karar veren çift ilişkilerini Telethausa'ya açtılar. Bu birlikteliğe şiddetle karşı çıkmak zorunda kalan annenin çabaları sonuç vermiyordu. İphis ve İanthe birbirlerini delice sevmekteydiler. Aciz olduğunu anlayan Telethausa, tanrıça İSİS'ten yardım istedi. Bu kederli anneye acıyan İSİS ise Lidgos'un yanlış tutumlarını affetti ve bir hamlede İPHİS'i yakışıklı bir delikanlı haline getirdi. Artık hiçbir engel kalmamıştı... Çift mutlu bir birliktelik yapacaklarına dair ettikleri yeminle evlendiler ve çok mutlu yaşadılar. 1. 2. 3. 4. 5.
Agathadaimon: Antik yunan mitinde Lütuf tanrısı Antikite: Antik çağ İsis: Antik yunan mitinde bereket tanrıçası Altar: Sunak Arşipel: Ege denizi
agathadaimon@hotmail.com
Uyarı: Bu kaşınmalarım beynimin, düşüncelerimin kaçınmasıdır. Tamamen kendi kendime kaşınmamdır. Yazdıklarımdan kimse kaşınmasın. I Eğitim alanında hani şu "geleceğin büyüklerini" yetiştirenler arasında bir sürü eşcinsel var. Bu muzır neşriyat dergiyi okuyan kendini eşcinsel tanımlayan bir sürü eğitimci var. Dergiyi sakıncalı görüp muzır neşriyat diye sözde küçükleri korumaya çalışanlar o sakat mantıklarıyla bir düşünseler, görmezden gelip, yok saydıkları eşcinsel eğitimcilerin her birinin ortalama 30 öğrenciyle haşır neşir olduğunu... Herhalde Kaos GL dedikleri kadar bile olsa yaptığı tirajla kaç küçüğü-genci "doğru yolundan" çevirir. Ama bir eğitimcinin etkisi daha büyük olmaz mı? Sorun da burada zaten, insanın içinde olmayan bir şeyi ortaya çıkaramazsınız. Kişi, eğitimci ne kadar eşcinselliğiyle barışık da olsa, öğrencilerini eşcinsel yapamaz, bir derginin yapamayacağı gibi. Belki en fazla çaktırmadan önyargıları kırmaya çalışır. Koysunlar Kaos GL'yi poşete. Korumaya çalışsınlar yarının büyüklerini. Kaos GL yokken de, eşcinsel eğitimcilerin çoğu kendini keşfetmediği zamanlarda bile yarının bir çok büyüğü kendini zor da olsa keşfediyordu. Bundan sonrada bu böyle devam edecek, bence. II 20 seneyi aşkın yaşadığım şehirde güneş en son binaların son katlarını, çatılarını terk edip çekilirdi uykusuna. Burada ise ilk önce doğanların... Bu küçük yerleşim yeri şehir kaçkınlarının "bir tatlı huzur almaya geldik" türünden bir rahatlama vermiyor bana. Komik ama ben şehrin gürültüsünü, işini, kirini, kalabalığını özledim. 5-6 ayda oturduğum şehrin çoğu erkek suratı olmak üzere birçoğunu tanıdım, tanıtıldım. Oysa bunu belirleyen ben değilim. Şehirde böyle mi? En fazla apartmanı, sokağı tanır, görmek istemediklerimi görmezdim. Bunu da güneşin ışıkları apartmanların son katlarını terk edeli hayli zaman olunca gelerek yapardım. Burada yaşam sabah 7'de erkek kalabalığının kapalıaçık kahvelerde oturmasıyla başlıyor. Yaz tarifesi olduğu için akşam, erkek kalabalığının mide gurultularını dindiremeyeceklerini anladıkları akşam 5-7 arasına kadar sürüyor. Ben akşamı bir bundan, bir de dağlara son ışıklarını yollayan güneşle anlıyorum. III Düşünüyorum, bu kadar hemcinsleriyle vakit geçirmeyi seven bir toplumda ve özelinde burada hiç eşcinsel yok mudur? Birbirlerinin gözlerine bakıp "12 saatini geçirdiğim şu hemcinslerimle neden günün diğer saatlerini de geçirmeyeyim?" diyen var mıdır? Gerçi kara yağız, ataerkiliği sapına kadar hisseden bir Anadolu delikanlısının, kadının payına düşürülen ev içi emeği üretirken, paylaşırken düşünebiliyor musunuz? Bunlar düz bir mantıkla sırf bu yüzden heteroseksüel olmaya mahkumlar. IV Yakın dost ve arkadaşlarıma coming-out'umu yapalı 1 seneyi çoktan geçmiş. Daha doğru çok net söyleyeli.
Ne kadar anlayışla karşıladılar hepsi. Bu kabulleniş beni sevdikleri içindi belki de. Ama doğal olmayacak kadar gerçekti davranışları. Sonraları hepsi kendini söyle bir yokladı "Acaba ben de öyle miyim?" diye. Zaman geçtikçe farklı davranışlar geliştirdiler. Artık kendilerinin öyle olmadığının farkında olarak. Kimisi yakın arkadaşlarına gereksiz zamanlarda söyleyerek "bak benim farklı bir arkadaşım var, çünkü ben farklıyım" egosunu tatmin etti. Kimi görmezlikten gelip, böyle bir gerçekliğim yokmuş gibi davrandı. Ne sevgilimi ne de ilişkimi çok ciddiye aldılar. Dışardan romantik kadın dostluğu gibi algıladılar. Sonuçta bildik anlamda, sanki ilişkinin tek gerçekliği gibi düşünülen düzüşmek yok. Bana kimse "nasıl yapıyorsunuz?" diye sormadı da. Daha yeni yeni normalleşiyor her şey, doğallaşıyor. Eskiden erkek arkadaşlarımı kabullenmelerini isterdim, beklerdim şimdiyse ilişkimi ve biçimini... Ne garip bazısında tuhaf bir kayıtsızlık hâlâ var. Ben doğalında yaşıyorum her şeyi ve mutluyum, gerisinin canı cehenneme... V At gözlüğüyle dünyaya bakmaya alıştırılmış ve içselleştirmiş olan kadınlar, bu gözlüğü çıkarınca hayatlarının aslında kendilerine ait olmadığını görecekler. Genelde erkekten yana düşündüren ataerkiliği fark edeceklerdir. Sistem de, erkekler de bunu istemiyor zaten. Bu yüzden feminizmi çok seviyorum. Çoğu "izm" gibi yalnız gelecekten bahsetmiyor. Yaşamı geçmişten ve gelecekten kopmadan şimdisiyle de yorumluyor. Feminizm çeşitliliği onun asıl gücünü oluşturuyor. Sektör yanı yok. At gözlüğünü çıkartıp, kadın bilincini taktırıyor gör diye. Tabi isteyene. Feminizmle değişirken çevreni de değiştiriyorsun. En güzel yanıydı bence bu. Çoğu kadın özellikle hetero evli çektiği sıkıntılardan, erkeğinin "erkekliğinden" şikayet eder, durur. Ama sırf şikayet der. Çok azı gücünü toplayıp, yaşamını değiştirmeye çalışır. Ama bir düşünürün kuramcının dediği gibi (yaklaşık olarak dediği gibi) "Şimdiye kadar diğer filozoflar yaşamı yorumlayıp, anlamaya çalıştı. Ama ben değiştirmeye çalışıyorum." İşte feminizmde yaşamı hem anlayıp hem yorumlayıp en önemlisi değiştirmeye çalışıyor. En azından kişi bazında. VI Yaşadığım yerde kadın sorununu öğrenmeye istekli bir kadın arkadaşım var. Okuduğum kitapları görünce o da okumak istedi. Ona çeşitli konularda (bekaretten, cinselliğe, evliliğe kadar geniş, bir yelpazede) çeşitli kadın yazarlarının söylediklerini derleyen "Kadının Gizli Dünyası" adlı kitabı verdim. Bu kitabın derleyeni erkek ve günahı boynuna zannedersem hetero bir yazar. Koskoca kitapta sırf erkeklerle ilgili bir sürü kadın sözleri varken, kadının eşcinselliğine dair iki söze rastladım. Koca bir bölüm ayrılması gereken ve kitabın içinde bir sürü lezbiyen yazar varken, yazarımız sanırım hetero bir körlük içine girmiş. Kadınların sanki tüm derdi erkekler. Neyse.
Dicle F.
KAOS GL 4 / 17
Arkadaşım kitabı okurken (çünkü en önce heteroluğu içinde erkeklerin konumunu anlamalı naçizane görüşüme göre) bana "Toplumsal erkeklik hatta erkekler bu kadar olumsuzlar ise, biz ne
PEGASUS'UN YANIŞI güneşin doğuşuyla başlayan şarkılar bir yokluk tınısıyla koynuma uzanırlar hiç umulmayan bir sarsıntı başlar boy gösterir bilgelik yeniden bu benim yüzüm mü derim ben kendime ait saatsiz bir evde zamana küs karıncalar beslerim sen susmalısın der susmalısın uçuruma tutunan bir çınarın dalındaki o hiçlik oysa benim daha söylenecek sözlerim var o mükemmel kuşlarına tarihin bildiğim bir şey daha var geç kalıyorum her geç kalışta batıyor o kırmızı gemi yeniden derin soğuk sulara sokaklar ıslanıyor gözyaşlarıyla bulutların çingeneler ıslanıyor sokaklarda yapayalnız her çingenedeyse bir sır saklı değil midir değil midir yalan her şeyi yıkıp bir ihtişam yaratır bilinçaltlarında değil midir her cinayeti bilinçaltlarının kendince yanan korku ormanlarıdır yavaş yavaş usuldan ve yalnızca tanrı'ya aldanan size sesleniyorum siz büyük gerçekler adına katı bir tinin fanusunda kendinizi yakardınız büyürdü alevleriniz saklanırdı alevleriniz kimsesiz çocuklar mezarlığına sonra kristal bir gecede aynanın derinliklerine inip koşardınız cinnetinizi alıp arkanıza ulaşırdınız koyu bir orgazma elleriniz kaskatı ellerinizde kan boydan boya koca bir kenti kuşatan yoruluyorum artık zaman artık derin bir uyku gözlerim mevsimlerin silinmiş sarısı inanmıyorum duymuyorum görmüyorum kaç yıldız vardır bu alemde kaç yıldız söner kaç yıldız doğar ben miyim bu pegasus'un yanışı bilmiyorum
Can Uğur
KAOS GL 4 / 18
yapacağız" dedi. VII Ne soru ama, hadi Dicle F. cevapla şimdi! İçimdeki ben "Zaten sorun burada bence. Bence heterofeministlerin açmazı bu. Hem erkekler için o kadar at, tut, konuş, davranışları hoşuna gitmesin hem de onlardan vazgeçme. Sanki onlar (hetero-feministler) hemcinslerine aşık olamayıp, sevemeyecek kadar aşağı görüyorlar. Şükür ben onlardan biri değilim. Ataerkiyi, erkelerin konumlarını, çıkarlarını görüyor ve hâlâ eleştiriyorum ve onlardan vazgeçip kendim gibi olanları seviyorum. Ama hetero-feministler bir yandan çıktı çıkana kadar adamları eleştirip, bir de duygusal cinsel bağlar kuruyorlar. Hadi diğer kadınlar bilinçsiz, sen en azından bu alanı biliyorsun o zaman onlarla işin ne? Hayatın bir sürü alanında mücadele edip, kamusal özel alanda bir şekilde ilişkiye geçiyorsun, bir de yatağına duygusal dünyana niye sokma ihtiyacı duyuyorsun, politik ol, lezbiyenliği seç!" diye söylerken içimden; Toplumsal ben'im "Her şeyin bir alternatifi vardır!" dedi. O kadın arkadaşım merakla "O nedir, peki?" dedi. Durdum ağzıma geldi söz, ama daha yeri zamanı olmadığını düşünüp "Boş ver" dedim. Oysa Anja Maulebent'in dediği gibi "Her kadın lezbiyendir, çoğu bunun farkında değildir." VIII Çoğu lezbiyen ilk aşklarını, kendilerini "heteroseksüel addeden"kadınlara duymuşlardır, ya da yaşamışlardır. Bu aşık olunan kadınlar; bu yoğun, belki daha önce görmedikleri, tatmadıkları aşk karşısında şaşıran, çoğu zaman bu nasıl bir şeydir, acaba nasıldır kendi cinsinle sevişmek diyerek en az bir kere olmak üzere bir şekilde ilişkiye girmişlerdir. (İstisnalar dışında) Nede olsa karşısında ki talepkâr ve lezbiyen olan o. Hem sonunda yine bir erkekle olacağına göre ve bir kere olacağı için, sadece denemiş oluyor?! Oysa bilmiyorlar ki bir kerede genelde hamile kalınır, kızlık zarı yırtılır. Böyle düşünüp cinsel ilişkiye giren hemcinslerimin aslında ton ton amca Özal döneminin çocukları diye düşünüyorum. Özal da zamanında "Anayasa bir kere delinse (ihlal edilse) ne olur ki?" dememiş miydi? IX Çevreme şöyle bir baktığımda genelde hetero olduğunu düşünen, ama eşcinselliğe meyilli ya da az da olsa kısa bir deneyimi olmuş kadınların lezbiyen kadın tipolojisi 'erkeksi kadınlar' olduğunu görüyorum. Galiba böylece, hem kadın yumuşaklığını hem de alışmış oldukları sertliği bulabiliyorlar. Bu erkeksi kadınlar da onlarda daha çok dişiliği arıyorlar. Düşününce bunun toplumdaki cinsiyet rollerinden çok da farklı olmadığını görüyorum. İki taraf da at gözlüğüyle çoğunlukla yaşama bakış içindeler. Yani davranışları sert olabilir ama beyin ve yürekte de sert erkeksiyse, gerçekten üzülüyorum. İçimden onları ağzına at yemliği takmak geliyor. Sevgilerimle. Kaşınmaya devam edeceğim.
Çok boyutluluğun heyecanından hoşlananlar için, ayrıca tarihselliğe ve tarihsel dönüşümlere ilgi duyanlar için insan cinsel yönelimindeki farklılıklar ve buna ilişkin psikolojik, nörobiyolojik, evrimsel, sosyal, kültürel ve politik hususlar çekici akademik araştırma alanlarından biridir. İnsanoğlu tarihin akışı içinde, çoğu zaman biri bir sonrakini hazırlayan büyük kavram dönüşümleri yaşadı. Bunlar, kavramların toplumsal olarak kurultulanışını (construction) ve toplumsal bilişi (social cognition) içeren yapısal ve dinamik değişmelerle spirallenmiş dönüm noktaları veya süreçleriydi. Örneğin, tarihin uzun bir diliminde kölelik olgusunu, diğer konularda zamanın en aydınlanmış birey ve toplum kesimlerinin bile çoğu zaman tartışma gerektirmeyecek kadar açık ve doğal bir toplumsal olgu ve köleleri de diğer insanlardan ayrı ve aşağı olarak kavramlaştırmış olmasına rağmen, zaman içinde yaşanılan büyük bir kavram değişimi sonucu artık bu konuda çok farklı düşünüyoruz. Bugün, psikiyatrlar olarak, on dokuzuncu yüzyılda Amerika Birleşik Devletleri'nde sorgulanmadan yaygın kabul görmüş ve bir zencinin kendini özgür (köle olmayan) yurttaşlarla bir görüşü ve sürekli olarak kaçma kuruntu ve saplantısı içinde oluşu olarak tanımlanan bir ruhsal bozukluk olan drapetomania'dan utanıyoruz. Tarih boyunca insanın toplumsal olarak kurultulanmış düşüncesinde benzer birçok büyük kavramsal ve tutumsal dönüşüme tanık oluruz. Bunlar arasında dünyamıza, güneşe, aya ve gezegenlere ilişkin anlayışımız; akıl hastalıklarını kavramlaştırışımız; kökenimize ilişkin görüşlerimiz; kadınları bireysel ve toplumsal olarak kavrayışımız; bireysel ve kitlesel insan haklarına ilişkin inanışlarımız da yer alır. Bir sevisel nesne tercihi veya yönelimi olarak öbürcinsellik (heteroseksüalite) ve onun ayna görüntüsü, yani aynıcinsellik (homoseksüalite) insan türünün bütün bir geçmişi boyunca evrimsel (hem biyolojik, hem de sosyal) dinamiklerle oluşmuş ve dengelenmiş olarak bir arada var olagelmiş olmasına rağmen, öbürcinsel çoğunluk ve onun kurum, kuram ve sözcüleri tarihin uzun bir diliminde kökleşmiş, sistemleşmiş ve dallanıp budaklanmış bir tarzda aynıcinsel karşıtı (antihomoseksüel) ve öbürcinselci (heteroseksüelist veya kısaca heteroseksit) tutumları ve örtük (veya açık) ideolojileri kurmuş, yaymış ve tutmuştur. Bunun uzun bir süre etkili bir şekilde sorgulanamamış ve düzeltilememiş oluşunun birden fazla nedeni vardır. Bunlar arasında, en başta, bu tutum ve ideolojilerin bireysel ve toplumsal psikoloji ve cinsel politika açısından savunucu (defansif) işlevler görüşü yer alır. Bu savunmayı gerektiren temel olguya homoseksofobi veya kısaca homofobi denilmektedir. Yani aynıcinsel karşıtı önyargılar ve ayrımcılık, akıldışı dinamiklerden köken alan bir sosyal korkuyla ve böyle korkulan nesnelerle ilişkide yaşanılan
yansıtma ve yansıtmalı özdeşimler yoluyla türeyen diğer olumsuz duygu ve bilişlerle (ör. Nefret ve hor görme) beslenir. Bu korku, en temelde, kendinin tam bir ayna görüntüsü olan ve bireylerin her zaman içten içe (bazen de kuvvetle ve açıkça) kendinde varlığını hissettiği, ama aynı zamanda da tam ve doğru olarak anlaşılmamış bir alternatiften ve bu alternatifin yol açacağı hayal edilen tehditlere inanıştan kaynaklanır. Örneğin, homofob bir bireyde açık veya örtük bir şekilde şöylesi akıldışı kanı ve inanışları buluruz: Kontrol ve baskı altında tutulmaz ve bir utanç kategorisi yapılmadan vazgeçilirse eşcinsellik (gey oluş) azınlık durumundan çıkıp bir salgın halini alacak, aile kurumu diye bir şey kalmayacak, eşcinsellik bildiği, duyduğu, öğrendiğine göre bir ahlak düşüklüğü veya ruhsal bozukluk (vb) olduğuna göre, eşcinseller çoğalıp her şeyi bozacak, bildiği bütün değerleri yıkacak ve bunun sonucu, ya kendisi öbürcinsel olarak bir azınlık üyesi konumuna düşecek ya da eşcinsel karşıtı bir tavrı olmazsa kendi aynıcinsel duygu ve fantezileri dizginden çıkıp kendisi de bildiği kimliğini yitirecek ve "doğru" kategoriden çıkarak yaratılışına katılmış olduğu bu "utanç kategorisi"ne dahil oluverecektir, vb. Homofobinin pekişmesine ve sürüp gitmesine birçok başka bireysel ve toplumsal etmen de katkıda bulunur; ve homofobi toplum kesimleri ve bireyler için çeşitli işlevler görür. Örneğin, yaftalanan azınlıklar çoğunluk için
Sinan DÜZYÜREK
Heteroseksüellik ve eşcinsellik insan türünün bütün bir geçmişi boyunca evrimsel (hem biyolojik, hem de sosyal) dinamiklerle oluşmuş ve dengelenmiş olarak bir arada var olagelmiş olmasına rağmen, heteroseksüel çoğunluk ve onun kurum, kuram ve sözcüleri tarihin uzun bir diliminde kökleşmiş, sistemleşmiş ve dallanıp budaklanmış bir tarzda eşcinsel karşıtı ve heteroseksit tutumları ve örtük (veya açık) ideolojileri kurmuş, yaymış ve tutmuştur. Bunun uzun bir süre etkili bir şekilde sorgulanamamış ve düzeltilememiş oluşunun birden fazla nedeni vardır. Örneğin, homofobik bir bireyde açık veya örtük bir şekilde şöylesi akıldışı kanı ve inanışları buluruz: Kontrol ve baskı altında tutulmaz ve bir utanç kategorisi yapılmadan vazgeçilirse eşcinsellik (gey oluş) azınlık durumundan çıkıp bir salgın halini alacak, aile kurumu diye bir şey kalmayacak, eşcinsellik bildiği, duyduğu, öğrendiğine göre bir ahlak düşüklüğü veya ruhsal bozukluk (vb) olduğuna göre, eşcinseller çoğalıp her şeyi bozacak, bildiği bütün değerleri yıkacak ve bunun sonucu, ya kendisi heteroseksüel olarak bir azınlık üyesi konumuna düşecek ya da eşcinsel karşıtı bir tavrı olmazsa kendi eşcinsel duygu ve fantezileri dizginden çıkıp kendisi de bildiği kimliğini yitirecek ve "doğru" kategoriden çıkarak yaratılışına katılmış olduğu bu "utanç kategorisi"ne dahil oluverecektir, vb
KAOS GL 4 / 19
Bu paradigmanın zorunlu olarak içerdiği belli bir heteroseksist doza rağmen, yazılarında, konuşmalarında ve özel yaşamında Freud kendinden sonra gelecek bazı analistlerin aksine antihomoseksüel değildi.
KAOS GL 4 / 20
Jungian anlamda bir "gölge" rolünü oynar; kendindeki ve başkalarındaki çeşitliliği (burada farklı cinsel yönelişleri) kabullenme olgunluğunu gösteremeyen çoğunluktan bir birey kendisinde varlığını yadsımak veya yalanlamak gereğini duyduğu özelliği bu azınlığa yansıtıp onu "tümden kara" ("gayri-erkek" olarak kutuplaştırırken kendini de "tümden ak" ("sapına kadar erkek") gibi algılamış olur. Bu kara koyunlaştırma gereksinimi toplumsal homofobiye katkı yapan olgulardan biridir. Bir diğer önemli sosyolojik etmen de doğuştan erkek ("yapan") olma ayrıcalığı kendisine verilmiş olmasına rağmen bir eşcinsel erkeğin "karı gibi" kendini "yaptırarak" aşağı statüye geçişiyle erkek egemenliği ve ata-erkilliğe dayalı güç dinamiklerini tehdit edişidir. Yani, doğrudan aynı cinsten bireylerin sevişmesine bir itirazdan ziyade cinsiyetler arası kurultulanmış güç dinamiklerine karşı algılanan bu başkaldırının yarattığı korkuyla ilgilidir. Dolayısıyla homofobinin, erkeklerin "mert, sözünün eri, son söz sahibi, vb" kadınlarınsa "kancık, kaşık düşmanı, eli hamurlu saçı uzun aklı kısa, vb" olduğu bir toplumdaki şiddeti şaşırtıcı değildir. Ne kadar değişmesi umutsuz görünse de bu ve bunun gibi etmenlere karşın, tarihin olgunlaştırmış olduğu bir dizi gelişmenin hazırlayıcı ve kolaylaştırıcı bir rol oynayışına bağlı olarak (örneğin, demokratikleşme ve bireysel hak ve özgürlüklerin başat değerler olarak yükselişi, cinsiyetler arası güç dinamiklerinin yeniden düzenlenişi ve önemli bir dizi bilimsel ve iletişimsel gelişme sayesinde) tarihsel gelişmenin ön saflarındaki toplumlarda kendilerine yardım için başvuran bireylerle çalışırken çağdaş ruhsağlığı profesyonelleri, önce günahtan suça, sonra da suçtan hastalığa dönüştürülmüş olan eşcinselliği artık insan cinsel yöneliminin çoğunluktaki öbürcinsellikten farklı olan alternatif bir şekli olarak anlıyor ve bu farklılığın değil, ona ilişkin önyargılı tutumların sorun oluşturduğunu kavrayabiliyor. Bu makalede terapiye gelen (veya yönlendirilen) eşcinsel bireylerle çalışırken bilinmesi ve akılda bulundurulması gereken bazı önemli hususlara değinilecektir. Üstlenilen bu iş bir makaleye sığdırılamayacak kadar geniş ve çok yönlü olduğundan, tartışmayı biraz daraltabilmek uğruna eşcinsel kadınlara (lezbiyenlere) ve dar tanımıyla ikilicinsel (biseksüel) erkek ve kadınlara özgü bazı hususlar ve eşcinsel çift terapisi kapsam dışında tutulacak ve konuya esas olarak eşcinsel erkeklerle bireysel psikoterapi düşünülerek yaklaşılacaktır. Eşcinsel bireyleri bir ruh sağlığı profesyoneline (terapiste) getiren veya yönlendiren motivasyonları kabaca üç kategoride toplayabiliriz: (1) Birey, farkına varmakta olduğu eşcinsel yönelimi ile psikososyal gelişimi boyunca içselleştirmiş olduğu heteroseksist ve homofob tutumların çatışması nedeniyle bunaltı ve bocalama yaşamakta ve kendi varoluşunun en merkezi ve yaşamsal boyutlarından biri olan cinselliğini ağır bir şekilde yargılıyor
oluşuna bağlı olarak kendinden nefret etmekte ve utanmaktadır. Böyle bir birey çoğu zaman başvurduğu terapistin kendi süper egosuyla aynı yönde davranacağını varsayar ve terapistten hasta veya sapık bir durum olan eşcinselliğini geçirmesini ve kendini öbürcinsele dönüştürecek bir şeyler yapmasını veya önermesini bekler; (2) Birey, toplumun büyük bir kesiminde yaftalanıyor olmasına rağmen, büyük ölçüde kendi kaynaklarına dayanarak aynıcinsel yönelimini kimliğinin geri kalanına belli bir ölçüde entegre edebilmiştir; en azından içselleşmiş homofobisiyle eşcinselliği arasındaki çatışmanın tek çözümünün eşcinselliğinin "yok edilmesi" veya bastırılmasından geçmediğini anlayabilmektedir ve gelişimi boyunca çevresinden soğurduğu ve kendine empoze edilmiş olan homofobiyi ve onun kaynak ve sonuçlarını sorgulamaktadır. Ancak, bu gelişimsel süreci henüz tamamlayamamıştır, ve (i) ya bir başka kişi tarafından (çoğu kez dönüştürüleceği beklentisiyle) terapiye yönlendirilmiştir (veya zorlanmıştır) ya da (ii) açılma sürecinde yaşadığı bir kriz (örneğin, eşcinselliği nedeniyle yaşadığı bir kayıp, tehdit veya travma) nedeniyle gerilemiştir ve geçici olarak birinci kategorideki birey gibi hissetmekte ve davranmaktadır; (3) Birey, içselleşmiş homofobisini büyük ölçüde çözümlemiş ve cinsel yönelim kimliğini olgunlaştırmış, bunun bir parçası olarak diğer eşcinsel bireylerden oluşan belli bir sosyal çevre kurmuştur ve artık çevresindeki (bazı) öbürcinsel kişilerden cinsel yönelimini saklama gereğini duymamaktadır. Olasılıkla, aynıcinsel bir partneri vardır veya bu arayış içindedir. Terapiye gelişi homofobik çatışmalara özgü olmayan bir tarzda genel popülasyonda görülen türden bir soruna bağlıdır, örneğin bir depresif bozukluk, anksiyete bozukluğu, erektil, ejakülatif veya reseptif cinsel işlev sorunları, kişiler arası ilişki güçlükleri, alkol ve madde istismarı veya bağımlılığı, karakterolojik güçlükler, yas reaksiyonları ve psikosomatik bozukluklar gibi. Böyle bir bireyle çalışacak bir terapistin, sorun doğrudan kişinin cinsel yönelimi veya homofobiyle ilgili olmasa da, terapide konu olacak olguları, duygu ve bilişleri, kişiler arası ilişkileri ve gelişimsel özellikleri doğru bir bağlama yerleştirebilmesi için eşcinsel bireylere özgü gelişimsel, psikososyal ve alt-kültürel hususlar hakkında iyi bir bilgi dağarına ve deneyime sahip olması gerekir. Örneğin, bireyin gelişimsel süreci boyunca yaşamış olabileceği örselenişlerin sürmekte olan etkileri veya içsel homofobinin kalıntıları veya dışsal homofobiyle başa çıkarken kişinin tutmakta olduğu stratejilerinin bedelleri irdelenmek gerekebilir. Aynıcinselliğe Yönelik Profesyonel Tutumların Tarihine Bir Bakış Yazar bundan önceki bir makalede toplumlardaki eşcinselliğe ilişkin genel tutumların tarih boyunca
sergilediği değişmelere değinmişti*. Burada son iki yüzyılda hekimler ve ruh sağlığı profesyonelleri ve onların kurumlarının aynıcinsel yönelime yaklaşımındaki değişmeler kısaca anımsanacaktır. Diğer bir çok kurum ve disiplin gibi psikoterapi de geçmişini iyi tanımalıdır. Öbürcinsel bir psikanalist olarak Dr. Rita Frankiel bir konferansta şöyle demiştir: "Biz analistler eşcinsel hastalarımız üzerinde zulüm yapmış olduğumuzu itiraf etmek zorundayız". Önceleri sadece eşcinsel analistlerin ve egemen önyargıyı kurum içinden sorgulama yürekliliğini gösterebilmiş birkaç öbürcinsel analistin aydınlatmaya çalıştığı bu durumu artık bugün modern psikanalistlerin çoğunluğu fark etmiş durumdadır. Nitekim, Amerikan Psikanalitik Birliği üyeleri arasında 1994'te yapılan bir ankette üyelerin %97.6 'sının "eşcinsel bireylerin öbürcinselliğe doğru değiştirilebileceğine ve değiştirilmesi gerektiğine" inanmadıkları ortaya çıkmıştır. Amerikan Psikanalitik Birliğinin resmi ansiklopedik sözlüğünde bugün şöyle denilir: "Fiksasyon noktalarına veya gelişimsel duraklamaya, ego işlevleri düzeyine ve ilkel savunmaların kullanılışına bağlı değişik derecelerdeki psikopatolojiyle korelasyona aynıcinsel bireylerde ve öbürcinsel bireylerde birbirine benzer şekillerde rastlanır... çocukluk cinselliği, çatışma, savunma ve ödünlemeleri dikkate alan psikanalitik gözlemler psikoseksüaliteye ilişkin temel veriler vermişse de, aynıcinsel nesne seçiminin belirleyicileri henüz net olarak anlaşılmamıştır... çoğu eşcinsel birey iyi uyumlu bir yaşam sürdürme kapasitesine sahiptir ve hiçbir önemli psikopatoloji belirtisi göstermez... Eşcinsel erkek ve kadınlar, aynen öbürcinsel olanlar gibi olgun ve uzun süreli bağlanmalar oluşturma kapasitesine sahiptir; ancak her iki cinsel yönelimden bireylerin bazıları mazokistik, narsisistik, deprime, sınırda veya psikotik olabilirler."
Buna rağmen, Türkiye'deki kimi ruh sağlığı profesyonelinin hâlâ psikanalitik bakış açısından eşcinselliğin kendi başına bir patoloji kabul edilmekte olduğuna ilişkin sanıları ve kullandıkları psikanalitik terminolojili paradigmaların bugün alanda çok küçük bir azınlığı oluşturan ve açıktan açığa politik/dinsel homofobinin sözcülüğünü yapmakta olan Socarides gibi birkaç analistinkiyle paralel oluşu üzücüdür. Bu nedenle ve ayrıca tarihsel olarak bu konudaki psikanalitik görüşler klinik uygulamaya önemli etkiler yapmış olduğu ve psikanalitik (dinamik) anlayış ve yaklaşımlar bugün de, insan zihni ve davranışlarının diğer yönleri gibi, cinsel yönelim ve ona ilişkin tepkileri anlamada yeri başka bir yöntemle doldurulamayan ve diğer yaklaşımları eşsiz bir şekilde tamamlayan vazgeçilmez bir araç olduğu için psikanalizin bu konudaki geçmişine kısaca bir bakmak yararlı olacaktır. Freud, yaşadığı çağ ve toplumda yaygın olarak süregelmekte olan iki temel korkusal önyargıyı *
Bkz. Düzyürek, Sinan, "Homofobik Önyargı, Eşcinsel Bireyler ve Terapistleri", Kaos GL, Ekim 1995.
"fobi"yi- yüreklilikle sorgulamış ve bunların susturucu ve çarpıtıcı etkilerine boyun eğmemiş bir ikonoklasttı. Bunlardan ilki seksofobi, diğeri de homofobidir. İnsanı anlamada büyük bir engel oluşturan ilkiyle öncelikli olarak uğraşan Freud, bunu yaparken gününün biyolojik bilgisinden ve insan evrimine ilişkin henüz ham halde bulunan yeni bir devrimsel kavrayıştan, Darwinizmden yararlanmıştır. Ayrıca entelektüel ve sosyal sorumluluk duyan politik bir birey olarak homofob ve anti-homoseksüel tutumlara açıkça karşı çıkmış, örneğin Avusturya ve Almanya'da aynıcinselliğin dekriminalize edilmesine yönelik bir dilekçeye imza atmış; yazı ve konuşmalarında bu önyargılara ve tehlikeler karşı ısrarlı uyarılarda bulunmuştur. Örneğin, bir yerde "psikanalitik araştırma eşcinselleri özel karakter sahipli bir grupmuş gibi insanlığın geri kalanından ayrı tutmaya yönelik kalkışmalara en kararlı bir şekilde karşıdır" demiş ve "insanların tümü aynıcinsel bir nesne seçimi yapmaya kabildir" diye eklemiştir. Ayrıca, o zamanlar yaygın olan, eşcinselliğin moral bir yozlaşmışlık veya nörolojik bir dejeneresans olduğuna ilişkin anti-homoseksüel kuramlara karşı çıkmış; bir yandan da aynıcinselliği anlamada kurultuladığı çeşitli (en az dört ayrı) varsayımlarına da skeptisizmle yaklaşabilmiş ve eşcinselliği anlamada psikanalitik olguların yeterli olmayabileceğine, psikanalitik açıdan eşcinselliğin tek bir açıklamasını bulmanın güçlüğüne dikkati çekmiş ve bireyin doğuştan getirdiği biyolojik etkenlerin de önemli bir rolü olması gerektiğini görebilmiştir. Freud aynıcinselliğin bir "perversion" olmadığını düşünerek onu "inversion" olarak nitelemiştir. Ayrıca şu gözlemlerde bulunmuştur: "(1) İnversiyon, normale göre başka hiçbir ciddi sapma göstermeyen insanlarda görülen bir durumdur; (2) Benzer bir şekilde, işlevselliği hiç bozulmamış ve etik kültürleri ve entelektüel gelişimleriyle öne çıkmış kişilerde de görülür; (3) Tıbbi pratiğimizde karşılaştığımız hastaların ötesine geçer ve gözlerimizi daha geniş bir ufka uzatırsak inversiyonu dejenerelik olarak kabul etmeyi olanaksız kılan başka iki olguyla da karşılaşırız: (a) İnversiyon çok sık rastlanan bir olgu olarak önemli işlevler yüklenen bir kurum olmalıdır...; (b) ilkel toplumlarda da dikkate değer bir şekilde yaygındır", Freud, bu son iki görüşle aynıcinsel yönelimin (insan populasyonlarında bireylerin öbürcinsel-aynıcinsel kontinuumunda sergilemekte olduğu dağılımın) insan türünün biyokültürel evriminde ve doğasında oynadığı önemli rollere ilişkin modern görüşler oldukça yakınlaşmış, ancak gününün yeni doğmuş evrim (sosyo) biyolojisinin henüz kavramamış olduğu bu fenomenlerden psikoseksüel kuramını oluştururken tam olarak yararlanamamıştır. Dolayısıyla, düşünebildiği evrimsel ve biyolojik öncelikler arasında somut anlamdaki üreme işlevine odaklaşarak ve aynı cinselliğin evrimsel işlevlerinin anlaşılmamış olduğu bir zamanda (öbürcinsel) kopülosantrik (ve ayrıca fallosantrik
Daha sonraları psikanalitik kuram ve kurumlar, özellikle de içerdiği cinsel moralizm ve homofobiyle Viktoryen zihniyetin sinsi ve yaygın bir şekilde geri gelmesi sonucu AngloAmerikan dünyada Freud'un başlattığı çizgiden ciddi bir şekilde sapmıştır.
KAOS GL 4 / 21
Eşcinselliğe ilişkin psikanalitik tutumların tarihi, psikanalitik kuramların içinden doğdukları politik, kültürel ve kişisel bağlamlardan soyutlanamayacağını öğreten ilginç bir inceleme alanıdır. Böyle bir inceleme bize analistlerin aynıcinsel yönelimi hem yaftalanmaması gereken ve öbürcinselliğe bakışık bir gelişim tarzı, hem de hastalıklı, bozuk ve hatta tehlikeli bir durum olarak kavramlaştırabildikle rini gösterir. Açıktır ki psikanalistlerin ne tarzda konuşmayı, davranmayı ve yazmayı seçişleri bilimsel olgulardan ziyade bağlı oldukları ideolojik, dinsel, moral ve etik inanışlardan köken almıştır; yani, son tahlilde her zaman tutumsaldır.
KAOS GL 4 / 22
ve oldukça mizojinistik) bir paradigma oluşturmuştur. Bu paradigmanın zorunlu olarak içerdiği belli bir heteroseksist doza rağmen, yazılarında, konuşmalarında ve özel yaşamında Freud kendinden sonra gelecek bazı analistlerin aksine anti-homoseksüel değildi. Aynıcinselliğin bireyin kişiliğinin patolojik olmayan bir yönü oluşuna ilişkin görüşlerinde Freud başka bazı çağdaşlarınca da desteklenmiştir. Örneğin, Brill 1913'te aynıcinselliğin öbürcinsel kişiler kadar sağlıklı olan kişilerde görülen bir durum olduğunu ve kendi eşcinsel hastalarıyla elde ettiği deneyim sonucu aynıcinselliği zorunlu olarak gerekli hiçbir duygusal bozuklukla bağlantılayamadığını belirtmiştir. Glover de 1939'da "aynıcinsel sevgi duyguları ve sevgi nesnesine yönelik tutumlar öbürcinsel sevgiden ayırdedilemez özellikler gösterir" demiştir. 1914'te Ferenczi "obsesif heteroseksüalite"nin erkekler arasında dostluğun ve şefkatin yitirilmesine, apatiye ve kavgacılığa yol açtığını belirterek aynı cinsel sevgi bileşeninin insan türünün evrimi ve sosyalleşmesinde oynadığı önemli rollerden birine ilişkin bugün daha olgunlaşmış olan modern içgörünün öncülüğünü yapmıştır. Daha sonraları psikanalitik kuram ve kurumlar, özellikle de içerdiği cinsel moralizm ve homofobiyle Viktoryen zihniyetin sinsi ve yaygın bir şekilde geri gelmesi sonucu Anglo-Amerikan dünyada Freud'un başlattığı çizgiden ciddi bir şekilde sapmıştır. Kültürel ve sosyal etmenler göz önüne alınınca pek de şaşırtıcı olmayan antihomoseksüel ve homofob yöndeki bu değişme en belirgin bir şekilde bazı Büyük Britanya Nesne İlişkileri kuramcılarıyla başlar. Bunlardan (İskoç Okulunun kurucusu) Fairbarin, İskoç Danışmanlık Kurulu'na eşcinsellerin psikoterapiyle tedavileri sonuç vermeyeceğine göre ve psikopat oluşları nedeniyle bunların toplumun geri kalanından ayrılıp özel yerleşim kamplarına koyularak "rehabilite edilmeleri" yolunda bir öneride bulunmuştu. İşte bu noktada psikanalitik görüşler, "uygarlık standardının herkesten aynı bir cinsel yaşam tarzını bekleyişi en bariz toplumsal haksızlıklardan biridir" diyen Freud'un ayrımcılığa karşı olan anlayışından tümden sapmaya başlamış ve bu zihniyet diğer disiplinlerden gelen veriler ve sosyal ilerlemelerin yardımıyla psikanalitik kurumun yakın geçmişimizde kendini sorgulayışına kadar büyük ölçüde egemen olmuştur. Burada dikkatten kaçmaması gereken bir husus şudur: Bu önyargılı tutum aynıcinselliğin kaynağının psikodinamik oluşuna ilişkin inanışla değil, psikonalitik kavrama aracının veya yönteminin önceden varolan sosyal ve bireysel önyargılar doğrultusunda ne şekilde kullanıldığıyla ilgilidir. Nitekim, anımsanmalıdır ki tarihte eşcinsellerin "özel yerleşim kamplarına" gerçekten de konulduğu bir dönemde Nazi Almanyası'nda bu bozuk (kötü/istenmeyen) insan grubunun yansıtmalı özdeşimle kara-koyunlaştırılması en aşırı şekliyle eyleme vurulurken eşcinselliğin organik (genetik)
bir anormallik olduğu görüşüne dayanılmıştır. Ayrıca, anımsanmalıdır ki trajik olarak toplama kamplarında diğer tutsaklar tarafından bile ayrımcılığa uğratılmış oluşlarıyla maruz kaldıkları travmalara rağmen hayatta kalabilen bazı "pembe üçgenle yaftalanmışlar", savaşın sonunda diğerleri özgürleştirilirken, eşcinsellik Nazi-sonrası dönemde de (dejeneresans olmanın yanı sıra) bir suç olmayı sürdürdüğü için cezalarının geri kalanının çekmek üzere cezaevlerine gönderilmiştir Amerikan analitik arenasında İngiltere'de sivrilmiş olan homofob tutumu devralan anti homoseksüel "homoseksolog" psikanalistlerin görüşleri 1980'lere kadar öğreticiden öğrenciye sorgulanmaksızın aktarılarak kurumsallaştırılmıştır. Bu dönemdeki homofob analitik kuramcılar Freud'un temel biseksüaliteye ilişkin içgörüsünü reddetmiş, cinsel nesne yönelimini zorunlu olarak cinsiyet kimliğine bağlayarak ve aynıcinsel yönelimi giderek daha ağır pre-ödipal sapmalara ve karakter patolojilerine atfederek onu, öbürcinsellikle bakışık bir sevisel yönelim olarak değil, kendi başına ağır bir psikopatoloji olarak görmüşlerdir. Bunların başlıcaları Rado, Bieber, Socarides, Hatterer ve en son olarak da (analist olmasa da ) dinsel danışmanlıkla psikolojistik görüşleri birleştiren Niccolosi'dir. Örneğin, Socarides aynıcinsel yönelimli bireylerin tümünün karakterolojik olarak ya psikotik ve sınır gelişim düzeyleri arasında bir yerde ya da ağır narsisistik veya psikopatik olduğunu iddia etmiştir. Öte yandan, homofobik tutumların en güçlü ve yaygın olduğu dönemlerde bile, bu genel ideolojiden sıyrılmış olmasalar da zamanına göre daha geniş görüşlü bazı analistlerin uyarıcı gözlemlerde bulunmuş olduğunu görürüz. Örneğin, Karl Meninger "normalden ayrılmışlığın (divergence) bu özgül tarzına korkuyla yaklaşmak cahillik ve kendini beğenmişliktir. Eşcinselleri paryalar gibi gören kişiler açıkça cadı-yakıcılarla akrabadır aralarındaki fark sadece bir derece meselesidir, nitelik değil. Çoğu kez eşcinselleri hor görenler aynı yöndeki kendi bilinçdışı arzularıyla kavga halindedir" demiştir. (İlginç bir şekilde, İngilizce'de ibne anlamına gelen "faggot" sözcüğünün özgün anlamı "çıra"dır ve ortaçağ Avrupasında yakılmak üzere birbirine bağlanan çoğu cadılardan oluşan bir grup insan arasında ilk önce eşcinselleri tutuşturma geleneğinden köken almaktadır). Harry Stack Sullivan da "eşcinselliğin bir problem olduğunu söylemek insanlığın bir problem olduğunu söylemek demektir" diye yazarak modern antropoloji ve sosyobiyolojik evrim anlayışlarına öncül bir şekilde eşcinsel sevinin de insan türünün ayrılmaz ve gerekli bir parçası olduğunu sezinlemiştir. Ayrıca, sağlıklı cinselliğin iki bireyin genital organlarının aynı anda uyarılmasıyla (yani "tam genitalite"yle), dolayısıyla sadece penis ve klitoris/vajina temasıyla gerçekleşebileceğine ilişkin zamanın ünlü analitik doğmasına karşı çıkmış ve (herhangi bir önemi
varsa) iki eşcinsel erkeğin de bunu, örneğin, karşılıklı felasyo yoluyla gerçekleştirebileceğine dikkati çekmiştir. Bundan başka, yine zamanına göre radikal sayılan bir şekilde aynıcinselliğin bir perversiyon olarak düşünülmesinin psikanalitik kavrayışla uzlaşmadığını da göstermiştir. Bir başka önemli olgu da homofob bir genel anlayışın ve kurumun içinden gelmelerine rağmen kendinieleştirici ve geliştirici özellikleriyle olgun bir ego ve süper ego örneği sergileyen bazı analistlerin eşcinselliğe ilişkin görüşlerinde zaman içinde görülen değişimdir. Örneğin, bugün Kernberg (Socarides ve benzerlerinden çapraz bir farklılıkla) temel biseksüaliteye ve bunun insan ilişkilerinde oynadığı yaşamsal öneme inanışı ve aynıcinsel ve öbürcinsel yönelim ve sevileri, kararlı bir şekilde anti homoseksüaliteye düşmeden bakışık gelişimsel süreçlerle açıklayışı, her iki sevginin de eşdeğer işlevler gördüğüne inanışı, karakter patolojileri ve gerekli olanın ötesine geçen (modern psikanalitik anlamdaki) sapkınlıkların hem kimi aynıcinsel hem de kimi öbürcinsel bireyde benzer şekilde görülebildiğine ilişkin görüşleriyle hem kendisinin bazı eski görüşlerinden hem de homofobik çizgiyi sürdüren Socarides gibi diğer bazı psikanalitik yazardan ayrılmaktadır. Ayrıca, bir analist olmasına rağmen insan cinselliğinde rol oynayan biyolojik etmenlere ilişkin sağlam bir ilgi ve bilgiyle şu gözlemde bulunma olgunluğunu da göstermektedir: "Bana öyle görünüyor ki eldeki kanıtlar güçlü bir şekilde temel cinsiyet kimliğinin gelişiminde psikolojik, daha doğru bir deyişle, psikososyal etmenlerin belirleyici rol oynadığını ve bunların cinsiyet-rolü kimliğini de, saltık değilse bile, önemli bir ölçüde etkilediğini göstermektedir; (öte yandan) böylesi etmenlerin cinsel nesne seçimini etkilediğine ilişkin kanıtlar daha zayıftır. (italikler eklenmiştir)" Eşcinselliğe ilişkin psikanalitik tutumların tarihi, psikanalitik kuramların içinden doğdukları politik, kültürel ve kişisel bağlamlardan soyutlanamayacağını öğreten ilginç bir inceleme alanıdır. Böyle bir inceleme bize analistlerin aynıcinsel yönelimi hem yaftalanmaması gereken ve öbürcinselliğe bakışık bir gelişim tarzı, hem de hastalıklı, bozuk ve hatta tehlikeli bir durum olarak kavramlaştırabildiklerini gösterir. Açıktır ki psikanalistlerin ne tarzda konuşmayı, davranmayı ve yazmayı seçişleri bilimsel olgulardan ziyade bağlı oldukları ideolojik, dinsel, moral ve etik inanışlardan köken almıştır; yani, son tahlilde her zaman tutumsaldır. Bu durumu biraz daha aydınlatmak için, bir "homoseksoloji uzmanı" olarak yazı ve görüşleri 1960'lar ve 1970'lerde psikiyatrik eğitimde yaygınlıkla kullanılmış olan Charles Socarides örneğinden yararlanabiliriz. Kendisine tedavi için gelen veya gönderilen bireylerin giderek yok denecek kadar azalışına farklı cinsel yönelimlere ilişkin toplumsal tutumların giderek daha anlayışlı ve kabul edici oluşuna, Amerikan Psikiyatri Birliği, Amerikan Psikoloji Birliği ve Dünya Sağlık Örgütü de dahil
olmak üzere bir çok profesyonel kurumun net bir şekilde aynı cinsel yönelimin bir patoloji olmadığına ilişkin anlayışlarına bağlı olarak acı duygular duyduğunu gizlemeyen ve hayal ettiği bir "eşcinsel ajandasına" karşı haçlı seferi ilan etmiş olan bir eski homoseksolog analist olarak yayınladığı son kitapta (Eşcinsellik: Aşırıya gitmiş bir Özgürlük) Socarides şu türden görüşler bildirmektedir: "Toplumun çoğunluğunun eşcinsele dönüştüğü bir senaryo görebiliyorum... Eşcinsellerin etkisini modada, sanatlarda, yayıncılıkta, tiyatroda, sinemada, ulusumuzun en önde gelen gazete ve dergilerinde ve akademik çevrelerde görebilirsiniz. Güvenilir bir otoriteyle söyleyebilirim ki Washington bürokratlarının önemli bir yüzdesi eşcinseldir... Başkan Clinton bazı saygıdeğer eşcinselleri Beyaz Saray'a yerleştirerek buna öncülük etmiştir. The New Yorker dergisi de fırsatı kaçırmayıp eşcinsel sanatçılara, ordudaki eşcinsellere ve eşcinsel yazarlara saygı gösteren yazılar yayınlamıştır... Bu durumdan toplumumuz acı çekecektir... Aynı cinsellik toplumu tehdit etmektedir... aile kurumu tehdit altındadır... Nitekim, şimdi Papa da modern toplumun "bir ölüm kültürü"nü kucakladığını bildirmektedir... Durum melekleri ağlatmaya yetecek tarzdadır... Bu meleksel gözyaşları çağımızın büyük bir aldatmacasına, bazı erkeklerin nasıl olup da en emin olmaları gereken bir hususa, yani erkekliklerine ilişkin bu kadar cahil oluşlarına akmaktadır"
En temel tanımıyla homofobiye tipik bir örnek sergileyen bu türden görüşleriyle bugün yaşı yaklaşık 80 olan Socarides ve benzerleri sadece psikiyatri ve psikoloji değil psikanaliz camiasında da çok küçük bir azınlığı oluşturmaktadır. Buna rağmen bunlar Geleneksel Değerler Koalisyonu gibi çeşitli aşırı sağ Hıristiyan örgütlerinin şampiyonları olmayı sürdürmektedir ve bu tür örgütlerin desteğiyle Socarides başkanlığında bir "Eşcinselliğin Terapisi ve Araştırılması İçin Ulusal Birlik" kurarak etkili olmaya kalkışmaktadırlar. İronik olarak, Socarides'in homofob görüşlerini formüle etmeye başladığı "Açık Homoseksüel" adındaki ilk kitabını adadığı oğlu Richard Socarides (sonradan öğreneceği üzere) eşcinseldir ve ünlü bir avukat olarak Başkan Clinton'ın lezbiyen ve eşcinsel erkek camiasına ilişkin konulardaki danışmanıdır. Yazılarından ve kendisiyle yapılan röportajlardan erkek eşcinselliğinin kökeninde reddedici ve terk edici ("homoseksojenik") babaların yattığını iddia etmiş olan Dr. Socarides'in bu duruma ilişkin yaşadığı (akademik olarak yaşadığına eklenen) narsisistik örselenmeyi aşmasını sağlayacak bir şekilde oğluyla olgun bir barışma sürecine veya kişisel psikoterapiye yanaşmadığı anlaşılmaktadır. Buna rağmen, yine ironik olarak, en son kitabında bile bütün eşcinsellerin zorunlu olarak ağır bir psikopatoloji sergilediğini ve toplum için büyük bir tehlike oluşturduğunu söylüyor olmasına rağmen derin bir çelişkiyle oğluna ilişkin olarak "harika bir avukat ve her bakımdan fevkalade bir kişidir. Ve kongre için adaylığını koysa, her zaman oyumu ona veririm" demekten de kendini alıkoyamamaktadır.
KAOS GL 4 / 23
Bundan da anlaşıldığı üzere Socarides eşcinselliği bir ruhsal bozukluk olarak görürken bireyin psikososyal uyumu ve işlevselliği gibi modern etik ölçütlere değil, homofob moral yargılara dayanmakta ve derin kişisel çatışmalardan etkilenmektedir. Homofobiyi aşmış modern psikanalitik anlayışın öncüleri arasında Marmor, Mitchell, Friedman, Lewes, Isay ve Schafer'in de adı anılmak gerekir. Örneğin, Friedman, Kernberg'in karakter organizasyonu kuramından yararlanarak cinsel yönelimin herhangi bir organizasyon düzeyine bağlı olmadığını ve ayrıca aynıcinselliğin, öbürcinsellik gibi, çoğunlukla en yüksek (yani nörotik) karakter organizasyonu düzeyindeki kişilerde görülen bir durum olduğunu göstermiştir. Psikiyatri ve psikanalizde cinsel yönelime ilişkin tutumların gelişiminde psikanaliz dışından gelen araştırmacıların sağladığı veriler sayesinde homofob analitik kuramların etkili bir şekilde sorgulanmış oluşu önemli bir rol oynamıştır. Bunun öncülüğünü hasta veya mahkum olmayan eşcinsel erkeklerle öbürcinsel erkeklerin psikoseksüel uyumları ve patolojileri bakımından birbirinden ayrılamayacağını etkili bir metodolojiyle göz önüne sermiş olan Evelyn Hooker yapmıştır. Yaptıkları büyük örneklemli bir araştırmada Alan, Weinberg ve Hammersmith bilimsel yöntemle toplanan ve analiz edilen verilerin aynıcinsel Isay eski psikanalitik stereotipe yönelimin kökenine ilişkin iddia göre erkek eşcinselliğinin uzak edilmiş olan psikanalitik ve davranışçı ve reddedici babalardan kuramların hiçbirini desteklemediğini kaynaklandığına ilişkin göstermişlerdir. Bu ve diğer defalarca replike edilmiş benzeri araştırma ve görüşlerin bazı yüzeysel gözlemler cinsel yönelimin gözlemlerin yanlılıkla ilişkin psikanalitik anlaşılışına yorumlanışına bağlı olduğunu perspektiflerin yenilenişini göz önüne sermiş ve bir çok hızlandırmıştır. Örneğin Isay eski psikanalitik stereotipe göre erkek eşcinsel erkekte babalarına eşcinselliğinin uzak ve reddedici ilişkin bu tür anımsayışların babalardan kaynaklandığına ilişkin savunucu çarpıtmalara bağlı görüşlerin bazı yüzeysel gözlemlerin olduğunu; diğer bazı olgularda yanlılıkla yorumlanışına bağlı da eşcinsel olarak gelişmekte olduğunu göz önüne sermiş ve bir çok eşcinsel erkekte babalarına ilişkin bu olan oğullarındaki yaşamın ilk tür anımsayışların savunucu yıllarında kendini belli eden çarpıtmalara bağlı olduğunu; diğer davranışsal farklılığı (örneğin bazı olgularda da eşcinsel olarak kendilerine özel bir ilgi gelişmekte olan oğullarındaki yaşamın ilk yıllarında kendini belli eden duyuşlarını ve bekledikleri davranışsal farklılığı (örneğin bildikleri tipik erkek çocuk kendilerine özel bir ilgi duyuşlarını ve davranışını göstermeyişlerini) bekledikleri bildikleri tipik erkek algılayan homofob babaların çocuk davranışını göstermeyişlerini) tepkisel ve savunucu bir şekilde algılayan homofob babaların tepkisel ve savunucu bir şekilde oğullarından oğullarından uzaklaştığını veya uzaklaştığını veya reddedici reddedici davrandığını, yani davrandığını, yani bunun oğuldaki bunun oğuldaki eşcinselliğin eşcinselliğin nedeninden ziyade bir nedeninden ziyade bir sonucu sonucu olduğunu belirtmiştir. Isay'a göre bu tür ve diğer ana-baba olduğunu belirtmiştir.
KAOS GL 4 / 24
tutumları cinsel yönelimi belirlemekten ziyade çocuğun ne ölçüde örseleneceği veya destekleneceğini ve çocuğun içselleşmiş homofobiden ileride ne ölçüde zarar göreceğini belirleyen erken yaşam kopuşlarını oluşturur. Ayrıca, bazı eşcinsel erkekler de öznel olarak algı ve anılarında babalarının kendilerinden savunucu bir şekilde uzaklaştırmakta, başka deyişle onları uzak ve reddedici olarak algılamakta ve anımsamaktadır. Yakın zamandaki bir çok araştırmanın da gösterdiği üzere insan belleği bir çok zaman olguların nesnel bir kaydı olmaktan uzaktır. Olgulara ilişkin anılar, fantezilere, duygulara ve diğer içsel yaşantılara ilişkin anılarla harmanlanarak bastırma, bulaşma, yoğunlaşma ve diğer çeşitli çarpıtmalara bağlı olarak hem kodlanma ve hem de geri çağrılma anındaki korku ve utanç gibi affektif haller, biliş ve fantezilerden duyarlılıkla etkilenmektedir. Örneğin, Friedman biri aynıcinsel diğeri öbürcinsel yönelimli olan iki ikiz erkek kardeşin dış gözlemcilere göre babalarının tutumu her ikisine karşı aynı olmuş olmasına karşın babalarını nasıl çok farklı anımsadıklarına ilişkin güzel bir örnek betimlemiştir. Psikanalitik psikiyatrinin homofobi ve heteroseksizmi nasıl aşabildiğine ilişkin öğretici bir örnek olarak kendisi öbür cinsel olan ve olgun bir geniş görüşlülükle kendini geliştirebilmiş eski Amerikan Psikiyatri Birliği ve Amerikan Psikanaliz Akademisi başkanlarından Judd Marmor'in şu ifadelerine bakabiliriz: "1937'de yazar psikanalitik eğitimine başladığında aynıcinselliğe ilişkin yaygın görüş bunun en azından ağır bir kişilik bozukluğu, hatta tehlikeli bir sapkınlık olduğu şeklindeydi.... Ayrıca, 1930'lar ve 1940'larda alandaki 'uzmanlar' eşcinsel hastalarını seminerler ve bilimsel toplantılarda stereotipik olarak küçük düşürücü terimlerle betimler ve bir çok ego eksiklikleri ve psikopatik eğilimler gösterdiklerini söylerlerdi... (O günlerde) yazar, eşcinselliklerinin varsayımsal köklerini araştırmanın yanı sıra, eşcinsel hastalarının öbürcinsel ilişkileri denemeleri yönünde cesaretlendirmekteydi. Çoğunluğu bunu denedi ama gerçekleştiremedi ve öbürcinsel evlilik yapmayı becerebilenler bile şaşmaz bir şekilde bunda aynıcinsel sevi ilişkilerinden aldıkları doyumu bulamadılar. Zaten baştan açıkça ikilicinsel (biseksüel) olan ve geleneksel bir öbürcinsel yaşam kurmakta ileri derecede motive küçük bir azınlık cinsel davranışlarının aynıcinsel bileşenini bastırıp kendilerini öbürcinsel ilişkilerle sınırladılar ve evlenip çoluk çocuk sahibi oldular. Fakat bunlarda da yazar her zaman cinsel fantezi dünyalarının güçlü bir aynıcinsel yönelim içerdiğini gözlemledi... Yıllar içinde yazarın konuya ilişkin deneyim ve anlayışı genişledikçe ve alandaki filizlenen araştırmaları izledikçe psikanalitik hocalarının bu konuda ciddi olarak yanıldığına ilişkin inanışı güçlendi ve yazar artık eşcinselliğin değiştirilebilir bir psikolojik fiksasyon oluşuna dair varsayımlarla işlem görmeyi bırakarak bu konuda yazı ve konferansları aracılığıyla aktif bir öğretici rol aldı. (Bunun sonuçlarından biri olarak) yazarın şaşırtıcı sayıdaki meslektaşı ve sosyal tanısı ona eşcinsel olarak açıldılar. Bunun sonucunda yazarın hasta olmayan ama (o zamanlar) görünmez kalma gereği duyan büyük bir eşcinsel ve lezbiyen grubuna ve
bunların normalliklerine ilişkin anlayışı önemli ölçüde genişledi." Marmor ayrıca şu gözlem ve uyarıda da bulunmaktadır: "Eşcinsel olmayan bir terapistin tarihin bu noktasında eşcinsel bireyleri etkili bir şekilde tedavi edebilmesi için bilinçli veya bilinçdışı homofobik önyargıdan makul bir ölçüde arınmış olması gerektiğine kuşku olamaz. Bu şekilde önyargılı psikanalistler ve diğer terapistlerle etkileşimin eşcinsel hastalara nasıl yıkıcı etkiler yaptığı yıllar içinde defalarca belgelenmiştir. Yazar'ın yaptığı gibi bu tür terapilere maruz kalmış eşcinsel hastalarla çalışan herkes, büyük bir zaman ve para kaybının yanı sıra, bu girişime bağlı olarak yaşadıkları acıya ve ızdıraba tanık olmuştur... Hastayla homofobik önyargıları paylaşan terapistler sadece hastanın kendini-reddedici duygularını pekiştirmiş olurlar"
Tarihte psikanalitik yaklaşımdan başka bazı dönüştürme girişimlerine de tanık oluruz. Bunlar arasında, bugün tarihe gömülmüş olan elektrikle aversiyon, apomorfinle aversiyon, utanç doğurarak aversiyon ve örtük duyarlılaştırma gibi adlarla anılan davranışçı girişimleri sayabiliriz. Bu tür işlemlere maruz kalmaya gönüllü olmuş eşcinsel bireylerde kalıcı bir cinsel yönelim değişimi görüldüğüne dair hiçbir kanıt yoktur. Araştırmacılar ise ironik olarak bunu sözbirliğiyle deneklerdeki yetersiz motivasyona bağlamışlar ve "iyi" sonuçların tedavi öncesinde doyurucu öbürcinsel ilişkiler yaşamış ve aynı zamanda da "zayıf iradeli" olmayan kişilerde görülebildiğini iddia etmişlerdir. Bugün alandaki profesyonellerin çoğu bu tür girişimlerin sonuçsuz olmanın ötesinde etik dışı olduğunda birleşmektedir. Nitekim, davranışçı dönüştürme terapilerinin bir zamanlar öncülüğünü yapmış olan (kısaca, eşcinsel erkeklerin çıplak kadınlara bakarak mastürbasyon yapışına dayalı "playboy terapisinin" babası) Gerald C. Davidson daha sonra şöyle demiştir:
BÜK Bük bir bataklık bitkisi Erkişinin er geç söyleyeceği Utanmasız olmak özlemi Erdişim çıktı yine Eflatun bir güne Başlayacağım gene Gene tene tutsak olacağım Bedene erdişim sıkıştı diye Erkişim erdişimi sahiplenmedi Erkişil sabrıyla iğdiş etti geceyi Sabahleyin erdişim hâlâ açılamamıştı Bük hâlâ bataklık bitkisiydi Aşk, göze almaktı bükün eflatun çiçeklerini Bataklıkların büllüğü oldu bük o gün bu gün Şakır ha şakır çilesi bülbülün. Şarmut A. İKARUS
"Yönelim değiştirme terapisi programlarına son verilmelidir. Bunların varlığı, görünüşte aynı cinselliğin normalliğine ilişkin ilerici bir söyleme sahip olsalar bile, aynıcinselliğe ilişkin profesyonel ve toplumsal önyargıları pekiştirmektedir. Değiştirmeye kalkışmaktan vazgeçiş terapistleri sözde eşcinsellik sorununa odaklaşmak yerine bazı eşcinsellerde görülen yaşam sorunlarının irdelemeye teşvik edecektir."
Organik terapi girişimleri arasında Heath'in eşcinsel erkeklerin beyinlerindeki zevklenme bölgelerine elektrotlar yerleştirerek bunları baştan çıkarıcı bir kadın fahişenin varlığında uyarmaya dayalı başarısız tedavi girişimini, "psikanalitik düzeltmeye dirençli" bazı vakalar üzerinde uygulanan EKT'leri ve 1962 ile 1980 arasında Almanya'da onlarca erkek üzerinde uygulanmış beyin cerrahilerini sayabiliriz. Bunları yapan cerrahlar, "dönüştürücü" terapistlerden farklı olmayan bir şekilde, hastalarının kendilerini cerrahiyi arzulamış oluşlarına bağlı olarak (girişimin sonuç verdiğine ilişkin bir kanıt da gösterememelerine rağmen) hiçbir etik sorumluluk üstlenmemişlerdir.
KAOS GL 4 / 25
Zekeriya GÜN Şark-İslâm
klasikleri içinde aşk felsefesine dair yapıtlardan biri de İbn-i Hazm (993-1064)’ın Güvercin Gerdanlığı/Sevgiye ve Sevenlere Dair* adıyla Türkçe'ye çevrilen Tawq al-Hamama fi’lUlfa wa’l-Ullaf adlı kitabıdır. Yazar, bu kitabında aşk anlayışını ortaya koymakla kalmaz, ayrıca hem kendi yaşadıklarından, hem de çevresinde yaşananlardan derlediği sahici aşk öyküleri anlatır. İbn-i Hazm’ın aşk anlayışı, sûfîlerin aşk anlayışına göre daha yalın ve gerçekçidir. Üç çeşit sevgi olduğunu söyler: Tabii sevgi, ruhanî sevgi ve ilahî sevgi.. “Tabii sevgi”yi açıklarken tipik heteroseksüel aşkı tanımlar. “Ruhanî sevgi” dediği ise “sevilene benzemeyi” yani bir tür özdeşleşmeyi amaçlayan aşktır. İlahî sevgiyi ise “Allah’ın kullara, kulların da Allah’a olan sevgisi” biçiminde açıklar.** Gerçi o da sufiler gibi ilahî aşkı yüceltir fakat yine de ilahî aşkın, insanî aşka engel olmayacağını düşünür. Bu bakımdan sufi aşk anlayışını eleştirir.*** “GÜVERCİN GERDANLIĞI” Güvercin gerdanlığı; güvercinlerin boynunda bulunan halka biçimindeki tüylerdir. Klasik İslâm edebiyatında, boyna geçen ve ölünceye kadar çıkmayan ‘aşk zinciri’nin sembolüdür. Bu nedenle İbn-i Hazm sevenle sevilenin aşk hallerine yer verdiği bu yapıtına “Güvercin Gerdanlığı” (Tawq al-Hamame) adını vermiştir. İBN-İ HAZM ve EŞCİNSEL AŞKA YAKLAŞIMI
Güvercin Gerdanlığı’nda yazar, kadınlara duyduğu güçlü sevgiyi ve âşık olduğu kadınlarla yaşadıklarını ölçülü bir dille anlatmaktadır. Yazar esasta bir ahlâkçıdır. Kesinlikle müstehcen sahnelere yer vermez; aşkın duygusal boyutunu öne çıkarır. Buna rağmen, yer yer sevdiği erkek arkadaşlarından da söz açmadan edemez. Fakat bu bahislerde kendisinin ‘günaha bulaşmamış’ olduğunu, bu erkeklere karşı sadece güçlü bir dostluk duygusuyla bağlı kaldığını, sevgisinin cinsel *
İbn-i Hazm; Endülüs Emevi Devleti döneminde İspanya’da yaşamış ünlü bir Müslüman bilgindir. Hukukçu, edebiyatçı, metodoloji bilgini, muhaddis, soy ve şecere uzmanı, dilbilimci ve şairdir. İyi bir eğitim görmüş, Endülüs saray ve siyaset çevrelerinde de varlık göstermiş, zaman zaman vezirlik de yapmıştır. (Bk. İbn Hazm, Güvercin Gerdanlığı/Sevgiye ve Sevenlere Dair, Çeviren: Mahmut Kanık, İnsan Yayınları, İstanbul, 1985, s. 25-32.) Bu yapıtın Fransızca (Le Collier du Pigeon ou de l’Amour et des Amants), İtalyanca (Ibn Hazm Il Collare Della Colomba Sull’ Amore et Gli Amanti), Rusça (Ozerelye Golubki Prevods Arabskogo MA Salye) ve İngilizce (A Book Containnig The Risala Known as The Dove’s Necking About Love and Lovers) çevirileri yapılmıştır. Yapıtın bir “Şark-İslam klasiği” olarak nitelendirilmesi ne kadar doğrudur bilemem, çünkü Endülüs, Doğuda değil, Batıda (İspanya) idi. Ama yine de kültürel açıdan Şark-İslâm geleneği içinde yer alması, bu yapıtın da Şark-İslâm klasiklerinden sayılmasını gerektirir diyebiliriz. ** Bk. Mahmut Kanık, “İbn Hazm ve Edebi Kişiliği”, Güvercin Gerdanlığı, s. 33-39. *** A.g.e., s. 283.
KAOS GL / 26
bir anlam taşımadığını özellikle vurgulama ihtiyacı duyar. İbn-i Hazm’ın erkek arkadaşlarına duyduğu sevginin gücünü anlatmak üzere şu örnekleri seçebiliriz: Ebubekir adlı çok sevdiği bir arkadaşının Doğu’ya yolculuğa çıkması üzerine uzun süre gelişini bekler, gelmeyince ise son derece üzülür ve ağlar. (s. 88) Yazar, gözyaşının da aşkın belirtilerinden biri olduğunu yapıtının “Aşkın Belirtileri” bölümünde (s. 88) açıkladığına göre, bu arkadaşına karşı aşk derecesinde bir sevgi duyduğunu söyleyebiliriz. İbn Hazm, kendisine “benzeri düşünülemez” derecede sevgi gösteren, kendisinin de aynı şekilde sevdiği erkek arkadaşlarından sık sık söz eder. (Bk. s. 128, 171, 223) Yapıtın “Basit Bir Tasvir Üzerine Aşık Olanlar” bölümünde babalarının arasındaki düşmanlıktan ötürü Ebu Amir adlı birini tanımadan önce nefret ettiğini, fakat tanıştıktan sonra ailelerinin arasındaki düşmanlığa rağmen güçlü bir dostlukla birbirlerine bağlandıklarını anlatır. (s. 83-94) Kadın-erkek aşk örneklerinin arasında kahramanlarının erkekler olduğu sevgi öykülerinin de yer alması hiç de şaşırtıcı sayılmamalıdır. Bu tür öyküleri dikkatle okunduğunda İbn-i Hazm’ın iki erkeğin cinsellik olmaksızın aşk derecesinde güçlü bir sevgiyle birbirlerine bağlanmalarını doğal bulduğu görülecektir. Birbirine aşık olan erkeklerden söz etse de, bu sevgiyi cinsellikten soyutlamaya çalışır. Tabiidir ki eşcinsel ilişkiye karşıt bir tutum sergiler. İbn Hazm, erkek güzelliğine de dikkat eden bir bakış açısına sahiptir. Kitabında yer yer bu tür değinmeler vardır. Örneğin “olağanüstü güzel” olarak nitelediği İbn Sehl adlı bir adamdan söz eder. (s. 196) Arkadaşlarından İbn el-Tubnî’yi ise şöyle tasvir eder: “Sanki güzellik ya onun suretinde yaratılmış ya da onu seyreden herkesin ruhundan ortaya çıkmış. Güzellikte, incelikte, zarafette, ahlakta, iffette, ağırbaşlılıkta, edepte, anlayışta, hilmde, vefada, efendilikte, temizlikte, saygınlıkta, tatlı sözlülükte, yumuşak huylulukta, sevimlilikte, davranış inceliğinde, sabırda, hoşgörüde, akıllılıkta, iyilikseverlikte, cömertlikte ve dindarlıkta ona denk olabilecek herhangi biriyle karşılaşmadım. (...) O ve ben aşağı yukarı aynı yaşlardaydık. Birbirinden ayrılmaz, iki tende bir can gibi iki arkadaştık. Dostluğumuzu hiçbir şey zedeleyemezdi.” (s. 226) Bu dostluğun anısına yazdığı uzun bir şiiri ise bir erkeğin diğer bir erkek arkadaşına duyduğu güçlü sevgiyi ifade edebilecek en güzel şiirlerden biri sayılabilir. Bu şiirinde İbn-i Hazm; “Hakkımda ne düşünürsen düşün, ben sana âşığım; seninle sohbet ve muhabbet etmekten başka düşüncem yok” demektedir. Ayrıca erkek ve kadın güzelliğini karşılaştırır ve yaşadığı çağın ve devletin sıkı Müslüman yapısına rağmen cesurca bir değerlendirmeyle erkek
güzelliğini tercih eder: “Kadınlar yasemin gibidir, özen göstermezseniz, çabucak solar ya da bakmazsanız kısa zamanda yıkılan, harabeye dönen bir ev gibidir. Bu yüzden derler ki erkeklerin güzelliği daha güven vericidir, daha dayanıklıdır, daha sağlam bir temele dayanır ve daha üstün niteliktedir. Çünkü öyle çarpmalara öyle darbelere dayanır ki! Oysa kadınların yüzü ufak bir vuruşla morarır, teninde çirkin lekeler belirir. (...)” (s. 218) ÖYKÜLER 1. Hasan b. Hani adlı bir adam, Muhammed b. Harun adlı bir arkadaşına tutkundur. Hasan, Muhammed’i uzun uzun seyretmeye dayanamamakta, yani bundan son derece tahrik olmakta ve aşkını bu yolla açığa vurmuş olmaktadır. Bu durum, aşklarının açığa çıkmasını istemeyen Muhammed’i rahatsız edince kendisine uzun uzun bakmasını yasaklar. (s. 116) 2. Bu öykünün hemen peşindeki öyküde yazar, kahramanlarının iki erkek mi yoksa bir kadın bir erkek mi olduğunu açıklamadan**** iki sevgili arasındaki durumlardan söz eder: Aşklarının açıklanmasını istemeyen sevgilinin bu isteğine rağmen âşığı dayanamaz ve aşkını açığa vurmaya kalkışır. İbn-i Hazm’ın bu aşk öyküsünde sonraki gelişmeleri değerlendirişi şöyledir: “Burada adı geçen âşık, sevgilisiyle en güzel ve en aşırı zevkleri tadıyordu. Fakat ne zaman ki aşkını açığa vurmaya kalktı, artık, bundan böyle, ancak belli belirsiz zevklerle yetinmek, aşkın kaprislerine ve gururuna maruz kalmak ve sevgilisinin kalbini kazanmaktan vazgeçmek durumuyla karşı karşıya kaldı. Böylece o sıcak, tatlı samimiyet ortadan kayboldu; ardından yapmacık tavırlar, yapay ilişkiler, haksız suçlamalar başladı. (...) Eğer aşkını biraz daha açığa vurmuş ve sevgilisinin yakınları da olup bitenleri duymuş olsaydı, sevgilisini ancak düşünde görebilirdi; aralarında her şey biterdi; hiç kuşkusuz bu da ona pahalıya mal olurdu.” (s. 116-117) İbn-i Hazm’ın bu öyküde isim vermekten çekinmesi ve birtakım “aşırı zevkler”i söz konusu etmesi, bu öykü kahramanlarının iki erkek olduğu sanısını güçlendirir. 3. Yazarın “şaşırtıcı öyküsü”nün dilden dile dolaştığını belirttiği Ahmet b. Feth’in öyküsü de ilginçtir. Bu genç, Kurtuba (Cordoba) kâtiplerinden birinin oğludur ve bir devlet işinde de görevlidir. Sâdece bilimsel çalışmalarla ilgilenen, edebiyat ve güzel sanatlara ilgi duyan, ağırbaşlı, olağanüstü sessiz, ancak erdemli topluluklarda ve ortamlarda gözüken, güzel huylu, iyi gidişatlı biridir. Yalnız, kendi ****
Aslında çevirmenin tutumundan kaynaklandığını sandığımız bir durumdan burada söz etmeliyiz. Türkçede fiil kiplerinde eril-dişil ayrımının bulunmamasından yararlanan çevirmen, Arapçada fiil kiplerinde bulunan eril-dişil ayrımını görmezden gelerek, eşcinsel aşk öykülerini çevirirken öznelerin erkek mi, kadın mı olduğunu özellikle belirtmemiş olmalıdır. Bu durumda öznenin belirsiz olduğu tüm öykülerin eşcinsel aşk öyküleri olduğunu düşünebiliriz.
havasındadır; çekingen yaratılışlıdır ve herkesten uzak bir köşede oturmayı sever. Yazar onun bunca iyi özelliklerinin yanı sıra bu son özelliklerini olumsuz özellikler olarak niteler. İşte bu gencin böyle erdemli bir kişi olmasına rağmen “birine” gönlünü kaptırmasıyla işi sefihliğe vurduğunu, bütün erdemli hareketlerinden vazgeçtiğini anlatır. Tutulduğu kişi de kendisi gibi bir gençtir, fakat yazara göre, kesinlikle ona lâyık biri değildir. İbn-i Hazm, Ahmet’in durumunu şöyle değerlendirir: “Öğrendim ki Ahmet, namusunu beş paraya düşürmüş, kepaze olmuş, hayayı yitirmiş ve kendiliğinden şehvetin peşine takılmış. Dedikodu konusu olmuş, boşboğazların diline dolanmış. Her yerde o söz konusu oluyordu; şaşırtıcı öyküsü dilden dile aktarılıyordu. Bütün bunların kendisine sağladığı ise ancak değerden düşmesi, sırrının etrafa yayılması, kötü bir ün kazanması, sevdiğinden de kesin olarak uzaklaşması ve onu artık hiç görememesi olmuştur.” (s. 119-120) Halbuki yazara göre sırrını ve gönlündekini dışarı vurmasa, daha iyi olacaktı. Bu durumda İbn-i Hazm’ın, eşcinsel sevgiyi açığa vurmadıkça, herkese açıklamadıkça gönülde yaşatmaya karşı olmadığını anlıyoruz. 4. Yazarın yaşadığı X. yüzyılda geçerli olan kölelik kurumunun da eşcinsel aşklara konu olduğunu anlıyoruz. İbn Hazm, kimi zaman da “bir adamın, üzerinde mutlak efendilik hakkı kurduğu kölelerinden birine tutulduğunu gördüğünü”, bu durumda “ona zor kullanmasına hiçbir şeyin engel olamadığını” söylemektedir. (s. 123) 5. İbn-i Hazm’ın anlattığı eşcinsel aşk öykülerinden birinde de mekân bir ‘cami’dir. Bu camiye devam eden dönemin bakanlarından Ebu Ömer’in yanında genç hizmetçisi Acib de bulunmaktadır. İşte bu genç Acib’e yine dönemin bakanlarından Mukaddem b. el-Asfar âşıktır. Evine çok uzak olmasına rağmen, Acib’i görebilmek için sürekli onun gittiği camiye gider, oraya oturur ve sevdiği oğlana yiyecekmiş gibi bakar. Acib bu duruma kızar, üzerine yürür, ona karşı yüzünü buruşturursa da bu durum Bakan’ı daha da çok tahrik etmekten başka bir işe yaramaz. Hatta bu tür davranışları onu sevindirir. Durumunu şöyle ifade eder: “Vallahi tam istediğim oldu, tatmin oldum, gözümün önü ışıdı.” (s. 124) 6. Eşcinsel sevginin açığa vurulduğu bir öyküde ise kahramanlar Endülüs halifelerinden Halife İmam Abdurrahman b. el-Hakem’in kendisinden sonra hilafete geçecek olan oğlu genç Muhammed, yakışıklı muhafızı ve veziridir. Halife uzun bir sefere çıkınca makamını oğluna emanet etmiştir. Genç Muhammed sarayın terasında yatıp kalkmakta, ona yardımcı olmak üzere, her gün bir bakan ve bir muhafız da yanında bulunmaktadır. O zaman 20 yaşında olan Muhammed’e, bir gece, vezirle birlikte “yakışıklı, genç, parlak yüzlü bir muhafız” refakat eder. Uyuma zamanı gelince vezir yatar, uyumuş gibi yapar fakat sezdirmeden
KAOS GL 4 / 27
İbn-i Hazm’ın eşcinsel aşk kadar eşcinsel eylemi de onaylamasını beklemek ise büyük bir hayalcilik olacaktır. Yukarıda derlediğimiz türden eşcinsel aşk öyküleriyle birlikte çok daha fazla heteroseksüel aşk öykülerinin anlatıldığı ve aşkın yüceltildiği yapıtında “Bağnaz hasımlarımdan kimileri böyle kitap yazdığımdan dolayı beni kınayacaklar” diyen İbn-i Hazm’dan eşcinsel eylemi de onaylamasını ve savunmasını beklememeliyiz.
KAOS GL / 28
Muhammed’i gözetlemektedir. Çünkü kendi kendine; “Korkarım, bu gece Muhammed b. Abdurrahman kendini yıkıma götürecek bir günah işleyecek, iblisin süslü oyununa gelecek ve şeytana uyacak” diye düşünmektedir. Gerçekten de Genç Prens, her ne kadar yatma girişiminde bulunursa da uyuyamaz ve yatağından doğrulur, kısa bir süre yatağın üstünde kalır fakat “şeytanın kötülüğünden Allah’a sığınır”, dua eder yeniden yatağına girer. Ama tekrar kalkar, üstünü giyer, yataktan çıkmaya hazırlanır. Vazgeçer, gömleğini çıkarıp yatağa girer. Üçüncü kez kalktığında yine gömleğini giyer, ayaklarını yatağından sarkıtır ve nöbetçiye seslenir. Fakat vezirin beklediği eşcinsel eylem gerçekleşmez, çünkü Prens, yakışıklı nöbetçiye, terastan inmesi ve aşağıdaki salonda kalması için seslenmiştir. Nöbetçi aşağı inince de kalkıp odasının kapısını arkadan sürgülemiş, yatağına girip uyumaya çalışmıştır. (s. 268-269) Bu öyküde de yazarın ahlakçı tavrını görmekteyiz. Öyküde eşcinsel bir eylemin gerçekleşmemesini örnek bir durum olarak sunmaktadır çünkü. 7. İbn-i Hazm’ın eşcinsel aşk kahramanları genellikle namusuna düşkün, güçlü sevgilerine rağmen cinsellik düşünmeyen kimselerdir. İşte bu tür kahramanların yer aldığı bir öyküde dönemin bakanlık sekreteri İbn-i Kuzman, mâbeyncinin kardeşi Eslem b. Abdülaziz’e âşıktır. Eslem “olağanüstü güzel” bir erkektir. Fakat İbn-i Kuzman’ın ona tutulmuş olduğundan habersizdir. İbn-i Kuzman tek taraflı sevgisinin etkisiyle hastalanır, yatağa düşer ve sonunda da ölür. Eslem, onun kendisine âşık olduğunu ölümünden sonra öğrenir ve önceden kendisine söylemedikleri için kızar. Şaşıran muhatabına ise; “Çünkü o zaman onunla olan bağlarımı daha da güçlendirirdim; yanından bir an bile ayrılmazdım. Bu bana en ufak bir zarar vermezdi” der. İlgi çekici bir öyküdür bu... Âşık, ölebilecek kadar aşkında sadıktır; aşkı öylesine güçlüdür. Fakat aşkını dile getiremez. Durumdan habersiz sevgili ise ölüm olayından sonra durumu öğrenince hiçbir olumsuz tepki göstermez; bir erkeğe sevgi duyan diğer bir erkeği kınamaz ve ona daha çok ilgi göstereceğini de söylemekten çekinmez. Fakat tabii, bu durum kendisine bir “zarar” de veremez; çünkü o “namuslu” bir insandır, yani cinsellik düşüncesinden uzaktır. 8. Eşcinsel öykü kahramanlarından biri de yukarıda sözü geçen ve İbn-i Hazm’ın en sevdiği arkadaşlarından biri olan İbn el-Tubnî’nin öyküsüdür. Çok yakışıklı bir adam olan İbn elTubnî’nin ölüm nedeni, bir genç erkeğe duyduğu güçlü aşktır. Bu genç erkek, bir askerdir. Tubnî, bu askere duyduğu aşkı şöyle anlatır: “O kadar güzeldi ki, daha önce güzelliğin böyle canlı bir biçim kazanacağını hiç düşünmemiştim. O genç benim aklımı başımdan aldı, kalbim çılgınca ona bağlandı. Onun kim olduğunu araştırdım. “Filan bölgenin sakinlerinden falan oğlu falan.
Kurtuba’ya çok uzak, ulaşımı çok zor bir bölge” dediler. O zaman onu yeniden göremeyeceğimden umutsuzluğa düştüm. (...) İşte böyle. Yemin ediyorum; onun sevgisi benden, mezara girmedikçe ayrılmayacak!” İbn Hazm, gerçekten de öyle olduğunu söylüyor: “Ben o delikanlıyı tanıyorum; onun kim olduğunu biliyorum. Fakat onu ona tanıtmak istemedim. Çünkü o da öldü; her ikisi de Ulu Tanrı katında birbirine kavuştu, Allah cümlesine rahmet etsin!” (s. 228-229) Yazarın eşcinsel bir aşkla yatağa düşen ve sonunda ölen bir dostu için yaptığı dualar ve söylediği övücü sözler oldukça dikkat çekici ve düşündürücüdür. Öykünün devamında yazar, Kurtuba’ya gidip bu çok sevdiği dostunun kardeşini bulduğunu ve ona başsağlığı dileklerini sunduğunu anlatmakta, fakat “Başsağlığı dilekleri sunulacak kişi asıl bendim” diyerek üzüntüsünün derinliğini ifade etmektedir. Yazar öyküyü şu şiirle bitirir: “Kabirlerin karnı seni saklasa da, aşkım senden sonra da gizli kalamayacak. / Yüreğim sevdanla coşarken geldim kapına, ne ki kader bizi üst üste belalara, acılara boğdu. / Ah ne yazık ki kapıları açık evleri sensiz bomboş gördüm; göz yaşlarımı tutamadım ağladım, ağladım senin için.” (s. 230) 9. İbn-i Hazm’ın sahici öykülerinden biri de sufi dostlarından birinin başına gelenleri anlatır: Bu sufi önceleri çok dindar biri iken, sonradan bir delikanlıya âşık olur ve dervişlikten de ilimle meşguliyetten de vazgeçer. İbn-i Hazm’ın ve diğer dostlarının uyarılarına da kulak asmaz. “O güzelim kalemleri, sanki işlenmiş ya da eritilmiş gümüşten yapılmış bir genç delikanlının ince parmaklarıyla değişir.” Daha sonra da sürekli “bazı çocuklarla” ilişki kurmaya devam eder; o kadar düşkün olduğu kitaplarının da çoğunu satar. (s. 244-245) 10. Öykülerinden biri de akılcı İslâm mezhebi olan Mutezilenin kurucusu Nazzam’ın öyküsüdür. Nazzam, “kelâm ilmindeki yüksek seviyesine, tanınmış bir bilgin olmasına, öylesine geniş bilgisine rağmen” bir Hıristiyan gence âşık olur ve bu genç uğrunda “Allah’ın yasak ettiği haramlara bulaşır; o genç için ‘teslis’ inancını ‘tevhid’ inancına tercih ettiğini bildiren bir kitap yazar.” (s. 245-246) 11. İbn el-Cezirî adlı birinin de sevdiği oğlanı elde etme uğrunda, bilerek ve isteyerek ailesini yüzüstü bıraktığını ve ailesinin bundan çok büyük zarar gördüğünü anlatan İbn-i Hazm, onu son derece kınar ve yaptığı işin çok büyük bir günah olduğunu söyler. Bu kişi hakkında bir arkadaşının yazdığı şiirden, “Ha vererek ‘mim’ alıyor; ilahi yasakları çiğneyenler işte tam böyle davranırlar” dizesini de alıntılar. (s. 246-247) Bu dizeyi açıklayan çevirmen, “Ha ve mim harfleri karşılıklı olarak eşcinselliği simgeler” demektedir. (s. 293) Bu öykünün kahramanı el-Cezirî, kendini eşcinsel ilişkinin zevkine öyle kaptırmıştır ki, İbn-i Hazm; “Ulu
camide insanlar Allah’a kendilerini alçalıştan korumaları için yalvarırken, söz konusu şahsın da Allah’ın kendisinden iffet ve namusu kaldırması için yalvardığını duydum” der. (s. 247) SONUÇ İbn-i Hazm, genel İslam anlayışına bağlı kalarak zinaya da eşcinsel ilişkiye de karşıdır. Evlilik dışı ilişkileri kınamaktadır. Fakat duygusal plânda kalmak şartıyla her türlü sevgiyi onayladığını söyleyebiliriz. Olumlayarak anlattığı eşcinsel aşk öyküleri, cinsellikten arındırılmış, sadece sevginin yüceliğini yansıtan öykülerdir. Ayrıca yazar hem kendisinin, hem de tanıdığı arkadaşlarının son derece namuslu kimseler olduğunu özellikle vurgulama ihtiyacı hisseder. Ona inanabiliriz fakat yazarın kendisi de dahil olmak üzere bütün insanların eşcinsel sevgiyi içlerinde duyumsadıkları gerçeğini de göz ardı etmemek gerektiği düşüncesindeyiz. Zaten günümüzde de kimliğini eşcinsel olarak tanımlayan herkesin mutlaka eşcinsel eylem içinde olduğunu söylemek doğru olmayacaktır. İbn-i Hazm’ın öyküleri bize bu bakımdan eşcinsel aşkın da heteroseksüel aşk gibi evrensel olduğunu düşündürüyor. Peki cinselliği de bünyesinde barındıran eşcinsel sevgi hakkında ne düşünmektedir İbn-i Hazm? Bu sorunun yanıtını daha çok Güvercin Gerdanlığı’nın son bölümlerinde buluyoruz. İbn-i Hazm, zinayı ve eşcinsel ilişkiyi kötülediği son bölümlerden birinde; genç bir çocuğu bağrına basıp menisi gelinceye kadar bırakmayan bir adam ile kendisine sarılmasına izin vererek bir adamın boşalıp menisinin gelmesini sağlayan genç hakkında İslâm hukukçularının verdiği ağır cezaları zikreder ve “içtihadda bu denli ağır bir tutumun kendi görüşlerine aykırı olduğunu” söyler. (s. 260-261) Fakat yine de o gerek zinânın, gerekse eşcinsel ilişkilerin hukukçular tarafından öyle veya böyle cezalandırılmasından yanadır. “Lut kavminin işlediği eşcinsellik konusuna gelince, bu çok kötü ve çok çirkin bir iştir” (s. 261) diyerek Kur’ân’da eşcinsellikle ilgili âyetleri alıntılar. Peşinden de Şüca b. Varka el-Esedî adlı “kadın gibi kendini kullandıran” bir adama uygulanan korkunç bir cezayı zikreder. ( s. 262) Dolayısıyla İbn-i Hazm’ın duygusal anlamda eşcinsel veya heteroseksüel sevgi/aşk arasında herhangi bir ayrım yapmadığını söylemek mümkündür. Yalnız o, eşcinsel eyleme kesinlikle
karşıdır ve sınırlı ölçüde de olsa cezalandırılması gerektiğini düşünmektedir. Hem erkekler arası aşka, hem de heteroseksüel aşka birlikte yer vermesiyle İbn-i Hazm’ın biseksüelliğe yakın durduğunu söyleyebiliriz. İbn-i Hazm’ın eşcinsel aşk kadar eşcinsel eylemi de onaylamasını beklemek ise büyük bir hayalcilik olacaktır. Yukarıda derlediğimiz türden eşcinsel aşk öyküleriyle birlikte çok daha fazla heteroseksüel aşk öykülerinin anlatıldığı ve aşkın yüceltildiği yapıtında “Bağnaz hasımlarımdan kimileri böyle kitap yazdığımdan dolayı beni kınayacaklar” diyen İbn-i Hazm’dan eşcinsel eylemi de onaylamasını ve savunmasını beklememeliyiz.
KAOS GL 4 / 29
Steven SEIDMAN II. Gey Kimliğinin Yapısökümü: İbne Teorisi ve Çev: Kerem GÜVEN Bilgi Politikaları Gey karşıtı bir dalga olmasına rağmen gey ve lezbiyen hareketi 1980’lerde topluluk oluşturma ve merkezi eğilimlere uyum sağlama konularında büyük ilerlemeler kaydetti. Amerika Birleşik Devletleri'nin başlıca kent merkezlerinde lezbiyen ve gey topluluklar kamusal, kurumsallaşmış, politik ve kültürel bir gey kimliğini oluşturmayı başarmışlardı. Bu toplumsal tabana dayanarak lezbiyen ve geyler büyük başarı ile toplumun kendilerini kabulü için kampanyalar yürütmekteydiler, vatandaşlık haklarında düzenlemeler, politik temsil, hukuki reform ve medyada olumlu temsille ilgili çalışmalarında olduğu gibi. Toplumsal başarı bir şekilde o zamana kadar sessiz kalmış olan farlılıkların da telaffuz edilebilmesini sağladı. Heteroseksüel cepheye karşı birlik uğruna hasır altı edilmiş olan farklılıklar görünür hale geldiler. Özellikle cinsiyet ve ırk üzerine çatışmalar farklılıkların toplumsal olarak ortaya çıkışında kilit noktalardı. Cinsel etik ve politik önceliklerle ilgili küçük atışmalar, toplumsal biraradalık ve gey ve lezbiyen kimliği önesürmenin getirileri üzerine genel bir savaş boyutuna ulaştı (Seidman 1993).
Deconstruction of Queer Theory Steven Seidman Social Postmodernism : Beyond Identity Politics Linda Nicholson, Steven Seidman Cambridge University Press,1995
KAOS GL 4 / 30
Baskın halde olan etnik nasyonalist kimlik modeli ve politikaları beyaz, ortasınıf, hetero-taklidi değerler sergilediği ve liberal politik hedefler benimsediği için eleştiriliyordu. Politik cephede, yaygın eğilimlere uyum sağlayan gey ve lezbiyenliğe yönelik benzer eleştiriler, kendisini normalleştirici ve disipline edici kültürel politikalara karşı konumlayan HIV/AIDS aktivistlerinden (örneğin ACT-UP) ve Queer Nation aktivistlerinden de gelmekteydi. Gey politikanın ana eğilimlerinden birine meydan okuyorlardı: politikaların ortak, tek bir özne etrafında organize olmuş olması. Kendilerine ibne(queer) diyerek, bedenleri üzerinde söz sahibi olma ve sağlık hizmetlerine ulaşma gibi konular etrafında örgütlenerek 1980’lerde kimlik politikalarının ötesinde bir politik kuvvet oluşturdular. Entelektüel cephede ise, gey ve lezbiyen ırk ve cinsiyet radikallerinden oluşan bir akım birleştirici bir gey kimlik inşasına, normlar ortaya koyması, pek çok arzu ve eylemi, gey ve lezbiyen birçok kimliği disipline etmeye çalışması ve marjinalize etmesi gerekçeleri ile karşı çıkıyorlardı. Kimlik ve politika üzerine farklı alternatifler öneriyorlardı. Sonunda, kimlik politikalarına bu başkaldırıyı dillendiren ve fikirleri gey ve lezbiyen entelektüel kültürün odağını oluşturanlar Fransız postyapısalcılığını izleyen ibne teorisyenleriydi.
Postyapısalcı teori edebi eleştiriyi kurallar ve doğrular belirlemekten, edebi yapı ile ilgili belki de evrensel olan bazı sorulara yanıtlar aramak üzere yapılan diyaloglardan çok bir toplumsal analiz olarak kabul eder. Edebi metinler, toplumsal ve kültürel kodlar çerçevesinde kurulmuş, toplumsal ve politik pratikler olarak, kimlikleri, toplumsal normları ve iktidar ilişkilerini belirleyen sosyal güçler olarak görülür. Metinler, bir takım temel sembolik figürler çevresinde kurulmuş olarak değerlendirilir (erkek/dişi, eşcinsel/karşıcinsel gibi). Böyle ikili karşıtlıklar bilginin kategorileri olarak kabul edilirler; düşünme biçimimizi ve tecrübelerimizi yapılandırırlar. Söylemin bu özelliği toplumsal hiyerarşilerin yaratılmasına katkıda bulunur. Yapısöküm, işte bu hiyerarşilerin gelişigüzel, toplumsal ve politik karakterlerini ortaya koyarak güçlerini sarsmayı hedefler. Yapısöküm bilginin kültürel politiği olarak da tanımlanabilir. Edebi analizden toplumsal analize gidiş, metin eleştirisinin toplum eleştirisine dönüşü, okumaların politik pratiğe, politikaların bilgi politikalarına dönüşümü yapısökümü ve ona dayanan ibne teorisini önemli bir teorik ve politik hareket kılıyor. İbne teorisyenleri kimlerdir? Bazı isimler sayabiliriz başlangıç olarak: Eve Sedgwick, Diana Fuss, Judith Butler, Lee Edelman, Michael Moon, Theresa de Laureis, Thomas Yingling ve D. A. Miller. Başlıca metinlerse, Eve Sedgwick’in Epistemology of the Closet (1990), Butler’ın Gender Trouble (1990), Diana Fuss’ın Inside/out: Lesbian theories, Gay Theories (1991). Açık konuşayım. Entelektüel ve politik olarak birlikte davranan bir kültürel hareketten bahsetmiyorum. Önemli farlılıklar ve fikir çatışmaları olan bir gruptan bahsediyorum. Buna rağmen bazı ortak noktalara dayanıyorlar tabi: Fransız postyapısalcılığı ve yapısökümü temel alıyorlar edebi ve toplumsal eleştirilerinde; psikanalizin kategorilerini ve bakış açısını uyguluyorlar; toplumsal olanı baskın olan bilgi ve toplumsal ilişkileri sorgulamak amacıyla yorumlamak ve eleştirmek için bir metin olarak ele alıyorlar. Ben ibne teorisinde baskın olan entelektüel ve politik dinamikleri ele almaya niyetliyim. Anahtar metinlerin detaylı bir analizini vermeye niyetim yok. Belli bir kültürel hareketin projesini anlaşılabilir kılmak ve önemini değerlendirmeye girişmek benim hedefim. Eşcinsel teori eşcinselliği bir toplumsal azınlığın durumu olarak kabul etmeyi tercih etmiştir genellikle. Nedenselci ve yapısalcı bakış açıları homoerotizmin evrensel bir tecrübe olduğunu varsaysalar da, iki bakış açısı da eşcinsel bir toplumsal azınlık kategorisinin oluşumuna katkıda bulunmayı hedefliyor. Mesela nedenselci bakış
açısı sadece bazı insanların tamamen ve kesin olarak eşcinsel olduklarını savunur. Burdan yola çıkarak analizi yapan kişi bu eşcinsel topluluğun nasıl kendisinden toplumsal bir azınlık olarak bahsettiğini açıklamaya ilerler. Toplumsal yapısalcı bakış açısına göre aynıcins cinsel deneyimler evrensel olsa da, sadece bazı toplumlardaki bazı insanların hayatlarını homoerotizm çevresinde kurduklarını varsayar. Bu varsayımdan yola çıkan analizci de evrensel homoerotik arzuyu homoseksüel kimliğe dönüştüren toplumsal faktörleri araştırmaya yönelir. Nedenselci ve yapısalcı perspektiflerin farklı görünmelerine rağmen, gey ve lezbiyen analizciler bilinçli bir homoseksüel azınlığın oluşumunu etkileyen toplumsal faktörlerle meşgul olageldiler. Her iki bakış açısından da gey ve lezbiyen teorisi 1970’lerde ve 1980’lerde homoseksüel bireyin olgunluğa erme hikayesiyle ilgilendi. İbne teorisyenleri ise eşcinselliğin ister doğal ister toplumsal kaynaklı olduğu düşünülsün, bir kişi ya da grubun özeliği olarak algılanmasını eleştiriyorlar. Bu bakış açısının heteroseksüel/homoseksüel ikiliğini kişinin, cinsellikle ilgili bilginin ve toplumsal kurumların yapılanmasında temel çerçeve olarak bıraktığını savunuyorlar. Sadece eşcinselliğin normalleşmesi ya da toplumsal bir azınlık olarak yasallaştırılmasını hedefleyen bir teorik ve politik proje, kişilerin ve toplumsal kurumların heteroseksüel/homoseksüel ikiliği çevresinde örgütlenmesini ve düzenlemesini öngören toplumsal rejime meydan okuyamaz. Söylemlerdeki ikili kavramlar kaçınılmaz bir şekilde hiyerarşik terimler olarak konuşlanıyor, böylece de dışlama ve baskılama politikalarını besliyor. Dahası böyle bir ortamda eşcinsel politikalar iki seçenek arasında baskı altında kalıyorlar; bir dahil olma politikası yolunda eşcinsellikle ilgili yasal hakların edinilmesi yolunda liberal bir mücadele vermek, ya da etnik nasyonel politikalar doğrultusunda farklılıkları vurgulayarak ayrılıkçı bir mücadele yürütmek. Bugüne kadar gey ve lezbiyen politiklar eşcinsellikle ilgili yasal düzenlemeler yolu ile heteroseksüeliğin normalliğini kırmaya çalışmak yolundaydı. Bu proje önemli olsa da ibne teorisi tarafından sınırları ortaya kondu. İkili bir cinsiyet sistemi, baskın bir şekilde heteroseksüel olsa da olmasa da, kaçınılmaz bir şekilde baskıya ve hiyerarşiye yol açan psikolojik ve sosyal sınırlar yaratmakta, bunun sonucunda da bazı duygular, arzular, edimler, kimlikler ve toplumsal yapılar marjinalize edilmekte, dışlanmakta aşağılanmaktadır. Bireyler kendilerini hetero-veyehomoseksüel olarak tanımlamak zorunda hissettikleri ölçüde kendilerini sınırlayan ve toplumsal alanda baskılayıcı olan koruyucu kimlikler ve sınırlar inşa ederler. Dahası diğerini dışlayıcı bir şekilde hetero/homoseksüel arzu üzerine kurulmuş olan kimlikler dengeli ve kararlı
değillerdir, bir kimlik kategorisinin kabulü diğerini öngörür ve dışlar. Heteroseksüelliğin ilanı karşıtını da ortaya koymakta, hatta bütünlüğünü korumak için homoseksüele ihtiyaç duymaktadır. Aslında bir homoseksüel ötekinin varlığının bilincinde olmak kişinin kendi içinde önüne geçilemez homoseksüel arzuların şüphesini uyandırıyor (gündelik yaşamda aynı cinsten olan kişilerle ilişkilerde, arkadaşlıkta, hayallerde, fantezilerde). Heteroseksüellik ve homoseksüellik karşılıklı olarak başkaldıran, üretken, dengesiz bir çift olarak birliktedirler. Bir dizi psikolojik, sosyal ve politik karşıtlıklar yaratmanın yanısıra ikiliğe dayalı bir cinsiyet modeli cinsel teori ve politikayı da önemli ölçüde sınırlar. Cinsel kimliğin arzunun nesnesi olan cinsiyet tercihine eşit olarak algılanan cinsel yönelimle tanımlanması, geniş bir arzu, edim ve toplumsal ilişkiler grubunu teori ve politikanın konusu olmaktan alıkoymaktadır. Cinsel özgürleşmeyi heteroseksüel ya da homoseksüel yasal düzenlemeler ve kabul edilme ile eş görmek oldukça basite indirgenmiş bir “cins” anlayışına yol açar, çünkü cinsiyet tercihi dışındaki vücutla, cinsel uyaranlarla ilgili herhangi bir açık iletiyi, arzuları ve davranış biçimlerini, cinsel ilişkileri tartışmanın dışında bırakır. İbne teorisini yaratanların eserlerinde homoseksüel tercihin ve kimliğin yasallaşmasına yönelik olan mevcut akımın ortasınıf değerlere ihanet içinde olduğu ifade edilmektedir. Aynı cinsten tercihi yasallaştırmaya odaklanarak gey ve lezbiyen hareketi diğer birçok yönden marjinalize edilmiş ve değersiz kabul edilmiş birçok cinsel değeri de politika alanının dışında bırakmaktadır. Diğer bir deyişle şu an egemen olan gey hareket uzun süreli, tek eşli, erişkinler arası, aynı ırktan, aynı yaş grubundan kişiler arasında, romantik cinsel değerlere sahip bir ilişkinin normalliğini kabullenmiştir. Eğer birinin cinsel yönelimi aynıcinsten kişilerle sado-mazoşist ya da farklı ırktan kişilerle ya da para karşılığı seksi de içeriyorsa cinsel yönelimle ilgili politikaların sadece cinsiyet tercihinin yasallaşmasına indirgenmesine karşı çıkacaktır. Gey teori de dahil olmak üzere, egemen olan gey hareket disipline edici, normaller oluşturan, beceriksizce dışlamaya ve hiyerarşiye iten bir güç olmakla suçlanmaktadır. İbne teorisi eşcinselliğin bir toplumsal azınlığın yaşamı ve kaderi olarak ele alınmasına karşı çıkar. Bunun altında yatan anlayış birey kimliğinin gey teorisi ve politiğinin temelini oluşturmasıdır. Gey topluluğu ve politikaları kendisini gey ve lezbiyen olarak tanımlayan bireylerin toplamından ve topluca harekete geçmelerinden oluşur. İbne politikaları bu konuda bir epistemolojik kayma yaratmak istemiştir. Kültürel düzeyde konuya odaklanmayı önerirler. Büyüteç altına aldıkları alan dil ve söylemle ilgili yapılardır genellikle. Özel olarak analizini yaptıkları şeyse hetero/homoseksüel karşıtlığıdır. Bu karşıtlık bir bilgi kategorisi, kişinin kendisini, arzularını,
KAOS GL 4 / 31
davranışlarını ve toplumsal ilişkilerini tanımlama ve düzenlemenin bir yolu olarak ele alınır. Bu hetero/homoseksüel öğeler metinlerde ve toplumsal pratiklerde dile getirilerek dışlayıcı heteroseksüel ve homoseksüel özneler ve toplumsal birimler oluşturulur. Aynen feministlerin bireysel ve toplumsal yaşamı şekillendiren bir toplumsal cinsiyet kodu buldukları (maskulen/feminen ikiliği) yolundaki iddialarına paralel bir görüştür bu. İbne teorisi eşcinsellik sorunsalını birey kimliği ve eşcinsellere uygulanan baskı ve özgürleşme politikaları çerçevesinde değerlendirmekten eşcinselliği kültürel bilgi politikaları açısından ele almaya geçişi önermektedir. Böylece ibne teorisi eşcinselliği toplumunun ve toplumsal analizin merkezine yerleştirir. İbne teorisi eşcinsel topluluğun baskı altında olmasını ve kendini ifade edişini açıklamaya çalışmaktan çok arzuyu, davranışları, toplumsal kurumları ve ilişkileri (yani kişinin ve toplumun kuruluşunu) şekillendiren bir bilgi/iktidar ilişkisi olarak hetero/homoseksüel öğelerin analizini yapmaktadır. Eşcinselliğe bir bireysel kimlik sorunu olarak yaklaşmaktan uzaklaşıp, kültürel bir figür ya da bilgi kategorisi olarak ele almak Eve Sedgwick’in Epistemology of the Closet (1990) adlı kitabının temel iddiasıdır. Giriş cümlesi eşcinselliği kültürel bilgi politikası olarak ele almaya çağrı yapmaktadır: Epistemology of the closet yirminci yüzyıl Batı kültürünün başlıca fikir ve bilgi düğümlerinin genel olarak, başta kronik sonra da endemik şekilde homo/heteroseksüel tanımlanma krizi çerçevesinde yapılandığını öne sürer.... Bu kitap modern Batı kültürü ile ilgili anlayışın, modern hetero/homoseksüel tanımların eleştirel analizini içermedikçe, tamamen eksik değilse de, tam merkezinden yara almış olacağını iddia etmektedir. Sedgwick, 1990. Ondokuzuncu yüzyılın sonlarından itibaren artık “herkes homo-yada- heteroseksüel bir kimliğe sahip olarak değerlendiriliyordu... Bu değişiklik kültür içerisinde homo/heteroseksüel güçlü karşıtlığından muaf hiç bir alan kalmamasına yol açan şeydi” (Sedgwick, 1990). Homo/heteroseksüel tanımlamaların sadece bireysel kimlikler ve davranışları değil toplumsal kültürü de şekillendirmiş olduğu kabul edilmektedir. Bu şekillendirmeyi sadece bedenler, edimler, toplumsal ilişkiler üzerine cinsel tanımlar yükleyerek değil, daha önemlisi, illa da cinsellikle ilgili olmayan düşünsel ve kültürel geniş alanları şekillendirerek yapmıştır. Yirminci yüzyıl Batı kültüründe anlamın mücadelesinin verildiği en canalıcı noktalar homososyal/heteroseksüel tanımlamalar ile damgalanmıştır. Bu noktalar arasında, mahremiyet/açıklık, şahsi/kamusal gibi ikililer de vardır. Epistemolojik olarak yüklü olan bu ikilikler yolu ile, “closet” ve "coming out” kavramları
KAOS GL 4 / 32
içinde şekil bularak, tanımlama ile ilgili bu düğüm modern kültürel yapılanmanın temelini oluşturan bir çok diğer ikiliyi silinemez bir şekilde etkilemiştir: maskulen/feminen, çoğunluk/azınlık, doğal/suni, eski/yeni, büyüme/yozlaşma, kentsel/kırsal, sağlık/hastalık, aynı/faklı, Homo/heteroseksüel gönüllülük/bağımlılık... çekişmenin damgası öylesine derin izler bırakmıştır ki yukardakileri antihomofobik bir analizin yokluğunda ele almak bilmeden içlerindeki itici güçlerin devamını ve yeniden üretimine yol açmak anlamına gelir. Sedgwick, 1990. Sedgwick bilginin bu ve benzeri kategorilerini dengede ve kararlı olmadığı konusunda ısrar eder. Modern Batı'ya ait cinsellikle ilgili tanımlar birbirine zıt durumlar arasında gelir gider. Örneğin, eşcinsellik insan topluluğunun küçük bir azınlığına ait bir özellik olarak da algılanabilir (bazı insanlar yüzde yüz eşcinsellerdir), veya eşcinsellik evrensel de kabul edilebilir (herkes eşcinsel arzulara şu ya da bu şekilde sahiptir). Homo/heteroseksüel tanımların kararlı, dengeli olmaması bu konuyu yapısökümcü analizin favori alanlarından biri haline getirir. “Bu kitabın temel argümanlarından biri yapısökümcüdür.... Takip ettiği analitik yol kültürümüzde simetrik ikilikler şeklinde temsil edilen kategorilerin, ki burda homoseksüel/heteroseksüel üzerinde duruyoruz, aslında çok daha yerleşmemiş, dinamik ilişkilerin devam edegelmekte olduğu alanlar olduğunu göstermeye yöneliktir” (Sedgwick, 1990). Sedgwick bu sembolik ikiliğin dengesizliğini ortaya koymak, hiyerarşik yapısını bozmak, böylece de toplum üzerindeki etkilerini değiştirmek veya nötralize etmeyi dilemektedir. Inside/out adlı kitapta (Fuss 1991), toplumun bir metin olarak, toplumsal analizin de yapısökümcü analiz olarak ele alınışını ibne teorisinin merkezine yerleştirilmiştir. Sedgwick’den farklı olarak bu kitaba yazılarını vermiş olan yazarlar, akademik olarak kabul görmüş metinlerden çok, popüler kültürün ürünü olan “metinleri” yapısökümcü analizlerine konu etmişlerdir: Alfred Hitchcock’un “Rope” (Miller 1991) adlı filmi, “The Haunting” (White 1991) ve de Rock Hudson’ın popüler görünümleri (Meyer 1991) gibi. Kitaba yazdığı önsözde Diana Fuss bilginin kültürel politiği için yapısökümsel bir çerçeve önerisinde bulunuyor. Kimliği bir nesneye ait bir özellik olarak değerlendiren mevcut yaklaşımlara karşı çıkarak, postyapısalcı bir yaklaşımla onu söylemle ilişkili bir figür olarak ele alıyor. “Yapısöküm kimliğin anlamını özvarlık olmaktan uzaklaştırıp, bunun yerine farklılık olarak kimliği öne sürüyor. Kimlik kendinden olmayanı içinde barındırmaya devam ettiği sürece, kişi parçalanmış kalacaktır ve kimlik ötekini dışlamak pahasına sahiplenilecektir, yani aynı kimlikten olmayanı reddederek ve baskılayarak” (Fuss 1989). Başka bir deyişle kişi ya da nesneler bir kimliğe olmadıkları şeye karşıt olarak sahip olurlar. Bir kimliğin kabulü
farklı olanı yaratır ve onu dışlamaya iter, “öteki” yaratılmış olur. Bu ötekilik ise, hiçbir zaman tam olarak dışlanamaz ya da susturulamaz, kimliğin içinde varlığını devam ettirir ve ona sınırlılıklar ve imkansızlıklar görünümüne rahatsız edici bir şekilde kendini hatırlatır. Fuss yapısökümcü yaklaşımı hetero/homoseksüel ikilisine de uygular: Heteroseksüel ve homoseksüel arasındaki felsefi karşıtlık her zaman başka bir karşıtlığın temelleri üzerine kurulmuştur: içerisi, dışarısı. Cinsel davranışlar ve cinsel nesne seçimi ile ilgili tartışmalara egemen olan kimlik şimdiye kadar, görünüşte birbirinden farklı olan bu işlevsel ayrımların simetrik yapısına ve sınırlara, sınırlamalara, kısıtlılıklara dayalı bir mantığın engellenemez sembolik düzenine dayanıyordu. Gey ve lezbiyen teorideki pek çok çaba zor ama acilen gerekli bir iş olan hetero/homo hiyerarşisinin dengesizliğini ve ortadan kaldırılamazlığını sorgulamaya başlamış, basit bir içerisi/dışarısı dayalektiği ile yeni (ya da eski) cinsel olasılıkların ortaya konamadığını öne sürmüşlerdir. Ama, tam olarak nasıl bu homo/hetero karşıtlığını çökme noktasına getirebiliriz? Fuss, 1991.
ki hetero/homo birbirini öngörmektedir, herbiri diğeri tarafından aydınlatılmakta, ortaya konmakta ve diğerinde de bulunmaktadır, bu da herikisinin de son bulmaz savunucu tavrını, katı bir kabuğa çekilme eğilimini, bununla birlikte çöküşe ve kafa karışıklığına açık olmalarını doğurmaktadır. Sürekli bir şekilde heteroyu meşgul eden homo korkusu sınırların çöküşü ve silinişi, kökten bir kimlik karmaşasının her daim mevcut ve olası olan tehdidinde yoğunlaşmaktadır. Bir kültürel sosyal itici güç olarak bu ikiliğin ve karşıtlık üzerine kurulu bir kimlik politikasının çöküşü yapısökümcü adımların hedefidir. Fuss kültürel bir başkaldırı politikasını desteklemektedir. “İstenilen şey, bu kaçınılmaz mantığı getiren tüm yapıların darmadağın edilmesinden daha fazla birşey değildir” (Fuss, 1991).
İbne teorisinin çıkış noktası eşcinsellerin baskıya maruz kalması ya da kişisel ya da kollektif kendini ifade mücadelesi ya da eşcinsel/gey/lezbiyen kimliklerin yaratılması değil, söylemsel hetero/homoseksüel figürüdür. Inside/out’daki her makale toplumda kabul görmüş metinlerde bu sembolik figürü araştırmaktadır. Fuss kitabın girişinde kimlikle ilgili kavramları şimdiki zeminden söylemle ilgili alana kaydırmaya çalıştığı ölçüde hetero/homoseksüel kodu sarsmaya ve homoseksüel kimliğin kabulu üzerine kurulmuş bir politikanın sınırlılığını göstermeye çalışmıştır. Yapısökümcü eleştiriyi tekrarlar: hetero/homo kodu içerisi ve dışarısının hiyerarşisini yaratır. Eşcinsel kimliğin kabulü üzerine kurulmuş politikalar bu kodları güçlendirir ve kendi içerdeki/dışardaki hiyerarşisini yaratır. Yapısökümcü analiz ikili bir kimlik yapısını kısıtlılıklarını ve kararlı olmadığını ortaya koymaya çalışır. “Cinsel kimlikler nadiren güvenlidirler. Heteroseksüellik hiç bir zaman tehdit edici homoseksüel ötekinin yakın fiziksel temasını görmezden gelemez, eşcinselliğin de heteroseksüelliğin aynı derecede şiddetli toplumsal baskısından tamamen kaçması mümkün değildir. Herbiri diğeri tarafından tehdit edilmektedir...” (Fuss, 1991). Yapısökümcü analiz göstermektedir
KAOS GL 4 / 33
Bayram BALCI
Saat tam gecenin tam yarısı. Homurdayarak sokaktan geçen bir otomobilin asap bozan sesi doldu odaya. Masadan kalkıp pencerenin perdesini açtım. Sokak yine köpeklere kalmıştı. Karanlığın içinden fırlayan bir köpek, pavkırmaya başladı, homurdanarak ikinci kez sokaktan geçmekte olan otomobilin ardından. Her öyküde, öykünün dışında kalmış biri muhakkak vardır. Ya sızmış bir ayyaş ya çalışmakta olan bir beyin, ya da öyküye girip girmeme konusunda kararsız bir kız. Horlarken ağzından salyalar çıkararak iştahla yeni bir şeyler olmasını, seyredenleri en hassas yerlerinden vuracak gürültülü bir sokak kavgasının kahramanlarını bekliyordur, öykünün dışındaki. Oysa bütün kavgalar bitmiş, herkes parasını alıp evine gitmiştir. Sokakta köpekler vardı ve salonda benden başka kimse yoktu. Düşlere gözleri kör olan, eşyanın ismine takılıp kalan bahtsızlar, onlar, ne dörtnala koşan atları ve o atların pek ürkütücü binicilerini görebilirler, ne de İstanbul'un herhangi bir semtinde kendine zar zor sığınacak bir mahalle köşesi bulabilmiş köhne bir sabahçı kahvesinde, hayatının ilk işkembe çorbasını kaşıklayan, yaşamın o en kokuşmuş anından artakalan silueti seçebilirler. Yine de dua ederek yazmaya devam edecek, bir çift el acıklı biten bütün Türk filmlerinin son cümlesini yazar; Ve aşka dair ahkamlar keser... Yattığı yerde ters döndü öykünün dışında kalmakta ısrar eden biri. Ama yumuşak bir el omzuna yapışmış, ille de dürtüyordu, ben ise rüyamda, kendini kargaburunlu bir ardıçkuşu sanıyordum. İllede öykünün dışında kalmakta ısrar eden biri, belki de bir kızdı, kendinden değil, lakin öykünün akıcı ritmini bozacağından korkuyordu. Kumral, orta boylu, bir kızdı ve Sait Faik'in adasında yaşama düşleri kuruyordu. Aynı otomobil yine homurdanarak geçti sokaktan. Bu kez sokağa çamur gibi bir müzik bırakmıştı. Aynı köpek, karanlığın yine aynı noktasından bir ok gibi fırlayarak, hırladı otomobilin arkasından. Sokaktaki çamurlu müzik "bu akşam ölürüm/beni kimse tutamaz" diye inledi ve köpeğin havlamasına karışarak dağıldı otomobilin ardından. Öykünün en çok dışında kalan biri burnunu sokmaya hazırlanıyordu öyküye, ki Borges adlı biri uzanan burunu işaret ve yüzük parmağının arasına kıstırarak, hem sağa, hem de sola doğru kıvırdı. Burun kızardı, nemlendi ve Borges adlı birinin parmaklarının arasından güçlükle kurtardı kendini. Her öyküde, öykünün dışında kalan birileri muhakkak olmalı dedi, Borges adlı biri. Perdeyi kapatmak için masadan kalkmak istediğimde parmaklarının ucuyla usulca sol omzuma dokunarak, yerime oturmamı istedi. Sus işareti yaptı aynı anda sağ el işaret parmağını dudaklarının üzerine kapatarak. Gülmek geldi o an içimden, ama nedense aynı anda mideme saplanan sancı gibi bir şey gülmemi engelledi. Kumral kızın bir adı olmalı diye sesli sesli düşündüm ya da söylendim belki de kendi kendime. Bir adı olmalı ki,
KAOS GL 4 / 34
öykünün çok dışında kalmaktan kurtulsun. Yüzümü sanki bir yaprak kesmişti. Yüzümdeki 3 milimetre uzunluğunda incecik bir çizgiden bir sıvı akmaya başladı. Elimi sürdüm sıvıya. Kumral bir ıslaklık bulaştı elime. Elimi üzerime silerek, kurtulmak istedim ıslaklıktan. Olmadı; sinirlerim bozuldu. Vücudumun gerildiğini hissettim. Ya yerimden kalkıp, gecenin boğucu karanlığının odaya sızmasını engellemek için perdeyi kapatacaktım, ya da bir sigara yakacaktım. Bir sigara yaktım ve ilk nefesin dumanını kumral ve henüz bir adı olmayan kızın yüzüne doğru savurdum. Eliyle çırpınıp durdu kız. Dumanı dağıttı. Duman hemen dağıldı. "Benim" dedi kumral kız, "Benim adım İştar..." Haydi oradan gibilerinden savurdum elimi kızın yüzüne doğru. Elim yüzüne doğru savruldu kızın. Bu ne biçim ad?.. Masamın üzerinde ağaçtan yapılmış Hollanda laleleri hareketlendi birden. Köpekler yeniden havlamaya başladılar. Kültablasına az evvel bıraktığım sigara titredi ve halının üstüne düştü. Halının üstüne düşen sigara orada da yanmaya devam ediyordu. Masa ikinci kez sallandı. Ağaçtan yapılma Hollanda laleleri titredi. Köpekler deli gibi havlıyordu sokakta. Kumral kız, hâlâ kulaklarıma fısıldıyordu "benim adım İştar..." Borges adlı biri "deprem oldu, hissetmedin mi" dedi. Kadın kulaklarıma fısıldamaktan vazgeçti. Bu kez sesi odanın sessizliğini gecenin karanlığına taşıyacak kadar güçlüydü. Bağırıyordu; "deprem oldu, annem öldü..." Nereden estiğini anlamadığım bir esinti saçlarımın arasına karıştı. Saçlarım önce şöyle bir havalandı, dalgalandı, ardından gözlerimin önüne serildi. Sokakta insan sesleri çoğalmaya başladı. Köpekler kaçıştılar. İnsanları gören köpekler kaçıştılar. Kumral kız, öykünün ucuna kadar geldi yine. Tam içeri girecekken, ayaklarını birleştirerek olduğu yerde mıhlanmış gibi kalakaldı. Oysa öykünün bütün kapıları içeri girmesi için açıktı. Ama adının İştar olduğunda ısrar eden kumral kız ve Borges adlı biri öykünün tam ucunda birlikte duruyorlardı. Yerde halının kırmızı tüylerini yakmakta olan sigarayı eğilip aldım. Bir nefes çektim. Dumanını öykünün ucunda duranlara üfürdüm. Kumral kız yine aynı hareketi yaptı. Duman yine dağıldı. Öykünün içine girdi duman. Öyküyü sis kapladı. Adının İştar olduğunda ısrar eden kumral kız ve Borges adlı biri kalakaldılar öylece. Öykünün ucunda. Öykünün ta başından beri içinde olan, ama benim öykünün içinde olduğunu bilemediğim Kafka adlı biri belirdi bir an öykünün kıyısında. Kafka adlı biri, artık öykünün son cümlelerini yazma vaktinin geldiğini söyledi. Evet bunu ben de hissediyordum. Öykümün artık sonuna gelmiştim. Lakin öykümün son cümlelerinin yazacak olanın da ben olmadığımı biliyordum. Ben değildim, kendi öykümün son cümlelerini yazacak olan. Birden ağaçtan yapılma Hollanda lalelerinin titreştiğini hissettim. O ana kadar öykünün içinde olduğunu fark etmediğim Kafka, ikinci kez yaklaştı öykünün kıyısına. Parmaklar, hareket etmeye başladılar klavyenin üzerinde
ve beyaz cama şu satırlar düştü; Anladım benim varoluşum evrensel bir beceriksizlikle açıklanabilir ancak. Ne aşık olabildim ne de kurtulabildim aşktan.
yol alır. Achilles, bir milimetre kıpırdadığında ise kaplumbağa milimetrenin on'da biri kadar kımıldar ve bu böylece Achilles, onu (kaplumbağayı) geçene dek sürer.
Sevgili şeytanım benim, deprem oldu hisettin mi?
Zenon'un en güçlü kanıtı Achilles'tir. O en yavaş olanın, en hızlı tarafından, geridekinin önde gidenin gittiği yoldan gitmek zorunda olmasından dolayı geçilemeyeceğini, bundan dolayı yavaş olana hızlı olanın avans vermesi gerektiğini söylemiştir. Babam, hep benden öndeydi. Babam bir Achilles'ti sevgili dostum Kafka; bense hâlâ geride kalan olarak onun (babamın) gittiği yoldan gitmeye mecbur edilmiş bir kaplumbağa'yım.
Adının İştar olduğunda ısrar eden kumral kıza, daha yakından bakınca onun bir dişi olmadığını fark ettim, ama bir erkek de değildi. Cinsiyeti belirsiz bir yaratık o. Şaşkınlıktan küçük dilimi yutmak üzere olduğumun farkına varan Kafka ve Borges, benim bu şaşkın halime güle güle bayıldılar. Sevgili ruhum benim, deprem oldu mu gerçekten? Sabah ilk vapurla Bandırma’ya gideceğim. Erdek'e kadar yol uzun. Aylin’i görmek istemiyorum ama kızımı görmem gerek. Kaç zamandır zaten onu ihmal ettiğimi düşünüyor. Lakin, her öykünün illa bir sonu olacak diye bir kaideyi kim koydu. Sahi bir sonu olur mu her öykünün? Bu gece de uyuyamadım, ama benim bir sonum olacak elbette. Kafka mıydı gerçekten de kumral kız, yoksa sahiden İştar mıydı? Belki de adının İştar olduğunu söyleyen kumral kız, öykünün içine bir türlü giremeyen hem Borges'ti, hem de Hollanda laleleri. Şu köpeklerin de bu gece neyi var allahaşkına. kalkıp perdeyi kapatmalıyım. Ölü hamsi gibi vurmaktan vazgeçmeliyim kendimi gecenin kıyısına. Sabah’ın ilk ışıkları. Kaç gecedir uyuyamıyorum, ama gözlerimde bir damla dahi uyku yok. Evet biliyorum, tüm kavramları bozan, sonsuz bir tek kavram vardır. Sınırsız egemenlik alanlarının etik olduğu kötülerden söz edecek değilim. Ben sonsuz olandan söz ediyorum. Tamam her öykünün bir sonu elbette olmalı. Ama ben sonsuz olanın değişken tarihini mimari bir biçimde sınıflandırmayı başarmaya çalışıyorum. Mitolojideki yedi başlı ejderha olan Hydra’nın öyküsünü yazmıştım bir mektubunda Kafka’ya, ama hiç bir tepki vermedi. Hydra, bir bataklık dehşeti ve geometrinin simgesi olabilir pekâla. Çünkü, Hydra, hâlâ saklandığı dehlizde yeterince ve sınırsız bir dehşet uyandırıyor. Tıpkı Kafka'nın korkunç, pis karabasanlarına benziyor. Ben bu karabasanların, asıl merkezinin, bir dairede sayısız sayıda acıları olan bir çokgen gören ve sonsuz bir çizginin aynı zamanda bir daire, bir düz çizgi ve bir küre olduğunu spekülatif bir tarzda ileri sürebilirim. Eğer edebiyat hocalığı yerine, metafizik, teoloji ya da matematik dallarında dersler verebilecek bir öğrenim görseydim, ‘Kaplumbağa Simgeleri’ adlı bir kitap yazmayı göze alabilirdim. Ama, benim hayatımın, babamın hayatından devraldığım çaresizliği nedeniyle, hayat benden bu mutluluğu esirgedi. Sevgili dostum Kafka, Achilles’i biliyorsun değil mi? Achilles, kaplumbağadan on kat daha hızlı koşar. Ve Achilles, kaplumbağaya on metrelik bir avans verir. Achilles, bu on metreyi koştuğunda, kaplumbağa bir metre koşmuştur. Achilles, bir metre koştuğunda, kaplumbağa bir desimetre koşar. Achilles, bir desimetre hareket ettiğinde, kaplumbağa bir santimetre, Achilles, bir santimetre yol aldığında, kaplumbağa bir milimetre
Senin bir kaç aydır belki de mektupların ile bana göstermeye çalıştığı şeyin ne olduğunu tam olarak kavradığımı iddia edemem elbette, ama yine de senin banayazmanı önemsiyorum ve kayda değer buluyorum. Sorun aslında hiç değişmiyor sevgili dostum. Sorun her zaman, her kuşak ve her yüzyılda aynı olarak kalacak. Sorun hep bir kahraman ve bir kaplumbağa arasındaki yarış olarak mevcudiyetini koruyacak. Lakin. senden her hafta düzenli olarak aldığım mektuplardan sonra, tam iki haftadır bir tek satır bile alamıyorum senden. Neden yazmıyorsun sevgili dostum. Önce yavaş yavaş kanıma girdin benim. Alıştırdın beni sana, ve birden yok oldun? Belki de sana yazdığım yanıtlardan hoşnut olmamışsındır. Benim gerçek bir kaplumbağa olduğumu itiraf etmem, seni rahatsız mı etti yoksa? Ya da sen yazıyorsun da, postada mı kayboluyor mektupların? Bu durumu kontrol etmeliyim; evet mektupların postada kaybolabiliyor olabilir. Bu durum benim başıma bir kaç kez gelmişti çünkü. Amerika’dan aylar önce postaya verilmiş bir paket hâlâ elime ulaşmış değil. Ayrıca telefon faturalarım da kayboluyor benim. Evet, sevgili dostum mutlaka mektuplarının başına postada bir şeyler geliyordur ya da bu posta dağıtıcısı bir arşiv delisi de olabilir pekâla. Ve mektuplarımı kendine kolleksiyonluyor olabilir. Yarın sabah Bandırma’ya hareket etmeden önce postaneye gidip, bu durumu bir araştırmalıyım. Zenon'a göre kaybolan mektuplar, hedefe ulaşmaya çalışan sincaplar gibidir. Aslında bir hedefe ulaşmaya çalışan önce yolun yarısını, daha sonra yarının yarısını, daha sonra da yarının yarının yarısını vb. kat etmek zorunda değil mi? Bunun için devinim olanaksızdır zaten. Babam kendinin bireyi olduğunu söylerdi, ki ben bunu "ben senin efendinim" olarak anlardım. Şimdi biliyorum ki, gerçekten birey gereksizdir. Birey sadece bir tanımdır. Bunun için işte sevgili dostum, sen benim en zayıf yanımsın diye yazmıştım sana. Dün derste öğrencim olan o kumral kızın, neden öyle tuhaf bir şey söylediğini ise şimdi daha iyi anlıyorum. Neydi adı o kumral kızın, İştar mıydı, Arzu muydu? Birden hedefini seçmiş bir ok gibi yerinden fırlayarak söze başlamıştı; "Hocam, biz insan/bireyler de kaplumbağa gibi yaralarımızı sağaltmak için kabuğumuza çekilmek zorunda bırakılıyoruz." İyi de şimdi aklıma geldi, nasıl bu kadar çakışma olabilir. Hem İştar, Arzu yani, benim Kafka’ya anlattığım kaplumbağa teorimi nasıl bilebilir ki... Tuhaf bir tesadüf bu sanırım. Sabah doğruca postaneye gideceğim. PTT'deki ‘Çalındığından Kuşkulanılan Mektupların Akıbetini Sorma Merkezi’ndekiler sanırım bana tatmin edici bir açıklama yapabilirler. Artık itiraf etme zamanı da geldi; Tüm kavramları bozan, sonsuz bir tek kavram vardır; AŞK...
KAOS GL 4 / 35
EBRU
Gerçek bir kadınım artık… Sevgiyi, aşkı, arzuyu iliklerine kadar yaşayan bir kadın! Yirmisekiz yıllık hayatını; heteroseksüellikle-eşcinsellik arasında bocalayarak geçirmiş, içinde kopan fırtınaları her daim bastırmış ve bir gün; "Taksim Meydanı'na çıkıp haykırmak istiyorum!" diyerek, yüreğinin eksik diğer yarısını yani "Yaşam Eşi'ni" bulmuş mutlu ve sonsuza dek lezbiyen bir kadınım! Haykırışımı duyabilen bu güzel yürekli kadın, kendilerini yitirmiş, yozlaşmış ve yaraları hep açık kalacak mutsuz olmaya mahkum kadınlar tarafından acıtılmış ve korkutulmuştu… Tüm içtenliğiyle teslim ettiği sevgileri karşılıksız kalmış, sunduğu o en temiz ama şehvetli arzuları söndürülmüş-öldürülmüş bir kadındı o… Tesadüfler ulaştırdı beni o'na… Ve o'nun titreyen sesindeki sıcaklığı ilk duyduğumda, ürkekliğini, yıkılmışlığını ve yürek güzelliğini hissettim! Önce sesimin sıcaklığını verdim o'na, sonra duygularımın gerçekliğini!.. Ve inandım; sevdim daha görmeden buklelerini… Aşık oldum elini tutmadan-öpmeden kirpiklerini… Telefonda randevulaştıktan sonra iple çektiğim o buluşma gününün sabahında hiç beklemezken sesini duydum tekrar. Planlanmamış bir hüzün gecesinin sabahında hâlâ sarhoş soğuk ve loş evinde yalnız bir haldeydi… Bana gelmeyecek kadar sarhoş ve halsizdi… Sodasına limon sıkarak ayılmasına yardım edecek, karnını doyurması için bir çorba yapacak kimsesi yoktu! Bu kişi olmayı öylesine istedim ki… ve orada, o'nun yanında olmayı! Söyledim ona; sana çorba yapmak isterdim diye… Ve belki de ışıldadı gözleri. Kim bilir? Belki de aklına düşüverdim o bile farketmeden… Sonra tekrar çaldı telefonum saatler geçince… Kendinde ayağa kalkma gücünü her seferinde olduğu gibi bulmuş, belki de "o hiç dayanamadığı açlığına" yenilmiş ve nevresimleri gül kokan yatağından bir şeyler almak için ayrılıp dışarı çıkmayı denemişti! Bana, bahçeye çıktığında toprağa henüz kavuşmuş yağmurun bu enfes buluşmayla çıkardığı o benzersiz kokudan bahsetti!.. Bol bol içine çektiğini ve sadece bunu benimle paylaşmak için aradığını… Ne hoş! Toprak kokusunu duyamaz herkes… Ve daha nice kokuları tanımadan ölüp giderler. Şükür ki; biz bu kokuları duyabilen iki kadındık ve birbirimize ölesiye aç!!! Gece o'nu tekrar aramak istedim ve yaptım bunu. Söyleyecek belli bir şeyim yok ki ya da planlanmış bir şeyler… Sadece sesini duymalıydım, tek düşündüğüm buydu! Uzun uzun konuştuk. Alışıyorduk sanki birbirimize, hep gülümseme vardı dudaklarımızda arzulu bir öpüşmeyi beklemekten yorgun olsalar da…
KAOS GL 4 / 36
Ve her zamanki gibi içimden geçenleri söyleyiverdim!!.. Yarın dedim… evet yarın; eğer sen de benden hoşlanırsan, sana birlikte yeniden başlamayı teklif edeceğim! Önce cevap veremedi ve vermeye karar verdiğinde sesi çıkmadı! Çıkarabildiğinde ise daha titrek, daha tutuk ve daha da ürkekti... Bocalıyor, ne diyeceğini bilemiyordu. O tutkunu olduğum; ama acılı mı? Şehvetli mi? Bir türlü karar veremediğim müthiş kahkahasını atıverdi belki de zaman kazanmak için… Korkmuştu! Şimdilerde anlıyorum ki acılıydı! Ah bebeğim… Öyle iyi anlıyorum ki seni ve korkularını… Ama sana and olsun ki; ben seni acıtmayacağım! Kendi korkularım, zayıflıklarım ya da bencilliklerim yüzünden seni terketmeyecek; yozlaşıp, iki kadeh arkasına sığınarak sana sadakatsizlik etmeyeceğim! Gül kokunu bastırabilecek bir başka kadın olabilir mi güzel kadınım…? Aşkım… suyum… nefesim!… Canım benim, canım… Beni tanımıyordu bunu biliyordum ve tanımak istediğinden de emin değildi aslında. Ama kadına has içgüdüleri ve ona ilettiğim titreşimler sanki bir şansımın odluğunu söylüyordu bana... Hayır, hayır; bundan da emindim aslında! Yaraları her daim açık bırakılmış ve bu son sefer; o çok sevdiği ve "bundan sonra benden küçük bir kadın kızkardeşim ya da benden büyük hiçbir kadın ablam değil!" demişliğin hiçe sayarak, tüm yuvarlak kadın hatları ve vajina sıvısına tutkunluğundan vazgeçerek gözlerini aşağıya indirmiş -dudaklarını büzmüş ve başını öne eğerek kadınlara tüm kapılarını kapatmıştı!!! Hatta gidecekti buralardan taa… uzaklara. Planlamıştı; yalnız kalacak, bol bol düşünecekti. Bu sevgisizlikler, bu bayağılıklar hep benim başıma geliyorsa bende mi bir problem var acaba?, endişesiyle sürüklenip durmayı seçmişti şimdilerde… Bunları konuştuk üstü kapalı. Yarın olsun istiyor muydu? Yoksa hiç mi olmamalıydı?… Uyuyamayacaktı o gece! Bu bilmediği ama korktuğu, nereden çıktı başıma demeye dili varmadığı, ama yıllardır onu bekleyen kadını düşünecekti saatlerce… Aman Allahım neler diyordu bu kadın? Birbirimizi bulmuşken bu şansı ver bana, tanı beni, ben bunu görebiliyorum ve biz birbirimiziniz falan diyordu sürekli. Benzer süslülükteki lafları daha önceden de duymuştu ve sevgi-saadet vaatlerini ama bu sefer başkaydı sanki... bunu hissediyor ama hâlâ korkuyordu! Ayrı yerlerde ama yürek yüreğe uyuduk o gece! Ve belki de kasık kasığa!.. Telefonu kapatmadan önce bir sözü vardı ki bana… O'na tutkumu pekiştiren! "Birbirimizi gördüğümüzde bana sıkı-sıkı sarıl olur mu?" demişti. İçinden geldiği gibi… 21 Nisan Cuma öğleden sonra kavuştu çıplak kollarımız ve sıvazladı sırtlarımızı. Boyunlarımız
birbirine kenetlenmiş, saçlarımız birbirine karışıvermişti. Ne güzel! Sanki hep tanımışız birbirimizi ve aynı yollarda yanyana geçmişiz yıllardır. Aynı okulda ayrı sınıflarda okumuş ama aynı kantinden aynı şeyleri yemişiz... Aynı gün okuldan kaçıp aynı filme gitmişiz... İstiklâl caddesinde çarpışmışız belki de defalarca ama ne yazık ki yine defalarca çekip gitmişiz ve dönmüşüz kendi birbirimizden yoksun hayatlarımıza!.. Bunları hissettim ilk önce... Sonra seyrettim onu dakikalarca. O kıvırcık uzun saçları açık alnıyla, muzır bir kız çocuğunu andıran çehresiyle herşeye rağmen ayakta ve yaşama karşı her daim mücadele varebilecek güçte dimdik ayaktaydı! Ve sıcacık... Ve kadın!!! Avucunu yanağıma koyuverdiğinde başımı yana eğerek gözlerimi kapayıvermişim ve heyecandan hiçbiryerlere sığdıramadığım ayağımın onun ayağına değerek -o kaba ayakkabılarımıza rağmen ten-tene değmişçesine; taa... ayak parmağından yüreğine kadar ısınıvermesi… Tüm bunlar bize evet! evet! evet!... çığlıkları attırmak arzusu hissettiriyordu adeta ama biz sadece bakışıyor, uzaktan uzağa koklaşıyorduk!.. Ona telefonda aşık oldum ben; görmeme gerek bile yoktu. Ne bedenler görmüştüm üzerindeki pahalı giysiyi hiç de haketmeyen; yüreği zehirli! Ve pişman olmayacak kadar olgunlaştırmıştı yaşam beni… O'nun bedenini sevmemezlik-istememezlik edemezdim bunca yakınlığına rağmen. Bedenlerimiz duygularımızın aktarımında araç olabilirdi yalnızca hepsi bu… Bu yüzden hiç korkmadım, kafamda bir şekil çizemedim onu görmeden önce. Ve kavuştum ona bunca yıllık bekleyişin ardından. Günlerce bakıştık onunla ve bedenlerimiz çağlayana-gürleyene kadar uzak durduk birbirimizden... Sanki sihir bozulacakmış, terlerimiz birbirine karıştığında orgazmla beraber kaybedilen heyecan misali, kıpırtılarımız dinginleşecekmiş ve biz bu heyecanı yitirecekmişiz gibi korktuk sevişmekten!.. Çırılçıplak soyunup; herbirinden ikişer çift olan tüm uzuvlarımızı kenetleyerek yanak yanağa, boyun boyuna, ten tene uyuduk geceler boyu, rüyalarımızda birbirimizi görerek... İstiklal caddesinde kovalamaca oynadık, sahillerde dolaşıp köfte-ekmek yedik, mağazaları dolaşıp alış-veriş yaptık. Baharı kokladık sabah kuşların ötmeye başladığı o güzelim saatlerde. Flört ettik hep ve hep de etmeye, birbirimize doymamaya kararlıyız! İnsanlara, bize uzaylıymışız gibi bakan dostlarımıza rağmen aşığız birbirimize ve bu cicim günleri, aylara, aylar yıllara ve yıllar bir efsaneye dönüşecek katıksız-menfaatsiz ve tutkulu bu sevgi adına!.. Bazılarının, kirli nevresimler ve sigara kokan duvarlar arkasında umarsızca yaşadıkları, 12 çığlıktan ibaret yarım saatlik seks gecelerine rağmen; hiç doymadan, hiç yorulmadan 5'lerce 10'larca saat seviştik günlerce ve sonra kitap okuyabildik birlikte... Tartışabildik gördüğümüz filmleri, birbirimize yemek yaptık; tüm hünerlerimizi kullanıp süsleyerek tabakları… Sırf
onun için diye düşünerek… Birbirimizden gizli çiçek siparişleri verdik çiçekçiye ve birbirimizin bahşişlerini verdik gelen çocuğa kahkahalarla gülerek... Hiç mi üzülmedik bu zamana kadar? Elbette üzüldük… ama birbirimizi üzmedik; dostlarımız üzdü bizi hep! Bu alışılagelmedik flörtü ha bitti ha bitecek düşüncesiyle acımasız gözlerle süzdüler hep… Telefon açarak birşeyler duydum neler oluyor diyenlerden tutun, bir şey olmaz-bir şey olmaz yakında iyileşirsiniz diyenleri mi istersiniz... Oysa bizi tanıyorlardı ve hep demez miydik böyle böyle birisi-böyle bir kadın bekliyorum diye? Bize kem gözlerle, hayretle değil, gözlerinizi kısıp hafif bir gülümsemeyle bakın dostlar! Ve korkmadan söyleyin, mutluluğunuz daim olsun birbirinizin kıymetini bilin diye… Ama siz diyemezseniz de biz bunu bileceğiz. Biz, bir ömür boyunca sevenlerdeniz ve sahip olduklarımızın değerini bilenlerden… Ben o'nun beni sevebilme ihtimalini sevmiştim önce, ve şimdi bize bu son şansı verme cesaretini gösteren ve tüm benliğimde doyasıya hissettiğim bu güzel yürekli-nadide kadını SEVİYORUM! Ve bu sevgi-bu aşk'ı; iki Başak, iki aynı okullu, iki meslektaş, iki aynı kan gruplu ve iki kadın olarak bize sunulmuş büyük bir lütuftur bilinciyle; dostluğumuz ve zekamızla pekiştirip, örnek bir ilişki sergileyeceğiz... SEVGİ ADINA, AŞK ve HER ÇEŞİT AHLÂK ADINA BU DEĞERİ KORUYACAĞIZ!.. Duygu'yla ben, bu Za-fer'i ve sun-duğu tüm güzellikleri sonuna ka-dar hakket-tik dostlar, darısı tüm yüreği temiz olanların ba-şına… Bu masal bit-mez ama; gökten düşen bütün aşk kırmızısı elmalar sizlerin ol-sun!... SENİ SEVİYORUM AŞKIM, ÇENE ÇUKURUNDAN ÖPÜYORUM HASRET-LE...
KAOS GL 4 / 37
DOLUNAY
“Güneşin içinde de bir çocuk var/ her sabah ağlayışıyla şehri kırmızıya boyayan..." “Çocuk neresindeydi hayatın? Hangi kavşakta durmuş kimi bekliyordu?” Belki de son hızla giden bir trenin penceresinden bakıyordu da o yüzden kayıyordu yüzü suyun üstünde... “Kimin bu yağmur?” “Damlalara yalvarsam” diye geçirdi aklından. “şu kir akıp gider mi?...” “Bu çınar mı?...” dedi çocuk “Evet” dedi kadın... kadının gözleri gülüyordu... sanki gökyüzünün en güzel yıldızı kendini bırakıvermişti dünyaya... ya da binlerce yıl öncede bırakıp defne yapraklarından tacını, şu karasal iklime gelivermişti bir yunan kadını... Deniz kızı!... Sen biliyor musun?... bu şehir sevmediğine neler yapar ve en çok sevdiğine gösterir dişlerini. Ama elleri hep korur, küçük sokak çocuklarını... - “bu çiçeğin adı ne?...” - sümbül... - “... nergisler...onlara ne oldu?...” - onlar sadece kışın açar... bu kış öncekilere benzemiyor... söylemiyorum ama benzemiyor!... artık bahar da terkediyor bizi... artık yaz geliyor... “çocuk neresindeydi hayatın?...hangi kavşakta durmuş neyi bekliyordu?...” ... “o baştan değil ötekinden alacaksın bilyeleri...” adını geçiriyorum içimden ve bir şarkı dinliyorum sanki ilk defa duyuyormuş gibi... yağmurun ellerini söylüyor adam... o senin ellerini bilmiyor... bu şehir damlalara dönmüşken yüzünü kirli camın ardında bırakıyorum... orda kalma ne olur?... bir ıslık tutturuyorsun, akşam çöküyor yavaşça. Yollar ıslak. Zuhal Olcay’ın dudağında o biraz alaycı biraz buruk gülümseme... saçlarında tekrar keşfediyorum geceyi ve ne kadar da derin diyorum... yıllar... yeniden, sil baştan doğuyor gün... her şey değişiyor... bir usturanın ağzında yaşamıyoruz sevgilim!... sarı bir gülün dikeninin üstünden bakıyoruz hayata. Üzerimize dikilen tüm gözleri yok sayarak, dudağımıza takılan ıslığı çalıyoruz... “kimse” diyor AY! “kimse ayıramaz ışığıma sığınan aşıkları”... duyuyor musun? Gece benim adıma çağırıyor seni! Gel ve damlaların tutunduğu fesleğen tohumlarını kokla! Adını biliyorum, düşmüyor yüreğimden gözlerin. Ve damarlarımdan tüm vücuduma yayılan bahar dürtüsü! “Tanrı kutsasın seni gördüğüm günü!...”
KAOS GL 4 / 38
(20nisan2000)
ah ne büyük şanssızlık! Aşili topuğundan vuran güç bu çocuğu böyle yapayalnız yakalayamazdı oysa!... oysa bu ufacık yüreği yaşam, korumasız bir anında hüzne boğamazdı!... şimdi sen olmasaydın; sonraki güne uyanmanın anlamı sadece mecburiyetler, işler olacaktı! Şimdi sen olmasaydın gökyüzünü bir umutla izlemeyecektim... ellerimde hüsnüyusuf çiçekleri, yalnız evlere giden o gülün, o sarı gülün hüznünü taşıyorlar!... bak!... gözlerimde uzak bir şehrin ışıkları yanıyor!... bir kadın, çocuğun elinden tutmuş sokakları geziyor...elele tutuşmuşlar o güneşin karanlığa doğduğu kentin sokaklarında... ben bu şehri; bilmediğim ara sokaklarına rağmen bırakıp gideceğim günü bekliyorum. Çocukluk yıllarımın geçtiği arka bahçeleri, kinin parladığı evleri kalanlara bırakıp gitmeyi... bir çocuğun avuçlarından, terlemiş ellerinden kayıp gidebilir bir kent! Ve kaybolma tehlikesi hep vardır. Önceyi seçemiyorum uzandığım yerden sanki karanlık bir geçmiş var ardımda! Sanki öyle bir yağmur yağmış ki tüm sokaklar, beton evler, beynimdeki simli, parlak –ama boşluk kadar dolu – hayaller silinip gitmiş, temizlenmiş... Bana yaslan, koy elini omzuma, yükselip bak duvarın arkasına! Her şeye rağmen güçlü olmak ayakta kalmak yaraşır dudaklarında en güzel devrim türkülerinin döküldüğü yüreklere! Hayat hiçbir zaman adil olmayacak... bunu anlamalı ama ben yanında oldukça bir daha hiçbir el uzanamaz sana, yaşamını çalmaya çalışamaz, narin boynundan!... Duy! İçten içe bir çığlık yükseliyor geceden uzaktaki dağların ardından tırnaklarını gökyüzüne geçirerek güneş yükseliyor! (1mayıs2000)
durmadan koşmak istiyorum, durmadan, durmadan.... sanki en uzak hedef senmişsin gibi... o nereye koştuğumu bilmediğim yönde sen varmışsın gibi... oysa bilmiyorum Paris’e giden bir trenin biletine yetişir mi cebimdeki tüm para? “olmazsa gitarımı satarım” diyorum... olmazsa... ben o şehre geldiğimde sen gitme! O hep çiçekli ağacın altında deri ceketin ve bitmeye hazırlanan sigaranla bekle... “seni o ağaçların altında ne çok seviyorum” (Umay) ben çocuksam, bu yürek tek başıma taşıyamayacağım kadar ağırsa... ya ben ölürsem... korkuyorum... tıpkı karanlıktan korkan bir bebek gibi... zamansız vuran aydınlıktan...
elini uzat ama durdurma salıncağı... daha hızlı salla beni, daha dokunamadım göğe... karanlık çöktü şimdi çocuk parkına ve banklar yarı ıslak cemreyi hiçe sayıp yağan yağmurdan... yaklaş! Kulağına kimsenin anlatamayacağı o rengi fısıldayacağım... çünkü kimse göremez benim gibi seni! Kimse bu şehri ve seni sevemez benim gibi!... “... annene söyle ben de bir kadınım. Sigara aldığım adama, yan odada uyuyan arkadaşına...” (Umay) söyle! Korkma aydınlığın kadar karanlığını da sevecekler ve ben, bizi ayırmaya gelen herkese sevdayı anlatacağım...
içiyor?...” Deri çeketimi giydiğim gün mü başlamıştım sigaraya? Bilmiyorum!... hatırlamıyorum daha doğrusu!... sadece boş bir parkı ve dostumu hatırlıyorum. Çok şey mi hatırlıyorum geçmişe dair? Belki unuttuklarımla birikse yanında durup “evet” diyebilirim! Merak ediyorum martılar nereye saklanıyor geceleri ve Eryaman’a giden son otobüs kaçta? Erik ve çilek mi almalıyım yoksa çilek reçeli mi?
Söyle! Çünkü gelmezsen kimbilir kaç gece daha boynumdaki yüzüğe sarılıp uyuyacağım...
Yüksel caddesinde içip içip duvarlarda şişeleri parçaladığım zamanlardı o zamanlar sokaktakileri bırakıp yeni bir kavgaya dönerdim evime. O zamanlar kareli gömlek giyen o küçük kız yine denizi seyrederdi ama çakıl taşları olmadan...
Korkma! Bir daha ki şimşek çakışında yanında olacağım!
Çakıl taşları olmadan ne işe yarar içinde yürüdüğün sahil boyu! Beton bir duvardan başka ne olur?
(2mayıs2000)
adı kayıp kaç çocuk dolanıyor bu şehirde, yaşama bedel verdikleri yanlarının açık yaralarına öylece bakıyorlar! Çekilen bıçakların gölgesinde sevişen yitikler onlar. Ama kimin yitirdikleri? Bir gül düşüyor yere, yel savuruyor! Masalın cadısı kraliçe mi oldu, neden bu kötüler? Kimin bu cinayet ya başında ya başında ağlayan küçük kız da kim? Kendi buhranlarının içinde boğulan kadınlar neden kanatırlar gittikleri her yeri? Tüm yaralarını işaret parmaklarının uzun tırnaklarıyla neden kavlatırlar? Tüm ırzına geçilen hayatlar, yetmiyor mu köhne, kararmış ruhlara? Yetmiyor elbet… Denizin kıyısından, öylece karşı tarafa bakıyor küçük bir kız! O küçük kızı kimse tanımıyor bu şehirde! Çünkü o yaşamadığı bu kente içindeki denizden bakıyor! Ve suya fırlattığı şey, saçları örgülü başka küçük bir kızın çakıltaşları...
O zamanlar çocuktuk..... Ellerimize sinen dumana, duvarlarımızda dolaşan alkole rağmen çocuktuk. Hep birşeyleri kanıtlama çabasında kendimizi aradığımız iddiasındaydık... kendimizden kaçtığımızın farkında olmadan... gözümüzden kaçırdığımız tek şey buydu ve bizi yanılgıların kucağına sürükleyen gerçeklik. Eğilip aşağıya ellerimi sesi hapsetmek için ağzımın kenarında birleştirip bağırıyorum? “nerde kaldın?” “geldim” diyor karanlık “geldim” gülümsüyorum. “sen öyle san...” “ben daha hızlıyım...” “çok ağır konuşuyorsun” diyor dostum, kimi zaman kendini kaybediyorsun! Kalbimde taşıdığım sözcükler onlar tabii ağırlar!... “Birlikte büyüdük senle ve hayatı böyle gördük”
Gitme o çocuk parkına, cebindeki bilyeleri çalacaklar! İnan alacaklar elinden gözyaşlarına bakmadan ve ben, bir türlü bulamıyorum mavi gözlü devin ışıltılarını taşıyan boncuklardan yaptığım kolyeyi! Otobüs garında inince, uyuşan ayaklarını unutmak için derin bir nefes al. Ve sigaranı ağzına götürmeden son bir kez daha düşün “çakmağın hangi cebindeydi?”... ve kaç saat uzaktasın sinemanın taş duvarlarından... Neden hâlâ kıyıda durmuş öylece denize bakıyor bu küçük kız? Uyuması gerekmez mi oysa? Sigara öylece yanıyor!... “Ne zamandan beri küçük kızlar sigara
KAOS GL 4 / 39
ZorbirnisanantalyasındaAdA
ISSIZADA
Biliyorum, Ben geldiğimde herkesler gitmiş oluyordu masallarımdan ve hatta devri-düşük cümlelerim de hep bir yıkım emri vardı. Ben kendimi çok severdim “tanışmadan” ö n c e . . . ŞiMdi küsmüşüm asl-olan kendime, devri alemlerde katmerliyorum acılarımı. Ama yine de içimde bir umut “sevgilinin vuslatına” dair. Ellerim çok acıyor kendime mektuplar yazarken, ellerim çok h ü z ü n b a z oldular. . . Ve B İ T T İ Neresinden bakarsam bakayım dönmüyor yüzüm aşk’a ve herkesin kısaca “The End” dediği, benimse bütün kağıt gemilerimi batırdığım zamanlardan geliyor kaybolmuş sesim. Yüreğimin kıyısına oturmuş gemiyim şimdi, yüreğim nefessiz alırcasına konuşmakta, ”çook uzaklara gideceğim hoca, taaa ORAMARA orada kavalçalanhalid-i bulucam” Zavallı viran gönlüme, telvesini kırık kalplerden yaptığım bir kahve ile ağırlıyorum, tadında buruk sevdaların ve “su gibi aşık ol” söylemlerinin teri karışmış sevda bitimi repliklerinde. Dalına tutunamayan kanadı kırık bir kelebektim, 146 saatini doldurmuş ölümünü bekleyen. Ve kimse kelimelerimi anlamadığı için oyuncaklarını paylaşmıyordu benim^le . . .
A c ı ç e k m e k Mİ ? Güneşten alıp Cem Karaca şarkılarını, saçlarımda kavurmaktayım ve beni bilmezsin, şimdilerde ölmüş kedimin kaburgalarından kurşun asker çıkartmaktayım. Oysa bedenim bir s a v a ş alanı kızılca kıyamet kopmakta, kimin yanında olsam yinede kendi kendimin gammazcısıyım. Acı çekmek Mİ? Ellerimdeki son muson yağmurları da tükendi şimdi “acıtan” yaralarıma tuz olacak bir deniz aramaktayım. Ve hiç göremesem de Che’yi, Küba’da en güzel devrimi yazan adamı, kendimin bir yarısını onun ruhuna adıyorum. Dayak yediğim bütün geri(!) düşünceli insanlara karşı açtığım savaşlarda biliyorum ona adadığım ruhla zaferler kazandım... Mutluluğun abisi Abidin’e verdiğimiz omuz omuza pozlarda bilirim en çok beni sevdi “Can^ım ihtiyar” D E N İ Z’den sonra. Kendi kendimi çoğaltıp fotokopiyle, yasaklı bildirgemi dağıtıyorum meydanlarda en büyük düşman kendimim, kendi kendisine “devrim” savaşları açan. Karnıma yediğim tekmelerin yönü belli değil, bazen aynadan yansıyan bir yanım, bazen de işkencede bıraktığım sinir tellerim. İç s a v a ş l a r da korkutmuyor beni çünkü hala avuç içlerimde bir ocak yanmamakta... Ocak yanmadan nasıl aydınlanır D Ü N Y A ! ? Şu şarkıyı söylemekten vazgeç! K a L b i M ! ! ! “never be the same again” Bak sabah olmak üzere, dünyanın değişip devranın geçtiği vakitler, bütün şehir çocuklarının kaçıp yataklarından, uzak ülkelere gittiği zaman boşluklarından geliyor bir sesim. . . Evdeki tüm "pembe“ dizileri doldurup valizlere, eflatun bir dünyaya saldığım ve içimdeki koca savaşların en üst noktasında olduğum zaman içimden koca bir ses yükseliyor... Hiçbir umut yok şimdi aşkın vuslatına dair ! Ve bütün yeryüzünde aşk “yüzünü” kaybetti! Şimdi sana gecenin bu en bekçili zamanlarında mektup yazsam eminim beni anlamazsın, oysa dün adının harflerini kitap sayfalarından topladığım bir kadınla seviştim ve ellerim çok acıdılar. Bana bıraktığın laneti adına yaraşır bir şekilde taşırken, bir kez düşündün mü? Nasılda parçalanmış bir kalp yarattığını... Bedenimdeki savaş sona ermekte ve ben kaybetmiş “benlerimi” kaldırımlardan topluyorum. Bana artık bakma içimdeki tüm “duygular” yolculuğa çıktılar. Bir aşkın yenilgisini yaşarken, yüreğim uçuklamış şekilde kalkacağım yatağımdan, üzerimde buruşuk bir çarşaf gibi dururken aşk ben bütün tahta şövalyelerime idam kararları vereceğim. Şimdi gidiyorum deniz fenerimin kıyısına, uzanıp bir martının dizlerine, tüm şehri ayağa kaldıracak bir sessizlikle ağlayacağım. Bana artık dokunma...! IssızAdanınGüncesiNisanİkibin
KAOS GL 4 / 40
Betül'e... "Düşünme!" demedi. Güneş batmamıştı daha. Az sonra hızlı tramvaya binip gözden yitmeyecekti. "Rahat ol! Neşeli ol! Dünyayı anlamak çok zor, insanı anlamak çok zor, düşünme!" demedi. "Zamanını iyi değerlendir, boş yere harcama enerjini!" diye akıl vermedi. Bir düşünürün"Düşünme!" demesindeki tuhaflık aklımın ucundan geçmedi. Sezgilerimi sözcüklere dökememenin sancısını da yaşamadım. Bu tür sancıları asla yaşamazdım O'nun yanında. Söyleyeceklerimi içimde tutmak zorunda kalmazdım hiçbir zaman. Kapısı hep açıktı. Üstünde " ğrenciyle görüşme saatleri" de yazılı değildi üstelik. Şu konuşma geçmedi aramızda: -Bana kötü davranmayın! -Sana kötü davranmıyorum. Sen öyle alımlıyorsun. -İyi ama... Bütün bu olup bitenlerden sonra... -Bir ara rahatsız olmuştum gerçekten. Ama artık değil, hayır! Benim hayatım öyle dolu ki!
Nicedir, dinginliğin o karanlık, o buruk ezgisi çalıyor kalın perdeden. Değişim bulutlardan geliyor; "es" diyen bulutlardan... Ne zaman yağmur yağsa, olmadık şeyler anımsıyor, olmadık şeyler yaşıyorum.
Sedef DİCLE
Kapısının önünden geçerken çalyaka ediyor 'biri'... Ben "öğrenciyle görüşme saatleri"ni işaret edip kaçmaya hazırlanıyorum. O, yakapaça odaya tıkıp beni, şehvetle öpüyor. Sonra masasına geçiyor, buzul havzasına... Gözlerinde zalimce bir pırıltı, yüzünde o donuk gülümseme... Şarkı söylememi istiyor. Susuyorum. Benden daha fazla, benden daha yoğun susuyor. Suskunluğu güç kalesi O'nun. Utanıyorum... Utanıyorum çölleşmiş yüreğinden. İçimden "Kum fırtınasında kayıp gidiyor yelkenli!" diye mırıldanırken, nedendir yeniden, dinginliğin o karanlık, o buruk ezgisi çağıldıyor. Güç kalesinden aşağılara, vadi ağzındaki buzultaşlarına dökülüyor sesim: Sen / yaklaştıkça uzaklaşan ufuk çizgisi / sen içimdeki / bitimsiz çilem benim ve sonsuz yalnızlık... / Aşkın bakışıyla şavkıyan denizimdin sen / yakamozlara dağılmış / ışığımdın sen...
-Peki ne kaldı sizde?.. Yani benimle ilgili?.. -Tek bir şey: Rahatsız edilmek istemiyorum. -Peki neden dost olamadık?! -Zor bir soru. İyi akşamlar! Arkasından şöyle seslenmedim O'na: -Bana kızarsanız söyleyin olur mu neye kızdığınızı, neden kızdığınızı!.. O da bana şöyle bağırmadı uzaktan: -Tek kelime söylemem! Yürümedim. İçime işlemedi yağmur. Sevmedim O'nu. Aklımı oynatasıya... Şarkı da söylemedim: Yağmurlarla gelen / rüzgarlarla gider mi / dönmez mi / geri gelmez mi / ateş içinde dünya / eksilir mi eriyip yitsem / kaybolsam... / Seninle dopdolu / bu gök, deniz ve toprak / erişsem... / Yağmur damlalarıyla sana aksam / göğsünde açsam / arınsak! Neyi yitirdiğini bir an bile düşünmedi, eminim *** Dönüp gelseydi, kucaklasaydı beni... Bugün gibi ansıdığım o akşamda... Ayrıntılar gitgide önemsizleşti aslında. O heyecan, o gerilim yok artık. Ne anlatamamanın acısı, ne anlatabilmenin coşkusu... İkisi de kalmadı, yazık! Batak. Üzerine basınca çöken nemli toprak. Dönüp dolaşıp yeniden düştüğüm bellek çamuru. Yanıtsız kalan soru: " Peki neden dost olamadık?! "
Yürüyorum. İçime işlese şu yağmur, bir işlese diyorum; yürüyorum derbeder. Ayaklarımın altında beton yüzeyler... Toprak olsa şimdi diyorum, her yer toprak koksa! Günbatımında yağmur, şimşekler. Dinecek mi? Mesafelere müthiş içerliyorum. Yerin ve göğün katmanları arasında minicik bir oylumda sıkışıp kalmışlığıma, konumuma... Dünyanın merkezinden deniz diplerine, oradan bulutlara, kaos mu kozmos mu olduğunu bir türlü anlayamadığım evrene paramparça saçılmak istiyorum. Sonra yeni bir gün doğsun, sonra yeniden doğayım... İstediğim parçaları birleştirip, kendi seçimim olmayanlardan kurtulayım!.. Soluğumun buğusunu izliyorum göğe tırmanırken. Kimbilir kaç katmanından geçecek atmosferin. Ayak seslerimi dinliyorum hayranlıkla. O gizemli yolculuklarında dalgaları düşlüyorum. Neye dönüşecek dalgalar? Neyken neye ve nasıl? Bana ait bu sesle neresine dek erişeceğim evrenin, bilmiyorum... Hınç duyuyorum evlere, duvarlara, çatılara, tüten bacalara, antenlere, paratonerlere, pencerelere, perdelere, sokak kedilerine, ıslak ayaklarıma, soğuk ellerime, kasılmış bedenime... O'nun umurunda bile olmayışıma katlanamıyorum. Dönüşecek bu aşk, başka yolu yok! Böyle devam edemem. Edemem. Dönüşecek mi? -Yakında taş düşecek, haberiniz olsun! -Yine başladın kehanetlerine!
KAOS GL 4 / 41
-Ama hafif bir taş, merak etmeyin. -Bir file göre hafif olan taş, bir kuş için hiç de... Taş, düştüğü yerde ağırdır derler. Ve dost acı söyler... İsterdim ki öfkem alabildiğine doldursun
VOLKAN
KAOS GL 4 / 42
yelkenlerini sevdiklerimin. Fazla gelirse bu öfke, aşkımın yakıcı gücü alevden diliyle birer delik açsın gergin yüzeylerde. Uzaklaşsınlar yeter ki alabora olmadan- kendilerinden... Unutuştur çölleşen yüreklerin rotasını çizen. Ve seraptır onlara bu kaçış: sevgilerden. Kum fırtınasında kayıp giden yelkenliler: Aşksızlar! Unutuştur çölleşen yüreklerin vahası...
Keşke sadece Ruhsar adlı hayalet bozuntusu homofobik olsa... Ancak tüm Leman çizerleri kadar seksist olan senaristi Fatih Solmaz, dizinin adı tarafımca anımsanmayan yönetmeni, emektar oyuncu Göksel Kortay, kadınlığı çok keyifli bulan Cem Davran da bu hayalet bozuntusuna eşlik ettiklerine göre en az onun kadar homofobik olmalılar. Her şey geçtiğimiz haftalarda başladı. Ruhsar kadınları alaya alan kocasını ve arkadaşını birer kadına çevirdi (Ruhsar usulü neo-feminizm). Cem Davran ve arkadaşı bu "dönüşümü" çok keyifli buldular; kadın olmanın anlamının bu olduğuna inanıyor olmalılardı ki dizi boyunca şarki söyleyip göbek attılar. Tek sorun ikisinin de kadın değil, travesti taklidi yapmalarıydı; anlaşılan ya Ruhsar'ın dönüştürme becerisi kısıtlıydı, ya Davran bir kadını canlandırma kapasitesine sahip değildi, ya da Fatih Solmaz ve yönetmen travestileri kadınlardan daha "komik" buluyorlardı. Bu buluş pek beğenilmiş olmalı ki bu hafta Solmaz bize Lombak yaratıklarından birini hediye etti, Hasan-Nazan. Davran'ın annesinin ona getirdiği yeni gelin adayı Nazan isminde bir yaratıktır, bu yaratık iri ve çirkindir; sakal izleri fondötenle bile örtülememiştir. Davran, bu kadında bir gariplik olduğunu (belki de deneyimlerine dayanarak) hemen anlar ve onun kendisine dokunmasına bile izin vermez. Bu sırada dizinin çılgın ve aptal kızı bir trafik kazası geçirir, ancak onu ölümden döndürecek "kokteyl" grubu kan, tabii ki bu "karışık" yaratıkta bulunmaktadır. Karışık kelimesi benim buluşum değil, Hasan-Nazan için yakıştırılan "şeyden şey olmuş" gibi tanımlardan yalnızca birisi tam açılımıyla "karışık pizza". Kızın ölümden dönmesi için gerekli kan yalnızca Nazan'da bulunmaktadır, fakat "bundan kan alınmaz ki" der Cem Davran; isin ucunda ölüm bile olsa bir transseksüelden ne kan alır ne organ. Bir umut ışığı beklemek nafile; Fatih Solmaz için ölü Ruhsar'i bir saatliğine yasama döndürüp değerli, el emeği göz nuru kahramanına onun kan vermesini sağlamak, bir transseksüelin bunu yapmasından daha kolaydır. Tek bölümde oynamayı hak eden "dönme" kahramansa göründüğü son karede Cem Davran'dan kıçına bir tekme yer, bu tavır da Davran'ı yol kenarından aldıkları travestilerle yattıktan sonra onları döven adamlarla aynılaştırır. Lombak'çılardan "politically correct" olmalarını beklememize gerek yok, besbelli ki onların eğlence kaynakları Leman Cafe'ye yürürken gördükleri müşteri bekleyen travestilere kahkahalarla gülmek, belki sapanla tas atmak, bunları yapacak cesaretleri yoksa (Allah'a şükür travestiler "deve" gibi) karikatürlerde ya da seksi hortlak dizilerinde alaya almak. Ancak yine de bu aşağılık "cinsel politika"lara birilerinin tepki göstermesi ve dur demesi gerekiyor.
Bir gün apansız boy atar orada: kökleri toprak altında büyümüş, kurtlu bir acı... İlacı ? *** Dönüp geldi, kucakladı beni... Bir daha hiç, bir daha asla "Seni anlamıyorum!" demeyecek. Bakışlarımla, dokunuşlarımla çatlattım buzulları. Ne oyun, ne rol, ne maske artık... Bu kez düşmedim tuzaklarına. Çünkü eridi. Suyun aktığı yerdeydi sevgi.
Karşımdaydı savunmasız, saldırısız, çıplak. Bastırdığı tüm duygular açığa çıkacak. Toplarını üstüme neden çevirdiğini anladım. O sevisiz, o üstükapalı sözlerle yaralanmadım: -Zamanını iyi değerlendir! harcama enerjini!
Boş
yere
-Sizi böyle kaçmaya zorlayan ne? Ne? Ne?.. Heeeeey! Orda kimse var mı?.. Sesimi duyuyor musunuz?.. Bir işaret verin duyuyorsanız!.. Sessizce göçüp gitti aramızdan. Yaşadığını sanıyor diğerleri. Bir tek ben biliyorum: Toprak altına gömmüş O kendini. Diri diri!.. Göçük altındaki kalbine erişemedim. Oysa kat kat kazabilirdim, yılmadan, usanmadan... Ses vermedi. -Hiç de uygun olmazdı, kuşa benzetseydiniz kendinizi. Sanırım bir fil olduğunuzu söylemeye çalışıyorsunuz bana. Yanılıyor muyum? -Taşa hedef olma düşüncesi korkutucu gerçekten. Ama fazla değil, hayır! Özgürüm ben..! Öyle bir şeye dönüşecek ki aşkım, katı sıvı gaz plazma ne girerse girsin araya hepsinden geçecek. Engelleri alt edecek teker teker; sonsuz bir güç, sonsuz bir sabırla bütün zorlukları yenecek. Sonsuz bir inanç, sonsuz bir umut, sonsuz bir istençle hah hah hah haaa!.. Artık vaz mı geçsem?! -Peki neden dost olamadık?... İstanbul, '97-'99 sedefdicle1@hotmail.com
GİRİŞ -ZORUNLU BİR AÇIKLAMABu hikâye, 99'Haziran'ında Taksim'de, Borsa'da tanıştığım ve sonrasında çok iyi dost olduğum Suat B.'nin yaşamının en kötü döneminden bir kesit. Olaydan sonra yaşadıklarını kimseyle paylaşamamış, pozitif bir yaklaşımla sonuçlanma anlamında. Profesyonel yardıma ihtiyaç duyuyormuş ama doktorun yaklaşımını unutamıyormuş. Olaydan dört yıl kadar sonra üç yıl tedavi görmüş. Kendisine tecavüz eden adamlardan birisini, hangisi olduğunu bilmiyorum, olaydan bir yıl sonra bıçaklamış ancak adam onu ele vermemiş. Doktor ve eczacı hakkında başka bir şey anlatmadı. İşletme eğitimi görmüş ama hangi üniversitede bilmiyorum. Murat'la on yıl sonra tekrar görüşmüşler. Bir kızı varmış. İsmini söylememe gerek yok sanırım. Bir bankada borsa ile ilgili bir kısımda çalışıyor. Annesi Üsküdar'da yaşıyor, babası 5 yıl önce ölmüş. Evet bunlar Suat hakkında bildiklerim. Kendisinden yaşadıklarını Kaos GL'ye yazmasını istemiştim. O ise, "Bunu sen yap ama sakın üzerine bir şey ekleme, olur mu?" demişti. Ben sözümde durdum. Teşekkürler Suat B. Herşeyden önce bana güvendiğin için.
Suat'a Herkes alay ederdi benimle, canı sıkılan acısını benden çıkarırdı. Yalnızdım, kimsesizdim. Ailemle aramda aşılması imkânsız bir kopukluk vardı. Bana ve benimle ilgili olan herşeye o kadar sağır, o kadar uzaklardı. "Kendi yapayalnızlıklarıyla büyülenen çocuklardandım."1 Anneannem severdi beni, o ölünce büsbütün sevgisiz ve bir başıma kaldığımı hatırlıyorum. Herşeyimi ona borçluyum. Onun sayesinde, onun bıraktığı ev ve dükkan sayesinde kurtuldum o cehennemden. Cehennemden kurtulduğumu sandım. I "Cehennem sonsuzdur; sınırlı bir yer değildir; Çünkü bizim bulunduğumuz her yer cehennemdir; Cehennemin olduğu her yerde de biz bulunacağız sonsuza değin"2 Üniversiteyi kazandığımda benim kadar kimse sevinmemişti; ne annem ne de babam. Aslında hakkını yememeliyim babam az da olsa sevinerek "artık ayaklarının üzerinde durman gereken zaman geldi" demiş, sonra da masal cinleri gibi ortadan kaybolmuştu. Annem içinse söylenecek tek bir söz var, "İkimiz de aynı ağacın üstünde yaşadık, ama öyle değişik mevsimlerde ki!"3 Kayıt için gerekli belgeleri hazırladım. Sonra kimsenin olmadığı bir gün ufak bir el çantasına tıkıştırdığım birkaç parça eşyayla ayrıldım evden. Bir daha da açmadım, açmaya çalışmadım o kapıyı. Ailemle de görüşmedim; karşılıklı ve sessizce alınmış bir karardı bu. Ama bayramlarda falan, telefon açardım; seslerini duymak, söyleyecekleri herhangi bir kelimede aynı çatı altında yaşar, aynı havayı solurken yakalayamadığım sıcaklığı yakalayabilmek ümidiyle. Ama sonraları ümidim kırıldı, azaldı, ufaldı, yokoldu. YOKOLDULAR.
Ümit KADER
dükkanı kiraya vermiştim ve tek gelirim de bu oldu okuduğum onca yıl boyunca. İlk senemde öğrenci yurdunda kalıyordum. Ancak ikinci yıl eve çıktım. Mecburdum; çünkü arkamdaki ayak sesleri, gülüşmeler bitmek bilmiyordu. Bunalmıştım. İki kişiyi bir arada görmeye bile katlanamıyordum. Sanki herkes beni konuşuyor, bana gülüyordu. Kimseyle görüşmeme kararı aldım. Tek bir arkadaşım bile yoktu zaten. Zoraki selamlaşmalar, iğreti tebessümler asılı kaldı yakamda. "… seni yalnızlığına değil bir gezegene hapsediyorlar akıllarınca …"4 Herkes suretti artık, ortalarda salınanlar suretti ve tek gerçek bendim; kırılgan, ürkek, püf deyince yokolabilecek kadar, kumdan bir kale. "Saklı sözlerin büyüsüyle büyüttüğüm suret. Kalbim bağışlasın seni. Sabırla yıpranmış kalbim. Kalbim ki, bozkırda bir yalnız ağaç. Eğilip, inleyen dallarında rüzgâr…"5 Zamanla kırdım kabuğumu, hep okudum. Murathan tuttu elimden, yolun başından-sonuna bir o bırakmadı beni. Unutmamayı öğrendim, kimseden bir farkım olmadığını ve yalnız olmadığımı hepsinden önemlisi. Geçirdiğim büyük bir değişim vardı ve bu yüzden "Bülent benim yanımda halt etmiş" diye düşünüyordum. Bir arkadaşım(!) "amma kalın kabuğun varmış, iki senede zor kırdın ama tam kırdın" demişti. Aptal ben içten içe büyük bir mutlulukla gülmüştüm; dikkate alınıyor, çaktırmadan da olsa izleniyor ve seviliyorum diye. Oysa gerçekte sevilmediğimi biliyordum tıpkı kırmış olduğum o kabuğun bir parçasını Calimero civcivi gibi tam da kafamda taşıdığımı bildiğim gibi.
Okul başlamıştı. Anneannemin bıraktığı evi ve
KAOS GL 4 / 43
"biliyorum, bazıları."6
sevmek
için
ölmemi
bekliyor
Yalnızdım. Hem de yapayalnız; suretlerin bile selam vermeye çekindiği bir insandım. Benimle ilgili herşeyde çok sakınımlıydılar. En ufak bir sevgi belirtisi bile yoktu bakışlarında… Kızmıyordum, gücenmiyordum ve onlar, "Yollarına çıkmam sanıyorlar, bir gün, kendileriyle karşılaşmaya gittikleri bir kavşakta bekliyor yaprağını dökmemiş kelimelerim elinde tutmak için zamanla birbirine benzeyen yalnızlıkları"7 II Murat'la tam da o sıralarda tanıştım. Yaz tatili heyecanı çok erken olsa da bütün öğrencileri kaplamış; vizelerin gökten iner gibi orta yere düşmüş olması bu heyecanı az da olsa torpillemişti. Herkesi ders notu, fotokopi telaşı sarmıştı. Anfinin en üst basamağına çıkmış bu cümbüşü izliyordum. Neden sonra "oooo!"lar, gülüşmeler kendime getirdi beni. Aşağıda ders notlarımın başında durmuş beni çağırıyordu. Yavaş ve ilgisizce gittim yanına; notlarımı ödünç istedi, verdim. İlk karşılaşmamız böyleydi. Sonra notları evime getirdiğinde biraz sohbet etme imkanımız oldu. Daha doğrusu o anlattı ben dinledim. Ve ne yalan söyleyeyim anlattıklarını öylesine dinliyordum. Gözlerinin mavisine dalmıştım ki, "sen beni dinlemiyorsun" diyerek beni son anda boğulmaktan kurtarmıştı. Ben mahcubiyetten kıpkırmızı olmuştum, o ise muzip muzip gülüyordu. "Sabahına çekip gittin, ben değildim korktuğun biliyorum." 8 Kötü(!) şöhretim kulağına gitmişti. Evime gelmez oldu. Notları okulda alıp okulda veriyor; kuru bir teşekkürden başka kelam çıkmıyordu ağzından. Sınavlar bitmişti. Sonuçlar açıklanıyordu yavaş yavaş. Notlarım mükemmel ama neye yarar diye düşünüyordum. Mutsuzdum; hem de köpekler gibi. Kös kös oturuyordum evde. Bayrama bir hafta vardı. Herkes bayram tatiline gidiyordu. Benimse gidebilecek kimsem yoktu. Oturduğum yerde dalıp gidiyordum bilmediğim
KAOS GL 4 / 44
uzaklara. Bayrama iki gün kalmıştı, evdeydim; oturuyordum. Zil sesiyle irkildim. Koşup açtım. Karşımdaydı. Aklımsıra bozuk çalacaktım ama dayanamadım; şeytan tüyü var bu çocukta dedim kendi kendime. Bir çift mavi gözün kıyısında bir gülümseme yayılıyor dudaklarımdan yüzüme doğru akan ve oradan sonsuza karışan. İçeri buyur ettim. Girmek istemedi, zorlamadım. Sınavlarının sonuçlarını öğrenmemi istedi. "tabi, ne demek, seve seve" gibi bir şeyler zırvaladım. Telefon numarasını verdi ve bir hayalet gibi süzülerek, sessiz sedasız yokluğa karıştı. Arkasından baktım, sokağın öbür ucunda kayboluncaya kadar. Sonra kapıyı kapatıp, ışığı söndürdüm; üzerime bir battaniye alıp sokağı görmek için camın önüne oturdum. Yanaklarımdan süzülen yaşlar battaniyenin ucunu ıslatırken onu sevdiğimi ve bunların da "aşkın gözyaşları" olduğunu biliyordum ama kızıyordum kendime, kızıyordum ve bu kızgınlığın nedenini bilmiyordum. III "Bütün sınavlarından geçmişsin" dedim ve telefonu kulağımdan uzaklaştırdım; sevinç çığlıkları atmasını bekledim. Oysa kayıtsızca "öyle mi?"den başka bir şey çıkmadı ağzından ve zoraki "çalışmıştım" dedi. Görüşmek dileğiyle deyip kapadım telefonu. Dersler yapılmıyordu ama hergün yaptığım gibi okulun yolunu tuttum. Aylak aylak dolaştım kampüste, sevgililerin oynaştıkları tenhaları tavaf ettim. Yorgun ayaklarımın son durağı basketbol sahasının yanındaki banklar oldu. Hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştı. İleride, yolda, bir araba durdu. Bana sesleniyordu arabadakiler; ayaklarımı sürüyerek gittim. İki kişilerdi ve ikisini de tanıyordum; birisi emlakçı, oturduğum evi bulan, diğeri konfeksiyoncu. Davet ettiler. "Biraz takılırım" dedim içimden, bindim. Leş gibi içki kokuyordu arabanın içi, bindiğime pişman oldum. Kampüsten çıkıp sokak aralarında dolaşmaya başladık ve yavaş yavaş terkettik şehri. Issız bir yerde durduk. Bıkmadan, usanmadan konuşuyorlardı. Dinlemiyordum bile. Aklım ondaydı, O ise bir yıldız gibi uzak ve bir yıldız kadar dayanılmazdı. Neden sonra emlakçının arkaya, yanıma geldiğini ve gömleğini çıkarmaya çalıştığını farkettim. Kapıya uzandım, kilitliydi açamadım. Saçlarımdan yakalayıp kucağına doğru bastırmaya başladı kafamı. Debelendim, vurmak istedim; ama kolumu kurtaramadım. Kafamı bacaklarının arasına sıkıştırmıştı. Arkamdaki kapının açıldığını duydum. Konfeksiyoncu ayalarımdan tutarak bacaklarımı dışarıya çekti. İkisine birden karşı koyamıyordum. Bükülen kolum kırılmışçasına ağrıyordu.
Ardımdaki üstüme yükleniyor, bir yandan da ardı arkası gelmemecesine yumrukluyordu. Tek yapabildiğim kendimi kasmaktı. Birden yoğun bir acı duydum; etim acıyor, etim yanıyordu. Boynuma, kafama sigara basıyordu emlakçı. Sonunda bıraktım kendimi. Bedenimi çaldılar ve bir şey yapamadım. "Çocuk inliyor, yüzyılların günahı, ince bedenine yükleniyordu." 9 Yıldızlar akıyorlar, gidiyorlar, umut dağıtıyorlardı. Oysa benim umutlarım çalınıyordu. Sonu gelmiyordu talanın. Ayaklarımdan çekerek indirdiler arabadan. Direnecek halim kalmamıştı. Belden aşağım tutmuyordu. Pis birşeyin üzerine attılar bir çuval gibi. "Tost yapacağız" dedi biri, öteki filmlerdeki kötü adamlar gibi güldü. Biri üzerine çekti beni, diğeri arkama geçti. Birden içimden birşeyler kopuyor sandım, bağırsaklarımı söküyorlar sandım. "Bırak şişeyi orospu" diye tekmelemeye başladı arkamdaki, altımdaki ısırılmadık yer bırakmadı yüzümde. Ağaçlar, çiçekler serin bir akşam rüzgarıyla ürperirken bacaklarımdan aşağıya sıcak birşeyin aktığını hissettim. Ve ben yavaş ve ben azar azar öldüm. Sonrasında ne olduğunu ise hatırlamıyorum. IV Kendime geldiğimde uzun zaman yerimden kımıldamadım, kımıldayamadım. Çünkü bedenimi hissetmiyor ve her anı beynime kazınmış o vahşetin ardından öldüğümü düşünüyordum. Bir ara, gecegündüz demeden kavga eden bitişiktekilerin bağrışmalarını duyunca hayatımın bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçtiğini sandım, ama görüntü yoktu. Bedenimi görmek istedim, ne halde olduğumu görmek istedim. Ama başaramadım. Havanın karanlık olduğu geldi aklıma, "gün ağarmaya başlayınca göreceğim" dedim kendi kendime. Kendimi göreceğime inancım sonsuzdu. Hem bir süre ölüp sonra tekrar dirildiğini iddia edenler, cansız bedenlerini gördüklerini anlatırken yalan söylüyor olamazlardı; şu ana kadar yaşadıklarımla anlattıkları bu kadar uyuşurken. Böylece havanın aydınlanmasını beklemeye koyuldum. Sonrasında kendimi kaybetmişim. Çünkü kaldığım yerden kendimi görme düşüncesiyle uyandığımda hava aydınlanmıştı. Yumruk yumruk şişmiş gözlerimin arasından gördüğüm manzara beni dehşete ve şaşkınlığa düşürdü. Cansız bedenim yerine mutfağın ve banyonun kapısını görüyordum. Evet kendi evimin girişinde yatıyordum. Kendimi banyoya sürüklemeye çalışıyordum; ölüme bu kadar yaklaşmışken geri dönemem diye düşündüğüm için. Saatler sonra ilk hareketi yaptığım o an taşın vazoyla buluştuğu andı; darmadağındım. Banyoya vardığımda sadece
ölümü düşündüm ve hissetmediğim sol yanıma bir darbe de ben vurdum; rasgele kestim her tarafımı. V Telefonun sesiyle kendime geldim. Bir an ulaşmak istedim ama ulaşamadım. "Ölmemişim" demek dedim. Ölmemişim… azar azar ölmekmiş benim kaderim demek… azar azar; bir çoğala bir azala ölmek… yaşarken. "Öğrendin; Bazı hayatlar yaşarken biter"10 VI Bacaklarıma yapışan battaniyeden kurtuldum önce, sonra kapağını açmak için bilmem ne kadar zaman uğraştığım sütten iki yudum içtim. Sol kolum şişmişti, tırnaklarım neredeyse kaybolmuştu. Temizlemek için saatlerce uğraştım. Bacaklarımdan aşağıya damar damar kan sızıyor, ayaklarımın dibinde gölleniyordu. Doktora gitmeye karar verdim. Anlattıklarıma inanmadı. Gerçeği anlattım; mecburen. Yoksa hastanedeki polisleri çağıracağını söyledi. Dört gün özel odada kalmamı sağladı. Ne kadar iyi bir insan olduğunu düşünmeye başlamıştım. "Durumunu biliyorum. Zorluk çıkarmanın alemi yok. Hem ibne olan sensin. İyi düşün." dedi. Şaşırdım. Ancak bir an sürdü. Artık tanıyordum insanları ve kesişen ilişkilerdeki formülleri ya "Güçlü zayıfı ezer"di ya da "Düşene bir tekme de sen at"tı. İtiraz etmedim. Olayı çok ustaca ört bas etti. Kimse bilmedi gerçeği. Tanıdığı bir polis amiri olayı "Hırsızlık için evine girenlerin saldırısına uğramış"tır diye rapor etti. Okulda kullanmam için kurul raporuna kadar herşeyle ilgilendi. Evliydi. Karısıyla ayrılardı. Başka şartlar altında karşılaşsaydık herşey çok farklı olabilirdi. Ama en az diğer ikisi kadar nefret ediyordum ondan. Aradan birkaç ay geçmiş, bedenimdeki yaralardan çoğu iyileşmişti. Ruhum ise sıcak kan kokuları saçan bir savaş meydanıydı. Hiçbir şey
yapamıyordum. Ellerim titriyordu, ağlama-gülme
KAOS GL 4 / 45
krizleri birbirini kovalıyordu. Doktorun bitmek bilmeyen tecavüzlerine alışmıştım. Saçma ama evet alışmıştım. Gelmediği günler "ne oldu acaba" diye merak ediyordum. Oyun oynuyordum kendimle, "sevgicilik oyunu". Yoksa nasıl katlanabilirdim hergün aynı işkenceye bilmiyorum. Bir arkadaşı vardı, eczacı. Bazen beraber geliyorlardı ve bazen eczacı yalnız da geliyordu. Cinnetin sınırlarına ulaştığımı hissediyordum. Tek korkum ölmeyip aynı acıları sil baştan yaşamaktı. Sonra yavaş yavaş toparlanmaya başladım. Murat'la karşılaşmamaya ve görüşmemeye çalışıyordum. Onun da özel bir gayreti yoktu zaten. Herşeye rağmen onu Ferhat gibi, Mecnun gibi, Romeo gibi seviyor ve kirletilmiş hayatıma bulaşmasını istemiyordum. Sınavlarıma bir ay vardı, kapımı kimseye açmıyor; gece-gündüz, gündüz-gece ders çalışıyordum. İlk sınavdan çıktım. Murat kapıda bekliyordu. Başıma gelenler için çok üzüldüğünü falan söyledi. Ağzımdan girdi burnumdan çıktı, kendisini davet ettirdi. Birşeyler alıp eve gittik. Benden çok hoşlandığını, ilk defa bir erkeği arzuladığını söyledi. Deliler gibi seviştik. VII Beraber yaşamaya karar verdik. Doktoru ve eczacıyı kendi silahlarıyla vurdum. Yan bakamıyorlar ama fırsat kolluyorlardı. 1) Oscar Wilde'ın Son VasiyetiPeter Ackroyd, Sayfa:27/Can Yay./Çev. Tomris Uyar 2) İngiliz Edebiyatı Tarihi I-Mina Urgan, Sayfa:244/Altın Kitaplar (Christopher Marlowe'un Dr. Faustus'undan) 3) Yüreğinin Götürdüğü Yere GitSusanna Tamaro, Sayfa: 15 /Can Yay. 4) Pop H'art-k. İskender, Sayfa:28/Parantez Yayınları ("Ülker" adlı şiirden) 5) Ayna-Oya Uysal, Varlık Ede. Dergisi, Sayfa:33, Mart'99 6-7) Bekleme Hattı-Murathan Mungan, Son Yeni Biçem Dergisi, 72. Sayı Nisan'99, Sayfa:4 8) Korku-Murathan Mungan, "Başkalarının Gecesi" isimli kitaptan, Sayfa:38/Metis Y. 9) Güzel Çocuk-Bekir Yıldız, "Kara Vagon" isimli kitaptan, Sayfa:110/DD Yayınları 10) Herkesi Affet-Murathan Mungan, Roll Dergisi, Sayı 31, Sayfa:33, Mayıs'99 11) Demirden Leblebi-Nazan Öncel, "Demir Leblebi" Kasetinden 12-13) Kanlı Masal-k. İskender, "Periler Ölürken Özür Diler" isimli kitaptan, Sayfa:89, YKY
KAOS GL 4 / 46
Sınavların hepsinden geçtim. Herkes fitil oldu. "Gebermedi ibne" diyorlardı, "su testisi su yolunda kırılacak" diyorlardı ve daha neler neler. Ama dünya umurumda değildi, gülüp geçiyordum. VIII Murat memleketine gidecekti, üzgündüm hem de çok "çok ne kadar az bir laf(tı), hiçbir şeyi anlatmaya yetmiyor"du. 11 Sonunda gitti. Hergün arıyordu. "Dayanamıyorum" diyordu. Ben de dayanamıyordum. Küçük bir çocukken anneannemle gittiğim o kasabada buluşmaya karar verdik. Kararlaştırdığımızdan bir hafta önce gittim. "Küçük Pansiyon" adındaki bir pansiyonda bir oda tuttum. Bir hafta sonra da Murat geldi. İki güzel hafta geçirdik. O memleketine döndü, ben yazsonuna kadar kaldım.
"böyle mutlu bir evlilik yaşantımız olsa biz birinci olurduk" diye ti'ye alıyorlardı akıllarınca. X Ayrılık zamanı gelmişti. Eşyalarını toplarken arkasında dolanıyordum. Gönlüm kalmasından yanaydı. "Kal" dememek için kendimi tutuyordum. Gururuma yenildim "kal" diyemedim. Bana duyduğu sevginin gücü yaptırsın istiyordum. Olmadı. Benim kadar sevmemişti belki de, bilmiyorum. Giderse, diyordum götürecekti.
yüreğimin
yarısını
da
Gitti. Sürekli arıyordu, hemen hemen hergün. Ama zamanla arası açıldı görüşmelerimizin. Babasının işleri kendisine bıraktığı, işlerin yoğunluğu ve acemi olduğu için onca işin altından kalkabilmek için ne kadar çok çalıştığı genel bahaneler olmuştu. Böylece bir sene geçti. Sonra aramaz oldu. Ardından bir mektup aldım. Daha doğrusu bir mektup ve bir fotoğraf; bir düğün fotoğrafı. Uzun zaman okumadım mektubu. Fotoğrafta gördüğüm şeyden başka ne anlatabilirdi, fotoğraftan daha iyi ne anlatabilirdi? Sonra bir gece, aniden uykudan uyandığım bir gece okudum. "Yaşadıklarımız güzeldi ama yanlıştı" diyordu. Evet üç-beş sayfalık mektuptan bir bu cümle kaldı aklımda. "Biliyorum, büyük çocukluktu birbirimizi sevmemiz cesaret işiydi, delikanlıcaydı."12 XI Aramadım. Unuttum onu. Paylaştığımız, sevdiğimiz… her şeyi çıkardım hayatımdan ve kendim için bir hayat kurdum. Bazen cevapsız telefonlar alıyorum geceleri. Telefon çalıyor, açıyorum. Cevap yok. Dinliyorum; sessizliği dinliyorum, bir insanın soluğunu duyuyorum belli belirsiz ve bazı geceler iki damla yaşın süzüldüğünü hissediyorum. O gecelerde; "Ve ben bu sonsuz savruluşta o gece bütün eski sevgililerimden ince ince söküldüm! Senin oldum!" 13
IX
diyorum içimden.
Okular açıldı. Biz yine aynı evdeydik. Ders çalışıyor, yemek pişiriyor, sevişiyorduk.
Ve her defasında yaşantımın üzerine bir avuç ölü toprağı attığımı biliyorum.
Hayatımın en mutlu senesiydi. Sene sonu geldi. Murat bölüm 3.'sü olarak mezun oldu. Takipçilerimizin söyleyecek çok şeyi var. Bazıları
XII "Senin oldum." Başka kimsenin olmadım ki.
DEMİREL BAŞ OMBUDSMAN SEÇİLEBİLİR Cumhurbaşkanlığı görevini yarın devredecek olan Süleyman Demirel'in hazırlanan Ombdusmanlık Yasası çerçevesinde, TBMM tarafından "Baş ombdusman" görevine seçilmesi planlanıyor. Başta İsveç olmak üzere pek çok İskandinav ülkesinde bürokrasiden doğan yanlış uygulamaları önlemek ve devletle vatandaş arasında iletişimi sağlamak amacıyla oluşturulan ombdusmanlık sistemi Türkiye'de de uygulanacak. Adalet Bakanlığı tarafından hazırlanan Ombdusmanlık Yasası'nın önümüzdeki günlerde Bakanlar Kurulu gündemine getirileceği ve TBMM'ye sevk edileceği bildirildi. Tasarıda 'cinsellik' eksik. AB'ye tam üyelik sürecinde insan hakları uygulamalarına paralel olarak ombdusmanlık sayısının ve uzmanlık alanlarının arttırılabileceği belirtildi. Ancak AB ülkelerinin hemen hemen tamamında yasayla görevlendirilen "cinsel ayrımcılık, cinsel tercihlerle ilgili baskı ve kötü muamele ombdusmanlığı" Adalet Bakanlığı'nın hazırladığı tasarıda yer almıyor. Özellikle AB ülkelerinde homoseksüellerin karşılaştığı ayrımcılığın ve baskıların önlenmesi için oluşturulan bu ombdusmanlığın, Türkiye'de ilk aşamada "tepki çekebileceği ve toplumun ahlâk anlayışıyla çeliştiği" gerekçesiyle tasarıda yer almadığı bildirildi. (14 Mayıs 2000, Milliyet) DDD TRAVESTİ GÖÇÜ Türkiye'de kendilerine yaşam hakkı tanınmadığını ileri süren travestiler, başta Hollanda, AB ülkelerine ilticaya hazırlanıyor Cinsel kimliklerinden dolayı sürekli saldırıya uğrayan travestiler, Türkiye'yi terk ediyor. Türkiye'de sürekli saldırıya uğrayan, dışlanan travestiler, 'evlenme haklarının bulunduğu, devlet güvenliği altında çalışabilecekleri ve kendilerine bir insan olarak değer verilecek' çeşitli Avrupa ülkelerine iltica etmeye hazırlanıyor. Son olarak 'Eylem' takma adlı İlhami Kara, cinsel kimliğinden dolayı baskı gördüğü gerekçesiyle Hollanda'ya iltica talebinde bulundu. Travesti Gonca'nın öldürülmesi ise, pek çok travesti için bardağı taşıran son damla oldu. Vahşice öldürüldü
'Gonca' lakaplı, 27 yaşındaki travesti Cüneyt Vağdar, evine götürdüğü üç kişi tarafından vahşice öldürüldü. Silikonları, dudakları, burnu kesildi ve sekiz yerinden bıçaklandı. Travestiler bu vahşete yabancı değil. Çünkü cinsel kimliklerinden dolayı ve 'fuhuş yaptıkları' gerekçesiyle sürekli saldırıya uğruyorlar. ''Travesti fuhuşu' sokaklarda 'ölümle' cezalandırılıyor. Kimi zaman otoban kenarında müşteri beklerken üzerlerine arabalar sürülüyor, kimi zaman polisten kaçarken otobandan geçen araçların altında kalıyorlar. Ancak en çok 'müşteri' olarak yaklaşan katillerden korkuyorlar. Son üç yıl içinde beş travesti 'müşterileri' tarafından öldürüldü. Cinayetler çoğu kez faili meçhul kaldı. Zinnur Yıldız, cinayetlerin sorumlusu olarak geçmişteki uygulamalara işaret ediyor. Cihangir Ülker Sokak'taki evlerde birlikte çalıştıklarında bu gibi olayların daha az yaşandığını ifade eden Yıldız, sokaktan çıkarıldıklarını, bu nedenle sokaklarda çalışmak zorunda kaldıklarını söylüyor. Kendilerine yaşam hakkı tanınmadığını anlatan Yıldız, "Hollanda'ya iltica etmek istiyorum. Pek çok arkadaşımız bunun hazırlıklarını yapıyor" diyor. Pembe cüzdan Fügen Şengül ise, özlemini duyduğu yaşam şeklini Avrupa'daki örnekleriyle şöyle anlatıyor: "Orada evlenebiliyorlar. Pembe nüfus cüzdanı alabiliyorlar. Yaşadıkları alanlarda, özel koruma önlemleri alınıyor. Travestiler, ikinci sınıf vatandaş olarak görülmüyor. Hepsinin geniş sosyal hakları bulunuyor." (20 Mayıs 2000, Radikal) DDD KELEPÇELİ PROTESTO Türkiye'deki transeksüeller adına basın toplantısı düzenleyen bir grup transeksüel, cinsel kimliklerin tanınmasını istedi. Siyahlar giyinen transeksüeller, bileklerine kelepçe takarak, normal hayatta tutuklu oldukları mesajı verdiler. İHD İstanbul Şube binasında Türkiye'deki transeksüeller adına basın toplantısı düzenleyen Deniz Aras, Gözde Berk, Eylem Uğurlu, Zennur Yıldız ve Niran Soylu, cinsel kimliklerin tanınmasını istedi. Basın toplantısına İHD yöneticileri de katıldı. Basın açıklamasını elleri kelepçeli bir şekilde okuyan Eylem Uğurlu; "Çok sağlıksız ve tehlikeli koşullarda otobanda hayat mücadelesi veriyoruz" dedi. E-5 Karayolunda çalışan arkadaşlarının polisten kaçarak zor bir mücadele verdiklerini söyleyen Uğurlu,
"sorgusuz sualsiz" bir şekilde gözaltına alındıklarını belirtti. "Haklarımıza saygılı davranılsın" Toplum tarafından ikinci sınıf muamelesi gördüklerini anlatan Uğurlu, resmi makamların da bu anlayıştan vazgeçmelerini, hak ve özgürlüklerine saygılı davranılmasını istedi. Uğurlu konuşmasına şöyle devam etti: "Türkiye, artık bizlerin varlığını kabul etmeli, bu konuyu eleştirmekten çok irdelemeli, ona göre çözümler üretmelidirler. Karakolları teftiş eden insan hakları komisyonu üyeleri olan milletvekillerimizin buldukları coplarla işkence aletlerinin muhataplarından biri de maalesef bizleriz." (1 Nisan 2000, Evrensel) DDD TRAVESTİ TAKIMIN SON ZAFERİ Tayland tarihindeki ilk ve tek travesti voleybol takımının üyelerinin hayatını konu edinen 'Demir Leydiler' adlı film, Tayland'da gişe rekorları kırdı. 1996 yılında travestilerin horgörülmesini protesto etmek için erkekler voleybol ligine katılan takım, hem o yılın kupasını hem de geniş bir halk kitlesinin kalbini fethetmeyi başarmıştı. (22 Nisan 2000, Radikal) DDD "PARAYLA SEKS YAPTINIZ MI" Sağlık Bakanlığı, kan bağışında bulunacak vatandaşlarca doldurulmak üzere, kan alan tüm sağlık kuruluşlarına 33 soru içeren bir form gönderdi. Başta Kızılay kan merkezler olmak üzere kan alan tüm merkezlere dağıtılan formlarda, "Para karşılığı seks yaptınız mı?", "Homoseksüelle ya da yabancı uyrukluyla seks yaptınız mı?", "Son üç günde aspirin ya da benzeri ilaç aldınız mı?" gibi sorular yer alıyor. Bu ilginç soruların bulunduğu formun girişinde "Aşağıdaki sorular, kan vericisi ve kanı alacak olan kişiyi korumak amacıyla düzenlenmiştir." deniliyor. (24 Mayıs 2000, Radikal) DDD EŞCİNSEL KURBANLAR YENİ HATIRLANDI Nazilerin eşcinsel oldukları için toplama kamplarına yolladığı yaklaşık 10 bin kişinin kaybolan hayatlarına ışık tutuluyor. Zorla pembe üçgen rozet takılan binlerce eşcinselin tıkıldığı toplama kamplarından birinde kurbanlar anısına sergi açıldı. 1000 eşcinselin konduğu, 600'ünün aşırı çalıştırma, deneylerde kobay olarak kullanma ve keyfi infazlar ile öldürüldüğü Sachsenhausen kampındaki sergi, Alman Parlamentosunun ilk kez eşcinsel
KAOS GL 4 / 47
kurbanlardan özür dilemeyi tartıştığı döneme denk geldi. Eşcinsel kamplarının ücra bölgelerde olmasına özen gösteriliyordu. Çünkü Naziler eşcinselliğe bulaşıcı hastalık niteliğinde bir sapkınlık olarak bakıyor ama aşırı çalışmayla tedavi edilebileceğini düşünüyordu. Öpüşen, birbirlerini okşayan ve hatta gülümseyen eşcinseller bile kamplara yollanıyordu. Ceza yasasının 175'inci maddesine göre, hemcinsler arasında her türlü cinsel temas yasaktı. Baskı, 1933'te 100 kadar eşcinsel lokalinin zorla kapatılmasıyla başladı. 1897'de ilk eşcinsel derneğini kuran Yahudi psikiyatrist Magnus Hirschfeld, Cinsellik Enstitüsü'nü kapatarak sürgüne gitmeye zorlandı. Onları koruyan paraşütçü komutan Ernst Röhm, Haziran 1934'te Hitler'in emriyle öldürüldü. Nazilerin 100 bin maddelik sakıncalı eşcinsel eylemelr listesi vardı ve müstehcen espri ya da mastürbasyon yapmak gibi 'suçlar' bağlamında 45 bin tutuklama kararı çıkmıştı. Savaş sonrasının Almanya'sı da eşcinsel düşmanlığını devraldı. Eşcinsel muhalif olan Paul Hahn, Nazilerce 10 yıl hapse mahkum edilmişti. Müttefiklerce kurtarılıp Almanlar tarafından tekrar hapse kondu. Ancak 1946'da hapis cezasını doldurunca serbest bırakıldı. Doğu Almanya'da eşcinsellik 1968'den beri suç değildi. Modern Almanya ise birleşmenin ardından 1994'te ceza yasasından eşcinsellik suçunu çıkardı. Eşcinsellikten yargılanan kişilere hiçbir zaman tazminat ödenmedi, eşcinseller Nazi kurbanları tazminat programlarına dahil edilmedi. (Radikal) DDD "GAY ÇİFTLER YASASI" HETEROSEKSÜELLERE YARADI Fransa'da eşcinsel çiftlerin evlenebilmesi için büyük tartışmalar sonrası kabul edilen yasa, evlenmek istemeyen heteroseksüel çiftler tarafından da büyük ilgi görüyor. "Sivil Dayanışma Sözleşmesi" adı verilen düzenlemenin yürürlüğe girmesinin ardından geçen 4 ay içinde yarıya yakını heteroseksüel çiftler olmak üzere, 14 bin çift uygulamadan yararlanmak için başvurdu. PACS olarak adlandırılan yeni evlilik sözleşmesi, çiftleri sadece ortak mal ve mülk edinme konularında birbirine karşı yükümlü kılıyor. Çocuk ve miras hukukunda sorumluluk yüklemeyen düzenleme, çiftlere istedikleri zaman basit bir ihtarname ile ayrılma hakkı da tanıyor. PACS ayrıca çiftlere üç yıl beraberliklerini sürdürdükleri takdirde evli çiftlere tanınan vergi indirimlerinden de yararlanma imkanı tanıyor.
KAOS GL 4 / 48
PACS'ın getirdiği yeni evlilik bağlının sahip olduğu bu avantajlar, evlilik yükümlülüğü altına girmek istemeyen eğitim düzeyi yüksek heteroseksüel çiftler tarafından da büyük ilgi görüyor. Ancak yeni yasanın ortak malların paylaşılması veya tek taraflı olarak satılması konularına açıklık getirmemesi, çiftlerden birinin sözleşmeyi bozmadan uzun süre ayrı kalması durumunda vergi indirimlerinden yararlanıp yararlanmayacağı gibi konulara açıklık getirmemesi nedeniyle büyük tartışmalar yaratacağa benziyor. (19 Nisan 2000, Yeni Binyıl) DDD AIDS'li EŞE TAHLİYE Antalya'da görülen bir dava, AIDS hastalığında yaşanan en ilginç olaylardan biri oldu. Sinema makinisti Ümit Ulukaya'nın, HIV virüsü taşıdığını bildiği halde, bir süredir flört ettiği Sevgi Ulukaya'yla evlenip, cinsel ilişkiye girdiği çiftin mahkemelik olmasıyla ortaya çıktı. Sevgi Ulukaya, eşinin hastalığını bildiği halde kendisinden gizlediğini iddia ediyordu. Ümit Ulukaya ise bunları yalanlıyor, eşinin bilerek kendisiyle beraber olduğunu öne sürüyordu. Sonunda Sevgi Ulukaya bir zamanlar severek evlenip, aynı yastığa baş koyduğu erkeği mahkemeye verdi. "Cinayete tam teşebbüs" iddiasıyla... Dün Antalya 1. Ağır Ceza Mahkemesinde, Ulukaya çiftinin üçüncü duruşması görüldü ve Ümit Ulukaya'nın tedavisini yaptırabilmesi için tahliyesine karar verildi. Mahkeme Başkanı Özcan Şanlılar'ın basına kapalı yürüttüğü davada, önce Ümit Ulukaya'nın tanıkları konuştu. Orhan Akın, genç çiftin evlenmeden önceki arkadaşlık günlerinde, "Sevgi ve Ümit, hastalığı biliyorlardı ve konuşuyorlardı" dedi. Akın, "Hatta Sevgi, '3 gün ömrün olsa bile seninle evlenirim' demişti" diyerek sözlerini sürdürdü. Ama Sevgi Ulukaya cephesi hiç de aynı şeyi söylemiyordu. Eşinin bilerek kendisine HIV-1 ve HIV-2 virüsünü bulaştırdığını öne süren genç kadın, Orhan Akın'ın anlattıklarını kabul etmediğini ifade etti. Peki Ümit Ulukaya ne diyordu? Hastalık ona nasıl bulaşmıştı? Ulukaya savunmasında HIV virüsünü askerliğini yaptığı sırada kan grubunun belirlenmesi için yapılan tahlil sırasında enjektörden kaptığını iddia etti. Ulukaya'nın tedavisinin yaptırabilmesi için "koşulsuz olarak tahliyesi"ne karar verildi ama, "Eşini öldürmeye tam teşebbüs" suçundan yargılanan sanık için savcı ömür boyu hapis cezası istiyor.
Tahliye kararını duyan ve mahkemede bayılan Sevgi Ulukaya yakınları tarafından salondan çıkarılarak adliye dışına taşındı. Sürekli ağlayan ve baygınlık geçiren Sevgi Ulukaya uzun süre ayağa kalkamadı. Ulukaya Antalya Devlet Hastanesi'ne kaldırıldı. (11 Mayıs 2000, Yeni Binyıl) DDD EŞCİNSELLER İZCİ OLABİLİR Mİ? ABD bugünlerde, bir izci liderinin eşcinsel olduğunun ortaya çıkması üzerine oymaktan atılmasının yarattığı tartışmayla çalkalanıyor. İzci Lideri James Dale'in üniversite okurken Eşcinsel Öğrenci Hakları Derneği'nin asbaşkanlığını yaptığının öğrenilmesi üzerine, Monmouth Bölgesi İzci Oymağı, Dale'i ihraç etmiş. Gerekçesi de, 'ahlaken düzgün' olma kuralının eşcinsellikle bağdaşamdığı. İhraç kararını, temel haklarının ihlali sayan Dale'in, 'Ayrımcılığın Önlenmesi Yasası' kapsamında açtığı tazminat davası, geçen yıl New Jersey eyaleti Yüksek Mahkemesi'nin 'Amerikan izcileri kamuya açık bir kurumdur, dolayısıyla eylaet yasalarına tabidi, üyelik konsuunda, cinsel eğilim bazında ayrımcılık uygulayamaz' diyen kararıyla sonuçlandı. Bu karar, İzci Derneği'nin savunduğu 'Anayasa, bağımsız bir örgütün iç işleyişine devlet müdahalesini engeller' tezini geçersiz saymış oluyor. İşte bu noktadaki anayasal tartışma da, meseleyi en yüksek mahkemenin gündemine getirdi. 26 Nisan'da tarafları dinleyen Anayasa Mahkemesi için esas mesele 'eşcinsel hakları' ya da 'izciliğin anlamı' değil. Onlar, 'devletin ayrımcılığa dur demesi ile toplumsal örgütlere müdahalesi arasındaki çizginin nereden geçtiğine' karar verecekler. Türk izciler: Topluma Ters Barış İzci Spor Kulübü Başkanı Kemal Beycan, "Eşcinselliği nasıl yorumlarsanız yorumlayın, bu insanları toplum kabul etmiyor. Bu durum topluma terstir. Dolayısıyla izcilik kurallarına terstir" dedi. Beycan şöyle devam etti: "İzcinin topluma örnek, iyi insan ve iyi vatandaş olması gerekir. Eşcinsellik buna engeldir. Toplumumuzun değer yargıları bunu öngörüyor. ABD'yi bilemem ama Türkiye'de toplumun bakışı budur. ABD'deki izci kulübünün kararı doğrudur, izcilik prensipleriyle uyuşuyor. Mahkeme kararına gelince, mahkeme yargıçları izcilik prensibi açısından baksalardı, ayrımcılık olarak nitelendirmezlerdi. İzcilik uluslararası bir faaliyettir. İlkeleri de evrenseldir. Toplum yararına çalışan, ülkesini ve tüm dünya insanlarını seven insan yetiştirmek esastır. İzci kulübünün hareketi doğrudur." Türkiye'deki İzci Kurulu'nun iki yetkilisi, Türkiye'de de bir izcinin eşcinsel olduğunun anlaşılması halinde izcilikten atılacağını belirttiler. Yetkililer, "Andımızda ahlâkça dürüstlük ilkesi var. Buna göre, eşcinseller izci olamaz" dediler. (2 Mayıs 2000, Hürriyet)
ESCOGÄ°DO/ Ä°stanbul Ă–ncelikle eĹ&#x;cinsel birlikteliÄ&#x;in saf ÄąĹ&#x;ÄąÄ&#x;Äąnda yÄąkanan ruhlara MERHABA. Ben uzun zamandÄąr hissettiklerimi, dĂźĹ&#x;ĂźndĂźklerimi anlamlandÄąrmaya çalÄąĹ&#x;Äąyordum. Kendime sĂźrekli sorular yĂśneltiyor ve okuduklarÄąm doÄ&#x;rultusunda kendimi deÄ&#x;erlendiriyordum. Yerli yerine oturmasÄą ve adlandÄąrÄąlmasÄą gereken parçalarÄąm vardÄą. Ĺžimdilerde bĂźyĂźk Ăślçßde sorularÄąma cevaplar verebiliyor, her Ĺ&#x;eye bambaĹ&#x;ka bir bakÄąĹ&#x; açĹsÄąndan bakabiliyorum. Kaos GL'ye ulaĹ&#x;mam oldukça dolaylÄą oldu ama sonuçta zihnimde gizlenmiĹ&#x; onlarca Ĺ&#x;ey huzura kavuĹ&#x;tu. KitapçĹlarÄą sÄąk sÄąk dolaĹ&#x;tÄąÄ&#x;Äąm halde Kaos GL'den bihaber olmam konusunda baÄ&#x;ÄąĹ&#x;lamÄąyorum kendimi. Daha Ăśnceleri fark etseydim içinde bulunduÄ&#x;um sancÄąlÄą durumdan çok daha erken sÄąyrÄąlabilirdim belki. Net'de proje Ăśdevim için dolaĹ&#x;Äąrken kendimi nasÄąl oldu bilmiyorum ama Lambda'nÄąn sayfasÄąnda buldum. Hemen en ince ayrÄąntÄąsÄąna kadar inceledim. Bu sÄąrada Kaos GL ile tanÄąĹ&#x;tÄąm. EĹ&#x;cinsellik Ăźzerine ta lise dĂśnemlerimden beri eÄ&#x;ilimim vardÄą. Ama TĂźrkiye'deki eĹ&#x;cinsel oluĹ&#x;umlar hakkÄąnda hiç bir bilgim yoktu. EĹ&#x;cinsellikle ilgili daha derin araĹ&#x;tÄąrmalara (bu kendimi tanÄąma sĂźreci aynÄą zamanda) Ăźniversite dĂśnemimde ilgilendiÄ&#x;im Beat Generation ile girdim. Kaynaklara ulaĹ&#x;tÄąkça tanÄąmakta zorlandÄąÄ&#x;Äąm yanÄąmla tanÄąĹ&#x;tÄąm. GeçmiĹ&#x;e dair imgeler netleĹ&#x;iverdi birden. HoĹ&#x;landÄąÄ&#x;Äąm, tutkuyla baÄ&#x;landÄąÄ&#x;Äąmda gĂśzyaĹ&#x;Äą dĂśktĂźÄ&#x;Ăźm, gĂźnlĂźÄ&#x;Ăźmde sayfalarca bahsettiÄ&#x;im kÄąz arkadaĹ&#x;larÄąm geldi aklÄąma. AslÄąnda erkeklerden de hoĹ&#x;lanÄąyorum ama en az onlar kadar kÄązlara da ilgim var. Bu cazibenin kimde parÄąldadÄąÄ&#x;Äą ile baÄ&#x;ÄąntÄąlÄą. Cazibe bazen hemcinsinde, bazen de karĹ&#x;Äą cinste parÄąldayabilir. Bu konuda asla sÄąnÄąrlama getirmem kendime. Sevgi cins ayrÄąmÄąnÄą aĹ&#x;ar. ÇoÄ&#x;unlukla beni maskelemeye iten sevdiÄ&#x;im insanÄąn benden soÄ&#x;umasÄą ihtimaliydi. Benden uzak olmasÄąndansa, aĹ&#x;kÄąmÄą gizleyip acÄą çekerek yakÄąnÄąnda olmak daha iyi diye dĂźĹ&#x;ĂźnĂźyordum. ÇßnkĂź insanlar ne kadar açĹk gĂśrĂźĹ&#x;lĂź olursa olsun ne yazÄąk ki bazÄą konularda ana rahminden ayrÄąlÄąĹ&#x;la baĹ&#x;layan, toplumsal dĂźzene uyum ve bireyin sosyalleĹ&#x;mesi adÄąyla gerçekleĹ&#x;en beyin yÄąkama sonucu çoÄ&#x;u zaman bu hoĹ&#x;gĂśrĂźyĂź, anlayÄąĹ&#x;Äą sĂźrdĂźremiyor. Ama artÄąk pasifize olmaya niyetim yok. Bu sadece kendini ĂśldĂźrmek ve kendine yabancÄąlaĹ&#x;mak olarak yorumlanabilir. O. Wilde'nin adÄąnÄą sĂśyleyemeyen aĹ&#x;k olarak tanÄąmladÄąÄ&#x;Äą eĹ&#x;cinsel aĹ&#x;kÄąn (aĹ&#x;klarÄąn) artÄąk adÄąnÄą sĂśylemesi gerektiÄ&#x;i kanaatindeyim. Ben kendi adÄąma rahatça her yerde ve her zaman eĹ&#x;cinsel aĹ&#x;kÄą ve doÄ&#x;anÄąn yapÄąsÄąnda var olduÄ&#x;unu savunuyorum. Belki oldukça nihilist bir yaklaĹ&#x;Äąm ama hiç bir konuda genel geçer doÄ&#x;ru ve gerçek yoktur. Bunlara ulaĹ&#x;mak da imkansÄązdÄąr. Gerçekler ve doÄ&#x;rular hangi baÄ&#x;lamda ele aldÄąÄ&#x;Äąna ve hangi açĹdan baktÄąÄ&#x;Äąna gĂśre deÄ&#x;iĹ&#x;ken bir niteliktedir. Bu sebeple toplumca doÄ&#x;ru diye benimsetilmeye çalÄąĹ&#x;Äąlan her Ĺ&#x;eye kuĹ&#x;kuyla yaklaĹ&#x;ÄąrÄąm. Ă–nĂźmĂźze sÄąnÄąrlarÄą Ăśnceden belirlenmiĹ&#x; ĂśzgĂźrlĂźk alanÄą
içerisinde bir takÄąm doÄ&#x;ru ve yanlÄąĹ&#x; kavramlarÄą konuyor (daha doÄ&#x;rusu dikte ediliyor) ama eleĹ&#x;tirmemiz sorgulamamÄąz engelleniyor. Bireysel ĂśzgĂźrlĂźk sĂśylemleri temelsiz kalÄąyor bu Ĺ&#x;artlar altÄąnda. Herkesin yapmasÄą gereken bu; kendi doÄ&#x;rularÄąnÄą bulmak. Konformizmden sÄąyrÄąlmak insanlÄąÄ&#x;Äąn karĹ&#x;Äą karĹ&#x;Äąya kaldÄąÄ&#x;Äą dekadansÄą Ăśnleyecektir. Ă–nce biz kendi kimliÄ&#x;imizi kabul edelim, sonra da kabul ettirelim. Bana yalnÄąz olmadÄąÄ&#x;ÄąmÄą bir kez daha ispatlayan, sorularÄąma cevap olan ve çeĹ&#x;itli baskÄąlarla karĹ&#x;Äą karĹ&#x;Äąya olan eĹ&#x;cinsel bireyin varlÄąÄ&#x;ÄąnÄą insanlara kabul ettirme yolundaki çabasÄą için Kaos GL' ye teĹ&#x;ekkĂźrler.
NEW YORK LEZBÄ°YEN VE GEY TOPLULUKLAR HÄ°ZMET MERKEZÄ° GLOBAL HAREKET PROJESÄ° (CGAP) DUYURUSU: MEKTUP ARKADAĹžI PROJESÄ° New York Lezbiyen ve Gey Topluluklar Hizmet Merkezi, Mektup ArkadaĹ&#x;Äą Projesi'ni sevinçle duyurur. Mektup ArkadaĹ&#x;Äą Projesi, Merkez Global Hareket Projesi'nin (Cgap) bir parçasÄądÄąr. Mektup ArkadaĹ&#x;Äą Projesi'nin amacÄą birbirleri hakkÄąnda bilgi edinmek isteyen gey, lezbiyen, biseksĂźel ve transeksĂźel kiĹ&#x;ilerin kĂźltĂźrel yaĹ&#x;amlarÄą ve deneyimlerini paylaĹ&#x;malarÄąna hizmet eden uluslararasÄą bir forum gĂśrevi gĂśrmektir. Mektup ArkadaĹ&#x;Äą Projesi, mektup arkadaĹ&#x;lÄąklarÄąnÄąn kurulabilmesi için mektuplarÄąnÄązÄą beklemektedir. Mektupta belirtilmesi gerekenler: "Kendiniz hakkÄąnda kÄąsa bir tanÄątÄąm" "Ä°lgi alanlarÄąnÄąz ve hobileriniz" "YaĹ&#x;adÄąÄ&#x;ÄąnÄąz toplum" hakkÄąnda kÄąsa bir tanÄątÄąm" "Ä°lk mektupta potansiyel mektup arkadaĹ&#x;larÄą ile paylaĹ&#x;mak istediÄ&#x;iniz diÄ&#x;er ayrÄąntÄąlar" LĂźtfen Mektup ArkadaĹ&#x;Äą Projesi'nden nasÄąl haberdar olduÄ&#x;unuzu belirtiniz. UluslararasÄą mektup arkadaĹ&#x;Äą olmak için lĂźtfen mektuplarÄą aĹ&#x;aÄ&#x;Äądaki adrese postalayÄąnÄąz. CGAP Pen Pal Pproject One Little West 12th Street New York, NY 10014 U.S.A. cgap@gaycenter.org CGAP Mektup ArkadaĹ&#x;Äą Projesi'ni uluslararasÄą gey, lezbiyen, biseksĂźel ve transeksĂźel topluluklarÄąn birbirleriyle baÄ&#x;lantÄą kurarak ĂśÄ&#x;renmesine yardÄąmcÄą olmasÄąna hizmet etmek amacÄąyla oluĹ&#x;turmuĹ&#x;tur. Mektup ArkadaĹ&#x;Äą Projesi, bir arkadaĹ&#x; bulma, çÜpçatan, baÄ&#x;ÄąĹ&#x; toplama ya da seyahat servisi deÄ&#x;ildir; Proje, bir bakÄąma New York Lezbiyen ve Gey Topluluklar Servis Merkezi'nin uluslararasÄą mektup kabul ve daÄ&#x;ÄątÄąm ĂźssĂź.
Siz de MektuplarÄąnÄązÄą ALÄ° Ă–ZBAĹž P.K. 53, CEBECÄ° ANKARA adresine postayla; 0.312.363 90 41 no.lu faksla; ya da ali.ozbas@isbank.net.tr e-mail ile gĂśnderebilirsiniz.
KAOS GL 4 / 49
İletişim köşesinde ücretsiz yayınlanmak üzere kısa mesajlarınızı adreslerimize iletebilirsiniz: Ali Özbaş, P.K. 53, Cebeci ANKARA / Fax: 0.312.363 90 41 / e-mail:kaosgl@geocities.com
Ben Murat, tüm eşcinsel arkadaşlarla tanışmak ve arkadaş çevremi genişletmek istiyorum. Tüm arkadaşlar arayabilir. 0.535.711 49 55
ilişki kurmak isteyenlerin aramalarını bekliyorum. Meriç Can Atasu ganymedes_us@yahoo.com
Adana'da oturuyorum. 26 yaşında, 57 kiloyum. 170 boyunda bir geyim. Elimden geldiği kadar bunu kendime özel kılmaya çalışıyorum ve abartmıyorum. Karşılıklı sevgiyi dostluğu ve dürüstlüğü paylaşmak isteyen gey arkadaşlar beni arayabilirler. gecemavisi73@hotmail.com 0542 386 33 23
27 yaşında, üniversite mezunu, hayatı doyasıya yaşamayı seven birisiyim. Paylaşmayı seven herkesten cevap bekliyorum. cesur_2000@usa.net
21 yaşında, sporla uğraşan, 1.75m boyunda, üniversite son sınıf öğrencisiyim. İzmir'deki geylerle tanışmak istiyorum. Uzun süreli dostluklar için mesajlarınızı bekliyorum. triticum2000@yahoo.com
32 yaşında tiyatrocuyum. Beni anlayacak arkadaş arıyorum. woy_zeck@yahoo.com
Seçkin, ciddi, kaliteli, tahsilli, seviyeli, komplekssiz ve İstanbullu 27 yaş civarında iseniz dost, arkadaş olalım. (Resimli mektuplarınızı gönderiniz lütfen) P.K.245 80212 Teşvikiye/İstanbul 21 yaşında üniversite öğrencisiyim kalıcı sevgi dostluk ve dayanışmaya önem verenlerin telefonunu bekliyorum. 0 532 202 46 38 40 yaşın üzerinde, kendisine ve "insan"a emek vermiş, sanatçı mizaçlı lezbiyen ya da androjen kadınlarla diyalog kurmak istiyorum. Sedef Dicle sedefdicle@yahoo.com Selam ben murat, 28 yaşında biseksüel bir gencim. 24 yaşına kadar gey arkadaşlarla tanışmak-yazışmak istiyorum. staniska@hotmail.com P.K: 86 Karaman 21 yaşındayım. Derginin ulaştığı herkesi dost olmaya bekliyorum. Ayrıca bir de sevgili arıyorum. Alp. 0 542 893 32 65 22 yaşındayım tokatta üniversite okumaktayım yalnızlıktan çıldırmaktayım sizde benim gibi sevmek ve sevilmek istiyorum aşka önem veriyorum diyorsanız benimle lütfen yazışın. 20-25 yaş arası ve ciddi
?...evet evet çok az kaldı, bir adım daha... arkadaşlığa, dostluğa yeni bir merhabaya... zappaf@mynet.com.tr
18 yaşındayım, 178cm, 62kg, esmer balık burcuyum. Aşka inanan tüm geyler arayabilir. İzmir 0 232 323 03 25
arıyorum. "Böyleyim" diyebilenlere selam olsun. Ahmet, İstanbul. 0 542 534 07 26 (Geceleri 22:00'den sonra arayabilir, gün içinde mesaj yollayabilirsiniz) 28 yaşında, tiyatro oyuncusu bir geyim. Enerji dolu atletik yapıdayım. Dost olmanın sorumluluğunu üstlenecek, kültür-sanat etkinlikleriyle yakından ilgilenen gey arkadaşlar beni arayın. Bülent. P.K. 12, Kocamustafapaşa, İSTANBUL 0 532 580 16 08 21 yaşında, üniversite öğrencisiyim. Ankaralı lezbiyenlerle tanışmak istiyorum. Ceren. P.K. 179 Cebeci Ankara Arkadaşlık önemlidir diyen herkesin mektubunu bekliyorum. Ümit Kader P.K. 192 ERZURUM
19 yaşında, 1.85 boyunda, 70 kg bir geyim. Mesafeyi ve maddiyatı sorun etmeyen 25 yaş üstü insanlarla tanışmak istiyorum. Tansel (İstanbul) gburak@mail.com 0 532 776 24 80
22 yaşında, esmer, İstanbul'da yaşayan bir bayanım. Gerçekten ciddi sevgiye inanan ve kalıcı bir arkadaşlık isteyenler beni arayabilirler. Lütfen bayanlar arasın. LÜTFEN. Nazlı. 0 532 256 48 63
İstanbul'da yaşayan 35 yaşında, 1.73 cm boyunda, 65 kg geyim. Sevgiye arkadaşlığa önem veren, dürüst gey ve biseksüel arkadaşlarla tanışmak istiyorum. Mehmet 0 532 396 38 39
19 yaşında bir erkeğim. Antalya'da oturuyorum. 25 yaşa kadar olan Antalya'da oturan arkadaşlarla yazışmak istiyorum. Resimli mektuplarınızı bekliyorum. M. Fatih Ataç. P. K. 533 Antalya
Karaman ilinde sizi sevgiye ve dostluğa çağıran, her şeyin ille de cinsellik olmadığını savunan, erkek bedeninde erkek özlemi taşıyan 25 yaşında Yusuf'un kapısını çalar mısınız? 0 542 596 50 39 P.K:18 70100 Karaman Ben Selçuk. 20 yaşında üniversite öğrencisiyim.170 cm. 61 kg. esmerim. Konya, Adana ve çevre illerdeki arkadaşlarla güven ve samimiyete dayanan dostluklar paylaşmak istiyorum. selcukp@usa.net 0 542 263 53 35 Homofobi'si olmayan herkes bana yazabilir!.. bilge_cik/Antalya bilge_cik@usa.net Macera değil, seviyeli ve düzeyli bir ilişkiyi, kısacası gerçek "sevgiliyi"
İstanbul'da yaşayan 30 yaşında bir devotee-geyim. Herhangi bir engelim olmamasına rağmen özellikle fiziksel engelli gey veya heteroseksüellere çok büyük bir ilgi ve yakınlık duyuyorum. Bu bağlamda ciddi, paylaşımcı bir engelli arkadaşla iletişim kurmayı çok arzulamaktayım. serdevo@hotmail.com Yalıyolu Sk. İpek1 Apt. 19/7 Bostancı İstanbul (Devotee: Engellilere ilgi duyan) 24 yaşında, İstanbul'da yaşayan bir geyim. Sevgi ve saygıya önem verip dostluk, güven ve aşk dolu uzun süreli bir birliktelik yaşamaya, bir ömür sevmeye ve sevilmeye benimle var mısın? Evetse cevabın... 0 533 214 09 11
KAOS GL 4 / 50
Merhaba Ankaralılar! Beynini ruhumla dinlendirmek isteyen Ankaralı lezbiyen veya biseksüel bayanların telefonunu bekliyorum. Ben, 24 yaşında avukat bir bayanım. Kültür düzeyi yüksek, hayattan tat almayı bilen ve özellikle psikolojik çatışması olmayanlar tercih sebebimdir. 0 532 223 03 75 Yeni Dostluklara Merhaba! 24 yaşında, 170 boyunda, İstanbul'dan seslenen bir geyim. Dost olmak isteyen herkesin mesajlarını bekliyorum. rober_h@hotmail.com 19 yaşında; 180 cm, 52kg, esmer bir gencim. Müzik ve edebiyatla ilgileniyorum. Bursa'da oturan geylerle tanışıp görüşmek ve diğer illerden arkadaşlarla mektuplaşmak istiyorum. Kemal Y. Hocataşkın Mah.Dere Sk. No: 24 16360 Bursa 35 yaşında, 187 boyunda, 85 kg, kariyer sahibi, geyim. Eskişehir ve Ankara'daki gey arkadaşlarla tanışmak istiyorum. Tolga: 0 532 500 41 69 Ben, İstanbul'da yaşayan, 35 yaşında 173 cm boyunda, 63 kg, kumral geyim. Sevgiye doğruluk ve dürüstlüğe saygılı, gey ve biseksüel arkadaşlarla tanışmak istiyorum. Mehmet: 0 532 396 38 39 ILGA (International Lesbian and gey Association) ilga@ilga.org internet adresi: www.ilga.org IGLHRC (Uluslararası Gey Lezbiyen İnsan Hakları Komisyonu) iglhrc@iglhrc.org Fax: +415-255-8662 Amnesty International (Af Örgütü) amnestyis@amnesty.org İnternet adresi: www.amnesty.rog İNSAN HAKLARI DERNEĞİ Genel Merkez Tel&Fax: 0.312.425 95 47 Ankara Şube Tel:433 74 81 Fax:435 76 15 İstanbul Şube Tel: 0 212 244 44 23 Fax: 0 212 251 41 55
9-10 yaşlarındaydım. O zamanlar cinsellik nedir bilmiyordum. Benim için varsa yoksa oyun oynamak ve okula gitmek söz konusuydu. Oyun oynamaya, genellikle çocuk parkına giderdim. Orada arkadaşlarımla oynar, salıncaklara biner, kaydırakta kayardım. Benden sekiz yaş küçük kız kardeşimi ara sıra salıncaklara bindirmek için, onu da götürürdüm. Kardeşim, bir yaşında sevimli bir bebekti. Bu çocuk parkı yaşamımın büyük bir parçasıydı. Her akşamüstü mutlaka oraya giderdim, orada çok eğlenirdim. Oyunlarımızın sonunda mutlaka kavga çıkardı. Eve ya dayak yemiş, ya da dayak atmış olarak dönerdim. İşin garibi, bir gün önce kavga ettiğim çocuklarla ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi yine oynardım. Çocuk parkı, göl kenarında, tren istasyonunun hemen arakasında açıklık güzel bir yerdi. Çocukluğumun hemen hemen her yazı orada geçerdi. Bu arada yeni yeni insanlar da tanıdım. Bazen gölün kıyısında birkaç adamı oturup demlenmiş olarak görürdüm. Hatta buranın müdavimleri bile vardı. Onlarla gidip konuşur, derin sohbetlere dalardım. Ev kadınları da ufak çocuklarını ve örgülerini alıp göl kenarına gelirdi. Onların da yanına gider sohbet ederdim. Aşağı yukarı tanımadığım kimse yoktu. Yine parka gittiğim bir gün, on yedi yaşlarında iki kızı yanlarında bir çocukla birlikte orada gördüm. Kim olduklarını öğrenmek için yanlarına gittim. Salıncağın yanında, yanlarındaki kız çocuğunu salıncağa bindirmek için sıra bekliyorlardı. Karşılarına geçip ben de sıra beklemeye başladım. Güya salıncağa binecektim. Arkadaşlarımın "Alkan hadi top oynamıyor musun?" diye seslenişlerine aldırış etmeksizin sadece kızlara bakıyordum. Birisi uzun saçlıydı. Kırmızı çiçekli bir elbisesi vardı. Alımlı ve çok güzeldi. Kendince şarkılar mırıldanıyordu. Yanındaki ise kısa saçlı bir kızdı. Ondan güzel de değildi. Belli ki samimi arkadaşlardı. İçlerinden kırmızı çiçekli elbiseli kız dikkatimi çekmişti. Hareketleri, mimikleri çok tatlıydı ve benim hoşuma gitmişti. Bir süre sonra ona dikkatle baktığımı fark etti ve bana bakarak gülümsedi. Tabi ben de bundan cesaret alarak yanına gittim: konuşmaya başladık. Doğal ve samimi bir hali vardı. Allah'ım bana ne oluyordu? İçimi sıcaklık kaplamıştı ve ben kızdan hoşlanmaya başlamıştım. Duygularımın hayranlık mı, ilgi mi olduğunu anlayamıyordum. Uzun bir süre konuştuk. Hava kararmaya başlamış, çocuklar evlerine gitmişti. Benim arkadaşlarımdan kimse kalmamıştı. Küçük kız çocuğu da bundan faydalanıp saatlerce sallanmıştı. Bana "Artık eve git istersen, annenle baban seni merak eder", dedi. Ben de yiğitliğe bok sürdürmemek için "Yok canım beni kimse merak etmez", dedim. Ertesi gün tekrar gelip gelmeyeceğini sordum: "Gelirim", dedi. Ertesi gün aynı saatte görüşmek üzere ayrıldık.
Eve gittiğimde, bizimkilerin beni oldukça merak ettiğini öğrendim. Neredeyse geç kaldığım için dayak yiyecektim. Arkadaşlarla oyuna daldık deyip, paçayı zor kurtardım. Kendimle kaldığımda, kızı düşünmeye başladım. Ona karşı neler hissettiğimi kestiremiyordum. Ama onu da düşünmeden duramıyordum. Konuşma arasında, kız çocuklarını çok sevdiğini öğrenmiştim. Aklıma çok güzel bir fikir gelmişti. Ertesi günü parka kardeşimi de götürecektim. Onu severse, daha çok görüşebiliriz diye düşünüyordum. Ertesi günü parka gittiğimde benden önce gelmiş olduğunu gördüm. Yanında yine kız arkadaşıyla küçük kız çocuğu vardı, benim yanımda kız kardeşim. Kardeşimi çok sevdi, yanından hiç ayırmadı. Buna çok mutlu olmuştum. Ertesi günü yine buluştuk. Hatta o gün karnımız acıkmıştı. Büfeden pastırmalı tost alıp yedik. Doymadık, bir tane daha yedik. Yine doymadık, yine yedik. O gün çok fazla pastırmalı tost yemiştik. Günün akşamı tuvaletten çıkamamıştım. Ertesi günü görüştüğümüzde o da tuvaletten çıkamadığını söyledi. Gülmüştük. Günler böyle geçerken, bir gün bir erkek arkadaşıyla geldi. Beni onunla tanıştırdı. Sevgilisiymiş, kıl kapmıştım sevgilisine. Ve o gün ayrı durmuştum onlardan. Bir sonraki görüşmemizde neden yanlarında durmadığımı sormuştu. Cevap veremedim, veremezdim de. Seni kıskanıyorum diyemezdim ya. Evet o gün ona olan davranışımın tek nedeni kıskançlıktı. Küçük bir çocuğun kıskançlığı... Artık eskisi kadar parka gelmiyordu. Onun gelmediği günler parktan hiç keyif alamıyordum. Günlerce onu göremediğim oluyordu. Durgunlaşmıştım. Neden böyleyim diye soruyordum kendime. Onu görememek neden burukluk veriyor, diye. Acı çekmeye başlamıştım artık. Ne yapmalıyım diye düşünürken, her akşamüstü parkta buluyordum kendimi. Ama o gelmiyor, gelmiyordu. Günler günleri kovaladı. Sonbahar gelmişti, havalar serinlemişti. Artık parkın hiç tadı kalmamıştı. Eskisi gibi cıvıl cıvıl değildi, insanlar da gelmiyordu artık. Ama ben buluştuğumuz saatlerde parka gidiyor, belki gelir ümidiyle onu bekliyordum. O gelmiyordu. Bir gün evine gitmeye karar verdim. Arada bir onu evine bıraktığım için evini biliyordum. Sokağa girdiğimde çok heyecanlanmıştım. Evlerinin önüne geldiğimde kalbim küt küt atıyordu. Zili çalıp çalmamak konusunda oldukça kararsızdım. Bu kararsızlığım beni daha da heyecanlandırıyordu. Sonunda kararımı verip zili çaldım. Kapıyı yaşlı bir kadın açtı. Kendisini sorduğumda, henüz gelmediğini söyleyip ekledi: "Neredeyse gelir, şu an işte". Beni içeriye davet etti. Bu sefer de bekleyip beklememek arasında kararsız kalmıştım. İşe ne zaman başlamıştı? Bu yaşlı kadın kimdi? Daha bunun gibi birçok soru kafamı karıştırıyordu. Ben bunları düşünürken, o gelmişti. Beni görünce çok şaşırdı ve çok sevinmişti. Sarılıp öptü. Heyecanlanmıştım. Kekeleyerek neden artık parka gelmediğini sordum.
ALKAN
KAOS GL 4 / 51
"Artık çalışıyorum, gelmek için pek vaktim olmuyor", dedi. Yaşlı kadının kim olduğunu sordum, cevap vermedi. Bahçeye çıktık, merdivenlerin yanındaki duvarda oturduk. "Bak Alkancığım", diye söze başladı. "Bu yaşlı kadın benim üvey annem, bir de yaşlı üvey babam var. Öz annemle babam ben çok küçükken ölmüşler. Bu yaşlı karı koca beni evlatlık almış.", dedi. Üvey ağbileri de varmış. Bunları duyunca çok şaşırmıştım. Annesiyle babasının çok yaşlı üstelik üvey olabileceğini hiç düşünmemiştim. Kim bilir ne kadar acı çekiyor, neler yaşıyordu. Ben bunları düşünürken o benim neler yaptığımı sordu. Her şeyin aynı olduğunu söyledim. Uzunca bir süre oradan buradan konuştuk. Bir ara sevgilisini sordum."Aslında ondan ayrılmak istiyorum ama o beni bırakmak istemiyor.", dedi. Hava çoktan kararmıştı. Bana "Gitsen iyi dur" dedi. Eve giderken ona karşı olan hislerimi hâlâ kestiremiyordum. Ufacık bir çocuk ona ne gibi hisler besleyebilirdi ki... Aradan günler geçti. Artık parka hiç gelmiyordu. Bir süre sonra ben de gitmemeye başladım. Kış gelmişti, okula gidiyordum. Okulda derslerden onu düşünmeme pek fırsat kalmıyordu. Ama yalnız kalınca aklıma geliyordu, acaba şu an ne yapıyor diye, düşünüyordum. Aradan uzun bir zaman geçti onu düşünmeye devam ediyordum ama evine gitmeyi düşünmüyordum. Ta ki o zamana kadar ... Bir gün kız arkadaşının erkek kardeşini yolda gördüm. Ufak bir sohbetten sonra bana "Hep seni konuşuyoruz onunla, sahi niye gelmiyorsun" dedi. Bu konuşmadan cesaret alıp kardeşimle birlikte evlerine gittim. Beni görünce çok sevindi, kardeşimi çok özlediğini söyledi. Kendisini sık sık görmek istediğimi söyledim. "Çok sevinirim" dedi. Nedendir bilmem onu sık görme fırsatını bulamadım. Bir gün annemle, annemin bir arkadaşının atölyesine gittik. Tesadüfen onu orada gördüm. Orada çalışıyormuş. Onu görmek çok hoşuma gitmişti. Onu annemle tanıştırdım. Anneme ondan bahsetmiştim zaten. Annemle oradan çıktığımızda beklenmedik bir şey oldu. Bana o kızı tanıdığını ve onun devamlı erkeklerle beraber olduğunu söyledi. Anneme kızmıştım. Nasıl olur da o kız hakkında böyle bir şey söylerdi. Hayır yanılıyorsun diyerek kızı savunmaya geçtim hemen. Annem bana "Senin gibi bir çocuğun böyle bir kızla ne ilgisi olabilir anlayamıyorum" dedi. Ben de anneme onu çok sevdiğimi ve onu kendime yakın bulduğumu söyledim. Annem bu duruma bir anlam verememişti. Bu kız bana niye yakın geliyordu, bana hangi duyguları yaşatıyordu, onda ne buluyordum. Onu bir abla olarak mı görüyordum, bana yakın bir varlık mıydı sadece. Onu görünce içimi kaynatan sıcacık duygular neydi? Sevgi miydi yoksa hayranlık mı... Okul benim için çok önemliydi, orada her şeyi unutuyordum. Okulda onu düşünmek istemiyordum.
KAOS GL 4 / 52
Beynimi onunla meşgul edip dersleri askıya almaktan korkuyordum. Bir gün dayanamayıp yine evlerine gittim. Morali oldukça bozuktu. Beni odasına aldı. Moralin niye bozuk diye sorduğumda anlatmaya başladı. Onu istemeye gelmişler, eğer evlenmeyi kabul ederse Ama kendisi Almanya'ya götüreceklermiş. evlenmek istemiyordu. Hiç tanımadığı biriyle evlenmek işine gelmiyordu. Ailesi, özellikle abileri baskı yapıyormuş. Sanırım bir kurtuluşu yoktu, çaresiz evlenecekti. Nedendi bilmiyorum ama uzunca bir süre fırsat bulup onu görmeye gidemedim. Kız arkadaşının kardeşinden duyduğuma göre evlenip Almanya'ya gitmişti. Bunu duyduğumda içim bir tuhaf oldu. Artık onu hiç göremeyecektim, belki de ömrümün sonuna dek unutmak istiyordum, onu düşünürken acı çekmek istemiyordum. Adını koyamadığım bu his bana acı veriyordu. Bu yüzden mutlaka onu unutmalıydım. Aradan üç yıl geçti yavaş yavaş erkeklerden hoşlanmaya başlıyordum. O kızı üç yıl içinde hiç göçmedim. Ama unutmadım da beynimin bir köşesinde öylece duruyordu. Bir gün çarşıda alışveriş yapıyordum. Uzakta bir kız gördüm benim tarafıma doğru gelerek vitrinlere bakıyordu. Evet oydu, onu görünce çok şaşırdım. Bana yaklaşırken ona iyice baktım ve tam karşısında durdum. Beni önce tanıyamadı, bir an öylece bakıştık. Kendisine olgun bir hava gelmişti. Değişmiş, daha da güzelleşmişti. Hatta biraz kilo almıştı. Birbirimize hal hatır sorduktan sonra bir süre sustuk. Gözlerinin içine baktım, buruk ve mutsuz bir hali vardı. Almanya'da yapamamış, eşiyle de anlaşamıyormuş zaten. Boşanmış ve baba evine dönmüş. Tekrar çalışmak için iş arıyormuş. Onu görünce bir şeylerin değiştiğinin farkına vardım. Üç yıl öncesinin hisleri yaşanamazdı artık. Çocuk değildim ve onunla istediğim gibi konuşamazdım da. Eskisi gibi gözlerinin içi gülmüyordu, beni büyüleyen bakışlar kaybolmuştu sanki. O çok değişmişti. Onunla birlikte tüm yaşananlar da birer maziydi artık. O gün onunla son görüşmemizdi. Onu bir daha hiç göremedim. Bir süre sonra biz o semtten taşındık. Bir gün kız arkadaşının kardeşini gördüğümde onu görüp göremediğini sordum. Başını eğdi, bir an durakladı. Ve onun kötü yola düştüğünü söyledi. Sanki onun başına böyle bir şey geleceğini önceden anlamıştım. Ağlıyordum, kendimi kaybedercesine... Çok kötü olmuştum. Bu sözler içimden bir şeyler koparmıştı. Ondan bir daha haber alamadım. Aradan yıllar, uzun yıllar geçti. Onu sanki her an görecekmiş, bir gün bir yerde karşıma çıkacakmış gibi geliyor bana. O kızdan sonra bir daha hiçbir kıza ilgi duymadım. O kız yaşamımda tekti, ilk ve son oldu. Ondan sonra ilgi gösterdiklerim erkeklerdi. Adını koyamadığım bu hisler bende derin bir hatıra olarak kaldı. Hâlâ kendime sorarım. O yaştaki bir çocuğun on yedi yaşındaki o kıza duyduğu hisler neydi? Yakınlık mı, hayranlık mı, sevgi mi yoksa aşk mı...
Avrupa ülkelerinin bir çoğunda 20. Yüzyılda yükselen demokrasi ve insan hakları kavramları eşcinsel edim üzerindeki yasaklar üzerinde de etkili olmuştur. Yasakların kısmen veya tamamen kalkmasına imkan tanımıştır. Bugün Avrupa’da 50 ülkede eşcinseller farklı yasa ve haklarla hayatlarını sürdürmektedir. Avrupa’da eşcinsellerin sahip oldukları haklara, üç aşamada ulaşılmıştır: 1- DECRIMINALISATION= Suç olmaktan çıkarılma 2- ANTI-DISCRIMINATION= Ayrımcılık karşıtı yasaların çıkarılması 3- PARTNERSHIP= Beraberlik yasaların çıkarılması Bu aşamaları her ülke farklı zamanlarda yaşamışlar ve halen yaşamaktadırlar. OLAYIN TARIHSEL SÜRECİ Avrupa’da Ortaçağda eşcinsellere uygulanan baskılar Napolyon tarafından kaldırılmıştır. Bu olay 1789 Fransız devriminden 2 yıl sonra 1791’de gerçekleşmiştir. Napolyonun işgal ettiği diğer ülkelerde (Napolyonik ülkeler) bu yasak kalkmıştır. Tarih boyunca eşcinsellikle ilgili yasaların düzenlenmesinde hep önde olmuşlardır ve hâlâ öndedirler. Bunun aksine İngiliz, Rus, Alman ve Avusturya İmparatorlukları eşcinsellik konusunda Napolyonik ülkelerden geride yer almıştır. Uygulamaları tarihte ve bugün bu imparatorlukların mirasçısı olan ülkelerde aynı şekilde devam etmektedir. Eşcinselliğin suç olmaktan çıkarılışı 4 dalga halinde incelenebilir; ilk dalga 1791’de Fransa’da başlamıştır. Bu ilk dalgaya İsviçre, İspanya ve 1858’de Osmanlı devleti de katılmıştır. İkinci olarak 1902'de Norveç ve 1917 Ekim devrimi ile Stalin Dönemi arasında Rusya eşcinselliği yasalarında suç olmaktan çıkarmışlardır. Avrupa’da ortak bir karar olmasa da üçüncü dalga Danimarka, Polonya, İzlanda, İsviçre, Portekiz ve Yunanistan’da etkili olmuştur. Dördüncü dalga ise 1967 de İngiltere ile başlamış, Batı Almanya, Bulgaristan, Finlandiya, Slovenya, Hırvatistan ve İskoçya‘da görülmüştür. Bu ülkeler yasalarında eşcinsellik üzerine tekrar ceza hükümleri çıkarmasalar da belli yaş sınırlamasıyla başlayan sınırlayıcı kurallar koymaya karar vermişlerdir. Bunu ilk olarak 1911'de eşcinseller ve heteroseksüeller arasındaki cinsel ilişki yaş sınırını yükselterek Hollanda yapmıştır. Bunu Fransa, Belçika, Lüksemburg takip etmiştir. Yine bu ülkeler 1970’lerden başlayarak bu yasaları geri almışlardır. Aşağıda yasaların her ülkede nasıl uygulandığına dair örnekler vermeye çalışacağım. Avrupa Birliği'nin üye ve aday ülkelerle Gey&Lezbiyen hakları üzerinden yürüttüğü ilişkiler: 1964 Amerika medeni haklar antlaşması (U.S.A Civil Rights Act) Avrupa ülkelerinde kültürel bir sembol olarak takip edilmiş bir antlaşmadır. 1981'de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kuzey İrlanda Gey Hakları Derneği’nden Jeffrey Dudgeon adlı bir gey aktivistin ülkesindeki ceza yasalarına karşı çıkması üzerine bir karar aldı. Kararda ilgili ceza yasalarının özel yaşama saygı hakkının çiğnenmesi anlamına geldiği belirtildi. Bu kararın
ardından Kuzey İrlanda’da yoğun protestan kökten dinci baskıya rağmen eşcinsellik üzerindeki yasak kaldırıldı. Benzer kararlar Norris, İrlanda ve Modinos Kıbrıs vakalarında alınmıştır. Yine 1981'de Avrupa Konseyi Parlamenterler Asamblesi’nin Sağlık ve Sosyal Sorunlar Komitesi tarafından hazırlanan eşcinsellik karşıtı ayrımcılıklar raporu birçok teklifin fitilini ateşlemiştir. Üye ülkelerde eşcinselliği suç olmaktan çıkarması, daha geniş demokratik haklar vermesi ve iş yerlerinde gey ve lezbiyenlere uygulanan ayrımcılıkların kaldırılması istenmiştir. Ayrıca Dünya Sağlık Örgütüne eşcinselliği hastalıklar listesinden çıkarması önerilmiş ve bu gerçekleşmiştir. Sovyet Rusya’nın yıkılmasından sonra Avrupa Konseyine üye olmaya çalışan bir çok Doğu Avrupa ülkesi Kuzey İrlanda’da alınan kararın etkisiyle yasalarında hızlı bir değişiklik yapma ihtiyacını duydular(Moldova, Litvanya, Ukrayna, Beyaz Rusya vb). 1993 Eylül’ünde yayınlanan yazılı deklarasyonla eski komünist ülkelerin yasalarından eşcinsellik karşıtı yasaları çıkarması istendi. Litvanya Avrupa Konseyine üye olduktan iki ay sonra eşcinsellik konusunu suç olmaktan çıkarma aşamasını tamamlamıştır. 1997’de ilk defa bir gey ve lezbiyen örgütü olan İLGA resmi olarak Avrupa Konseyi'nin Hollanda’daki toplantısına davet edildi. Ve görüşmeler sonucunda varılan antlaşmadaki 13. Madde şöyle der: “Topluluğun verdiği yetkiler sınırında Konsey, Komisyon tarafından verilen önergeler doğrultusunda Avrupa Parlamentosuna danışarak seks, ırk, etnik köken, din yada inanç, özürlülük, yaş ve cinsel yönelim zemininde ayrımcılıkla mücadele için gerekli etkinliği gösterebilir.” 1998’de alınan son karar ile Avrupa Parlamentosu Avrupa Birliğine aday olan ülkeleri kendi inisiyatiflerine bırakılmaksızın A.B. yasalarına göre yasalarında gey ve lezbiyenlerin insan haklarına yer vermeleri konusunda uyardı. Nitekim AB üyeliği için Avrupa Parlamentosunun onayı şarttır. Bu konuda en somut örnek Romanya örneğinde yaşanmıştır. 1993’de Romanya hakkında Avrupa Parlamentosu için hazırlanan rapor Romanya yasalarında yer alan eşcinsellikle ilgili ceza yasalarından da bahsediyordu. Romanya bu konuda uyarılmasına rağmen 1996 yılında Romanya parlamentosu alt kanadı bu yasakların devam etmesi konusunda karar aldı. Bunun üzerine İLGA Romanya’yı protesto etti. İlgili yasa eşcinsellik propagandasını, gruplarını ve halk skandalı yaratacak eşcinsel aktiviteyi tamamen yasaklıyordu. İLGA’nın Avrupa Konseyi ve Romanya Hükümeti nezdinde yürüttüğü lobi çalışmaları sonucunda Romanya bazı sınırlamalarla da olsa bu yasağı kaldırmak zorunda kaldı. Arnavutluk ve Moldova yasalarındaki yasağı kaldırdılar. Makedonya 1 sene içinde yasalarında yer alan yasağı kaldıracağı sözünü verdi. 1994’de Avrupa Parlamentosu Yeşiller Partisi üyesi Cloudia Roth tarafından hazırlanan önerge 1996’da Avrupa Parlamentosunda görüşüldü. 1997’de de Avrupa
ONUR
KAOS GL 4 / 53
liderlerinin Konseyi ayrımcılığa karşı eylemde bulunması için güçlendirme kararı ile sonuçlandı. Bu önerge eşcinsel derneklerin ulusal kaynaklardan yardım almasından evlat edinmeye kadar bir çok teklifi içeriyordu. Avrupa’daki yasaların ülkelere göre değişkenliği Tüm bu olanlara rağmen Avrupa Birliği’ne üye tüm ülkelerde ceza yasalarında belirli sınırlamalar vardır: •
yaş sınırı
•
kamu içinde eşcinsel edim yasağı (İngiltere)
•
skandal yaratması (Bulgaristan)
•
durumunda
ceza
uygulaması
birisini ayartma ve cesaret verme durumunda yasak gibi bir çok ilginç örnekler bulunabilir. Yaş sınırı konusunda Avrupa’da 12 ülke hariç -ki İskandinavya Ülkeleri bu grubun başını çekmekte- diğer ülkelerde eşcinseller arasındaki cinsel ilişki yaş sınırı heteroseksüellerinkine göre eşcinseller aleyhine yüksektir. Ama ilginç olan bir çok ülkede lezbiyenler ve heteroseksüellerin yaş sınırı aynıdır. Avusturya’da bu yasayı çiğnemek 6 ay ile 5 yıl arasında hapis cezası öngörüyor. Yunanistan’da bir kişiyi 17 yaşından önce baştan çıkarmanız- yasak. Litvanya’da oral ve anal gey seks için 18 yaş sınırı varken Moldova’da bu yasak sadece anal seks için var. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesinin 1982 yılında aldığı kararda Finlandiya gey ve lezbiyenlerle ilgili olan iki televizyon programının sansüre uğraması yüzünden eleştirildi. Sebepse halk sağlığının ve ahlakın korunmasıydı. Fransa’da eşcinsellikle ilgili ayrımcılık karşıtı yasada kullanılan “moeurs” kelimesi ahlak, biçim, yol, gibi çeşitli anlamlara gelebilmektedir. Bu da yasanın belirleyiciliğini sınırlamaktadır. Görülüyor ki, Avrupa mutlak cennet değil ve oradaki gey ve lezbiyen hareketleri hâlâ bir çok hak içinde mücadele veriyorlar. Bir Sonraki Aşama: Ayrımcılık Karşıtı Yasalar Bu kararları ilk alan 1980’de Norveç olmuştur, ardından diğer İskandinav ülkeleri bu kararları almıştır. Bu yönde hareket eden tüm ülkelerin çoktan decriminilasation (suç olmaktan çıkarma) yasalarına sahip olduğunu görüyoruz. Yine bu ülkelerin bir sonraki aşama olan partnership (beraberlik) yasalarında da yol almaya başladığını görüyoruz. Partnership Yasaları 1989’da kayıtlı birlikteliği ilk kabul eden ülke Danimarka olmuştur. Norveç, İsveç, Hollanda, Fransa, İzlanda ve Belçika sırayla aynı kararları aldılar. Birçok ülkede bu yasa hazırlık aşamasında. Bunun haricinde yine birçok ülkede özel şirketler (Disney, IBM, Microsoft gibi) çalışanlarının beraberliklerini kabul ediyorlar. Peki bu ülkelerde beraberlik yasalarının gerekliliğini hangi koşullar sağladı: 1- Birçok eşcinsel çiftin AIDS sebebiyle sevgililerini kaybetmeleri ile arkada kalan eş için doğan sosyal hak sorunları, 2- Çocuk sahibi eşcinsel çift sayısının artması, 3- Lezbiyenlerin tıbbi olarak anne olabilme yeteneği. Bununla birlikte başarısız olsa da bazı çiftlerin ısrarla mahkemelere evlenme hakkını elde etmek için başvurmaları medyada yankı uyandırdı. Birçok ülkede
KAOS GL 4 / 54
eşcinsellerin birlikteliği yasal olarak kabul edilse de, kilisede evlenmeleri, lezbiyenlerin yapay döllenme ile çocuk sahibi olmaları ve evlat edinmeleri yasaktır. Göçmenler için İngiltere’de 4, Belçika’da 3.5 yıl o ülke vatandaşlarından biri ile yaşamak bu hakkı elde etmek için şarttır. Bu sebeple 25 yıldır Norveç’te yaşayan iki İsviçreli geyin birlikteliği tanınmamaktadır. Hollanda’da heteroseksüellerinkine denk evlilikle ilgili bir yasa önerisi vardır. Danimarka’da heteroseksüllerle eşcinsel çiftlerin evlenme ve boşanma prosedürleri tamamen aynıdır. Evlat Edinme Hollanda ve İzlanda’da gey ve lezbiyen partnerlerden birinin çocuğu üzerinde çiftlerden birinin partneri otorite sahibi durumundadır. Hollanda’da 2001’de eşcinsellerin evlat edinebilmesi ile ilgili bir yasa çıkması bekleniyor. Türkiye’ye Bakış ve Sonuçlar: Sonuç olarak 1980 sonlarında Avrupa ülkelerinin çoğu ayrımcılık karşıtı yasalara sahipti, eşcinsellik suç olmaktan çoktan çıkarılmıştır. Belçika ve İtalya’da eşcinsellik suç olmasa da ayrımcılık karşıtı yasaların zayıflığı bu ülkelerde ki bölünmüş gey ve lezbiyen hareketlerine bağlıdır. Tam aksine ayrımcılık karşıtı yasalara sahip olan tüm ülkelerde güçlü GL örgütleri bulunmaktadır. Böylece İrlanda’da güçlü protestan baskıya rağmen yasalar çıkarılabilmiştir. Kaynaklardan birinde Türkiye hakkında şu satırlar geçmektedir: “AB’ne üye olmayan Polonya ve Türkiye’de ayrımcılık karşıtı yasalar Avrupa Konseyi direktifine göre çıkarılmamıştır. Bu ülkelerde eşcinsel düşmanlığı hâlâ oldukça güçlüdür.” Türkiye kesintisiz olarak 141 yıldır ceza yasalarında eşcinsellikten suç olarak bahsetmemektedir. Bunu 121 yılla İtalya takip etmektedir. Ama aksine ne Türkiye, ne İtalya bu konuda Avrupa’nın en parlak ülkelerinden değildir. Görüldüğü gibi yasalar ve uygulamaları her zaman birbirine denk düşmemektedir. Türkiye’de şu anda beraberlik yasalarından bahsetmenin imkanı yoktur. Bundan önce ayrımcılık karşıtı yasalar çıkarılmalıdır. “AB’ne girmemize daha çok var, daha 2030’da ancak gireriz; AB’nin bu konuda Türkiye’ye yaptırımlarda bulunması bir hayaldir” şeklindeki yorumlar kolaya kaçmaktır. Aynı şekilde A.B. nin kurtarıcı melek olarak görülmesi de büyük bir hatadır. Örnek olarak Tüketici Hakları Kanunu verilebilir. Tüketici olarak haklarını arama bilincine ulaşmış insanlar gümrük birliği antlaşmasından sonra yasalarımıza giren bu düzenlemeyi kullanabilmişlerdir. Bir yasanın yaşama geçebilmesi için o yasaya insanlar tarafından sahip çıkılması gerekir. AB’ne adaylık süreci ilerledikçe eşcinsellerin haklarından giderek artan bir şekilde konuşulmaya başlanması kaçınılmaz görülmektedir. Biz Türkiye’li eşcinseller olarak, bu konunun sahipleri olarak olayın bizim dışımızda tartışılmasına izin vermemeliyiz. Avrupa birliğinde de iyi niyetle Türkiye’nin demokrasisinin gelişmesi için çaba gösteren parlamenterler, organizasyonlar vardır. Bunlara kulak tıkamak, işbirliği yapmamak hata olur. Yine de hareketin başarısının bizim yaptıklarımıza bağlı olduğu unutulmamalıdır. Gey ve lezbiyenlerin hukuki ve sosyal durumu, genel insan hakları ve demokrasi sorunun dışında sağlıklı bir şekilde değerlendirilemez.
Bir buluşmanın kalanları üzerine yazarken yazının yalanlığı üzerine duygulanımımın beni köşeye sıkıştırmasına izin vermemeye çalışıyorum. TOPLAMA (+) Türkiye’nin dört bir yanından bir araya gelen tüm katılımcıların heyecanlı ve meraklı bakışları ile karşılaşmanın beklentisi ile son bir hafta içerisinde buluşmanın gerçekleşmesinde ne gibi katkılarım olabilir düşüncesi ile Kaos GL ile Gayankara’nın yaptığı son toplantıya katıldım Buluşmanın içinin boşaltıldığını ve amacın sadece bir araya toplanmak olduğunu düşündüğümden bu yıl BAHARANKARA’nın yapılmasını çok da şart görmüyordum. Toplantı esnasında program ve dahilinde yapılacak olan etkinlikler hakkında bilgi verildi. Çıkabilecek aksaklıklar ve yapılacak işlerin neler olduğu konuşuldu. Geçen yıl organizasyonda görev alan ve bunu hakkıyla yerine getiren birisi (tüm geribildirimlerin olumlu olması nedeniyle rahatça bunu söylüyorum) olarak kendi fikirlerimi de belirttim. Neler olduğundan çok da habersiz değildim aslında. Buna rağmen kimi arkadaşların yalan bir “ biz” kavramıyla herşeyin yolunda olduğu ve “biz”e rağmen kendi bildiklerini yapacaklarını ifade etmeleri beni kızdırmadı değil. Bu tavır karşısında ne haliniz varsa görün demek geçmedi değil içimden. Fakat mantıklı olan buluşmanın kimsenin kişisel takıntıları yüzünden heba olmaması idi. Bu nedenle gerçekleşecek olan buluşmadan en iyi verimin alınması için neler yapılması gerektiği konusunda görüşlerimi bildirdim. İletişim kurabildiğim ve diğer tarafın adamı olduğumu düşünmediğini sandığım bir arkadaşımla yapılacak işler konusunda konuştum. Fakat sanıyorum ki karşı karşıya durduğumuz yanılsaması ona da bulaşmış olacak ki söylediklerim “tamam hallediyoruz”culukla karşılandı. Kişisel özelliklerinizin bu yazıda yeralması okuyucuya ne faydası olacak diyenler yazının bu kısmını okumayabilirler Her ne kadar insan ilişkilerinde tecrübeli birisi olsam da zaman zaman öfkeme yenik düşüyor ve sırf bu yüzden haklı olduğum konularda bile haksız düşerek cezamı çekiyorum. Neyse ki yakın çevrem kızgınlığımın kişilerden çok olaylara ve eylemlere yönelik olduğunu bildiklerinden tartışma esnasında kastettiğim şeyleri anlarlar. Gerçi az çok izan sahibi birisi söylediklerimin toplamından sadece öfkemi anlamaz, öfkemin yönelimini de anlar. Hatta biraz da kafası çalışıyorsa kişisel bir çekişmenin peşinde olmadığımı bile anlayabilir. Biliyorum ki çok şey istiyorum. Türkiye'de yaşayan geylerin daha iyisini yapabileceğini bile bile sırf gelenekselleşmesi için bir buluşma organize edilmesi düşüncesine
katılmam mümkün değilken beri taraftan optimist Atilla olmak ve neyse bu kez de böyle olsun demek de mümkünken dolaylı olarak işin içinde buldum kendimi. Dedikoduların ve çekişmelerin de. Yine de sabır dedim, yapabiliriz dedim, sakin ol atilla dedim.
A.
Nihayet ilk aksaklık programın internette yayınlanması ile ortaya çıktı. Basın olayın üstüne atladı, yer değişikliği şart oldu ve zaman darlığına rağmen ilk toplantı için yer arandı, olumlu bir sonuç alınamadı. İkinci küçük aksaklık tren garında arkadaşların karşılanmasında. Sabah cep telefonumu açar açmaz çalmaya başladı. “Biz geldik kimse karşılamaya gelmemiş” diyen Uğur’un sesi yataktan fırlamama neden oldu. Hemen karşılamaya gidecek arkadaşları aramaya başladım birkaç aramadan sonra ulaşabildim, neyse gitmişler... Pastanede konukların dağıtımı konusunda yardım önerimin de olumsuz karşılanması sinirlerimi germeye devam etti. Aynı gün içinde limiti zorlayarak konuk almama rağmen telefonum susmadı. Geçen yıldan organizasyonla yakından ilgili olduğumu bilenler sanırım bu yıl da öyle olduğunu sanarak beni aradı ve ben problemleri ilgili arkadaşlara ilettiğimde, "ne yapabiliriz canım başlarının çaresine baksınlar" gibi bir şeyle karşılaşmak "o zaman banane canım" dedirtmeye yeterliyken, birkaç arkadaşı arayıp yer sorununu halletmeye çalıştım. Bunları ayrıntılarıyla anlatmam sizleri sıkıyor olabilir ama nedenlerini yazının ilerleyen kısımlarında göreceksiniz. ÇIKARMA (-) Her ne kadar bu yazının asıl konusu olmasa da yazının bu kısmında Gayankara grubu hakkında birkaç değinmede bulunacağım. Kimi iktidar heveslilerinin demokrasicilik oynayarak Türkiye de yapılanmaya çalışan gey harekete sağlayacakları katkının ne olduğu tartışılabilir bir konu olduğu malum. Yine de anılan kesimin iktidarın ne (berbat bir şey) olduğunu öğrendikleri okuldan ayrılırken üzerimizde tahakküm kuruyorsunuz diyerek kendi gruplarını kuruyor oluşları bir hayli ironik. Aslında açıkça söylenen bir şey de yok ortada. Herzaman olduğu gibi dedikodu çarkları asıl bilginin ve iletişim yollarının yerine geçerek mümkün olabilecek iletişim kanallarının önünü de kesiyor. Önemli olan niyetin ne olduğu. Eğer Gayankara grubu sırf belli kişilere yönelik bir tavır olmaktan çıkıp kendi yönelimini ortaya koymakta biraz daha zorlanırsa grup olarak bir şeyler yapamayacağı gibi varolan diğer grupların yaptıkları çalışmaların önünü kesmekle kalmayıp gey hareket için bir gerilemeye bile neden olabilirmiş gibi geliyor bana. Yinelemek istiyorum kişisel bir mücadele alanında değiliz. Gücümüzü birbirimize değil seksist düzene göstermeliyiz. Şimdi bundan sonra Gayankara toplantılarına da katılacağımı da buradan
KAOS GL 4 / 55
söyleyeyim de benim de niyetim ortaya çıksın. Şu ya da bu grup değil önemli olan yapılan ve yapılacak olanlardır. ÇARPMA (x) Etkinlikler boyunca çok iyi tanıştığımız ve sözde beni çok sevdiğini söyleyen pek çok arkadaş neredeyse omuz omuza çarpışana kadar görmemek için çaba sarfetti. Bunu anlamayı çok isterdim doğrusu. Kime ne yaptığımı bir bilseydim içim rahat edecekti. Nasıl oluyor da geçen yıl can ciğer kuzu sarması olduğumuz bu insanlar semtime bile uğramaz oluyorlar. 80’lerde kardeşi kardeşe kırdıran dalga gey hareketin başına da geldi sandım da çok korktum!!!
Bu yıl geçen yılın aksine her grubun gladyatörleri arenada boy göstermek ve çarpışmak için sabırsızlanıyordu. Bakın biz de yapabiliyoruzu göstermek amaç olmuştu kimilerine. Bilinmesi gereken iyi bir organizasyonun herkesi mutlu edeceği gerçeğidir. Aksaklıkların çıkması beni memnun değil rahatsız etti. Bu nedenle gövde gösterisine girişmenin bir anlamı yoktu. BÖLME (/) Peki bundan sonra ne olacak ? Bölünerek ürüyoruz doğanın cezası olsa gerek birleşmelerimiz ürün vermiyor. Cepheler belirlendi kimin ne olduğu ortaya çıktı buna göre yeni savaş taktiklerini uygulamaya koymalıyız. Gerek Ankara’daki gruplar gerekse İstanbul’dakiler (bilmiyorum! kaç grup var-mı?) olan biteni gördü duydu. Duymayanlar dedikodu çarklarından öğrenmiştir nasıl olsa. Bu iletişimsizlik ve kan kaybını nasıl gidereceğiz. Bu yazıya cevap yazmaya zahmet etmeyin lütfen! Polemikler yaratmakta usta olduğumuz kadar birbirimizi anlamakta da ustalaşmamız gerekiyor sanırım. Bilmem kaç kişinin katıldığı kaç kişinin katılmak isteyip katılamadığı falanca buluşma yeni dostlukların oluşmasına ve geleceğe kararlı ve güvenli olarak bakmamızı sağladı diye başlayan bir yazı yazarak herkesi kandırmak da mümkün. Fakat herşey ne o kadar pembe ne de kara. EŞİTTİR (=) Bunca şeyden sonra nasıl bir eşitlik yazacağımı ben de çok iyi bilmiyorum. Toplandık konuştuk koklaştık oynaştık top oynadık . Çıkarttık piknikte güneşlenmek için tişört ve vs. giysilerimizi. Başka şeylerini çıkaranları ne yazık ki göremedik onlar ağaçlara göstermeye gitmişler. Çarpıştık A.B. sunumunda dayanamayıp eteğimizdeki taşları döküverdik bir de piknikte yakan top vs. oynarken, bir de ağaçların altında olmuşmuş. Bölündük hangi etkinliğe katılsak da öbürünü kaçırmasak ta ne yapsak diye, bir de sözümü çok . Asık suratlı bir yazı oldu, umarım gülümsetebilmişimdir sizleri. Amacım her ne kadar bu olmasa da. Daha iyi bir denklem kurup daha iyi bir eşitlik yazabilmek için gerçekten çok fazla çabaya gerek yok elimizdeki olanakları kullanalım yeter. Bir başka buluşmada tekrar aynı sıkıntıları yaşamak ve bunları yazmak durumunda kalmamak için ne yapmalıyız? Asıl yanıtlanması gereken soru bu, gerisini hiç okumadık sayabilirsiniz.
KAOS GL 4 / 56
GELECEKTEKİ İLKEL John Zerzan Çeviren: Cemal Atila Kaos Yayınları, Nisan 2000 Tel&Faks:0.212.518 25 62 email:kaosyayinlari@yahoo.com www.geocities.com/kaosyayinlar i İnsanın kendisini ve etrafındaki her şeyi yok etmekte sergilediği inanılmaz ve dayanılmaz yaratıcılık, medyadan saat başı akan haberlerle çeşitlendikçe, soruyoruz birbirimize; yanlışı nerede, ne zaman, nasıl yaptık? İnsan denilen canlı türü, nasıl oldu da, kendi yaşamını, dünyayı, hatta yavaş yavaş uzayı ve diğer gezegenleri cehenneme çeviren bir varlığa dönüştü?
müntehir aşklar şiirler A. Galip Vrtüel Yayınları, Mayıs 2000 e-mail:agalip06@hotmail.com Aşk Bir nevi ilm-i simyadır ki alimi yoktur Tecrübe edildikçe biriktirilen cahilliktir
katedralden düşen kuş şiirler Reha Yünlüel Virtüel Yayınları, Mayıs 2000 e-mail:rehay@cybercable.tm.fr
Zerzan uygarlığı bir felaket olarak değerlendirmektedir. Bugüne kadar "uygarlaşan insanlığın evrensel değerleri" olarak görülen evcilleştirme, tarım, işbölümü, sanat, zaman bilinci, dil, yazı, sayı sistemi ve bir bütün olarak sembolik kültür, Zerzan'a göre, esiri olduğumuz çağdaş tahakkümün temel bileşenleridir. Bu yüzden, uygarlık kökten reddedilmediği sürece özgürleşmek mümkün değildir. Bilim, felsefe, sosyoloji ve psikoloji alanlarındaki belli başlı ilerlemeler ile tahakküm arasındaki keskin paralelliği zengin örneklemelerle ortaya koyan Gelecekteki İlkel, uygarlık karşıtı bir başyapıt olarak, günümüzün evrensel sorunlarına yepyeni bir bakış açısı kazandıracaktır.
çarmıhın isa'sından doğmuştu mehdi ağaçların şarampole düşmüş felçli ellerinde "ben rüzgârın pelerininde yaşmağınızın ucuna takılmayı düşlüyordum" diyordu ve sizin anlayabileceğiniz istasyonlardan biri değildi rüzgâr
Sana en çok KIRMIZI yakışırdı
hüzünlenme düşleri şiirler Yusuf Altunel Virtüel Yayınları, Mayıs 2000
e-mail:yaltunel@imece.com virtuel@hotmail.com içmişim içmişim arsız sırnaşmalar dolmuşum sevda badeleri çekmişim arlanmazlık testilerini kırıp dolunaylı geceleri şiir şarabıyla çekmişim coşku kayığım parçalanmış hasret kayalıklarında ıssız aşk adacığında mahsur kalmış gemim ayrılık zemherisi gecelerde üstüm açılmış hayırsız sevgililerden bana mahzunluğum kalmış
Burhan Öztürk Sokak Hikayeleri Virtüel Yayınları, Mayıs 2000 e-mail:burozturk@mynet.com.tr "Sen kimsin?" sorusu, belki hiç açıkça dile getirilmese de, en yakınınızdakiler tarafından bile hep aynı yanıtı aranan bir soru. Burhan, ilk kitabı olan "Bir Tekil Yaşamdan Alıntılar"da bu soruya özel, daha içerden yanıtlar vermişti. Ama biliyoruz ki, "sen kimsin?" sorusunun yanıtı aslında "biz kimiz?" sorusuna verilecek yanıtla sahiciliğine kavuşur. Ve Burhan, ikinci kitabı olan "Sokak Hilkayeleri"nde biz'in içinde kendini, kendinin içinde biz'i; dün'de bugünü, bugün'de dünü anlatıyor.
KAOS GL 4 / 57
Kaşık DÜŞMANI
Kenan İmirzalıoğlu bana rahmetli Yılmaz Güneyi hatırlatıyor. Belli ki dizide Yılmaz Güney olmaya özeniyor. Zeynep'i misafir ettiği odada çirkin kral'ın film afişleri asılıydı. Zeynep evinden ayrılınca biz de o afişleri göremez olduk. Kenan İmirzalığolu, Yılmaz Güney olmayı becerebiliyor mu? Bu soru üzerinde düşünmek lazım.
KAOS GL 4 / 58
Çocukluğumu hatırlıyorum. TRT'de haftada bir Türk filmleri yayınlanırdı Ben bir hafta boyunca yayınlanacak filmi sabırsızlıkla beklerdim. Yerli diziler ise yok denecek kadar azdı. Hayatımız siyah-beyazdı. En çok Türk filmlerini seyretmeyi sevdim. Halen de öyleyim. Neriman Köksal gibi bir kadın olmayı isterdim. Erkekleri peşinden koşturan, onları kendine aşık eden sonra da yüzüstü bırakan. Bir tarafımın da Aliye Rona'ya benzemesini isterdim. Doğruluktan taviz vermeyen, haksızlıklar karşısında boyun eğmeyen, gerektiğinde acımasız olan. Bu özellikleri mavi gözlerine hayran olduğum Fatma Girik'te de görmek mümkündü. Ne tam Neriman Köksal olabildim ne de Aliye Rona hep bir yanlarım eksik kaldı bunlar gibi olmaya çalışırken, bir eşcinsel olarak. Aradan zaman geçti televizyon kanalları çoğaldı. Türk filmleri tekrar yayınlana yayınlana insanları bıktırdı. Yerli diziler seyirci toplamaya başladı. Hangi kanalı açarsanız bir yerli diziye rastlamak mümkün. Bu dizilerin en büyük özelliği silahın başrolde olması. Silah adeta kutsallaştırılıyor bu dizilerde. Birçok insan da bu noktayı eleştiriyor. Silah kullanmak ve kaba kuvvet özendiriliyor. En çok beğenilen dizilerden biri: Deli Yürek. İlk başta bu diziyi seyretmiyordum. Ev arkadaşım ise bu diziyi seyretmeyi çok seviyordu. Onunla birlikte ben de bu diziyi seyretmeye başladım. İyi ki başlamışım. Kenan İmirzalıoğlu bana rahmetli Yılmaz Güneyi hatırlatıyor. Belli ki dizide Yılmaz Güney olmaya özeniyor. Zeynep'i misafir ettiği odada çirkin kral'ın film afişleri asılıydı. Zeynep evinden ayrılınca biz de o afişleri göremez olduk. Kenan İmirzalığolu, Yılmaz Güney olmayı becerebiliyor mu? Bu soru üzerinde düşünmek lazım. İkisi arasında benzerlikleri ve farklılıkları bulmak mümkün. Kenan İmirzalıoğlu, Yılmaz Güney'in kendini eleştirdiği bir dönemini canlandırıyor. Çirkin kralın oynadığı filmlerin etkisiyle bir dönem bir çok kavgaya karıştığını, silah kullandığını ve bundan dolayı kendisine eleştiri getirdiğini bir gazeteciyle yaptığı röportajdan biliyorum. Günümüzde Yılmaz'a saldıranlar bunları kullanıyorlar. Oysa o kendisini bu konuda onlardan önce eleştirmiştir. Kenan İmirzalıoğlu devlete bağlı, devletle bağlarını koparamamış devletin yanlış yapabileceğine inanan insanlardan değil. Ona göre "bir takım devlet görevlileri yanlış yapabilir devlet değil". Devlet dediğimiz şey de insanların böyle düşünmesini istiyor. Kenan farkında değil: Ağabeyleri, Turgay Atacanları, ahlaksız bir gazeteciyi canlandıran savaş doğanı yaratan devlet ve bugünkü düzendir. Kenan devletin tuzağına düşüyor. Yılmaz Güney ise devlete ve rejime karşı cephe almış bir insan. Hastalıkların nedenini çok iyi biliyor. Bundan dolayı radikal. Devlet ve düzenle bağlarını koparmış. Onlarla mücadele edip onları yıkmaya çalışıyor. Kenan İmirzalıoğlu ise hayalci Turgay'ın
savaşın Ağabey'in yok olmasıyla düzenin düzeleceğine inanıyor. Farkında değil: Onlar gittikten sonra onların yerine başkaları gelecektir. Susurluk kahramanları(!) deşifre oldular ve kenara çekildiler. Sesleri solukları çıkmıyor. Onların yerlerinin boş kaldığını düşünmek mümkün mü: Birileri gittiyse yerlerine birileri gelmiştir. Kenan İmirzalıoğlu'nun bunları fark etmesi için daha çok bilinçlenmesi lazım. Dizideki kuşçu ondan için daha çok bilinçlenmesi lazım. Dizideki kuşçu ondan daha çok bu olayların farkında. Ayşegül'de öyle ama nedense Kenan hâlâ o noktaya gelemedi. Yine de diziye haksızlık etmemek lazım. Dizi Susurluk gerçeğini bir noktaya kadar ekrana getirdi ve bunda da başarılı oldu. Hacı Adalet Bakanı başta olmak üzere bir çok insan bu diziden rahatsız. Kenan İmirzalıoğlu ve Yılmaz Güney ikisi de halk tarafında sevilen insanlar ve insanları etkileyebiliyorlar. Bozuklukların, çarpıklıkların, sefaletin ve adaletsizliğin kol gezdiği bir dünyada yaşıyoruz. İnsanlar adalete muhtaç. Çarpıklıkları ortadan kaldıracak birilerini bekliyorlar. Böyle bir ortamda karşılarına mert, namuslu ve dürüst insanlar çıkınca onları seviyorlar. Halkımızın silaha ve kaba kuvvete eğiliminin olduğuna inananlardanım Bu iki özelliği Yılmaz Güney ve Kenan İmirzalıoğlun'da görmek mümkün. Halk bu iki kahramanda kendini görüyor ve kendini seviyor. İkisi de "Anadolu çocuğu". Silaha ve kaba kuvvete karşı olmama rağmen ben bile bu iki gücün haksızlıklara karşı kullanan insanlara sempatiyle bakıyorum ve onları seviyorum. İkisi de ölümden korkmayan insanlar. Gözlerini kırpmadan her türlü tehlikeyi göze alabiliyorlar. Cesaret örnekleri. Elbette Yılmaz, Kenan'dan bir adım ilerde. Yılmaz Güney devrimci Kenan İmirzalıoğlu ise değil. Bu haliyle olsa olsa düzenin yedek lastiği bir sosyal demokrat olur. Cumhuriyet Gazetesi'nde ya da Aydınlık Dergisi'nde kendine yer bulur. Kenan İmirzalıoğlu'nun bir üstün özelliği var Yılmaz Güneyden. O da: yakışıklılığı. Yakışıklı olduğunu kabul ediyorum ona sempatim var. Nedense cinsel yönden bana hiç cazip gelmiyor. Ondan önceki Türkiye Erkek Güzeli; Karahan Çantay ondan daha yakışıklı ve cinsel yönden bana cazip geliyor. Karahan'ı Kenan'ın rolünü canlandırırken düşünemiyorum. Ona yakışmazdı. Kenan İmirzalıoğlu çok uzun boylu. Boyuna rağmen çok zayıf. Kilo alması lazım. Medyatik değil. Medyatik olmayı da anlaşılan sevmiyor. Özel hayatıyla gündeme gelmiyor. Bunlar onun olumlu özellikleri. İçine çok kapalı duygularını sevinçlerini, duygularını, kavgasını dile getiren ve konuşmayı seven bir insan. Kenan ise konuşmayı sevmiyor. "Söz gümüş ise sükut altındır" sözünü çok kötü hafızasına kaydetmiş. Daha çok Hasan Hüseyin Korkmazgil'in Koçero şiirindeki koçeroya benziyor. Selda Bağcan bu şiiri güzel bir şekilde bestelemiş.Dinleyince insanın tüyleri diken diken oluyor.
Carol Ann Duffy
Sevgili1 Kırmızı bir gül ya da saten bir kalp değil.
Bu şiirden etkilenmemek mümkün değil. İkisi de köy kökenli. Eğer lümpenlik köylü olmaksa ikisi de köylü. Halkın içinden çıkma. Nereden geldiklerinin farkındalar. Ezilenlerin, haksızlığa uğrayanların sevgilisiler. Yılmaz Güney düzenle uzlaşmadı. Son nefesine kadar düzenle savaştı. Eğer düzenle uzlaşmışı olsaydı yani bir Hadi Uluengin, bir Gülay Göktürk, bir Zafer Mutlu, bir Sinan Çetin, bir Emin Çölaşan, bir Ali Kırca... olmuş olsaydı çok iyi yerlere gelir ve çok iyi bir yaşam sürmüş olurdu. O burjuvazinin kendine sunduğu bütün nimetleri(!) reddetti ve kavgayı seçti., Ona saldıranların hazmedemediği şey bu. Yılmaz Güney düzenle bütün iplerini koparmıştı. Ona saldıranlara bakıyorum. Fatih Altaylı: derin devletin solcusu, Serdar Turgut: Kafası bacak arasından başka bir yere çalışmaz, Engin Ardıç: Küfürbaz Dili lümpenlerin dilinden daha beter. Hadi Uluengin: Aydınlık eski muhabiri. Geçmişini hatırlatan her şeyden nefret ediyor. Gülay Göktürk ile beraber. Atilla İlhan: Türk milliyetçisi Yılmaz Güney'i kürt olduğu için eleştiriyor. Yılmaz, Kürt milliyetçiliğine her zaman karşıdır. Eserlerini okuyanlar bunu göre biliyorlar. Birinci ve ikinci cumhuriyetçiler her konuda birbirlerini eleştiriyorlar, birbirlerine atıp tutuyorlar ama iş Yılmaz Güneyi karalamaya gelince bunda birleşiyorlar. Kenan İmirzalıoğlu düzende uzlaşır mı uzlaşmaz mı? Bana göre düzenle uzlaşma ihtimali çok fazla. Bazı gerçekleri görmek istemiyor. Onun Nebahat çehresi: Zeynep Tokuş, Fatoş Güneyi ise: Ayşegül. Ayşegül, Zeynep'ten daha çok yakışıyor Kenan İmirzalıoğlu'na Fatoş Güney de Nebahat Çehre'den daha çok yakışmıştır. Yılmaz Güney'e Medya daha çok kızların Yusuf Miroğluna hayranlığı üzerinde duruyor. Miroğlunun öteki özelliklerini ikinci plana atarak. O özellikleri görmek ya da topluma göstermek medyanın işine gelmiyor. Medya tam anlamıyla bu sömürü düzeninin bir parçası ve ondan pay alıyor. Gazetecileri ihale takipçiliği yaptığı bir düzende medyanın Yusuf Miroğlu'na ya da Yılmaz Güney'e sahip çıkmasını beklemek hayalcilik olur. Rahmetli Yılmaz Güney'e bir hakimi öldürdüğü iddiasıyla katil deniliyor. Bakın bu konuda o ne diyor: "Hakimi benim öldürdüğüm konusunda iddialar öne sürüldü. Orda bulunan benim arkadaşlarım dışındaki görgü tanıklarından kırk kişiden otuz dokuz kişinin söyledikleri ile bir kişinin söyledikleri arasında fark var. Hakimin karısı... daha sonra yaptığı açıklamada bu işi açıklamak gerektiğini fakat korktuğunu belirtti. Ve olay sırasında daha sonra öldürülen yeğenimin yaptığı olay bana maledildi. Ve ben bundan 19 yıl hapse mahkum oldum." Hakimin kışkırtıcı olaylara girmesi kavgaya yol açıyor. (İnsan, Militan ve Yılmaz Güney, Güney Filmcilik, s: 126) Yılmaz Güney son derece sakin olaylar, ezilenlerden yana tavır alması buna izin vermiyor. Yusuf Miroğlu da sakin yaşam sürmek isteyen bir insan maalesef çevresinde gelişen olaylar ona da bu izni vermiyor. Bu da bir başka ortak noktaları. Hatalarına yanlışlarına ve eksiklerine rağmen bu toplumda Yılmaz Güneylerin, Yusuf Miroğluların çoğalması umuduyla. Onlar bizim insan olan yanımız. Onlar karanlıkta mum yakan insanlar. Her ne kadar bazı insanlar bu mumları söndürmeye çalışsa da. Güller size.
Sana bir soğan veriyorum. Kahverengi kağıda sarılı bir ay. Işık vaad ediyor aşkın temkinli temkinli elbiselerini çıkarması gibi. Buyur. Gözyaşına boğup kör edecek seni bir aşık gibi. Aynadaki suretini de allak bullak bir keder fotoğrafına dönüştürecek. Bende yalan yok. Şu üç buutlu şirin busekartlara benzemez. Sana bir soğan veriyorum. Ateşli öpücüğü dudaklarında kalacak, bizim gibi o da, sahiplenen ve sadık öyle olabildiğimiz sürece öyle. Al, al çekinme. Platinden halkaları büzülüp bir alyans olur istersen. Ölümcül. Kokusu çıkmaz parmaklarından, çıkmaz bıçağından. Jackie Kay İçersi2 Güneşin battığı ve üzgün hüzünlü ve ince, narin ışığın masadaki tek başına elmayı ışıttığı, yüreğin kalın yünlülere sarındığı ve ben olan genç kadının içindeki yaşlı kadının sırasını beklediği odada hüzün yufka gibidir, usludur ve usul. Koca Senin kocanın gözleri belermiş onun dışında, bunlar kendini hiç mi hiç tanımamış ve şaşkın bir adamın gözleri, şaşkın — saçları cezir gibi çekiliyor da ondan. Sadece yakaladığı balıklar bilir onu, bilirler ve ölürler.
İngilizce'den Türkçeleştiren:Yusuf Eradam (1)“Valentine”: Yurdumuza birkaç yıl önce bir şiir çevirisi etkinliği için gelen Duffy’nin Meantime adlı kitabından. (2) “Interior”, “Husband”: Kay de günümüz şair ve yazarları arasında en önemsenen isimler arasında ve Carol Ann Duffy’nin partneri. İskoçya’da birlikte yaşıyorlar ve bir de evlatlıkları var. Zenci, lezbiyen ve İskoç olmasını komikleştirerek anlatan sanatçının bu iki şiiri 1998’de yayımlanan Off Colour adlı kitabından.
KAOS GL 4 / 59
İbrahim
Milli Şef İsmet İnönü'nün damadı gazeteci Metin Toker, Milliyet'teki köşesinde yüz yıldır yazar durur. Adnan Menderes ve arkadaşlarının asılmasının yıldönümünde de "altmışlı yıllara ait bir gözyaşı sağanağıyla yıkandık" diyerek dalgasını geçer. Buna benzer bir duygu sağanağı da hemen her yıl Yılmaz Güney anılarak yaşanır. Fransa'da vatandan uzakta olması basınımız ın ve aydınlarımızın gözlerini nemlendirmiştir hep. Kendisi ölünce de eşi Fatoş Güney ta Fransa'larda bulunup acar gazetecilerimizce geçmişin hüzünlü hatıralarına, hızlı yaşanmış yıllarına döndürülerek bir güzel ağlatılır. Kadıncağız sonunda isyan ederek ağlamaktan bıktığını, sürekli olarak Yılmaz Güney'in ölüsüyle birlikte gündeme gelmek istemediğini belirtmek zorunda kaldı. İlk kez bu yılın ilk aylarında işin efsane kısmı değil de doğrudan şahsın kendisi ele alındı. "Kral" namını kapmış bir "Çirkin"in yüzü gün ışığına tutuldu. Hürriyet gazetesinin nispeten "genç kuşak" diyebileceğimiz Fatih Altaylı, Serdar Turgut ve Hadi Uluengin gibi yazarları 12 Eylül 1980 öncesinin fırtınalı günlerinden kalan bu tuhaf fenomeni, ince bir sahte yaldız tabakasıyla kaplanmış bu teneke parçasını tırnaklamaya başladılar. Adı geçen yazarlar Yılmaz Güney'in akranı olmadıklarından ağabeyleri gibi herifçioğlunun dayanılmaz cazibesiyle yetişmiş bir nesil değillerdi ve anılan kişinin hakkında övgü dışında bir şeyler yazabilecekleri de muhakkaktı. Emeği savunan(!) seksen öncesinden kalma entellerin gözünde neredeyse Türkiye'nin Che Guavera'sı gibi görünen bu hilkat garibesinin ilk kez ciddi anlamda eleştirilmeye başlanması bazı eski tüfek ve eski kulağı kesikleri hem üzdü, hem harekete geçirdi. Sosyalist bir sinema emekçisine(!) snob köşe yazarlarının yukarıdan bakması ve varoşları dolduran lümpenleri anlamaması idi ortadaki kargaşa. Atilla Dorsay ve Doğan Hızlan şık ve kibar fotoğraflarının süslediği köşelerinde derhal gardlarını aldılar. Melih Aşık, Açık Penceresinde yazılanları Sol'a, emeğe ve sosyal demokrasiye yöneltilen bir saldırı olarak algıladığını belirtti. Neydi Yılmaz Güney, kimdi? 12 Eylül öncesinin herşeyi tek kamptan gören ortamını bir yana bırakırsak yirmi yıldır savunula geldiği ve yazıldığı çizildiği gibi bir aktör, sinema sanatçısı, emeğin sinemadaki temsilcisi ve savunucusu, yönetmen, faşist Türkiye'den demokrat Fransa'ya sığınmak zorunda kalmış kızıl bir mitos. Madalyonun diğer yüzüne bakmak bir yana öbür yüzün varlığı bile görmezlikten gelindi. Bir cani, cinayet işlemiş bir ayak takımı olduğu hiç zikredilmedi. Efendim, adam aktör, sanatçı, yönetmen, erkeğin hası, sapına kadar hetero, duruşu, tavrı, sert bakışlarıyla tam bir maço, tam bir varoş temsilcisi, Çukurova'nın bağrından çıkmış bir Anadolu erkeği, emeğin sesi, sosyalist bir halk kahramanı. Altı üstü bir adamı, hele de faşist Türkiye Cumhuriyeti'nin bir hakimini öldürmüş diye ayrıntıya girmenin ne alemi var? Hem o adamcağız da kör müydü? Kahramanımızın tabancasının karşısında durmayıversindi. Karşısında Türk sinemasının bir esas oğlanı var. Esas oğlan döver de, sever de, vurur da, öldürür de. Yılmaz Güney'in şahsında bir katile sahip çıkmanın altında yatan asıl dürtü sosyalist entellerin en fazla karşı çıkar gibi göründükleri, gerçekte bir türlü sıyrılamadıkları atını döven,
KAOS GL 4 / 60
avradına söven, silahını çeken, attı mı vuran, kodu mu oturtan, göçebe toplumun genlerinden köken alıp ataerkil bir dinin beslediği erkek şablonudur. Otuz bin kişinin katilini İmralı'da tutuyor, asmıyoruz. Niye? İnsan hayatına saygı adına. Ya Güney'in kıymaya cüret ettiği insanın hayatı? Bilinçaltımızda çöreklenmiş Şark toplumlarına özgü, caniyi yüceltmeye, katili şirin görmeye yönelik hastalıklı şablon toplumumuzun farklı ya da farklıymış gibi görünen kesimlerini rahatlıkla bir araya getiriveriyor. Yılmaz Güney'in katilliğini hoş gören sadece "eşcinselliğin bir burjuva tatminsizliği" olduğu cevherini yumurtlayan İşçi Partisi lideri Doğu Perinçek değil. Doğru Yol Partisi eski milletvekillerinden Ali Rıza Öğütcan da bu konuda Doğu Bey'le ortak paydanın altına giriyor. Adana'nın Yumurtalık ilçesinde gazinoda cinayet işledikten sonra Yılmaz Güney'i tutuklayan savcıdır Ali Rıza Öğütcan. Basına yaptığı açıklama şöyle: Efendice geldi, teslim oldu. Bana karşı da son derece saygılıydı. Tutukluyken rahatsız etmemek için yanına fazla uğramazdım. Gazino'da hiç kimse şahitlik etmedi, herkes o anda tuvalette olduğunu söylüyordu. İlçenin kasabı gelip cinayeti üstlendi, ben ateş ettim dedi. Jandarma çavuşu "kasap efendi, senin satır ne zamandır kurşun atmaya başladı, hadi bas git, uğraştırma bizi" deyince kasap sustu. Breh, breh, breh... Namusa, dürüstlüğe, mertliğe bakar mısınız! Adam saklanmamış, suçunu inkâr da etmemiş, mertçe öldürmüş, savcıya da saygılı. Bu erkekçe cinayet izleyenlerin de ne kadar göğsünü kabartmış olmalı ki kimse tanıklık etmediği gibi böyle bir kahramana sahip olmanın verdiği kıvançla baş oğlanın cinayetini üstlenmek bile istemişler. Tüm bunlar erkekliğin kârıdır işte, sapına kadar erkek olmayı gerektirir. Böyle bir şey bir ibnenin harcı olabilir mi mesela! Değil mi ya! Ekim 1998'de ABD'nin Wyoming eyaletinde, Wyoming Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinin 22 yaşındaki öğrencisi Matthew Shepard'ın sırf eşcinsel olduğu için öldürülmesi Kaos GL'nin Kasım 98 sayısına kapak olmuştu. Nasıl yakmıştı yüreğimizi Matthew'un masum resmindeki buruk gülümsemesi hatırlar mısınız? Hiç şüpheniz olmasın emekçi halk kahramanımızın öldürdüğü (ya da halk adına yaptığı silahlı eyleme kurban giden mi diyelim) hakimin cansız vücudu da bir annenin yüreğine kor olup düştü, bir babanın gözünde acı yaş, kız kardeşin gırtlağında iç parçalayıcı bir çığlık oldu. Çünkü payda aynı. Çünkü payda insan hayatı. İlla kutsallık gerekiyorsa kutsal olması gereken ilk şey. Bir magandanın son model mersedesinin kaldırma savurduğu simitçi için de, cezaevinde şişlenen dolandırıcı için de, manyak bir polis kurşununa kurban giden eylemci genç için de, birilerinin adına silahlı mücadele yapan filanca örgüt mensubunun adres sormak için yaklaşıp nöbet kulübesinde öldürdüğü polis memuru için, spor salonunda dövülerek cansız bırakılan Metin Göktepe için de, 22 yaşında soldurulan Matthew Shepard için de, sinema emekçimizin vurduğu hakim için de insan hayatının saygınlığı ve dokunulmazlığı ortak paydasında tepki veremiyorsak, şark kurnazlığıyla benim katilim iyidir diyorsak emekçi de, sosyalist de, sosyal demokrat da, kısacası insan da değiliz demektir.
Hetero erkeklerin "Güzellik" serüveninin estetik ameliyatına kadar uzandığını görüyoruz. Konumu ne olursa olsun, sözkonusu serüven hetero erkekler açısından epey sancılı olmalı. Serüvenin seyrini,"erkeklik" denilen sosyo-kültürel ucubenin ne olduğu ve nasıl algılandığı belirliyor olmalı. Biyolojiden bağımsız olan ve egemenlik ilişkilerinin sonucu olarak belirlenen ve şekillenen toplumsal erkeklik de denilen bu ucubeye şimdi ne olacak? Söylendiği gibi, gerçekten "erkekler farklılaşıyor" mu?
Açıktır ki sözü edilen "farklılaşma" bir makyaj değişikliği olarak yeni bir imaj şeklinde somutluk kazanıyor. İmaj sözkonusu olduğunda zaten varolan bir ayrımın altını çizmek yerinde olur. İnsanın, bedensel ve ruhsal bütünlüğü için kendi için kendine yönelmesi; kendiyle ilgilenmesi, kendini tanıması ve sevmesi, bana göre birincil bir anlam ve öneme sahiptir. "Makyaj" ve "İmaj" da kabul etmek gerekir ki her zaman boş şeyler değildir. Sosyo-kültürel süreçte insan, diğer insanlarla, doğayla ve toplumsal olaylarla etkileşiminde ve iletişiminde fiziğiyle oynamış ve bedenine müdahale etmiştir. Boş ve boktan olan, sadece makyajdan ibaret bir vücuttur. Plastik bir insan taklidinden başka bir şey olmayan böyle bir vücut güzellik bir yana, bir taş heykelden bile ruhsuzdur. Hetero erkeklerin, fizik güzellik(?) için makyaj ve estetik ameliyatına yönelmeleri neyi ne kadar ve hangi yönde farklılaştırıyor ve değiştiriyor? Yanıtlanması beklenecek soru bu olmalı. Eve çamaşır makinesinin girmesiyle kadınların çamaşır derdi bitmediği gibi, hetero erkeklerin makyajıyla da toplumsal erkeklik ortadan kalkmaz. Bir makyajla üzeri gölgelenmeye çalışılan toplumsal erkeklik nedir? Her şeyden önce toplumsal erkeklik kadınların köleleştirilmeleriyle varlık bulmuştur. Sosyo-kültürel yansımalarında farklılıklar olsa da kapitalist toplumda doruğuna çıkmıştır. Heteroseksüel erkek iktidarıyla korunan toplumsal erkeklik, o iktidarın kurumlarınca yeniden yeniden üretilir. Bir dayatma olarak biyolojik cinsiyetin üstüne örülür. Kategorik bir dayatma olarak insanın üzerinde bir yük ve pranga işlevi de görür. İktidarın sunduğu rant dolayısıyla çekiciliği olmakla birlikte insanın özgürleşmesi ve kendini özgürce yaratabilmesi önünde kurtulunması gereken bir engeldir. Bu noktada birçok hetero erkek süreci toplumsal erkeklikten vazgeçmek eşittir eşcinsellik olarak algıladığından ikilemler yaşayabiliyor. Rol ve davranış kalıplarına uymayan en küçük bir hareket ve yönelimin (Karı mısın, ibne misin?) şiddetle cezalandırıldığı ortada iken sözkonusu kaygılar anlaşılabilir. Rol ve davranış kalıplarının adı üstünde toplumsal kategorilerce
belirlendiğini ve her zaman değişebildiğini ve değişebileceğini görmek lazım.
Gay'e EFENDİSİZ
Toplumsal erkeklikte, eşcinsel erkekler ve kadınlar üstünde de bir baskı aracı olabiliyor. Eşcinsellik ayrı bir varoluş olarak kabul edilmediğinden eşcinsel erkekler, toplumsal erkekliğe uymayan ya da uymayı reddeden sorunlu ve suçlu kişiler olarak görülür. Doğaldır ki baştan böyle bir dayatma olmasa, eşcinsel erkekler kendilerini keşfetme süreçlerini sancısız ve sorunsuz yaşayarak kendilerini var edebileceklerdir. Aynı şekilde hetero erkekler de "Erkeklik"lerini ispatlamak için kılıktan kılığa girerek o kadar eziyet çekmeyeceklerdir. Toplumsal erkekliğin karşısında toplumsal kadınlığın dışına çıkmayan kadınlar da (lezbiyen ya da hetero olsun) o korkunç baskılanma ve ezilme altında hiçbir zaman gerçek bedensel ve ruhsal bütünlüklerini ortaya koyamazlar. Daha en baştan güçsüz ve aciz olduklarına inandırılan kadınlar potansiyel fizik güçlerini bile dışsallaştıramazlar. Zincirine bir halka da kozmetik
Bu yazıyı Kaos GL'nin Şubat 1996 tarihli 18. sayısından aktarıyoruz.
Bir makyajla üzeri gölgelenmeye çalışılan toplumsal erkeklik nedir? Her şeyden önce toplumsal erkeklik kadınların köleleştirilmeleriyle varlık bulmuştur. Sosyo-kültürel yansımalarında farklılıklar olsa da kapitalist toplumda doruğuna çıkmıştır. Heteroseksüel erkek iktidarıyla korunan toplumsal erkeklik, o iktidarın kurumlarınca yeniden yeniden üretilir. Bir dayatma olarak biyolojik cinsiyetin üstüne örülür. Kategorik bir dayatma olarak insanın üzerinde bir yük ve pranga işlevi de görür. İktidarın sunduğu rant dolayısıyla çekiciliği olmakla birlikte insanın özgürleşmesi ve kendini özgürce yaratabilmesi önünde kurtulunması gereken bir engeldir. Bu noktada birçok hetero erkek süreci toplumsal erkeklikten vazgeçmek eşittir eşcinsellik olarak algıladığından ikilemler yaşayabiliyor. Rol ve davranış kalıplarına uymayan en küçük bir hareket ve yönelimin (Karı mısın, ibne misin?) şiddetle cezalandırıldığı ortada iken sözkonusu kaygılar anlaşılabilir. Rol ve davranış kalıplarının adı üstünde toplumsal kategorilerce belirlendiğini ve her zaman değişebildiğini ve değişebileceğini görmek lazım.
KAOS GL 4 / 61
"Erkekler farklılaşıyor", "Batılılara göre Türk erkeği maço", "Bıyıklı Türk imajı değişti", "Ve erkek kendini yeniledi", "Babalar şimdi daha güzel", "Estetik merakı erkeği de sardı", "Güzel seçilmek için ter dökme sırası erkeklerdeydi", "Show tv erkek güzeli yarışması düzenliyor", "Ruj reklamında erkek dudağı", "Erkekler popolarına silikon taktırıyor", "Yeni erkek daha kadınsıZegna'nın 1 numarası homoseksüaliteyle feminite arasındaki farkı anlattı", "98 erkeği tabu yıktı"… Bu ve benzeri "haber" başlıklarının üzerinden yıllar geçse de "moda"nın sonu bir türlü gelmiyor. "Yeni erkek kimliği-erkek egemenliğine büyük tehdit", "Tüysüz erkek modası geliyor" gibi manşet ve "haber başlıkları"nı medyada yeniden görmeye başladık.
sanayiince eklenen kadın, ayakları olup yürüyemeyen, kanatları olup uçamayan bir yaratığa dönüştürülmüştür. Çekicilik(?) ve güzellik(?) için onca eziyete katlanan kadının erkekten benzer şeyleri istemesi hakkıdır aslında. Fakat bizim konumuz bu değil. Kapitalist pazarda, kadın, işgücü olarak sömürülmekle birlikte, ayrıca onun cinselliği imaj olarak de sömürülebilir. Başta reklam sektörü olmak üzere bu durum açıkça görülür. Kadınların hiçbir zaman kullanmayacağı ürünlerde bile kadın ve onun meta haline getirilmiş cinselliği kullanılır. Gerçek olmayan ihtiyaç üretimiyle varlığını sürdüren kapitalist toplumda, kadın cinselliğinin meta haline dönüştürülerek ya doğrudan ya da takviye aracı olarak kullanılması anlaşılabilir bir şey bu durumda. Erkek de reklam dünyasında, güçlülüğün cesaretin ve tek başında ayakta kalmanın sembolü olarak kullanılıyordu. Feminist mücadele etkisini bu alanda da gösterdi ve erkek cinsel yönüyle de kullanılır oldu. Maço olmayan ama sert bakan, kılsız ama kaslı/badili yarı çıplak erkekler reklamlarda boy göstermeye başladı. Bu tür erkekler aynı zamanda eşcinsel imajını da ön palana çıkarırken lezbiyen imajlı reklamlar da gecikmedi. Gelişmeler kadın cinselliğinin meta olarak kullanılmasında bir değişiklik getirmediği gibi tekeller artık bir taşla birden çok kuş/müşteri vurmaya başladılar. Şimdi bir japon kozmetik firmasının reklamına birlikte bakalım. Japon kozmetik firması Kanebu tarafından bir ruj reklamında ilk kez erkek kullanılıyormuş. Kadınlar tarafından kullanılan rujun bir erkek tarafından sunulması belki de liberal feministlerin hoşuna bile gidebilir. Erkekler açısından ise yine değişen bir şey yok. Erkeğin resminin kenarında ise "Bana süper lip ile saldır" yazıyormuş. Reklamdaki parlak japon erkeği bana maço bir erkeği hatırlatıyor. Sırt üstü yatmış bir maço sırıtarak kadına, bana tecavüz et, diyor "Bana süper lip ile saldır". Focus dergisi, erkeklerin estetik ameliyatları ile ilgili bir haber yapıyor aynı haberin Türk
Fiziksel değişiklikler sosyokültürel çağrışımlıdır. Yani sembolik bir anlam da taşırlar. Kadınsılık ve erkeksiliğin dışında bir süreçtir bu. 60'lı ve 70'li yıllarda erkeğin uzun saçı bir asilik belirtisi idi ve köylerde bile klasik uzun saçlı erkekler olurdu. 80'lerle birlikte hatta biraz daha erkenlerde saçlar birden kısaldı. Günümüzde kırda uzun saçlı erkek görmek belki de imkansız iken kentlerde yeniden saçlar uzadı. Ama hiç kimsenin aklına asilik ya da devrimcilik gelmiyor. Artık uzun saçlı bir erkek hele de at kuyruğu yapmışsa ya entel ya da ibne olarak algılanıyor. Giysiler, takılar ve benzeri şeylerin sosyo kültürel süreçte birden çok anlamları olabiliyor ve aynı şeyler farklı zamanlarda farklı anlamlar kazanabiliyor. Bu anlamları ilgili zaman ve mekanda değerlendirmek gerekir.Yoksa ‘ah vahla’ ya da ‘hot zot’la bir bok olmaz.
KAOS GL 4 / 62
medyasında aktarımı ve sunumu birbirinden çok farklı şekillerde gerçekleşiyor. Cumhuriyet, herzaman olduğu gibi haberi yarı bilim-teknik havasında aktarıyor. Hürriyet ise tam bir magazin ağızı ile haberin sadece popo ile ilgili olan bölümünü bol resimli olarak veriyor. Hürriyet, popolara silikon taktırmayı erkeklerin ençok rağbet ettiği estetik müdahale olarak aktarıyor. Cumhuriyet ise göğüse kadar her noktayı şekillerle sergilerken göğüsten aşağı inmiyor. Hürriyet ise popodan yukarı çıkmıyor. Şimdi burada Hürriyet'i ve Cumhuriyet'i eleştirmek gibi bir niyetim yok. Medya herzamanki medyalığını yapıyor. Dikkat çekmek istediğim noktalar şunlar: Türkiyeli hetero erkeğin olmazsa olmazlarından biri durumundaki bıyığın sözü bile edilmiyor. Bıyığın adı bile geçmeyince göğüs kılları rahatça aldırılıyor. Bu süreçte Avrupalı ve Amerikalı erkekler erkekliklerinden birşey yitirmedikleri gibi kadınlara daha çekici geliyorlarmış. Elbette oralarda da estetik ameliyatlarının ve güzelleşmelerin erkekler açısandan bir sınırı vardır. Her şey bir yana görülmesi gereken, mutlaklaştırılmaya çalışılan sosyo-kültürel kalıpların pekala değişebiliyor olmasıdır. Yine de gözden kaçırmamamız gereken bu değişikliğin mantığı olmalı. Uzun vadeli düşündüğümüzde insanın ruhsal ve bedensel bütünlüğü gözardı edilip bir robot insanın yaratılma tehlikesi akla geliyor. Nazizmin sarışın alman askerlerinin tornadan çıkmış gibi bir örnek oluşunu kastediyorum. Böyle bir zihniyet var olan ayrımcılığı daha da keskinleştirecektir. Ele krem sürmenin bile kadınsılık olarak algılandığı bir kültürde gerçi robot insana kadar ne tehlikeler vardır kimbilir! Erkeklerin farklılaştığına, Suna Tanaltay da dikkat çekiyor. Kendisi tipik bir burjuva psikoloğudur. Bizim açımızdan zaten düşman cephesindedir. Fakat burjuva gençlerine de yarardan çok zararı olduğunu düşünüyorum. Çünkü onları toplumsal gerçeklikten uzaklaştırarak yabancılaştırıyor. Gerçi bu onların sorunu ama yalnızca onlarla yetinmiyor. Psikolog Tanaltay sokakta yürüyen çiftlere baktığında, cinsiyetleri zaman zaman birbirine karıştırıyormuş. Erkekler giyim, takı, küpe ve dövmelerle kadınsı süslenmeye yenik düşmüşler. Tanaltay'ın belirttiğine göre küpeler de takıldığı kulağa göre farklı şifreler ifade ediyormuş! Burada giyimi, takıyı, küpeyi, kılı, tüyü tartışmayacağım. Suna Tanaltay, orta sınıf ahlak zabıtası rolüne soyunmuş anlaşılan. "İlk çağlardan bu yana hep kadınlar süslenmiş ancak günümüzde erkekler de böyle bir yönelime girmiştir." Tanaltay geçmişe bugünün gözlükleriyle bakıyor ve yanlış ve eksik şeyler görüyor. "Erkek tarihin çok uzun bir döneminde doğa ile savaşırken kadınlarını besleme uğraşı verirken hep somut yararları önde tutmuştur." Böyle diyor psikologumuz. Geçmişte insanların, hem kadınların hem erkeklerin vücutlarına, saçlarına, başlarına sürdükleri boyalar, taktıkları takılar bugünün gözüyle bakıldığında boş ve saçma gelebilir. Fakat o insanlar için somut
karşılıkları mutlaka vardı. Galiba Tanaltay, sözlerinden de çıkarabileceğimiz gibi, erkek avdayken kadın boş boş oturuyor ve o esnada makyaj yapıyor sanıyor. Burada Tanaltay o kadar çok yanlış yapıyor ki hangi birini sayayım. Zamanmerkezcilik, kültürmer-kezcilik, erkekmerkezcilik hepsi Tanaltay'ın bakış açısında mevcut. Kadınlar isteseler de boş oturamazlardı. Avdan eli boş dönen erkekleri ve çocukları kim besliyordu? Her boktan anlayan psikologlar biraz da antropoloji ve sosyoloji bilselerdi belki insanlara daha yararlı olurlardı. Gerçi zihniyet değişmediği sürece onlar yine görmek istediklerini görürlerdi. Onların dilini kullanacak olursak "Bilimci" sorumluluğunu bir yana bırakıp ortalama bir anne babanın kaygılarını dillendiriyor. Uzun saçtan, takıdan, küpeden dert yanıyor. Anlamaya çalışması gerekirken tam tersi sorumsuzca davranıyor. Ortada bir yarış ya da kazanan- kaybeden birileri varmış gibi erkeklerdeki sözümona farklılaşmaları, kadınsı süslenmeye yenik düşme olarak görüyor. Açıktır ki yoksulların ve alttan gelenlerin fiziksel değişikliklerine dikkat çekiliyor. Yoksa burjuva ve zengin erkekler zaten süsleniyorlardı. Bu görmezlikten geliniyor. Daha doğrusu alt kesimlerdeki insanlar aynı şeyleri yapmaya başlayana kadar ses çıkarılmıyor. Alt kesimlerde benzer davranışlar görülmeye başlandığında yaygara koparılıyor. Bu durum egemen ahlakın bir iki yüzlülüğüdür. Bu iki yüzlülüğün burjuva sınıfı tarafında yaşananlar güya gizlidir. Hafta sonu travestiliğinden, ‘bi’ kereden bir şey olmaza kadar o cephede herşey meşrudur. Kılıfına uydurabilirsen herşey denenebilir gerisi magazin muhabirleri ile danışıklı dövüşe kalmıştır. Onlardan biri yaparsa macera olur yoksullardan biri yaparsa sapıklık olur. Onlardan biri yaparsa çılgınlık olur, yoksullardan biri yaparsa soytarılık olur. Suna Tanaltay'lara düşen bu ikiyüzlülüğe bilimsel kılıflar hazırlamaktır. Fiziksel değişiklikler sosyokültürel çağrışımlıdır. Yani sembolik bir anlam da taşırlar. Kadınsılık ve erkeksiliğin dışında bir süreçtir bu. 60'lı ve 70'li yıllarda erkeğin uzun saçı bir asilik belirtisi idi ve köylerde bile klasik uzun saçlı erkekler olurdu. 80'lerle birlikte hatta biraz daha erkenlerde saçlar birden kısaldı. Günümüzde kırda uzun saçlı erkek görmek belki de imkansız iken kentlerde yeniden saçlar uzadı. Ama hiç kimsenin aklına asilik ya da devrimcilik gelmiyor. Artık uzun saçlı bir erkek hele de at kuyruğu yapmışsa ya entel ya da ibne olarak algılanıyor. Giysiler, takılar ve benzeri şeylerin sosyo kültürel süreçte birden çok anlamları olabiliyor ve aynı şeyler farklı zamanlarda farklı anlamlar kazanabiliyor. Bu anlamları ilgili zaman ve mekanda değerlendirmek gerekir.Yoksa ‘ah vahla’ ya da ‘hot zot’la bir bok olmaz. Herkes saçını uzatabilir ya da herkes küpe takabilir. Ama herkes güzellik salonlarına veya estetik kliniklerine gidemez. İlgili pazarda ve medyada kullanılan "Babalar", "Erkekler" çoğul özneler
kapitalist toplumun yapısı gereği doğru bilgi vermez. Güzellik salonları ve estetik klinikleri para gerektirir ve farklılaşan erkekliğin toplumsal yansımalarını doğru tahlil edebilmek için ilgili erkeklerin sosyoekonomik konumlarını bilmek gerekir. Bununla birlikte ilgili pazar üst-orta sınıf ve burjuva erkekleri ile yetinemeyeceği için bu alanın genişleme olasılığı yüksektir. "Süslenme" ve "Estetik kaygı" tek başına kapitalist pazarın kar mantığı ve imaj kaygısı ile açıklamak yeterli olmayacaktır. Bununla birlikte estetik kaygının ne kadarı insanın kendi bedenini sevmesini ve ona saygı duymasından ve ne kadarı imaj kaygısından kaynaklanıyor olduğunun ortaya konması gerekir. Bu durum zorunlu ve gerekli bir ayrımdır. Çünkü kapitalist toplumun insanı aynı zamanda vücuduna da yabancılaşmıştır. Kapitalist toplum insan vücudunu da bir mal olarak görür ve piyasaya çeker. Kapitalist toplumun insanı eğer vücuduyla ilgilenebiliyorsa bedensel ve ruhsal bütünlüğü için değil başkaları için ilgilenir. Kendini başkalarına sunar. Bu durum bir pazarlama olarak da görülebilir. (Pazarlama derken, kapitalist toplumda herhangi bir meslek olan fahişeliği kastetmiyorum). Bir mal/meta olarak insan vücudu insanın kendi denetiminden çıkmıştır. İlgili pazarın kuralları insan vücuduna yön vermektedir. Gelinen aşamada "Güzellik" de "Estetik" de çoktan içi boşaltılmış kavramlardır.
Eşcinsellere ve kadınlara yönelik bir tehdit olan ve aynı zamanda heteroseksüel erkeklerin de omzunda yük olagelmiş toplumsal erkeklik öyle görülüyor ki erkek dünyasında yıkılmadık tabu kalmadığı halde varlığını korumaya devam ediyor. Biz inanıyoruz ki pazarla el ele hareket eden medyaya ve onca makyaja rağmen "batı cephesi"nde ya da "erkek dünyası"nda yeni bir şey görmek ancak eşcinsellerin, kadınların ve özgürleşmek isteyen heteroseksüel erkeklerin birlikte mücadelesi ile mümkün olacaktır.
Farklılaşan ya da elden giden "Erkeklik"in yasını tutacak değiliz. Gerçekten "Elden giden" birşey olsa bir tekme de biz vururuz kuşkusuz. Heteroseksüel erkek iktidarınca korunup kollanan ve onun kurumlarınca davranışsal ve zihinsel olarak yeniden üretilen toplumsal erkeklik bizim sorunumuz olmalı. O değişiyor mu, o parçalanıyor mu? Makyaj değişiklikleri ile kendimizi kandırmayacaksak yanıtlanması gereken soru budur.
Herkes saçını uzatabilir ya da herkes küpe takabilir. Ama herkes güzellik salonlarına veya estetik kliniklerine gidemez. İlgili pazarda ve medyada kullanılan "Babalar", "Erkekler" çoğul özneler kapitalist toplumun yapısı gereği doğru bilgi vermez. … kapitalist toplumun insanı aynı zamanda vücuduna da yabancılaşmıştır. Kapitalist toplum insan vücudunu da bir mal olarak görür ve piyasaya çeker. Kapitalist toplumun insanı eğer vücuduyla ilgilenebiliyorsa bedensel ve ruhsal bütünlüğü için değil başkaları için ilgilenir. Kendini başkalarına sunar. Bu durum bir pazarlama olarak da görülebilir. Bir mal/meta olarak insan vücudu insanın kendi denetiminden çıkmıştır. İlgili pazarın kuralları insan vücuduna yön vermektedir. Gelinen aşamada "Güzellik" de "Estetik" de çoktan içi boşaltılmış kavramlardır.
KAOS GL 4 / 63
Sevgili Gözüm Abla; Biliyorum çok yoğunsunuz. Bu mektubuma bir cevap verebileceğinizden bile kuşkuluyum. Gerçi öğrendiğime göre her mektup gönderene veriyormuşsunuz. Ablacığım, benim derdim elden ayrı bir dert, hayatım ise roman, hatta foto-roman... 23 yaşında, sarışın ve alımlı bir gencim. (İyi aldığımı söylerler.) Ablacığım benim derdim herkesin peşimde olması. Öyle güzelim, öyle çekiciyim ki sokağa çıkamıyorum; herkesin gözü bende. Korkarım yakında Belediye İl Meclisi sokağa çıkmamam yolunda bir karar alacak. Yani halkın huzur ve güvenliği açısından. Ay abla, bir ekmek almak istediğim duyulsun mesela, bütün fırınlar temsilcilerini gönderip ekmeklerinden numunelerle yolumu kesiyorlar. Ay ne mantiler ne mantiler... Fekat tüm bu ilgiye ve yakın temas arzusuna rağmen ben birini seviyorum ablacığım. Onun dikkatini çekmek için neler yaptığımı anlatamam. (Israr etmeyin lütfen, anlatamiciim) Bir gün manavın 18 yaşındaki çırağının evime servis yaptığı semizotlarını ayıklarken öğrendim ki benim aşık olduğum adam evli ve 3 çocuk babasıymış. Orta derecede İngilizce biliyormuş. Yıkıldım ablacığım. Üzüntümden semizotlarını paramparça edip çırağa çiğ çiğ yedirdim. Kahrımdan kasabın çırağı ile -hiç adetim olmadığı halde- ikinci kere beraber olmuşum, hiç farkında değilim.Yani böyle mecnun gibi yaşıyorum. Ne yapacağımı hiç bilmiyorum. Hüznümden dolayı kime, nerede ve nasıl verdiğimi bile bilmiyorum günlerdir. Sürekli aklım onda. Nasıl olur da ben orta düzeyde İngilizce bilen biri ile birlikte olurum ablacığım? Ne olur yardım edin. Rumuz: Seçkin diyerekteeeen!
Sevgili evladım;
Mailleriniz İçin: gozumabla@usa.net Mektuplarınız için: Dergi iletişim adresini kullanabilirsiniz. KAOS GL 4 / 64
Elinin körü! Ne diyeyim ben sana? Valla mektubunu okuduğumdan beri tansiyonum 20'lerden aşağıya inmedi. Ne hap fayda ediyor ne de fitiller. Ne demek bu 'her mektup yazana verme' meselesi? Ha ne demek bu! Şeytan diyor aç ağzını yum gözünü ama fırsat kollayan zamparalar ağzıma verir de kim olduğunu bile göremem tedirginliği ile sakin olmaya çalışıyorum. Çok sinirlendim. Oda arkadaşım Psikolog Muhteşem Sazan bile teselli edemiyor. "Kendine gel Gözümcüğüm, bu bir imla hatasıdır" diyor ama ben biliyorum bu bir imla hatası değil ima hatası. Ama okurlarıma olan sorumluluk hissimle soğukkanlı olmalıyım değil mi? Evet evladım, şu verme konusunu sineye çekip mektubunu cevaplayım. Öncelikle güzelliğin meselesi kafamı çok kurcaladı ve posta işletmesinden uzman bir ahbabımı arayıp adresini temin ettim ki olay mahallinde incelemelerde bulunayım. Benim Saadettin'den ne eksiğim var ayol. 2 gün seni gözledim evladım. Bence sen haklısın yavrum; Belediye İl Meclisi yakında böyle bir karar verebilir ve bence vermelidir de. Basın en büyük destekçileri olacaktır. Evladım o nasıl yürüme? O nasıl çevreye bakış? Yavrum sen yürümüyorsun, sanki oryantaller yarışmasına hazırlanıyorsun da yolda yürürken bile idman yapıyorsun. Zorun ne çocuğum? Şimdi belini incitecek, şimdi ayağı burkulacak, şimdi kalça çıkığı olacak diye yüreğim ağzıma geldi geldi, gitti. Ki ben ne panayırlarda ne ip cambazları seyrettim
de tık bile demedim. Yoksa senin bir iskelet eğriliğin falan mı var? Valla bana kalırsa senin belin bir zamanlar kırılmış ve kemiklerin yanlış kaynamış. Var bir anormallik çocuğum. Yalnız seninki hafif psikolojik de. Dikkat ettim; yalnızca menziline bir erkek girdimi başlıyor senin kol, bacak ve kalça koordinasyonunda bozukluklar. Sanki sara krizi geçiriyorsun evladım. Yani ben böyle şey daha önce görmedim. (Duymuştum ama) Bir tespitim de senin yakını görme sorununun oluşu. Yani erkekler geçerken gözünü onların burnuna dayayışının başka bir bilimsel izahı yok. Olabilir yavrum, herkesin gözü bozuk olabilir. Bak mesela o rakip köşe şıllığı Üzüm Abla neredeyse teleskop kullanacak diyorlar yazı yazarken. Hah hah hay... Neyse, sen neden bir gözlük almıyorsun da adamcağızların burnuna gözünü dayayıp onlara bakmaya çalışıyorsun. Hadi bunu anladık da burunlar gözüne girince neden "Ay soktu bana, girdi!" gibi şaibeli fiillerle derdini anlatmaya çalışıyorsun? Valla utancımdan kıpkırmızı oldum çocuğum. Şu aşık olduğun adamcağıza gelince, aranızdaki sorun dil sorunu olsun çocuğum. İki gönül bir olunca samanlık seyran olur, herkes gelir ronta yatar demişler değil mi güzelim? Adamcağız şu saatten sonra İngilizce kursuna gidemeyeceğine göre en iyisi senin İngilizce konuşmaya konuşmaya orta düzeye gelmen değil mi geri zekalı çocuğum benim. Sevgiler efandim...
Taa seksenlerin ortalarından beri AIDS ile ilgili konuşmalar yapıldı, bazen uyarılar bazen “şok” haberler gündemi tuttu. Dünyada almış başını gitmekte olan bu salgın insanların yatak odalarına, cinsel yaşantılarına, hatta günlük yaşantılarına bomba gibi düşüp, bazı insanların en mahrem alanlarına, bazılarınınsa güveni ön koşul olarak öne sürdüğü bir alana hastalığı ve ölümü buyur ediverdi. Önce eşcinsel erkek hastalığı olduğu için bir çok çevrede sevinçle karşılandı bu hastalık. Batı’da birçok eşcinsel grubun çabaları ve sonunda hastalığın heteroseksüellere de bulaşabildiğinin anlaşılması o zamana kadar konuya ilgisiz kalan bir çok devletin bu konuya büyük paralar yatırmasına yol açtı. Büyük bir hızla araştırmalar yapıldı, hızlı bir şekilde hastalığa neden olan HIV ve tedavide kullanılacak ilaçlar tespit edildi. Ama bu sırada, önceki cinsel devrim yıllarını yaşamış, gey hareketinin önemli önemsiz, yaşasalar birçok şey üretebilecek bir nesli neredeyse ortadan kalktı. Salgın büyük hızla yayıldı. Şimdi tüm dünyada daha çok heteroseksüelleri tutuyor. Ama AIDS hâlâ eşcinsellerin de hastalığıdır! Türkiye’de AIDS patlaması Korunmasız, kondomsuz cinsel ilişki ile bulaştığı anlaşılan virüsün Türkiye’de patlamamasına imkansız gözüyle bakılıyordu tabi. Ama hâlâ önemli bir kesim bunun eşcinsellere özgü bir hastalık olduğunu zannediyor. AIDS ile mücadeleyi hedefleyen kesimlerin çoğunluğu ise, hastalığı hak etmedikleri(?) ve masum oldukları halde edinmiş olan heteroseksüel kesime hitap ediyor. Korunma yolları arasında hiç sakınmadan, “homoseksüel ilişkiden kaçınmak” diyebiliyorlar, görece insaflı olanları sorulunca bununla anal ilişkiyi kastettiklerini söyleyebiliyorlar. Eşcinsellerle birlikte çalışmayı seçenler vardı, haklarını yemeyelim, ama baskın olan tavır homofobiydi: açık ya da gizli. (Aslına bakılırsa bu konuyla ilgili çalışanların büyük çoğunluğu cinsellikle ilgili bir çok tabuyu hâlâ içlerinde taşıyor ve heteroseksüel sekse dair bir çok konuyu bile gündeme getiremiyorlar.) Eşcinsellerin tavrı ise “AIDS eşcinsel hastalığı değildir”den öteye geçemedi. Yoo sapır sapır ölmüyoruz, insanlar kendilerinde korunmayı gerektirecek birşey olmadığından hep adları kadar emin oluyorlar. Patlamıyor işte, ne derlerse desinler... Ama birazcık konuyu bilenler bilir ki, hastalık ilk bulaştığı anda kimseyi öldürmez, kişi kendinden emin olmayıp test ettirmedikçe hasta olduğunu bilemez. Yani bizim bilmediğimiz bir çok eşcinsel HIV(+) olduğunu biliyoruz. Bunların ilerde patlamayacaklarsa da hasta olacakları, ayda 1000 doları geçen tedavi masrafları olacağı, sayıları arttıkça bu “ibneleri” tedavi edip etmemek konusunda “kamuoyu”nda tartışmalar yaşanacağı, bu paralarla çocuklara yaşlılara hizmet verilip verilemeyeceği tartışmalarının yaşanacağı, “tüm hastaları bir yerde toplasak hastalığın önüne geçemez miyiz” fikirlerinin ortaya atılması bize hiç de fantezi gibi gelmiyor. (Bunlar Batı’da yaşandı, benzerleri hâlâ söylenegeliyor bile.) Ankara’da 19-20-21 Mayıs 2000’de yapılan 4. Türkiye Eşcinseller Buluşması’nda “Güvenli Seks Promosyonu” adı altında bir araya gelen bir grupla, bizim çevremizde
güvenli, sağlıklı, tercih edilebilir cinsel yaşamın nasıl teşvik edilebileceğini konuştuk. Önce aids ve diğer cinsel yolla bulaşan hastalıkların nasıl bulaştığı ve nasıl korunabileceği ile ilgili kısa bir bilgilendirme sonrasında çevremizdeki insanların neden korunmadıkları ile ilgili konuşuldu. Burada bilgi eksikliği önemli bir faktörse de, sadece bilgili olmanın korunmayı getirmediğine değinildi. Gerekli davranış değişikliğini yaratabilmek için başka yöntemlerin de geliştirilmesi gerektiğinden bahsedildi. İnsanlara korunmama ile aldıkları riskin boyutlarının sık sık hatırlatılması, bu konunun gündemde tutulmaya çalışılmasının önemli olduğundan bahsedildi. Bunun için broşür dağıtmak, konuyla ilgili parti ve toplantılar düzenlemenin, afişler hazırlamanın işe yarayabildiği, ama bunları yaparken kullanılacak dilin tıbbi olmaktan mümkün olduğunca uzak, gereksiz bir sürü detaydan arınmış ve hedef kitleye yönelik olması gerektiğine değinildi. Bilgilendirmeyi aşıp bilinçlendirmeye yönelik bir şeyler yapılmaya çalışılması yolunda görüşler alındı. Korunmanın nasıl yapılabileceğini insanlar bilse de korunmak için gerekli olan su bazlı kayganlaştırıcı, kondom (özellikle anal ilişki için kondom) gibi materyallerin kolay ulaşılabilir olmasının kullanımı arttırmak için temel gereksinim olduğu bu yolda çalışmalar yapılması gerektiği ile ilgili görüşler belirtildi. Bu malzemelerin el altında olmasının korunmaya yönelik davranışı teşvik edebileceği gibi hatırlatma işlevi de görebileceğinden bahsedildi. Bu konuyla ilgili çalışacak bir eşcinsel grup olacaksa da bu mücadele içinde olan diğer kuruluşlarda da çalışmaya ve onları eşcinsellikle ilgili yanlış tutum ve davranışlarını değiştirmeye yönelik etkinlikler yapılmasının gerekli olduğu ifade edildi. Bu hastalıklardan korunmaya yönelik davranışların eşcinsellerin kendi sağlıklarına ve yaşamlarına, haklarına bakışları, ilişkilerine verdikleri önem ve yükledikleri anlamla, ilişkileri içinde kendilerine duydukları güvenle ve hayır diyebilme yetilerine bağlı olduğu da konuşulanlar arasındaydı. Bunları gözardı ederek yapılacak bir mücadelenin havada kalabileceğine dikkat çekildi. Şu anda mevcut olan çalışmaların işbirliği içinde yürütülmesi için adımlar atılmasına karar verildi. Bu grubun ileride eşcinsellerin Türkiye’de bu konuyla ilgili sesi olmasının hayalini kuruyoruz. Sonuçları yıllar sonra görülecekse de, AIDS bugünün sorunu, şimdi önünü almazsak ilerde HIV(+) eşcinseller cemiyetleri ile yetinmek durumunda kalabiliriz. Tedavi ve yaşama haklarımızı savunabilmek, kendi sözümüzü söyleyebilmek için. Çağrımız, bu konularda konuşmak ve özellikle çalışıp üretmek isteyenlere, her türlü katkınız bizim için anlamlı. Benim de bu çorbada tuzum olmalı diyenler aidsbulusma@usa.net adresine atacakları bir mail ile buna istekli olduklarını bildirsinler. Unutmayın, bu sizin de bir sorununuz. Sizin de hak savaşımınız. AIDS- Buluşma, Mayıs 2000
KAOS GL