KaosGLD68

Page 1


KAOS Bu yazı, dergimize, Ahmet Kaya'nın ölümünden yaklaşık 2 ay önce gönderilmişti. 12 Eylül Askeri Darbesinin arkasından ortaya çıktı Ahmet Kaya. Selda Bağcan'ın deyimiyle "hepimiz bu dönemde dikenlerin üzerinde yürüdük." Bu dikenler hepimizin canını acıttı. Ahmet Kaya'nın şarkılarında acılarımızı buluverdik. "Sosyal gelişmenin ekonomik gelişmenin önüne geçtiği" bir dönemde yapıldı askeri darbe. Kemalist Cumhuriyet Gazetesini okuyanlara bile işkence yapıldı. 17 yaşındaki Erdal Eren'in idam edilmesi için yaşı büyütüldü ve idam edildi. Bu acı dönemin ardından solun duygularına tercüman oldu Ahmet Kaya. Hasan Hüseyin, Atilla İlhan, Ataol Behramoğlu, Enver Gökçe'nin şiirlerini besteleyip okudu. Ortaya iyi şeyler çıkararak. Sol kendi starını böylece yaratmış oldu. Çıkışından belli bir süre sonra yaşam tarzı ve bindiği arabayla gündeme geldi Ahmet Kaya. Parçalarında devrimci duyguları dile getirdiğini iddia eden bu insan burjuva gibi yaşıyordu. Solun bir kesimi Ahmet Kaya'ya cephe almaya başladı bu yüzden. Ahmet Kaya da "Paranın cinlerinin" esiri olmuştu. Para belli oranda Ahmet Kaya'yı kirletti. Bu kirlilik giderek kasetlerine yansımaya başladı. Yaptığı müzikte kötüleşme görüldü. Kendi deyimiyle o artık bir yorgun Demokrattı. Düzen de onu yormak için elinden gelen herşeyi yapıyordu. Zararlı Ahmet Kaya'yı zararsız hale getirmeye

çalıştı. Bunda belli bir süre başarılı da oldu. Kanal D'ye tolk şov programı yaptı. Programında Hülya Avşar'la feministlerin çirkinliği üzerinde tartıştı durdu. Derken ekranda Kenan Doğulu ile tartıştı. Kenan Doğulu'nun küpesine kafayı taktı, şarkı sözlerinin berbatlığı ve müziğinin çirkinliği dururken. Bu sıralar tabancasını helada unuttuğu sıralardı. Sonra o tabancaya ne oldu bilmem? Be adam tabancayı unutacak başka yer bulamadın mı? İzmir'de yerel olarak yayın yapan Demokrat FM ile tartışmaya girdi. Demokrat FM'i Rtük'e şikayet etti. Sol çizgide yayın yapan bu radyo Ahmet Kaya'nın parçalarını artık çalmayacağını açıkladı. Bu radyonun kaderi de Ahmet Kaya'nın kaderinden farklı olmadı. Bu devrimci radyo daha sonra düzene muhalif yayın yapan radyo ve televizyonları kapatmak amacıyla kurulan Rtük'ün ceza hışmına uğradı. Radyo kapandı. Ahmet Kaya'nın dinleyicileri de artık yavaş yavaş değişmişti. Artık solcu olmayanlar da onu dinliyorlardı. O da bunun farkına vardı, o sıralar yine türban sorunu gündemdeydi. Ve o türbana sahip çıktı. Başörtüsü yüzünden okuyamayan insanların yanında yer aldı. Bana göre doğru olanı yaptı. İslamcı Fadıl Akgündüz'e yaklaştı ve onla iyi arkadaş oldu. Kanal 7'de çıkıp Fadıl Akgündüz'ü savundu. Jetpa o sıralar Ahmet Kaya'nın klip sponsorluğunu yapıyordu. Ahmet Kaya'nın yıldızı eşcinsellerle hiç barışmadı.

Bizleri hiç sevmedi. Ona göre biz insanları kirletiyorduk. Çevre kirliliği nasıl hoş karşılanmazsa insan kirliliği de aynı şekilde hoş karşılanamazdı. O sıralar bu düşüncelerini açıkladığında "saza niye gelmedin?" parçasını meşhur etmişti. Allahın garip bir tecellisi bu parçanın eşcinsel bir aşkı anlattığı basında yazıldı. O ise bunu bilmediğini söyledi. Bilseydi bu parçayı okumazdı. Ona inanıyorum. Ahmet Kaya'ya göre biz ötekilerdik. Bizlere tahammül etmeyi beceremedi. O dilinden düşürmediği demokraside ona göre bizim hakkımız yoktu. Uğradığımız haksızlık ve baskıları görmüyordu. Anadolu erkeği(!) Ahmet Kaya. Kürt kökenli sanatçının kaderi Magazin Gazetecileri Derneği'nin düzenlediği ödül gecesinde yaptığı konuşmadan dolayı değişti. Son kasetinde Kürtçe bir parça yapacağını ve buna klip çekeceğini açıkladı. Bu klipi yayınlamayacak kanallara meydan okudu. O salonda bulunanların saldırılarına maruz kaldı. O sırada salonda bulunan Kürt kökenli sanatçılar İbrahim Tatlıses ve Mahsun Kırmızıgül bu saldırılara seyirci kaldılar ve ona destek olmadılar. Onlar "Osman çıkan Alilerden miydi" diye düşünmüştür. İçinden geldikleri insanların acıları karşısında niye bu kadar duyarsızdılar? Mahsun bey son kasetinde "yoruldum" diyor. Ne yaptın da yoruldun? Bayanların peşinden koşarken mi

yoksa onlarla yatarken mi yoruldun? O gecede Ahmet Kaya'ya tepki gösterenlerden biri de çapkın(!) Erdal Acar'dı. Daha sonra çapkın milliyetçimizin hiç vergi vermediği ve asker kaçağı olduğu ortaya çıktı. O kadarcık kusur(!) kadı kızında bile olur. Bu ülkede ülkü ocakları başkanı bedelli askerlik yaptıktan sonra çapkınımıza kızmamak lazım. Güneydoğuda şehit düşenler içinde ne hikmetse hiç zengin çocuğu yok. Ahmet Kaya'nın Kürt ve Türk halkını sevdiğine ve bölücülük gibi bir niyetinin olmadığına inanıyorum. Kürtlerin Türkleştirilmesine karşı çıktı. Bunda haksız mı? Düzen Ahmet Kaya'yı düşman ilan etti. Hakkındaki davalar birbirini izledi. "Vatan haini", "bölücü"(!) ilan edildi. Ahmet Kaya'yı kimse artık savunamaz oldu. Kaderin cilvesine bakın sevmediği bir eşcinsel onun hakkında yazı yazıyor. Bize göstermediği hoşgörüyü başkaları da ona göstermedi. Ahmet Kaya artık Fransa'da bir sürgündür ve şimdi bir yalnızlıktır Ahmet Kaya. Kim onun duygularını dile getirebilir? Yalnızlığını kim anlayabilir? Merak ediyorum yaptığı konuşmadan pişman mıdır? Arkadaşı Fadıl Akgündüz de şimdi yurt dışında Türkiye'ye gelemiyor. O da bir kaçak. Ne zaman bizden farklı yaşayan veya farklı düşünenlere tahammül edersek o zaman demokratiğizdir. Demokrasi "öteki"ne tahammül etmektir. Ahmet Kaya bunun farkına varamadı. Şimdi varmış mıdır? Tek isteğim bu yazının bir şekilde ona ulaşması.

Kaşık Düşmanı


KIŞ 2000-2001

SAYI:6

içindekiler

Üç Ayda Bir Yayınlanır ISSN 1302-5015

KAOS GL'den ........................................................................2 Cezaevinde Travesti-Oktay Ç. ................................................3

Sahibi: Ali Erol Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Abdurrahman Bahşişoğlu Basım Öncesi Hazırlık: KAOS GL Baskı: Ses Reklam & Matbaacılık Adres: Konur Sokak 36/4 Meşrutiyet Caddesi Kızılay ANKARA

Yazışma Adresi: Ali Özbaş, P.K. 53, Cebeci/ANKARA TEL: 0 312 418 87 15 FAKS : 0 312 363 90 41 E-MAİL: kaosgl@ilga.org Internet Adresi : www.geocities.com/kaosgl Yayınlanması İsteğiyle Gönderilecek Ürünler İçin Adres: ALİ ÖZBAŞ P.K. 53 CEBECİ / ANKARA ali.ozbas@isbank.net.tr ABONELİK İÇİN Yurt içi 1 yıllık (4 sayı) abone bedeli: 10.000.000.-TL. Yurt dışı 1 yıllık abone bedeli: 75 DM ya da 50 $. Please, transfer 75 DM or 50 $ as 1 year subscription period to the following bank account: T. İş Bankası Meşrutiyet Şubesi (ANKARA) Ali Özbaş no:4213 0544328. Dekont ya da fotokopisini mutlaka Ali Özbaş P.K. 53 Cebeci/Ankara adresine postalayınız. Tek sayılık isteklerde 1.500.000.-TL’lık posta pulu gönderiniz. Tutsaklara ücretsiz gönderilir.

1

Türkiye'de Hücrenin Yakın ve Kısa Tarihçesi ..................................5 Karantina Altında Yaşamak-Ufuk Kuzey...........................................7 Kuşadası… -Ahmet ...........................................................................9 Dakika Dakika "Eşcinsel Turistler".................................................10 İHD: Hükümet Özür Dilemelidir ....................................................11 Kuşadası ve Taksim'den Dinliyorum Türkiye'yi -Osman Elbek......12 Haberler ..........................................................................................14 Hugo-Özgür Eren............................................................................15 Türk Sinemasında Eşcinsel Sunumu Üzerine-Gülsüm ....................16 Makellos-Emine Uçar .....................................................................20 Roma'dan Bizans'a Geçişte Eşcinsellik-Koray Durak.....................21 Haberler ..........................................................................................23 Catullus'un Şiirleri-Zekeriya Gün....................................................24 Apollon-Kyparissos Miti-Agatadaimon ..........................................26 Eşcinsellik… -Murat Öğmen ..........................................................27 Haberler ..........................................................................................28 Dünyadan Haberler .........................................................................29 Çocuklarımız İçin-Safai ..................................................................32 Ter Masalları-Şarmut A. İkarus.......................................................35 Biz ve Onlar-Eralp Yıldırım............................................................39 Sevgili Gözüm Abla........................................................................40 5. Senfoniye Ağıt-Şiir-Can Uğur ....................................................42 Yeni Toplumsal Hareketler-Muhittin Serinay .................................43 Haberler ..........................................................................................55 Güztanbul Üzerine ..........................................................................56 ilga'nın Bölge Konferansı Romanya'da Gerçekleştirildi..................58 Issızadanıngüncesi ..........................................................................60 Serde Kadınlık Var Ağlayamam .....................................................63 Çirkin-Güzsiyah ..............................................................................63 Şiirler ..............................................................................................64 Kursk'la Birlikte Batanlar-İbrahim..................................................66 Röportaj Deneyimi-Serkan Ege ......................................................68 Belki Bir Gün-Şiir-Murat Öğmen ...................................................69 GL: Gelişim Süreci, Açılma-Çev: Metehan Çelik...........................70 Benim Bu Odada Ne İşim Var-Kerem Güven .................................71 Haberler ..........................................................................................72 Güneydoğu, Güneydoğu-Ahmet ......................................................73 Ç'iletişim-Kenan I. ..........................................................................75 İletişim ............................................................................................77 Bize Gelenler ..................................................................................78 Armistead Maupin'den Anneye Mektup-Çev: Kerem Sanatel ........80


Tamam, bu defa iyice abarttık... Periyodunu sektirmeden en uzun süre düzenli çıkan "amatör" dergi iken son bir yıl içinde yenilikler, değişiklikler, hayalleri gerçeğe dönüştürme çabaları peşine takılıp dergiyi biraz aksattık. Aslında dergiyi her zaman önemsedik. Ancak Türkiye'de "eşcinsellere ait bir yayın" yokken "ilk"i gerçekleştirip çabalayarak açıkça eşcinsellere ait ama herkese açık bir dergi çıkarttık. Kimi deli dedi, kimi çılgın, kimi enayi. Elbette bravo diyen de oldu, ben de varım yanınızda diyen de... sonuçta gün geçtikçe destekleyen, yolumuzu açan eleştiri, katkı ve önerilerle birlikte yılları deviriverdik. Bundan böyle Kaos GL'yi 3 ayda bir mevsimlik olarak yayınlayacağız. Aylık olarak da gazete çıkarma çalışmalarımız var. (Bu konuda geçen sayımızda uzunca bahsetmiştik). Ama sizler dergi ya da gazetenin çıkmasını beklemeden de bize ulaşabilir, yazabilirsiniz. Yıllardan beri "hayallerimiz" başlığı altında yığınla şeyi sayar dururduk. İşte bunlardan birini daha gerçekleştirmenin coşkusunu paylaşıyoruz: Kaos Kültür Merkezi... KAOS KÜLTÜR MERKEZİ AÇILDI. Okurlarımızı çay-kahve içmeye, sohbet etmeye beklediğimiz Kaos Kültür Merkezi'nde ayrıca herkesin yer almak isteyeceği etkinlikler de başladı. Pazartesi günleri "Kütüphane Sohbetleri", Çarşamba günleri "Çarşamba Sohbetleri", Pazar Günü "Kaos GL Haftalık Toplantıları"... Olanaklarımız ve yaratıcılıklarımız ölçüsünde sürekli zenginleşecek olan programlar ile mekanımızı adına yaraşır bir kültür merkezi haline hep birlikte getireceğiz. Artık sadece seyretmek ve okumakla kalmayın, gelin birlikte üretelim. Ankara dışında olan okurlarımız da bize artık çok daha kolay ulaşabilecekler. Kaos Kültür Merkezi'nin kapıları Pazartesi-Cumartesi 12:0022:30 arasında, Pazar günleri de 14:30-22:30 arasında açık. Bu saatlerde bize telefonla da ulaşabilirsiniz. Yeni telefonumuz: 0.312.418 87 15. KAOS GL OKURLARI MAİLİNG LİST'İ Geçen sayımızda duyurmuştuk; artık tüm okur ve yazarlarımızı üye olmaya çağırdığımız bir dergi mailing list'imiz var. Okumak ve yazmakla kalmayıp her türlü eleştiri, katkı ve tartışma için listemize üye olmanızı bekliyoruz. Listemizdeki tartışma ve fikir teatileri ile

2

iletişim ve etkileşimimiz de artacaktır. Ya siz ne düşünüyorsunuz? Mailing list'e üye olmak için kaosgl-dergi-subscribe@egroups.com adresine mail atmanız yeterli. KAOS GL KÜTÜPHANESİ Kaos Kültür Merkezi bünyesinde artık bir kütüphanemiz de var. Kütüphanemizi sadece GL konularıyla değil, her konudan kitap ve süreli yayınla zenginleştirmeyi istiyoruz. Kütüphanemiz şimdiden kullanıma açık. Kütüphanemize üye olabileceğiniz gibi kitaplıktan merkezimizde de faydalanabilirsiniz. Ve tabii ki kütüphaneye bağışta da bulunabilirsiniz. AYLIK DERGİYE NE OLDU? Önceki sayımızda hem bir paylaşım hem de bir davet niteliğinde, “Kaos’ta Yeni Ne Var? Bu Patikalar Nereye Götürür?” yazısında bundan sonra Kaos GL’nin üç ayda bir çıkan ve ayda bir çıkan iki dergiye bölüneceğini duyurmuştuk. Ayda bir çıkacak olan bu günceli yakalama iddiasındaki dergiye biz ‘gazete’ adını takıverdik. Geçen süre içerisinde Ankara’da açtığımız Kaos Kültür Merkezi’ni gerek açma gerek yürütme koşturmacası içinde, kendimizden zaman çalıp yaptığımız toplantılarda, çay koyarken, bulaşık yıkarken yaptığımız sohbetlerde hep bu gazeteden, nasıl olmasını istediğimizden ve ne olacağından konuştuk. Kafamızda bazı şeyler netleşti, bazı şeyler muğlak kaldı, gazetenin biçimine dair birşeyler ortaya çıktı. Kültür merkezini yürütme telaşını, heyecanını, yorgunluğunu taşıyan bizler, çıkacak olan bu gazeteye önem veriyoruz ve tam anlamıyla içimize sinen birşey ortaya koymadıkça çıkmasını istemiyoruz. Bu yüzden bu ay gazeteyi çıkarmıyoruz. Ama bu proje hâlâ bizimle, yürüyor ve hâlâ bizimle çalışmanızı istiyoruz, hayallerimizi (bazen hayal etmeye bile cesaret edemediklerimizi) gerçeğe dönüştürmemiz mümkün, bunu defalarca kendimize ispatlamadık mı? Bu kısa not da çok yakında çıksın istediğimiz aylık gazetenin heyecanını bizimle paylaşmak isteyenlere davet işte. Kaos GL her zaman değişiyor, gelişiyor; ama bir o kadar da her zaman aynı; yani sizlerle birlikte, sizlerin katkılarıyla... daha iyide, daha güzelde buluşmak dileğiyle.


KAOS

kesen kavga eden kişiler kalıyordu. Bu nedenle bulunduğum yerde rahat uyumak, yazmak, düşünmek olası değil. Bulunduğum yer ufak bir mutfak gibi en fazla 7-8 m2lik bir yer. İki katlı bir ranza, bir yatak, tuvalet, lavabo, plastik bir masa tabure var. Uğraşlar sonucu elbise dolabım da geldi. Şimdide televizyon için çabalıyorum. Ama idare kendin getir diyor, şu anda bu imkanım yok. Çünkü burada zaman geçmiyor. Haftada 2 gün ikişer saat sadece bahçeye çıkıp hava alıyorum. volta atıyorum. Onun dışındaki zamanda hep burdayım. Kütüphaneden aldığım kitaplarla, bir de burada bir mahkum arkadaşın verdiği radyoyla zaman geçirmeye çalışıyorum. Bir de bulunduğum yer berbat sıcak, doğru düzgün hava da almıyorum. Banyomu da genelde hücrede soğuk suyla yapmak zorunda kalıyorum. Şu anda yanımdaki travesti, eşcinsel arkadaş ikisi de tahliye oldu. Koskoca cezaevinde gizli eşcinsellerin dışında yapayalnız olmak iğrenç bir duygu. Karşı koğuştaki ya da yan hücrelerdeki çocuklarla muhabbet etmesem zaman hiç geçmeyecek. Hücremde çay filan yapamadığım için canım istediğinde karşıdaki çocuklardan istiyorum. Onlar da pet şişeye doldurup camdan atıyorlar. Aslında yasak olan bir şey. Ama sonuçta ben de hücrede gönüllü değil zorunlu kalıyorum koğuş olmadığı için. Diğer mahkumlar sabahtan akşama kadar bahçede geziyor, televizyon izliyor, istedikleri yemeği, çayını yapıyor, hamamda yıkanıyor. Ama ben çoğundan mahrumum. Birkaç kere idareye çıkıp tüp istedim ama sonuç alamadım. Cezaevine düştüğümde bana tek yardımcı olan ev arkadaşım ve sevgilimdi. Ama daha çok ilgilenen sevgilimdi oysa ben ev arkadaşımdan beklerdim. Ben cezaevine düşünce eşyalarımı sevgilim getirdi. Artı avukat konusuyla filan o ilgilendi. Dışarıdayken birikimim olmadığı için telefonumu ve birkaç eşya satarak avukatlık ücretinin bir kısmını ödemiş. Travesti arkadaşlarımın bu konuda yardımcı olacaklarını düşünürken hüsrana uğradım. Bu nedenle avukatım da çekilebilir ev arkadaşım geri kalan ücreti ödemezse. Cezaevindeyken ilk iki hafta ziyaretime kimse gelmedi. Bir süre sonra komşularım avukatlarını geçmiş olsuna yolladılar, doğrusu şaşırdım. Çünkü arkadaşlarım bunu yapmamıştı. Geçen gün de apartmanımdaki komşumdan mektup geldi oysa travesti arkadaşlarım bile yazmıyordu. Ev arkadaşım, sevgilim dışında. Bir süre sonra

Aslında hiç aklıma gelmezdi şu an burada olacağım. Ama derler ya insanın aklına gelmeyen başına gelir diye. Benimki de öyle oldu. 16 Haziran günü bir kaza sonucu öldürdüğüm bir asalağın yüzünden ya da bir anlık öfkenin sonucunda mı desem, şu an buradayım. Aslında o kişiyi amacım öldürmek değildi ama öldü; ruhen pişmanlık duymuyorum. Mantığımca toplum ya da eşcinseller başlarına musallat olan bir pislikten kurtuldu. Henüz yargılanma aşamasındayım. 24 yılla yargılanıyorum ama hafifletici nedenlerden dolayı bu kadar ceza beklemiyorum. Yakında ikinci mahkemeye çıkacağım, yılbaşından önce de karar bekliyorum. Hayatımda ilk defa cezaevine girdiğim için beni nelerin beklediğini bilmiyordum. Gazetecilerin bunaltıcı fotoğraf yarışmasının ardından sevgilim, ev arkadaşım 2-3 arkadaşım ve avukatım adliyedeydik. Orda arkadaşlarım, sana yardımcı olacağız üzülme filan diyordu. Adliyedeki işlemlerden sonra 2 polisle cezaevine gitmek için ünlü Toros'lardan birine bindik. Polislerin iyi niyetinden dolayı cezaevine kadar araçta sevgilim de geldi. Hiç ne konuştuğumuzu bile hatırlamıyorum. Sadece son kez ellerimi orda tuttuğunu ve birbirimize seni seviyorum dediğimizi hatırlıyorum. Cezaevine gelmeden önce sevgilim arabadan indi. Cezaevi kapısında travesti olduğum için beni arama yapma konusunda askerler çekindiler. Gülüşmeler filan işte. Ardından arandım parmak izlerim alındı, kayıtlar yapıldı bir üst kata çıkarıldım orda da bazı kayıtlar yapıldı. Ardından sonradan öğrendiğim kapı altı denen yerde gardiyanlar tarafından yine didik didik arandım. Müdür erkeklik organım var mı yok mu diye kontrol etti. Omuz çantamda var olan herşey paralarım filan alınarak emanete bırakıldı. Ardından yine adını sonradan öğrendiğim maltada kalacağım yere doğru yola çıktım. Oldukça uzun bir yürüyüşten sonra kalacağım yere geldim. Müşayede koğuşu adı altında geçen 10 tane hücrenin olduğu bir yer. Geldiğim zaman yan hücremde trafik kazasından yatan bir travesti ve eşcinsel vardı. Gelir gelmez önümdeki cama battaniyeden bir perde gerdiler tıpkı yanımdaki travestininkinde olduğu gibi. Ama eşcinselin camında yoktu. Nedeni de tam karşımızda sübyan koğuşunun olması. Bulunduğum yerdeki diğer hücrelerde ise cam kıran kendini

3

Oktay Ç.

bulunduğum yer berbat sıcak, doğru düzgün hava da almıyorum. Banyomu da genelde hücrede soğuk suyla yapmak zorunda kalıyorum. Şu anda yanımdaki travesti, eşcinsel arkadaş ikisi de tahliye oldu. Koskoca cezaevinde gizli eşcinsellerin dışında yapayalnız olmak iğrenç bir duygu.


KAOS GL

Savcıya bir arkadaşımın en azından ayda bir kez ziyaretime gelmesi konusunda yardımcı olmasını rica ettim. Çünkü cezaevindeyken birinci dereceden akrabaların dışındaki ziyaretler özel izinleydi. Savcının ilk sorusu gelecek arkadaşımın travesti olup olmadığını sormak oldu. Yani travesti olması benim ziyaretime gelmesine engel bir durumdu. Oysa yasalarda herkes eşittir deniyordu. Ama öyle olmadığını bir kez daha öğrendim.

ziyaretime birisinin gelmesini istediğim için cezaevi savcısına çıktım. Ailem uzakta olduğu için ziyaretime gelemeyecekti hatta gelmeyecekti. Savcıya bir arkadaşımın en azından ayda bir kez ziyaretime gelmesi konusunda yardımcı olmasını rica ettim. Çünkü cezaevindeyken birinci dereceden akrabaların dışındaki ziyaretler özel izinleydi. Savcının ilk sorusu gelecek arkadaşımın travesti olup olmadığını sormak oldu. Yani travesti olması benim ziyaretime gelmesine engel bir durumdu. Oysa yasalarda herkes eşittir deniyordu. Ama öyle olmadığını bir kez daha öğrendim. Bu sorunun üzerine ben de hayır, erkek arkadaşım, sevgilim dedim. Aynı gün cevap verilmedi bir gün sonra tamam dediler. Ben de hemen APS bir mektup yazıp sevgilime bu mutlu haberi verdim. Ve nihayet bir Perşembe günü o geldi, ilk parmaklarla korumaya alınmış bir cam yanlarında çok ufak deliklerin olduğu bir metal vardı. Onun konuşması benim konuşmam bile zor duyuluyor, cam kilitli olduğu için birbirimize dokunamıyorduk bile. Ama onu görmek bile beni acayip mutlu etti. Ne kadar konuştuk hatırlamıyorum ama sıcaktan sucuk gibi olmuştum, ağlamaktan bombok bir haldeydim. Onu ne kadar sevdiğimi, özlediğimi daha iyi anlamıştım. Ve bu da bitti. Bu şekilde onunla üç kez görüştük son görüşmesine babasıyla gelmişti. Bu beni çok şaşırtmıştı doğrusu bunu hiç beklemiyordum. Babası onun kendini bana çok kaptırdığını, kötü alışkanlıklar edindiğini filan söyledi. Üzüldüm ve ona beni buradayken bırakırsa bırakır, bırakmazsa onu seviyorum, dışarıdayken ayrılmam dedim. Ama mesafe bırakacağımı belirttim ve ardından onla konuştum ve ailesinin onu başka bir yere göndereceğini artık ziyaretime gelemeyeceğini filan öğrendim. Ona benzer bir çok konuşma. Ve bir gün Almanya'dan gelen bir mektupla şok oldum, o artık Almanya'daydı. O an hüngür hüngür ağladığımı, onsuz yapamayacağımı, onu sevdiğimi ve sonunda o anlık şokta kendimi astığımı ve hastanede gözlerimi açtığımı hatırlıyorum. Son anda ip koptuğu için kurtulmuştum. Ama konuşamıyordum, boğazım mosmor olmuştu, birkaç gün zaten ölü gibi yattım. Zaten daha yeni yeni kendime geliyorum. Bu olaydan 10 gün kadar sonra yan hücremde kalan bir çocuğun kendini asıp ölmesi beni hepten strese soktu. Artık kabuslarla uyanıyordum. Çok zor günler geçirdim hâlâ da yaşıyorum.

Yaşadığım cinsel tacizlerin de haddi hesabı yok. Sözlü ve fiziksel, sonunda bunu idareye yansıttım ama bunun sonucunda da soyutlanmayla karşı karşıya kaldım. Yani vermedik kötü olduk hesabı. Şu ana kadar şiddete maruz kalmadım ama yanımda kalanların dövüldüklerini gördüm ve daha şiddetli dövüldüklerini, falakaya alındıklarını biliyorum. Şu an avukatım geliyor, mahkemeye çıkıyorum yani en azından hakkımı arayabilirim. Ama ya ceza aldıktan sonra yaşayacağım olumsuzlukları nasıl çözümleyeceğim? Asıl sorun ondan sonra başlayacak. Sevke gittiğim yerde nasıl bir muamele görecem kimbilir. Artı nasıl bir yerde kalacağım da şüpheli. Daha da kötü şartlar olabilir. Neredeyse 2 aydır param da gelmiyor, bu da bir çok açıdan kısıtlanmam demek. Burada hadi çocuklardan bazı temel ihtiyaçlarımı karşılıyorum. Ama gideceğim yerde böyle bir olanağımın olma olasılığının düşük olduğunu da biliyorum. Günde üç kere yemek geliyor, genelde sabah 7:30 gibi, genelde çay ve yanında bir kahvaltılık geliyor, öğlenleri 2 çeşit yemek, akşamları 2 çeşit yemek günde 1 ekmek geliyor. Genelde yemekler sıradan bir lokanta yemeği. Ama en azından bunun olması bile iyi. Cezaevinde doktor, psikolog var ücretsiz muayene olabiliyoruz. Ama ilaçlarını parayla alıyorsun. Yani hastalansan paran yoksa yandın. Benim buradayken yaşayacaklarım ve sonrakiler benim için bir ders olacak. Aslında daha çok yazmak isterdim ama beynim dağılıyor. Ama yine de insanın duygularını paylaşabilmesi hoş bir duygu.

4


KAOS

Türkiye’de cezaevlerinde tecrit (hücre) uygulaması haylice eskiye, Nazi Almanya’sı ile aynı döneme rastlar. Sansaryan Han’ın üst ve bodrum katlarında dönemin pek çok muhalifi ağır tecrit koşullarına ve işkenceye maruz kalırlar. Benzer uygulamalara daha sonraları Sultanahmet ve Harbiye cezaevlerinde de başlanacaktır. Türkiye’de yetmişli yıllarda da muhalifler hücre cezalarıyla boyun eğmeye zorlandılar. 12 Mart ertesinde Ziverbey Köşkü’nde işkenceden geçirilenler Harbiye Nezarethanesi’nde ve Selimiye’de tecritte tutuldular. 12 Eylül darbesi ertesinde işkencenin yanı sıra hücre cezası da yoğun olarak uygulandı. Sonuç her zaman ağırdı. Çıldıranlar, ölenler, intihara kalkışanlar oldu. 1988 yılındaysa, zaten pek çok cezaevinde bulunan hücrelerle yetinilmeyip hücre tipi cezaevi modeline yönelindi. İlk uygulama Eskişehir’deydi. Sevk sırasında iki tutuklunun ölmesi nedeniyle uygulamadan vazgeçildi. 1991’de, sözde düşünce özgürlüğü adına, 141-142 ve 163. maddeler kaldırıldı ve yerlerine daha ağır cezalar öngören Terörle Mücadele Yasası getirildi. Yasanın 16. maddesiyse bugün yaklaşık on iki bin siyasi tutuklu ve hükümlüyü tehdit eden F tipi cezaevlerine zemin hazırlıyordu. Adalet Bakanlığı 1997 yazında F tipi cezaevleri için start verdi. Mevcut cezaevlerine hücreler eklendi ve Tekirdağ, İzmir, Edirne, Bolu, Kocaeli ve Ankara’da yapılması planlanan cezaevleri ihaleye çıkarıldı. Bugünse bu cezaevleri bir bir tamamlanmaktadır ve karşı durulmazsa Türkiyeli muhalif bütün zamanlardan çok daha ağır bir işkence sürecine tabi tutulacaktır. HÜCRENİN (F TİPİNİN) MUCİTLERİ F tipi cezaevi modelini uygulamaya sokanların ilhamlarını aldıkları kaynaklara göz gezdirmek muhaliflerin nasıl da hunharca tasarlanmış bir organizasyonun kurbanı kılınmak istendiklerini açık edecektir. Her zamanki gibi bu uygulamanın altında da ABD politikaları var. II. Dünya Savaşı’ndan sonra CIA yoğun olarak beyin yıkama teknikleri üzerinde çalışmaya başladı. Pek çok laboratuvar oluşturuldu, pek çok program uygulamaya konuldu. Davranış Kontrol Deneyleri ya da Beyin Yıkama Teknikleri diye adlandırılan bu uygulamalar sırasında pek çok muhalif kobay olarak kullanıldı. 1952’de şiddetlenen Kore Savaşı sırasında CIA ve ordu güdümlü pek çok bilimci seferber edildi. Savaş tutsakları Davranış Değişikliği Programına tabi tutuldular ve bu süreçlerde pek çok kimyasal

5

maddenin ve uyuşturucunun kullanıldığı deneylerin kurbanları oldular. Beyin ameliyatlarıyla hafızaları silinmeye ve yeniden biçimlendirilmeye çalışıldı. 1950’lerden 1964’e kadar aralarında kolejler, üniversiteler, hastaneler ve cezaevlerinin de bulunduğu 80 kurum CIA için çalışmalar yürüttü. Bugünkü uygulamaların kökeninde bu çalışmalardan elde edilen sonuçlar bulunmaktadır. BEYİN YIKAMA TEKNİKLERİ Dr. Schein’in 1960’lı yıllarda Beyin Yıkama Teknikleri adı altında hazırladığı 24 maddelik program: 1) Tutsaklar yeterince tecrit edilen bölümlere yerleştirilmeli, çünkü bununla duygusal ilişkiler başarılı bir şekilde koparılabilir ya da ciddi bir şekilde zayıflatılabilir. 2) Tüm “gerçek önderler” , doğal önderler ayrı tutulmalı. 3) İşbirliği yapılan tutsak, önder olarak gruba yerleştirilmeli. 4) Beyin yıkama amacıyla uyum içerisinde olmayan tüm grup etkinlikleri yasaklanmalı. 5) Tutsaklar gözetlenmeli ve özel özgeçmiş materyalleri toplanmalı. 6) Sonradan başkalarına gösterilecek tutsakların isimleri sahte açıklamalarla yazılmalı. 7) Oportünistler ve ihbarcılar korunmalı. 8) Tutsaklar hiç kimseye güvenmemeleri gerektiği temelinde ikna edilmeli. 9) Kendi iradesiyle, işbirliği yapmayı kabul edenlere hoşgörülü davranmalı, kabul etmeyenlere karşı ise sert muamele uygulanmalı. 10) Birlikte hareket etmeyenler cezalandırılmalı. 11) Tutsaklara gelen posta ( mektuplar vs.) sistematik olarak denetlenmeli ve saklanmalı. 12) Tedavi metotlarıyla ve tutsaklar üzerindeki kontrolle uyuşmayan ilişkiler engellenmeli ve kesilmeli. 13) Tutsaklar arasındaki grup değerleri dağıtılmalı. 14) Tutsaklar arasında, onların sosyal düzenlerinde vazgeçtikleri ve tamamen tecrit oldukları bir grup düşüncesi yaratılmalı. 15) Her türlü duygusal destek yok edilmeli. 16) Tutsakların, tutsaklık koşullarını, yakınlarına ve arkadaşlarına yazmaları engellenmeli. 17) İstenilen yeni davranışı destekleyen ya da tarafsızlaştıran böylesi materyalleri içeren yayınların ve kitapların girişine izin verilmeli. 18) Normları bilinçle belirsizleştirmek ve tutsaklar üzerinde bir baskı uygulamak suretiyle, birey yeni ve ikircikli duruma getirilmeli; çünkü yeni bir soluklanmaya baskı yapmak için, tutsakların yeni


KAOS GL duruma uyum sağlama imkanları yaratılmalı. 19) İrade gücü bir çok kereler zayıflatılan ve tahrip edilen bireyler düşünceleriyle uyum içinde olan ve görevi devamlı bireyin moral desteğini tahrip etmek olan tutsaklarla birlikte bir yaşam durumuna getirilmeli. 20) Karakter zayıflaması için teknikler uygulanmalı: Aşağılama, iftira gibi yöntemlerle şeref ve haysitle oynama, bağırma, hakaret etme, suçluluk duygusu yaratma, uykusuz bırakarak etkilenebilirliğini sağlama, sert cezaevi yöntemleriyle arada bir düzenli olarak işkence yapmak gibi... 21) Tüm iki yanlı girişimlerle hücre arkadaşlarının baskısı sağlanmalı, yeniden düşmanlık ortaya çıkarılmalı. 22) Tutsağın, hücre arkadaşları aracılığıyla, geçmişte ya da gelecekte bir kez bile kendi temel prensipleri ve değerlerini düşünmediğine, ciddiye almadığına dikkati çekilmeli. 23) Baskının kaldırılması ve insani varlık olarak, beyin yıkama amacına uygun itaatli ve mütevazı, yaltakçı davranışlar ödüllendirilmeli. 24) Yeni davranışı güçlendiren sosyal ve moral destek yaratılmalı. F TİPİ CEZAEVİ MODELİNE DAİR BAZI TEKNİK ÖZELLİKLER F tipi modelinde hücreler birer ve üçer kişilik olarak iki grupta toplanıyor. Hücrelerin, biri havalandırmaya, ötekiyse koridora açılan iki kapısı bulunuyor. Havalandırmada bulunan ikinci kapıysa gardiyanın girip çıkmasına olanak veriyor. Her hücrede içinde tuvalet ve bir duş tesisatı bulunan bir kabin, bir yatak, bir masa ve iskemle var. Söz konusu sistem hükümlünün, hücresinde kişisel eşyalar bulundurmasını yasaklıyor ve sahip olunan eşyaların da imhasını öngörüyor. Havalandırma, yüksek duvarları nedeniyle, ancak gökyüzünün görülebilmesine olanak veren bir büyük bacayı andırıyor. Hücre ve havalandırma bitki yetiştirmenin, duvarlara resim yapmanın ya da yazı yazmanın engelleneceği alanlar olarak belirlenmiş. Havalandırmaya çıkabilme ve havalandırma esnasında komşu hücredeki hükümlüyle görüşebilme olanağı, yönetimin dayatacağı programa itaat etme koşuluna bağlanmış. Her hücre için bağımsız olarak döşenmiş su ve elektrik tesisatları var ve bunlar da hükümlünün, inançlarından geri adım atmaması durumunda bir şantaj, giderek de açık bir şiddet aracına dönüştürülebiliyor. Lambanın elektriği bir ceza olarak kesilebildiği gibi, sürekli açık da tutulabiliyor. Bu cezaevi modeli tutuklu ve

hükümlülerin biraraya gelip sohbet edebilecekleri, oyunlar oynayabilecekleri ve de çok daha önemlisi birlikte yemek yiyebilecekleri ortak kullanım alanlarını içermiyor. Ortak kullanım alanı olarak belirlenen işlik, kütüphane gibi mekanlarsa diyalog kurmaksızın sessizce birarada bulunma esasına göre düzenlenmiş. Bu mekanları kullanabilme olanağıysa iki şeye bağlı: Birincisi, hükümlünün cezaevi yönetimince belirlenmiş hangi “statü”ye denk düştüğüne; ikincisiyse, hükümlünün itaat etme, hizaya gelme oranına... HÜCRE TİPİ CEZAEVLERİYLE HEDEFLENEN NEDİR? Toplumsal bir varlık olan insanı, bir ötekiyle kurmuş olduğu bağları koparmak, bu bağın yeniden oluşması ve süreklileşmesini engellemek adına izole ederek çökertmek amaçlanmaktadır. Sürecin ikinci bileşeniyse bakanlığın “tretman” diye adlandırdığı, bizimse hizaya getirme olarak karşılayacağımız bir “ıslah” programı. Bu program, cezaevi yönetiminin, zaten birbaşınalaştırılmış olan hükümlüye, haberleşme, görüşme, okuma gibi akla gelebilecek her konuda müdahale edilmesini ve baskı uygulanmasını öngörüyor. Zaten hak olan ya da olması gereken şeyler elden alınarak, gerisin geri bir ödülmüş gibi sunuluyor. En temel insanal haklar aracılığıyla bir çeşit şantaj yapılıyor. İZOLASYON UYGULAMASINDA HÜKÜMLÜDE OLUŞAN RAHATSIZLIKLAR Genel somatik rahatsızlıklar: İştahsızlık, baygınlık, kalp rahatsızlığı, aşırı terleme, motorik koordinasyonun gerilemesi, aşırı başağrıları, hipertansiyon, aşırı derecede kilo kaybı, görme bozukluğu, işitme sorunu, mide ülseri. Psikosomatik rahatsızlıklar: Halisünasyon, depresyon, aşırı sinirlilik hali, aşırı gerilim, konsantrasyon bozukluğu, hafıza kaybı, cümle kuruluşlarında yapısal bozukluklar ve anlamsız ifadeler. F TİPİ CEZAEVLERİNE NEDEN KARŞI ÇIKILMALIDIR? F Tipi, sistemin kendince suç saydığı eylemin katmerli olarak cezalandırılmasıdır. F Tipi, düşüncenin terör sayıldığı mevcut yasal durumda, düşünce üzerinden, ona inanan insanın yok edilmesidir. F Tipi, sosyal bir varlık olan insanı biyolojik bir varlığa indirgemedir. F Tipi, insanın yalnızlaştırılmasıdır; duygusal ve düşünsel olarak çökertilmesidir. F Tipi, insanın zihinsel ve entelektüel faaliyetine indirilmiş bir darbedir. F Tipi, en temel insanal haklara bile aykırı, bu nedenle de alçak ve alçaltıcı bir ceza sistemidir. F Tipi, kurumsallaştırılmış bir şantaj girişimidir. F Tipi, bir ortaçağ zihniyetidir. SONUÇ: HAYIR!

6


KAOS

Eşcinseller bedelini ödedikleri sürece saygın, bedelini ödedikleri sürece haklara sahip ve bedelini ödedikleri sürece eşitler. mekansa, bu kutsallığı resmi dinini İslamiyet olarak saptayan bir sistem mi koruyacak? Hem de kendi inanç sistemlerinin haccı olan bu mekanı ziyaretleri önlenen Amerikalı ve Avrupalı turistler karşısında? Bu yaklaşımdaki saldırgan tavır tüylerimi diken diken ediyor. Bir araya gelerek yağlı güreşleri izleyecek ya da Efes Antik Kenti'ni ziyaret etmek isteyen eşcinseller sistemin neresine çomak sokmaktadır ki tepki neredeyse bir çeşit cadı avına dönüşmektedir? Nasıl bir eşcinsel portre toplumun bilinç dışından bu kişilere sırıtmaktadır ve bu gülümsemede o kişiler neler görmektedir? Çok da zorlamaya gerek yok elbette ki... Çok uzaktan baktıkları "eşcinsellik" fotoğrafında, sapıkça cinsel eğilimler içinde olan, sadece seks ile ve seks için yaşayan, "bulaşıcı" bir hastalıktan muzdarip, ahlaksız insanlar onlara bir kuru kafanın ifadesiyle gülümsüyor. İçinde yaşadığımız sistem şu aşamadan sonra görüntüde paçayı kurtarmak için ne yaparsa yapsın bir kez şapka düşmüştür ve kel görünmüştür. Kimse temel insan haklarından, eşitlikten, farklı renklerin harmonisine dayanan demokratik bir sistemden gönül rahatlığıyla söz etmesin.

Geçenlerde Olympic Voyager gemisiyle Kuşadası'na gelen yüzlerce Amerikalı ve Avrupalı turist, eşcinsel oldukları için sınırdışı edildi. Olayı takip edemeyenler için kısaca özetlersek, Kaliforniya merkezli "RNS Gey Kulübü"nün bir organizasyonuyla Kuşadası'na gelen 833 eşcinsel turist, Efes Antik Kenti'ni gezmek üzere tur otobüslerine binerek Selçuk'a doğru yola çıkar. Ancak, turistlerin Efes harabelerini ziyaret etmelerine kaymakamlıkça izin verilmez. Turistler polis eşliğinde gerisin geriye gemilerine dönmeye zorlanır. Tura katılmayarak gemide kalan turistlerin Kuşadası çarşısına inmelerine de Gümrük Müdürlüğü tarafından izin verilmez. 833 turist, sadece eşcinsel oldukları için sınır dışı edilir ve gemi Rodos'a doğru yola çıkar. Kuşadası esnafından yaklaşık 200 kişi durumu protesto etmek amacıyla bir gösteri yapar. Durumdan, "uzak bir köy"de olduğu için son anda haberdar olan Sayın Bakan ise gemiyle bağlantı kurarak rotayı İstanbul'a çevirmeyi başarır. İstanbul'da olağanüstü güvenlik önlemleri ile karşılanan turistlere bir güvenlik ordusu eşlik eder. Bu olay, basit bir alt okumayla bile "medeni" toplumların ve "demokratik" sistemlerin karanlık yüzüne ayna tutuyor. Kırkpınar güreşleri sırasında İçişleri Bakanlığı tarafından çıkarılan "eşcinsellerin topluca dolaşmaları"na yönelik bir genelge bu kez karşımıza Kuşadası-Meryemana ekseninde dikiliyor. Genelge, hatırlayacağınız gibi bu yılki Kırkpınar güreşlerine izleyici olarak katılmayı planlayan eşcinsel gruplara yönelik olarak çıkarılmıştı ve "milli değerleri, örf ve ananeleri korumak" ile başlayan bir dizi klişe argüman ile destekleniyordu. Ancak argümanlar kimden neyi koruduğumuz konusuna bir türlü açıklık getirmiyordu. Getiremiyordu, getiremez de..

İşin bir de durumu protesto eden Kuşadası esnafı tarafı var tabii... İşin esnaf tarafı bir yandan da turu düzenleyen "RNS Gey Kulübü" ile birleşiyor. Nasıl mı? Kazanç bazında. Kapitalist pazar bazında. Pastadaki yeni "eşcinsel" hedef kitlenin oluşturduğu ağız sulandıran dilim bazında. Kuşadası esnafı, bir süredir bekledikleri ve kârlı bir satış yapmayı planladıkları bu kafileyi çarşıya sokmayan sisteme karşı protesto düzenliyor. Kuşadası esnafının da, Kuşadalılar'ın da, Türkiye'nin diğer illerinde yaşayan pek çok insanın da temelde sadece eşcinsel oldukları için sınır dışı edilen insanlarla ilgili ciddi rahatsızlıkları yok. Bugüne değin hiçbir esnaf grubunun eşcinsellere yapılan haksızlıkları protesto ettiklerine tanık olmadık. Bırakın esnafları, öğrencileri, memurları, dernekleri, vakıfları ve diğer sivil toplum örgütlerini de... Kuşadası esnafının güdümlü hoşgörüsü, toplumsal çifte

Çünkü genelgenin kökeni bir dizi önyargıya dayanıyor. Hadi bu konuyu geçtik diyelim. Kırkpınar'dır falandır filandır, ayıptır ayıp olmasına ancak kolu kırdık yen içinde bıraktık diyelim... Peki ya Kuşadası'ndaki saçmalığı ne ile açıklayacağız? Meryemana kutsal bir

7

Ufuk KUZEY

"eşcinsellik" fotoğrafında, sapıkça cinsel eğilimler içinde olan, sadece seks ile ve seks için yaşayan, "bulaşıcı" bir hastalıktan muzdarip, ahlaksız insanlar onlara bir kuru kafanın ifadesiyle gülümsüyor. İçinde yaşadığımız sistem şu aşamadan sonra görüntüde paçayı kurtarmak için ne yaparsa yapsın bir kez şapka düşmüştür ve kel görünmüştür. Kimse temel insan haklarından, eşitlikten, farklı renklerin harmonisine dayanan demokratik bir sistemden gönül rahatlığıyla söz etmesin.


KAOS GL standardımıza ve toplumsal ikiyüzlülüğümüze işaret ediyor. Kişisel çıkarlarımız söz konusu olduğunda, "örf, adet, gelenek " üst başlığıyla ifade ettiğimiz önyargılarımızı tedavülden kaldırabiliyoruz. Mükemmel... Altın yumurtlayan bir tavuk yumurtladığı sürece kümeste kalmayabilir. O zaman dilimini bizimle, evimizde, otelimizde, gezi alanlarımızda, ticarethanelerimizde geçirebilir. Hele bir yumurtlasın bakalım sonrası Allah kerim...

Ancak gün geçmiyor sessiz kaldığımız sistem bizim de içinde olduğumuz bir grubu azınlık kılmasın. Ortadaki sorun eşcinsellerin değil, kendini onlardan ayıran herkesin sorunudur. Ortadaki sorun, eşcinsellerden değil, "farklı" olana baktığında gözleri kamaşan ve batma hissi duyan bir miyop astigmatın şık durmayacağını düşündüğü için gözlük takmayı reddederek karanlıkta oturmayı tercih etmesinden kaynaklanmaktadır. Ortadaki sorun hepimizin fark etsek de etmesek de karantina altında yaşıyor oluşumuzdadır.

çifte standartlı olduğunu hatırladığımızda, RNS gibi gey kulüplerinin varlık nedenini anlamamız da kolaylaşıyor. Eşcinseller bedelini ödedikleri sürece saygın, bedelini ödedikleri sürece haklara sahip ve bedelini ödedikleri sürece eşitler. Bundan bir süre önce Kuşadası kıyılarına turistik bir gemi yanaştı. İçinde kim olduklarını, ne olduklarını bile tam olarak bilemediğimiz bir grup insan vardı. Bu insanların bize ahlâki bir hastalık bulaştırma ihtimali vardı. Bizi dejenere edebilir, taşıdıkları hastalığın kurbanı kılabilirlerdi. Bu nedenle onları karantinaya alarak bir başka kıyıya gitmeye zorladık. Sonra "elalem ne der?" diye utanarak onları bir başka limanımıza davet ettik. Özürler diledik. Kırmızı halılar serdik önlerine. Küçücük çocuklara sundurduğumuz lokumlarla şirinlik yaptık. Çünkü prestijimiz, girmeyi düşündüğümüz Avrupa Topluluğu ve dünya turizm pastasındaki payımız tehlikeye girmişti. Bu olay özelinde biz, sokaktaki insan, Allah'a şükür(!) eşcinsel olmadığımız için çoğunluğa dahildik. Bir grup insana uygulanan engizisyon kararları bizim dışımızda bir yerlerde uygulanmıştı, demek ki sanaldı. Ancak gün geçmiyor sessiz kaldığımız sistem bizim de içinde olduğumuz bir grubu azınlık kılmasın. Ortadaki sorun eşcinsellerin değil, kendini onlardan ayıran herkesin sorunudur. Ortadaki sorun, eşcinsellerden değil, "farklı" olana baktığında gözleri kamaşan ve batma hissi duyan bir miyop astigmatın şık durmayacağını düşündüğü için gözlük takmayı reddederek karanlıkta oturmayı tercih etmesinden kaynaklanmaktadır. Ortadaki sorun hepimizin fark etsek de etmesek de karantina altında yaşıyor oluşumuzdadır.

İşin bir de global yönü var tabii. Onu da RNS ya da POP, PPM, TNT ya da adı her neyse geylere özel servis sunan kurumlar üzerinden görebiliyoruz. Şöyle ki: Geyler bir süredir Amerika ve Avrupa pazarı için yağlı bir lokma durumunda. Çünkü oralarda da kişisel özgürlük Türkiye'deki kadar olmasa da geyler için satın alınabilir bir şey. Doğuştan sahip olunabilir bir şey değil. Ne kadar çok kazanırsanız farklılıklarınız nedeniyle başınıza gelecek sorunların oranı o derecede azalır. (Örneğin eğer Bülent Ersoy'sanız televizyonda ezan okuyabilir, çocuk emzirebilir, gelin olabilir, gerdeğe girebilir, baş örtüsü takarak ibadet edebilirsiniz ve kimsenin de manevi duyguları bundan dolayı incinmez. Eşcinsellik konulu bir yazıda kendisinden söz ettiğim için özür dilerim) Bu nedenle eşit yaşamayı tercih eden geylerin çoğu kez mecburen yaşam standartları yüksek. Üstelik evlilik, çocuk ve aile kavramlarına uzak olduklarından alım güçleri de aynı oranda yüksek. Modayı, teknolojiyi, seyahati, en genel ifadesiyle tüketimi seviyorlar. Buna bir de "alt kültür" olmanın özel psikolojisini eklediğinizde, sistem için özel ve ağız sulandırıcı bir hedef kitleye dönüşüyorlar. Turu düzenleyen "RNS Gey Kulübü", bu işi yapan pek çok benzerlerinden biri. Ve eşcinsel müşterileriyle olan ilişkisi Kuşadası esnafından daha farklı değil. Amerikan toplumunu n sokaktaki adam bazında hâlâ ne kadar homofobik, farklı renkler konusunda Türkiye'de kileri aratmayaca k ölçüde

8


KAOS

Bir sevindim, bir sevindim ki 7-8 Eylül günlerindeki televizyon, gazete, kısacası medya haberlerine! Haberlerde 850 ABD'li eşcinselin gemi ile Kuşadası'na gelip Efes'e sokulmaması ve bunun üzerine doğan tepkiler vardı. "Rezalet! Skandal! Turizme Darbe!" vb. yazılan manşetlerle bütün gazeteler konuya oldukça geniş bir yer vererek gündem oluşturdular. ABD gibi bir ülkenin bu olaya tepkisi ve bizimkilerin telaşı beni çok sevindirdi. Oh, oh, ne güzel bizimle ilgili bir gündem konusu mevcuttu yine! Şimdi bana bu ayıba da sevinilir mi demeyin! Olayın bilinçsizlik, homofobi, dar görüş vs. olduğunu kabul ediyorum demeye, bir gey olduğuma göre gerek yok zaten! Ayrıca, gemi ile gelenlere imrenmemek de mümkün değil! Düşünün yüzlerce gey aynı ortamda, kardeşçe, özgürce ülkem adına, bu olayın ülkemin itibarında yaratacağı olumsuzluk adına üzüldüm. Fakat bunu zaten biliyor, yaşıyoruz ve her zaman üzülüyor dile getiriyoruz. Ülkemin yurt dışındaki önyargısı sabit. Gelişmekte olan, hatta bazılarına göre geri kalmış, az gelişmiş bir ülke imajını yıkmaya uğraştığı şu son zamanlarda itibarımıza vurulabilecek bir sekte idi! Gerçi böylesi hatalar olmasa da toplum bazı şeyleri öğrenmekte

oldukça geç kalacak! Olayın hoşuma giden sevindirici yönü bu. Habere sevinme nedenimi anlatacağım.... Çünkü bu gibi olaylar bize toplumun bilgi, fikir ve kültüründe basamak atlatabiliyor! Gazetelerde, televizyonlarda her ne kadar yanlış yönlendirmeler mevcutsa da kamuoyunun her kesimine ulaşması açısından sevindirici. Mesela bu sabah işe giderken vapurda yanımda iki adam oturuyordu. Birisi Posta, diğeri Takvim gazetesi okuyordu. Kıyafetlerinden, konuşmalarından anladığıma göre kültür ve ekonomik düzeyleri ortanın altında idi. Olayı konuştuklarını fark ettim. Birisi "Yahu bu gey ne demek?" diye sordu. Öteki ise biraz daha kültürlüydü anlaşılan eliyle baş ve işaret parmağını birleştirerek dudak ucuyla gülümsedi. Soruyu soran "Haaa" dedi ve beklemediğim bir olgunlukla "Eee, ne olmuş yani? Olamaz mı? Herkes ne yaparsa yapsın, gezmeye gelmişler. Ne yobaz yahu başımızdakiler. Hem turist, döviz diye ağlıyorlar. ABD'nın g...... ünü yalıyorlar, bi de böyle yapıyorlar." demez mi! Çok hoşuma gitti. Ve devam etti. "Sankim köyde eşek bilmem ne edenler bunlardan daha mı iyi. Sanane be kardeşim. Kimisi böyle işte! Allah yardım etsin"

9

dedi. O sırada bana telefon geldi ve konuşmaya başladım. Fakat bu sırada yanlarına çember sakallı birinin oturduğunu farkettim. Konuşuyorlardı ama anlayamadım. Konuya devam ettiklerini telefon görüşmem bitince anladım. Yeni gelen adam Takvim gazetesini (arkadaşının) okuyordu. Gazeteye bakıp "Vay ulan, napıcan işte, şu dünyanın işi. Bunlar da insan ama napsınlar. Ayıp etmişler bizimkiler." Adamın tutucu olduğu her haliyle belli olmasına karşın böyle bir cümle beni şaşırtmıştı. Sonra da "Demek eşcinsel bunlara deniyor, ulan bunlar erkek ama! Hepsi de aklı başında kelli felli adamlar haa! Lan öpüşüyorlar da. Evlilermiş de" dedi. "Eşcinseller şu kadın olanlara denmiyor muydu?" Diğeri "Bunlar erkek onun için gey diyorlarmış" deyip yeni bir şey öğrenmenin gururuyla sakallıya cevap verdi! Görüyor musunuz, bu adam eşcinselleri kadın gibi görünen, davranan süslenen biri olarak tanıyordu. Allahtan bu gazeteler kadın giysili olanları fotoğraflamamış (bilinçli mi yoksa tesadüf mü bilmem) tamamıyla erkek görünümlü kişileri görüntülemişti. Ne güzeldi böylesi bir sohbeti duymak, hoştu benim için! Eksik de olsa birşeyler öğreniyorlardı insanlar bizim hakkımızda! Bu ayrımın yanlışlığını okuyup gazetelere hak verebiliyor, ufuklarını genişletebiliyorlardı. (Bazı büyüklerden daha mantıklı olarak). Medyanın olumlu etkisi de yadsınamaz bir

gerçekti. Etrafıma şöyle bir göz attım, ve çoğunluğun, kültürel açıdan ortamın altındaki bir düzey oluşturduğu diğer yolcuları ve ellerindeki gazeteleri gördüm. Haberlerde, bu ayrımın yanlışlığını okuyan, aydın denilen bazılarının bile kabul etmediği kendince kınadığı eşcinsel evli erkek (öpüşen iki erkek) resmine olumlu bakıp pozitif bir yargıya haiz olduklarına şahit oldum. Tesadüf bu ya, çantamda Kaos GL'nin eski iki sayısı vardı. Vapur iskeleye yanaşıyor, salon boşalıyordu. Tabii ki çaktırmadan koltuğun üstüne bırakmak için en son ben indim vapurdan! Olur ya, bugün en azından daha fazla bilgiye haiz olur! Homofobiyi yıkmak, insanlarımızın çoğuna eşcinselliğin ne olduğunu öğretmek zor ülkemizde. Fakat böylesi skandallar en azından bu eğitim süresine belirli bir ivme kazandırıyor bence. Reklamın iyisi kötüsü olmadığı gibi bir şey bu! Yandaş olmasa da olumlu bakan üç kişi kazandık işte! Bu nedenle bu haberlere çok sevindim! Bunun için önce gelen 850 gey/lezbiyen insanlara geldikleri için, sonra da "Bize böyle turistlerin gereği yok" diyen yobaz yöneticilere inat ayaklarına kırmızı halı serenlere teşekkürler. Reyting, satış çıkarları için olsa bile medyaya da teşekkür. Vapurdaki şu 2/3 kişinin bilgilenmesini en az kelimenin anlamı açısından sağladığı için nice güzel haberlere… Dünyamız, ülkemiz, gönlümüz ve tabi ki eşcinsel özgürlüğü için!..

AHMET


karşılaştıklarını söyledi. Ancak gelişmelerinin gezilerini etkilemediğini bildirdi. 11:12 Eşcinselleri taşıyan Olimpic Voyager adlı gemi İstanbul Karaköy Limanı’na yanaştı ve limandaki gergin bekleyiş de başladı. Eşcinsel turistler de gemide kendilerine karaya çıkmak için izin verilmesini bekliyorlar. Gümrük kapısının dışında Yunus ve çevik kuvvetten oluşan büyük bir polis gurubu geniş güvenlik önlemleri almış durumda. Polisle birlikte basın ordusunun da heyecanlı bekleyişi sürüyor. Yaklaşık 20 gazeteci ve televizyoncu, eşcinsel turistleri görüntülemek için hazır... 11:32 Turistlerin seyahatleri sırasında motosikletli Yunuslar eskortluk yapacaklar. Çevik kuvvet ekipleri ise gidilen yerde önlem alacak. 11:45 ABD’nin İstanbul Başkonsolosu Frank Urbanic Karaköy’e geldi ve görüşmeler yapmak için gemiye girdi. 11:55 Başkonsolos gemiden ayrıldı. Urbanic’in gemideyken vatandaşlarına, Turizm Bakanlığı ile görüşüldüğünü ve kafilenin İstanbul gezileri sırasında hiçbir zorlukla karşılaşmayacağını söylediği belirtildi. 12:01 Tur operatörü Rich Cambell turistler adına bir açıklama yaparak “Kuşadası’ndaki olayı talihsiz bir olay” olarak niteledi ve İstanbul gezisini etkilemeyeceğini düşündüğünü söyledi. Cambell, turistlerin özel hayatlarına saygı gösterilmesini istediklerini ve gezileri sırasında peşlerinde kameraların dolaşmasını istemediklerini bildirdi. 12:05 Kuşadası’ndaki olayın ardından Türk Turizm ve Dışişleri Bakanlıklarının devreye girerek eşcinsel turistlerin İstanbul gezileri konusunda güvence verdikleri

kaydedildi. Turistler İstanbul’dan bugün saat 20:00’de ayrılacaklar. İstanbul gezisi, Dolmabahçe Sarayı, Kapalıçarşı ve Topkapı Sarayı gibi turistik merkezlerden oluşacak. 12:09 Turizm Şirketinin Türk acente temsilcisi Erkut Öner bir açıklama yaparak gemide bulunan eşcinsel turistlerin, Amerikan Konsolosluğu’nu arayarak Kuşadası’nda yaşanan olaylar nedeniyle endişelerini dile getirdiklerini bildirdi. Öner, Konsolos’un bunun üzerine gemiye gelerek Türk yetkililerden verilen güvenceyi ilettiği belirtildi. 12:11 Erkut Öner bir açıklama yaparak turistlerden bazılarının ailelerinin kendilerinin eşcinsel olduklarını bilmediklerini ve bu yüzden deşifre olmaktan çekindiklerini bildirdi. Öner, eşcinsel turistlerden bazılarıyla konuşulmasına izin verileceğini ve kafilenin gazeteciler tarafından takip edilmemesini istediklerini bildirdi. 12:25 Eşcinsel turistler İstanbul’a ayak bastı. Turistlerden biri basına yaptığı açıklamada bundan önce Mısır ve İsrail’e gittiklerini ve hiçbir kötü olayla karşılaşmadıklarını söyledi. Kuşadası’nda yaşanan olayı şanssızlık olarak niteleyen turist, bazı eşcinsellerin Kuşadası Limanı’na kadın kıyafetiyle inmelerini olaylara neden olmuş olabileceğini bildirdi. Turist, her şeye rağmen İstanbul gezilerinin problemsiz tamamlanacağını sandığını anlattı. Turist İstanbul’un ardından Yunanistan’ın Mikanos Adası’na yol alacaklarını açıkladı. 12:31 Başka bir turist en çok sorunu Mısır’da yaşayacaklarını sandıklarını ancak Türkiye’de

10

12:45 Eşcinsel turistler 5 ayrı kafile olarak Sultanahmet’e doğru yola çıktılar. Kafileye yol boyunca Yunuslar eşlik ediyorlar. 11:30 Büyük kafile Sultanahmet’e vardı ve gezilerine başladı. Ayasofya’yı gezen turistlere çevreden ilgi az. Herhangi bir problem yok. Basın kafileyi uzaktan takip ediyor. Eşcinsel turistler ile ilgili olarak görüş aldığımız çevredeki insanlar, Kuşadası’nda yaşananları tasvip etmiyor. Görüş aldıklarımızın ortak görüşü “kendi tercihleridir, insan özgürlükleri kısıtlanmamalı” şeklinde. 11:35 Sultanahmet’teki gezinti sürüyor. Özel bir güvenlik önlemi artık yok. Çevrede polis gözükmüyor. Turistler gezintilerini rahatlıkla sürdürüyor. 13:45 Eşcinsel turist kafilesinden bir grup daha Ayasofya’yı gezdiler. Diğer guruplar ise şu an Topkapı Sarayı ile Yerebatan Sarnıcı’nda bulunuyorlar. 14:10 Çevrede resmi polis olmamasına rağmen çok sayıda sivil polis olduğu belirtiliyor. 14:30 Turistler Topkapı Sarayı’nı geziyorlar. Bu arada bazı turistler günlük gazeteleri inceleyerek basında kendileriyle ilgili çıkan haberlere baktılar. 15:00 Eşcinsel turistler Sultanahmet Camii’ni gezmek için içeriye girdi. Turistler Kuşadası’nda harcayamadığımız bütün parayı İstanbul’da harcayacağız açıklaması yaptılar. Neşelerine diyecek yok. 15:30 Turistler Sultanahmet çevresindeki turistik eşya satıcılarından özellikle halı ve pirinç süs eşyalarıyla ilgileniyorlar.

16:00 Olağan dışı hiçbir gelişme yok. Eşcinsel turistler diğer turistler arasına karışmış durumda. Turistlerin büyük çoğunluğu öğle yemeği için döner ve kebap tercihi yaptı. 16:15 Turistlerden bir bölümü Kapalıçarşı’yı gezmek üzere Beyazıt tarafına doğru yol alıyor. Bir bölümü ise gemiye dönme kararı aldı. 16:30 Eşcinsel turistlerin tamamı İstanbul gezisinden son derece memnun. Görüş aldığımız turistlerden bazıları Türkiye konusunda Kuşadası’nda başlarına gelenler yüzünden görüşlerinin değişmediğini söylediler. Kapalıçarşı’da alışveriş için Beyazıt’a giden turistler ise çevrenin ilgi odağı oldu. 17:00 Çevrede bulunan polisler kendilerinin olay çıkmaması konusunda uyarıldıklarını ancak ufak bir olay bile olmadığını bildirdiler. 17:06 Turistlerden ufak bir bölüm Süleymaniye’yi gezmek üzere Mercan tarafına yöneldi. İstanbullular turist kafilesini ilgiyle izliyorlar. 17:16 Turistler küçük guruplar halinde dağıldılar. Eşcinsel turistler dünün aksine İstanbul’da son derece neşeli bir gün geçirdiler ve İstanbul’da olmaktan mutluluk duyduklarını belirttiler. 18:06 Turistler saat 20:00’de İstanbul’dan ayrılacaklar. Bu yüzden yavaş yavaş geminin hareket saatinden önce Karaköy Limanı’na gelmeye başladılar. 18:30 Sabah saatlerindeki kadar olmasa da Karaköy Limanı’nda polisin güvenlik önlemi aldığı görülüyor. Turistlerin ise gemiye girişleri tamamlandı. Hareket saatini beklemeye koyuldular. İstanbul gezintilerinden son derece memnun olduklarını anlatan eşcinsel turistlerden bazıları tekrar geleceğini söyledi. 20:00 Eşcinselleri taşıyan gemi, Karaköy Limanı’ndan ayrıldı.


KAOS GL İHD: HÜKÜMET ÖZÜR DİLEMELİDİR İnsan hakları savunucuları olarak; Akdeniz Turu çerçevesinde Kuşadası'na da gelen 840 eşcinseli gezdiren geminin geri gönderilmesi, eşcinsel turistlerin Kuşadası'nda gezmesine dahi izin verilmemesini büyük bir "insanlık ayıbı" olarak görüyoruz. Ve bu ayıbın sorumlusu, siyasi iktidarı bu ayırımcı ve "erkekçi" tavrı nedeni ile kınıyoruz. Bizler, insanların cinsel tercihlerinin tamamıyla kendilerini ilgilendiren bir husus olduğunu yıllardır savunuyoruz. Cinsel tercihlere yönelik her türlü, şiddet içeren ve küçük görücü, tavır ve yaklaşımları ise "ırkçı" olarak niteliyoruz. Eşcinsel turistlere yönelik bu insan haklarına aykırı davranış, aslında hükümetin tavrının, o çok eleştirilen "Hortum Süleyman" tavrından farklı olmadığının da en açık göstergesidir. Bu son olay çıkarmıştır ki, "Hortum Süleyman" sistemin aynasıdır aslında. Biliyoruz ki; Birleşmiş Milletler Mülteci Hakları Sözleşmesi, "eşcinselliğin bir iltica nedeni" olduğunu kabul etmiştir. Türkiye bu sözleşmenin bir tarafıdır. Ancak son yaşanan hak ihlali, Türkiye'nin birçok konuda olduğu gibi, cinsel tercihlere yaklaşımında da nasıl içi boş imzalar attığını da kanıtlamıştır. Bizler insan hakları savunucuları olarak; Hükümeti söz konusu uygulama nedeni ile tüm eşcinsellerden özür dilemeye çağırıyoruz.

1 yılda neler değişti, hep birlikte görelim "Kuşadası'ndan 400 gay geçti" Latif Sansür - Kuşadası Aydın'ın Kuşadası ilçesine "gay"lar çıkarma yaptı. Bir ay önce lezbiyenleri konuk eden ilçeye dün de Odyseus gemisiyle Yunanistan adalarından 400 eşcinsel erkek gelirken, sıkıntılı günler geçiren esnaf bayram etti. Saat 08.00'de limana inen "gay"lar, rehberlerin tümünün erkek olmasını istedi, ardından da otobüslerle Efes Antik Kenti ve Meryemana Evi'ne götürüldü. Rahat hareketleriyle dikkat çeken grubun bir bölümü Meryemana'da hacı oldu, kimileri de dilek için bez bağladı. Ne dediler? Yaklaşık 400 gayın büyük bölümünün çift olduğu ve aynı kartviziti kullandıkları öğrenildi. Kafilede bulunan bir öğretmen Wayne ile birlikte olan 37 yaşındaki Dr. Sidney E. Weathermon, "Her çift gibi kavgalı günlerimiz oluyor. Ama bunu uzun süreli sürdürmüyoruz. Emekli olduktan sonra California'ya yerleştik" dedi. San Diegolu psikiyatrist Davit McWhriter ise şöyle konuştu: "Lezbiyenlerin sıcak karşılandığını öğrendik. Bu nedenle Kuşadası'nı gezi programına aldırdık." Çarşıda da el ele gezip alış veriş yapan gaylar, saat 12.00'de Kuşadası limanından ayrıldı. Gemi "aykırı cinsel tercihliller adası" diye bilinen Mikanos'a hareket etti. Odyseus gemisinin acentesi Turu Turizmin Müdürü Hakan Yıldırım ise "Bizim için cinsiyetleri değil. Gelmeleri, alışveriş yapmaları önemliydi. Görevimiz onları Kuşadası'nda en iyi şekilde ağırlamaktı. Memnun ayrıldılar" diye konuştu. Milliyet (1999)

İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi, Basın Açıklaması, 8 Eylül 2000

11


KAOS

OSMAN ELBEK

Yıllar önce Orhan Veli Rumeli Hisarı'na oturmuş ve İstanbul'u dinlemişti gözleri kapalı olarak. Bilmem hisarın hikmetinden mi, yoksa gözlerinin kapalı oluşundan mı ama, benim bugün gördüklerimden farklı şeyler görmüştü o, yıllar önce. Ben bugün Taksim ve Kuşadası'ndan gözlerim açık bakacağım bu ülkeye ve görebildiklerimi sizlerle paylaşmaya çalışacağım. İlk bakışım Taksim'den. Hatırlarsınız o günlerde kamuoyunun tek gündem konusu Galatasaray-Leeds United maçıydı. Karşılaşmayı kazanarak dosta düşmana gücümüzü ve erkekliğimizi ispatlayacak olduğumuzdan dolayı bu maç "bizim" için çok önemliydi. Bu nedenle de maçtan günler önce medya, insanların ilkel benliklerindeki tüm milliyetçi hisleri azdırmıştı. Ülkenin dört bir yanından ırkçılık rüzgarının estirildiği bir atmosferde o gün gelip çattı. Sarhoş olan Leedsli bir grup taraftar yapılabilecek en büyük "kötülüğü" yaparak "kızlarımıza" laf attılar. Bu ağır hakaretin hemen cezası verilmeliydi, verildi de. Orada bulunan bir grup "vatan evladı" da bu saldırıdan hemen "tahrik" oldu ve gereğini yaparak laf atanları öldürdü, hem de ağızdan ağza solunum yapan ve bu yol ile bir insanı yaşatmaya çalışanları sopalarla vurma pahasına. Olayın bu hali bile yeterince insanlık dışı iken bununla da yetinilmedi ve sonraki günlerde medya "ahlâki ve milli değerlerimizi" bozmaya çalışan aslında insan bile sayılmayacak olan bunlara yapılan yaptırımı (yani vahşice insan öldürmeyi) mazur göstermeye çalıştı. Aslında medyaya göre zaten bunlar tescilli holiganlardı, ayrıca "namusumuza" dil uzatmışlardı ve de bizi "tahrik" etmişlerdi, yani ölümü hak etmişlerdi. Sadece medya değil İstanbul Emniyet Müdürü de aynı görüşteydi, evet canım ortada "ağır tahrik" vardı. Ne yapayım canım onlar da "tahrik" etmeselerdi. O günkü bir gazete Leedsli taraftarların, sahada ise futbolcuların nasıl yere serildiğinin fotoğrafını yayımlıyor ve altına şu notu düşüyordu: "Leedsli holiganlara Taksim'de kafasına vura vura vatan toprağını öptürdüler..." Gelelim ikinci bakış yerimize: O da Kuşadası. Yakın bir zaman önce olduğu için bu olayın detaylarını aktarmayacağım buradan, kanımca hepiniz yakından izlediniz. Hani şu "bizim

12

milli ve manevi değerlerimizi" bozacak diye Kuşadası'na sokulmayan geyler olayı. Bu konu hakkında tek belirtmek istediğim; olayın ikinci günü Kanal 6'ya çıkan İstanbul'un "güzide" MHP'li milletvekili Mustafa Gül'ün görüşleri. Bazılarınızın bu güzide görüşleri izleyememiş olabileceğini düşünerek aktarıyorum, sıkı durun: Gül'e göre tabi ki bu anormal insanlar ülkeye sokulmamalıymış. Çünkü bunlar beşinci sınıf insanlarmış. Her ülkede yasak olan ve normal olmayan yani anormal olan bir şeyi yapıyorlarmış. Bunlar sadece Türkiye'de değil, Amerika dahil olmak üzere her ülkede dışlanırlarmış. Toplumla karşılaşmalarına izin verilmezmiş. Hem bunlara eğer izin verilseymiş Türk aile ahlakını bozarlarmış, yozlaştırırlarmış. Öte yandan Kuşadası esnafının çok fazla üzülmesine gerek yokmuş. Çünkü bunlar aslında Kuşadası'na fazla para bırakmayacakmış. Zaten böylesi bir konuda paranın ne önemi varmış. Türk aile ahlâkının bozulmaması paradan çok kıymetliymiş. Maazallah bir bozulursa, genç kızlarımız bunlardan bir etkilenirse ne olurmuş sonra. Ülkemiz bugün bir geçiş dönemecindeymiş. Bugün ülkemizde yaşayan insanlar doğruyu yanlışı birbirinden ayırt edebilecek bir yapıda değillermiş. Ama bir gün bu yetiye ulaşacakmış milletimiz ve o gün bunların gelmesinde bir sorun yokmuş. Aslında bu anormal adamlar eğer ülkemizde el ele gezmezlerse, sakallı sakallı makyaj yapmazlarsa yani ne olduklarını belli etmezlerse ve bir de topluluk halinde gelmezlerse turist olarak gelmelerinde hiçbir sakınca yokmuş. Ülkemizdeki yerli eşcinseller yetmezmiş gibi bir de bunlarla mı uğraşacakmışız. Tüm bu zırvalamalar yetmezmiş gibi ikinci telefon hattında Kuşadası belediye başkanı sıfatını taşıyan bir "adam" da aslında bu yapılanın çok yanlış olduğunu çünkü yörenin gelir kaybettiğini ekonomik açıdan vurguluyor, milletvekilinin sözlerine "yanıt" veriyordu; "bizim yöreye kırk yıldır gelir bunlar ama kimse eşcinsellik gibi şeylerden etkilenmedi!" Ve haber spikeri Hakan Aygün tartışmanın tüm boyutlarının bu telefon bağlantılarıyla irdelendiğini belirterek bir tarafta "Türk Aile Ahlâkı"nı korumaya çalışanlarla, öte tarafta turizmin getireceği ekonomik gelirden yararlanmak isteyenlerin tartışması olan bu olayın yankılarının daha çok süreceğini


KAOS GL buyuruyor. Neresine bir laf söylenmeli ki! Ben bu yazımda yaşadığımız bu iki olay perspektifinde faşizmi tartışmaya çalışacağım. Çünkü kanımca her iki olayda da faşizan eğilimler var, belki klasik faşist yapılanmadan farklı ama kesinlikle faşizan. Tanıl Bora faşizmi üç ana düzlemde değerlendiriyor: Rejim/devlet biçimi düzlemi, örgütlü faşist hareket ve sıradan/gündelik faşizm. Peki sizce hangisinde Türkiye? Soruya cevap bulabilmek için kavramları biraz daha tartışmak gerekli sanırım. Faşist devlet biçimi aslında bizim klasik faşist yapılanmanın karşılığı. Bu rejimlere en iyi örnek herhalde Nazi Almanya'sı Franko, Pinochet gibi faşist diktatörlükler de bu başlık altında değerlendirilebilir. Faşist hareket ve ideolojiyi "bir yerlerde tasarlanmış bir komplo, donatılıp toplum içine salınmış bir çete değildir. Belirli toplumsal tepkilere hitap eden belirli toplum ve dünya tasavvuru olan, bu tasavvuru ve eylemiyle bir takım toplumsal, ideolojik psişik zeminlerle titreşime geçmesi de hiç zor olmayan bir hareket" olarak tanımlıyor ve böylesi bir hareketi yaratan önemli etkenlerden birinin kapitalizmin benlikte neden olduğu travmanın yol açtığı gelecek kaygısının, topyekün topluma (millete) yönelmiş bir tehdit olarak algılanmasında yattığını ifade ediyor Tanıl Bora. Gerçekten de faşist ideoloji de aynı sosyalist yaklaşımlarda olduğu gibi sistemin ezdiği sınıfların sözcülüğüne soyunur. Ancak sosyalizmden farklı olarak sistemin hatasını tartışıp, düzeni yeni baştan ezilenden yana kurmak gibi bir iddiayı taşımaz. Aksine sistemin bireylerin alt benliklerinde yarattığı aşağılık kompleksini ve hiçlik duygusunu tersten okutarak, bireyi bir "büyüklük", "ulvilik" hegemonyası altına sokar. Bu yolla da bireyin komplekslerinden kurtulup kendisini tatmin etmesini sağlamaya çalışır. İşte bu nedenle faşist ideolojinin ağırlıklı olduğu ülkelerde bireyler paranoyak, kendisinin "milli ve manevi" değerlerini bozup yozlaştırabileceğinden dolayı yabancıya her zaman güvensiz, toplumunun saflığını (Arî'liğini) bozduğunu düşündüğü "farklı"lıklara karşı şiddet gösterme ve onu yok etme güdüsünü her zaman içinde taşıyan, militarist bir örgütsel kimlik çerçevesine sahiptir. Guibernau ırkçılık konusunu yorumlarken; "ırkçılığın özgüllüğü, öteki grubun zararına bir gruba üstünlük atfeden ve 'farklı' olarak tanımlananlara karşı düşmanlığın

13

körüklenmesini destekleyen bir farkın sürekli yüceltilmesinde yatar." diyerek "farklı"lığa ırkçılığın nasıl baktığını bizlerle paylaşıyor. Kanımca bu görüş farklılığın, faşist harekette neden düşman olarak görüldüğünün ve neden yok edilmek istendiğinin ipuçlarını aslında veriyor. Öte yandan "sıradan faşizmi" şu sözcüklerle tanımlıyor Bora; "faşizmin ele aldığımız ideolojik saiklerinin ve faşist hareket unsurlarının, doktriner bir çerçeveye oturmaksızın gündelik ideoloji içinde anlık ve sürekli olarak tezahür edişini, politik bir hedefe bağlanmaksızın, örgütsel bir yönlendirme olmaksızın kendiliğinden eylemlerle dışavurumunu anlatır." Evet günlük hayatımızın içinde, sıradan olayların altından çıkan, politik bir hedefi olmayan, spontan eylemlere karşılık geliyor sıradan faşizm sözcüğü. Aslında tıpkı ülkede yaşananlar gibi! Tek parti dönemini, 12 Eylül'ü ve 28 Şubat'ı yaşayan bir toplumda başka neyin gelişmesi beklenebilirdi ki! Onca yıldır sola darbe vurmak adına desteklenen Türk-İslam sentezinden, uzun bir süredir yaşanan savaş ortamından ve Osmanlı'dan bu yana yüzlerce yıllık militarist bir iktidar yapılanması altında gelişen bir toplumdan başka ne beklenebilirdi ki! Kapitalizmin yarattığı kitlesel yoksullaşmadan, yaşanan sosyal gelir düzey uçurumundan, uluslararası arenada demokrasi karnesi nedeniyle hep mahkum edilen ve yaşananları faşizan bir bakışla yorumlamaya çalışan böylesi bir medya altında hayatını sürdürmeye çalışan bir yurttaş profilinden ne beklenebilirdi ki! Beklenen aslında oldu! Bugünün Türkiye toplumu "yabancı"yı kötülüğün kaynağı sayan, "farklı"lığa tahammül edemeyen, herkesin kendisine karşı olduğu paranoyasına kapılan, "namus", "töre", "at-avrat-silah" gibi simgesel kavramlarda kendini bulmaya çalışan, yaşadığı özgüvensizliğe, aşağılanma hissine ve kültürsüzlüğü karşı "vatan-millet-Sakarya" ve "paparazzi" edebiyatıyla yetinen, bir futbol maçını kendisini dünyaya kabul ettirmek için bir vesile sayan, kimi zaman lezbiyenliği, kimi zaman travestiliği, kimi zaman da geyliği "onur" ve "ahlâk" sorunu haline getiren ve kendisinin belirlediği çizgi dışına çıkanları acımasızca yok etmeye güdülenmiş bir yapıya evrildi. Ne diyeyim böylesi bir yapıyı oluşturmaya emeği geçenlerin ellerine sağlık! Gelelim çıkış noktasına: Şüphesiz ki ilk adım; bireysel kimliğin içinde barındırdığı komplekslerden kurtarılması amacını güden uzun dönemli ve sabırlı bir

Bugünün Türkiye toplumu "yabancı"yı kötülüğün kaynağı sayan, "farklı"lığa tahammül edemeyen, herkesin kendisine karşı olduğu paranoyasına kapılan, "namus", "töre", "at-avratsilah" gibi simgesel kavramlarda kendini bulmaya çalışan, yaşadığı özgüvensizliğe, aşağılanma hissine ve kültürsüzlüğü karşı "vatan-milletSakarya" ve "paparazzi" edebiyatıyla yetinen, bir futbol maçını kendisini dünyaya kabul ettirmek için bir vesile sayan, kimi zaman lezbiyenliği, kimi zaman travestiliği, kimi zaman da geyliği "onur" ve "ahlâk" sorunu haline getiren ve kendisinin belirlediği çizgi dışına çıkanları acımasızca yok etmeye güdülenmiş bir yapıya evrildi.


KAOS çalışma. Eğitim modellerinden, toplumsal psikolojik desteğe kadar inceden inceye düşünülmüş, ayrıntılandırılmış sıkı bir çalışma. Ancak unutulmamalı ki bu çalışmanın yapılacağı coğrafi mekanda hüküm süren "devlet" yapısının da otoriter zincirlerden kurtulmuş olması, olmazsa olmaz koşul. Bu kadarı yeter mi? Kanımca hayır. Bakın böylesi bir çalışmanın en önemli kolunu oluşturacak politik alan konusunda ne diyor Emre Arslan; "Bugün gelinen noktada, partinin (MHP kastediliyor) diğer neo faşist partiler gibi, yeni söylemleri ve stratejileri devreye sokması, faşizmin özünü oluşturan ultra-milliyetçiliğin temel politikası olan egemen düzeni değiştirme kaygısı taşımadan siyasal iktidarı ele geçirme amacından vazgeçtiği anlamına gelmemektedir." Dikkatlice gözlenirse fark edilir ki; bugünün neo-faşist partileri, klasik faşist hareketlerin aksine, faşizmin kendine "yabancı" olarak gördüğü ve bu nedenle karşı çıktığı kapitalizmle bir sorun yaşamamaktadırlar. Hatta eskiye göre söylemlerini, vitrinlerini yenileyerek bir popüler milliyetçilik dalgası yaratarak, deyim yerindeyse milliyetçiliği sulandırarak, sistemi topyekün değiştirmeyi vaat etmiyor, sadece bir kısım reformlar önererek siyasi iktidara talip oluyorlar. Doğaldır ki yaşanan bu yaklaşım farklılığının bir gereği olarak da eskiden sosyalist hareketler gibi alt sınıflara yelken açan faşizm, artık üst orta sınıflara da göz kırpmaktadır. Şüphesiz ki bu değişim en çok kapitalizm tarafından beğeniyle karşılanmakta ve kendisinin bekası için bir zamanlar tehlike olarak gördüğü faşist hareketlere bizzat destek olmakta ve iktidarı ona teslim etmektedir. İşte bu nedenle faşizmle mücadele etmek tıpkı Arslan'ın dediği gibi; "kapitalist düzenin tüm (toplumsal, iktisadi, kültürel, ideolojik vb) görünümlerini birbiriyle olan ilişkisini görüp bunları aşma perspektifini taşıyarak faşizmi değerlendirmek ve bu ilişkiler çerçevesinde ona karşı mücadele etmektir." Kısaca birey kimliğini sağlam tutan, bireyi gözardı etmeyen, onun her alanda özgürleşmesini amaçlayan anti-kapitalist bir mücadele bugünün dünyasında aynı zamanda anti-faşist bir mücadeledir. Kaynaklar: 1. Tanıl Bora, "Zifiri karanlık seçimleri: MHP ve diğerleri", Birikim, Sayı 121, Sayfa 15, Mayıs 1999. 2. Tanıl Bora-Abdullah Onay, "Taksim cinayeti ve Türk milletinin tahrik olma hakkı", Birikim, Sayı 133, Sayfa 51, Mayıs 2000. 3. Tanıl Bora, "Faşizmin halleri", Birikim, Sayı 133, Sayfa 21, Mayıs 2000. 4. Emre Arslan, "Neo Faşizmin Türkiye versiyonu olarak Milliyetçi Hareket Partisi", Birikim, Sayı 133, Sayfa 35, Mayıs 2000.

14

KARTAL CEZAEVİNDE SEKS SKANDALI Kartal Özel Tip Cezaevi'nde görevli iki infaz koruma memurunun, cezaevinde tutuklu bulunan "Özlem" takma isimli travesti Selçuk Nart'a tecavüz ettiği ortaya çıktı. Olay, Nart'ın Kartal Cezaevi'nden serbest bırakılması sırasında götürüldüğü polis otosundan, yönetici personele "Bana müşahede odasında iki gardiyan sahip oldu" diyerek bağırmasıyla ortaya çıktı. Olayı araştıran yetkililer, cezaevinde yaşanan seks ilişkisinin Nart'ın koğuşunda, bir kez de müşahede odasında gerçekleştiğini belirledi. Travestiye tecavüz eden infaz koruma memurlarından E.N. ile L.G. hakkında, Kartal Cumhuriyet Başsavcılığı'nca soruşturma başlatıldı. (27 Eylül 2000, Radikal) *** HORTUM'U SUÇLADILAR Yaralı arkadaşlarını ziyaret için gittikleri hastanede olay çıkarmak ve polise mukavemetle suçlanan altı travestinin yargılanmasına Fatih 1. Asliye Ceza Mahkemesinde devam edildi. Travestiler, "Hortum Süleyman" lakaplı Fatih Ekipler Amiri Süleyman Ulusoy'un kendilerine işkence yaptığını iddia ederken; dava, polislerle travestilerin yüzleştirilmesi için ileri bir tarihe ertelendi. (27 Eylül 2000, Radikal) *** "Hortum Süleyman"a Dava Beyoğlu İlçe Emniyet Müdürlüğü`nde görev yaparken 9 travestiye kötü muamelede bulunan Başkomiser Süleyman Ulusoy hakkında, 27 yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açıldı. Beyoğlu Cumhuriyet Savcılığı'nca hazırlanan iddianamede, kamuoyunda Ulusoy'un, "görevi sırasında 9 travestiyi, memur olduğu halde kanun ve nizamın tayin ettiği ahvalden başka surette kötü muamele ve cismen eza verecek şekilde darp ve cerh ettiği" kaydedildi. Buna göre Ulusoy'un, TCK'nın 245. maddesi uyarınca "Efrada kötü muamele etmek" suçundan üç ay ile üç yıl arasında hapis cezasına çarptırılması istenen iddianamede, 9 şikayetçi bulunduğu için Ulusoy'un bu cezasının 9 kez uygulanmak suretiyle iki yıl üç ay ile 27 yıl arasında hapise yükseltilmesi talep edildi. İddianamede ayrıca, Ulusoy'un memuriyetten men edilmesi de istendi. (15.10.2000)


Özgür EREN ozgureren2000@yahoo.com

İnsan genomu projesinin (HUGO) tamamlanmasıyla beraber artık genetik kökenli bir çok hastalığın tedavi edilebileceği düşüncesi arttı. Tabii eşcinsellik de bu düşünceden nasibini alıyor. Eşcinselliğin henüz genetik olup olmadığı kesin değilse de eğer genetik kökenli olduğu varsayılırsa bir hastalık mıdır sorusu akıllara geliyor. İnsanların genomunda özellikleri karakterize eden genlerin farklılıklaşması hastalık olarak yorumlanabilir mi ? Hangi mantık farklılığı hastalık olarak belirtebilir? Canlı genomlarında meydana gelen farklılık canlıların evriminde motor gücü oynar. Canlı evriminin iki temel basamağı vardır: 1- Herhangi bir yolla canlı genomunda farklılığın oluşması 2- Oluşan farklılığın doğa tarafından kabullenilmesi Üç milyar yıl önce oluşan ilk canlı organizmadan bugünkü yüksek organizmalara kadarki zamanda bütün canlılar bu iki sürecin birbirini sürekli takibiyle evrimleşmişlerdir. Bugünkü insanın 3,75 milyon yıllık tarihi vardır. İlk insansı tür, Austrolopithecus aferensiz'den genetik farklılıklar sonucu homo cinsi evrimleşmiştir. Tesadüfi farklılıkların sonucu iri beyinli, küçük avurt dişli, iki ayak üzerinde yürüyebilen ilkel bir insan oluşmuş daha sonra tarih sırasıyla 2 milyon yıl önce Homo habilis, 1,7 milyon yıl önce Homo erectus, 50 bin yıl önce Homo sapiens (günümüz insanı) oluşmuştur. İlkel insandan günümüz insanının oluşumu tamamen genomda meydana gelen tesadüfi farklılıklardan kaynaklanır. İnsan genomundaki baz dizisinde oluşan farklılık sonucu insan iki ayak üzerine çıkmıştır. Daha sonra iki ayaklı insan genomunda oluşan farklılık sonucu insan beyin tası büyümüş bu da beyinin irileşmesine olanak sağlamıştır.** Birbirini takip eden böyle yüzlerce genetik farklılık sonucu insan ve diğer canlılar bu günkü durumuna gelmiştir. Günümüzde de insan ve diğer canlıların evrimi aynı hızda sürmektedir. Anlaşılacağı üzere insan genomu şimdi durağan bir yapıda olmadığı gibi olabilecek herhangi bir genetik farklılıkla daha da zenginleşip

ileri bir insanı oluşturabilir. İnsan genomu ve fenotipi süreğenliğinin yanı sıra dogmatik düşüncelerin aksine mükemmel de değildir. İnsan sadece diğer canlılarla kıyaslandığında daha ileri bir genoma sahiptir. Canlıların gelişimini sağlayan genetik farklılık olduğu için eşcinselliği karakterize eden genlerin oluşması veya her hangi bir farklılık mükemmel insan yapısından kopuş değil aksine daha üstün insanın oluşmasına şans olabilir. Tüm bu sonuca göre evrimin temel gerekliliği olan farklılığı hangi zihniyet hastalık olarak belirtebilir. Farklı olanları hor görme, dışlama, mümkünse yok edilmesi düşüncesi çok eskidir. Tarihte bir çok ülke insanı kendilerinden olmayan komşu halkları insan saymazlardı. Yunanlılar'da, Romalılar'da, Babil'de, yalnız egemen ırkın dışındaki ırklar değil aynı zamanda aynı ırktan aşağı sınıflardaki kişiler insan sayılmazdı. Aristo sadece polis devleti üyelerini insan kabul eder kölelerin ve diğer toplumların insan olmadıklarını belirtirdi. Sade siyahlar için sırf renk farklılığından dolayı binbir aşağılama, insan saymama teorileri üretildi. İşçi ve köylüler sınıfsal durumlarından dolayı aşağı ırk olarak görüldüler. Ve bütün bu çalışmalar bizzat bilim adamları tarafından yürütüldü. Şöyle ki; Sosyal Darwinizm bilim dalına göre hayatta kalan güçlüydü, üstündü öyleyse burjuvazi güçlü ve üstün, emekçi sınıf ilkel insanı oluşturuyordu. 19. yüzyılın sonunda farklılıkları tahammül edemeyen ırkçı düşünce katlanarak arttı. Farklılığın yok edilmesine yönelik pratik uygulamalara geçildi. Öjenik bilim dalı doğdu. Bu bilim dalının amacı insan ırkının iyileştirilmesi dolayısıyla daha iyi toplumların oluşturulmasıydı. Öjenik biliminin belirlediği yöntemlerle tüm farklılıklar toplumdan çıkartılacak böylece tek bir ırktan oluşan tüm hastalıklardan arındırılmış üstün toplum elde edilebilecekti. Birçok Avrupa ülkesinde ve Amerika'da hızlı olarak öjenik çalışmaları başlatıldı. Amerika'da suç işleyenler kısırlaştırıldılar. Birçok Avrupa ülkesinde aynı şekilde akıl

15

hastaları, engelli insanlar izin alınmaksızın hastanelerde kısırlaştırıldı. Faşizmin bütün Avrupa'da yükselişte olduğu birinci paylaşım savaşı sonrası öjenik çalışmaları solun kuvvetli olduğu ülkelerde dahi yapıldı. Almanya'da meşhur toplama kamlarının ilki 1933'de kuruldu. Anlaşılacağı üzere Hitler'in partisi iktidara geldiği yıl uygulamalara durmaksızın başlıyor. Toplama kamplarının amacı toplumdan farklı insanların bu izole bölgelerde tutularak diğer insanların saf ve üstünlüğünün korunmasıydı. Farklı sayıda yahudi, çingene, EŞCİNSEL, akıl hastası vs. toplama kamplarına yığıldı. Bilindiği gibi çok azı dışında bu insanlar zehirli gazlarla öldürüldü. Kamplardaki tüm katliamlar bilim adamlarının denetiminde gerçekleştirildi. O kadar çok insan öldürülüyordu ki öldürme masrafları ağır olmaya başlamıştı. Ekonomik gaz bulmak için enstitüler kuruldu, akademisyenler buralarda en ekonomik insan katliamı üzerine çalışmalar yaptılar. İkinci paylaşım savaşından sonra öjenik çalışmaları durduruldu ise de faşizm varlığını sürdürmekte. Dünyanın birçok bölgesinde yaşadığımız coğrafya da dahil farklılığa tahammül edemeyen ilkel faşist zihniyetler alenen bulunmakta. Genom projesi sonuçlanmasına rağmen ortalık tam olarak aydınlık değil. Planlananların pratiğe geçirilip geçirilemeyeceği fazlaca bilinmiyor. Ama gerçek şu ki bu proje ile ilkel insanlara gün ışığı doğdu. Sonuç olarak; Eşcinsellik eğer farklı genetik yapıdan kaynaklanıyorsa bir genom bozulması veya hastalık değildir. Bilakis olması gereken sürecin bir parçasıdır. Fakat bunu hastalık olarak gösteren zihniyet 150 yıl önce siyahları köle yapıp işine yaramayanları ayağına taş bağlayıp denize atan, emekçileri işgücünden ibaret görüp insan saymayan, parası olmayanı üçüncü sınıf sayan, 60 yıl önce yaşlıları yük sayıp ötenazi uygulayan zihniyettir. Kaynaklar: Lewin, R.,"Modern insanın kökeni" Ruelle, D.,"Rastlantı ve kaos"


KAOS GL

GÜLSÜM

Türk Sinemasının tarihi içinde eşcinsel sinemanın tarihini aramak için henüz çok erkendir dersek yanılmış olmayız ve bu, "boşuna bir çabadır" demekten daha umut taşıyan ve daha olumlu bir yaklaşım olur.

öyküleri de yer bulmaya başladı. Fakat ben içinde bulunduğumuz bu noktada, sözü edilen sorgulamanın özünü, dokusunu ve gerçekliğini biraz kötümser bir eleştirellikle ve şüpheyle değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum.

Türk Sinemasında, Yeşilçam filmleri içinde, bol bol eşcinsel erkek tiplere rastlamak mümkün. Görünüm, davranış ve kendini ifade ediş biçimi açısından gerçek anlamıyla "tuhaf" olarak sunulan bu stereotipleri, kadınsı erkek şablonu içinden okuyabiliriz. Ayrıca, kimi filmlerde kadınlar arasındaki eşcinsel yakınlaşmalardan da belli belirsiz söz edilebilir (Örneğin; Halit Refiğ'in "Haremde Dört Kadın" adlı filmi).

80'li yıllarla birlikte Türk Sinemasına konu olan olaylar, durumlar hikayeler ve karakterler daha dar ve toplumsal hayatın eklem yerlerinde sıkışmış, görünmez olmuş sosyal alanların içinden olmaya başladı. 80 darbesinin ürküttüğü toplumsal yapının ilgisini de görece olarak ölümden kurtaran ve daha zararsız bir yöne kanalize eden bu filmler aslında içerik olarak, baskıcı güçlerin gözünden kaçabilen, üstü örtük bir tartışma ve sorgulama kapısı aralama potansiyelini taşıyorlardı. Ne var ki varolan bir tarihsel alt yapı üzerine oturmayan bu süreçte, sanki tüketme duygusu keşfetme duygusundan baskın geldi ve sinema, kendi merak duygusunun peşinden koşarak, marjinal hayatların mekanlarına, kahramanlarına sokulmaya başladı. Bu çaba, söz konusu yaşamları son derece ürkek ve naif bir söylemle, daha çok ahlaki değerleri insafa getirme çağrısı kapsamında belli belirsiz politikleştirdi. Böylece sürekli tansiyon hastalığıyla yaşamaya alışmış olan Türk Sineması pazarında, tüketim sürecine dahil edilen yaşam alanlarından biri de eşcinsellik oldu. Bu metni desteklemesi amacıyla tekrar izlenmek üzere saptanmış üç filmin de, özünde cinsiyetçi ve heteroseksist toplum yapısı üzerine bir tartışma niyeti içermediğini düşündüğümü söylemeliyim. Öznel görüşlerimi temellendirmem konusunda Atıf Yılmaz Batıbeki'nin Aktüel Dergisindeki (1991) ve Dönersen Islık Çal'ın yönetmeni Orhan Oğuz'un Antrakt Dergisindeki (1993, s:16) ifadeleri, filmlerine ilişkin kendi yorumları ve sözleri de belirleyici olmuştur.

Asuman Suner Türk filmlerinde eşcinsel erkeğin daima marjinal bir konumda ve filmin komik öğesi olarak kullanıldığını söylüyor ve şöyle devam ediyor: Son derece abartılı bir efeminelikle öne çıkarılan bu şablon tipin tek işlevi seyirciyi güldürmek ve kimi zaman bunun bir adım ötesine giderek tiksindirmek. Yine bu tipin belirli bir toplumsal tabaka (burjuvazi) belirli meslek gruplarıyla (berber, modacı, makyajcı vb.) özdeşleştirildiği saptamasını yapmak da yanlış olmasa gerek. Bu anlamda, eşcinsellik filmde toplumsal bir eleştirinin ifadesi olarak, çöküş, yozluk, çözülme, değersizlik vb. nosyonlarıyla birlikte kullanılır genellikle (1).

Türk sinema tarihinde eşcinsellik maalesef kendi tarihini yazma olanağı bulamamış, bu anlamda daha çok sosyal ve politik süreçler kapı açıcı bir rol oynamıştır. 1980'li yıllarla birlikte Türk Sinemasında, toplumsal cinsiyet tanımı içinde stereotipleşmiş olan kadın ve erkek rolleri, tartışma ve sorgulama Yön: Ferzan Özpetek konusu olmaya başladı. Bu tartışmaların beslenmesinde ve yayılmasında feminist yaklaşımların da önemli etkileri olmuştur. Artık cinsiyetlerin sorgulanmaya başlandığı Türk Sinemasında, eşcinsel erkeklerin ve kadınların

16

Atıf Yılmaz, Düş Gezginleri (Atıf Yılmaz, 1991) filminin iki lezbiyen kadının hikayesi olarak okunmasını kabul etmez. Filmin kadın duyarlılığı üzerine bir film olduğunu vurgular. Fakat filmin özellikle İstanbul'da geçen bölümü boyunca, filmde kadına ait hangi duyarlılığın yönlendirici olduğu sorusu, filmin problemini sezdirir niteliktedir. Aynı şekilde, Turgut Yasalar'ın Dönersen Islık Çal (Orhan Oğuz, 1993) adlı filmin ortaya çıkış sürecini anlattığı yazısında (Antrakt Dergisi 1993, s:16) filmin


KAOS GL içeriğindeki mümkündür.

sorunların

izini

sürmek

...(Filmin senaristi Cemal Şan'ın) bir yazar arkadaşı vardır sürekli gelip giden. Cemal'in deyişiyle biraz yumuşaktır ve her geçen gün biraz daha yumuşamaktadır. Ve bir gün travesti olup çıkar bu yazar (...) Cemal, yazarın hikayesini senaryolaştırmaya karar verir ve onu bir kadınla karşılaştırmayı düşünür (2).

Fakat daha sonra günlerden bir gün Cağaloğlu'nda bir cüceye rastlayınca, travestiyi bir cüceyle karşılaştırmakta karar kılar. Senarist Cemal Şan ve yönetmen Orhan Oğuz'un konuşmalarından, kendi anlam ve değer dünyalarının dışına çıkan bu iki kişiyi yadırgadıkları anlaşılmaktadır. Söz konusu yadırgama filmde de gözlenir. Bu iki insanın (cücenin ve travestinin) yaşamı, filmi çekenler tarafından sorgulanan, içinde bulunduğumuz toplumsal yapıya ve değerlere ilişkin bir sorgulama içeren, özünde dert edilen bir mesele değildir, aksine tüketici bir merakın nesnesidir. Ve tıpkı filmi çekenler gibi, izleyiciler de bu filmleri ve kahramanları, kendi steril merkezlerinden, sarsılmadan, her hangi bir özdeşleşme tahribine uğramadan, acıkmış bir merakla ve ucu kendine dokunmadığı müddetçe bonkörce harcadığı anlayış gösterme (ama aynı zamanda acıma) duygularıyla izlerler. Dışarıda olan içeriye giremez çünkü; ve çünkü bu filmlerin dışarı ile içeri arasında tesis edilmiş olan kapının kilidini tahrip etme gibi bir dertleri yoktur. Çekimlerden önceki kostüm ve makyaj provasında, Fikret Kuşkan'ın kadın giysileriyle Orhan Oğuz'un karşısına dikildiği zamanı ve Kuşkan'ın o halini Orhan Oğuz, "o zaman bile itici buldum" sözleriyle hatırlıyor. Mevlüt Demiryay'la ilk karşılaşmasını ise şöyle anlatıyor: İlk gördüğümde reaksiyonum korkunçtu. Bu kadar küçük bir adam nasıl olur diye... Sonra o adam giderek büyüdü. Filmde de onu vermek istedim. Aslında başkaları cüce. O büyük bir adam (3).

Bu cümleler, karşısındakinin ötekileştirmekten kurtulamamış, kendi merkez oluşunu ve birilerinin merkezin dışında oluşunu sorunsallaştırmamış bir bakış açısı taşıdığını düşünüyorum. Kabaca bir tersine çevirme "o değil, başkaları cüce" fikirsel boyutu, kendi içinde psikomatik bir açımlama saklamaktadır. Bu konuya filmle ilgili başlık altında tekrar döneceğim. Sonuç olarak, her üç yönetmenin de (Atıf Yılmaz, Orhan Oğuz, Ferzan Özpetek) konularını, senaryolarını gerçekten ilgi duydukları ve dert edindikleri alanlardan süzmediklerinin, kendi dışlarındaki kimi konuların cazibesiyle hareket ettiklerini, marjinal hayatlardan orijinal senaryolar üretme

17

çabası içinde olduklarını düşündüğümü ifade etmeliyim. Dolayısıyla Türk Sinemasının bu tür öykülere yönelmesini bir yandan anlamaya çalışırken, öte yandan bu süreci, canalıcı tartışmaları tüketim ürününe dönüştürerek değersizleştirme içini boşaltma potansiyeli taşıması nedeniyle pek masum değerlendirmiyorum. Ama bu filmler yarattıkları tartışmalar açısından ve filmler üzerine yapılan çalışmalar açısından elbette önemsenmeli. Bu çalışmada, izlediğim filmler hakkında çok yönlü bir değerlendirmeye yer vermeyeceğim. Filmleri konuyla ilgili bulduğum noktalarda değerlendireceğim. Düş Gezginleri (Atıf Yılmaz Batıbeki, 1991) Film, zorunlu hizmetini yapmak üzere bir taşra kasabasına doktor olarak giden Nilgün (Meral Oğuz) ve kasabanın genelevinde Anjelik takma ismiyle çalışan Havva'nın (Lale Mansur) ilişkisini konu alır. Filmin esas karakterleri olan iki kadınla tanıdık türden bir yerde, bir kasaba ortamında ve atmosferinde tanışırız. Nilgün ile Havva'nın birbirlerinin çocukluk arkadaşı olduklarını anlamalarıyla başlayan ve gelişen sıcak ve dayanışmacı ilişki, hiç zaman kaybetmeden kasabada dedikodu nedeni olur. Kasaba gibi dar yerleşimlerin, birbirleri içinde evrilen, kapalı, özel ve kamusal yaşantıları ve dedikodu mekanizmaları da zaten tema olarak eşcinselliğe aşinadır. Nilgün'ün ev sahibinin karısının, Nilgün'den etkilendiği film içinde ifade edilmektedir. Kasabada yayılan söylentilerden dolayı çareyi kendini İstanbul'a atmakta bulan öykünün seyri İstanbul'da birdenbire değişiverir. Büyük şehirde yaşamaya başlamalarıyla birlikte iki kadının ilişkisi duygusal platformdan iyice sıyrılır, ilişkinin cinsellik boyutunu da yıpratan ve kabalaştıran yeni bir boyut ön plana çıkar. Kişilerin karakter özellikleri, aralarındaki hayat tarzı, yaşam standartı ve kültür ortamlarından doğan zevkleri, beğenilerindeki farklılıklar ve cinsiyet rolleri, filmin kente taşındığı yerde çatılır ve anlatı yeni bir yol ayrımında, ani bir kararla iktidar temasına yönelir. Kadınlardan birine erkek diğerine de kadın rolünün giydirildiği filmde Nilgün artık evin erkeğidir; parayı o kazanır, dışarıda bir sosyal ortamı olan odur, ayrıca içine doğduğu yaşam standartı açısından da Havva'dan daha şanslı olmuştur. Evin kadını Havva'nın ise dış dünyayla iletişimi son derece sınırlıdır. Sürekli evin dekorasyonu ile uğraşır, arabesk müzik dinler, evden alt komşuya gitme konusunda bile çekingen davranır çünkü akşam yemeği hazırlaması gerekmektedir. Nilgün'ün sert çıkış ve eleştirilerini suskunlukla karşılar.

Ve tıpkı filmi çekenler gibi, izleyiciler de bu filmleri ve kahramanları, kendi steril merkezlerinden, sarsılmadan, her hangi bir özdeşleşme tahribine uğramadan, acıkmış bir merakla ve ucu kendine dokunmadığı müddetçe bonkörce harcadığı anlayış gösterme (ama aynı zamanda acıma) duygularıyla izlerler. Dışarıda olan içeriye giremez çünkü; ve çünkü bu filmlerin dışarı ile içeri arasında tesis edilmiş olan kapının kilidini tahrip etme gibi bir dertleri yoktur.


KAOS GL Dolayısıyla, filmde, toplumsal hayatın cinsiyetçi ve heteroseksist örgütlenişi içinde, iki kadının birbiriyle ilişkisinin de yeni bir iletişim biçimine neden olamadığı ifade edilir. Filmin sonunda Havva Nilgün'le karşılaşmadan önceki, eski yaşantısına geri dönmek zorunda kalır ve mesleğini büyük kent koşullarında sürdürmeye yönelir. Nilgün de doktor olarak olağan yaşantısına devam eder. Buradan hareketle "Düş Gezginlerinin, toplumsal hayatımızın cinsiyetçi ve heteroseksist örgütlenişini bir değişmez olarak kabul ettiğini söyleyebiliriz. Karakterler değişir, karakterlerin cinsel yönelimleri değişir, kültürel alt yapıları değişir vb. fakat "biri erkek biri dişi" formu, içerdiği iktidar ile birlikte sabit kalır. "Böylece ortaya estetikten uzak, inandırıcılığı olmayan, sıradan kadın erkek ilişkisine benzeyen bir lezbiyen ilişki çıkar" (4).

filmin farklı bir cinsel yönelim konusunda kendisini ve izleyiciyi ikna etmede rahat olamadığını, sıkıntı çektiğini, dolayısıyla bir homofobi içinde olduğunu söyleyebiliriz.

Dönersen Islık Çal (Orhan Oğuz, 1993) Filmde bir cüce ile bir transeksüelin ilişkisi anlatılır. Beyoğlu'nun arka sokaklarının ve gecelerinin tehlikelerine karşı, birbirine tutunmaktan başka şansı olmayan bu iki kişinin trajik ve zor yaşantısını konu alan film, onları "normal" insanların dünyasındaki tehlikelerle karşı karşıya bırakır. Transeksüel, filmin anlatı ömrü içinde bir kez daha kurtulmayı başarırken, cüce filmin sonunda ölümden kurtulamayacaktır. Film bir flashbackle açılıyor. Transeksüel karakterin (Fikret Kuşkan), çocukluğunda abisi tarafından tecavüze uğramış olduğunu anlıyoruz. Bu sahne, filmde karakter ve karakterin cinsel yönelimi hakkında açıklayıcı, neden-sonuç bağlamlı bir tür bilimselbilgilendirici bir sahne olarak kullanılıyor ve aslında toplumda hoş görülmeyen yanlış olan durumun mesulü bu kişinin kendisi değildir mesajı taşıyor fakat toplumu da mesul ilan etmiyor. Arafta sıkışmış bir mesuliyet kaderle açıklanır böylece. Buradan hareketle, filmin farklı bir cinsel yönelim konusunda kendisini ve izleyiciyi ikna etmede rahat olamadığını, sıkıntı çektiğini, dolayısıyla bir homofobi içinde olduğunu söyleyebiliriz. Filmin asıl karakteri cücedir (Mevlüt Demiryay). Cüce; kibar, ciddi, disiplinli ve içedönük bir karaktere sahiptir. Transeksüel ise genellikle neşeli, ağzına geleni düşünmeden söyleyiveren, dışadönük bir karakterdir. Her iki karakter de yalnızdır, sosyal ilişkileri neredeyse yoktur. Karakterleri gündelik ve sosyal ilişkilerinden de soyutlayarak öyküleyen film, onları sadece filmsel anlatı içinde dışlamaz, aynı zamanda gerçek hayatlarına bakış açısında da dışlar ve aslında der ki; bu iki insanın beden özellikleri, sosyalleşmelerine izin vermeyecek niteliktedir,

18

onlar sosyal olarak hastadırlar. Onları herkesin bulunduğu mekanlarda görmeniz, herkesin yaptığını yaparken görmeniz mümkün olmaz. Bu iki karakter bir olay nedeniyle bir araya gelmekten ziyade birbirlerinden başka kimseleri olmadığı için bir arada gibidirler. Filmin bir sahnesinde cüce transeksüele şöyle der: "Senden daha kadın, benden daha erkekler var." Transeksüel ise cüceyi "üzülme, senin çükün ikimize de yeter," diyerek teselli eder ve cüce ekler: "Senin de boyun." Karakterler kendi bedenleriyle barışık olmayan mutsuz insanlardır. Özellikle cüce, cüceliğini "kötü" olarak mahkum etmiştir ve kendine bir türlü yakıştıramamakta, başkalarına cüce demektedir. Yüksek binaların üzerinden tüm kente "Asıl cüce sizsiniz" diye bağırmak, cüceliği insanlara hakaret etmenin bir yolu olarak kullanmak, onun kendine tahammül edebilmesinin bir yoludur adeta. Çünkü cücelik bu dünyada olunabilecek en kötü şeydir. Bunu transeksüel karakter de şu sözlerle ifade eder: "Ben senin yerinde olsam intihar ederdim." Aynı şekilde cüce de transeksüel hakkında benzer şeyleri düşünür; bir transeksüelin yerinde olmayı hiç istemez. Transeksüeli ilk farkettiğinde midesi bulanmış ve kusmuştur nitekim. Ama onlar için birbirlerinden başka kimse yoktur. Filmde bu iki karakterin içinde bulunduğu durum "kötüolumsuz" olarak kabul edilir ve karakterler suçlu bir durumun içine düşmüş suçsuzlar, kader kurbanları olarak sunulur. Toplumsal yaşam bu karakterleri mahkum etmiştir, filmin karakterleri de kendilerini mahkum etmiş görünmektedirler, ve bu film onları bir kez daha mahkum etmekten, ezmekten başka bir şey yapmaz ve daha önce sözünü ettiğimiz kapı sapasağlam, kimileri için tehdit kimileri için ise güvence olmayı sürdürür. Anlatana ve izleyene düşen bu insanlara üzülmektir. İzleyicilerin, iki karakterin yaşamlarını yargılama konusunda hadlerini aşmalarına her zaman izin vardır ve film kişilerinin acılarına karşı filme dışarıdan "lütfen" bir anlayış fırlatma konusunda. Öte yandan marjinallik filmde tam bir seyirliğe dönüşmüş olur. Bir transeksüel, bir cüce, toplumun alışık olmadığı, yadırgadığı ve yargıladığı ve fakat basit meraklarla tüketmeye de yatkın olduğu bir insandır: Film, bir transeksüel nasıl giyinir, makyaj yapar, nasıl konuşur, nasıl yaşar, bir cüce nasıl yaşar, evini nasıl düzenler, yükseğe nasıl uzanır vb. meraklara duyulan açlığı giderir niteliktedir. İzleyicilerde, kendileri gibi olmayanları görme üzerinden, kendi yerlerini, konumlarını manevi olarak güvenceye alma duygusunu besler. "Dönersen Islık Çal", merkezde olmaktan kurtulamamış, aksine merkezin ötekileştirici


KAOS GL bakış açısının ciddi homofobik bir filmdir.

kusurlarını

taşıyan

Hamam (Ferzan Özpetek, 1995) Film İtalyan Françesko'nun, teyzesinin ölümü üzerine İstanbul'a gelmesiyle başlar. Françesko'ya teyzesinden bir hamam miras kalmıştır. Evli olan Françesko, İstanbul'un ve özellikle hamamın egzotik havasında kaybolur, yaşamında önemli değişiklikler olur. Yanında kaldığı ailenin oğlu Murat'la geceleri hamamda gizlice birlikte olmaya başlar. Bir süre sonra karısı onların ilişkisini öğrenir fakat son çok hızlı gelişir ve söz konusu üç kişinin ilişkilerine yeni bir yol çizmelerine fırsat olmadan Françesko hamamı satmasında ısrarlı olan belalı birileri tarafından öldürülür. Aslında filmde Murat ve Françesko'nun neden böyle bir ilişki içinde olduğu pek açık değildir. Karakterler arasında bir aşk mı söz konusudur yoksa hamamın farklı mistik ortamında doğmuş, özellikle Batı'dan gelen Françesko için farklı, doğulu, sürekliliği olmayan bir ilişki mi? Filmde İstanbul'un ve hamamın bir tür batı bakış açısıyla, oryantalist sunulması, filmin içeriğini ve filmde aranacak anlamları da bulandırmıştır. Çünkü batı için doğunun ne olduğu sorusunun cevabı filmde, dışarıdan içeriye gelen bir batılının (Françesko) deneyimini bütünüyle olmasa bile biraz yargılayıcı olmaktan kurtarabilmesi ve turistik merak çerçevesinde düzenleyebilmesi ile oluşturulmuş batıcıl bir cevap gibidir. Yani Françesko burada, İstanbul'da, batıda sürdürdüğü ilişki biçiminden farklı, doğuda rastlanabilir cinsten olan yeni bir ilişki biçimi yaşamıştır (doğu öykülerinde sıklıkla rastlanır eşcinsel öykülere) ve bunu yaşamaktan hoşlanmıştır. Ülkesine geri dönmeyi düşünmemektedir. Gene de Françesko'nun ve Murat'ın yaşadığı aşk mıdır, aşk olmasa bile iki eşcinsel karakterin süreklilik gösteren bir tür sevgi ilişkisi midir yoksa geçici bir İstanbul ve hamam sihri midir, çok açık değil. Benzer kararsızlık ve bulanıklık, "Düş Gezginleri'nde ve diğer iki filmde kıyasla daha farklı ve samimiyetsiz olmak üzere Dönersen Islık Çal" filminde de var. Her üç filmde de eşcinsellik, filmlerdeki ifade cesaretinin ürkekliğine takılıyor. "Hamam"da, söz konusu karakterlerin ilişkisini neye dayandıracağımız konusunda yetersiz bilgilendirilmiş oluyoruz. Filmde bu iki karakterin cinsel yönelimine ilişkin açık bir bilgilendirme yoktur, daha doğrusu doğu mistisizmi ve hamam'ın ağır, yoğun, ısı ve buharının içinde, gözün ve zihnin görme olanağının zorlanmasını biz anlam boyutunda yaşıyoruz. Aslında olanı biteni kesin olmamak kaydıyla anlıyoruz, izliyoruz. Aynı şekilde "Düş Gezginleri"nde iki kadının neden böyle bir deneyimi yaşadıkları

19

belirsizdir. Kadınları, birbirlerinden başka kimseleri olmaması mı bir eşcinsel ilişkiye yöneltmiştir yoksa asıl (ya da ikinci) eğilimlerini keşfetmelerine yol açan bir süreç mi yaşamışlardır, anlaşılmaz. Filmin yönetmeni Atıf Yılmaz, filmin karakterlerinin lezbiyen olduğunu düşünmez, filmin dokusundaki kadın dayanışmasından ve kadın duyarlılığından söz eder. Fakat filmde böyle bir dayanışma ve duyarlılık yakalamak da hayli zordur. "Dönersen Islık Çal"ın cinsel yönelimi bulanıklaştırma gibi bir derdi olanağı yoktur çünkü bir transeksüel fiziksel olarak da cinsel yönelimini yeterince açık eder niteliktedir. Dolayısıyla film karakterinin durumu, çocukken eşcinsel tecavüze uğradığına ilişkin bir sahneyle açıklanır; bu sahne, mecburen kabul edilmesi gereken durum karşısında filmin homofobik bir korunma çaresi olur. Sonuç olarak her üç filmin de eşcinselliğe dışarıdan, heteroseksist gözlüklerle bakmaktan kurtulamamış olduğunu düşünüyorum. Asuman Suner makalesinde, aslında filmi yapan dışında izleyiciyi de sorunsallaştırma anlamında Vita Russo'nun şu yorumuna yer verir: "Eşcinselliği konu alan filmler eşcinsellere değil çoğunluğa yönelik olmuştur ve çoğunluğun değer yargılarını yeniden üretmeyi sürdürmüştür. Bu filmlerde de izleyici hep heteroseksist tasarlanmıştır." Aslında içeriden bakışın her zaman en iyi şekilde, içeride yaşayanlar tarafından gerçekleştirilebileceğine inanıyorum. Her ne kadar nihayetinde film endüstrisiyle bir tür dayanışma ilişkisine girmiş olsa da, örneğin ABD'de, eşcinsel film tarihinin o ülkenin eşcinsellerinin çabasıyla yazılabildiğini düşünüyorum*. Eşcinseller; tıpkı kadınlar, etnik azınlıklar, deliler, mahkumlar, yani bu sistemin bekasını tehdit eden diğerleri gibi, kendi sözleriyle şarkı söylemedikçe (film yapmadıkça), eşcinsel filmler üzerine yapılacak tartışmalar da erginleşemeyecektir. Türk Sinemasında, bu konuda olumlu gelişmeler az da olsa vardır. Yazımı, Yıldırım Türker'in ve Kutluğ Ataman'ın sinema alanındaki çalışmalarını hatırlayarak ve hatırlatarak bitiriyorum. Kaynakça: 1-)Asuman Suner'in "Türk Sinemasında Eşcinsel Sunumu" konulu bir makalesi 2-) ANTRAKT Dergisi, 1993, s:16 3-) ANTRAKT Dergisi, 1993, s:16 4-) ANTRAKT Dergisi, 1993, s:15 * "Amerikan Gey Seks Sinemasının Gizli Tarihi" adlı makale -Kaos GL Dergisi, 2000, s:2 25 Kare Dergisi Aktüel dergisi

Eşcinselliği konu alan filmler eşcinsellere değil çoğunluğa yönelik olmuştur ve çoğunluğun değer yargılarını yeniden üretmeyi sürdürmüştür. Bu filmlerde de izleyici hep heteroseksist tasarlanmıştır.


Makellos Reji: Joel Schumacher Oy.: Robert De Niro, Philip Seymour Hoffmann, Barry Miller. USA 1999

Emine UÇAR

Orjinal adıyla Makellos olarak sinemalarda gösterime giren "Kusursuz" filmi içerik olarak toplumun eşcinsellere bakış açısını yansıtmakla kalmayıp aynı zamanda toplumda farklı kimlikleri ile var olan insanlara tahammül sorununu da gündeme getirmektedir. Aslında konu olarak sinemada eşcinsellik yeni olmamakla beraber Makellos filminde daha çok geniş kapsamlı olarak eşcinsel ve travestileri ağırlık olarak almakta ve onların renkli yaşamları yanında, yaşadıkları sorunlar ve ütopyalarına bir yolculuğa dönüşmektedir. New York da daha çok yaşlı, yalnız ve toplumun dışına itilmişlerin kaldığı bir otelde meydana gelen olayların akışı ile aynı otelde yaşayan travestilerle onları görmeye bile tahammül edemeyen kimsesiz Koontz arasındaki iletişimin farklı bir boyuta taşınması filmin ana temasını oluşturmaktadır. Parlak kırmızı boyalı dudakları ile her şeyi didik didik ederek öğrenen yaşlı kocakarı hiçbir şeyden habersiz tekerlekli sandalyede oturan arkadaşına eğilerek önünden geçen bir grup transeksüeli gösterir ve bilmiş bir eda ile "biliyor musun bunlar böyle doğmuşlar" der. Travestilerin asansöre binmelerinden sonra her ikisi de başlarını önlerine eğerek kıkırdaşmaya başlarlar. Ya da renkli giysileri ile otele giren transeksüel Rusty ve arkadaşlarını gören komşu Koontz’un onları gördüğünde küfrederek yolunu değiştirmesi her gün yaşanan sahnelerden biridir. Onlar her ne kadar NewYork’un kıyısında toplumun dışına itilmişlerin bir arada yaşadığı harabe bir otelde de kalsalar kendilerinden farklı bir cinsel kimliğe sahip olmaları nedeniyle burada da aşağılanmaktadırlar. İlerde biriktirdiği para ile cinsiyet değiştireceği ümidini taşıyan travestiler güzeli Rusty Zimmermann (Philip Seymour Hoffmann) müzik dersleri vererek ve akşamları klüplerde yaptığı show’larla para biriktirmektedir. Yine kendisi gibi "El Palacio" hotelde yaşayan eski bir asker ve maço Walt Koontz'a (Robert De Niro) parayla bakıcılık yapmaya başlar.

20

Taksi Şoförü filminde yalnız bir kahramanı canlandırıp NewYork'da bir otelde küçük yaşta bir fahişeyi kurtarmak için oteli yakıp yıkan aynı zamanda dünyayı temizlemeyi hedefleyen tek başına bir adam Travis Bickle Makellos filminde karşımıza Walt Koontz olarak çıkmaktadır. Yine kaldığı otelde kaçırılan bir fahişeyi kurtarmak için uykusundan uyanarak silahına sarılan Koontz bu kez Taksi Şoförü’ndeki kadar şanslı değildir. Her şey aynı anda geçirdiği kalp krizi ile değişir. Böylece kaldığı otelde daha da yalnızlaşır ve felç olup yatağa bağlı kalır. Tek başına bir otel odasında eski bir Vietnam kahramanı (bunu da otel odasında duvarına asılı gazete kağıdındaki resimden anlıyoruz) odasının penceresinden daha önceleri görmeye tahammül edemediği komşusu travesti Rusty’i izler. İyi bir müzisyen olan Rusty felç nedeniyle konuşmayan komşusuna tekrar konuşabilme yeteneğini kazanmasına yardımcı olmak amacı ile diksiyon dersleri de vermeye başlar. Walt'ın kaybettiği konuşma yeteneğini tekrar kazanabilmek için Rusty’den ders almaktan başka çaresi de yoktur. Her ikisi de bilmektedir ki Koontz kendisine bakacak bir yardımcıya, Rusty de cinsiyet değiştirebilmek için Koontz’tan gelecek paraya gereksinimi vardır. Böylece iki farklı yaşam düşüncesine sahip Rusty ve Koontz karekterlerinin önceleri çatışması söz konusu iken filmin ilerleyen sahnelerinde birbirlerini anlamaya başlamaları önem kazanır. Müzik dersleri ve ilerleyen arkadaşlıkları süresi içinde konuşmaları kendi koşulları içinde bir eğitim ortamını oluşturur. Koontz'un kişiliğinde kaybedilen erkekliği bir özleme dönüşüp tekrar ona ulaşmak önem kazanırken, Rusty’nin kendisini ifade ettiği kişilik onun kadın olma özleminde yatar. Zamanla ortada buluşan bu iki farklı karakterdeki insan filmin sonunda birbirlerini oldukları gibi kabul edeceklerdir. Burada önemli olarak ortaya çıkan sorun ise "Sen kendin kimsin?" sorusunun tekrar gündeme gelmesidir. Belki de kimseleri yargılamadan hepimizin kendimize sorması gerekli olan soru: "Ben kimim" olmalıdır?


KAOS GL

Roma’dan Bizans’a Geçişte Eşcinsellik1 Yasalar ve Yasa-koyucular Açısından2 Teodora, imparator da dahil olmak üzere herkes tarafından sevilen Diyojen adlı birinden nefret etmeye başladı… Onu eşcinsel olmakla suçladı ve iki hizmetçisine rüşvet vererek efendilerine karşı tanıklık yapmalarını sağladı.3 Yukarıdaki satırlar, ünlü tarihçi Prokopius’un “Gizli Tarih” adlı kitabından alınma. Kitabın yazarı da, kitaptaki kahramanlar da yaşadığımız çağdan oldukça uzak bir zaman diliminde ama şu anda üzerinde bulunduğumuz topraklarda yaşamışlar. M.S. 6. Yüzyılda Anadolu, merkezi Istanbul, daha doğrusu o zamanki adıyla Konstantinopolis olan Doğu Roma İmparatorluğu’nun (Bizans İmparatorluğu’nun) sınırları içerisindeydi. Erguvan rengin sahibi4 imparator Jüstinyen ve kocası kadar güçlü imparatoriçe Teodora, eski Roma İmparatorluğu’nu yeniden kurma 1 “Roma’dan Bizans’a Geçiş” başlığından kasıt Roma İmparatorluğu'nun yıkılıp doğu parçasının Bizans olarak devam etmesi sürecindeki geçiştir. Bu geçişin yaklaşık M. S. 3. yüzyılla 6. yüzyıl arasında gerçekleştiği kabul görülür. Roma İmparatorluğu ile ilgili en kapsamlı Türkçe kaynak Arif. M. Mansel'in Roma İmparatorluğu adı eseridir. Bizans İmparatorluğu tarihi için de Ostrogorsky’nin Bizans Devleti Tarihi’ başvuru kitabı konumundadır. Çok kısaca değinirsek, M.Ö. 9. Yüzyılda küçük bir Latin şehiri olan Roma, önce krallarca yönetilir, daha sonra cumhuriyet olur ve M.Ö. 1. Yüzyılın sonunda bir imparatorluk halini alır. Dili Latince, dini Yunan-Roma geleneklerinin karışımı olan bir paganizm olan Roma İmparatorluğu M.Ö. 1. Yüzyıldan M.S. 3. Yüzyıla kadar tüm Akdeniz’e hakim olur. 3. Yüzyılda ekonomik bir krizle karşı karşıya kalan Roma aynı zamanda kuzeyden gelen “barbar” kavimlerin istilasına uğrar. 396 yılında imparator Teodosius imparatorluğu doğu ve batı olmak üzere ikiye bölüp oğulları arasında paylaştırır. Merkezi Roma kenti olan Batı İmparatorluğu 476 yılında yıkılırken, merkezi Constantinopolis olan Doğu İmparatorluğu ayakta kalır. Uzun yüzyıllar boyunca yabancı istilalara karşı koyan Doğu Roma imparatorluğu bu süre içerisinde Yunanlaşır, Ortodoks Hıristiyanlaşır. 13. Ve 14. yüzyılda iyice küçülen imparatorluk 1453 yılında Osmanlılar tarafından yıkılır. 2 Bu geçiş döneminde eşcinselliğin doğasının tam olarak anlaşılabilmesi için farklı kurumların bakış açıları araştırılmalıdır. Toplumun yönetici kesiminden olmayan sıradan insanların yaklaşımı uzun bir araştırmayı gerektirirken, Kilise’nin yaklaşımı ayrı bir makale konusu olacak kadar ilginç ve ayrıntılıdır. Konunun genişliği göz önünde bulundurulduğunda, bu makalede sadece devletin, hukuki anlamda eşcinselliğe yaklaşımı konu edilmiştir. 3 Procopius, Secret History, (Ann Arbor: the University of Michigan Press, 1961) p.82 4 Erguvan rengi, Bizans imparatorlarının simgesi sayılan bir renkti.

21

planları dahilinde, muhaliflerini çeşitli yöntemlerle bertaraf ediyorlardı.5 Bu yöntemlerden biri de, Prokopius’un biraz da kınayan bir tavırla aktardığı gibi, karşısındakini eşcinsellikle suçlamaktı. Peki, imparatorların erkek sevgilileri adına kentler armağan ettiği,6 iki yüz yıl boyunca kendi cinslerine de eğilimi olan imparatorlarca yönetilen Roma Imparatorluğu7 nasıl olup ta eşcinselliğin yasaklandığı Bizans İmparatorluğu’na dönüşmüştü? Bu soru, başlı başına ilgi çekici bir tarih sorusu olmanın ötesinde bu topraklarda yaşayan günümüz insanını da ilgilendirmeli. Türklerin Orta Asya’dan “at, avrat, silah”larıyla gelip Anadolu’daki halkları sürdükten sonra Anadolu’ya yerleştikleri iddiasınıbilimsellikten uzak olduğundan ötürü- bir yana bırakırsak, Türk öncesi Anadolu halklarıyla kültürel dinsel ve hatta genetik akrabalığı olduğu gerçeğini ister istemez kabul etmek zorunda kalırız.8 Günümüzde Türkiye toplumunun eşcinselliğe bakışını belirleyen etmenler arasında tarihsel etmenlerin ne kadar önemli bir yer tuttuğunu kabul ettiğimiz takdirde de, bu tarihsel etmenlerin oluşumuna hangi kültürlerin katkıda bulunduğunu düşünmemiz gerekir. Türklerin Anadolu’ya geldiklerinde etkileşim içine girdikleri kültürün en önemli parçalarından biri bizanslılıktır; dolayısıyla erken dönem Anadolu Türk Kültürünün oluşumunda Orta Asyalılık ve Müslümanlık kadar Bizanslılık da küçümsenemez bir yere sahiptir. Daha çok bir tarih dergisine uygun düşen bir makalenin konusu olabilecek “Anadolu Türk kültürünü oluşturan ögeler nelerdir?” sorusunu bir yana bırakıp, asıl sorumuza, eşcinselliğe bakıştaki değişimin nedenleri sorusuna, dönmeden önce Roma İmparatorluğu’nda 5 Jüstinyen’in hükümdarlık tarihi için bkz. R. Browning, Justinian and Theodora, (London: Wiedenfield and Nicholson, 1971) 6 Roma imparatorlarından Hadrianus, Bitinya’lı (Bilecik ve çevresi) bir Yunanlı olan genç Antonius’a aşık olur ve Antonius Mısır’da Nil nehrinde boğulduğunda Hadrianus bu genç sevgilisi adına Nil kıyısında bir kent kurar. Antik çağın bu çok ilginç aşk hikayesi için bkz. M. Yourcenar, Hadrianus’un Anıları 7 Ünlü tarihçi E. Gibbon’a göre on beş imparator içinde aşk konusunda eğilimleri doğru olan tek imparator Claudius idi. Edward Gibbon, The Decline and Fall of the Roman Empire, (London: 1889) 1:313 8 Bu akrabalık için başvurulacak en iyi Türkçe kaynak Bilge Umar’ın Türkiye Halklarının Ortaçağ Tarihi’dir.

Koray DURAK

Peki, imparatorların erkek sevgilileri adına kentler armağan ettiği,1 iki yüz yıl boyunca kendi cinslerine de eğilimi olan imparatorlarca yönetilen Roma Imparatorluğu1 nasıl olup ta eşcinselliğin yasaklandığı Bizans İmparatorluğu’na dönüşmüştü? Türklerin Anadolu’ya geldiklerinde etkileşim içine girdikleri kültürün en önemli parçalarından biri bizanslılıktır; dolayısıyla erken dönem Anadolu Türk Kültürünün oluşumunda Orta Asyalılık ve Müslümanlık kadar Bizanslılık da küçümsenemez bir yere sahiptir.


KAOS GL eşcinselliğe nasıl bakıldığına değinmekte yarar vardır.9

6. Yüzyıl ise, eşcinsel eylemin ilk olarak bütün formlarıyla yasaklandığı yüzyıldır. Elbette, bu durum birdenbire ve imparatorun keyfi uygulamaları sonucu ortaya çıkmadı; bütün hukuki uygulamaların olduğu gibi bu hukuki uygulamanın da ardında yatan toplumsal nedenler vardı.

kısaca

Eşcinsel eylemlere yönelik ölüm cezası, Roma tarihinin ilk dönemlerinden beri mevcuttu. Daha sonraları bu ceza hafifletildi ve Lex Scantinia adlı hukuk kitabının M. Ö. 50 yılında belirttiği gibi on bin sesterlik bir para cezasıyla sınırlandırıldı. Bununla birlikte, J. Boswell’in iddia ettiği gibi, Roma’da o kadar çok eşcinsel eylem örneği vardır ki, böyle bir Eşcinsel yasa uygulanmış olamaz.10 birlikteliklerde belli bazı eylemleri yasaklayan yasalar vardı. Örneğin, eşcinsel bir ilişkide bir Roma vatandaşının bir köle tarafından penetre edilmesi, yani köle karşısında cinsel ilişki sırasında pasif olması, yasaktı. Yine de bu tür kısıtlamalara karşın, eşcinsel eylemler M.S. 6. yüzyıla kadar herhangi bir hukuki yaptırıma maruz kalmadı. 6. Yüzyıl ise, eşcinsel eylemin ilk olarak bütün formlarıyla yasaklandığı yüzyıldır. Elbette, bu durum birdenbire ve imparatorun keyfi uygulamaları sonucu ortaya çıkmadı; bütün hukuki uygulamaların olduğu gibi bu hukuki uygulamanın da ardında yatan toplumsal nedenler vardı. J. Boswell bu nedenleri bir kaç başlık altında toplamaktadır: Öncelikle imparatorluk üçüncü yüzyıldan itibaren ekonomik bir kriz yaşamaktadır. Şehirlerin önemi ve sayısı azalmakta, toplum “köylüleşmektedir”. Eşcinselliğin, çok dar anlamıyla Roma İmparatorluğu’nda var olduğunu kabul ettiğimiz eşcinsel kültürün, daha çok şehirlerde kendine bir yer edinebildiğini göz önünde bulundurduğumuzda bu durumun eşcinsel kültür üzerindeki zararlı etkileri kolayca anlaşılabilir.11 Ayrıca devlet, içine düştüğü ekonomik ve politik kriz karşısında, toplum 9 Bizim Bizanslı dediğimiz insanlar kendilerini hiç bir zaman bu şekilde adlandırmamışlardır. Kendilerine Romalı, devletlerine de Roma İmparatorluğu demişlerdir. Keza, 1453 tarihinde Osmanlılar tarafından yıkılan “Bizans” devleti de, 396 yılında ikiye ayrılan büyük Roma İmparatorluğu'nun ayakta kalan doğu parçasıdır. Bu doğu parçası zamanla Yunanlı ve Ortodoks bir karakter edinmiştir. Yani aslında Bizans imparatorluğu kanımca Latin ve pagan başlayıp, Yunan ve Ortodoks Hıristiyan biten iki bin yıllık bir Akdeniz devletinin ikinci yarısıdır. 10 J. Boswell, Christianity, Social Tolerence and Homosexuality, (Chicago: the University of Chicago Press, 1981) p.61-87 11 Bu noktada eşcinsellikle ilgili bazı terimlere açıklık getirmek gerekir. O dönemlerde, eşcinselliğin bizim bugün anladığımız anlamda anlaşılmadığı açıktır. Yirminci yüzyılda eşcinsellik artık bir kimlik, bir yaşam biçimi olarak kabul edilirken (“gay” olmak adı altında) modernite öncesi toplumlarda eşcinsellik bir kimliği değil, bir eylemi tanımlıyordu. Eşcinselliğini kabul etmek gibi bir “sorun” söz konusu değildi. Kesin bir heteroseksüel-homoseksüel ayrımının olmadığı o dönemlerde kendilerini eşcinsel olarak tanımlayacak insanların bu kimlikleri altında bir araya gelmeleri de söz konusu olamazadı. Ama yine de şehirler, kendilerine özgü toplumsal yapılarıyla ve anonimlikleriyle, kendi cinsinden (de) hoşlanan insanların bu ihtiyaçlarını gidermelerine uygun bir ortam sağlıyordu.

22

üzerindeki yitirmekte olduğu hakimiyetini sürdürmek için daha bir sertleşiyor, otokratikleşiyordu. Bireyler arasındaki ilişkileri de kontrol etme ihtiyacı duyuyordu. Bu istek, tabi ki cinsel eylemleri düzenleme isteğini de kapsıyordu.12 Bir üçüncü etken ise Hıristiyanlıktır. S. Troyanos, Hıristiyan ahlâkının eşcinselliğe olan bakış üzerinde olumsuz bir etkisi olduğunu iddia ederken,13 Boswell, Hıristiyanlığın etkisinin abartılmaması gerektiğini düşünmektedir. Boswell’e göre, o dönemin bütün dini akımları ve felsefi gelenekleri cinsel hazzı yeriyor ve ahlaki değerler yüceltiyorlardı. 6. yüzyıldan önce çıkan eşcinsellik karşıtı yasalara bakarsak, 342 yılında imparator Konstantin’in yüzyıllardır uygulanmayan ölüm cezasını yeniden yürürlüğe koyduğunu görürüz. Aynı yıl, o zamana dek yasal olarak kabul görmese de uygulaması yaygın olan “eşcinsel evlilikler” de yasaklanır. 390 yılında imparator Teodosius, erkek çocuklarının fahişe olarak satışını yasaklar, ama erkek fahişeliği Doğu Roma İmparatorluğu'nda 6. yüzyıla kadar yasal varlığını sürdürür, hatta devlet, erkek fahişelerden vergi almayı ihmal etmez.14 532 yılına gelindiğinde imparator Jüstinyen, bütün eşcinsel eylemleri zina olarak tanımlar ve yasa ile yasaklar. 538 ve 544 yıllarında yayınlanan yeni yasalarda da (Novella’larda) eşcinsel ilişkiye girenlerden, bu işten vazgeçmeleri ve yasalar önünde af dilemeleri istenir. Ayrıca, 123 numaralı Novella’da, manastırlarda papazların birbirlerinden ayrı odalarda yatmaları istenir. Jüstinyen, “O’nu (Tanrı’yı) çeşitli günahlarımızla kızdırdığımız bu dönemlerde” bu yasaların gerekli olduğunu söyler. Tabi bu noktada eşcinsel eylemlerin yasaklanmasıyla ilgili akla gelen en önemli etken Hıristiyanlık gibi görünmektedir. Buna karşın, iki ünlü tarihçi Prokopius ve Malalas’ın dediklerine baktığımızda işin içinde politikanın da olduğunu görürüz. Örneğin, oğlancılık bir yasayla yasaklanır ve yönetime karşı olanlar adil bir yargılama olmaksızın oğlancılıkla suçlanıp yargılanırlar15. Aynı şekilde elimizde, Hıristiyan kilisesinin veya din adamlarının imparatorun eşcinsellik karşıtı yasalarını desteklediğini gösteren herhangi bir kanıt yoktur. Tam tersine, bu yasalarla ilgili olarak adı geçen tek iki din adamı yine bu yasalar aracılığıyla eşcinsel ilişkilere girmekle suçlanan iki piskopostur.16

12

Boswell, 1981, p.169-170 Spyros Troianos, Kirchliche und Weltliche Rechtsquellen zur Homosexualitaet in Byzans, Jachrbuch des Össterreichischen Byzantinistik, 39, (1989), p.31 14 Boswell, 1981, p.124, 171 15 Prokopius, 1961, p.60 16 Malalas, Chronographia in Boswell, 1981, p.171 13


KAOS GL Dikkatimizi, Jüstinyen sonrası döneme, yani 7. yüzyıla ve sonrasına yönelttiğimizde, yine Bizans imparatorları tarafından çıkartılan iki yasa göze çarpar. İlki imparator II.Leo’nun 741 yılında çıkarttığı Ekloga’dır. Bu yasaya göre, “aktif yahut pasif surette olsun, tabiata aykırı fiillerde bulunan kimseler, kılıç ile başları kesilerek ölüm cezasına çarptırılır. Pasif yoldan bu suçu işleyen kimsenin on iki yaşın altında olduğu tespit edilirse, yaşı küçük olduğu için cahilliğinden ötürü bu suçu işlemiş olması sebebiyle affedilir.17” İkinci yasa Ekloga Aukta ise, pasif olan tarafın on beş yaşından küçük olması durumunda affedilip manastıra gönderilmesini emreder. Mekondonya sülalesinden olan imparatorların imparatorluğun başında olduğu, 9. ve 10. yüzyıllarda geçmiş yüzyılların uygulamaları sürdürülür. Örneğin, I. Basil ve VI. Leo’nun yazdırdığı Epanagoge adlı yasa kitabı, Ekloga’daki cezaları aynen almıştır. Bizans İmparatorluğu'nun son dönemi eşcinsellikle ilgili çıkan yeni yasalar bakımından fakir bir dönemdir. Eski yasaların çok ufak değiştirme ve geliştirmelerle kullanılmaya devam edildiği bu dönemde dikkate değer bir yasa çıkmamıştır. Yalnızca, İmparator II. Andronikos 1306 yılında yayınladığı Novella’sında yasa uygulayıcılarına ahlâkla ilgili suçlarda son derece dikkatli olmaları konusunda uyarır. Yasalar açısından bakıldığında, eşcinsel eylemlerin yasaklanmasıyla ilgili kırılma noktasının 6. yüzyıl olduğunu görürüz. Bu kırılma, 3. ve 6. yüzyıllar arasında gerçekleşen pek çok dönüşümün bir sonucudur. Bu dönüşümler arasında Hıristiyanlık, eşcinselliğe bakıştaki değişimde önemli bir rol oynasa da diğer kurumlar ve onların dönemin sosyal yaşantısı üzerindeki etkileri de dikkatle incelenmelidir. Bu sayede, yalnız geç Roma/erken Bizans toplumunda değil, günümüz toplumunda da cinsellik konusundaki değer ve yargılarının neye göre biçimlendiğini anlamak konusunda bir adım daha mesafe almış oluruz.

Roma’dan Bizans’a Geçişte EşcinsellikOn ikiden fazla ülkenin 500’ün üstünde temsilcileri geçen hafta sonu Chicago Üniversitesi’nde Eşcinsel Geçmişin Geleceği konusunda bir araya geldi. “Uluslararası tarih konferansı” şeklinde de nitelenen ve eşcinsel kuramları temsil eden böylesine geniş bir kadronun toplanmasını sağlayan konferans Chicago Üniversitesi’nin üç yaşındaki Lezbiyen ve Gey Araştırmalar Projesi üyeleri tarafından düzenlendi. Katılımcıların çoğunluğu çeşitli akademik kurumlardan tarihçi ve araştırmacılarından oluşuyordu. Oldukça yüksek sayıda aktivist, öğrenci ve bağımsız öğretim üyeleri de toplantılara izleyici olarak katılarak destek verdi. Konferans boyunca 50 panel düzenlendi ve tarihçiler ve geleneksel disiplinlerarası alanlardan bildiriler sunuldu. Bu bildirilerden bazılarının başlıklarından bile eşcinsel araştırmaların ne denli geniş bir çeşitlilik gösterdiği anlaşılalir. Tarihçilerin araştırmaları çağdaş bazı sorunları da irdeliyordu. Örneğin, Chicago Üniversitesi’nden Debbie Gould’un tezi “Korku, Utanç, Gurur ve Öfke:1981-1986 Arasında AIDS’e Lezbiyen ve Gey Politik Tepkiler”. Tarih boyunca belirsizliğini korumuş bir konu da John Hopkins Üniversitesi’nden Thomas Foster’ın bildirisi sırasında tartışıldı: “1690-1765 Arasında Massachusetts’deki Cinsel Sapmalar(Sodomy)”. Panellerin çoğunda tarihsel araştırmanın çok ötesine geçildi. Her bölümün sonunda ayrılan tartışma süresi boyunca konuşmacılar ve izleyiciler yöntembilim meselelerini, çağdaş bağlamlar, dil ve diğer taze bilgi edinme olasılıklarını tartıştılar. Esas olarak akademik bir toplantı olmasına karşın, toplantılara katılan herkesin dikkatlerini canlı tutacak bir program uygulandı. Konferans boyunca birçok film yapımcısı kendi yapıtlarını sergilediği gibi, eşcinsel tarihin altı önemli belgeseli de gösterildi. Bunlar arasında, Arthur Bresson’un nadiren gösterilen ve Anita Bryant’ın gey haklarına karşı açtığı şiddetli medya saldırısını anlatan 1977 yapımı “Gey Amerika”sı da vardı. Daha ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler için: Windy City Times, www.outlineschicago.com, e-mail:outlines@suba.com, Sept.20, ’00, sayfa 14.

*** İSA İBNE MİYDİ? Kudüs yakınlarındaki Mar Saba manastırında bulunan bir el yazmasına göre İncil’deki Aziz Mark, 10.Bölüm’ünün gerçek tamamının aşağıdaki parçayı da içerdiği ortaya çıktı: “Ve O’na bakan delikanlı, O’nu sevdi ve O’nunla kalmak için yalvardı. Mezarlıktan çıkarak, birlikte zengin delikanlının evine gittiler. Ve altı gün sonra, İsa’nın buyruğu üzerine delikanlı akşam olunca çıplak vücudu üzerine sadece ince dokunmuş bir çul sarınmış olarak geldi. Delikanlı, geceyi O’nunla geçirdi ve İsa delikanlıya Tanrı’nın Krallığı’nın sırlarını öğretti.” İncil’de İsa’nın heteroseksüel olduğunu gösteren hiçbir kanıt yok. Kutsal kitabın hiçbir yerinde İsa’nın kadınlarla ilişkiye girdiği ya da onları arzuladığını gösterecek bir ifadeye rastlanmıyor. Oysa bu bölümde, bir erkekle ilişki ima ediliyor. (Kaynak: Columbia Üniversitesi’nden Morton Smith) *** KIBRIS'TA PİSKOPOSA SORUŞTURMA Kıbrıs Rum kesiminin Ortodoks Kilisesi 12 Haziran’da Limasol Piskoposu Athnanassios’un gey olduğu iddiasını soruşturmaya aldı. İddiaya göre, piskopos genç bir papazı baştan çıkarmış, genç papaz da bunun üzerine dini vecibelerini bir tarafa atıp kiliseyi terk ederek kuaför olmuş.

17

A. Laiou, Arzu, Aşk ve Delilik:Bizanslıların Gözüyle Cinsel İlişkiler, Cogito, 17 (1999) p.178

23


KAOS

Kimdir Catullus? Zekeriya GÜN

30 yaşında genç bir şair olarak ölen Gaius Valerius Catullus, İ.Ö. I. yüzyılda (84-54) yaşamış Romalı bir şairdir. Lirik şiirler yazmış, Yunan şiirinin etkisini Roma şiirine yansıtmıştır. Yunan şiirinde en çok etkilendiği isim ünlü şair Sappho’dur. Kendisi de birçok şairi etkilemiştir. XX. yüzyılda ondan etkilenen şairler arasında Ezra Pound ve Thomas Wolf gibi şairleri sayabiliriz.i Bir Çevirinin Serüveni Catullus’un şiirleri Türkçede ilk defa 1978 yılında yine Kültür Bakanlığı Yayınları arasında yayınlanmıştı. Şiirleri çeviren Güngör Varınlıoğlu, ikinci baskıya yazdığı önsözde kitabın “Basılır basılmaz sansür edildiğini” söylüyor. Fakat bu sansürün nedenini açıklamıyor. Şiirler’in ikinci baskısı yine Kültür Bakanlığı tarafından yapılınca, bu yeni baskısının ‘sansürsüz’ olması dolayısıyla basında kitap hakkında eleştiriler yer aldı. Bu eleştiriler, ilk baskısındaki açık saçık eşcinsel şiirlerin ilk baskıda yayınlanmaya cesaret edilemeyip çıkartılmasına rağmen, ikinci baskıya alınması üzerinde odaklanmıştı. O zamanki Kültür Bakanı A. Taner Kışlalı’nın ‘bile’ yayınına cesaret edemediği bu şiirlerin nasıl olup da M. İstemihan Talay tarafından yayınlanabildiği eleştiri konusu oluyordu. Bize kalırsa, üzerinde koparılan fırtınalara rağmen şiirlerinden anlaşıldığı kadarıyla Catullus’un gey cinsel kimliğini benimemiş bir kimse olduğunu söylemek zordur. O, şiirlerinde adını sıkça andığı Lesbia adlı bir kadına aşıktır. Bazı şiirlerinde kızgınlık duyduğu kimselere sövercesine bir üslupla sinkaflı ifadeler kullandığını görüyoruz. Sadece bu kadarı onu eşcinsel olarak nitelendirmeye yeter mi? Sanmıyoruz. Sevmediği kişileri ‘İbne’ diyerek aşağılamaktadır şair. Yalnız

24

bazı şiirlerinde sevdiği oğlanlardan söz etmektedir ki, bu, şairin yaşadığı dönemde son derece normal karşılanan sosyal bir gerçekliktir. Dönemin tüm bürokratları gibi Catullus da asıl olarak kadınlarla düşüp kalkmakla birlikte hareminde genç oğlanlara da yer vermektedir. Tabii bu durumda şairin biseksüel bir cinsel kimliğe sahip olduğu söylenebilir, ya da sadece ‘oğlancı’ olduğu... Doğrusunu söylemek gerekirse Muzır Kurulu’nun Kaos Dergisindeki gey ve lezbiyen araştırmalarını bile ‘muzır’ bulup dergiyi ‘poşet’e soktuğu bir dönemde aşağıda örneklerini sunacağımız türden eşcinsel (gey ve biseksüel) temalar taşıyan şiirleri Kültür Bakanlığı’nın nasıl bastığı hayret edilecek bir olaydır. Belki de Kurul bu yazımızı bir ihbar kabul eder ve Kültür Bakanlığı’nın bu kitabını toplattırır. (!) Catullus’dan Eşcinsel Şiirler:ii 16. Şiir: “Ben becereceğim ikinizi de, seni kıçından düzeceğim, edilgen Aurelius seni de ağzından, oğlancı Furius pek erdemli saymazsınız beni, olur olmaz dizelerime bakıp. Tertemiz olmak yaraşır esin tanrıçalarına saygılı bir ozana, hiç gerek yoktur buna dizeciklerde, ne çıkar açık saçıksa, utanmazcaysa, tadı tuzu, çekiciliği olduktan kelli, azdırabiliyorsa üstelik tüyü bitmemiş oğlanları değil yalnız, kuşu uçmayan kıllı mıllı adamları bile. Erkekliğimden kuşku mu duyuyorsunuz siz ki binlerce kez öpüştüğümü okudunuz? Ben becereceğim ikinizi de, seni kıçından düzeceğim, edilgen Aurelius, seni de ağzından, oğlancı Furius.” (s. 41) 21. Şiir: “Açların babası Aurelius,


KAOS GL günümüzdeki değil yalnızca, nice gelmiş geçmiş, içinde bulunduğumuz ve gelecek yılların açlar babası; kıçını kolluyorsun benim sevdiğim oğlanın. Gizli kapaklı değil üstelik, yanı başında bulunmandan, şakalar etmenden belli, her yolu deniyorsun dibine sokularak. Oysa boşuna emek; çünkü ben seni düzeceğim ilkin bana oyun oynadığın için. Sesimi çıkarmazdım, karnın tokken yapsaydın bunu; gördünüz mü şimdi başıma geleni, açlık susuzluk nedir öğrenecek çocuk. Bu işi burada bırak iffetli sayılırken, hele bir son verme de bak, düzülmüş bil kendini.” (s. 43)

edilgen Mamurra’yı Caesar, bunda şaşacak ne var birdir ikisinin de yüz karası birininki kente özgü, Formiae’a göre öbürününki, kalır, silinmez alınlarındaki damga, akıllarını eşcinsellikle bozmuşlar, ikisi bir sedirde yapışık ikizler sanki, bilgiçlik taslar ikisi de, biri öbüründen geri kalmaz cinsel açlıkta, gencecik kızlar için aşık atar bizim ahbap çavuşlar birbirleriyle, aralarından su sızmıyor utanmaz puştların.” (s. 57) 74. Şiir: “Kulağına gelmişti Gellius’un amcası esip yağıyormuş diye, çapkınlık etmeyegörsün hele biri ya da söz etmesin belden aşağı. Başına gelmisin diye bu durum, Becermiş öz yengesini bizimki, muma çevirmiş onu böylece, ulaşmış amacına çünkü sesini çıkaramayacak artık amca yeğenine düzülse bile şimdi.” (s. 141)

25. Şiir: “İbne Thallus, daha yumuşaksın tavşan tüyünden, kaz iliğinden, kulak memesinden, moruğun uçmaz olmuş kuşundan, örümcek ağı bağlamış orasından burasından, daha arsız olursun, Thallus, gene sen, ortalığı kırıp geçiren kasırgadan, kadına düşkün oğlanlar gördüğün zaman. (...)” (s. 47)

80. Şiir: “Ne desem acaba, Gellius, rengi kaçmışsa şu gül pembe tatlı dudaklarının, kış günü yağan kardan bile ak, evden çıkarken erken erken, uykudan uyanırken uzun bir günün sekizinci saatinde kadınsı gevşemeler sonunda? Doğrusu bilmiyorum neyin nesi? Gerçek mi yoksa fısıldanan söylenti, yumulurmuşsun erkeğin apışarasına gerilip koskocaman olduğunda? Besbelli değil mi? Bas bas bağırıyor zavallı Victor’un haşat olmuş kasıkları, senin de emdiğin sıvı bulaşmış dudaklarının orasına burasına.” (s. 146)

28. Şiir: “(...) Bir güzel becerdin beni arkamdan, Memmius, uzun uzun, usul usul Şu kamışınla sonuna değin. (...)” (s. 49) 34. Şiir: “Diana’dır bizim koruyucumuz el değmemiş kızlar, oğlanlar Diana’ya övgü düzelim, el değmemiş kızlar, oğlanlar.” (s. 54)

112. Şiir: 56. Şiir: “İnsan azmanısın, Naso, azgın değil ki seninle düşüp kalkan adam, Naso, insan azmanısın, edilgensin üstelik.” (s. 147)

“Ne gülünç, ne eğlenceli şeydi bilsen, kahkahayı basacaksın duyduğun zaman, Catullus’un başı için gül Cato: gülünç bir olay, pek de eğlenceli. Bir küçük oğlanı yakaladım az önce koca bir kızı düzme çabasında durur muyum ben de becerdim onu oracıkta, kusuruma bakmasın Venus.” (s. 71)

i Güngör Varınlıoğlu, “Giriş”, Catullus, Şiirler, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 1999, s. 1-23. Cattullus’un şiirleri bütünüyle Türkçeye çevrilmiş ve Yapı Kredi Yayınları tarafından yayınlanmıştır. Bu yeni çeviride başka eşcinsel temalı şiirlerin bulunacağı ihtimali de gözönünde bulundurulmalıdır. ii Şiirlerin tümü Kültür Bakanlığı’nın yayınladığı çeviriden alıntılanmıştır.

57. Şiir: “Bir güzel uyuşuyor utanmaz puştlar,

25


Dönersek Bir Vakit Mitologyanın Sarı Sayfalarına-5

AGATHADAİMON "yazgının kara ayazında kilitlendi çenem. önce ellerime sonra ayaklarıma sunmam gerekliydi şükran plaketlerini, erteledim! sözcüklerin tansıklı doruklarından uç veriyorum şimdi yüzaltmışlık dizi sürüyor izimi…" -FRONTAL KOUROS1 DOĞRUSU"mentalitel arkeolojist'e" son çeyreğine girdik antik yunan'ın ve koca çüklü yontularının… bu kaçıncı slayttı monşer? ben kaçıncı mastürbasyonuma mazharım… kararmış yontudaki kabarmış kasın kıyısında frontal bir duruştu istediğim. (frontalite'yi ikide bir dile getirsin de bir türlü kurtulamazsın fobilerinden monşer!) *** birinci kareden beri sanrılar fırtınasına tabiyim bu sebeple lümpen kültürün diline en gözde pelesenkim *** akropolis'teki2 kara delikanlılardır özlemim… (bana onları sen öğrettin monşer, şimdi niyedir sitemin) korkmadan söylerim! kouros'ların en çok phallus'larına eririm iyi yapmışsa onu eller ben o ellere biterim… APOLLON-KYPARİSSOS MİTİ "Atlantis'e" hey Apollon! bir hüzünlü nağmeni daha çıkarıyorum kaotik oğlanlarına durmadan fısıldıyorum gizini

fem'e o diyardan bu diyara… Kyparissos! güzel delikanlı cümle kızın rüyâsı… bak onu da harcıyorsun yüce tanrı Hyakintos3 gibi Daphne gibi kâhin(!) gibi… *** biliyorsun, sadece Varlığınla buluşmak adına çıktım ben bu yola biliyorsun, en çok seni sevdim Olympos'lular arasında *** ANCAK UNUTMA! AŞKIM KADAR BÜYÜKTÜR İNTİKAMLARIM DA… "o, ionya'nın4 nadide oğlu o, vuslat fakiri düşlerin kapısını aralayan" Işığın ve güzel sanatların tanrısı Apollon, yeryüzünde dolaşırken KYPARİSSOS adlı bir delikanlıya rastladı. Delikanlının muhteşem dudaklarından dökülen manzum sözler tanrıyı mest etti… Sanatın yaratıcısı olarak Olympos'ta yer tutan Apollon'u "şiir"le etkilemek başlı başına bir meziyet olmalıydı. Tanrı, fırsatını yakaladığı bir anda usulca Kyparissos'un yanına yaklaştı ve onunla tanışmak istediğini söyledi. Delikanlı bu teklifi seve seve kabul etti! Onunla yanyana olmaktan daha büyük onur olabilir miydi… Apollon ile Kyparissos bu tanışıklığın ardından beraber olmaya başladılar. Sık sık bir araya geliyorlar, lir ve şiir eşliğinde aşklarını yaşıyorlardı. Mutluluk duygusunun en yoğun olduğu bu anlar, aslında hazin bir

sonun da başlangıcını işaret etmekteydi. Çünkü; Apollon'un, tanrısal işlerinden dolayı tüm zamanını Kyparissos'la geçirmesi olanaksızdı. Bu durum, iki sevgili arasında uzun süreli ayrılıklara neden oluyordu. Kyparissos, sevgilisinin yanında olmadığı zamanlarda çayırlarda, dere kenarlarında okuduğu "paian"5larla özlemlerini gidermeye çalışıyordu. Bunları uzaktan izleyen Apollon ise sevdiği çocuğun yanında olamamaktan büyük üzüntü duyuyordu. Yine ayrılık karabasanının tenlere çöktüğü günlerin birinde Kyparissos umutsuzca gezintiye çıkmıştı. Eline aldığı okla ormanda belirli belirsiz hedeflere atışlar yapıyordu. Oklardan birinin, ansızın ortaya çıkan bir geyiğe saplanması, delikanlının zaten bozuk olan moralini iyiden iyiye alt üst etmeye yetti. Kendini bir cani olarak addediyordu… Bir yandan göremediği sevgilisinin hasreti, bir yandan karşısında cansız yatan geyik, talihsiz delikanlıyı intihara götürdü. Güzel bedenini ölüm tanrısı Hades'e teslim etti… Haberi alan Apollon'u tarifsiz acılar kapladı. Tanrılığına lanet okudu, Kyparissos için ağıtlar yaktı. Ve delikanlının öldüğü yerde onun hatırasını yaşatmak adına "Selvi" ağacını meydana getirdi. ---Mezarları süsler Selvi hışırdar rüzgârın gücüyle… Kimbilir bunlar şiirleridir belki genç Kyparissos'un aşka ve paylaşmaya dair… agathadaimon@hotmail.com gelecekte dile gelmesi muhtemel mitler: -Hermaphrodite -Apollon-Branchos -Achilleus-Patraklos -Hadrianus-Antinoos

1

KOUROS: Arkeoloji terminolojisinde çıplak erkek yontuları AKROPOLİS: Yamaçlara kurulan yerleşim yerleri 2

3 HYAKİNTHOS: Apollon'un gözdesi. Bkz. Kaos GL, Sayı:1 4 İONYA: Antik coğrafyada İzmir ve çevresi

26

5

PAİAN: Apollon için okunan manzum sözler.


Bugüne kadar eşcinsellik konusunda akademik ve ya değil birçok şey söylenmiş ve yazılmıştır. Eşcinselliğin oluşumu bir çok sebeple açıklanmaya çalışılmıştır. Eşcinselliğin oluşumuna yönelik getirilmeye çalışılan açıklamalar mevcut toplumun değer yargılarından, siyasi görüş ve ideolojisinden etkilenmiş ve egemen gücün düşünce şekline göre şekillenmiştir.. Neredeyse insanlık tarihiyle yaşıt olan eşcinsellik geçmiş tarih boyunca olduğu gibi bugün de dünyanın her yerinde gizli, yarı gizli veya açık olarak yaşanmaktadır. Eşcinselliğin açık ve ya gizli olarak yaşanmasının tabii ki en temel sebebi toplumun ve dolaylı olarak da yönetimin eşcinselliğe karşı olan yaklaşımları olmaktadır. Eşcinselliğin oluşumuna doğumdan önce ve ya sonra sebep olan her ne olursa olsun (oluşup oluşmadığı yada eşcinsel olarak doğulup doğulmadığı da ayrı bir konu) bir zaman sonra birey kendisini eşcinsel olarak kabullenmekte ve yaşamını bu noktada devam ettirmeye karar verebilmektedir. Eşcinsel olduğunun farkına varan ve bunu kabullenen bireyler bu durumunu 3. bir cinsiyet* olarak görmektedir ve de görmelidir. O, eşcinsel olmayan yani heteroseksüel kişilerden farklıdır. Daha çok burada vurgulamak istediğim geylerin kendilerini kabullenmeleri, bu kabul için de kendilerine saygıları ve heteroseksüel kişilerle olan cinsel beraberlikleridir. Gey olan birey artık geyliğini, kendisinin farklı bir cinsiyet taşıdığını kabullendikten sonra ne erkektir ne de kadındır (heteroseksüel cinselliğin yaşanması açısından). Zaten geyliğini kabullenmiş bireylerin konuşmalarına dikkat edilirse kendileri de bunu vurgulamaktadırlar. Hatta bazen de heteroseksüelleri küçümsemekte bazıları daha da ileri giderek heteroseksüellere karşı düşmanca bir tavır sergilemektedirler. Ortak nokta şudur ki; gey olan kişi kendisini cinsellik açısından heteroseksüel kişilerden farklı olarak görmektedir. Fakat burada açılması gereken bir konu da cinsellikten anlaşılan konudur. Zira bahsetmiş olduğumuz cinsellik sadece kendi cinsine karşı duyulan fiziksel bir istekten ibaret değildir. Buradaki cinselliğin içerisinde duygular da yer almaktadır. Bir gey hemcinsine sevgi, aşk duyabilmekte ona bağlanmakta ve o kişiyle bir ortak hayat kurup devam ettirebilmektedir. Ama durum böyle olmasına rağmen ve yukarıda da bahsedildiği gibi geylerin heteroseksüel kişilerden farklı olduklarını belirtmelerine ve heteroseksüellerin durumlarını kabul etmelerini istemelerine ve genel olarak heteroseksüel kişilerin geyleri kabullenmeyip dışlamalarına karşın bir çok gey, heteroseksüel kişilerle ilişkiye girmektedir (Geylerle ilişkiye giren

27

bir heteroseksüelin ne kadar heteroseksüel olduğu da bir tartışma konusu). Murat Yukarıda değinildiği gibi geylerin hemcinslerine karşı duymuş oldukları ilginin içerisinde sevgi, aşk gibi karşılıklı duygular da söz konusudur. Ama bir heteroseksüel için, hemcinsine karşı sevgi, aşk gibi duyguları hissetmesi pek söz konusu olamaz. Hissediyorsa zaten onun heteroluğundan bahsedilemez. Bir geyin neler hissettiğini anlamayan, hissetmeyen bir hetero geyle olan ilişkisini sadece bir cinsel tatmin olarak görecektir ve cinsel tatmin tamamlandıktan sonra da belki geyliğe ve beraber olduğu geye karşı sözel veya fiziksel olarak saygısızlık, hor görme, kaba kuvvet uygulayabilecektir. Başka zamanlarda ve ortamlarda geylerle olan ilişkisini, geyleri alaya alarak, küçümseyerek dile getirecektir. Tüm bunların olması gayet mantıklı olmasıdır ve hatta çevremde bu konu ile ilgili bir çok olaya da şahit olmuşumdur. Kendisini gey olarak kabul eden ve gey olarak kabullenilmek isteyen kişinin kendisine ve geyliğe ve de diğer geylere saygısı varsa heteroseksüel kişilerle cinsel beraberlikten uzak durmaya çalışmalıdır. Özellikle belirtmek istiyorum ki bu söylediklerim sadece kendisini gey olarak kabul eden ve bunu dile getiren kişiler için geçerlidir. Kimse alınmasın gücenmesin ben sadece gerçek olan ve yaşanan gerçeklerden bahsettim. Eğer ki bu toplumda bir yer edinmek ve kabullenilmek istiyorsak öncelikle kendimize daha sonra da geyliğe, geylere saygımız olmalıdır. Toplumun gözündeki bir gey her önüne gelenle yatar, orospuluktan başka bir şey bilmez düşüncesini yok etmek istiyorsak, bu durumun böyle olmadığını geylerin da duygularının olduğunu anlatmak istiyorsak dediğim gibi seviyeli, temiz, ilkeli, onurlu bir şekilde bizi anlayan kişilerle beraberliklerimiz olmalıdır. (Murat Öğmen'in yazısında geçen ve bilimsel yayınlardan magazinlere kadar geniş bir alanda zaman zaman telaffuz edilen "3. cins" nitelemesinin ne derece doğru ve de gerekli bir "belirleme" olduğu tartışmalıdır. Öyle sanıyoruz ki söz konusu niteleme, "cins", "cinsel yönelim", "gender/toplumsal cinsiyet" gibi terimlerin birbirine karıştırılmasından kaynaklanıyor olabilir. Bilindiği gibi biyolojik olarak kadın ve erkek olmak üzere iki cinsiyet mevcuttur. Eşcinsel olmak, erkek ya da kadın olmamak değil, heteroseksüel olmayan bir cinsel yönelime sahip olmak demektir. Şüphesiz ki kadın ya da erkek bireyler, cinsel yönelimleri her ne olursa olsun, kendilerine dayatılan ve ortak biyolojik cinsiyetin üzerine örülen toplumsal cinsiyetlerini (gender) sorgulayabilir, dönüştürebilirler. Olanaklı olan ve sahip çıkmamız gereken bu yol olmalı. Yoksa bir "3.cinsiyet" diye tutturmak, eşcinsellerin ve kadınların ayaklarında pranga, heteroseksüel erkeklerin omuzlarında yük olan toplumsal kadınlık ve toplumsal erkeklik dayatmalarının "böyle gelmiş, böyle gider" olduğu yalanına ortak olmuş oluruz. KAOS GL)


AÇIK RADYO'nun bir programında okunan BUKOWSKİ ye ait "kasabanın en güzel kızı" adlı metin yüzünden RTÜK tarafından 15 günlük ceza aldığını, gerekçe olarak da "Türk örf ve adetlerine..." diye başlayıp devam eden ahmakça maddenin gösterildiğini biliyoruz. Açık Radyo ve Bukowski'nin

MEHMEDİN KİTABI'NA BERAAT... Devletin askeri kuvvetlerini tahkir ve tezyif ettikleri iddiasıyla 2-12 yıl ağır hapis cezası istemiyle yargılanan yazar Nadire Mater ve yayıncı Semih Sökmen son oturumda beraat ettiler. Beyoğlu 2. Ağır Ceza Mahkemesindeki son duruşmada da yerli ve yabancı gazeteciler, insan hakları savunucuları, ÖDP yöneticileri ve yakın arkadaşları Nadire Mater'i yalnız bırakmadılar. Nadire Mater son savunmasında beraatini isteyerek "Ben gazeteciyim. Halkın haber alma hakkından ve insanların düşünce özgürlüğünden yanayım. Bırakın Mehmetler konuşsun" dedi. Mahkeme, kitabın Mart ve Nisan 1999 tarihli baskılarının 3 Eylül 1999 tarihinde yürürlüğe giren 4454 sayılı "basın suçlarının ertelenmesine dair kanun" kapsamında kaldığını belirterek, bu tarihlerde işlendiği iddia edilen suç hakkında açılan davayı erteledi. Heyet, kitabın Mayıs ve Haziran aylarında yapılan baskıları için "toplanan deliller ve tüm dosya kapsamından, atılı suçun yasal unsurlarının oluşmadığı anlaşıldığından" yazar Nadire Mater ve Semih Sokmen'in beraatine karar verdi. Mahkeme "Mehmedin Kitabı" adli kitabın toplatılmasına dair verilen mahkeme kararlarının da kaldırılmasını kararlaştırdı. Mahkeme çıkışında sevinç ve alkışlarla karşılanan Nadire Mater, "Bu karar Türkiye'de basın ve ifade özgürlüğü ile ilgili problemleri çözmüyor. Bana ve kitaba dava boyunca gösterilen dayanışmanın bu sorunu yaşayan herkese gösterilmesi gerektiği inancındayım" dedi.

kitaplarını Türkiye'de yayınlayan Parantez yayınları tarafından kararı durdurma kararı kabul edildi ve Açık Radyo yayınına 15 günlük ara vermekten kurtuldu... Açık Radyo'nun kapatılma kararına entelektüel çevreler, basın yayın organları başta olmak üzere her kesimden destek ve karara tepki geldi... Tabi Ömer Madra da bu vesileyle bir çok gazeteye ve tv'ye röportaj verdi ve tepkisini dile getirerek RTÜK'e ateş püskürdü... Ancak bizim dikkatimizi çeken bir husus vardı ve bu karardan sonra da iyice canımızı sıkmaya başladı... Biliyorsunuz, 31 Temmuz günü 95.1 frekansından yayın yapan ÖZGÜR RADYO, bir istek programında çalınan grup KIZILIRMAK'ın seslendirdiği ve 1992 tarihli "Gidenlerin Ardından" isimli albümde yer alan AVUSTURYA İŞÇİ MARŞI sebebiyle 1 yıl süreyle yayın durdurma cezası aldı. Gerekçe "halkı din, dil, ırk vs. gözeterek kin ve düşmanlığa sevk etmek" maddesinin g bendinin ihlaldi. Marşın girişinde yer alan ve Musa Anter tarafından seslendirilen, Ataol Behramoğlu'na ait bir dörtlük necip Türk milletini bölmekteydi... Bu haksız ve saçma gerekçeyle daha önceki bir yıllık cezasını yeni dolduran Özgür Radyo tekrar susturuluyordu. Hem de Kültür Bakanlığı bandrollü, yasal bir albümdeki yasal bir dörtlük yüzünden... Ama ne medyamız, ne de entel çevrelerimiz bu saçma karara hiç bir tepki vermemiş, bu taraflı karar da sessiz sedasız uygulamaya geçmişti, lakin Ömer Madra ve Açık Radyo'dan herhangi biri kalkıp da hemen yan frekanslarında yayın yapan Özgür Radyo'nun kapatılmasına ses çıkartmamıştı. Ama iş kendi radyolarına gelince de tıpkı Erbakan ve Fazilet partisinin yaptığı gibi İNSAN

28

HAKLARINDAN, YASALARDAN, HUKUKTAN bahsetmeye başlamıştı. Gelelim son gelişmelere; Açık Radyo ve Parantez yayınlarının başvurusu sonucu kapama cezası durduruldu ve tüm ülke rahat bir nefes aldı... Ancak RTUK, Özgür Radyo'nun ve albümün yapımcı firması olan Ses Plak'ın kararı durdurma başvurusunu ciddiye bile almamış ve suçu Kültür Bakanlığı'na ve radyonun kendisine atmış ve "Kültür Bakanlığı bandrol verebilir ancak biz içeriğine bakarız. Şarkıların "bölücü" olup olmadığına da radyonun kendisinin bakması gerektiği"ni söylemiş. Ama nedense Açık Radyo'ya gelince iş böyle olmamıştı. Bunun sebebi Açık Radyo'nun ortaklarının çok uluslu şirketlerin ve de bankaların olması mıydı yoksa biz mi çok art niyetliyiz??? Bunun adına ÇİFTE STANDART diyebilir miyiz, yoksa Allah baba bizi TAŞ mı yapar? Belki de biz şu an dahi ülkeyi BÖLÜYORUZDUR, yada YUMURTA MI TAVUKTAN ÇIKAR, TAVUK MU YUMURTADAN??? Varın gayrı gerisini siz düşünün... **** Bir son dakika gelişmesi; Ankara DGM'si Özgür Radyo'yu ve şarkıyı suçsuz buldu. Şarkının da BÖLÜCÜ öğeler taşımadığına kanaat getirdi... *** İşte Özgür Radyo'nun kapanmasına neden olan ve halkımızı "din, dil, ırk gözeterek açıkça tahrik eden" BÖLÜCÜ 4'lük... Apé Musa (Anter)'in sesinden.. ... ve cellat uyandı yatağından bir gece tanrım dedi, bu ne zor bilmece, öldükçe çoğalıyor adamlar ben tükenmekteyim öldürdükçe...


KAOS GL

Hollanda’nın The Hague kentinde, ülkedeki geylerin evlenme, boşanma ve evlat edinme konularında bütün haklarına kavuşmaları için bir yasa tasarısı getirildi. Millet Meclisi tasarıyı görüştü ve şimdiye kadar hiçbir ülkede görülmemiş hakları, tasarıya karşı çıkan birkaç Hıristiyan parti milletvekiline karşın ivedilikle kabul etti. Gey evliliklere izin veren ilk ülke olmak ünvanını Danimarka 1989’dan beri elinde tutuyor. Onu Norveç ve İsveç izledi. İki yıl önce, Hollanda’da da gey çiftler, çift olduklarının resmen kayda geçirmek ve konut, sosyal güvenlik ve miras haklarını elde ettiler. Hollanda’nın yeni yasası ise geylere diğer çiftlerle tam eşitliği sağlıyor. Gey çiftler önümüzdeki yılın başından itibaren belediye evlendirme dairelerinde evlenebilecek, Hollandalı çocukları evlat edinebilecek ve heteroseksüel çiftler gibi mahkemede boşanabilecekler. Tasarı, protestan ve Roma Katolik kiliseleri tarafından onay görmedi, ama birkaç ayrılıkçı kiliseden yasa tasarısına destek veren mektuplar geldi. Karşı çıkan başka gruplar ise, geylere sağlanan bu hakların Hollanda’yı böleceğini iddia ediyorlar. Geylerin Hollanda’da yeni haklardan yararlanabilmeleri, onların eşcinselliğin yasadışı sayıldığı ülkelerde başlarının derde girmesine engel değil. Bu gibi durumlarda, Hollanda vatandaşlarına Hollanda Dışişleri Bakanlığı tam yasal destek vaad ediyor.

İZLANDA GEY HAKLARINI GENİŞLETİYOR İzlanda hükumeti Althingi, geçen ay gey çiftlerin haklarını genişletti. İskandinavya’da olduğu gibi, kayıtlı gey çiftler evlilik hakları ve yükümlülüklerinin %99una sahipti. Artık, gey çiftlerin birbirlerinin biyolojik çocuklarını da evlat edinmelerine izin veriliyor. Yasa, İzlanda’da yaşayan Danimarkalıları, İsveç ve Norveçlileri de kapsıyor. Diğer yabancılar ise, İzlanda’da iki yıl yaşadıktan sonra gey çiftlerin bütün haklarından yararlanabilecekler. Evlat edinme hakkına radikal Hıristiyan aktivistlerinden 1.050 imza ile protesto geldi. İzlanda’nın nüfusu ise 280.000. İzlanda Gey ve Lezbiyen Derneği sözcüsü Thorvaldur Kristinsson ülkesindeki lezbiyen ve geylerin küçümsenen eylemlerinden son yirmi yılda mucizeler doğduğunu söyledi. Gallup’un yaptığı bir ankette, İzlandalıların üçte ikisinin lezbiyen ve geylerin çocukları evlat edinme sorumluluğunu üstlenmelerinde hiçbir sakınca görmediğini ortaya koydu. Oysa yirmi yıl önce, bu ülke eşcinsellere karşı son derece önyargılı idi ve onların ülkeden ihracını istiyordu. Ama böylesine küçük bir toplumda iletiler büyük bir hızla yayılabiliyor. Tartışmalardaki inandırıcılık sayesinde ülke insanına ulaşmakta büyük ve birçok ülkeye örnek olacak bir başarı elde edilmiş görünüyor.

29

RUS KİLİSESİ GEMİ AZIYA ALDI! Rus Ortodoks Kilisesi, bir bildiriyle eşcinselliğe, ötenaziye, kürtaj ve yapay döllenmeye karşı ağır eleştiriler yöneltti. Bu bildiriyle kilise, günümüzün toplumsal konularından bazılarına ilişkin ilk kez resmi bir tavır benimsediğini göstermek istiyor. Sovyet dönemde ise, bu konularla sadece devlet ilgilenirdi. Kilise doktrini, sırtını İncil’e dayayarak, homoseksüel ilişkilerin Tanrının insana bahşettiği doğasına aykırı olduğunu yineleyen bildiride kilise piskoposu gey ve lezbiyenlerin öğretmenlik yapmaktan, orduda ve hapishane yönetimlerinde üst makam ve rütbelerde bulunmaktan men edilmeleri gerektiğini savunuyor ve gey evlilik ya da cinsiyet değiştirme gibi tekliflerin de şiddetle yasaklanmasını önerdiler. Hastanın ya da yakınlarının rızası ile tedavisi olanaksız kişilerin hayatlarına son verilmesi anlamına gelen ötenazi ise, hem cinayet hem de intihar addediliyor kilise tarafından. Ötenazi kurbanlarına kilise hristiyan cenaze töreni yapmayı reddedeceğini söylüyor. Kilise, yapay döllenme ile ve vekil anne tayin edilerek çocuk sahibi olmayı da lanetleniyor. Bildiride, Rusya’daki en yaygın çocuk kontrolü yöntemlerinden biri olarak uygulanan kürtaja da karşı çıkılıyor. Sovyetler zamanında ise eşcinsellik suç sayılıyordu ama isteyen kadınlar özgürce kürtaj

yaptırabiliyordu. (15 Ağustos ) ALMANYA'DAN EŞCİNSELLERE TARİHİ HAKLAR Almanya, muhafazakarların "aile ve topluma saldırı" yönündeki eleştirilerine karşın eşcinsel çiftlerinin evlenmesinin yasal olarak tanınmasına karar verdi. Yasada yapılan değişiklikle eşcinsel çiftler önümüzdeki yılın ortasından itibaren boşanma, sağlık sigortası, miras bırakma ve evde yaşayan çocukların bakımını üstlenme gibi haklara sahip olabilecek. *** İspanya’nın Navarra bölgesinde eşcinsel çiftlerin de evlat edinmelerine olanak sağlayan bir yasa tasarısı kabul edildi. *** Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi FDA'nın düzenlediği panelde, eşcinsel erkeklerin kan bağışında bulunmasına sınırlama getiren yönetmeliğin değiştirilmesiyle ilgili öneri geri çevrildi. FDA'nın tavsiye alma amacını taşıyan AIDS panelinde, katılımcıların büyük bir kısmı, test yöntemlerinin geliştiğini, ancak kan bağışıyla ilgili yönetmeliğin teknolojik gelişmelerin gerisinde kaldığını savundu. Ancak çoğunluk, yeni test yöntemlerin kesin güvenirliği konusunda ellerinde yeterince kanıt bulunmadığını ileri sürerek, yönetmeliğin değiştirilmesine karşı çıktı. Şu andaki yönetmelik, 1977 yılından bu yana bir erkekle cinsel ilişkiye girmiş erkeklerin kan bağışında bulunmasını engelliyor.


KAOS GL Reddedilen teklif bu sürenin, 'son beş yıl içerisinde' şeklinde değiştirilmesini öngörüyordu. Test yöntemlerinin güvenirliliğinin yanı sıra işin bir de cinsel ayrımcılık yönü bulunuyor. Panele katılan konuşmacılardan Dr. Mark Mitchell, FDA'nın yönetmeliğini 'kesinlikle ayrımcılık içeren keyfi bir uygulama olarak niteledi. Eşcinsel örgütler de, risk gruplarının belirlenmesinde cinsel ayrımcılık yapıldığını belirterek, FDA'nın yönetmeliğini eleştiriyorlar. Söz konusu yönetmelik, hayat kadınları ile ilişkiye giren heteroseksüel erkekler için, karantina süresini bir yıl olarak tanımlıyor. Eşcinsel gruplar, kan bağışında bulunmak isteyenlere, çok eşli olup olmadıklarının veya güvenli seks yapıp yapmadıklarının sorulmasının daha doğru bir yöntem olacağını ifade ediyorlar. Böylece güvenli seks yapan geylerle, yıllar önce eşcinsel deneyimi olmuş heteroseksüel erkeklerin dışarıda bırakılmamış olacağını belirtiyorlar. FDA yönetmeliğinden dolayı 62 bin 300 kişinin kan bağışında bulunamadığı tahmin ediliyor. *** GEY SANATÇILAR BİR ÇATI ALTINDA:shOUTline Gayze.com 22 Ağustos’ta tüm eşcinsel sanatçıları bir çatı altına toplayacak ilk web sitesi shOUTline’ı kurduklarını ilan etti. shOUTline çatısı altında dünya çapında tüm eşcinsel yazarlar, oyuncular, müzisyenler, oyun yazarları, prodüktörler ve yönetmenler diğer sanat ve

eğlence sektörü profesyonelleri birleşecek. Gayze.com direktörü Rob Wilson, shOUTline’nın bütün lezbiyen ve gey yaratıcı profesyonellerin “görüp görülebileceklerini ve aralarında bağlantı ve dayanışma sağlanacağını” söyledi. Siteye katılmak isteyenlere ayrıntılı bir kayıt formu doldurtulacak, cinsel tercih ve kariyer sınıflandırmaları yapılacak, bağlı bulundukları kurumlar, iş deneyimleri ve amaçları belirlenecek. Site, katılanlara kendi internet adres ve sayfalarına bir bağlantı yapma olanağını da tanıyor. Yakın gelecekte, siteye kayıtlı üyelerin CV’leri, fotoğrafları ve yapıtlarından örneklerin video kliplerinin yer alacak. Bu data merkezi 30 Eylül’den itibaren hazır olacak. Site, ayrıca, gey, lezbiyen ve biseksüel projelerin geliştirilmesine katkıda bulunacak, duyuruları iletecek, stüdyolar, prodüktörler ve yönetmenlerin ihtiyacı olan elemanlar hakkında bilgi verecek. Site kendini “hetero-dostu” olarak da ilan etti. Bu girişimin GLB topluluğu içinde sosyal bir dayanışma sağlayacağını belirten shOUTline yardımcı-yaratıcısı Julian Siminski, gey bir aktör, yazar ve prodüktor olarak, içinde yer almak isteyebileceği birçok etkinlikten, yerler doldurulduktan çok sonra haberi olduğunu, Los Angeles’te çalışan bir sanatçı olarak gey sanatçılarla bağlantı kurmakta kendisi böyle güçlüklerle karşılaşırken dünyanın diğer yerlerinde bunun çok daha zor olabileceğini de vurguladıktan sonra, ilgi alanları ortak birçok insanın global bir topluluk oluşturabilmesi için bu

girişimin kaçınılmaz olduğunu belirtti. Bir tık ile böyle bir kaynağa ulaşabilmekle gizli kalmış birçok yetenek de ortaya çıkabilecek. shOUTline’a ulaşmak isteyenler için: Contact: ulian Siminski or Rob Wilson tel 818.762.1400 fax 818.762.1144 *** ELTON JOHN’DAN KARDİNALE FIRÇA Sör Elton John, gey karşıtı Roma Katolik Kardinali İskoç Winning’i ihbar etti. The Spectator dergisinde yer alan bir makalede Winning, eşcinselliğin bırakın insanları özgür kılmak, onları insan kalbinin en derin özlemlerine cevap verecek bir yaşam biçiminden uzaklaştıracak tuzaklara düşürdüğünü ve böyle davranışların insan için iyi olmadığını iddia etmişti. Elton John, derginin bir sonraki sayısında kardinale verdiği yanıtta şunları söyledi: “Kardinal Winning’in sözleri ve cehaleti, insanların kiliseden neden uzaklaştığını pek güzel açıklıyor. Benim cinsel tercihimin benim için iyi olmadığını söylemesine çok şaşırdım. Eşcinselliğin bizleri tuzağa düşürdüğü görüşünü hangi pratik bakış açısından geliştirmiş acaba? O bir Kardinal, bekar ve tek başına yaşayan biri. Nasıl olur da bizleri yargılayabileceğini düşünebilir? Gey biri olarak, cinsel kimliğimden ve hayatımdan son derece memnunum. Dürüstçe söyleyebilirim ki, kalbimin en derin özlemleri doyurulmaktadır.” *** YÜRÜYÜŞLER: 1. ALBERTANS YÜRÜYÜŞÜ 10 Haziran’da yaklaşık bin

30

Kanadalı Edmonton, Alberta’da gey gurur yürüyüşüne katıldı. Yürüyüş 121. Sokak’tan 103. Bulvara, oradan da Grant Notley Parkı’ndaki bir festivale kadar sürdü. Yürüyüş düzenleyicilerinden ve şehir belediye encümeni üyesi Michael Phair kalabalığı belediye binası önünde karşıladı. Yürüyüşü düzenleyenlerden Warren Hurt, Edmonton Sun gazetesine verdiği demeçte, “böylelikle insanlarımız kentimizde kendilerinden farklı toplulukların olduğunu ve bunu kabul etmek ihtiyacında olduğumuzu görmüş oldular,” dedi. Ertesi gün ise, Calgary’de yaklaşık 1000 kişi Beltline boyunca yürüdü, dans etti. 2. MEKSİKA: İkinci LGB Gurur Yürüyüşü Veracruz’da 1 Temmuz’da yapıldı. Guadalajara’da ise geyler 24 Temmuz’da yürüdü. Bu kentte ilk yürüyüş 1982 yılında barların saldırıya uğraması üzerine yapılmıştı ama gurur yürüyüşü hiç olmamıştı. Meksiko City’de ise 17 Temmuz’da 22inci yürüyüşe 10 bin, Tijuana’daki yürüyüşe ise 150 kişi katıldı ve devrimci sloganlar atıldı: "El pueblo unido jamas sera vencido!" Yani, “Birleşen insanlar asla yenilmezler!” Bu sloganın gey dengi ise "The fags united will never be defeated." Yani, “Birleşen ibneler asla yenilmezler!” Meksikalı geyler son yıllarda “puto” (ibne) sözcüğünün küfür anlamında kullanılmasına karşı bir hareket başlattılar. 3. VİYANA Viyana’da 50 bin kişi 17 Temmuz’da “Viyana öteki yöne gidiyor,” sloganıyla gururla yürüdü. Demokrat milletvekili Peter


KAOS GL Kostelka, “amaç sadece ayrımcılığa bir son vermek değil, aynı zamanda ayrımcılığa maruz kalanların haklarını formüle etmektir,” dedi. 4. NEW BRUNSWICK Kanada’nın kırsal bölgelerinden New Brunswick’de ilk gurur yürüyüşü 17 Temmuz’da 100 kişinin katılımıyla gerçekleşti. Katılımcılar, “Hey hey, ho ho, homophobia has got to go." (Ya ya ya, şa şa şa, homofobi ikile de toz kaldırma!” ) diye bağırdı. Yürüyüş düzenleyicileri, kentteki gey ve lezbiyenlerin çoğunun işlerinden olabilecekleri korkusuyla yürüyüşe katılmadıklarını söyledi. *** EŞCİNSEL KATİLLERİ İŞSİZ VE BEKAR Avustralya'da yapılan bir araştırma, eşcinsellere yönelik şiddet eylemlerinde bulunanların büyük bir kısmının işsiz ve bekar olduklarını ortaya koydu. Avustralya Kriminoloji Enstütüsü tarafından yayınlanan rapor, son on yıl içerisinde Avustralya'da öldürülen eşcinsellerle ilgili dosyalar taranarak hazırlanmış. Araştırmayı yürüten ekibin başkanı Adam Graycar, eşcinsel katillerinin yüzde 93'ünün beyaz, yüzde 82'nin işsiz ve yüzde 77'sinin bekar olduğunu tespit ettiklerini söyledi. Raporla ilgili açıklama yapan Graycar, eşcinsel katilleri ile diğer suçlular arasında, cinayeti işleyiş şekli açısından da büyük bir fark bulunduğunu belirtti. Araştırmaya göre, eşcinsel katilleri, kurbanlarını öldürünceye kadar dövüyor; kurbanlarının cansız bedenini defalarca bıçaklıyorlar veya cesetlerini parçalara ayırıyor. Avustralya Adalet

Bakanı Amanda Vanstone ise eşcinsellere yönelik vahşeti, yükselen eşcinsel hareketine karşı bir tepki olmaktan çok, toplum içerisindeki zavallıların kanlı eylemleri olarak değerlendirdi. *** GÖÇMENLERE HIV ENGELİ Her yıl birçok ülkeden daha çok göçmen kabul eden Kanada hükumeti, geçtiğimiz Çarşamba günü, göçmenler arasında HIV pozitif olanları belirleyip ülkeye girişlerinin engelleneceğini açıkladı. Hali hazırda verem ve frengi testleri yapıldığını belirten Göçmen Dairesi Bakanı Elinor Caplan, öncelikle Kanada vatandaşlarının sağlıklarını güvence altına almak zorunda olduklarını ve bu yüzden de yapılan testler arasına HIV ve hepatit B’nin de alınması gerektiğini söyledi. Böylece testlerde pozitif çıkanlar ülkeye sokulmayacak, ama göçmenler bu testlerden geçtikten sonra, kendileri ve yakınları yeni testlere tabi tutulmayacaklar. *** ABD'de yapılan bir çalışma, ordu içinde açık eşcinsellerin bulunmasının, silahlı kuvvetler üzerinde herhangi bir etkisinin olmadığını ortaya koydu. Avustralya ordusunda yapılan çalışmayla ilgili raporda, eşcinsel yasağının kaldırılması durumunda, ordunun savaş kabiliyetinde herhangi bir azalmanın olmadığı belirtildi. California Üniversitesinde, Ordu İçerisindeki Cinsel Azınlıklar başlıklı çalışmayı yürüten Aaron Belkin, "1992 yılında eşcinsel yasağını kaldıran Avustralya ordusu üzerinde yapılan çalışma, eşcinsellerin de askerlik yaptığı İsrail ve Kanada

31

ordularınınkine benzer sonuçlar vermiştir" dedi. Avustralya Savunma Bakanlığı yetkilileri ve askerlerle birebir görüşme yapan Jason McNichol ise, ilk başlarda, düzenin bozulacağına dair bir endişenin bulunduğunu, ancak şu an, ordu içerisinde ciddi bir sorunun bulunmadığnı belirtti. Mc Nichol'ün görüşme yaptığı üst düzey askeri yetkililerin çoğu, eşcinsel yasağının kaldırılmasının, barakalarda daha eşit bir ortamın oluşmasını sağladığı ve bunun da dayanışmayı arttırdığı görüşünde. Askeri yetkililer, buna örnek olarak, Doğu Timor'daki Barış Gücünde yer alan gey ve lezbiyen askerleri örnek gösteriyorlar. ABD'de, eşcinsel yasağının kaldırılmasına karşı çıkan parlamenterler, ordu içerisinde açık eşcinsellerin bulunmasının, askeri birliklerdeki dayanışmayı zayıflatacağını ve ordunun harp kabiliyetini azaltacağını ileri sürüyor. Bu yüzden, bir ara formül olan "sorma söyleme" yasası uygulanıyor. Yasa gereği, askerlere cinsel yönelimleri sorulmuyor. Eşcinsel askerler de, cinsel yönelimlerini açıklamadıkları müddetçe, ordu içerisinde yer alabiliyor. Ancak eşcinsel olduğunu kamu önünde açıklayan askerlerin ordu ile ilişiği kesiliyor. NATO içerisinde en son İngiltere, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin, eşcinsel oldukları için ordudan atılan iki askerin lehinde karar vermesi üzerine, geçen Ocak ayında yasağı kaldırdı. Ancak ABD ve Türkiye'de bu yasak hâlâ devam ediyor. Çeviriler:

EŞCİNSELLER KOZLARINI PAYLAŞIYOR Almanya'nın batısdındaki Köln kentinde Dünya Eşcinsel Futbol Şampiyonası önceki gece eleme maçlarının kura çekimiyle başladı. Pazar güü sona erecek şampiyonada, 21 gey ve 14 lezbiyen olmak üzere toplam 35 takımın mücadele edeceği belirtildi. Şampiyonada Köln takımı "Cream Team" ile İngiliz "Lions" takımı erkeklerde favori gösterilirken, kadınlarda polis takımı "Alspol"un şansının yüksek olduğu kaydedildi. (4 Ekim 2000, Evrensel)

Şarmut A. İKARUS

Akın-İsveç

*** Stockholm'de 2-5 Ağustos arası her yıl düzenlenen Pride (kendinle barışık ve gurur duymak anlamına gelen) etkinliklerine İsveç ve diğer İskandinav ülkelerinden onbinlerce insan katıldı... Etkinliklerin amacı aynı duyguları paylaşanları bir arada toplamak ve yeeni dostluklar kurmayı amaçlıyor. Konserler ve yarışmaların yanı sıra hükümetten de eşcinsellere önemli destek veriliyor. 4 Ağustos Cuma gecesi Stockholm'ün güneyinde yer alan Münchenbrygeriet adlı bir diskoda düzenlenen "Mr. Gay Sweden" güzellik yarışmasında finale seçilen 8 adaydan biri olan Antakyalı bir gencimiz Tolga 3'üncülüğü, diğer 5 adayla paylaşarak elendi. Yarışmayı Jonas adında yakışıklı bir genç kazandı. Aynı gece travestiler arası "Miss. Diva" adlı bir güzellik yarışmamsı da yapıldı. Pride haftası etkinliklerine tv ve medya tarafından da geniş yer verildi. Çıkarılan yeni yasayla artık İsveç'te de eşcinsel evlilik yapanlara evlat edinme imkanı sağlanıyor. Bu yıl Roma'da düzenlenen dünya eşcinseller günü 200 binin üzerinde bir katılımla coşkuyla kutlandı.


KAOS GL

SAFAİ

Küme

içinde

ün salmıştı ödünsüzlüğüyle. zor beğenenlerden, kılı kırk yaranlardandı. Karşılarına çıkan her şeyden kişisel yarar sağlamayı yaşam biçemi edinmişlerin bıkmaksızın eleştirdiği biriydi. İlkeli ve kararlı davrandığı oranda, çevresindekilerin değersizlik duyguları daha da artagelmiş, ona karşı oluşan tepkiler daha da yoğunlaşmıştı. Onca eleştiriye karşın bir türlü onu ağız dalaşlarına, öfkelenmelere, küskünlüklere yöneltemeyenler, kınayıcı, dahası aşağılayıcı tepkilere kapılır olmuşlardı. Ne var ki, hiçbirini de umursamıyor, gülüp geçiyordu işte.

esenliktepe@yahoo.com Seçkinciydi,

Yaşı ilerledikçe, kimileyin beşer, onar, kimileyin teker teker ölüp gittiklerine tanık oldu o kendini eleştirenlerin. Yapışkanlı kağıtlarda, zehirli sıvılarla dolu tabaklarda, doyunmak için girdikleri kapalı uzamlara sıkılan gazlardan ötürü pisi pisine can vermişti birçoğu. Tüm bu olan bitenlere karşın, hiçbiri, diri kalabilmek için gerekli olan öğretiyi edinemiyor, yitip gidiyordu onlarcası her hafta. Değil salt kendi yaşıtları, ardılı olan beş kuşağın tüm bireyleri de çürüyüp darmadağın olmuşlardı çoktan. Hızla ve bolca üreyip durmasalar, türleri bütün bütün tarihe karışacaktı. Öncekiler gibi, altıncı kuşaktan soydaş olanlar da, kendileri gibi yaşamaya bir bakıma zorlamaktaydılar onu. Kümenin genel niteliklerini benimsetmek için alttan alta didinmekten, onlar da geri kalmamaktaydı. Türdeşlerinin yaşamsal yeğleyişleri onu kaygılandırmıyor değildi gerçekte. Bir çiçeğin kapanmak üzere olan taçyaprakları içinde, ya da bir ağacın sıcak kabuk katmanları arasında uykuya dalmadan önce, gerek kendini, gerekse çevresinde olup bitenleri sorgulardı sürekli . Güzel, esenlik dolu uzamlar varken, o ahırların, samanlıkların, evlerin, depoların yeğlenmesine anlam veremiyordu. Yanlış, kendisinde miydi yoksa? Eğer öyle olsaydı, kendi yaşıtlarının hiç değilse birkaçının yaşaması gerekmez miydi şimdilerde? Bunu da mı göremiyorlardı? Ah bir kez olsun göze alabilselerdi sınamayı... Çok değil, birkaç gün boşlayıverselerdi kapalı uzamlarda barınmayı, artıklarla, atıklarla doyunmayı, soğuktan ya da açlıktan ölmek üzereyken bile varırlar mıydı o beğenegeldikleri yerlere bir daha?

önce varmış bir erkeğin kendileriyle ilgilenmeyişine us erdiremiyorlardı: çok mu üstün olduğu Diğerlerinden sanısındaydı? Yüzlercesi arasında, beğenilesi bir tek dişi de mi bulamamıştı? Yeryüzünde varoluş gerekçeleri, çoğalmaktan gayrı neydi ki de uzak duruyordu o kendilerinden? Günün sona ermesine yakın ânlarda, bir ahır penceresi boşluğundan, çatılardan birindeki delikten, ya da bir ev kapısının altından içerilere girmeye çabalayan dişilerin çağrı dolu bakışlarına, istek uyandırıcı çığlıklarına karşı direnebilmek, gerçekte pek de kolay değildi. Ancak, dört duvar arasında konaklamayı bile göze almasına neden olacak, ya da kendisiyle birlikte doğal bir ortamda sabahlayacak bir dişiyle karşılaşmamıştı hiç. İvecen bir badem ağacının ilkyaz ulağı çiçeklerinden birinde güneşin batışını izlemekteyken konuverdi yanına. "Kanatlarında, böylesine bol renk olan birini görmemiştim şimdiye değin." diye düşündü bir an. Karaçamlarla bezeli dağların ardına gitmeye hazırlanan güneş, olanca kızıllığıyla ve binlerce parçaya bölünerek yanındaki dişinin gözlerinde yansımaktaydı ışıl ışıl. Usuna, "Güneş, aydınlığını bu gözlerden alıyor olmasın?" sorusu bile geldi kısacık bir süre için. "Kümedeki herkes senden söz ediyor." dedi tazecik dişi saygılı ve çekingen bir ses tonuyla. "Öyle mi?" sözcüklerinin döküldüğü ses tellerinde, olağan olmayan bir coşku yakaladı erkek. "Neden bizlerden uzak duruyorsun?" "Böyle bir amacım ya da çabam yok ki! Bak; birbirimize yakınlaşıverdik bile."

Bir başka eleştiriliş nedeni de cinsellik ve üreyiş konularındaki katılığıydı. Gerek barınma, gerekse beslenme biçimlerini içine sindiremediği türdeşlerinin cinsel yaşamları da çekici gelmiyordu ona pek.

"Hem seninle tanışmak için can atıyor, hem de çekiniyordum bundan." demekteyken, sağ kanadını da sanki rastlantısal, tasarlanmaksızın ve öylesine bir dokunmaymış izlenimi oluşturmaya özellikle önem vererek erkek sineğin yanağına değdirdi bir an dişi sinek. Altı bacağı birden zangır zangır titremeye başladı erkeğin... Ortasına yakın bir yerlerde söyleşegeldikleri badem çiçeğinin taç yapraklarından biri o titreşimle yerli yerinden kopup, dallardan birinin üstüne kondu yavaşça. Bir ân boşlukta kalan dişi sinek, yaprağın kopuş hızıyla orantılı bir devinim tutturamadan, kanatlarını çırpabilecek denli zaman bulamadan aşağı doğru yuvarlanmaya başlayınca, yerinden fırlayan erkek, onu ön bacaklarıyla kavrayıp havalanıverdi.

Kümedeki dişiler, erişkinlik evresine nice zaman

Güneş, son ışıltılarını saçmaktaydı ortalığa

32


KAOS GL hovardaca. Kendine doğru sarmaş dolaş uçan bir çift karasineğin esrikliğini gözucuyla da olsa yakalayıp sevindi. "Belimi fazla sıkmıyor musun;" diye sordu dişi, incitici olmamasına özen gösterdiği bir ses tonuyla; "...neredeyse kopartacaksın." "Bağışla; bir ân, seni yitirme korkusuna kapılıverdim nedense." "Bir sineğim ben de senin gibi, düşecek olsaydım bile zarar görmezdim ki." Ön bacaklarını biraz gevşeten erkek, "Doğru ya," dedi kendi kendine; "... ne aptalım; bunca yıl hiçbir dişiye sarılmazsan, böyle sersemce davranırsın işte!" Boynunda gezinip duran dişinin elleri, doğduğundan beri tatmadığı, düşünü bile kurmadığı duygusal kıpırtılar yaydı bedenine dalga dalga. Ta ki güneş yeryüzünün bir başka yerinde ışımaya başlayıp yıldızlar üçer, beşer belirginleşene değin, kanatlarını çırptı, çırptı, çırptı erkek sinek. Yaşamakta olduğu gizemli duygusallık, dişinin, "Biraz fazla uzaklaşmadık mı çiftlikten?" sorusuyla, çiğ taneleri gibi darmadağınık bir biçimde saçıldı yeni sürgün vermiş buğday tarlalarının üstüne. "Sen de mi?" derken, dişiyi sarmalayan bacaklar az da olsa gevşeyiverdi istemeksizin. "Ben de mi, ne?" "Sen de mi kapalı uzamları yeğleyenlerdensin?" "Hem daha sıcak ve az nemli, hem de daha bol yiyecekle dolu öyle yerler." "Beş kuşaktan beri aynı şeyler söyleniyor. Ne var ki, kümede doğagelmiş onca sinek arasında bir tek benim diri kalan. Bunun bir anlamı yok mu indinde?"

O esriklikle, kanatlarını kımıldatmayı falan boşlayıp, baygın bir biçimde bırakıverdi kendini bedenine dolanmış güçlü bacaklardaki dinginliğe. Nice sonra, bir makinin dikenli yaprağına konmalarını usulcacık ve tehlikesizce sağlayan erkek sinek, bitkinin tam dibindeki yaban sıklameninin pembe taç yaprakları arasına yerleşmelerine de önayak oldu. İncecik cinsel organı, hâlâ dişinin içindeydi ve dişi istemediği sürece de birbirlerinden ayrılmaları olası değildi. Esrikliğini ağır aksak alteden dişi sinek, "Üşüyorum; dedi; "... kapalı bir yer bulsak mı?" Bir yandan, "Daha az önce haklı olduğumu söyleyen oydu oysa!" diye düşünen erkek, öte yandan da kanatlarıyla bedenini, ön bacaklarıyla başını kesintisiz okşadığı dişinin yakınmalarını engellemeye çabalıyordu sanki. "Ya şimdi nasılsın?" diye sordu bir süre sonra. "Daha iyi; ama bir dam altında gecelesek?" "Ben şimdiye değin hiç öyle yerlerde..." "Biliyorum; ancak artık sen eski sen olamazsın ki. Döllediğin yumurtalarımızı ve onlardan çıkacak olan çocuklarımızı düşünmen gerekir artık." "Buradan daha sıcak yerler de bulabiliriz onlar için. Bu gecelik kalalım burada. Kendimi bildim bileli yaşayageldiğim esenliği paylaşmak istiyorum. Biliyorsun; sen benim ilk..." "Benim de ilk ilişkim bu ve her şey olağanüstüydü; ama benim daha güvenceli yerlerde, daha bol ve kolayca beslenmem gerekecek bu evrede. Onlarca yavru sineğin geleceğini tehlikeye sokmamız biraz bencillik olmaz mı?" "Yeğleyişlerimde haklı olduğumu daha biraz önce biraz önce söyleyen sen değil miydin?"

"Belki de haklısın." " 'Belki de' mi?"

"Yine söylerim; kendi açından haklısın sen. Ne var ki, türün sürmesini sağlamak söz konusu olunca, haklılığın benimsenemez."

"Sanırım haklısın." " 'Sanırım' mı?" "Yani, haklısın." Son 'haklısın' sözcüğünü duymasıyla birlikte, dişiye eskisi denli sıkıca sarılıp, kanatlarını devinimsizleştirdi erkek. Yere doğru süzülmeye başlayan iki beden, yelin yumuşacık kolları arasında bazen yukarılara taşınmakta, bazen, minicik hava burgaçlarına kapılarak yelgülleri gibi dönüp durmakta bazen de bir noktada sanki hiç kıpırdamaksızın asılı kalmaktaydı. Yeniden yakalanmıştı işte az önce yiten duygusallık. Erkeğin sıcacık soluğunu tam ensesinde duyabileceği konumu yakalayana değin, kendini kavrayan bacakların arasında devindi dişi. Yeryüzüne bir ağaç boyu yaklaştıkları bir anda, tam her ikisi birden kanatlarını vurmaya başlamışlardı ki, içine doğru kayıverdiğini duyumsadı erkeğin. Döllenmeye hazır yumurtalarını, ilk kez sıcacık bir sıvı sarmaladı.

33

Erkek sinek öfkelenmediyse de bir yerlerinde bir şeylerin şangır mangır kırıldığını, parçalandığını duymaktaydı. Dişinin içinden çıkabilmek için kendini zorladı ama beceremedi. Erkeğin deviniş gerekçesini duyumsayan dişi sinek, "Hiç değilse sabaha değin içimde olman gerekiyor." dedi ve ekledi: "Çocuklarımızın sağlığı açısından." Ne yapacağını şaşırdı erkek. Hayır, artık sevmiyordu onu; ne var ki, alıp başını gitmesi de olanaksızdı. Yaban sıklameninin yaprakları arasından yavaş yavaş yukarılara doğru tırmanmaya başlayan dişi sinek, erkeğin umarsızlığından yararlanmaya ve kapalı bir uzamda onunla birlikte sabahlamaya kararlıydı; "Haydi," dedi; "... inat etme artık." Devinimlerine yardımcı olmayan erkeği sırtında taşımaktan ötürü duyduğu yorgunluğu sezdirmemeye çabalıyordu. Çiçeğin tam ucuna ulaştıkları ânda, kanatlarını olağanın birkaç kat


KAOS GL fazlası hızla çırpmak zorunda kaldı. Erkek, havalanmalarından kısa bir süre sonra, istemeksizin de olsa kanat uydurdu en yakınlarındaki ışıklardan yana yönelmiş eşine. Dışarı çıkmakta olan bir kadının açık bıraktığı kapıdan içeri doğru süzülürlerken, tüm duyu organlarının neredeyse köreldiğini, kendini bildi bileli süregelmiş esenliğinin çok gerilerde kaldığını duyumsadı.

Adamın sözlerini duyan erkek sinek, "Ben bu duyguyu bir yerlerden anımsıyorum." diye düşünüp, kaygıyla başını salladı. O arada dişinin, "Masanın üstündekilerden tatmak istiyorum." demesiyle tutunduğu kirişi bırakıvermesi bir oldu. Kapalı bir uzama her ne denli ilk kez girmiş idiyse de, hiçbir şey erkeğe çekici gelmiyordu. Tek dileği, bir ân önce kurtulmaktı bu açmazdan.

"Ne güzel; bak sıcacık burası; öyle değil mi?" diye sordu dişi harıl, gürül yanan sobanın borusuna yakın ahşap çatı kirişlerinden birine tutunmasının ardından.

Muşamba serili masanın üstünde, akşamdan kalma birkaç ekmek kırıntısı, yarı yarıya dolu bir su bardağı, bir kül tablası, iki kahve fincanıyla bir çay tabağı tembel tembel durmaktaydı. İniş noktaları olarak ekmek kırıntılarını hedefleyen dişi sinek, ağzı ile dokunduğu hiçbir parçayı yenilesi bulmayıp tabağa doğru yöneldi. Tabaktan yayılan koku, hiç de doğal gelmedi erkeğe; "Dokunma o tabağa;" dedi; "... içinde zehir olabilir."

"Hıı." diye bir ses çıkarttı salt yanıt vermiş olmak için. "Hadi, surat asma; en güçlü en sağlıklı çocuklar bizlerinki olacak. Çekinmeyi gerektirecek denli kötü de sayılmaz buralar. Kimileyin kırlara, çiçeklerin arasına falan gideriz nasılsa." Artık söze söz ekleme gereği bile duymaz olmuştu. Az önce üstünde konakladıkları yaban sıklameninin uçarı ve şakrak kokusunu anımsamaya çabaladı. Gözlerini ışığa, kulaklarını seslere kapatmadan, sıcak odadaki kadınla erkeğin konuşmalarına bir süre kulak kabartıp, "Siz de bizler gibisiniz; sonu gelmez tartışmalar!" dedi kendi kendine. Sabaha değin, örümcek ağlarında umutsuzca çırpındı, kertenkele ağızlarında dağıldı durdu erkek sinek. Ne var ki, sabaha yakın sıralar gördüğü düşler denli etkileyici değildi hiçbiri de: Günün ilk ışıkları içeri sızmaktayken düşlerine kimileyin yapışkan kağıtlarda kollarının, bacaklarının kopuşu, kimileyin soluksuz koyan zehirli gazlardan dolayı kan tüküre tüküre ölüşü girince, irkile, sarsıla uyanıverdi. Salt söyleşmekten kaçındığı için, hâlâ çiftleşmekte oldukları eşi, altlarındaki sobaya evin kadını odunları yerleştirirken çıkan gürültüyle uyanana değin uzunca bir süre devinmeksizin bekledi. "Nasıl da deliksiz uyumuşum." dedi dişi sinek, ön ayaklarıyla yüzünü temizlerken. "Ayrılsak mı artık?" oldu ilk tümcesi erkeğin. "Biraz bir şeyler atıştırana değin içimde durmanda yarar var; çocuklarımızın sağlığı açısından." deyip, kanatlarını kımıldatma alıştırmaları yapmaya başladı eşi. "Ne sıradanmış meğer!" diye geçirdi erkek içinden; "...Neyse ki geldik sonuna." Yorganı aralayıp, yeniden yatmaya hazırlanan kadının kıpırtısıyla uykusu dağılan adam pek isteklice olmasa da yataktan çıktı, tuvalete yöneldi. İlkin, uzun uzun işedi, sonra da güçlü ve kocaman avuçlarında biriktirdiği suyla yüzünü yıkadı. Odaya döndüğünde, daha on gün önce evlendikleri karısıyla göz göze geldi. Yüzüne günün ilk ışıkları yansımakta olan genç karısına, "Güneş, aydınlığını bu gözlerden mi alıyor?" diye sordu gülümseyerek.

34

"Dışarılarda yaşaya yaşaya, her şeyden kuşkulanır olmuşsun sen de.Benim iyice beslenmem gerekir çocuklarımızın..." Dişi sinek, tümcesinin sonunu getirmeyi bile beklemeksizin hortumunu tabağın içine daldırdı. Ne var ki, sıvıyı emmesiyle birlikte, "Ölüyorum; kurtar beni!" çığlıkları atmaya başladı ardı ardına. Altı bacağını birden zorlayarak dişiyi geri doğru çekmeye çabalayan erkek ne dişinin içinden kurtulabiliyordu, ne de kasılıp gevşeyen, oradan oraya sıçrayan bedenden ötürü kendi davranışlarını denetleyebiliyordu. Daha gün batarken, birlikte olağanüstü duygular tattıkları bir türdeşinin göz göre göre ölüp gidiyor oluşu, tanımsız acılara boğmaktaydı erkeği; "Çocuklarımız için ha?" diyebiliyordu yalnızca ve ardı ardına; "Çocuklarımız için ha?" Zorlu çabaların sonunda zehirli sıvıyla dolu tabağın içinden kendisiyle birlikte ölü eşini de kurtaran erkek sinek, derin bir soluk almaktayken, yataktaki kadının adam cilveli cilveli fısıldadığını duydu: "Belimi fazla sıkmıyor musun; neredeyse kopartacaksın." "Ben bu sözü daha önce duymuştum." diye bas bas bağırdı erkek sinek; ama adam, değil bir sineği, atılacak bir topu bile duyabilecek durumda değildi o ânda. Kümedeki diğer sineklerin anlatageldiklerini anımsamaya çalıştı bir ân: Kurtuluş yoktu. Ya kendisi de ölene değin taşımakla yükümlüydü eşini, ya da o ezgi dolu süreyi kısaltmayı yeğleyecekti. Hiç zaman yitirmeksizin havalanıp, suyla dolu bardağa değin uçtu. Başını, iyiden iyiye gömdü suya. Emmeyi kesintisiz sürdürmekte olduğu sıvı hücrelerini çatlatırken, yataktaki adamın, "Bağışla; seni yitirmekten korkuyorum." dediği çalındı kulağına. Yaban sıklamenlerinin uçarı ve şakrak kokularını anımsamaya zorladı kendini. http://www.safai.gen.tr


KAOS GL

Şarmut A. İKARUS sarmutaikarus@yahoo.com Merhaba, Daha önce yazdığım Beden Masalları’ndan beni bilenleriniz iyi bilir. Birçok okuyucum niye öldürdün Şarmut’u, hem de depremde, hem de hamamda diye başımın etini yedi. Ölmüş mü? Kim demiş? Sonra biri geldiydi, Şarmut’u taşların altından çıkardıydı. Tapınağının taşları altından yeniden ayağa kalkmadı mı Şarmut? Şarmut ölmedi arkadaşlar, yaşıyor. Ama galiba o tapınağı sevdi. En çok oraya ait hissediyor kendini. Masalların bu ikinci kitabı da gene Şarmut’un serüvenleri olacak. “Gene” diyorum, çünkü esas oğlan yine o. Beden Masalları’nda yer ve zaman daha çok dünya gezegeninden seçilmişti. Epey araştırma yapmak zorunda kalmıştım fantastik olsun diye. Ama, bu kez Fantazya’da geçiyor çoğunlukla olaylar. Bildiğim yerler, bildiğim isimler kullanacağım. Öteki türlüsü çok yorucu. Canım çıktı bir zamanlar mavi gezegen diye de anılan Dünya’dan yer ve insan isimleri bulacağım diye. İster inanın, ister inanmayın, Şarmut’u ben de yazarken tanıyorum. Yavaş yavaş. Bazen, parmaklarımı klavyede istediğim tuşlara ben götürmüyorum da Şarmut yönlendiriyor beni gibi geliyor. Birçok değişiklik yapıyor öyküde; ben tam “Hah, işte oldu,” diye sevinmek üzereyken. Ne yazık ki henüz onunla tanışmadım. Oysa, gazeteci-yazar olmamın gereği, çok fazla insanla tanışıyor, hatta tanıyorum. Bunların çoğuyla ilişkim, dostluğum, arkadaşlığım oldu. Ama hiçbiri Şarmut kadar anlatılmaya değer olmadı çünkü tanışmadığım halde her yerden o çıkıyor.Yirmi yıldır Fantazya Times’a yazıyorum. Geçen yıl yazdığım bir yazıda, tasavvuf edebiyatımızın Nolyan’da doğmuş devlerinden Şems’i Nazik Efendi’nin “Hamamizade Büllük Efendi” başlıklı şiirini alıntılamıştım, Nolyanlı Şems-i Nazik Efendi’yi çok severim, bilirsiniz. Gezegenler arası haklı bir üne sahip önemli bir şahsiyettir. Birleştiricidir, kucaklayıcıdır, ayrımcılığa karşı savaşmıştır hep. O yazıdan sonra bana gönderilen mektuplarda hep aynı kişi çıktı karşıma: Şarmut. Bu mektuplar birikti. Mektupları gönderenlerin hepsi Şarmut’u bir şekilde tanımış. Anlatılanlara, ne yalan söyliyeyim, bazen inanmakta güçlük çektim. Mektupları, kuşkusuz edit ettim. Bazı mektupları yayımlamayacağım. Ama onları atmış da değilim. Dil ve imleme hatalarını düzeltmek, gereksiz ayrıntıları atmak, nadiren de sansür koymak dışında bir müdahalem olmadı. Ben bu mektupları bir araya getirdim sadece. Derleme ama roman olacak diyebiliriz. Mektupları takdirinize sunuyorum, Ter Masalları olsun bu da. Anlatım yöntemi, hikaye anlatımının ilk yöntemlerinden “epistolary”-mektup gibi- olsun bu kez de. Güzel gezegenimiz Fantazya’nın hammamizadelerine, ya da hamamzedelerine ithaf edilmiştir. Paraş Mireves Fantazya Times Sanat Danışmanı KUBİ Sevgili Paraş, “Laaay, laaay, laaay, laaay lay lay / lay lay lay laaaay lay lay”. Dünya gezegenindeki kalıntılar arasında bulduğumuz bir şarkı var ya hani, Örovizyon şarkı yarışması birincisi miymiş neymiş, Those Were the Days’in nakaratını işte böyle mırıldanarak Fantazya Kalesi’ni anakaraya bağlayan köprüde yürüyormuş Şarmut, bir konferansta konuşması varmış. Keşke ona rastlayıversem demiş. Kubi’ye. Bazen, her şeyden bunaldığınız bir anda, epeydir görmediğiniz birini kısa bir süre için de olsa yeniden yaşamak istersiniz, ya da bir yabancıyı ilk kez yaşamak da insanı tekdüze yaşantıların üstünüze bindirdiği gölgeden çıkarır sizi. Soluk alır ruhunuz. Öyle bir gereksinim içindeyken işte Kubi çıkıvermiş karşısına Şarmut’un, yarım kalanı tamamlamak üzere. Bu denli canı yürekten istediği birini karşısına çıkarabilecek gücü olduğunu öğrenmesi de kendisini bile şaşırtacak denli tuhaf bir rahatlık, özgüven duygusu salmış içine. Bu denli yoğun düşündüğü ve karşısına çıkan sevdikleri olmuş daha önce de, ama Kubi’yi görmeyeli altı yıl, telefonda sesini duymayalı da iki yıl olmuş. Kubi, onca zaman sonra karşısına çıkıverince, yarım kalmış bir şeylerin tamamlanması gerekmiş ve hayatı Kubi’den önce, Kubi’den sonra diye ikiye ayırabiliyormuş Şarmut, çünkü artık aklına getirdiğini başına getirebilmenin keyfini sürmeye karar

35

vermiş. “Şarmut abi, askerim artık, birazdan dağa çıkacam. Kanrış gezegeninden arıyorum sizi. Askerim burda. Her gün, her yanımda kollar bacaklar uçuşuyor terörist avlarken. Hakkınızı helal edin.” Böyle demiş Kubi iki yıl önce luxfon ile aradığında ve Şarmut ondan bir daha hiç haber alamayacağını, deli dolu Kubi’nin dağda tükeneceğini, yarım aklını iyice yitireceğini, ya da vurulup öleceğini düşünmüş, deli oğlanı bir daha göremeyeceğim galiba diye hayıflanırken ona sadece “Kendine dikkat et. Hakkımı helal etmem bak!” diyebilmiş. Şarmut, Kubi’nin babası olmuş, abisi olmuş, can dostu olmuş. “Hayatta sizden başka kimse beni bu kadar sevmedi,” dermiş Kubi hep. Ne annesi, ne babası, ne de kardeşleri. Hepsini ve memleketi Atrapis’i terk etmiş, başkent Karana’ya gelip bir tabelacının yanında çalışmaya başlamış. İlk maaşını alır almaz da hamama gitmiş. İşyerine yakın Fildişi Hamamı diye pek de lüks olmayan bir hamammış bu. Göbek taşında oturmuş terlerken büyük kentin kendisine nasıl bir gelecek hazırladığını düşünmeye koyulmuş ki hamamın kapısından içeri çok değişik bir adam girmiş, gelmiş göbek taşında Kubi’nin yanına oturmuş. “Seni ilk kez görüyorum bu hamamda,” demiş Kubi’ye. “Yeniyim ya. Bu ilk gelişim.”


KAOS GL O sırada tellak içeri girmiş. “Prenses, kese olaciyannı böğön?” “Bugün olmiim Mernuş abi. Daha geçen hafta oldum.” “Nas’istersen Prenses’im. Şampuanın niin yohsa getiriim.” “İyi olur, sağol.” “Çayını da koydum Prenses’im. Tek şekerli de mi?” “Zahmet olacak sana. Teşekkür ederim Mernuş abi.” Kubi şaşırmış. Bu yaban elde ilk kez böyle terbiyeli, kibar birine rastlıyormuş. Birlikte terlemişler göbek taşında. Sohbet etmişler uzun uzun. Şarmut bu hamamın müdavimlerindenmiş, saçı uzun olduğundan da tellak ona “Prenses” adını takmış. Kubi de, annesinin evden kaçıp kötü yola düştüğünü, babasının da Atrapis’de neleri var neleri yoksa sattığını anlatmış. Kubi’ye de üç kuruş vermiş. O da kaçmış. “Babamdan kaçtım,” derken başı öne düşünce Şarmut bu dünyalar güzeli oğlanı hayatına katmaya karar vermiş. Bunu nerden mi biliyorum, Kubi’nin anlattıklarından sonra merakımdan gittim o hamama, tanıştım Şarmut ile ve hikayenin eksik kısımlarını da ondan dinledim. Kara tenli, yeşil gözlü, ilik gibi bir oğlandı Kubi. Şarmut’un sohbet sırasında hep yutkunmasının anlamını bilemezmiş Kubi. Büyük kentin henüz yozlaştırmadığı yalınlığıyla Kubi, konuşurken rahat rahat bakıyormuş Şarmut’un gözlerine. Şarmut alı al, moru mor olmuş düşündükleri birazdan hamamda yüksek sesle yankılanacak da rezil olacak diye. Niye böyle olduğuna bir anlam verememiş çünkü bu hamam onun mabedi. Onu tanımalısın Paraş. Hamamı böyle seven birini daha görmedim. “Bu kadar seven” demiyorum dikkat et lütfen. Hamamı ve hamama gelen erkeklerin meleği olmuş Şarmut. Şarmut gelmeden önce sinek avlayan hamam, Şarmut’un hamamda tanıştığı birkaç kişinin de tanıtıma katkısıyla hamam Karana’nın en gözde, en rahat gey mekanlarından biri olmuş. Arada bir Kubi gibi, sadece yıkanmaya gelenler de oluyormuş, ama Şarmut çok dikkatli. Hamama müdavim ettikleri arasında müritleri oluşmuş. Bir keresinde ben de tanık oldum, “Beni özledin mi?” diye sorardı Toro. Özlemez mi Şarmut. Şarmut’u hamamda iki kişi sevmedi, çünkü Şarmut

sadece o iki kişiyi seçti ve birlikte olmadı. Biri, Şarmut’a saunada Toro’nun yanında şiddet uygulamaya kalkmıştı. Boğa gibi iri yarı, güçlü kuvvetli Toro’nun bacaklarını okşayan bu adam Şarmut hamama gelene kadar iki kişi becermiş, ama hiç hoşlanmamış, Şarmut’u kestirmiş gözüne, Şarmut onu bir rahatlatsınmış. Gel buraya da al şunu ağzına. Şarmut karşılık vermemiş, dışarı çıkmak üzere saunanın kapısını açmaya yeltenmiş ama adam Şarmut’un kapıyı açmasını engellemiş ve Şarmut’un kafasına bastırarak kol gibi erkekliğini zorla Şarmut’un ağız hizasına getirdiğinde Şarmut’un usulca “Bırak beni,” demesi Toro’nun araya girmesini gerektirmiş. Adam ısrarla Şarmut’un kafasını bırakmayınca Toro ayağa kalkıp adamın kolunu kıvırmış. Toro’nun bunu derken boynunu hafifçe yana atmasından, sol yanağında beliren tike ilaveten sol ayağının başparmağını yere değdirerek sigara eziyormuş gibi bir hareket yapmasından ve daha sonraki sohbetlerinden anlamış Şarmut, aklı biraz kıt Toro’nun; üstelik azıcık da şehla. Bu onu çok sevimli kılıyor aslında ve Toro çok da iyi yürekli bir adam, kısa sürede Şarmut’u çok sevmiş, bu her halinden belli, hamamda onun peşinden ayrılmıyor, Şarmut ne derse yapıyor. Her Cumartesi onun için gelir olmuş hamama. “Git. Bir daha da bu hamama gelme,” demiş Toro zorbaya. Adam da, “Böyle yarrağı zor görürsünüz bi daa!” diye bağırıp gitmiş. İkincisi ise, teni kokulu kırklarında bir adammış ve saunaya girdi mi kapının açık bırakılması ya da uzun uzun havalandırılması gerekirmiş. Allahtan ben gidene kadar kurtulmuşlar bu kokarcadan, çok hassasım ben kötü kokuya. Hamama o girince herkes soğukluğa çıkarmış. Bu adama da mabedi yasaklamak gene Toro’yo düşmüş, tabii Şarmut’un ricası Toro için emir. Şarmut, bunların hiçbirini anlatmamış Kubi’ye. Birbirlerine kanları kaynamış; bunu ikisi de söyledi. Şarmut telefon numarasını Kubi’ye fısıldadığı anda hamamın kapısından Toro girmiş içeri. “Beni özledin mi Şarmut?” “Özlemem mi Toro, nasılsın?” Kubi, Toro’nun gelmesinden mi, beni özledin mi’deki imadan mı, çabucak yıkanıp çıkmış hamamdan. Şarmut’u aramış Kubi ve dost olmuşlar. Kubi, bir kıza aşık olmuş sonra; kuaförde çalışan kıza, ama kanepede sevişirlerken kız elindeki uzaktan kumanda ile TV zaplarmış. Şarmut, Kubi’yi sadece Kubi’nin ağzından dinliyormuş. Kubi, kızı çok kıskanıyor ve onu her fırsatta dövüyormuş. Hatta kız bir gün, “Bir yerde okumuştum, karısını, sevgilisini dövenin eşcinsel olma olasılığı çok fazlaymış,” deyince ağzını yüzünü dağıtmış kızın, “Bana ibne dedi,” diye. Kubi, Şarmut’un evine çok sık gelir olmuş. Şarap içtikleri bir gece Kubi Şarmut’un yatağında uyumuş, üstünde sadece iç çamasırı varken, ama Şarmut onu biraz izledikten sonra çocuğun incubus’u olmamaya karar vermiş, çünkü Kubi çok mert bir çocukmuş, birlikte yattık diye, bunu kardeş kardeş yapabilmek, masum dünyasını yıkmadan bir gençle dostluk da geliştirmeye çalışmak Şarmut için de önemli bir sınavmış. Ama gene de, Kubi iyice uykuya dalınca—ki uykunun ilk yarım saatinde hiç kimse kolayca uyanmaz, bunu Şarmut çok iyi biliyormuş---usulca oğlanın bacak arasını avuçlamış, elini

36


KAOS GL sürtmüş aşağı yukarı, oğlanın rüyalarda da olsa büllüğü kalkınca bırakmış Şarmut, birazdan uyanır da dellenir diye. İnsan sevdiğinden hem korkar, hem de nefret eder. Kubi’nin her şeyi anlayıp ona da şiddet uygulamasını istememiş. Korkmuş Şarmut. Bir gün Kubi, ağzı yüzü kanlar içinde gelmiş. Sevgilisinin dayısı ve adamları Atrapis lux-minalinde yakalamışlar oğlanı, dağıtmışlar ağzını yüzünü. Kaçmış Kubi, eve gitsem orada da bulurlar beni. Gidecek başka yerim yok, demiş. Şarmut’in ilk yardımından sonra kanepede uyuyakalmış Kubi. Ertesi sabah erkenden babası gelmiş Atrapis’ten de, Kubi'yi almış götürmüş de bir süre Karana’da izini kaybettirmiş Kubi. Her gittiği yerden aramış Şarmut’u, “Siz benim ustamsınız, bir tek siz karşılıksız sevdiniz beni, beni ben olduğum için sevdiniz,” demiş bir keresinde. Bu lafları edebilmeyi ne zaman, kimden öğrendi diye meraklanmış Şarmut, ama doğru imiş Kubi’nin dedikleri-bir yere kadar-çünkü gerçekten de Şarmut onu bütün deli halleriyle, saçmalamalarıyla, büyük büyük konuşmasıyla, dünyanın merkezine kendini oturtarak yaşamasını, evet bencilliğini bile, sevmiş. Bir yere kadar dedim, çünkü Şarmut kendi de kabul ediyor, iki nedeni daha varmış Kubi’yi sevmesinin: İlki, onun Atrapis gibi turistik ama geri kalmış bir bölgeden gelmiş olması, yani masumiyeti. İkincisi ise, ilah gibi yakışıklı olması. Bunları Kubi bilmiyormuş tabii. Ama Şarmut’un zaten pek kimsede olmayan bir özelliği de, nadiren insan seçer olmasıymış. Herkesi severmiş Şarmut. Hamamda onu meleğe benzetmeleri de bundan zaten. Gittim, gördüm. Tuhaf bir saygı ve sevgi haresi var etrafında. Arkasına geçip onu beceren amelenin “İyi misin, canın yanmıyor deel mi?” diye sormasına ben tanık oldum. Hamama giren her kim ise ona selam veriyor, onunla hamamda ne yaşarsa yaşasın, giderken “Sıhhatler olsun Şarmut, haftaya görüşürüz,” demeden gitmiyor. Haftaya Şarmut gelmezse, gelemezse, hasretle bekliyorlar onu. Yeniden ortaya çıktığında da, hepsi pek memnun “Nerelerdeydiniz? Özlettiniz kendinizi!” diyorlar sevinç içinde. Şarmut, Fildişi Hamamı’nın katalizörü. Gelenler, onunla bir ilişki içine girmeseler de onun yön vermesini, onun bu mabette bulunmasını, onun izlemesini, onun bakışını, sesini ister olmuşlar, tapınak Şarmut’un yarattığı tılsım olmadan aynı tas aynı hamammış. Şarmut, Fantazya Kalesi’nde düzenlenen “Gezegenler Arası Edebiyat ve Görsel Sanatlarda Yabancılaşma” konulu bir konferansta konuşma yapmak üzere yürürken, onca yıl sonra karşılaştıklarında Kubi olmuş daha çok şaşıran, çünkü başta da yazdığım gibi Şarmut zaten için için onu düşünmüş. Bu telepati mi, yoksa düşüncelerinizi yönlendirip başkasına hükmetmek mi? Yani, zaten Kubi de Şarmut’u düşünüyordu da, tesadüf eseri mi oralardaydı? Yoksa, Şarmut ya da belki Kubi, ötekini fazlasıyla düşündüğü için bu konferans ayarlandı da ikisi Kale yakınlarında ilahi bir buluşma yaşamak üzere mi burun buruna geldiler. Bu bilinmezi binlerce yıldır çözemedi insanoğlu. Tanrı dediler, ilahi adalet, tecelli, ortak ruh, ortak bilinç gibi birçok ad taktılar ama bu büsbütünleşme, bu tastamamlanma gereksiniminin ne olduğu hâlâ çözülemedi. Belki, çözülmesi de gerekmiyor.

37

O muamma, muamma olarak kalmalı. Belki muamma bile değil. Kubi kalakalmış deniz kenarında. Şarmut hasretle sarılmış Kubi’ye. Kubi, gündüz gözüyle içmesinin sonucu, biraz şaşkınlıkla hafif sendeleyerek: “Bu nasıl olur ya, bunca zaman sonra, size en çok ihtiyacım olduğu anda, pat diye...” Sanki, şaşırması gerekiyormuş gibi şaşırmış Kubi. Şarmut’a bu şaşırmada biraz yapaylık var gibi gelmiş ama üstelememiş. Ne de olsa, en sevdiği insanlardan birini karşısına yeniden çıkarmış bir rastlantı. Kubi’nin, geçen zaman içinde yüzü biraz şişmiş gibi gelmiş Şarmut’a. Ama bunu söylememiş. Şarmut da geçen zaman içinde biraz kilo almış, gıdıklanmış, ama Kubi: “Kilo almışsınız biraz ama hiç değişmemişsiniz. Bu ilahi rastlantıyı değerlendireceğiz. Kaç gün buradasınız?” "Bugün ve yarın." “O zaman benim konuğumsunuz. Sizi bunca zaman sonra bulmuşum, bir yere bırakmam. Heyyt, Şarmut gelmiş, bakın millet!”. Gelip geçenlerden birkaçı bu çağrıya kulak asmış, gülümseyip geçmiş. Bu tavırlarını anımsayıvermiş Şarmut. Kubi, yağmasa da gürlermiş. Her karşılaşmalarında Şarmut’u yedirip içirip gezdirmek üzere bir dolu palavra sıkar, ama hesabı hep Şarmut ödermiş, ödemek zorunda kalırmış. Bu bilgi, Şarmut’un toparlanmasını sağlamış. Bu kez öyle olmayacak, demiş kendi kendine. Şarmut, Fantazya Kale Otel’e yerleşmiş, Kubi’nin itirazına karşın, ama Kubi ile o gün akşam yemeği yemeyi, yemekten sonra evine gitmeyi de kabul etmiş. İçin için bunca yıl sonra Kubi ile birlikte olmak istediğinin farkına varmak biraz rahatsız etmiş onu da, çünkü Kubi’nin gözlerinin altı mormuş ve Şarmut onun uyuşturucu kullandığından eminmiş. Ayrıldığı sevgilisine ve ailesine küfürler savurmuş durmuş bütün gece. Şarmut, birkaç kez uyarmış Kubi’yi. “Bak,” demiş, “bunca zaman sonra karşılaştık, senden küfür dinlemek değil ihtiyacım. Gel bu ilahi buluşmanın içine etme de keyifli bir sohbet yapalım.” Kubi tamam demiş. Şarmut’u bir lokantaya götürmüş, parası olmadığını her haliyle belli etmesine karşın gerekli gereksiz birçok meze ve yiyecek ısmarlamış. Garsonlar ve lokanta sahibi, şefi Kubi’yi tanıyorlar ve zoraki hoşgörü gösteriyorlar gibi gelmiş Şarmut’a. “Bak Kubi, bu masayı ben ödeyemem. Karnım da aç değil. Şu iki meze ve bir bardak şarap yeter bana. Lütfen altından kalkamayacağımız masrafa girmeyelim.” “Ne demek yaa. Getirin lan. Bakın bu Şarmut, benim babam, ustam, pirim. Ne isterse getirin lan. Dağıtırım burayı!” Dağıtırsın, demiş garsonlar. Tevekkül içinde getirmişler Kubi’nin her istediğini. Yiyebildiklerini yemişler, içebildiklerini içmişler. Şef, sofrada artanları paket yapmış ve geceyarısı karanlığında hiçbir ışık olmayan ana yolda biraz yürümüşler. Kubi, zil zurna sarhoş olmuş ve Şarmut onun koluna girmese bir çukura düşüp kalacakmış. Sendeleye sendeleye bulmuş Kubi perdesiz apartmanını. Kubi’nin oturduğu blokta hiçbir dairenin perdesi yokmuş. Şarmut, buna çok şaşırmış. Bir yerlerde,


KAOS GL gizli servistekilerin böyle evlerde oturduklarını okumuş ama belleğim beni yanıltıyor, bunu bir filmde de görmüş olabilirim, diye düşünmüş. İçerde hiçbir ışık, lamba yanmıyormuş. Kubi bir mum yakmış. Balkona çıkıp yerde duran yazlık pantolonunu giymiş ama fermuarını kapatmamış. Balkon kapısının camının kırık olduğu Şarmut’un dikkatinden kaçmamış ve Kubi’nin öfkeli bir anında kapının camını yerle bir ettiğini düşünmüş. Salonun ortasındaki masanın üstünde Fantazya Times’ın eski sayılarından biri duruyormuş. “Nolyanlı Şems-i Nazik Efendi’yi çok severim Şarmut, tersinlemeli ve zeka ürünü eserler yazmış, özellikle aşkla ilgili harika şiirler yazmış. Bak, burada da yazar Mireves onun “Hammamizade Büllük Efendi” şiirinden alıntı yapmış. Bence, bu Hammamizade yazarın ta kendisi. Büllük Efendi aslında Nazik Efendi’den başkası değil. Kaç cilt şiir yazmış bu Büllük Efendi hakkında. İnsan ancak kendini bu kadar iyi tanımak ister. Kendi yüzünü iyi seçebilmek ister. Kendi yüzünü bir kez olsun görmek...olanaksız mı Şarmut. Ben asla göremeyeceğim kendi yüzümü. Senin sayende iyi bir insan olabilirdim, ama Fantazya Kalesi’nin atmosferi içinde iyice yittim gittim. Kızacaksın ama, it kopuk takımından biri oldum ben Şarmut. Lütfen beni hor görme. Bak ne diyor Büllük Efendi, yani Nazik Efendi”: hasretle eğildim önünde de gül sümbülünü sokmadın bir kere bile peykan değmiş alnıma düşen saçlarıma, bile bile lades bu yad el sokmuşam hamına mamına som hançerimi cism-ü canımın narının tam ortasına.

İmalardan ne anlaması gerektiğini pekala anlamış Şarmut ve susmuş. “Dağda askerliğimi yaparken birçok terörist öldürdüm, hem öldürdüm, hem becerdim onları. Hepsini. Dur fotoğrafları göstereyim sana.” Bir düzineye yakın vahşet fotoğrafı getirmiş Kubi. Yerde yatan bir terörist ve etrafında Fantazya askerleri. Terörist nedense çıplak ve elleri kesik. Bir başka fotoğrafta aynı terörist yüzükoyun. Belli becerilmiş. Bir başkasında bir kadın, beline kadar toprak içinde, gözleri oyulmuş. “Bu orospuyu da ben öldürdüm ve becerdim!” demiş Kubi, gururla. Şarmut’un bakmak zorunda kaldığı bu fotoğraflardan midesi bulandığını anlayınca da Kubi yeniden küfretmeye başlamış: “Beni insan öldürmeye gönderen bu Fantazya devletinin anasının...!” Hemen ardından gene teröristlere lanetler yağdırıyormuş. Yanlarına aldıkları içki şişelerini açmışlar. Kubi, müzik setini son sesine kadar açıp Şarmut’un hiç sevmediği Fantazya pop şarkılarından örnekler dinletmeye başlamış. Kubi açıyormuş sesi, Şarmut kısıyormuş. Bir süre sonra Kubi kanepede Şarmut’un yanına oturmuş, sonra uzanıp başını Şarmut’un göğsüne yaslamış. “Kısma! Aç şunu sesini! Ancak böyle duymuyorum kendimi. Ancak böyle uyuyabiliyorum.” Elini tutmuş Şarmut’un. Şarmut da boştaki öteki eliyle onun saçını okşamaya başlamış. Yenilmiş masum bir çocuğu sever gibiymiş ama ürküyormuş da. Kubi, tuttuğu eli yavaşca açık fermuarına doğru götürmüş. Şarmut çekmiş elini. Kubi, zorlamış. Şarmut, şiddet olasılığını düşünerek ve Kubi ile yatmasının getireceği hiçbir şey

olmayacağını bir anda düşünerek vaz geçmiş hülyalarından: “Bak Kubi, seni severim. Nasıl sevdiğimi de iyi bilirsin. İstemiyorum.” Kubi’nin ona kulak asmak gibi biri niyeti yokmuş. “Gel!” diyerek çekmiş Şarmut’u, yatak odasına sürüklemiş. Şarmut’un önce elini, sonra ağzını tanıştırmış terörist beceren erkekliğiyle. Şarmut, ağzında Kubi’nin erkekliği büyürken farketmiş ki Kubi aldırmıyor Şarmut’un bir elinin Kubi'nin bacakları arasından geçip o küçük götünü okşamasına. “Rahatlat beni!” Kubi, Şarmut’un ağzına yüzüne gelerek rahatlamış ve yüzükoyun uzanıp indirmiş fermuarı açık pantolonunu. “Hadi becer beni. Bana ne kadar kızgın olduğunu göster!” Kubi’nin komutunu dinlemiş Şarmut. Kubi’nin içine sarsılarak geldiği sırada itiraf etmiş Kubi: “Ben, FİT için çalışıyorum. Fantazya İstihbarat Teşkilatı. Fildişi Hamamı’nda karşılaştığımız ilk günden beri bana ilgi duyduğunu onlar söyledi. FİT herkesin içinden geçeni bilir. Herkesin güçlü isteklerini, arzularını gerçekleştirmeye çalışır. Doğal dengeyi bozmayacaksa tabii. Tesadüf zannettiğimiz, telepati sonucu sandığımız her tür rastlantıyı onlar ayarlıyor. Bunu sana söylemekle birinci kuralı çiğnedim. Ama senden bir laf çıkmayacağını biliyorum. FİT bunu öğrenirse işim biter. Allah kahretsin beni. Bi boka yaramam ben. Yarın sabah erkenden ELUXOR Sfenksini ziyaret etmem gerek. Bir çeşit günah çıkartma bu. Sfenks karar verir yaptığımın yasalara aykırı olup olmadığına. Umarım bunca zaman içimde büyüttüğüm güçlü arzum gerçekleştiği anda kendisinin bedeli olmaz. Bu varoluş bir eziyet ama gene de Sfenks’in kararına bağlı.” Şarmut toparlanıp salondaki kanepede üstüne bir battaniye çekip uyumadan önce Kubi’nin banyoda şarkı söylediğini işitmiş: “Those were the days my friend, we thought they’d never end.” Sabahleyin, güneşin doğmasıyla birlikte uyanmış Şarmut. Kapıyı açıp sessizce Kubi’nin dünyasından sıyrılıp gitmekten başka bir düşündüğü yokmuş, ama yerde gördüğü devasa aslan ayak izleri ona son bir kez daha Kubi’ye bak demiş. O da usulca Kubi’nin yattığı odaya gitmiş ve Kubi’nin yerde yattığını görmüş. Kubi’nin yüzü mosmormuş. Bileğini ellemiş. Nabzı atmıyormuş Kubi’nin. Avcunda ise bir ilaç kutusu duruyormuş. Üstünde Dream Pills yazan kutuyu almış Şarmut, cebine atmış. Kubi’nin avcundan aldığı Dreampills her yerde bulunan bir şey değil. Şarmut bu haplardan bir tanesini hamamdan çıkarken takside cebime koydu. “Düş gör,” dedi taksiden inmeden önce. Hapı içip yattım, bu düşü gördüm. Kubi düşünü. Olan biteni ben yaşamışım gibi gördüm bu düşü. Sana anlatmadan edemedim sevgili Paraş. Umarım başını ağrıtmadım. Şarmut, her Cumartesi gidiyor Fildişi Hamamı’na. Onu göze alabilirsen git gör, tanış. Gördüğün düşün sonunda kendi yüzünü görebilirsin belki. Saygılar, sevgiler, Mislina

38


Yabancılaştırma; kelime anlamı olarak, kendinden görmediğini dışlamak demektir. Erkekler kadınları dışlar. Büyük çocuklar kendinden küçükleri dışlar... Bu örnekleri o kadar çoğaltabiliriz ki. Esas bizi ilgilendiren konu heteroseksüellerin homoseksüelleri dışlamasıdır. Doğrudur, homofobi denen olgu vasıtası ile heteroseksüeller, kendinden olmadığı ve varlığına tehdit olarak gördüğü eşcinselleri dışlarlar ve bu durum ülkemizde ve özellikle gelişmiş batı ülkelerinde görülen tepki grupları olarak da adlandırabileceğimiz gey gruplar ortaya çıkmaya başlamasına sebep oldu. Geyler genellikle, toplumun kendilerini yabancılaştırdığından dem vurarak şikayet ederler. Aslında oluşturulan tepkiler göz önüne alındığında pek de haksız sayılmazlar. Peki bu tür tepkileri gösteren şahısların kendileri ne kadar dışlamıyor? Dışardaki tepkilere göğüs germeye çalışan bir topluluğun, kendi içinde muntazam bir birlik oluşturup daha iyi bir savunma geliştireceğini mantıksal olarak düşünür ya da hayal ederiz. Düşünceler ve hayaller gerçeklerle ne kadar örtüşüyor, işte soru da bu. Eğer bir iki ya da daha fazla geyin dedikodularına kulak verirseniz "Ay, şu park lubunyası mı? Boşver, aaa ben kaliteyim, İngilizce'm var, onun nesi var??? Off, boşver basit bir devlet üniversitesinde okuyor..." gibisinden bir çok konuşmaya kulak misafiri olabiliriz. Belki o an biz de onlara katılıp hep birden eğleniriz. Belki kafamızdan biraz sonra çıkıp gidecek bir konuşma yapmayı mahsur görmeyiz. Sokağa çıktığımızda barda dalga geçtiğimiz bir "park lubunyası"nı gördüğümüz zaman başımızı çevirip bakmayız ya da baktığımızda en atomik bakışlarımızı ona yönlendirip, yerin dibine geçirerek, kendimizi yüceltiriz. Onlarla ha keza aynı ortama girdiğimizde anlamayacakları şekilde bildiğimiz yabancı dille konuşup, Türkçe'ye

döndüğümüzde eğitimini aldığımız dalla ilgili bütün teknik terimleri tek tek sıralamaktan çekinmeyiz. Hafta sonunu böyle geçirdikten sonra haftabaşı gelip mensup bulunduğumuz gey direniş hareketinin toplantısında hemen onlar'dan bahsedip, bizim onlardan olmadığımızı, ortada Biz ve Onlar olduğunu her fırsatta vurgularız. Biz ve Onlar. Yazımın başlığının böyle olmasını bu düşünceler silsilesi oluşturdu. Durup düşündüğümüz zaman "Biz kimiz" ve "Onlar kim" dediğimizde, cevabımız "Biz üniversite eğitimi almış yada almakta olan en az bir yabancı dil bilen (yabancı dil bilmeyen de bizden ama... uff bizden diyelim gitsin işte sevinsin garip, ama üniversite şart, tercihan iyi üniversiteler pls.). Kılığı kıyafeti düzgün, mümkünse marka olan, bildiği şeylerden bahsedip, bilmedikleri hakkında ahkam kesen, yakışıklı, farklı vb... özellikleri bünyesinde taşıyan kişidir." Onlar, onlardan bahsetmek bile gereksiz tükettiğiniz enerjinize yazık, boşver onları konuşmaya değmez, böyle fani şeylerle uğraşmayalım. Mensup bulunduğumuz grubun toplantısında düzenleyeceğimiz bir aktivitenin (buna da parti, diyelim) organizasyonundan bahsederken ilk tepkimiz "hayır, onlar gelmesinler". Sorun halledildi, onlar gelmedi. Yaşasın!!! Eşcinsel kurtuluş hareketi yine parlak bir zafer kazandı. Kazandığımız zafer bizi çok mutlu etti, bizim kurtuluşumuza bir adım daha yaklaştırdı. Ya onlar, onlara ne oldu; konuşurken dışladığımız, aktivitelerimize katmadığımız onları kurtarabildik mi? Galiba öyle bir kaygımız yok, sonuçta gey olan biziz, onlarsa garip mahluklar. Bizler acaba düşündük mü; kendi kendimizle ne kadar çelişiyoruz, biz ne kadar açığız ve ne kadar hoşgörülüyüz. Biraz düşündüğümüz zaman bu sorunun cevabının çok az olduğunu maalesef görürüz. Peki nedir böyle olmamızın sebebi.

Olaya sosyolojik olarak baktığımızda toplumsal rollerimizin farklılığından dolayı toplumsal sınıflaşmanın küçük bir örneğini bizim verdiğimizi görürüz. Psikolojik olarak baktığımızda ise üstünlük kompleksimizin ve tatmin olmayan kocaman egomuzu tatmin etme çabalarımız olduğunu göreceğiz. Belki de en kısası tabularımızın doğal bir sonucudur. O halde sorumuz şu olmalıdır. Biz kurtulursak onlar da kurtulacak mı, biz kurtulduğumuz zaman onların kurtarılması bizi enterese edecek mi? Türkiye'nin eşcinsel hareketlerini sorguladığımız zaman, hep birşeylerin eksik kaldığını görürüz. Sanki uğruna mücadele etmeye çalışılan kişiler hep belli bir grup insanlar olarak görünür gözümüze. O grubun profilini çıkarttığımız zaman genelde üniversite eğitimi gören, orta yada üst sınıfa mensup, efemine tavırlarını genelde arkadaş çevresinde gösteren insanlar olduğunu göreceğiz. Mantıksal olarak düşündüğümüzde bütün eşcinseller bu gruba girer mi? Cevabımız hayır olacaktır. Sonuçta yaşadığımız ülkenin koşullarında nüfusun ne kadarlık yüzdesinin yüksek öğrenim gördüğü çok muammalı. Hem de hâlâ okur-yazar olmayan bir nüfus barındıran bir ülkenin bütün eşcinsellerinin yüksek öğrenim gördüğünü söylemek abesle iştigal'in ta kendisidir. Ne kadar da eşcinsel hareketin bütünleştirici bir hareket olduğunu iddia etsek de galiba sadece belli bir kısmı bütünlediğimizi anlayacağız. Çözüm ne peki? İnsanların tabularını yıkması ve daha hoşgörülü olması mı? İlk bakışta çözüm olarak göreceğimiz bu kelimelerin içinin boş olduğunu, hiçbir anlam taşımadığını görürüz. Sonuçta eşcinseller de bulundukları toplumun özelliklerini yansıtır. Bizim toplumumuzun ne kadar hoşgörülü olduğu da çok meydanda olduğundan dolayı galiba yine başa döneceğiz. Biz varız ve Onlar.

Eralp YILDIRIM Eralp.Yildirim@Lycos.com

39


KAOS GL

Sevgili Gözüm Abla; Öncelikle sizden bu mektubu gönderdiğim kağıdın kalitesi nedeniyle özür dilemek istiyorum. Çünkü Fransa’dan getirdiğim kaliteli kağıtlar bitivermiş, inanın hiç farkında bile değilim. Mecburen yerli malı bir kağıt kullanmak zorunda kaldım. Çok utanıyorum. Gerçi kağıdı Super Store mağazalarından aldım ama olsun, gene de üzerinde SEK yazmıyor mu, pardon SEKA yani... Valla midem bulana bulana tutuyorum bu kağıdı ama olsun aldığım yer kaliteli ne de olsa diil mi? Ablacığım size yazıyorum çünkü vahim bir hatadan artık dönülmesi gerekiyor. Görüyorum ki her çeşit insan size yazıyor ve siz de büyük bir sabırla onlara cevap verip yollarını aydınlatıyorsunuz. Yani size hayranım ama diyorum ki, şu köylülerden gelen, yada master’ını bile yapmamışlardan gelen mektupları neden cevaplıyorsunuz? Tabi köylüler ve master’ını yapmamışlar da bizim vatandaşlarımız ve dışlamamak gerek. Madem öyle niçin onlar için ayrı bir dergi çıkartmıyorsunuz? Yani bu ülkenin tek gay life magazini olan bu derginin hitap ettiği kitle kalitesini artık yükseltmeli ama diil mi? Bakın mesela ben bazen bu dergiyi utanarak okuyorum. Nedeni çok basit ablacığım; bir bakıyorsunuz elit bir yazının ardından, seçkin bir tartışmanın ardından köylü safiyenin (lütfen özel isim muamelesi yapıp baş harfini büyük yazmayın ve eklerini de ayırmayın.) evet köylü safiyenin o ağdalı ve kalitesiz, basit aşkı ile ilgili bir öykü önünüze çıkıveriyor. Ayyy nasıl demoralize oluyorum, ayyy nasıl deorganize oluyorum, ayyy nasıl konfuze oluyorum... İnanın anlatamıyorum.

40

Bir kritiğim daha olacak ablacığım, ben zaten bu yüzden dergiyi gizli gizli alıp okuyorum. Utanıyorum çünkü almaya, çünkü kağıt kalitesine hiç dikkat edilmiyor. Yani ithal bir kağıt kullanılamaz mı? Aman hemen uyarayım, ithal deyince ne olur etiyopya malı kağıtlar falan olmasın. Mesela... Ayy ne bileyim arzu ettiğim kalitede bir ülke yok dünyada ama hadi PARIS malı kağıtlar olamaz mı? Diil mi ama? Sonra ablacığım, bir dikkat edilmesi gereken konu ise (aslında ne çok kalitesizlik var ama bir örnek olarak yani) mesela arada bir yapılan BaharAnkara gibi avamsal mazeretlerle bir araya gelme çabaları var. Yani ben Bahar Ankara programını bilgisayarımdaki mailimden öğrendim (ben zaten TTP midir, TPT mi, galiba PTT gibi bir yerle hiç çalışmam. İlle de bir belge gidecekse kaliteli kargoları kullanırım. Di Eyç Eaaaal (DHL) gibi kargoları.) Neyse ablacığım, bu organizasyonda ciddi gaflar ve hatalar vardı ve ben katılmadım haliyle. Tabi eksikliğimi fark edemediniz çünkü kaç kaliteli kişiyiz zaten, diii mi ama? Anca 1, hadi olsun olsun 2 kişi. İkinci benim yarım kadar kaliteli o yüzden aslında 1,5 kişiyiz kaliteli.) Organizasyon kalitesizlikleri çok belliydi ve tabi sizin gibi nezih bir insan kim bilir bunları düzeltmek için neler yaptı neler ama ben yine de yazmak istedim. İlk hata neden bu picnic’e katılmak için bir master zorunluluğu getirilmedi. Ayrıca ingilizce temel olmak üzere neden bir akıcı fransızca konuşma şartı aranmadı. Yani kabus gibi geldi bana bu lisan konusu. Diyelim ki picnic’te ayağımız bir dala falan takıldı. Neden “O lâ lâ! O mon Deux!” diye tepki verebilecek insanlar varken “Bu ağacı da buraya kim dikti laaa!” deme kapasitesine anca ulaşmış insanları da bir araya getirdiniz? Bu ne kulak tırmalayıcı ama diil mi? Ayrıca yiyecek konusu da iyi hesaplanmış değildi. Haşlanmış yumurta, kuru köfte, kola getirilmesine çanak tutmak sizce gaylerin kalitesini nasıl arttırabilir? Ama diiil mi? Yani düşünün hangi bakkaldan alındığı bile bilinmeyen yumurtalarla nereye varabiliriz? Ancak Işık Dağı’na diil mi? Evet fark ettiniz neden dağa gidildiğini ablacığım. Ben aslında her şeyi göze aldım gelmeye karar verdim ama hafta sonunu nerede geçirdin diye soranlara ben nasıl bir dağa çıktım diyeyim? Işık dağı


KAOS GL mıdır kaşık dağı mıdır her neyse bu arada. Bari Bahar Ankara kapsamında yapılacak riiieeaaaftingk şöleni falan şeklinde ilan etseydiniz gelecektim. Yani ben nasıl hafta sonumu dağ keçileri ile tarla fareleri ile geçirmeyi göze alayım ama diiil mi? Yani Ankara’yı çok bilmiyorum ben, İstanbul Avrupa yakası Etilerden başka bir yeri de bilmem zaten ama hiç olmazsa Ankara Yat Klübünde bari yapılsaydı toplantı. Gerçi Ankara’da bir yat klübü bile yokmuş öğrendiğime göre, koca köy ayol, ama diiil mi? Sonra o ışık dağı mıdır sıkışık dağı mıdır nedir orası sizler gibi üniversite mezunlarına yakışıyor mu? (Gerçi aranızda dizgide görev alan üniversite terk biri var diye bir dedikodu geldi kulağıma ama ihtimal veremediğim için hiç inanmadım. Kamu yönetimi gibi bir bölüm dediler ama bilemem artık.) Evet dağ kelimesi ile çok prestij kaybettiniz çok. Dost acı söyler ama diiil mi? Ben picnic’e gelmedim ablacığım ve iyi de etmişim. Sonradan bir arkadaşımın arkadaşı katılmış yanılıp, ondan öğrendik ki kalitesiz araçlarla gidilmiş oraya. (O gidenle de ilişkimizi kestik zaten) Bırakın hostesleri, sıcak ve soğuk servisleri, insanlar el çırparak şarkı bile söylemişler yolda giderken. Ayyy ne çok güldük iki kaliteli gay bir araya gelip, sanki picnic’e gidilmiyor da Adana’ya pamuk tarlasına çalışmaya gidiliyor. İşte bir kalite

tutturulmaya çalışılmazsa böyle olur ablacığım; ameleler gibi şarkılarla türkülerle dağa gidilir. Duydum ama bu kadar da düzeyi düşürmemişlerdir diyerek ihtimal veremedim güyaa sizler yemekleri yere oturup yemişsiniz. Daha neler diiil mi? O lâ lâ!!! Sizde gördünüz ablacığım; gaylerin en önemli sorunu toplumsal kimlik, tanınma falan değil, kalite tutturma sorunudur. Gayler bir türlü kaliteli davranmayı öğrenemediler gitti. Mesela hâlâ utanmadan arlanmadan Taksim meydanında buluşan gayler varmış... Ne avamiii değil mi, yani avamsal, avameeeeel... Yani hidiv kasrı, yat klüpleri, tönnis koooaaartları yok sanki İstanbul’da, sen kalk Taksim’de buluş.... İnanılmaz bir kalitesizlik ama diiil mi? Ben ısrar ediyor ve uyarıyorum ablacığım; önce kalite, sonra kalite ve hatta ortada da kalite... İşte sloganımız bu olmalıdır. Zaten KAOS kelimesinin ilk hecesi de kalite kelimesinin kısaltılmış hali diiil mi? Yanılmıyorum sanırım, yanılamam, yanılıyorsam bu dergiyi alamam alamam! Kaliteli günler! Kaliteli Bir Gay (Lütfean, gey diye yazmayın, gay diye okumayın.)

Canım, canım, canım, Benim örnek okurum, örnek yazarım. Bir bilsen ne memnun oldum mektubuna. Aynı şeyleri düşünüyoruz seninle. İşte bana yakışan okur senin gibi olur. Keşke herkes senin gibi olsa, her şeyi ithal olsa. Ne gezer kaliteli yavrum ne gezer? Tutturmuş gidiyorlar bir eşitlik, bir özgürlük muhabbeti. Valla laf aramızda haftalık toplantılarında bulunmak zorunda kalıyorum bazen neredeyse kusasım geliyor: O ayakkabılar, o gömlekler, o kot pantolonlar nasıl bağırıyor ‘ben kalitesizim, ben 7. sınıfım’ diye sana anlatamam. Kim ne konuşuyor farkına bile varmıyorum. Sanki bir dergi çıkaran kaliteli insanlar değil de Tarım Bakanlığı'nın çiftçi programı. Nasıl içim acıyor anlatamam. Hele içlerinde biri, elebaşları o galiba, geçen gün bir toplantıda kaptırmış kendini anlatıyor: heteroseksizm, meteromüksüzüm... Yok geylere çalışma eşitliği, eşit şartlar falan... Bu arada da nezle olmuş elinde yerli malı bir selpak mendil

41

atıyor tutuyor. Ben de elimde Chaniyıııl yelpazem kaliteli bir hava soluyum diyerek yelleniyorum. Bir ara az daha dayanamayacaktım ve ayağa fırlayıp “Sus ayol suuuuuus!” diye bağıracaktım. “Sen git önce kıçına bir Kölwııyyyn Caleaaayn bir boxer al da sözün dinlensin” diyecektim. Ama kalitem müsait değil tahmin edersin. Vallahi kaliteli evladım benim, bunlar adam olmaz, olamaz. Aha şuraya şu Westinghouse elektronik kurutma makinemin üzerine yazıyorum; olamazlaaaaar! Ben yeni bir film vizyona girince bile Çankaya’daki sinemalara gelmesini beklerim. O kadar dikkat ederim. Kaç film kaçırdım biliyor musun? Olsun. Çankaya’ya kadar çıkamayan bir film kim bilir nasıldır? Kimse beni Kızılay’a, Mamak mıdır yamak mıdır nedir falan oralara indiremez. Getto gülleri yaşasın dursun orada. Ahhhh haha haha hahahyyyyy!!! (Ay, nerede şu süper soft kağıt mendilim, gülmekten gözüm yaşardı


KAOS GL valla.) Neyse, o picnic dediğin şey neyse ona ben de gitmedim. Ama bir piknik vardı ona gittim. O piknik de Işık Dağı'ndaydı. Demek benden gizli bir takım etkinlikler düzenlemişler. Neyse o piknikte yaptıkları kalitesizlikleri ben sana anlatsam inanmazsın vallahi. Aybukadarmı düştüler falan olursun. (ohh dilde kaliteyi de yakaladım bu son moda ifade ile) Sabahın körü toplanıverdiler. Eee hangisinin gece hayatı var, hiç birinin. Hangisi bilir Greaffiti’yi. Sorsan boş boş bakar ve duvar yazısı derler. Ahhhh haha haha hahahyyyyy!!! (Ay, nerede ayol şu süper soft kağıt mendilim, bulamadım bir türlü de.) Neyse sabahın körü eşkıya gibi giyinmiş geldiler dört bir yandan. Dedim her halde PKK dağdan indi teslim olmaya geldi. Yiyeceklerini doldurmuşlar markasız sıradan poşetlere utanmadan bir de ellerine almışlar o poşetleri. Dikkat ettim bir tek yiyeceğin üzerinde bari Hacı Tarif Bey, KFC yada MicDomalds yazsın ne gezeer. Hele içlerinde Arap adını taktıkları kara marsık tahtakurusu gibi biri var, sigara böreklerini ben kendim yaptım, diye övünüp duruyor avam ruhlu karı. Sen anca bunları yaparsın zaten kalitesiz karı. Portakallı ördek yap, Chateu Biryantin yap, Quafteu a lâ criiiam yap ondan sonra övün değil mi? Ağzıma bile koymadım valla, hatta gözüm kirlenir diye bakamadım bile. Bir de piknikte yere gazeteleri yaydılar bir şeyler konuştular. Dinlemedim bile. Bari gazetelere oturacaksınız The Obsevuar falan alın değil mi, ne gezer hepsi tava ilaveli ucuz gazete. Şimdi bir de kültür merkezi açıyorlarmış. Bana sordular isabet olur dedim, biraz kültürlenmeye ihtiyaçları olduğunu kabul ettirdim sonunda. Belki açmışlardır bile. Açılışa davet ettiler. “Nerede bu açılış?” dedim, Kızılay’da bir adresteymiş. “Mamak çöplüğü dolu muymuş?” dedim ama ne ima ettiğimi bile anlamadılar. Nerede o kalite? Allah bilir havai fişşek bile atılmamıştır açılışta. Ucuz bir kokakola, pazardan alınmış bisküvi, melamin tabaklarda çifte kavrulmamış fıstık... Al sana açılış. Öyle havyarsız açılışlara gidemem ben. Çekemem ayol çekemeeeeeeeeeeem. Neyse sen bana yazmaya devam et kaliteli yavrum benim. Belki örnek alırlar da bir şeyleri düzeltirler. Sahi bu arada sordum, KAOS’un KA’sı neyin kısaltması dedim, dik dik bakıp “Kaka’nın” dediler, dizlerim titredi valla... Alma bu dergiyi kaliteli yavrum, alma sakın. Kalitelerimle. gozumabla@usa.net

42

5. SENFONİYE AĞIT

Müzik niçin dinlenir ekranda görüntüsünü arayan beyaz adamın var mıdır bitmeyecek hayalleri ya gece ayazlarında örülen taş duvarlar ya çocuk gözyaşlarını yüksek fırınlarda kurutan insanların var mıdır duyguları müzik niçin dinlenir çıldırmış olmalı bir atom bombası kadar yakıcı olmalı saatler (bundan böyle yabancı sevişmelerse revaca tırmanan yeniden tanımlamalıyım kendimi ve ölüm ilanlarını renkli gazete sayfalarındaki) inanın ölüm kentin en derinlerinden gelir atılır takvim yapraklarına benzer kentlinin cesetleri ben kusarım geçmişimi ben o zaman sonbahar yapraklarındaki sızıyı duyarım göllerin avuçlarına bırakırım kendimi müzik niçin dinlenir sayfa dolusu kahramanlardan birisi çekip gider bir zamanlar inandığı dünyadan onu renkli bir balona koyarlar bir cenaze marşıdır artık acı karşı konulmayan tek estetik tek canlı yığınlarca toz duman yığınlarca kayboluş ama hep bin özleyip bin hüzün ceplerindedir hayalinde sırça bir kuş saklayan delinin müzik niçin dinlenir kurguladığınız bir cinayetin fonu olabilir mi müzik gülümseyebilir mi size ay ışığına vurgun kardelen çiçekleri işte önünüzde kavrulmuş zamanların yolcuları demir küfleriyle beslenen böcekler salyasını gümüş kaplarınıza akıtan köpek ve solucanlar yatak odanızdaki ve sizler hiçbir bestenin yanışını bilmeyen evreni aydınlatan yanıştan habersiz sarı bir leke Beethoven'in düşlerinde

Can Uğur


KAOS GL

Bugün, geçtikleri süreç ve mevcut durumları bir yana, Yeni Toplumsal Hareketler dendiğinde, eşcinsel hareketle birlikte genellikle feminizm, barış hareketi, çevre hareketi, yeşil hareket, antinükleer hareket, ırkçılık karşıtı hareket, etnik azınlık hareketi, vb… anılmakta.

Yeni Toplumsal Hareketler kapsamında, söz konusu hareketler anılmakla birlikte, “yeni toplumsal hareketler” kategorik nitelemesi herkes tarafından kabul görmemekte ve bir terminoloji farkı ortaya çıkmaktadır. XIX. yüzyıla doğru ortaya çıkan örgütlü ve kalıcı sosyal hareketlerden sonra XX. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan yeni toplumsal hareketleri anlamaya çalışan çeşitli yaklaşımlar çerçevesinde, Amin, Arrighi, Frank, Wallerstein son iki yüzyılı bir bütün olarak ele almakla birlikte, hareket noktalarının farklılığı doğrultusunda, değişik sonuçlara varıyorlar.

Eşcinsellik, erkek veya kadın, bireyin kendi cinsinden insanlara cinsel, erotik ve duygusal yönden yönelimidir. Eşcinselliğin yaşanılışı ve adlandırılışı, toplumdan topluma, farklı zamanlarda farklı şekiller almıştır. Tarihsel belgeler, edebi eserler aracılığıyla aktarılan bilgiler göstermektedir ki eşcinsellik olgusu bütün insan topluluklarında görülmektedir. Bununla birlikte pek çok toplumda anılmayan ve yok sayılan bu gerçeklik, herşeye rağmen varolagelmiştir. Toplumsal kurumların bu gerçekliği ele alma ve denetleme ihityacı, din ve hukuk kurumlarının yanısıra, tıp ve kendi psikiyatrinin de eşcinselliği, yaklaşımları çerçevesinde, bir takım sınıflandırmalar altında ele almalarına yolaçmıştır. Bu kurumlar, kendi alanlarından hareketle, eşcinselliği suç ve psikoseksüel bir bozukluk/sapma olarak değerlendirmelerine karşılık, eşcinsel bireyler, sanayileşme ile ortaya çıkan toplumsal değişmeler sürecinde, büyük şehirlerde birbirlerini bulmaya başlamışlardı. Bunun sonucu olarak, eşcinsel bireylerden toplumsal kuşatmaya karşı ilk kitlesel tepki 27 Haziran 1969’da geldi. New York eyaletinde Stonewall Inn adlı bara bir polis baskını akabinde, eşcinsellerin karşı koyarak üç gün süren bir ayaklanma yaratmaları modern eşcinsel hareketin miladı oldu. Bu kıvılcımın peşisıra gelişen gey ve lezbiyen özgürlük hareketi, daha önce eşcinselliği bağımsız bir varoluş olarak yadsıyan psikiyatriden hukuka, kurumların kuşatmasını kırmaya başladı. Örneğin gey ve lezbiyen hareketi, 1974’de eşcinselliğin Amerikan Psikiyatri Birliği’nin (APA) akıl hastalıkları listesinden silinmesini sağladı.

43

Açıktır ki bu önemli bir gelişmedir. Çünkü bu karar, eşcinselliğin, bireysel ve psikiyatrik bir olaydan öte sosyal bir gerçeklik olarak kabulü anlamına gelmektedir.

Muhittin SERİNAY

Eşcinsel Kurtuluş Hareketi'nin ortaya çıktığı 60’lı yıllar aynı zamanda başka yeni toplumsal hareketlerin de ortaya çıkıp geliştiği dönemdi. Bu hareketlerin ortaya çıkması, artık geride kalmış olsa da, bir “dünya devrimi” olarak yaşanan “68” sürecinin ürünü olmuştur. Bugün, geçtikleri süreç ve mevcut durumları bir yana, Yeni Toplumsal Hareketler dendiğinde, eşcinsel hareketle birlikte genellikle feminizm, barış hareketi, çevre hareketi, yeşil hareket, anti-nükleer hareket, ırkçılık karşıtı hareket, etnik azınlık hareketi, vb… anılmakta. Yeni Toplumsal Hareketler kapsamında, sözkonusu hareketler anılmakla birlikte, “yeni toplumsal hareketler” kategorik nitelemesi herkes tarafından kabul görmemekte ve bir terminoloji farkı ortaya çıkmaktadır. XIX. yüzyıla doğru ortaya çıkan örgütlü ve kalıcı sosyal hareketlerden sonra XX. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan yeni toplumsal hareketleri anlamaya çalışan çeşitli yaklaşımlar çerçevesinde, Amin, Arrighi, Frank, Wallerstein son iki yüzyılı bir bütün olarak ele almakla birlikte, hareket noktalarının farklılığı doğrultusunda, değişik sonuçlara varıyorlar. Wallerstein’in hareketlerle ilgili terminolojik belirlemesi, yeni toplumsal hareketleri de kapsayarak ve bir bütün olarak, sistem-karşıtı hareketler adını almaktadır. Arrighi, işçi hareketlerini tanımlarken, Amin ulusal kurtuluş hareketlerini tanımlamıştır. Frank ise XIX.

* 1996 tarihli "Yeni Toplumsal Hareketler ve Türkiye'de Eşcinsel Hareket" başlıklı lisans tezinden alınmıştır.


KAOS GL yüzyılda ortaya çıkmış olan sosyal-demokrat hareketleri, komünist hareketleri ve ulusal kurtuluş hareketlerini yadsımamakla birlikte, “toplumsal hareket” nitelemesini yalnızca “diğer” hareketler için kullanmaktadır.

eşcinsel bireyler, sanayileşme ile ortaya çıkan toplumsal değişmeler sürecinde, büyük şehirlerde birbirlerini bulmaya başlamışlardı. Bunun sonucu olarak, eşcinsel bireylerden toplumsal kuşatmaya karşı ilk kitlesel tepki 27 Haziran 1969’da geldi. New York eyaletinde Stonewall Inn adlı bara bir polis baskını akabinde, eşcinsellerin karşı koyarak üç gün süren bir ayaklanma yaratmaları modern eşcinsel hareketin miladı oldu.

XIX. yüzyılda ortaya çıkmış geleneksel hareketlerden yeni toplumsal hareketlere kadar, son iki yüzyılda pek çok “hareket” ortaya çıkmakla birlikte, yazarlar temel istemleri daha demokratik, daha eşit bir dünya idealine dönük olup, bu özlemleri gerçekleştirmek için bilinçli bir mücadele yürüten hareketlerle ilgilenmektedirler. Tarihte ve günümüzde pek çok örnek bulunabileceği gibi, söz konusu istemlere karşıt yönde ilerlemiş başka hareketler de olabilmektedir. Yeni toplumsal hareketler, sisteme karşı muhalefet anlamında, geleneksel sistemkarşıtı hareketlerin devamı olarak görülebilse de, ortaya çıkış ve yaklaşım açısından, geleneksel sistem-karşıtı hareketlerden bir kopuş hali yaratmışlardır. Eski sol sistem-karşıtı hareketlerin reddedilmesi, Batı’da sosyaldemokratlara karşı, Doğu’da komünistlere karşı, Üçüncü Dünya’da ise ulusal kurtuluşçulara karşı gelişen mücadelelerle şekillendi. Yeni toplumsal hareketlerin reddettikleri eski sol sistem-karşıtı hareketler, kendi bölgelerinde, farklı yollarla da olsa iktidara gelmişlerdi. Fethedilmiş iktidar altında ortaya çıkan yeni toplumsal hareketler parti örgütlenmesini ve politik iktidarı ele geçirme perspektifini bilinçli olarak reddettiler. Yeni toplumsal hareketlerin varlığı, fiili olarak, politik politikanın reddi anlamına geliyordu. İktidarı bilinçli olarak reddeden bu hareketler, bir “sosyal hareket” olarak ortaya çıktılar. Yeşil Hareket’in, özellikle Almanya örneğinde olduğu gibi sonra partileşip, seçimle parlementoya girmesi, bu hareketi yalnız politik olarak değil, aynı zamanda fiili olarak da bir “sosyal hareket” olmaktan uzaklaştırdı. XIX. yüzyılda ortaya çıkmış olan hareketler, devlet iktidarının fethini, ilk hedef olarak önlerine koyarlarken, yeni toplumsal hareketler, toplumsal iktidarı ve özerkliği ilk hedef olarak benimsiyorlar. Yeni toplumsal hareketler, işçi hareketlerini ve sosyaldemokrat hareketleri, artık yeterince sistem-karşıtı olmamakla suçluyorlardı. XIX. yüzyılın toplumsal hareketleri, emeksermaye çelişkisinden hareket ederlerken, yeni toplumsal hareketler, geleneksel toplumsal hareketlerin önemsemedikleri ya da yok saydıkları, doğrudan doğruya emek-sermaye çelişkisinden kaynaklanmayan çelişkilerden hareket ettiler. Söz konusu çelişkiler, yeni toplumsal hareketlerin açısından gerçek

44

çelişkilerdi ve şiddeti açısından emek-sermaye çelişkisinden geri kalmazlardı. Bu çelişkiler, toplumsal cinsiyet, kuşak, etnik kimlik, ırk, cinsellik talepleriyle içeriklendirilmiş statü gruplarını doğurdu ve hakim statü gruplarına karşı, sınıfsal kimlikleri geri planda bırakarak, sözkonusu taleplerin şekillendirdiği özgül kimlikleri öne çıkardı. Eski toplumsal hareketler, iktidarı almış oldukları halde, eski sistemden kopuş anlamında, bu taleplere cevap verememişlerdi. 68’li yıllarda gençlerin, kadınların ve eşcinsellerin başkaldırısının, hakim statü gruplarını (erkekler, daha yaşlı kuşaklar, çoğunluk…) tam bir yenilgiye uğratamasa da gerilemeye yol açtığı aşikardır. Yeni toplumsal hareketler politika yapma anlamında da eski toplumsal hareketlerin pratiklerinden farklı kanallar yarattılar. Bu, aynı zamanda, parti örgütlenmesine, bürokrasiye ve hiyerarşiye bir başkaldırı olarak gelişti. Bu başkaldırı, yalnızca, bilinen doğu ülkelerindeki bürokratik yapıya karşı olmayıp aynı zamanda sosyal-demokrat hareketlerin bürokratik ve hiyerarşik örgütlenmelerine de karşıydı. Yeni toplumsal hareketler, bu sürede özerk, katılımcı ve doğrudan eyleme dayalı yapılanmalar olarak kendilerini ortaya koydular. 60’lı yıllarda, başta Kuzey Amerika ve Batı Avrupa’da ortaya çıkan bu, yeni toplumsal hareketler -doğal olarak Eşcinsel Kurtuluş Hareketi de- zamanla diğer kıta ve ülkelere de yayıldılar. 68’in ürünü olarak bilinen ve “yeni” olarak adlandırılan toplumsal hareketler, hiç de yeni sayılmazlar. Gerçekte “yeni” olan, sözkonusu toplumsal hareketlerin, 1960’lı yıllarda bir dalga olarak yeniden yükselmeleridir. 60’lı yıllara kadar hakim olan geleneksel hareketlerin ilk ortaya çıktıkları dönemde, yeni toplumsal hareketlerden pek çoğu mücadele halindeydi. Feminist, barışçı toplumsal hareketler gibi… Yine aynı dönemde anarşistler, cinsel özgürlük çerçevesinde eşcinselleri savunmuşlardır. Geleneksel hareketlerin hegemonyasıyla birlikte, bugün yeni toplumsal hareketler olarak adlandırdığımız hareketler, ya tamamen küçülmüşler ya da gölgede bırakılmışlardır. Ta ki, 68 kalkışmasına kadar… 68 kalkışması ve onun ürünü olan Yeni Toplumsal Hareketler, Türkiye’de asıl yansımasını 80’lı yıllarda bularak ortaya çıkmaya başlamışlardır. Özellikle feminizm başta olmak üzere yeşil hareket ve eşcinsel hareket, ’80 darbesiyle birlikte bütün toplumsal hareketlerin bastırıldığı bir dönemde, hem hayatın içinde hem de akademik ve düşünsel alanda büyük tartışmaları beraberinde getirmiştir. 12 Eylül


KAOS GL askeri rejimi, travesti ve transseksüellerle birlikte efemine erkek eşcinsellere yönelik yoğun ve şiddetli baskılar uygulamış ve heteroseksül olmayanları zorla metropol dışına sürmüştür. Aynı dönemde geleneksel toplumsal hareketlerin yaşadığı yenilgi de daha önceleri bu hareketlerin gölgesinde ya da denetiminde kalmış diğer toplumsal hareketlerin paradoksal bir şekilde önünün açılmasını sağlamıştır. Kadınlar, bağımsız olarak kendilerini ifade etmeye başlamışlardır. Eşcinseller, sırf eşcinsel oldukları için baskı ve dışlanmaya maruz kaldıklarını görmüşlerdir. Özellikle ‘80 öncesinden gelen, gençlerin başkaldırısı, bu dönemde yenilmiş de olsa, tabi grupların başkaldırısının mümkün olduğunu göstermiştir. ‘80’li yıllar, yalnızca Türkiye’de değil, bütün Dünya'da mevcut dengelerin ve egemen düşüncelerin sarsılmasına yol açmıştır. ‘80’li yıllarda, Batı’da yeni toplumsal hareketler açısından genel olarak bir yenilgi ve “sosyal hareket” olarak bir küçülme görülmüşür. Türkiye’de ise aynı dönem geleneksel hareketlerin bastırılmasının bir sonucu olarak hakim statüleri sarsıntıya uğratmış ve tabi statülerin kendilerini bağımsız olarak ifade etme olanakları yakalamalarına yol açmıştır. Fakat 68’le birlikte diğer bölgelerde ortaya çıkan yeni toplumsal hareketlerin küçülmesi ya da kurumsallaşmasının bir sonucu olarak, Türkiye’de ortaya çıkan benzeri yeni toplumsal hareketler bir talihsizlik yaşamaktalar. Batı’da ortaya çıkan yeni toplumsal hareketler, özerkliğe, katılıma ve doğrudan eyleme dayalı olarak gelişmişti. Bu hareketlerden bazılarının-yeşil hareketpartileşmesi, bir sosyal hareket olarak sonları olmuşken, Türkiye’de bu son, ortaya çıkmaya başlayan yeni toplumsal hareketlerin bazılarının ilk adımı oldu. Yeşil hareketin olmadığı bir ortamda “Yeşil Parti” kuruldu! Buna rağmen, tam da yeni toplumsal hareketin tipik özellikleri olarak, yeşil hareketin, “çevre” hareketinden "ekoloji” hareketine kadar tam da sorunu yaşayanlar tarafından, köylerde ve metropollerde ortaya çıktığı görüldü. Türkiye’de eşcinsel hareket tartışmaları, 80’lerin ikinci yarısında başlamakla beraber bir hareket olarak, 90’larla ortaya çıktığını söylemek yanlış olmayacaktır. Başta İstanbul ve Ankara metropollerinde eşcinseller, kendiliğinden biraraya gelerek, gruplar oluşturmuşlardır. Bu gruplar, kadın hareketinde de görülmüş olduğu gibi, birincil grup ile bir sosyal hareketin ilk nüveleri olarak ortaya çıkmışlardır. Yeni toplumsal hareketlerin tipik özelliği olan doğrudan katılım ve doğrudan etkinliğin bu grupların da özellikleri olduğu görülmüştür.

45

Yeni toplumsal hareketlerin, dünyanın diğer bölgelerindeki mevcut durumu her ne olursa olsun, Türkiye’ye yansımaları farklı olmaktadır. Bu durum eşcinsel hareketi için de geçerli görülmektedir. İçinde yaşadığımız toplumda, barışçı, vicdani reformcu, feminist ve heteroseksüel olmayan yaklaşımlar doğrudan ve açıkça, iktidarın yumruğunu karşılarında bulmaktadır. Açıktır ki, az gelişmiş ülkelerde ortaya çıkan yeni toplumsal hareketlerin işi hiç de kolay olmamaktadır. Bununla birlikte bilinir ki tahakkümün olduğu her toplumda, özgürlük için verilen toplumsal mücadeleler her zaman ortaya çıkmıştır.

SAMİR AMİN: ULUSAL KURTULUŞ HAREKETLERİ Samir Amin,1 “yeni ifade biçimleri”2 olarak gördüğü yeni toplumsal hareketleri, ortaya çıkışlarındaki kaçınılmazlığı teslim etmekle birlikte, nerdeyse bir talihsizlik3 olarak değerlendiriyor. Gerçi Arrighi, Frank ve Wallerstein ile birlikte benimsediği “ortak “Özgürlük, Eşitlik, önkabulleri”4nde, Kardeşlik” istemlerinin “tam karşıt yönünde ilerlemiş bir takım hareketlerin olduğuna” dikkat çekiliyor. Nerdeyse her türden, iktidarın ele geçirilişini “devrim”5 olarak değerlendiren Amin, “iktidarın söylemlerinini geçmişe uygun olarak süregitmesi”nin bir başka deyişle başarısızlıkların,6 “yeni ifade biçimlerinin fışkırışını” doğurduğunu belirtiyor. Başarısızlık, “Batı, Doğu ve Güney”de farklı boyutlarda ortaya çıkıyor ve Batı’da “mutabakat”, Doğu’da “devlet-parti kabuğunun kırılamaması”, Üçüncü Dünya’da ise “kazanılan bağımsızlığa dayalı meşruiyet”in ortadan kalkması olarak görünüm kazanıyor. “Yeni ifade biçimleri” Amin’e göre, şaşırtıcı olmayan bir şekilde, günümüzde, “tatmin bulmayan toplumsal gereksinimlerin ifadeleri” olarak örgütlülük kazanıyorlar. Çeperde ortaya çıkan yeni toplumsal hareketleri Samir Amin, kapitalist yayılmanın bir sonucu olarak ileri sürüyor: “Çünkü sermayenin çeperdeki yayılışı, tamı 1

Amin, S. (1993), “Büyük Kargaşa” içinde. a.g.y., 104 “Bu yeni (ya da yenilenmiş) ifade biçimlerinin gelişiminin, insanlığın ilerlemesini mi sağlayacağı yoksa barbarlığa yeniden dönüşün bir biçimi mi olacağı konusunda bir şey söylemek pek de olanaklı değil.” a.g.y., s. 104 4 a.g.y., s. 7 5 a.g.y., s. 114. “Meksika, Türkiye, Mısır...” 6 Diğer etmenlerle birlikte aynı başarısızlık vurgusu Frank (a.g.y., s. 150), Wallerstein (a.g.y., s. 38), Arrighi (a.g.y., s. 61 “Marksizmin bunalımı” ile s. 99-100 “Marksist işçi sınıfı şemasının hatası”) tarafından da yapılıyor. 2 3

Bu kıvılcımın peşisıra gelişen gey ve lezbiyen özgürlük hareketi, daha önce eşcinselliği bağımsız bir varoluş olarak yadsıyan psikiyatriden hukuka, kurumların kuşatmasını kırmaya başladı. Örneğin gey ve lezbiyen hareketi, 1974’de eşcinselliğin Amerikan Psikiyatri Birliği’nin (APA) akıl hastalıkları listesinden silinmesini sağladı. Açıktır ki bu önemli bir gelişmedir. Çünkü bu karar, eşcinselliğin, bireysel ve psikiyatrik bir olaydan öte sosyal bir gerçeklik olarak kabulü anlamına gelmektedir.


KAOS GL

Türkiye’de eşcinsel hareket tartışmaları, 80’lerin ikinci yarısında başlamakla beraber bir hareket olarak, 90’larla ortaya çıktığını söylemek yanlış olmayacaktır. Başta İstanbul ve Ankara metropollerinde eşcinseller, kendiliğinden biraraya gelerek, gruplar oluşturmuşlardır. Bu gruplar, kadın hareketinde de görülmüş olduğu gibi, birincil grup ile bir sosyal hareketin ilk nüveleri olarak ortaya çıkmışlardır. Yeni toplumsal hareketlerin tipik özelliği olan doğrudan katılım ve doğrudan etkinliğin bu grupların da özellikleri olduğu görülmüştür.

tamına ulusal billurlaşma olanaklarını ortadan kaldırmakta, toplumun parçalanmasına ve ‘moleküllerine ayrılması’na yol açmaktadır. Toplumsal hareketlerin bunalımı, (aile, bölgesel ya da etnik, dinsel ya da dilsel) temel topluluklar etrafında toplumsal gruplaşma biçimlerinin ortaya çıkışı, yanısıra kültürel bunalım, bütün bunlar, kapitalist çeperleşmenin sonuçlarına tanıklık etmektedir.”7 Ulusal kurtuluş hareketleri dışındaki hareketlere, ister çeperde olsun ister merkezde, Samir Amin, şans tanımıyor.8 Bu hareketleri “bunalımın ve çözümsüzlüğün göstergeleri, düşkırıklığının aşırı ürünleri” olarak değerlendiriyor. Çeper toplumlarda, “gerçekten varolan kapitalizm”e karşı “ulusal halkçı dönüşüm” dışında seçenek olmadığı ileri sürülüyor. Yeni toplumsal hareketlerin türdeş olmamasını, sınıf bilinci ve yurttaşlık bilincini ifade etmeyen tanımlara sahip olmalarını, önerilerinin içeriğinin birbirlerinden alabildiğine farklılık taşıyor olmalarını “her türlü global yargıyı olanaksız kılan”9 olumsuzluklar ve eksiklikler olarak görmekte.10 “Sınıf bilinci ve yurttaşlık bilinci”ni ifade etmeyen tanımlamaların olumsuzluğunun ölçütü ne? Bütün bunlar bir betimleme olarak değil de “eleştiri” olarak getirildiğinde, halk hareketleri ve sivil toplum hareketleri neden ve nasıl dışarda kalsın? Bu arada, örneğin, kurtuluş ideolojisi, dinsel köktenciliğin tam zıttı yönde yol alarak, Amin’e göre “ulusal halkçı devrimle çelişki içinde olmayıp, tam tersine, bu devrimin destek gücünü oluşturmaktadır.”11 Bu durumda, ekoloji hareketinin, eşcinsel hareketin ve feminizmin yanına dinsel köktenci hareketleri de koymak kategorik bir hata değilse bir kötü niyet göstergesi olmuyor 7

a.g.y., s. 134 (Seksenli yıllarda Türkiye’de de ortaya çıkan yeni toplumsal hareketlere getirilen “eleştiri”leri hatırlayın!) Amin, çeperde, proletaryadan söz etmediği için (s. 147), altını çizdiği toplumsal parçalanmanın kapitalizmin merkezinde de ortaya çıktığını eklemek için Arrighi (a.g.y., içinde, s. 100)’ye bakınız. Arrighi, Komünist Manifesto’da, “proletaryanın varoluş koşullarında, yaş, cinsiyet ve milliyet farklılıkları, pratik olarak ortadan kalkmıştır.’ belirlemesinin geçerliliğini yitirdiğine dikkat çekiyor. Çeperde toplumu parçalayan (Amin) aynı sermaye, merkezde de (Arrighi) tüm proleterleri, ucuz ya da pahalı, yaşlarına, cinsiyetlerine, renklerine, milliyetlerine, dinlerine vb. göre parçalıyor. Amin, çeperleşmeye karşı “ulusal halkçı devrim”den söz ediyor; sosyalist devrim yerine. Farklı bir cevap için Gülnur Savran’ın tartışmasına bakılabilir: “Marksizm ve Yeni Toplumsal Hareketler Tartışması”, Sınıf Bilinci, No:11, s. 6-27. 8 a.g.y., s. 134 “Bu hareketler, gerçek saldırı karşısındaki güçsüzlükleri ortaya çıktıkça birer balon gibi söneceklerdir.” 9 a.g.y., s. 142-143. 10 Aslında ileri sürülen “olumsuzluk ve eksiklikler” yeni toplumsal hareketlerin öznelerinin sorunu olmayıp akademisyenlerin sorunudur! 11 a.g.y. s. 143.

46

mu?12 Her ne kadar “geleneksel” anlayışı eleştirir gibi yapsa da toplumsal mücadeleyi iktidar (“devletin fethi”) mücadelesine indirgeyen13 Samir Amin, “yeni hareketler”i, “antiDevletçilik”in aşırı etkisinde14 kalmakla eleştiriyor! Oysa Amin’e göre, kompradorlaşma tehlikesine karşı devletler daha da güçlenmeli! “Yeni hareketlerin geleceği, belirsiz olup, hali hazırdaki bunalım içerisinde tükenip gitmeleri”15 muhtemel Samir Amin’e göre. Geriye halkların kurtuluşu için tek “toplumsal güç” olarak entelijensiya kalıyor!16 “Halk ittifakını çelikleştirmek, iç çatışmaların üstesinden gelmek, alternatif ulusal halkçı projeyi formüle etmek, iktidarı alabilmesi için halkçı bloğu yönetmek, yeni devleti inşa etmek ve uzun ulusal halkçı geçiş dönemine özgü kapitalist, sosyalist ve devletçi eğilimler arasındaki çatışmalarda hakemlik etmek için bir toplumsal güç gerekir. İşte devrimci entelijensiyaya özgü rol burada yatmaktadır.”17!!! Böyle bir şeyin gerçekleştiğini bir düşünün. Gerçekten ortada yeni toplumsal hareketler denen bir şey kalmayacaktır. Ama “söner” mi, yoksa “patlar” mı, orası bilinmez!

GIOVANNI ARRIGHI: İŞÇİ HAREKETLERİ Giovanni Arrighi,18 hareketlere, Marksist miras ve onun Komünist Manifestosunun öngörülerinin doğrulanıp doğrulanmadığı açısından yaklaşıyor. Hareketlerin tarihini üç parçaya ayırarak dönemlendiriyor. Bu üç dönem, 1848’de Komünist Manifestosunun yayınlanışından bu yana geçen süre oluyor: 1848-1896, 1896-1948, 1948-1988.19 1848-1896: Çağdaş işçi hareketinin doğarak kısa süre içinde sistem-karşıtı ana güç haline geldiği dönem. Marksizm, bu dönemde, diğer öğretilere karşı hegemonik ideoloji haline geliyor. 1896-1948: İşçi hareketi, merkezi sistemkarşıtı güç olarak doruğa ulaşıyor. 12

Ayrıca bakınız: “Düzen ve Kalkınma Kıskacında Türkiye” adlı kitabı üzerine Ahmet İnsel’le yapılan söyleşi: Express, sayı 131, 1996. “Ku Klux Klan çeteleri bile bir cepheden sivil toplum örgütleri diye ele alınabilir. Bunların hepsi özgürleştirici, insanların demokrasi yönünde ilerlemesini sağlayıcı hareketler olmayabiliyorlar.” 13 a.g.y., s. 135. 14 a.g.y., s. 141 15 a.g.y., s. 135 16 a.g.y., s. 145-148. 17 a.g.y., s. 137-138. 18 Arrighi, G. (1993), “Büyük Kargaşa” içinde. 19 a.g.y., s. 61.


KAOS GL Marksizm, tüm sistem-karşıtı hareketler üzerinde hegemonyasını sağlamlaştırıyor. Hareketler içinde, Marksizmin devrimci kanadı ile reformist kanadı karşı karşıya geliyor ve ayrılma yaşanıyor. 1948’den sonra: Kapitalizmin egemenliği sürüyor. Sistem karşıtı hareketlerin etkileri yaygınlaşıyor, parçalanıyor ve şiddetli ve karşılıklı antagonizmalar halinde birbirlerine muhalif konumlara geliyorlar. Bu antagonizmalar çerçevesinde, Arrighi’ye göre Marksizm “hâlâ aşmak durumunda” olduğu bir bunalıma giriyor. Arrighi, hareketlerin tarihinin dönemlendirilmesi için ayırdığı üç parçayı ayrıntılandırırken, Amin’le20 hemfikir olduğu ve ikinci dönemde saptayarak özellikle altını çizdiği bir nokta var: “Sanayi proletaryasının gözle görülür ve büyüyen bir toplumsal iktidar kazanmış olduğu yerde, sosyalist devrim destek bulamıyordu ve sosyalist devrimin destek bulduğu yerde ise proletaryanın toplumsal iktidarı yoktu.”21 Arrighi, İkinci Dünya Savaşı’nın akışı içinde (ikinci dönem) proletaryanın kendisinin, hiçbir yerde, “komün” ya da “sovyet” tipi kendi öz hükümet organları aracılığıyla iktidarı alma girişiminde bulunmadığını belirtiyor. Ve ekliyor: “Doğu Avrupa’da komünist rejimleri Sovyet ordusu yerleştirdi.” Yine aynı şekilde, komünist rejimlerin iktidara geldiği başka bölgelerde (Yugoslavya, Arnavutluk ve Çin gibi) “ulusal kurtuluş mücadelesinin başını çekmiş olan devrimci siyasal seçkinler tarafından denetlenen ordular”22 belirleyici oluyor. Marx ve Engels tarafından tanımlanmış olan “sınıf mücadelesi ile sosyalist devrimi birbirine bağlayan postülanın geçerliliğini kuşkuya düşürebilecek kimi noktalar”23dan hareket eden Arrighi, sosyalist devrim idealini başka yerlerde arıyor: “Böylece sosyalist devrim ideali, merkez ülkeler işçi hareketi tarafından terk edilmiş oluyordu. Sosyalist devrim ideali, işte böylesi koşullarda, ulusal kurutluş hareketleri içinde yeni bir temel buluyordu.”24 Toplumsal iktidarı ellerinde tutanlar değişse bile, Arrighi’ye göre iktidarın kendisi yine

sanayi proletaryasının25 ellerinde kalıyordu. Toplumsal iktidarın el değiştirmesinin nedeni ise 1970’li ve 1980’li yıllarda, merkezde, maliyetlerin düşürülmesi yarışı26 olarak ortaya çıkmakta. Bu durum -maliyetlerin düşürülmesi- üç tip ikame ile gerçekleşiyor. Bunlardan ilki,27 daha pahalı işgücünün yerine daha ucuz işgücünün konması. Bunun için gündeme, her seferinde kadınlar ve göçmen işçiler gelir! Fakat bu kez, 1970’li ve 1980’li yıllarda Arrighi’ye göre,28 bu iki proleter kategorisi, yani kadınlar ve göçmen işçiler, sahip oldukları toplumsal iktidarı merkezdeki sefaletin yükselişine karşı kullanarak, işçi hareketlerinin sürdürücüsü oluyorlar. Yani proletaryanın katmanları arasında toplumsal iktidarın el değiştirmesi -erkek işçilerden kadın işçilere, ulusal işçilerden göçmen işçilere- proletaryanın hedefi (“dünyanın sosyalist dönüşümü”) açısından bir şey değiştirmiyor.29 Bununla birlikte, proletaryanın sözkonusu katmanları, “varolan işçi örgütlerinin çok az organik bağa sahip olduğu ya da hiç olmadığı katmanlardı.”30 Bu durum, reformist işçi örgütleri için olduğu kadar farklı gerekçelerle de olsa Marksist örgütler için de geçerliydi.31 Dolayısıyla, Arrighi, “işçi hareketlerinin gelecekteki oluşumu konusunda” Marksist şemaya aşırı bir güven duymamak gerektiğini belirtiyor. Nedenini ise şöyle açıklıyor: “Çünkü, anahtar bir alanda, yani dünya proletaryasının toplumsal kimliğinin oluşumunda kuşakların, cinsiyetin, ırkın, milliyetin, dinin ve diğer doğal ve özgül karekterlerin rolünü ele alış tarzında, bu şema hataya düşüyor.”32 Ayrıca, “merkezde öngörülebilecek olan hareketler” konusunda, Arrighi, ilerde aşırı sefaletten kaçma olasılıkları olmadığını düşündüğü, “aktif sanayi ordusu”nun üst katmanlarından -aydınlar ve bilimsel çalışanlar- umudunu kesmiş görünmüyor.33 Yarı-çeperde ise Arrighiye göre “gelecek daha şimdiden başladı.”34 Güney Kore’de şidetli toplumsal tartışmalar sürüyor, tamam. Ama Polonya ve Güney Afrika’da, Dayanışma ve 25

20

a.g.y., s. 128. “batı’da yeni bir şey yok.” a.g.y., s. 73. a.g.y., s. 75. Arrighi, bu noktada da Amin’le (a.g.y., s. 146-148) hemfikirdir. Aynı yaklaşım Amin’de (a.g.y., s. 115) “Kemalist Devrim” için de geçerli. Doğu Avrupa’ya ilişkin, bakınız: Wallerstein, a.g.y., s. 29. 23 a.g.y., s. 66. 24 a.g.y., s. 75. Fakat bu noktada, ulusal kurtuluş hareketlerinin gerçekleştireceği devrim konusunda, Arrighi ile Amin’in hemfikirliği sona eriyor. Çünkü Amin (a.g.y. s. 134) “sosyalist devrimden değil de ulusal halkçı devrimden” söz ediyor. 21 22

47

Arrighi, “sanayi proletaryası” için iş tipi ya da faaliyet dalı koşulu getirmiyor. Bakınız: a.g.y., s. 58. Bu konuda Frank, tam tersini düşünmekte. Bakınız: Frank, a.g.y. s. 183. 26 a.g.y., s. 84. 27 a.g.y., s. 84-85. Diğerleri, işletmelerin yerleşimlerinin taşınması ya da ulusal üretimin yerine ithalatın konması; otamasyon ve ileri teknolojilerin kullanımı. 28 a.g.y., s. 87. 29 a.g.y., s. 101. 30 a.g.y., s. 96. 31 a.g.y., s. 97. 32 a.g.y., s. 100. 33 a.g.y., s. 88. 34 a.g.y., s. 88.

Her ne kadar “geleneksel” anlayışı eleştirir gibi yapsa da toplumsal mücadeleyi iktidar (“devletin fethi”) mücadelesine indirgeyen Samir Amin, “yeni hareketler”i, “antiDevletçilik”in aşırı etkisinde kalmakla eleştiriyor! Oysa Amin’e göre, kompradorlaşm a tehlikesine karşı devletler daha da güçlenmeli!


KAOS GL ANC’nin “gelecek”ten çoktan vazgeçtikleri görülmekte!

IMMANUEL WALLERSTEIN: SİSTEM KARŞITI HAREKETLER “ortak Immanuel Wallerstein35 36 önkabuller” de altının çizildiği gibi; “en azından beşyüz yıldır faaliyet gösteren kapitalist dünya ekonomisi”37nden hareket ediyor. Bu sistem, (“kapitalist dünya ekonomisi”) her zaman çalışanların direnişine yol açmakta. Bu direnişlerin sonucunda, “örgütlü ve kalıcı” sistem-karşıtı hareketler gelişiyor ve bunlar ilk kez XIX. yüzyıla doğru ortaya çıkıyorlar.38

Arrighi, “işçi hareketlerinin gelecekteki oluşumu konusunda” Marksist şemaya aşırı bir güven duymamak gerektiğini belirtiyor. Nedenini ise şöyle açıklıyor: “Çünkü, anahtar bir alanda, yani dünya proletaryasının toplumsal kimliğinin oluşumunda kuşakların, cinsiyetin, ırkın, milliyetin, dinin ve diğer doğal ve özgül karekterlerin rolünü ele alış tarzında, bu şema hataya düşüyor.”

Sistem-karşıtı hareketlerin tarihini dönemlendirmede, Wallerstein, iki dönem ayırt ediyor39 ve bunları 1968 öncesi ve sonrası olarak tanımlıyor. Hareketlerin tarihini “1945’ten sonra olup bitenleri anlamak için” Fransız Devrimi döneminden başlatıyor (17891945). Fransız Devrimi ile formüle edilen “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik”40 sloganları, Wallerstein’a göre “çağdaş dünyanın ideolojik temalarının temellerini, gelecekteki hareketlerin sloganları ve varlık nedenlerini sağlam biçimde atmıştır.”41 Bu idealler, daha önce dinsel başkaldırı hareketleri tarafından da dile getirilmiş olsa da, Fransız Devrimi, “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” ideallerini tüm dünyada yaygınlaştırdı, bunları “herhangi bir yerle, insan grubuyla ya da özel halkla bağlantılı olmayan” genel idealler haline getirdi.42 Bu idealler (Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik) işçi sınıflarının sloganları olduğu kadar, ezilen halkların da sloganı oluyor. Wallerstein, hedefler arasındaki benzeşimi kabul etmekle birlikte, toplumsal hareket terimini işçi sınıfı hareketleri için kullanırken, ulusal hareketler için kullanmayarak, iki ayrık adlandırmayı koruma gereği duymakta.43 Bu durumda, karşımıza, tanımlanan iki hareket tipi çıkıyor: Ezilen sınıfların, özellikle de işçi sınıflarının temsil ettiği toplumsal hareketler ile ezilen halkların temsil ettiği ulusal hareketler.

İşçi sınıfının ilk hareketleri XIX. yüzyılın yarısından başlayarak ortaya çıkıyorlar. 1848 kalkışmasının yenilmesi ve III. Napoleon tarafından düzenin yeniden sağlanması; Wallerstein’a göre toplumsal hareketin zaferinin rahat bir biçimde gerçekleşmeyeceğini kanıtlamış oluyor. “Dolayısıyla, 1848’in en büyük dersi, tüm bu hareketlerin uzun yıllar boyunca mücadeleyi sürdürme yeteneğine sahip istikrarlı bir siyasal örgüte ihtiyaç duyduklarıydı; bu zafer için zorunlu silahtı ve bu aksiyon, o tarihten bu yana ne büyüklükte olursa olsun tüm hareketlerin stratejisinin temelini oluşturdu.”44 Sözkonusu bu ilke, I. Enternasyonal’de Marksistlerle Anarşistler arasındaki farklı yaklaşımlardan dolayı bütünüyle ve tartışmasız bir biçimde kabul edilmiyor.45 Bilinir, anarşist yaklaşıma göre, işçi sınıfının hedeflerini gerçekleştirmesinin gerçek aracı, tüm sistemin temeli olarak devletin yıkılmasıdır. Marksist yaklaşıma göre ise yapılması gereken metodik bir biçimde devlet erkinin fethedilmesidir. Bunun için de Marksist yaklaşıma göre metodik ve politik çabalar gerekmekteydi. İşte bu süreçte, I. Enternasyonal’in dağılmasıyla birlikte, Wallerstein’in belirttiği gibi46 “sağlam ve metodik” işçi partileri, yanısıra güçlü sendikalar örgütlenerek, II. Enternasyonalin temeli atılıyor. Böylece, Wallerstein’a göre 1870 ile 1914 arasında, siyasal örgütlenme sorunu çözümlenmekle birlikte üç tip yeni sorun ortaya çıkıyor:47 a) Avrupa devletlerinin çoğunda, sendikalar ve sosyalist partiler olmak üzere işçi sınıfının iki tür örgütü bulunuyordu. Bu örgütler üyelerini aynı kesimlerden sağlamakla birlikte, farklı eylem alanlarında faaliyet gösteriyorlardı. Sorun olarak ortaya çıkan ise sendikalarda “işçi aristokrasisi” olarak adlandırılan katman ile sosyalist partilerde burjuva kökenli aydınların yönetime gelmeleriydi. b) İkinci sorun olarak kendini gösteren çelişki ise örgütlenme modellerinin hiyerarşik önceliği konusuydu. Bu durum parlementer aşamalı yol ile devrimci ayaklanma karşıtlığı olarak şekil aldı. c) Üçüncü sorun, sosyalistlerin, bir yandan milliyetçilikle diğer yandan da köylülerin talepleriyle ilişkileriyle bağlıydı. Burda sorun, yalnızca sanayi proletaryasının talepleri mi

35

Wallerstein, I. (1993), “Büyük Kargaşa” içinde. 36 a.g.y., s. 5. 37 a.g.y., s. 10. Ayrıca bakınız: İnsel, A. (1993), “Wallestein tarihinin bir eleştirisi”, “İktisat İdeolojisinin Eleştirisi” içinde, Birikim Yay. 38 a.g.y., s. 10. 39 a.g.y., s. 39. 40 Fransk ve Fuentes (a.g.y., s. 149)de aynı sloganlardan hareket ediyorlar. Ama “kardeşlik”in Fransızca aslı “erkek kardeşliği” olduğundan buna “kızkardeşliği”nin de eklenmesi gereğini belirtiyorlar. 41 a.g.y., s. 11. 42 a.g.y., s. 11. 43 a.g.y., s. 12.

44

a.g.y., s. 14-15. a.g.y., s. 15. Açıktır ki Wallerstein sözkonusu örgütlenme modelini daha sonra kendisi de eleştirdiği halde, I. Enternasyonel’de tavrını Marksist yaklaşım yönünde gösteriyor. Diğer yaklaşım için bakınız: Bakunin, M. (1992), “Marks’a Karşı El Yazmaları”. 46 a.g.y., s. 16. 47 a.g.y., s. 16. 45

48


KAOS GL yoksa işçi sınıfı ve “diğerleri” arasında bir ittifak mı, şeklindeki ayrımda ortaya çıktı. 1870-1914 arasında sistem-karşıtı hareketler olarak, merkezde, sosyalist hareketler, antikapitalist mucadelelere vurgu yaparken, çeperdeki ulusal hareketler, vurguyu, antiemperyalist mücadelelere getirerek yollarını arıyorlardı.48 Bununla birlikte, sistem-karşıtı hareketlerin ilk hedefi olan devlet iktidarının fethi, İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen dönemde, 1945’ten sonra “artık son derece karmaşık hale geliyordu: Devlet iktidarının fethi sistemi çökertmeye hizmet edebilirdi, ne var ki bu fetih, sistem-karşıtı hareketleri, varolan devletlerarası sistem çerçevesinde katılanlar ve destekçiler haline de dönüştürüyordu.”49 1945’ten beri, üç “dünya”dan söz ediliyor ve Wallerstein, bu üç dünyanın ayrım çizgilerinin açık olmadığını belirtmekle birlikte, sistemkarşıtı hareketi analiz etmek için sözkonusu ayrımı yapma gereği duyuyor.50 Sözkonusu üç dünya, sanayileşmiş Batı dünyası, sosyalist ülkeler ve üçüncü dünya. İlkinde yani Batı denen dünyada, XIX. yüzyıl hareketlerinin doğrudan mirasçısı, II. Enternasyonele bağlı bir parti karşımıza çıkıyor. Sosyalist ülkeler dünyasında ise, iktidarda, III. Enternasyonal partilerinden biri bulunuyor. Üçüncü dünyada, bir milliyetçi hareket ya da ulusal kurtuluş hareketi bulunmakta. Her üç dünyada da 1945 sonrası dönemde, XIX. yüzyılın sistem-karşıtı hareketlerinin ilk hedefinin, yani iktidarın alınmasının, fiilen gerçekleştirilmiş olduğunu görüyoruz.51 Merkezde, sosyal-demokratlar, doğuda komünist hareketler, üçüncü dünya ülkelerinde, ulusal kurtuluş hareketlerince iktidarın alınmasıyla52 sıra, toplumsal dönüşümü gerçekleştirmeye gelmişti. Wallerstein, üç tip hareketin toplumun somut dönüşümleri alanında elde ettikleri sonuçları, büyük reform olarak değerlendirmekte.53 Merkezde, sosyal-demokratların reformları, refah devletini yaratırken, komünist hareketlerin büyük reformu ise “üretim araçlarının toplumsallaştırılması ve devlet planlaması” sonucu hızlı bir tempoda yürütülen sanayileşme olmakta. Üçüncü dünyada ise çokuluslu ve uluslarötesi şirketlerin rolü sürdüğü için büyük reform, 48

kamu personelinin ve özel sektörde ve kültür sektöründe çok sayıda sorumlu mercideki personelin “ulusallaştırılması” olmakta.54 Sözkonusu hareketler (sosyal-demokrat hareketler, komünist hareketler, ulusal kurtuluş hareketleri) bir kez iktidarı aldıklarında “kendi varlıklarını sürdürme gereksinimlerini uluslararası dayanışma zorunluluğunun önüne koydular.”55 Henüz iktidara gelmemiş benzer hareketlere destek göstermeleri ise “her tip hareketin, aynı tip hareketlere”56 yönelik dayanışmaları şeklinde gelişmiştir. Sosyaldemokratlarla komünistlerin arası zaten önceden açılmıştı; Stalin döneminde ise komünistlerle ulusal kurtuluş hareketlerinin arası açılıyor. Sosyal-demokratlarla sömürgecilik karşıtı hareketlerin arası ise sosyal demokratların sömürgelerdeki milliyetçilere karşı “sınıf mücadelesi dilini”57 kullanmaları bir yana, sosyal-demokratlar iktidara geldiklerinde, sömürgelere yaklaşım konusunda, muhafazakar ve benzerlerinden farklarının olmadığını ortaya koymalarıyla açılıyordu. Sistem-karşıtı hareketlerden iktidarı alanlarla, henüz iktidarı almamış olanlar arasındaki mesafenin açılmasının belki de asıl nedeni “devlet olma mantığından Wallerstein’ın da kaynaklanıyordu”.58 söylediği gibi “hareketler, bir kez iktidara geldiler mi, şimdi devlet olduklarına göre, her devlet gibi, savunacakları bir takım çıkarlara sahip olduklarını düşünür oluyorlardı.” Sistem-karşıtı hareketlerinin, “iktidarı fethettiklerinde”, sistem-karşıtlığından geriye ne kaldığı, bir başka deyişle, başlangıçtaki “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” idealinin ne derece gerçekleştirilebildiği sorgulanmakta. Wallerstein’a göre bir hareketin sistem-karşıtı olabilmesi için, “ne özgürlüğün ne de eşitliğin varolan sistem içinde gerçeklik haline gelemeyeceğini ve bunları gerçekleştirebilmek için dünyayı dönüştürmenin gerekli olduğunu savunması”59 gerekmektedir. Bununla birlikte, iktidarın fethedilmesiyle özgürlüğün ve eşitliğin gerçekleşmemesi ya da çok kısa sürmesi, kitleleri düş kırıklığına uğratmış olup, iktidarlarla kitleler arasındaki zaten doğası gereği varolan mesafeyi iyice büyütmüştür. Herşeye rağmen, Wallerstein’a göre iktidarı fethetmiş sistem-karşıtı hareketlerin, özellikle “kamu eğitimi* ve kamu sağlığı” alanlarında 54

a.g.y., s. 21. a.g.y., s. 25. 50 a.g.y., s. 26. 51 a.g.y., s. 32. 52 İktidarın alınması, her üç dünyada farklı yollarla gerçekleşiyor. Batı’da seçim yoluyla, Doğu’da, daha önce Sovyetler Birliği ve ayrıca Çin, Yugoslavya ile Arnavutluk hariç Sovyet askeri birlikleri ile üçüncü dünyada ise seçim ya da ayaklanma yolu ile gerçekleşiyor. 53 a.g.y., s. 32.

a.g.y., s. 33. a.g.y., s. 35. a.g.y., s. 34. 57 a.g.y., s. 34. Sosyalist Mitterand’ın pasifik politikasını hatırlayın. 58 a.g.y., s. 34-35. Wallerstein, bu noktada, adını anmasa da, Bakunin’in söylediklerini tekrarlıyor. 59 a.g.y., s. 35. * “Kamu eğitimi ve kamu sağlığı” alanları galiba, “cehalet” ve “hastalık” gibi kimsenin kabul etmeyeceği iki

49

55 56

49


KAOS GL yakaladıkları ilerlemeler, eşitlik açısından dikkate değerdir. “Hareketlerin iktidarı alması sonucunda” diyor Wallerstein, “nüfusun üst katmanlarının emrindeki hizmetler ile alt katmanların emrindeki hizmetler arasındaki fark hissedilir ölçüde azalmış gibi görünmemektedir.”60

1968 başkaldırısı ve bunlardan doğan “yeni” hareketler, Wallerstein’a göre, “eski” hareketlerin başarısızlıklarında n doğdu ve sözkonusu başarısızlık her üç tip “eski” hareket için de geçerliydi. Dolayısıyla da üç dünyadaki eski hareketlere karşı çıkan, farklı tiple “yeni” hareketleri doğurdu. “Batı’da yeni hareketler, etnik alt-proletarya, kadınlar, eşcinseller, yaşlılar gibi gözardı edilen halk gruplarının savunmalarını üstlenirken, Doğu’da, bu hareketler hedef olarak Nomenklatura’nın bürokratları, parti kadroları, polis vb. gibi yeni ayrıcalıkları hedef alıyordu.”

Eşitlik alanında, “yukarıdakiler” ile “aşağıdakiler” arasındaki “fark”ı vurgulayan Wallerstein, özgürlükler alanıyla ilgili olarak daha karamsar bir tablo çizmekte. İşçi sınıflarının en yoksul, en ezilen öğesi olarak gördüğü “azınlıklar”ın, hareketlerin iktidara gelişleriyle ne kazandıklarını sorgulayan Wallerstein, sosyal-demokrat hareketlerin, bir kez iktidara geldiklerinde, “azınlıklar”a düşman sağ hareketlerden pek de farklı davranmadıklarını belirtiyor.61 Sözkonusu yaklaşım dolayısıyla Wallerstein, işçi sınıfının “çoğunluğu”nun, “azınlıklar”ın olası bir rekabetinden duydukları korkuya dikkat çekiyor.62 “Bu tablo, sosyalist ülkelerde kökten farklı mıdır?”63 diye soran Wallerstein, başlangıçta atılan “ileriye doğru büyük bir adım”dan söz etmekle birlikte, etnik azınlıklara ve halklara yönelik asimilasyona varan baskıları ve zorlamaları belirtiyor. Üçüncü dünyanın ulusal kurtuluş hareketleri ise “etnik-ulusal azınlıklar bakımından daha da az hoşgörülü olmuşlardır; bu azınlıkları ulusal birlikleri ve kendi iktidarlarını sürdürmeleri açısından bir tehdit olarak görmüşler ve kısa vadede azınlıklar üzerine baskı uygulamaya başlamışlardır.”64 Bireysel özgürlükler açısından, hareketlerin iktidara geldikleri ülkeler, Wallerstein’ın da belirttiği gibi açıktır ki ister sosyalist ülkeler olsun, ister üçüncü dünya ülkeleri olsun, tam birer kötü örnek olmuşlardır. Wallerstein’a göre 1945 sonrasında iktidara gelen sistem-karşıtı hareketler, toplumsal eşitlik, siyasal özgürlük ve uluslararası dayanışma gibi üç alanda derin bir düşkırıklığına yol açmıştır. İktidardaki hareketler, suçlamalara her ne gerekçe getirirlerse getirsinler, Wallerstein’ın belirttiği gibi “üyelerin ve sempatizanlarının önemli bir

bölümü, bu gerekçelerin geçerliliğinden kuşkuya düşmeye başlamış ve bu nedenle hareketler 1968’den itibaren zorluklarla karşılaşmışlar ve halen de zorluk içindedirler.”65 Gelinen aşamada yaşanılan yıkım ve dağılmayla birlikte, Wallerstein’ın yaklaşımıyla bile bakıldığında geriye neyin kaldığı tartışılır! Wallerstein’a göre, 1968, “hareketlerin tarihinde, 1848 kadar simgesel ve temel bir dönemece işaret etmiştir.”66 Hareketlerin, baştan beri varolan, devlet iktidarını fethi ve bunun için gerekli sağlam örgütler oluşturma hedefine ulaşılmıştır. Bu durumdan hareketle, Wallerstein, 1968’de patlak veren halk ayaklanmalarının, “yalnızca kapitalist dünya ekonomisine karşı mücadele etmekle kalmadıklarını, aynı zamanda, iktidara gelmiş “eski” sistem-karşıtı hareketlere karşı da kavga yürüttüklerini” belirtiyor.67 Bundan dolayı 1968, Wallerstein’a göre, “siyasal bir savaşımla iktidarın fethi” olan hedeften bir kopuş anlamına geliyor: “Bugün, bizler henüz nasıl bağlanacağını, hangi sonuca varacağını bilmediğimiz bir stratejik tartışmanın ta göbeğinde bulunuyoruz.”68 1968 başkaldırısı ve bunlardan doğan “yeni” hareketler, Wallerstein’a göre, “eski” hareketlerin başarısızlıklarından doğdu ve sözkonusu başarısızlık her üç tip “eski” hareket için de geçerliydi. Dolayısıyla da üç dünyadaki eski hareketlere karşı çıkan, farklı tiple “yeni” hareketleri doğurdu.69 “Batı’da yeni hareketler, etnik alt-proletarya, kadınlar, eşcinseller, yaşlılar gibi gözardı edilen halk gruplarının savunmalarını üstlenirken, Doğu’da, bu hareketler hedef olarak Nomenklatura’nın bürokratları, parti kadroları, polis vb. gibi yeni ayrıcalıkları hedef alıyordu.”70 Doğu’daki hareketler, sistemkarşıtı dil olarak Marksizmi kullanmazlarken, Wallerstein’a göre, Batı’da hareketler, hâlâ Marksizan olabiliyordu. Başlangıçta, bu hareketler, grup çıkarlarından hareket etseler de aynı zamanda “tüm grupların çıkarlarını ilerlettiği bir “yeni toplumsal hareketin öğeleri olduklarını kabul etmeye başlıyorlardı.”71 Yeni hareketlerin faaliyet gösterdikleri alan da 65

olumsuzluktan hareketle, sorgulanmayacak alanlarmış gibi vurgulanıyor. Özgürlük gibi bir ideal, insanın önüne konduğunda, belki de en acil sorgulanması gereken iki alan olan “eğitim ve sağlık” kurumlarında şu ya da bu iktidarca gerçekleştirilen düzenlemeleri “ilerleme” olarak görmek zor olduğu gib Wallerstein’ın “ilerleme” anlayışına da katılmak mümkün görünmüyor. 60 a.g.y., s. 36. 61 a.g.y., s. 36-37. 62 a.g.y., s. 37. 63 a.g.y., s. 37. 64 a.g.y., s. 38

50

a.g.y., s. 38-39. a.g.y., s. 39 a.g.y., s. 39. 68 a.g.y., s. 40. Wallerstein’ın altını çizdiği ve kabul ettiği “tartışma”nın hiç de yeni olmadığını, I. Enternasyonal’a geri dönüldüğünde görmek mümkün. Çünkü bir anlamda da 1968, Marksizmin, anarşist yaklaşıma karşı kazandığı hegemonik üstünlüğün sarsılmasıdır. Bakınız: Bookchin, M. (1994), “Fransa’da Mayıs-Haziran Olayları”, Apolitika, sayı 1, Mayıs. 69 a.g.y., s. 40. 70 a.g.y., s. 42. 71 a.g.y., s. 41. 66 67


KAOS GL Wallerstein’a göre “bir yüzyılı aşkın bir süredir bir takım hareketler vardı, ne varki yeni olan, bunların militan faaliyeti, şimdi herşeyden önce, sosyal-demokrat hegemonyaya yönelmişti.”72 Üçüncü dünyadaki sistem-karşıtı hareketler ise Wallerstein’a göre “Marksist biçimi de içinde olmak üzere Batı “evrenselciliği”nin reddi teması çerçevesinde biçimleniyor.”73 Üçüncü dünyanın bu yeni hareketleri içinde, Wallerstein, dinsel bir biçim almış olanların sayısının yüksekliğine dikkat çekiyor. Kurtuluş teolojisi ile (Latin Amerika’da) açıkça sistem-karşıtı olarak ortaya çıkan hareketler olmakla birlikte, gericiliğe yönelen dinsel biçimli, yeni hareketler de yoğun bir şekilde görülebiliyor. 1960’lı yıllarla birlikte, Wallerstein, altı sistem-karşıtı hareket tanımlıyor.74 Bunlardan üçü, 60’lardan çok önce ortaya çıkmış olan ve sosyal-demokrat hareketler, komünist hareketler ile ulusal kurtuluş hareketleri olarak bilinen eski hareketler. Diğerleri ise Batı’da yeni toplumsal hareketler, Doğu’da, bürokrasikarşıtı hareketler ve üçüncü dünyada batılılaşmaya karşı hareketler. Eski hareketler kendi aralarında ve yeni hareketler kendi aralarında ortak noktalara sahip olsalar da, herbir hareket diğerlerine karşı eleştirel bir tutum sergilemekteler. Doğal olarak, iktidarda olan eski hareketler, Batı’da, sosyaldemokratlar, Doğu’da komünistler, üçüncü dünyada milliyetçiler, yeni hareketleri kendi alanlarından hareketle suçladılar. Bu suçlamalar şöyle şekillendi:75 Yeni toplumsal hareketleri suçlayan sosyal-demokratlar, bu hareketlerin istemlerinin mantık dışı olduğunu ve mevcut kazanımları tehdit altına soktuğunu ileri sürdüler. Bürokrasi-karşıtı hareketleri suçlayan komünistler, bu hareketleri devletin istikrarını tehdit etmekle ve kapitalist sisteme karşı dünya çapında kavgayı tehlikeye düşürmekle suçladılar. Batılılaşmaya karşı hareketleri suçlayan üçüncü dünyada iktidardaki milliyetçiler ise sözkonusu hareketleri, ekonomik dönüşüm olanaklarını çökermekle ve toplumu durgunluğa sürüklemekten başka bir sonuç vermeyecek bir eylem yürütmekle suçladılar. Ortak özellikler açısından “eskiler”in sahip olduğu strateji, önce devlet iktidarının fethi ve sonra da toplumsal dönüşüme dayalıydı. “Yeniler”in ortak özelliği ise sözkonusu stratejinin reddedilmesine dayanmakta.76 İşte

bu noktada Wallerstein, sistem-karşıtı hareketlerin, hem eskilerin hem yenilerin bunalımına dikkat çekiyor: “Başarıları sonuç itibariyle tartışmalı olan “eskiler”in stratejilerinin yerine “yeniler” güvenilir bir alternatif strateji keşfedemediler ve dolayısıyla örgütlü ve kalıcı bir kitle desteğini seferber etme geleneğini gösteremediler.”77 Bunalımın altını çizse de, Wallerstein, “1968 ve devamında olanlar” dolayısıyla iyimserliğini koruyor: “Ancak 1968’den sonra, eskilerin ya da yenilerin, hem birinin hem de diğerinin dogmatizmlerinin ideolojik katılığı, eskiler bakımından yenilerin sert eleştirileriyle, yeniler bakımından ise kendi başarısızlıklarıyla kırıldı.”78 Bu durum hareketler arasında, birlikte tartışmaya ve yakınlaşmaya yol açmakta. Wallerstein’a göre “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” istemleri yeniden ortak amaç olmakta. Çünkü sözkonusu hareketler sistem-karşıtı olmadıkları ölçüde, meşruiyetlerini yitiriyorlar ve muhalefete yol açıyorlar. Wallerstein, bunalımdan çıkmak için, “hareketler ailesi”79 yaratmayı önermekte. Bu “sistem-karşıtı hareketler ailesi”nde, varolan altı tip hareketin herbirine yer var. Wallerstein’a göre bu “aile” bir koalisyon olacak ama güçlü bir merkeziyetçiliğe dayanmayacak. Çünkü merkeziyetçilik, “kaçınılmaz olarak bir tipin diğerlerine hegemonya kurmasına yol açmakta.” Altı tip içinde, sistem-karşıtı olmayan öğeler de bulunmakla birlikte, Wallerstein’a göre bu öğelerin ayrılmaları, eylem içinde, kendiliklerinden olacaktır. Çünkü ihraç kararları, geçmişteki dogmatizmleri yeniden oluşturacaktır.80 Wallerstein, hareketler ailesinin önüne, o bildik uzun vadeli hedefler ile ara strateji olarak “iki büyük görev” koymakta.81 Uzun vadeli hedeflerin -ütopya- net olarak tanımlanması, farklı hareket tiplerini birbirlerine yakınlaştırmada ve karşılıklı güvensizlikleri aşmada önem taşımakta. Ara strateji açısından, eski hareketler, devlet iktidarının fethini zorunlu görüyorlardı. Wallerstein’a göre bu, yanlış olmamakla birlikte, devlet iktidarının fethi, herşeyin anahtarı olamamakta.82 Wallerstein’ın bu noktadaki önerisi “devletinkinden başka 77

a.g.y., s. 45. a.g.y., s. 45. a.g.y., s. 46. 80 a.g.y., s. 46. 81 a.g.y., s. 46. Oysa 68 başkaldırısı, bilindiği gibi, bir türlü gelmeyen o uzun vadeli hedefleri beklemekten vazgeçen kitlelerin kendiliğinden hareketi ve doğrudan eylemleriyle gerçekleşmişti. 82 a.g.y., s. 47. 78 79

72

a.g.y., s. 41. a.g.y., s. 43. a.g.y., s. 44. 75 a.g.y. s., 44. 76 a.g.y., s. 45. 73 74

51

Doğal olarak, iktidarda olan eski hareketler, Batı’da, sosyaldemokratlar, Doğu’da komünistler, üçüncü dünyada milliyetçiler, yeni hareketleri kendi alanlarından hareketle suçladılar.


KAOS GL

Bu üç tip tarihsel hareketlerin başarısızlıkları, “diğer” hareketlerin yeni bir atılımının kaynağını oluşturuyor. Frank’a göre bu hareketler, zaten eskiden de vardı, ama üç tip tarihsel hareketler, bunları gözlerden gizlediler. “Bunların tarihi ya ortadan kaldırılmış ya da tarihin karanlığına gömülmüştür.”

iktidar yerleri ve mekanlarının varolduğunu kabul etmek”. Bu, kabul edildiğinde ortaya çıkan ise bütün bir devlet-dışı kurumsal yapılar bütünü olmakta. Wallerstein bunları, basın, okul, kamu yardımı, sendikalar, dernekler olarak saymakta.83 Sözkonusu alanlarda denetimin kurulması, devlet iktidarının fethinden vazgeçmeyen Wallerstein için, sistem-karşıtı hareketler ailesi için orta vadeli hedefler çerçevesinde öncelikli bir öneme sahip olmakta.

kısmen gerçekleşen bu durum, doğrusal bir çizgi izlememiş olup, dönemsel ya da en azından eğrisel bir hat izlemiştir.

1968 sarsıntısıyla ortaya çıkan koşullarda hem eski hareketlerin, hem de yeni hareketlerin yaşadıkları bunalımdan çıkmak için Wallerstein, sistem-karşıtı hareketler için kısa vadeli hedefler tanımlamakta:84

c) Üçüncü hedef olarak Wallerstein, altı tip sistem-karşıtı hareketin biraraya gelebilmeleri için bir dünya hareketleri “ailesi” tanımlıyor. Bu, bilinen ailedir ve tüm hareketler arasında kardeşçe bir tartışma olacaktır!

a) İlk hedef olarak Wallerstein, yeniden politikleşmeyi tanımlıyor. Çünkü hareketler bir bunalım süreci yaşamaktalar. Bu bunalım, kuşkuculuk ve militan yaşamın terk edilmesi şeklinde kendini gösteriyor. Yeniler, eskileri yoğun bir şekilde eleştirseler de 70’li yıllar boyunca farklı bir örgütlenme yaratamadılar. Alman Yeşiller’i gibi eleştirilen eski örgütlenme (hiyerarşik ve askeri yapıda olmaları) modellerine teslim olan, yeni hareketler bile görüldü. Bu durumda yeniden politikleşme ile örgütsel biçimlerin yeniden yapılanması birbirine bağlı olarak çözüm bulunması gereken bir sorun olarak ortada durmakta.

d) Dördüncü hedef olarak Wallerstein, hareketlerin “kendi küçük dünyalarında yaşamaya son vermeleri” gerekliliğini vurguluyor. “Hiçbir ‘kendi küçük dünyasını kurmuş’ özel grup kendi öz hedeflerine ulaşamamakla kalmaz, ama aynı zamanda uzun vadede tam tersi ortaya çıkar.”86 Yapılması gereken ise Wallerstein’a göre, küçük dünyalardan dışarı çıkarak, hareketler ailesini kurmaktır.

b) İkinci hedefi, Wallerstein, toplumsal dönüşüm süreçlerini, kavramak için yeni bir kavramlar sistemine duyulan ihtiyaç olarak tanımlıyor. Çünkü, Wallerstein’a göre, XIX. yüzyıl siyasal teorisi, ana noktalarda, özellikle öngörüler konusunda hatalı çıkmıştır. Geçersiz çıkan bu öngörülerden ilki, tüm dünyanın türdeşleşmesiyle ilgili teoriydi. Türdeşleşme bir yana tam tersine, büyük bir kutuplaşma yaşandı. Sözkonusu kutuplaşma, hem zenginlikle, hem de yapılar anlamında ortaya çıktı. İkinci olarak tek tek her devlet düzeyinde beklenen türdeşleşme gerçekleşmedi. Sınıf temelli katmanlaşmanın karşısına, cinsiyet farklılıkları, ırk ve etnik köken farklılıkları, Wallerstein’a göre “belki de sınıfsal farklılıklardan daha anlamlı farklılıklar olarak ortaya çıktılar.” Üçüncü öngörü ise, mevcut koşullara karşı tüm dünyada ezilen grupların daha da radikalleşeceklerine dairdi. Wallerstein’a göre

Bütün bunlara rağmen Wallerstein, eski siyasal teorinin bütünüyle eskimediğini, sistem-karşıtı hareketlerin sözkonusu teorinin “temel kavramlarını gözden geçirmek ve yeniden biçimlendirmek” zorunda olduklarını ileri sürmekte.85 Wallerstein’a göre bu süreç yeni hareketler sayesinde şimdiden başlamıştır.

e) Yeniden siyasallaşma, yeniden kavramlaştırma gerekleri, bir hareketler ailesinin kurulması, kendi küçük dünyalarında yaşamaya son verme olarak tanımlanan hedefler, sistem-karşıtı hareketler tarafından kabul edildiğinde, Wallerstein’a göre “kapitalist sistemin halihazırdaki gerilemesinin, nispeten daha demokratik ve nispeten daha eşitlikçi bir başka dünya düzeninin kuruluşuna gerçekten yol açabileceğine ciddi bir biçimde inanmaya başlayabiliriz.”87 A.G. FRANK: TOPLUMSAL HAREKETLER André Gunder Frank,88 “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” isteminin, geçmişte olduğu gibi günümüzde de, dünyanın toplumsal dönüşümü için mücadele eden birçok hareketin sloganı olduğundan hareket ediyor ve günümüzde buna, “dayanışma”yı da ekleme gereği duyuyor.89 Frank, XIX. ve XX. yüzyılların üç tip tarihsel hareketi olarak; a) devrimci ve ulusasl kurtuluşçu hareketleri (özgürlük) b) işçi hareketleri (eşitlik) 85

a.g.y., s. 51. a.g.y., s. 52. a.g.y., s. 53. 88 Frank, A.G., (1993), “Büyük Kargaşa” içinde. 89 a.g.y., s. 149. Bakınız, Wallerstein: a.g.y., s. 11.

83

86

a.g.y., s. 47. Bu konuda farklı bir yaklaşım için bakınız: Althusser, L. (1989), “İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları”, İletişim Yay. 84 a.g.y., s. 48.

87

52


KAOS GL c) Marksist sosyalizmi (kardeşlik) sayıyor. Bu üç tip tarihsel hareketlerin başarısızlıkları, “diğer” hareketlerin yeni bir atılımının kaynağını oluşturuyor. Frank’a göre bu hareketler, zaten eskiden de vardı, ama üç tip tarihsel hareketler, bunları gözlerden gizlediler. Yeni bir atılımın kaynağı olarak, işçi hareketlerinin başarısızlığının yanısıra, sözkonusu hareketlerin her türlü denetiminin reddi ve dünya pazarının ve onun ekonomik kurumlarının, halk kitlelerinin gereksinimlerini giderme konusundaki varlık nedeni ve sürükleyici gücü olan, insanların kültürel, cinsel, topluluksal ve bireysel diğer gereksinimleri, üç tip hareket tarafından karşılanamadı. Frank’a göre, “geleneksel hareketler ve kurumlar, çoğu kez bu gereksinim ve istemlerin ne ivediliğini, ne de meşruiyetini kabul etmişlerdir.”90 Özgürlük, eşitlik ve kardeşliğin gerçekleştirilmesinde üç tip tarihsel hareket başarısız olunca, Frank’a göre “boşluğu doldurmaya çaba harcayan” toplumsal hareketlerin önemi gitgide artmaktadır.91 Frank bu noktada, toplumsal hareketlerin, partiler, kurumlar ve “klasik” hareketlerce gizlenmiş ve gölgede bırakılmış tarihlerine dikkat çekiyor.92 Feminist, çevreci, barışçı, toplulukçu, köylü, vicdani reformcu v.b. birçok toplumsal hareketin tarihi gizlenmiştir. Muzaffer olmuş ya da muzaffer görünen sınıf ve ulusal kurtuluş hareketleri de sözkonusu toplumsal hareketlerin tarihinin gizlenmesinde pay sahibidir. İşçi sınıfı da aynı yaklaşımı göstermiştir, Frank’a göre. “Bunların tarihi ya ortadan kaldırılmış ya da tarihin karanlığına gömülmüştür.”93 Frank’a göre günümüzde, “yeni” olarak adlandırılan toplumsal hareketler, hiç de yeni sayılmazlar.94 Çünkü, “bu ‘yeni’ hareketlerden birçoğu, geçmişin benzer muhalefet hareketlerinin, tarihsel bellekten ve tarihin kollektif bilincinden silinmiş ya da silikleştirilmiş hareketlerinin çağdaş biçimleri olmaktan öte bir şey değildirler.”95 Artık, bu toplumsal hareketler, eski hareketlerden çok daha güven ve coşku yaratmaktadırlar. Özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve dayanışma için devlet iktidarı ve partilerden umudunu kesen kitleler, bunlar için mücadele eden yeni hareketlere yönelmekteler. Dolayısıyla Frank, toplumsal hareketlerin haklarını vermek için,

bu hareketlerin tarihinin ortaya çıkarılmasını gerekli görmektedir. Frank’a göre, bu hareketlerin, ekonomik, siyasal ve toplumsal tarihin devreleriyle bağlantıları bulunmakta.96 Bin yıllık bir tarihten sözetmekle birlikte son iki yüzyıldan hareket eden Frank, “bu hareketlerin anlamlı bir takım yoğunlaşma ya da birikme zamanlarının varolduğunu” belirtmekte: “Yalnızca, feminist hareketler, barış hareketleri ya da çevre hareketleri gibi belirli tipteki hareketlerin farklı ülkelerde kabaca aynı dönemde ortaya çıkmakla kalmıyor, fakat aynı zamanda, son derece değişik ülkelerde, bu mücadeleler ve benzerleri aynı tarihsel dönemlerde birikiyor gibi gözüküyor.”97 Frank, bu hareketlerle başkaları arasında bağlantılar saptamakta.98 1830’lu ve 1840’lı yıllarda ilk dalga olarak ortaya çıkan Amerika ve İngiliz feminist hareketleri, ütopik sosyalizme dayalı toplulukçu hareketlerle bağlantılara sahiptir. Bilindiği gibi, 1960’lı yıllarda, toplumsal hareketler bir dalga olarak yeniden yükselmişlerdir. Bu durumu “toplumsal hareketlerin yoğunlaşması ve serpilip gelişmesi” olarak değerlendiren Frank’a göre sözkonusu dalga sürmektedir.99 Frank’ın bu saptamalardan çıkardığı sonuç, bu hareketlerin “yeni” olmayıp, tarihimizin gözlerden gizlenmiş bir öğesi oldukları.100 “Diğer ya da alternatif hareketleri”, Frank’a göre, hiyerarşiye dayalı siyasal partilerce devlet iktidarı uygulamasının sonucu olan siyasal, toplumsal, ekonomik ve kültürel sınırlamalar doğurmakta.101 Devlet iktidarının ve siyasal partilerin başarısızlığı durumu Frank’a göre hem “burjuva demokrasileri” hem “doğu ülkelerinin sosyalist ekonomik demokrasileri”, hem de güney ülkeleri için geçerli: “Devlet ve siyasal partiler, her yerde, halk kitlelerinin özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve dayanışma gereklerine yanıt vermekte, bunları gidermekte başarısızlığa uğramıştır.”102 Bu başarısızlıktan hareketle Frank, devlet iktidarının gerekli ya da ara bir evre olmadığı sonucuna varıyor.103 Yani toplumsal hareketler de özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve dayanışma hedeflerine doğrudan bir yolla ulaşmaya çalışıyorlar. Bununla birlikte Batı Almanya’da 96

a.g.y., s. 154. a.g.y., s. 156. a.g.y., s. 159. 99 a.g.y., s. 159. Bir gerilemeden söz edenler olmakla birlikte, Frank, bazı hareketler için 80’lerde büyümenin sürdüğünü söylemekte. 100 a.g.y., s. 160. 101 a.g.y., s. 172. 102 a.g.y., s. 171. 103 a.g.y., s. 172. 97 98

90

a.g.y., s. 150. a.g.y., s. 150. a.g.y., s. 151. 93 a.g.y., s. 151. Frank bu durumu komplo olarak değerlendiriyor. 94 a.g.y., s. 152. 95 a.g.y., s. 152. 91 92

53


KAOS GL görüldüğü gibi Yeşil hareketi partileşti ve parlamentoya girdi. “Toplumsal hareketlerin büyük çoğunluğunun devlette iktidarı değil de bizzat devlet karşısında özerkliği aradıkları”104 bilinmekle birlikte siyasal partilerin toplumsal harekete, toplumsal hareketlerin de siyasal partilere dönüştükleri görülebiliyor.105 Hareketlerin sınıfsal bileşimi:

Bu hareketler güçlerini ahlaki gereklerden ve adaletsizlik duygularından almaktadırlar. Frank’a göre toplumsal hareketlerin itici gücünü, geçmişte olduğu gibi günümüzde de ahlaki başkaldırı oluşturmaktadır. Bu toplumsal hareketler, üyelerine kimliklerini yeniden ifade etme olanağı vermektedir. Frank’a göre “günümüzdeki toplumsal hareketler, ilk ütopik sosyalistlerin yanısıra anarşistlerin hedeflerini, örgütlenmelerini ve deneyimlerini daha iyi tanımalıdırlar.”

Yeni toplumsal hareketler, Batı’da, Frank’ın belirttiği gibi esas olarak, orta sınıf kökenli Tarımsal taraftarlara dayanmaktadır.106 işgücünden sonra sınai istihdamdaki düşüş, Batılı toplumların toplumsal katmanlaşmasını değiştirmiştir. Bu durum aynı zamanda işçi sınıfının geleneksel örgütlerini de zayıflatmıştır. Orta sınıfın ağırlığı ise yükselmiştir. Batı’da, orta sınıfların adaletsizlik olarak algıladıkları şeyler Frank’a göre, çevreci, barışçı, feminist, toplulukçu, kimlikçi içeriğe sahip istemler olarak şekillenmiştir.107 Bu hareketlerin üyelerinden birçoğunun istemleri maddi ve ekonomik bir içeriğe sahip olsa da Frank’a göre “bu durum, onların şikayetlerini feminist, çevreci, barışçı, toplulukçu, etnik-milliyetçi ve ideolojik hedeflere sahip toplumsal hareketlere üyelik yoluyla dile getirmelerine engel olmamaktadır.”108 Üçüncü Dünya’da ise, bu hareketlerin temelini, esas olarak, halk ve işçiler oluşturmaktadır. Üçüncü Dünya’da sınıf mücadelesi sürmekte olup, klasik örgütlerin yanısıra, bu toplumsal hareketlerle de yürütülmektedir. Frank’a göre bu hareketler, sömürüye ve ezgiye karşı halkın başkaldırısını kendi tarzlarında dile getirmekteler.109 Hareketlerin başında ise çoğu kez, orta sınıftan gelen yönetimler bulunmaktadır. Üçüncü Dünya’da bu hareketlerde Frank’a göre, sınıflar birbirine karışabildiği gibi insanları karşı karşıya getiren çatışmalar da görülmekte. “Doğunun sosyalist adı verilen ülkelerinde” de yeni toplumsal hareketler tam gaz büyümekteler. Frank’a göre Doğu’da, bu yeni hareketler diğer yerlerden çok daha fazla “çoksınıflı” bir karekter göstermektedir.110 Frank da, Polonya Dayanışma örneğini vermekte. Koalisyonlar ve çatışmalar: Frank’a göre, farklı ülkelerin ve farklı içerikteki toplumsal hareketlerin arasında, çatışma ve içiçe geçme ya da tam tersine koalisyon ve ittifak olanakları ortaya

çıkabilir.111 Frank burda, feministlerle, önemli oranda kadının olduğu barışçı ve yeşil hareketlerin ittifak olanaklarını örnekliyor. Aynı ittifak ilişkileri, dinsel ve etnikmilliyetçi, kimi zaman ırkçı hareketler de kurabilmektedirler. İran’daki Humeyni hareketi ile bunun İslam dünyasındaki yandaşları arasındaki ilişkiler gibi. Bununla birlikte hareketlerarası çatışmalar da olmaktadır. “Farklı dinleri, farklı etnik ya da farklı ırksal mensubiyetleri temsil eden hareketler, birbirleriyle çatışmaya Kadınlara ve etnik girmektedirler.”112 hareketlere yönelik olumsuz yaklaşımlar ise pek çok hareketin ortak özelliği olabiliyor. Yeni ayırdedici özellikler: Hareketlerin ortak karekterlerini Frank, şöyle sıralamaktadır:113 a) Taarruza dönük olanlarla dönük olan hareketler,

b) İlerici, gerici ve kaçış hareketleri, c) Kadınların erkeklere oranla ağır basışı ve düşük bir iç hiyerarşi, d) Silahlı mücadeleyi temel alan hareketler ile silahsız ya da şiddeti temel almayan hareketler, e) Hareketler ulusal veya uluslararası boyutlu olabildiği gibi her iki boyuta birden sahip de olabilmektedir. Bu hareketler güçlerini ahlaki gereklerden ve adaletsizlik duygularından almaktadırlar. Frank’a göre toplumsal hareketlerin itici gücünü, geçmişte olduğu gibi günümüzde de ahlaki başkaldırı oluşturmaktadır.114 Bu toplumsal hareketler, üyelerine kimliklerini yeniden ifade etme olanağı vermektedir.115 Frank’ın belirttiği gibi, toplumsal hareketler, özerk katılımcı demokrasi ile toplumsal dönüşüm sürecine katılmaktalar.116 Siyasal iktidara karşı, toplumsal iktidarla mücadele eden toplumsal hareketler, toplumsal kurumların kendilerini dönüşüme uğrattıkları gibi yenilerini de yaratmaktadırlar. Frank’a göre, “eğer bir gün olacaksa, “sosyalizm”e doğru iradi dönüşümle bir ilerleme, partiler ya da devletten çok toplumsal hareketlere dayanacaktır.”117 111

a.g.y., s. 186. a.g.y., s. 188. a.g.y., s. 189. 114 a.g.y., s. 190. 115 a.g.y., s. 191 116 a.g.y., s. 194. Frank’a göre “günümüzdeki toplumsal hareketler, ilk ütopik sosyalistlerin yanısıra anarşistlerin hedeflerini, örgütlenmelerini ve deneyimlerini daha iyi tanımalıdırlar.” a.g.y., s. 175. 117 a.g.y., s. 194. 112

104

113

a.g.y., s. 177. a.g.y., s. 180. a.g.y., s. 180. 107 a.g.y., s. 184. 108 a.g.y., s. 184. Arrighi, farklı olarak bunları işçi sınıfı kapsamında görmekte. 109 a.g.y., s. 185. 110 a.g.y., s. 186. 105 106

54

savunmaya


MCDONALD'S'DAN MÜŞTERİLERİNE YENİ MENÜ: DONMUŞ ÇOCUK Multi-nasyonalist fast food şirketi McDonald's'ın Beylikdüzü'ndeki şubesinin 2 yetkilisi müşterileri rahatsız ettiği ve dükkanın görüntüsünü bozduğu gerekçesiyle bir çocuğu derin dondurucuya soktu. Daha önce de 5-6 kez dondurucuya konulduğunu belirten ve Leyla'nın amcası olan Lokman, yeğenini ortalarda göremeyince şüphelendi ve bir kaç müşterinin yardımıyla küçük Leyla'nın dondurucuya konulduğunu ve bu şekilde cezalandırılmak istendiğini ortaya çıkarttı. Önce Leyla'nın dondurucunun içinde olduğunu inkar eden ama amcasının ısrarına direnemeyen yetkililer Leyla'yı dondurucudan çıkarttı. Her yanı donmuş bir vaziyette titreyen Leyla olayın şokuyla ağlamaya başladı. Restorantta bulunan müşterilerden birinin polisi aramasıyla küçük kızı dondurucuya kitleyen 3 kişi tutuklanarak Metris cezaevine gönderildi. Daha sonra yapılan sorgulamada 2 kişi serbest bırakıldı diğer yetkili ise "küçük bir kızı alıkoymak(!!!) suçundan" mahkum edildi. Edilecek kelam var mı daha? Yankee McDonald's'ın ne ilk nede son vukuatı. Daha önce de restorant çevresinde

mendil, sakız vs. satan çocuklara benzer yaptırımlar uygulayan McDonald's çalışanları pişkinlikle iğrençliklerine devam ediyorlar. Isıracağın her hamburger dilimi mendilci çocuğa tokat, küfür, taciz ya da derin dondurucu olarak geri dönecektir. Bunu görmeyecek kadar kör olanlara da big mac menülerinden bir dilim alıp o muhteşem şarkıyı söylemelerini diliyoruz; MCDONALDS GİBİSİ YOOOKKKK!!!! *** ÇOCUKLAR İÇİN ÇOCUK KÖLE Beş kıtaya yayılmış McDonald'$ ın, çocuk müşterilerine dağıttığı oyuncakların, Çin'in güneyinde bulunan Şenzen'de, ağır şartlarda çalışan çocuklar tarafından üretildiği öne sürüldü. Hong Kong'ta yayınlanan Sunday Morning Post gazetesinin haberine göre, McDonald'$'a oyuncak üreten City Toys adlı Çin firması, çocukları haftada yedi gün ve günde 16 saat çalıştırıyor. Gazete, firmanın bu iş karşılığında çocuklara saat başına 0,18 $ (130.000 TL) ödediği ileri sürüldü. Ayrıca çocukların,15 kişiyle paylaştıkları odalarda yatırıldığı ve bu odalar için de para alındığı ileri sürüldü. McDONALD'$ YALANLADI

55

McDonald'$'ın taşeron firması Simon Marketing, çocuk işçi çalıştırıldığını yalanlarken,Hong Kong'dan bir sendika, tesislerde 160'dan fazla çocuğun olduğunu tespit etmişti. *** Sosyal Ekolojist Dönüşüm, kurulur kurulmaz ilk eylemini yaptı! 17 Ağustos depreminde akrilonitril (vinil siyanür) tankları tahrip olan ve bunun sonucunda insanların,hayvanların ve bitkilerin ölmesinin, vinil siyanür gazının etkisiyle insanların kanser olmasının sorumlusu olan AKSA Akrilik Kimya ve Sanayi A.Ş.'nin kapatılması için yöre halkı ve SED birlikte bir eylem düzenlediler. AKSA fabrikasının önünde basın açıklaması yapan ve AKSA'nın bir daha hiçbir coğrafyada açılmamak üzere kapatılmasını isteyen eylemciler, kısa bir süre de yolu trafiğe kapattılar. "AKSA'YA HAYIR, AKSAZEDELER", "AKSA KAPATILSIN", "SOSYAL EKOLOJİST DÖNÜŞÜM" pankartları taşıyan eylemciler, "Siyanürlü AKSA Taşköprü'den defol!", "AKSA kapatılsın!", "Katil Dinçkökler!", "Mağdurlar Burada, Katiller Nerede!" sloganlarını attılar. Fabrikanın genel müdürü Selçuk Ergin, fabrikaya arabasıyla girerken arabanın içinde saklanmak zorunda kaldı. Ağustos'ta

başvurusunu yapan ve Eylül ayında dernek olan SED, böylece daha kurulur kurulmaz eylem yapmış oldu. Kapitalizmi restore eden "çevrecilik" ideolojisinden ve doğa katline karşı çıkışı yalnızca "adam kafalamak" için kullanan sol yapılanmalardan farklı olarak, kapitalizmin doğaya yönelik saldırılarına karşı sosyal ekoloji mücadelesi vermek için kurulan SED, bir eylemle "doğdu"; rüştünü de yine eylemler ve diğer faaliyetleriyle ispatlayacaktır. Doğanın katline karşı doğrudan eylemle müdahale, sosyal ekoloji mücadelesini yayma, belirlediği konularda çalışma grupları oluşturarak yazılı ve eylemli propaganda sürdürme, bu topraklara özgü bir sosyal ekoloji teori ve pratiği yaratma, her zaman başvurulabilecek bir arşiv oluşturma derneğin yürüteceği faaliyetler içindedir. Hiyerarşiye, tahakküme, iktidara, doğanın katline karşı öfke duyanlar, mücadele etmek isteyenleri bizle ilişkiye geçmeye çağırıyoruz! e-mail: sosyalekoloji@hotmail.com adres: Asmalımescit Mah. Meşrutiyet Cad. Toptaş Apt. No:249/3 Beyoğlu- İSTANBUL telefon: 0212 293 21 29 0 212 249 05 34 (web sitemiz en kısa zamanda hazırlanacaktır)


KAOS

eşcinsel olan, farklı şekilde eşcinselliğini yaşama geçiren ya da Eşcinsel kelimesinin tek tip bir geçirmeyen, farklı tercihleri, farklı insanı anlatmadığı artık apaçık arzuları, politik olarak farklı hedef ortada. Kimse böylesine bir birlik ve tutumları olan bir insan hayali kurmuyor, hatta tek tipliğe topluluğuyuz. Umarım bu doğru yol alan eşcinsel yaşam tarzı korkulacak ya üzülünecek bir birçoğumuzun kabusu oluverdi. durum gibi algılanmıyordur Sonuç olarak farklı yollarla buradakilerce. Çünkü bence değil. Saygıdeğer Aktivistler, Birbirimizden Güztanbul 2000, 07-08 Ekim 2000 tarihinde gerçekleştirildi. 3 ayrı farklıyız. Bunu panel, bir parti, bir promosyon ve bir tiyatro gösterisi kabul etmeden gerçekleştirilmiştir. Panellerimizde nicelikten cok niteliğe önem birlikte olmamıza vermeye çalıştık. Nitelikteki iyiliğe de süreklilik, yapıcılık ve imkan da yok. kararlılık gibi yapıtaşlarının sebep olduğunu biliyoruz. Bu ilkelerle Bunu fark etmeden gerçekleştirmeye çalıştığımız etkinliklerin başarılı olmasını ve birbirimizi tanımış yarınlara ışık tutmasını diliyoruz. sayılmayız. Cumartesi günü yapılan Panel-1'de konuşan kişiler popüler isimler Gerçekçi olmayan olup çeşitli aksaklıklarla bu toplantı gerçekleşti. Panel-2'de, barış, kardeşlik ve oluşumları hakkında çok fazla bilgiye sahip olmadığımız işbirliği şarkıları GayAnkara ve Türkiyeli Ayılar'ın kendilerini anlatma fırsatları söyleyebiliriz. buldular. Bu arada Lamdaİstanbul ve Kaos hiç bir guruba dahil Bunu istemiyoruz olmayan katılımcılara tanıtılıp, özellikle Kaos'un gerçekleştireceği herhalde. Neler projeler hakkında bilgi verildi. Temel amaç, tüm oluşumların farklı, onlar kim, dünlerini, oluşum esaslarını, bugün yaptıklarını, kısa ve orta vadede onları onlar yapan yapacaklarını, amaçlarını ve gelecek için planlarını ve ütopyalarını ne? Beni bize birbirimize aktarmaktı. Bu anlamda hem GayAnkara hem de katan ne gibi Türkiyeli Ayıları biraz daha iyi tanımlayabildiğimizi sanıyoruz. sorulara cevaplar Panel-3, pazar günü, son derece kısıtlı bir sürede verilmeli. Sonra bu gerçekleştirdiğimiz bir iletişim toplantısı oldu. Oluşumlar farkları yok Güztanbul ile ilgili düşünce, eleştiri ve önerilerini belirterek gelecek saymadan, birlikte için bir perspektif çıkarmaya çalıştılar. olabileceğimiz Lamdaİstanbul olarak ortaya koyduğumuz etkinliklerin mantığını birşeyler var mı, ve uygulamasını anlatabildiğimiz toplantımız ise etkinlikler sonrası, birlikte hareket olağan haftalık toplantımıza katılan Ankaralı katılımcılarla etmemiz mümkün gerçekleştirildi. Bu toplantıda kişisel düşünceler ve grupların mü diye bakmamız düşünceleri paylaşıldı. Kısa süre sonra sanırım bu fikirlerin gerek. Ama önce ürünlerini göreceğiz. Ayrıca biz Lamdaİstanbul olarak bir birbirimizi Güztanbul kitapçığı (işleyiş güncesi, katılım ve amaç vs.) ve bir tanımamız gerek. basın bülteni hazırlamaktayız. Bu bülten bilginize sunularak basına Birlikte çalışmak iletilecektir. zorunda mıyız? Pazar günü yaptığımız Lambdaİstanbul olağan toplantısında da altı Hayır. İyi bir kere çizildiği üzere Lambdaİstanbul bahar buluşmalarından geçinmek zorunda yalnızca grupların buluşmasını değil, "heteroseksüel olmayanların mıyız? Hayır. Ama buluşması"nı anlamaktadır. Lambdaİstanbul grupların buluşmasını bunun elimizden son derece önemseyerek, buluşmanın bu yönünü bahar gelip gelmediğine toplantılarının çok önemli bir parçası olarak görmektedir. bakmak ve Bu ve gelecekteki etkinliklerin verimli olabilmesi için grupların bu geliyorsa birşeyler konudaki düşüncelerini e-iletişim aracılığıyla paylaşmalarını yapmak, iletişimi diliyor, toplantılarda aldığımız karar olan iletişim platformunun bir koparmamak an önce kurulmasını temenni ediyoruz. harekete olan Kaos Grubunun açılışını yapacakları kültürevinin ve yeni borcumuz. yapılanmaya girdiği Kaos GL dergisinin ve yeni çıkacak olan Farklı olan ne gazetemizin başarıya ulaşmasını en içten dileklerimizle temmenni peki? Yok burada eder, tüm Güztanbul katılımcılarına ve eşcinsel harekette sözü ve oturup tek tek emeği olan herkese teşekkür ederiz. grupları ele alacak Lambdaİstanbul Organizasyon Alt Grubu değilim. Ama

KORAY, Ankara

56

farklı olan ne olabilir. Grubu oluşturanların sosyal, maddi veya politik, cinsel konumları olabilir bu, grubun ortaya koyduğu eylemlerde gözettiği faydalar olabilir. Yani nihai hedefler farklı olabilir (kimi topluma kendini benimsetmek, kimi toplumu reddetmek, kimi de toplumu değiştirmek isteyebilir mesala). Genel olarak politikaları farklı olabilir. Ya da grupların yapıları ve işleyişleri birbirinden farklı olabilir. Buluşmaların işlevi ve işe yararlığı ile ilgili tartışmalar geçen baharankarada bayağı tartışılmıştı, hatta istendiği kadar tartışılamamıştı bile. Ama gene bir buluşma yapıyoruz ve ben iyiye değil kötüye bile gittiğimizi düşünüyorum. Buluşmalara “türkiye eşcinseller buluşması” dedik durduk. Bunların bir ev sahibi bir de katılımcıları vardı. Ev sahibi olan organize etmekle birlikte, buluşma hepimizindi. Ama ben bu buluşma da daha farklı hissediyorum açıkçası. Ortada zaten bir etkinlik var ve biz de “misafir” olarak çağrılmışız gibi geliyor. Bu buluşmanın zamanı ya da içeriği ile ilgili geç bilgilendirilmemizin vardı elbet geçerli sebepleri, ama herhangi bir katkımız ya da müdahalemiz olmasına pek de imkan kalmamıştı. Oysa bana geçen buluşmalardan kalan en önemli ders buluşmaya diğer gruplar sadece izleyici olarak gelirse bunun buluşmayı zorlaştıran, gerçekten iletişime geçmemizi kolaylaştırmayan birşey olacağıydı. Bu buluşmada müdahale ve birlikte hazırlanma bir yana, kendimizi diğer konuklarla yan yana ve en az o kadar dışarda konumlandırılmış görüyorum. Yani bu bir lambda organizasyonudur. Türkiye eşcinselleri gibi bir sahiplenme hissetmiyorum. Gruplar dışında ya da hareketin uzağında olan eşcinsellere ulaşmak her grubun ayrı ayrı üzerinde durduğu ve yapmaya çalıştığı birşey, ama bu buluşmaların böyle


KAOS GL bir işlevi ya da amacı olması gerektiğini sanmıyorum. İstese de istemese de ilgi çekecek olan bu organizasyonların asıl hedefinin hareket içinde tartışma olduğunu zannediyorum. Bu buluşmada gruplarla ilgili tarışmanın geciktikçe gecikirken, bunun dışındaki (başka şartlar altında konuşulması gerektiğine inandığım, gerekli bulduğum bir takım nedenlerle bile olsa) konuşmaların uzadıkça uzaması, buna rağmen bu konunun konuşulacağı sonraki günkü toplantının iptali, sanki asıl ağırlığın dışardaki eşcinsellere ulaşmak olduğu gibi bir görünüm sergiliyordu ki, bunun için tüm şehirlerden biraraya gelmemize gerek yoktu. Buluşma hakkında konuşurken nedense bu buluşmayı organize edenlere saldırıyormuşum gibi bir reaksiyonla cevap verildiğini görüyorum. Ama ben ne bundan önceki buluşmaları savunmak ne de bunu yermek adına söylemiyorum. Ama ortada eğer hâlâ “ortak” yapılacak bir etkinlik varsa, bununla neyi hedeflediğimiz, buluşup da yapmak istediğimizin ne olduğu konularında anlaşmamız gerekiyor, yoksa yaptığımız şeyler hiç de ortak olmuyor. Ve kimse de tatmin olmuyor bundan. Bundan öncekilerde böyle oldu demiyorum, ama en azından bundan önceki buluşmalarda var olduğuna inandığım fikir buluşmaların eşcinsel hareketle ilgili politikaların, tutumun ve fikirlerin alışverişinin yapılacağı ortak organizasyonlar olduğuydu. Gördüğüm kadarıyla istanbul’da artık böyle algılanmıyor buluşmalar. O zaman bundan sonra buluşma olacaksa bu farkı görmezden gelerek biraraya gelmek anlamsız görünüyor. Bunun üzerinde tartışmaya devam etmemiz gerekiyor, bir dahaki karşılaşmamızda bunu kriz halinde yaşamadan önce. Gruplara döneyim. Grupların birlikte olabilmeleri için olmazsa olmaz koşul birbirlerini tanımaları. Yani bir takım farklılıklar ve başkaca varoluş nedenleriyle (ki bunlar benim aklıma yatmıyor

olabilir pekala, zaten bu yüzden ben orda değil burdayım) ortada sizinkinden başka da gruplar var. Siz önce onların varlıklarına ve varoluş sebeplerine saldırmaktan geçip, sizden farklı olmalarına saygı göstermelisiniz ki birlikte olabilin. Ki siz onlarla uğraşacağınız enerjiyi kendi grubunuzla yapacağınız işlere verin. İkinci yapılacak şey de, diğer grupları kendi grubunuz için bir tehdit olarak görmekten kurtulmak, sanki onlar herşeyi size karşı yapıyorlarmış gibi algılamaktan vazgeçmek. Her grupta bu duygularla konuşan, hareket eden insanlar var. Bunun bir an evvel önüne geçilmesi gerekiyor, bu paranoyadan kurtulmamız gerekiyor. Eğer ortada gerçekten bir tehdit saldırı varsa ve bu kişisel bir takım sürtüşmelerin ötesindeyse, gerçekten sorun yaşıyoruz demektir. Yani iletişimi işbirliğini isteyen insanların gruplarında yapmaları gereken, diğer gruplarla ilgili bol keseden konuşmaları, anlamsız gereksiz, yersiz, temelsiz saldırıları engellemeleri ve gene grupları içinde diğer gruplarla ilgili endişelere, paranoyalara göre hareket etmekten vazgeçmeleri. Böylece pek bir enerji gerektiren çalışma alanımıza dönebiliriz hep beraber, hani enerji darboğazındayız da zaten epeyidir. Sonra unutulmaması gereken birşey de, grupların kendilerini nihai ve asıl eşcinsel örgütlenme olarak görmekten vazgeçmeleri. Korkmayın yanlız değilsiniz. Sizin gibi düşünmese de, sizin gibi davranmasa da, sizin yaptıklarınızı yapmasa da, başka başka şeyler yapsa da sizin dışınızda da örgütlenmeler var. Hareket sadece sizin omuzlarınızda yükselmiyor. Kimse kimsenin hamisi, abisi, ablası, yolgöstereni gibi görmesin kendisini. Söylediklerimden de eşcinsel hareket adı altında yapılan herşey mübahtır, eleştirilemez anlaşılmıyordur umarım. Çünkü eleştiriyi ve tartışmayı dışlamıyor birliktelik. Göstermelik bir birlik değilse peşinde koştuğumuz, birbirimize saygımızı yitirmeden herşeyimizi didikleyebiliriz.

57

Neyse bunu daha fazla uzatmayacağım şimdilik. Sevgiler, Görüşmek üzere,

*** Güztanbul 2000 5. Eşcinseller Buluşması Ekim ayında İstanbul’da gerçekleşti Türkiye Eşcinseller Buluşmaları’nın beşincisi, Güztanbul 2000, 7-8 Ekim tarihlerinde İstanbul’da Lambdaİstanbul evsahipliğinde gerçekleşti. Eşcinsel hareketle ilgili grup ve kişilerin biraraya gelmesi, tanışıp, hareketle ilgili konularda görüş alışverişinde bulunmaları, tartışmaları ve birlikte çalışma olanakları yaratmaya çalışmaları için yılda iki kez yapılıyor bu buluşmalar. Ankara’dan gelen Kaos GL ve Gayankara ve Ayılar grubu temsilcileri dışında birçok şehirden gelen bireysel katılımcı da vardı. Buluşmanın programı doğrultusunda ilk günki panele Umay Umay ve Can Dündar katılamadılar. Türkiye İnsan Kaynağını Geliştirme Vakfı’ndan Dr. Muhtar Çokar, Lambdaİstanbul'dan Oya arkadaşımızın katılımıyla İstanbul Sanat Merkezi’nde gerçekleştirildi. Travesti ve transeksüellerin yaşadıkları, AİDS ve cinsel sağlıkla ilgili sorunlar, seks çalışanları kavramı konularına değinilen panele Şanar Yurdatapan elinde olmayan nedenlerle kısa bir süre için katılabildi. İlerleyen saatlerde Kutluğ Ataman da kısa bir süre için toplantıya katıldı. Daha sonra katılan grupların kendilerinden, yaptıklarından ve yapmak istediklerinden bahsettikleri toplantıyla programa devam edildi. Cumartesi gecesi, Lambdaİstanbul tarafından düzenlene parti Club 20 ve Club 14’deydi. Buluşmaların işlevi, içeriği ile ilgili bir takım görüş ayrılıkları nedeniyle cumartesi ve pazar günleri tartışmalı geçen toplantılar sonrasında, Şişli Tiyatrokare’de “Erkek misin Kadın mısın?” adlı oyunun seyredilmesiyle program sona erdi.


KAOS

Kürşad Kahramanoğlu: "Herkes Avrupa'nın eşcinseller için mükemmel bir yer olduğunu düşünüyor. Fakat Balkanlar'ı, doğu ve güneydoğu Avrupa'yı unutuyor" Uluslararası Lezbiyen ve Gey Örgütü ILGA'nın Avrupa kolu 22'nci konferansını, 4-8 Ekim tarihleri arasında, kıtanın eşcinsel hakları konusunda en kötü notuna sahip ülkesi olan Romanya'da gerçekleştirdi. Romanya Senatosu'nun eşcinsel ilişkileri yasaklayan yasayı kaldırmaya hazırlandığı bir döneme rastlayan konferans, Romanya basının gündemini işgal etti.

ILGA'nın Genel Sektereri Kürşad Kahramanoğlu, konferansın açılışında yaptığı konuşmasında, "Herkes Avrupa'nın eşcinseller için mükemmel bir yer olduğunu düşünüyor. Fakat Balkanlar'ı, doğu ve güneydoğu Avrupa'yı unutuyor" dedi. "Arzumuz ayrımcılığın tüm dünyadan silinmesidir. Bugün Romanya'da olmamız, bu arzumuza ulaşacağımızın işaretidir" diye konuştu.

Avrupalı parlamenterlerin de yer aldığı konferans, 100 delegenin katılımıyla geçekleştirildi. 1936 yılından bu yana eşcinselliğin yasak olduğu Romanya'da, ilk kez bu çapta bir eşcinsel konferans düzenleniyor.

Katılımcılar konferans salonunda, Avrupa'daki eşcinsellerin geleceğini tartışırken, dışarda ise konferans hakkında tartışmalar sürdü. Bir hafta boyunca, konferansı birinci sayfalarına taşıyan Rumen basını, sıcak haberlerden, diplomatik plakalarla ilgili dedikodulara kadar çeşitli haberlere yer verdiler.

"Konferansta karşı gösterilerin olabileceğini düşünüyorduk. Bu yüzden konferans öncesinde, güvenliği sağlaması için İçişleri Bakanlığı ve Bükreş Valisi ile temasa geçtik" dedi. Konferans süresince, bir grup gri üniformalı Rumen polisi, oturumun düzenlendiği Best Western Oteli'nin kapısında nöbet tuttu. Katılımcılara yollarda da eskortluk eden Rumen polisi, delegelere, cuma ve cumartesi gecesi kentin tek gey diskosunda verilen partide de eşlik etti.

Konferansa ev sahipliği yapan ACCEPT'in verdiği resepsiyona, Danimarka, Almanya, ABD ve Finlandiya'nın Bükreş Konferansta, ele alınan en Büyükelçileri de katıldı. Resepsiyonda bir konuşma önemli konu 'Avrupa Birliği'ne üyelik yapan Amerikan Bununla birlikte, konferans Büyükelçisi Jim Rasopepe, müzakerelerinin, aday ülkelerde eşcinsel haklarının karşıtı ciddi bir gösteri eşcinsellere eşit haklar için olmadı. Konferansa ev verilen mücadelenin ancak sağlanmasında nasıl sahipliği yapan Romanya kullanılabileceği' oldu. ileri doğru gidebileceğini Romanya da bu ülkelerin söyledi. ACCEPT'in eşcinsel örgütü ACCEPT'in Genel Sekreteri Başkanı Florin Buhuceanu başında geliyor. Adrian Coman, ise Romanya'daki eşcinsel karşıtı politikalarla mücadeleye dışardan gelen desteği takdir ettiklerini söyledi. Buhuceanu, "Eşcinsel ilişkiyi yasaklayan yasanın halen yürürlükte olması, ILGAAvrupa'nın konferansının Romanya'da düzenlenmesini daha önemli kılıyor. Bu bizim için dayanışmanın işaretidir... Buradaki varlığınız, azınlıkların ILGA-Avrupa'nın yönetim kurulu üyesi İsabella haklarının korunması Cruette, Bükreş sokaklarına asılan anti gey posterleri konusunda göstermiş gösteriyor. Posterlerde "Eşcinselliğe Hayır Hayır olduğunuz kararlılığı bir Hayır" yazıyor. kez daha ortaya koyuyor.

58

Romanya konferansının önemi budur" dedi. Kilise karşı atakta Konferans boyunca her ne kadar da ciddi bir karşı hareket gözlenmese de ACCEPT Genel Sekreteri Coman, konferans öncesinde, küçük bir grubun anti-gey gösteri yaptığını söyledi. Coman, gösterinin ardından ise kent sokaklarında, Romanya Ortodoks Patrikhanesinde düzenlenen anti-gey gösterinin posterleri ile donatıldığını ifade etti. Konferans öncesinde tehdit telefonları aldığını belirten Coman, bununla birlikte eşcinsel karşıtlarının Romanya'da yeterince güçlü olmadığını söyledi. Coman "Halkın büyük bir kısmı eşcinselliği yasaklayan yasaya sıcak bakmıyor" dedi. Romanya Ortodoks Patrikhanesi, ülkede eşcinselliği yasaklayan yasayı destekleyenlerin başında geliyor. Pazar günü Patrikhane'de düzenlenen toplantıya 100 kişi katıldı fakat toplantı pazar ayinine yakın bir şekilde geçti. Eşcinsellerle ilgili yapılacak yeni düzenlemelerin taslağını hazırlayan Monica Macovei, eşcinselliği yasaklayan yasa konusunda Ortodoks Kilise'sini suçladı. Kilise'nin çok ilkel davrandığını belirten Macovei, "Kilise kendi sınırları içinde kalırsa, herşey geyler için daha iyi olacak" dedi. ILGA-Avrupa konferansın


KAOS GL

Posterlerde Romanya Ortodoks Patrikhanesi'ndeki eşcinsel karşıtı gösteri için yapılan çağrıya ilgi az oldu. Patrikhane'deki gösteriye sadece küçük bir grup katıldı. ardından yayımlanan sonuç bildirgesinde şu ifadelere yer verildi: "Organizasyon, sağcı ve dinci gruplar tarafından hafta boyunca yapılan protesto çağrılarının başarısız olmasından büyük bir memnuniyet duymuştur. Bu, Romanya halkının, eşcinsel haklarını onaylama konusundaki görüşünü yansıtmaktadır." Üyelik sürecinde eşcinseller Romanya'da halkın görüşü değişmese de, Romanya Avrupa Birliği'ne girmek için gerekli yasal değişiklikleri yapmak zorunda. Avrupa Komisyonu, Romanya ile ilgili hazırladığı raporunda, özellikle eşcinselliği yasaklayan yasanın yürürlükte kalması durumunda Romanya'nın AB'ye girmesini zorlaştıracağına dikkat

çekilmiş ve bu konuda birlik standartlarına uygun yasal düzenlemelere gidilmesini istemişti. Avrupa Birliği'nin eşcinsellik konusunda eleştiri yağmuruna tuttuğu diğer ülkelerin arasında Macaristan, Bulgaristan ve Kıbrıs Rum Kesimi yer alıyor. Organizasyon, Alman Yeşiller partisine bağlı olan Heinrich Böll Vakfı; New York merkezli Ulusal Lezbiyen Hareketi ASTREA ve Hollandalı gey grubu COC'un maddi katkıları ile düzenlendi. ILGAAvrupa'nın bir sonraki konferansı Hollanda'nın Rotterdam kentinde düzenlenecek. İLGA'nın küresel zirvesi ise, Ağustos ayında California eyaletinin Oakland kentinde yapılacak. The Washington Blade by Will O'Bryan

59


KAOS GL

ISSIZADA

altıağustos2bin / bir ö ğ l e uykusunun ardından; "nEdeNse bİR YAlNıZLık Var", DEDİ YAĞmUrU ISLAtan şemsİYEler. "Bİr ŞekİLde oLuYOruz vE biR şeKİLDe DE zaTEn YoKUZ. " "secimİNİ yap" DEDİ BeRikİ. şİmDi YaLNIZdıLaR VE de YağMUrun YAĞMASInI BEKLiYorLArDI. (Eda'bi meKTUpLaR Oğuz Atay, Günlük. ) 7ağustos2bin / uyuyamıyorum ve/ya uykum var çok ; Onun g i d i ş i nin üzerinden aylar geçmişti, hangi RıhTıMa uğurlamıştım aşk_ımı bilmiyorum. Nefesimi tüketmiş bir çoğulluk vardı yalnızlıklarımda elimde ise kalbini onarmaya çalışan tek gözlü SaVaş mağduru. (çirkinim ben – bildiğim tek şey içimi boşaltmak ucuz ölümlere)... @dımın BaŞ harfleri birbirine çok yakındı ve kapımda kimliği belirsiz cinayetler birikiyordu... HanGi cinayetten başlama_lıyım sence / seni daha çok ölü_m yapmak için? Mavi rengi neden sevdiğimi h i ç sormadın ______ oysa m a v i bir ölüm düşledim ikimiz için / güzel mi ? Ölüm_ü e n / a z seni sevdiğim kadar seviyorum, ne vazgeçebildiğim / ne de sonsuza dek aynı yatakta sevişmeyi göze aldığım nefesi ucuz şaraptan kokan devrik bir şairin aşkı gibi. .... / oysa s e n benimle ölemeyecek kadar güzeldin..... bense ölüme kendi çirkinliğimi götürecek kadar aciz.... ağustos2bin / uyuyamıyorum sokaktayım ve bu yazdıklarım sigaramın biten paketinden alındı ; stoğumdaki tüm “Bafra” tütünü bitti ve elem_trak bir yalnızlık vardı insanlar arasında unuttuğum. Sokak lambaları sadece orospular için yanıyordu / benimle sevişmeleri için şiir teklif ettim ve hatta vizitenin içine dahil ettikleri ucuz hayat hikayelerini sabaha dek dinlemeyi... istemediler / sevişilmeyecek kadar çirkinmişim! “noksan uyanıyordum güze / bulduğum bir gerçek vardı / aç kalınca üç

60

kuruşa okuttum! (met-üst) ” 8ağustos2bin/ellerimi kaybettim gece yarısı saat 3:25 bir defter getirdi “mavi bulut” sokak çocuklarının üzerlerine geçirdiği cırtlak pembesi kazaklar gibi bir defter. Kadınları not etmem için, durakta, markette, sokakta, sahilde, banyoda... kadınlar güzeldiler ve incitilmeyecek kadar aşıklar_dı yazamadım. “Madem hayatıma girdiğin için bu kadar “yaralısın” neden hala kıyılarıma gelmen? / GELME! Sana borcumu / kamyon şoförleriyle ters ilişki yaparak öderim... / MERAK ETME! ” YAZAR_IM BeN rengimi KeNdİm seçtim! MaVi bir çizgiyim... GeÇmE / düş_ERSİN / tut_mam / AğLa_rsıN tarih/kayıp/saati/bilmiyorum/sanırım/çok/sa rhoştum; BaBam ilk defa ölüm_den bahsetti. Ölürse benim de gideceğimden.... Bugün BaBama aşık olduğumu itiraf ettim / beni ilk kez anlamadı! BaBamın ölmesini bekliyorum gitmek için.... her geçen gün vücudumda çıkan kılların rengini daha mavi yapıyorum... Sadece BaBam sever beni bu çirkinlikte biliyorum... vücudumdaki yara izlerinden tiksiniyorum! Radyo’da bir şarkı; Onu nasıl becerdiğini anlatma / bundan bana ne! (N. Öncel) Gülümserken yakalıyorum karşımdaki gölgeyi... GüL_me Lanet Olası... Dön ArkaNı yaraLaRıma DoKu nm a !!! Karşı/komşum/kavga/ediyor/karısıyla; “azıcık sevsen beni/bu tokatı atmazdın Halil! Şimdi 20 yıllık karına bu tokadı da attın ya helal olsun sana! helal olsun! Yarın gidiyorum beni ararsan, bana bir kez daha yaklaşırsan gözüm kapalı vururum seni... ” Kendimi sırıtırken yakalıyorum balkonumdaki yer yatağımda, Halil amca aramıza hoş geldin! Burası kalbi kırık insanlar sokağı.... sevgilimi/kardeşimle/sevişirken/bastım; Gece nereden geldin aklıma? Sana gelmek için tam 23 dakika yürümek zorundayım biliyorsun değil mi? Sokakta aç köpekler var ve çöp tenekelerinden, boş bira kutuları, alüminyum toplayan adamlar... Onlarla sevişebilir miyim? Tiksinmeden eğilip öpebilir miyim? Oral seksten hoşlanırlar eminim... 10 dakikadır yoldayım kapına gelince bir mazeret bulmalıyım, uykum kaçtı desem ya da bebeğimi düşürdüm... bir bebek sahibi olmayı


KAOS GL ne çok istiyordum bilirsin, ya/da kanser teşhisi kondu yarın öleceğim desem. Apartmanının köşesindeki çöp tenekesini karıştıran ada_m bana dikkatlice baktı... sanırım onunla yatmak isteyip istemediğimi düşünürken beni yakaladı... hayır onunla sevişemeyecek kadar kirliyim üstelik koltuk altlarımı da almadım. Kapını seviyorum her defasında ona uzun uzun bakıp “güzel günleri” tekrar tekrar hayal etmeyi... içerden sesler geliyor aldırmıyorum... mazeretim var yarın intihar etmeyi düşünüyorum! Kapıyı çalıyorum üç kez bu bir parola aç ben geldim hani çirkin olduğum için terkettiğin eskin parolası... Kapıyı açtığında saçların dağınık belli ki yeni uyumuşsun... ama gözlerin? Uyumuş gibi değiller... üzerine niye bişii giymedin? Şaşkınlık neden? İçerdeki adam kim? Sen bir adamla sevişmezdin hani?... Susuyorum, içerdeki ses yaklaşıyor ; – kimmiş o ? “ABİ senin ne işin var sevgilimin yanında?!!!” Söylesene abimle sevişirken hangi pozisyonları uyguluyorsunuz? Biliyor musun küçükken bir kez porno film izlemiştik birlikte, bana gözlerimizi kapatıp karşılıklı “mastürbasyon” yapmayı önermişti! istememiştim, ama o... ! Abimin sırtında çizikler var sanırım şehvetliydi sevişmeleriniz... Dünya kara / kapkara! Sevgiler koca bir yalan! Miğdem bulanıyor, kusuyorum, kusmuğumda kan izleri.... ÖLMEK İSTİYORUM! Uyandığımda mutlak bir ölüm kokusu olacak çarşafıma sinen... hangi ölümü seçmeliyim? Küçükken ne zaman birilerine kızsam öldüğümü düşlerdim ve cenaze törenimi yapardım. Ağlayanlar, yalakalık yapanlar ve içinden “ oh nihayet geberdi deli ” diye geçirenler. Öldüğümde üzülecek tek kişi “BaBam” aşık olduğum tek ada_m... Bir bilse her yaşadığım gün insanlarla aramdaki uçurumun arttığını eminim beni anlardı! “hepinizden o kadar çok tiksiniyorum ki, bende olan her şeyi yok ettiniz / beni yok ettiniz. Sıradan hayatlarınıza girmedikçe beni mumdan sanıp şekil vermek istediniz! Hayır hiç birinize teslim olmayacağım!!! Hepinize lanet bırakacağım... ” Bütün sokak köpekleri eminim mezarıma işeyecekler ve ben azraili beklemediğim için Tanrıya karşı gelmiş olacağım. . Nedir ki Tanrı? “Tanrı varsa ve bizi yukarıdan seyrediyorsa / beni iki müşteri arası dinlenen lüks randevuevlerinin genç fahişelerine benzetiyordur. (Ş. İşigüzel/Hanene Ay Doğacak / Tabut/sf:21” Seni abimle 69 poziyonunda hayal ediyorum çıktığım yüksek binanın tepesinde. İnsan ölmeden öncede gülebiliyormuş zaten

61

küçükken ne zaman düşüp bir yerimi incitsem çok gülerdim... Soluksuz bırakıyorum kendimi boşluğa, ölmeden önceki son sesleri duyuyorum. Aşağı inince bitecek her şey... ölüm bir daha acı çekmemek demek... Ortalığı çok kirlettiğim için belediye temizlikçileri bana çok küfredecekler... adımın kayıtları “orospu” diye geçecek onlarda... Ve suyla temizlerken etrafı, beynimin parçaları lağım kanallarına karışacak. Farelerin karnını beyin parçalarım doyuracak.. Hâlâ bir yanlarım bu dünyada kalacak... İyi temizleyin... iyi temizleyin... Orospu değilim... Bakireyim daha hiç kimseyle yatmamıştım! Uyanıyorum.... aklıma ilk sen geliyorsun... sana gelmek için 23 dakika yürüyeceğim bilmiyor musun? nasıl severdin beni / ellerin gezinirken vücudumda / ne kadar da yalnızdım oysa... / seninle hiç sevişmedik o bankın üzerinde... sarhoştum çünkü / hatırlamıyorum.... / beni nasıl becerdiğini sakın anlatma! (şarkının da dediği gibi) zorbirayrılıkardındangelen “o”na... Sana sadece şiirler yazmak istedim ben, gelmekten, gitmekten ve aşktan öte sadece konuşmak... Anlatamadığım nice, ayrılıktan, sigaraya nasıl başladığımdan ve o koca kentin sokaklarında nasıl da paralandığımdan... Beni anlamanı beklemedim hiç ama “kötüyüm ben / erdem kimin adı?(umay)” her şey değişiyor ama / eskimiyor acılar / yaşayan bilir ancak nasıl acıtır akşamlar / bedenimde yaşamak zor geliyor artık bana... (Düş Sokağı Sakinler “Üç”) Galata köprüsünün üzerindeyim, ilk defa durmuş bakıyorum şöyle alıcı gözle “bu kente” ve martıların gözlerinde buluyorum kendimi, pike yapıp dalarken acılarımın denize –ne kadar yalnızsın- şarkısını dinliyorum aşık olduğum kadınlardan... Aşık olduğum kadınların hiç biri elbise giymedi oysa ben “onu” hep kırmızı çiçekli bir elbisede düşlemiştim.... Kendini tiner kokusunda kaybetmiş hani o hep görüldüğünde “uzaklaşılan” çocuklar gibiydim... hiç kimse bir kez olsun “merhaba” der gibi bakmadı gözlerime oysa ben biliyorum ki, yaşamda aldatılmıştım... Bu akşam son paramla kendime büyük bir rakı aldım sabaha kadar içip sadece duvarlarıma “çok sevmiştim be... ada_m gibi sevmiştim işte” söylemini ezberleticem... bu akşam çok içip içimden atamadığım sancılarımı kusucam... Üstelik tam sarhoş olunacak hava (m) dayım.... Yalnızlıklarımda elimden tutan hangi kadınlardı ve nasıl sevilirdi bir kadın dahası gözlerine dalıp nasıl toplanırdı yıldız unut_tum... Aklımda deli bir şarkı, sürekli


KAOS GL tekrarlanan susturamadığım; ben sende umut_mutluluk umdum/geceler geldi hüzünleri buldum/geceyi içime aldım gözyaşıdır yıldızlarım/bir sana uzandım sonra karanlığa/sana dokundum sana sana / GELME dur n’olur/GELME KAL!!!/ sana verdiğim çiçekleri yanına al / b u r a l a r SOĞUK /siyah ÇİRKİN k a r a n l ı k yani GELME / seviştiğimiz gecelerde kal / bize (BANA) benzeme... (F. Düzağaç/Beni Rahatta Dinleyin) eylül/2bin/Hiçbir yerden gelmiyorum kendimden başka (Tezer Özlü / Yaşamın Ucuna Yolculuk/ Sf:27) Seni gördüğümde kafandaki tüm hayalleri dumanlı bir yolculuğun kıyılarındaydı, masaya dayadığında başını bakışların nasıl hüzünlüydü.... Beni bilmez (SİN) “beni hüzünlendiren kadınlara aşık oldum hep” TANRININ İSKELETİNDEN KAN SIZIYORDU (Ayhan Kırdar – Uç – Nisan/Mayıs-1999) “azrail’e itafen” Sen yine buradasın demek, geç kalmıştın!!! Ağzın ne de pis kokuyor, şimdi sıra kimde? Kimi istiyorsun? Gel bu sefer kızmayacağım, gelişin sana devredeceğim bir lanet olacak. Yaşayarak eksilteceğim seni, yavaş yavaş ama tam kalbinden! Ruhumu şeytana sattım, soğuk gecelerinde bu kentin insanlarını en güçsüz yerinden vurup “kötü” yapmak için... Kötüler senin Tanrındır bilirim... !

Çirkinliğimde ölümün sol notası var/ biliyorum bir gece.... ! İçimde derin bir boş(h)luk var! Ne sen ne de bir başkası geçmiyor artık “orgazm” arası harman akşamlarımdan! Acımın kalıntılarında buluyorum kendimi, kendimi lanetlenmiş olarak görüyorum insanlar arasında... İnsanlar ne kadar da sıradanlar. Bir kilisenin tepesindeyim şimdi, durmadan dönüyorum, dönüyorum, dönüyorum. Bir papaz beni görüp İsa’nın karşısında diz çöküyor. Durduğumda sevgilimi bankta şeytanla düzüşürken göreceğim. Kilise bahçelerinde yalnızlığın İsa’yı ararken, üvey annemi genç bir oğlanla oynaşırken ve kendimi Taksim’in arka sokaklarında pezevenkler tarafından kovalanırken göreceğim. Bıktım artık bu oyunu oynamaktan, uyandırın beni ya da uyutun... ! Senin sadece dizlerini istemiştim derin ve katıksız uyku için, sanıyordum ki sana ulaşamazdı kara_basanlarım! Kimseyi sevemeyecek kadar acıkmışım, kendi kalbini kemiren bir hastalığım şimdi ve durmaksızın “şarkılar” söyleyen kötü sesimden... İnsanlar sürekli dua ediyorlar gece gördükleri rüyalar için, insanlar geceleri rüyalarında “hayvanlaşıyorlar” sonra da günah çıkartıyorlar. Dönmelisin kendine sadece kendine dönmelisin, mutlak kendine... ! Bir kadın var sürekli bağıran, bağırdıkça adımın baş harflerinden küfür yapan, bir kadın var içime kusmak isteyen. Uzak durun benden___________! Karanlıklarınız içimi daraltıyor. Uzak durun benden! Uzun/yaşa/yaşamın/utancın/olsun/utancın hayatın/uzun/yaşa/sana/lanet yollayacağım/hep! Yüzonüçüncü sure – el-FELAK De ki; Yarattığı şeylerin şerrinden, karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden, düğümlere üfleyip büyü yapan üfürükçülerin şerrinden ve kıskandığı vakit kıskanç kişinin şerrinden sabahın Rabbine sığınırım! SonDeepNotlar; İçimdeki yaraların rengini buluyorum kimsesiz evlerin pervazlarında, kanıyorum ama kanamalarımın coğrafyası “sana” ait değil bilesin. Hiçbir zaman “seninle” olmadım, hiçbir yerinde, hiçbir zamanında. Benim ellerim mavi, yüreğim mavi ve içimi hüzün adlı bıçakla deşmişim! Bana gelme, tanıyamazsın, utanır ağlarsın... ! Üzülme hiç kimseyi sonsuzluğa taşıyamazsın. Sevgili “Dost” demek uzun bir yolculuk için sen de “eylülü”seçtin. Kardeşin telefonda bana ölümü sordu, ben de yeni bir yaşam dedim bir gün mutlak yaşanacak olan. Senin için 10 Eylülü boş bırakıyorum.... IsszAda halikarnasuss@yahho. com

62


Biz birbirimizi yüreğimize alırken acele etmedik. Ama sonumuza bir o kadar çabuk geldik; tıpkı uyuduğunda gördüğün bir kabus gibi oldu sevgimiz. Ve arkasından koca bir soru bıraktık sevgimizde: "NEDEN?" Belki de hiç cevabını bilmediğimiz bir soruyu sorduk birbirimize yada bizi ayıran KABUSA. Neden birtanem? Gün gelir cevaplar mıyız bu koca, ağır ve acı soruyu? İki büyük insan gibi sırtladık bu ağır cezayı neye güvendik de aldık tüm hayatımıza ve tüm hayallerimize? Sandık ki geçer ama geçmedi işte. Kimi kandırıyoruz? Bugün bu yazıyı yazarken ben hâlâ senin sevgilinim ama sen bunu okurken benim değilsin. Galiba biz daha büyümedik cankuşum daha yaşamamız gereken ve bizi olgunlaştıracak bir çok ayrılıklar yaşamamız gerekiyor. Dilerim ayrılmaz hep mutlu olursun (ama bu bil ki sahte bir dilektir). Belki bir çok fırtınadan sonra ikimizde liman olacağız ve birbirimize sığınacağız. Buradayım cankuşum dualarım ve yüreğim seninle sakın unutma. Sakın bana kızma senin hep yanında olmadığım için. Bir daha görüşme olmayacak diyorsam sevgilin mutlu olsun diyedir. Bildiğim bir tek şey var ki sende sonsuz bir güven ve gerçek bir lezbiyen aşkı yaşamamdır. Sağ olasın güzel kadınım. Senle beraberken ben hiç ağlamadım... senden sonra neler hissedeceğimi sana hiç anlatmadım, içimdeki çığlığı hiç dışarı vurmadım. Sen beni bilirsin sustum mu kimse konuşturamaz beni. Sustum mu tüm dünyaya susarım ve yaşarım içimdeki o sonu olmayan fırtınayı ve hep kulaklarımda çınlatırım içimdeki çığlığı. Serde kadınlık var ağlayamam... kim demiş erkekler ağlamaz diye. İşte ben ağlamıyorum işte en azından kimseye gösteremiyorum içimde kan ağlıyorum ve bağırıyorum "benim günahım neydi?" diye. Ah gurur beni yok ediyor. O kahrolası gurur yüzünden son kez bile olsa seninle güzel vakit geçirmekten mahrum bıraktım kendimi. Ne kazandırdı bana YALNIZLIK... ve yeni insanlar hayatımda ama ne kadarı benimle? İtiraf ediyorum hiç biri. Peki ya sen ne kadar benimlesin sonsuza dek unutma. Seni ilk gözlerinden tanıştım ve farkettim ki benim bir parçam garip bir şekilde sende duruyor. Almak istedim, ama seni farkettim, yüreğinin ne kadar yorgun ne kadar acılar içinde olduğunu anladım ve limanın ben olduğumu ve seni sevdiğimi anladım. Sözler verdim sana büyük sözler gelirse giderim dedim. Sen de "tamam ama gitmesen...?" dedin. Ama geldi işte ve benim de gitme vaktim kapıda bekliyor sessiz ve yıkıntılar içinde. Ve evet ben sadece bakıyorum senin gitmene hiçbir şey yapamıyorum sadece avuçlarımdan yakıp gitmeni seyrediyorum o kadar. Savaşamıyorum çünkü karşımda sen varsın ne yapayım? Artık yatağım soğuk tıpkı yüreğim gibi. Artık hayatımda karanlık tıpkı sevgim gibi. Ben her gece yalnız yatarken sen her gece o kadınla uyuyacaksın. Ama haksızlık bu. Bir gemi fırtınalı denize neden geri dönmek ister ki? Bile bile. Ne olacağını bilemeden ve belki yara alacağını düşünerek? Oysa limanı vardı, onu koruyan, güven veren ama o fırtınalı denizi seçti. Güle güle gemi el sallamak gelmiyor içimden kusura bakma lütfen anla beni. Limanın en sevdiği gemiyi her akşam Dolmabahçe'de seyredecek ve bekleyecek belki yolunu bulursun tabi yer değiştirmezse. Bakakalırım giden gemin ardından. Serde kadınlık var ağlayamam... SARI GÜL Anlamı vedadır gülün O da küskündür ismine Sarıdır rengi en sıcak olandır Ve vedanın en yakıcısıdır. Yürekleri korkutan güldür, Vedadır çünkü anlamı. Karşılığı olmayan tek güldür. Sevmez ki onu kimse Yalnız ayrılanlar bilir onun kokusunu Yalnız kalbi kırıklar bilir rengini Sarı güldür, vedadır adı, Senin bana alamadığın son güldür. Gözlerinde öpmediğin sarıgülün

63

Uyuyamıyorum. Yorgunum avuçlarım yara bere içinde. Yapılacak o kadar çok iş var ki… Hiçbiri yapılmayacak şeyler aslında. Canıma yakışmıyor. Canıma yazık. Beynim kafatasından taşıyor. Bu kadar yükü omuzlarım taşıyamıyor. Adımı "siyah" koydum. Güz geldi. Güzsiyah oldum. İmzam gözyaşı. Bir sürü yalnızlık satın aldım, ucuzcudan. Gücüm buna yetti. "Sevmiyorum" diyorum seni ama seviyorum. Dur denmiyor ki bu kalbe. Dinleniyor o vicdansız da inadına güzelleşiyor gözüm de. Ne kadar kudretli geniş omuzların. Göğsün, göbeğin. İpeksi sarı kılların. Benim nasibim değil onlar biliyorum. Uykuma giriyor ama, niyetleniyorum, tutamıyorum. Ben güzele güzel dedim. Güzel benim olmasa da. Ben yasağım. Günahım. Karanlık bir şehrin ortasındayım. Kimsenin elini vermeye cesareti yok. Ben kimsenin kolunu koparmam ki… "Çirkinim belki yakışmaz beyaz gömlek Belki haddim değil seni sevmek Ama bende baba yadigarı değil aşk Tepeden tırnağa emek, Tepeden tırnağa emek" diye şarkılar söylüyorum ki (Telefon çaldı. Yeğenim okula yazıldı nihayet. Bunu sizinle paylaşmak istiyorum. Onu ben doğurmadım. Hiçbir zaman böyle bir şey olmayacak ama doğurulanları doğurmuşum gibi seviyorum. Annelik doğurmak mı, gönül verip büyütmek mi yahu!) Bütün telefonlara sensindir diye bakıyorum. Sen çıkınca onca telefonun yalnız birinde bütün kapılara, sokaklara, kalabalıklara, karanlığa, yatağıma sensin diye bakıyorum. Olmuyor. Kendimi senden çalamıyorum. Bu kadar güzel olmak zorunda mıydın? Sen bana "oğlum, şu kız fıstık gibi" dedikçe sıcak sesinle benim kalbimde onarılmaz yanıklar açılıyor. Sessizliğim sana bir şeyler anlatmıyor mu? Bir kere, bir kere de bana "sevdiğim" desen olmaz mı asker güzelim. Demezsin biliyorum. Dilini asarlar. Siz kanatsız melekler ben şeytanın yokladığı, yolladığı, artığı… Uyuyamıyorum, yorgunum, avuçlarım yara bere içinde. Yapılacak o kadar çok şey var ki... Hiçbiri yapılmayacak şeyler aslında. Ben bir şey yapamıyorum. Bu derdi bana veren Hakk'ın güzelliğine sığınıyorum; ama içimde kırık, çocuk bir isyan var. Sebep oldun yarab, sebep oldun yarab! "asker güzelime" Güzsiyah


KAOS GL

Maviye dönen düş. Düş geleceğe bakmıyor hiç. Düş yerinde duruyor. Düş oyalıyor beni. Düş düşüyor. Kendime yakınlaştırıyor. Bazen sadelik oluyorum. Bazen abartı. Rüküşlüğü de yaşıyorum. Boyuyorum duygularımı renkten renge. Üstelik bilirken ne olduğumu. Üstelik biliyorum nereye kadar. Düne kadar. Yarınsız bir varlık bu, her şey dün kadar. Her şey bir an. İkinci bir ana zamanı yok duygumun artık. Bir düşüm ben, düşünen, düşünmekten ürken. Ürkek bir düşüm ben. Hayaller gibi geleceğe tutunamayan, Sabah kalkınca uykudan her şeyi unutan. Berrak bir sabahı dengeler gibi, Mağrur bir bakışa uyanan. Uyumayan ve uyanan. Sonra sonra anlayan. Bir şeylere tapınan. Yolculuğum nereye diye sormadığım yollara açılır. Yolculuğum ben dahil bütün benliğimi yolda bırakır. Kendime kaçışlarım beni kendimden uzaklaştırır. Yaşadığım telaş kör bir saate alıkoyar benliğimi. Sarhoş olur, sona yaklaşırım. Ötesizliktir bu zaten, öteden beri içime yerleşen. Kendimi kollarım, Kollamaz beni bakışım. Saatler yazarım. Zaman tutarım.

Zamanı kovarım. İçi içine sığmayan bir duyguya aşkımı adar, Aşkı kendimi yitirirken anlarım. Okuduğum çok şey uçar. Ama sözler uçmalı yüreğimden. Sözlere kanarım. Kandığımı bilir kanarım, Biraz daha yakından yaşamak için, O yalandan gerçeği belki de. O herkesin inandığı, Peşinden koşup ağladığı oyalanma seferlerini. Gerçek seferimi yanı başımda, Yerine aşina olduğum bir yerde saklarım. Yakın olmak için çokluğun hırslarına. Kendime satırlar adarım. Bir başkasına satırlar adarım. Benimkiler hep kalır da, O başkaları giderek başkalaşır. Sonlanır. Yiter. Kendi yitik bahçelerinde karmaşaya bırakılır. Tutun dediğim her duygudan arınma günüm bu gün. Bugün anlama günün. Susma günüm. Konuşmaya küsme günüm. Duygumu yitirme günüm. Bu gün benim yeniden varoluş günüm. Varlığa dönüş, İçinde yaşadığım yokluğa tutunarak. Tutunarak benliğimden kopan yaşam dürtüsüne. Üstelik bahar, Hep yağmur da yağsa, Hep üşüsem, Yol almaktan korksam da hep. Bahar üstelik. Açan çiçeklere karanlıkta da dokunsam. Ben olmasam, Ben onu yaşamasam da bahar.

64

Sona döndü duygum, Yokluğa döndü. İnişe geçtim. Taşa bastım çıplak ayak. Ya da düştüm kim bilir? Henüz oldu bunlar, Ve ben şimdi olanı şimdi anlayacak kadar büyümedim. Henüz kendimden geçmedim. Dışıma çıkamadım. İçimde kaldım, İçimden atamadım. Yoramadım. Yorulmaktan henüz kaçamadım. Oyalanma yolunda şaşırdığım sokaklar onlar. Ve yürürken sağımı solumu rehin bıraktığım. Son yakın. Sona çok yakın yalnızlığım. Yabancı, Yabancılık duygusu... Unutuş, Başından beri hatırlamak için uğraştığım. Kaç nefeslik yeri var denizimin benim için? Kaç varışlık yolu? Kaç cevapsız soru saklı kaldı gömüğümde? Sus diyor ‘’ben’’, her söylediğime. Gitmek ... diyor bir de. Karanlık bir gecede, Yıldızların altında, Ay ışığında, Bir otobüsün içinde yola bakarken, Yaz, hanımeli kokan bir sokağı özlerken gitmek... Gitmek. Bir şarkı, Bir film karesi, Bir tablo, Anlamsız bir fotoğraf çocukların ürkekçe baktığı... Her şeyi yanına alarak gitmek.


KAOS GL Susmak. Sessizliğini bozacak bir çokluk yerine, Yalnızlık almak. Yalnızlık satmak kendine. ‘’Ben’’ de, ‘’Benlik’’ de. Ne istersen söyle. Gülümse. Fotoğrafını çekiyor uzay. Uzay seni içine hapsediyor. Gülümse. Resmin senin gibi ince, Resmin bilmek gibi olsun. Öğrettiğin gibi gerçeği kendine. Gülümse. Havada kalıyor sözcükler yine. Hava ağırlaşıyor giderek. Erken mi kararıyor gün ne? Nedir, dert mi yine? Henüz çok yakınım kendime. Henüz çok içindeyim benliğimin. Henüz uzaklaşmadım tuzaklarımdan. Henüz susamadım gerçeğime. Öylesine bir yalnızlık, Öylesine bir susuş bu, Yanı başımda beliriveren. Rol bu. Karmaşa yaşıyorum. Nefesim tükenmiyor, Tükenmek istiyorum. Korkuyorum başka bir gerçeğe uyanmaktan. Kendi ruhuma veda edip, başka bir ruha adanmaktan. Zaman. Zamanı yazıyorum. Kurcalamaya korktuğum, anlamından yorulduğum.

Bu şehrin sıkıldığım yüzü insanlar. Düşlerim... Gördüklerim... Gerçeklerin düş yaşamı bunlar, Düşlerin gerçeğe yansıması. Yok diyerek var etmeye çalıştığım yollar. Kendi gibi olmaya çalışan bir imgeye, Farklı bir anlam yüklüyor yaşananlar. Ve ben, Bir düş müyüm kedilerin krallık kurmasını isteyen? Sarhoş olunca her şey maviye dönüşüyor. Her şeyi maviye dönüştüren bir düş müyüm ben? Nasıl da gerçek hayat düşünmezsen.

Mavi saçlı kız Bugün uykudan uyandım Ve etrafı mavi çiçekler sardı Ve güneş asla doğmayacak Hayatın kozası dev bir kelebek oldu Ve kelebek artık yaşam Sürgün nasıl yazar kendi yazgısını Sınırdışlarında yaşayan gözlerim Yaz sonrası bahar Gibi Ey kara bulutlu efkar Ellerim düşlerim yanarken bile Sevmenin adı son

FATİH İLKAY 18 Ekim 2000

ARES

Otel Odaları Bu kadar güzel dudaklar Nasıl böyle zehir döker. Yamacına varırken aşkın Ben dikerim kaderimi o söker. Yanıma kâr kalan zararım sen ol İçinde kaybolduğum şehir Gel bulut, yan ateş, su dol Çık yüzümde ki inat kir Uzağındayım ya Önemli şehrin adı Sensiz dünyanın her yanı aynı Oralarda acı buralarda acı

Korkmak yine. Anlatamamak, Onca sözcüğe oyunlar yazıp... Onca sözcüğe anlam kattığım o anlamı var edememek. Kendi içimde başka bir düşe dönüştürememek.

Benim adım otel odalarında Seninki birinin yüzüğünde Kırılmaz mı o parmaklar ahımla Seni kandırmışlar seni de Vay anam vay!

Susuş, Unutuş, Unutuluş tek çare yok oluş.

İki göğsümün ortasında sızılar Siz bilmiyorsunuz otel odasında ağlayan biri var!

İz bırakıp yüreğinde. Yüreğinle yazıp kendini başka bir koca denize. Ben ve sıkıldığım yüzü bu şehrin.

"SÜRGÜN"

Güzsiyah

65

"UYKUMUN SOLUĞUNDA GİDENLER VAR" Köşelerde yanıp duran bir sokak Lambası tiryakiliğini bırakmış yırtık Kaldırımlardaki sallantısı Küçük bir gölün yıkılması başımın ucunda bir tül perdeyle Lambası tiryakiliğini bırakmış yırtık Azılı bir suçluyum idam mangam kuruldu Sorgusuz infaz edildim Kalbim aynasını yırttı yüzümün eskizlerini Kağıt duvarların içinden yüzler geçiyor Köşelerde yanıp duran bir sokak Öfkeler dolu gönlüm yaraları kasıp kavuran bir nöbet Nöbet ağır nöbetleri biçtim uykumun soluğunda Uykumun ortasında ölü buldum kalbimi

FATİH İLKAY 27 Ekim 2000


KAOS GL

KURSK'LA BİRLİKTE BATANLAR* İBRAHİM

Karadeniz'de gemi batmasını bilirdik de Barents Denizi'nde denizaltı batmasından haberdar değildik. Büyük başın derdi büyük olurmuş. Türkiye'de nükleer denizaltı batma ihtimali yok. Zira nükleer denizaltımız yok. Yani, "tuzsuz aşımız, dertsiz başımız". Rusya gibi nükleer silahlara sahip bir büyük güç olunca can sıkıcı ufak tefek problemler yaşanabiliyor! Rus yöneticiler kimbilir nasıl özlem duydular Gorbaçov öncesi Sovyetler dönemine. Dünya kamuoyundan saklardınız bir güzelce. Olmadı, iki satırlık bir polit büro açıklaması, Pravda'da bir iki sütunluk haber. Rus askerlerinin güvenliği sağladığı kardeş sosyalist ülkelerle dünya üzerindeki onlarca, yüzlerce komünist parti, binlerce işçi örgütü, onbinlerce sendika zaten size inanmaya hazır bekliyorlardır. Ama olmadı işte, yıl 2000. Dünyayı da kandırmak mümkün değil, 118 gencin annesini de. Oya Başar, "Olacak O Kadar Televizyonu"nda Nebalet tiplemesinde üçüncü sınıf bir pavyon şarkıcısını canlandırırken isterik bir edayla meydan okur. "Sanatım var, ben söylerim kime ne". Kosova krizi esnasında sabık Rus lider Yeltsin Amerika'ya meydan okumuştu. "Nükleer silahım var, kullanırım kime ne" etkisi Nebalet'ten daha fazla olmadı. Dünyanın gözleri önünde 118 gencinizin kuzeyin soğuk sularındaki tarifi imkansız ölümünü dahi saklamaya ve saptırmaya çalışacak kadar insanlıktan kopmuşsanız korkunç silahlarınız, kızıl ordunuz ve nükleer gücünüz sizi adam yerine koymaya yetmeyecektir. Olan biten, hiç utanıp sıkılmadan "sosyalizm" diye adlandırılıp, daha da kötüsü, bir çok ülkeye ve ümit dolu yoksul kitlelere de böyle pazarlanan, Stalin denen insanlık düşmanının ana çatısını ördüğü bir çılgınlığın kıyıya vuran kalıntılarıdır. Glasnost öncesinde gizli kapaklı cereyan ederdi, hepsi bu. Terminolojik açıdan "sosyalizm" sözcüğü kökenini insan ve toplumdan, "kapitalizm" ise mal ve servetten alır. Buna rağmen gönümüz pratiğinde sosyalist ülkelerde insana daha az değer verilmesinin ironisini yaşıyoruz. Aslında büyük bir tezat yok. Küçük bir bilgi eksikliği var. Anayasada ya da resmi söylemde rejimin ya da sistemin sosyalizm olarak tanımlanması bir şey ifade etmiyor. Hatta çoğu kez psikopat *

ve insan kasaplarının bu terimi yeğlediği görülüyor. Kendi adlandırmalarıyla Saddam da sosyalisttir, çöl meczubu Kaddafi de. Kaddafi'nin ülkesinin resmi adı "Libya Arap Halk Sosyalist Cemahiriyesi"dir. Hitler bile partisine "nasyonal" ön ekiyle de olsa sosyalist yaftasını yapıştırmayı uygun bulmuştur. Hitler Almanya'sında rejimin resmi adı "nasyonal sosyalizm"dir. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerini Demir Perdenin arkasına alan Stalin, tuhaf bir sosyalizmin imparatoru olmuş, dünya çapında milyonlarca budala tarafından da dünya proleterlerinin ve işçi devriminin lideri olarak algılanmıştır. Marksist ideolojinin önde gelen isimlerinden Troçki kaçıp bir süre Türkiye'de kaldıktan sonra Meksika'da sürgünde iken diktatörün ajanlarından biri tarafından buz kıracağı ile vahşice öldürüldü. İşçi sınıfının haklarını savunan sosyalizme gönül vermiş enternasyonal yoldaşlar tarafından bu ve benzeri bir çok vukuat proleter devrimin muhaliflerinin ya da davadan dönenlerin infazı şeklinde sağlam bir mantığa(!) oturtuldu. Sosyalizm diye adlandırılan Stalinist diktanın ya da Mao'nun kültür cinnetinin iç yüzünü anlayan nadir istisnalar arasında Yugoslav lider Tito başta gelir. Yugoslavya, Tito'nun becerisi, samimiyeti ve karizması altında örnek bir ülke haline geldi. Ancak sistem tabana henüz tam olarak oturtulamadığı, etnik milliyetçilik kırılamadığı ve sadece Tito'nun şahsı ve karizmasıyla yetinildiği için her faninin başına gelen sosyalist lideri bu dünyadan alınca Balkanlar'da Pandora'nın kutusu tekrar açıldı. Sistemlerin teorisi ne kadar mükemmel olursa olsun uygulamada istenen zemine oturtulamıyorsa zaman içinde aşınmaya mahkum kalıyor. İslamiyet de benzeri bir durumla karşı karşıya. Yüzyıllardır milyarlarca müslüman tarafından insan hayatına en uygun, kişinin en huzurlu olacağı sistem olarak kabullenilip iddia edildiği halde, Moritanya'dan Çin sınırına Endonezya'dan Afganistan'a kadar tek bir müslüman ülkede huzurlu ve müreffeh bir ortam yok. Hele ki siyasal sistemlerini bizzat islam olarak ilan eden İran ve Afganistan gibi örneklerde durum tam anlamıyla iç karartıcı. Belki dini bütün saf

Kursk: Ağustos'ta Rusya'nın kuzeybatısındaki Barents Denizi'nde batan nükleer denizaltı.

66


KAOS GL müslüman, birkaç saftirik çıkıp da "İsrail, Amerika, Siyonizm, Büyük Şeytan" masallarının ardına sığınmaya kalkabilir. Mutezile mezhebinin kurucusu islam bilgini Vâsıl, insan aklını ön planda tuttuğu için sapık ilan edildiğinde ne Batı vardı ne Amerika, Büyük coğrafi keşiflerle birlikte Osmanlı'nın başını çektiği islam aleminin bilim ve teknolojide Batı karşısında nal toplamaya başladığında Amerika'nın da İsrail'in de esamisi okunmuyordu. Sosyalizmin başına gelen de çok farklı değil. İyi teorinin kötü yorumuyla zaman içinde teori de hırpalandı. Afganistan'daki Taliban yönetiminin İslama kazandırdığı neyse Sovyet sistemindeki yorum ve uygulamaların da sosyalizme kazandırdığı bu. Çin'de Mao'nun sosyalizmiyle İsveç'te Olof Palme'nin sosyalizminin hangisinin insan hak ve onurunu gözetip hangisinin mutluluk ve refah getirdiğini anlayamamak için zeka düzeyinizin klinik sınırların altında olması gerekir. Haliyle bu zeka düzeyindekilere, kendilerini sosyalist sanıyorlar diye saygı gösterilmesi gerektiğine inanmıyorum. Birçok benzeri gibi Çin'deki ya da Sovyetler'deki şapşal sisteme öykünen Yılmaz Güney'in kabadayı tavırları da beni etkilemiyor. Bu kabadayılığı düzene kafa tutmak gibi fosforlu bir ambalaja sokamıyorum. Kaşık Düşmanı, Yılmaz Güney'le ilgili düetimizde "İsteyen oligarşinin hizmetçisi olur, isteyen onurlu bir tutum alarak ve büyük bedeller ödemeyi göze alarak Yılmaz'ın yanında yer alır" demekte. Gözden kaçan küçük bir ayrıntı var. Bedel ödemiş olmak onurla davrandığımızı ispatlamaz. Aptallar da bedel öder. Cep telefonuyla konuşurken önündeki ağaca çarpıp kafa travmasından ölerek ilk cep telefonu şehidi olup gazetelere çıkan Güney Koreli az bedel ödemiş olmadı. Adamcağızın bedeli hayatı oldu. Söyler misiniz bu bedelin anlamı ve Güney Koreli'ye sağladığı onur nedir? Yılmaz Güney de 300 milyon insanın hapsedildiği bir cezaevine ya da bir milyar insanın kapatıldığı Çin tımarhanesine özenip bu uğurda bedel ödediyse bana hiç ilginç gelmiyor. "Savaşta ölen de olur yaralanan da insan hayatı elbette önemlidir. İnsanlara en çok kıyanların Yılmaz Güney'in savaştığı taraf olduğunu hatırlatmaya gerek var mı?" (Kaşık Düşmanı, Yılmaz Güney ve Gen Devrimi, Kaos GL 5, Sa.: 55) Kaşık Düşmanının cümlesi kısa, ilginç, çarpıcı. "Savaşta ölen de olur, yaralanan da." Şimdi bu cümleyi imzasız olarak düşünün. İnsan hayatını incir çekirdeği kadar görmeyen ruh halini. Ölürse ölür, ne olmuş yani! Ve böyle bir cümlenin kimlere yakışacağını da bir sıralayalım:

67

-

Yahudi toplama kampı sorumlusu Nazi subayı. Vatanı kurtarmak için solculara karşı giriştiği savaşta Bahçelievler'de yedi TİP'liyi kurşuna dizen Haluk Kırcı. Susurluk kahramanı Abdullah Çatlı. Deniz Gezmiş davasının savcısı Baki Tuğ. Bingöl yolunda izne giden silahsız eri katleden Şemdin Sakık. Ve tarihimizden bir halk ozanı. "Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir" dizesinin sahibi Dadaloğlu. İnsanlara en çok kıyanların Yılmaz Güney'in savaştığı taraf olduğunu belirten Kaşık Düşmanı, bizi sayısal karşılaştırmaya davet ediyor. Hangi tarafın daha çok öldürdüğünün çetesini tutalım demeye getirerek. Hayatlar söndükten sonra ne önemi varsa! Pek şık bir karşılaştırma olmayacak ama Mao'nun kültür cinnetine kurban gidenlerin ya da Stalin döneminde temizlenenlerin sayısı insanlığın en büyük kıyımlarından birisi olan Naziler'in altı milyonluk Yahudi soykırımından kat be kat fazla. Güneyin izlediği, aklının yettiği buydu. Hâlâ mı anlamayacağız? Son olarak Kaşık Düşmanı'nın değindiği bir hususu daha büyüteç altına alalım. "İçimi sızlatan, bu sitem tarafından dışlanan, horlanan, aşağılanan, gettolara çekilmeye zorlanan bir eşcinselin bu karalama kampanyasına katılması" (Kaşık Düşmanı, adı geçen yazı). Peki, ben Yılmaz Güney'in heveslendiği Çin ya da Sovyet sisteminde yaşıyor olsaydım durumum farklı mı olacaktı? 1990'lı yıllardaki çözülmeye kadar (ve hatta halen) bir eşcinselin Çin, Sovyetler ve doğu bloku ülkelerindeki durumunun bundan ne farkı vardı? Yılmaz ağabeyiniz bir eşcinsel rolü filminde oynar mıydı acaba? Doğu Perinçek'in kustukları da mı uyarıcı olmadı? Uzun lafın kısası sevgili Kaşık Düşmanı, ben "Yılmaz Güney, Doğu Perinçek, Mümtaz Soysal" çizgisinde bir sosyalizm istemiyorum. "Salvador Allende, Felipe Gonzales, Olof Palme" hattında bir sosyalizm istiyorum. Romanya diktatörü Çavuşesku devrildi diye İstanbul'da üniversite öğrencileri "Çavuşesku'yu katleden eller kırılacak" diye bağrışmış, bir diktatör gitti diye ağıt yakmışlardı. Çavuşesku'yu sosyalist sanıyorlardı çünkü. Türkiye'de aptal çok. Sanılandan da çok. Birazcık dikkatli bakarsak mitosların, kahramanlarımızın, esas oğlanlarımızın, büyük önem vehmettiğimiz hikmeti kendinden menkul anlı şanlı kişilerin çoğunun da süzme salak olduğunu göreceğiz. Kaşık Düşmanı'na Aziz Nesin'in tespitini hatırlamasını öneriyorum. Belki yararı olur.


KAOS GL

Serkan EGE

Söyleşi eksikliği malum... Bu konudaki girişimlerimden bahsetmek istiyorum: hem zaman kaybetmeyecek, hem de eksikliğin sebeplerini anlayabileceğiz. Başarısız girişimlerimin bir nedeni olarak; heteroseksist düzenin özgüvenini gasp ettiği bir eşcinsel olarak kendimi de suçluyorum. Çünkü; son iki yıl içinde çevremi, süratli, sistemli, bilinçli bir şekilde boşaltıp, arkadaş olarak kalmalarında sakınca görmediklerimle de ilişkilerimi ateşelik düzeyinde bırakmıştım. Yine de gey, iki beş altı yıldır beraber yaşayan eşcinsel çift, üç dört travesti, değişik meslek, iş guruplarından insanlar tanıdıklarım vardı. Hatta; gey bar sahibi bir şahsa sorular yöneltebilirdim. Uçmaksa M. Mungan'dan dahi çok kısa da olsa olumlu olumsuz bir şeyler koparabilirdim. Acemiliğimin sorun yaratmayacağı, hayatını iyi bildiğim, iyi niyetli, duyarlı olarak düşündüğüm bir arkadaşı seçtim ve önümde iki ayın olduğu düşüncesiyle enerjimi başka yerlere harcadım. Teklifimizi yapıp, heyecanlı bir şekilde kabul edildiğinde telefon edilmesini bekledim. Taksim'e çıkan insanlardan kurulu çevrem ben de dahil asla o zamanlarını Taksim'de başka işlere ayırmazlardı. Telefon etmediği gibi Taksim'e de çıkmaz oldu arkadaşım. Nasıl olsa yakalarım düşüncesiyle sorularımı bir kağıda yazıp gerekli izahlar, açıklamalarla beklemeye başladım ve gördüğüm anda da verdim. Evinin telefonunun kapalı olduğu gibi mazeretleri de dinledim. Bekledim ve yine fiyasko! Anlaşılmıştı, Ağustos sayısını ıskalamış iki ay kaybetmiş alışkın olduğum keleklerden birini daha yemiştim. (Birader vazgeçtim de, onu da demiyor. Küfür yassah!) Gazetelerde çarşaf çarşaf resimlerini de gördüğünüz, travestiyi tanıyordum. Ona bu teklifi ilettim o da tereddütsüz kabul etti. (gey biriyle, travesti biriyle, yanı başında ev arkadaşı öldürülen biriyle, ayrıca geçişteki nedenleri, zorlukları, farklılıkları, cinayetten sonra polisin, halkın, ailesinin davranışlarını öğrenip, bir taşla gökyüzünde vurulmamış kuş bırakmayacaktım) Alkol sınırlarını aşmış ve onun beni aramasının onun rahat etmesini takıntı haline getirdiğimden telefonumu vereyim sen beni ara teklifini dinlememiştim. Eşşek kafam benim, çocuk (kızımız) biliyor ne mal olduğunu ama ben ah o ben. Aramadı tabii ki. Aranızda mutlaka sendika işleriyle uğraşanlar vardır, bilirler. İmza kampanyası, yürüyüş, gösteri, miting için insanları ikna edersiniz, çağırırsınız gelmezler, etmezler.

68

Sonra sizi gördüklerinde ya soğuk bir selam verir ya da konuşmazlar. Gizliden gizliye suçluluk hissetmek ve tembellik ettiklerini yapmaları gerekeni yapmadıklarını bilmektir. Öyle bir hale gelir ki arkanızdan sanki işten olsalar beni onlar kurtaracak, bakmak zorunda olduğum çoluğum çocuğum var, pis allahsızın teki, tuzu kuru, ona iş mi yok ya biz napacağız, sanki yürüyorlar da bir şey oluyor vs. şeklinde atmaya, tutmaya da başlarlar. İlki aynı psikolojiyle hareket edip ilk gördüğünde soğuk bir selam verip geçmeye çalışınca tuttum sanki hiçbir şey olmamış gibi davrandım rahatladı. (Artık böyle şeyler için arkadaş kaybetmek istemiyorum.) Bir iki dakika sonra arkadaşının evinde tek başına elleri, ayakları bağlanıp boğazının kesilip öldürüldüğünü anlattı. (Bu da yabancı değil. Alabildiğine yalnız bırakılır solcular, demokratlar ama, sıkışılınca hani solcular, demokratlar nerdeler psikolojisi). Daha bir saat önce dinlediğim; 19 yaşında iken bir odaya hapsedilip üç gün boyunca altmış, yetmiş kişinin tecavüzüne uğramış arkadaşımın hikayesi ile birleştirip yazmayı düşündümse de bütün olayların çokluğu ve röportaj keleğinin de etkisiyle can kulağıyla dinlemedim. (Bize yazdırmıyorlarsa kendileri yazsın. İş mi yani yahuuu). Travesti tanıdığım ise iki gece tanımamazlıktan geldi. (Aşık olacak kadar çok çeker beni.) Sordum niye selam vermiyorsun. Vallahi görmedim dedi. Canım benim. (Yedik!). Tabi vazgeçmedim. Kağıt kalemle dolaşıp gözüme ilk kestirdiğimin gırtlağına çökmeye karar verdim. Çöktüm. Bu müthiş röportaj aşağıda. Senin eşcinsellik adını koyamayacağın kadar ama farklı olduğunu hissettiğin, hatırlayabildiğin çocukluk olayın nedir? Ensest, tecavüz, duygusallık, hoşlanma veya bir olay, anı? (Siz bu soruyu: ilk fark edişini anlatır mısın? Şeklinde okuyacaktınız). "Vücudumdaki farklılaşmayı, değişikliği ilk hisset..." "Haaa evet. Hani göğüslerin patladığında, ilk kanaman gerçekleştiğinde korku içinde annene koşa koşa gittin. Başlarım senin kadınlık özdeşleşmelerinden, onu mu sorduk Hıyar!" "Tamam başka sor." Yarışma programı mı bu? Neyse sor'im. Yaşlılık için ne düşünüyorsun. Yalnız kalmak, korkuların, bulduğun çözümler, çözüm nedir? (Yine siz bu soruyu "Yaşlılık?" şeklinde tek kelime olarak okuyacaktınız ve çocukluk, ilk gençlik, gençlik, askerlik, iş gibi sorulardan sonraki bir sırada). "Aaaaaaaa niye korkum yaşlılıktan? Doğal bir süreç olaraktan hepi." Tamam abi


KAOS GL kalsın, koskoca! Kaos GL'de yayınlanacak diyorum sen güllüm yapıyorsun. Eee daha nasılsın. Off ne şugar bir manti. "Ama sen beni bunalıma sokmak istiyorsun." "Dümbelek seni niye bunalıma sokmak istiyeyim." Röportaj yapıyoruz. Seni bunalıma sokacak kadar ciddi konularda verdiğin cevaplara bak. "Böyle sorma başka konularda sor." Peki gerçi oralara da gelecektim ama olsun. Türkiye'de bir gey hareket olur mu? Sen böyle bir harekette rol alır mısın? Örn. Bir gösteri olsa katılır mısın, katılmazsan niçin? (Yine siz bu soruyu, Türkiye'de eşcinsel bir hareket ütopik midir diye okuyacaktınız). "Olur Türkiye'de bir gösteri olur. Hem de BUT olur." Olanları tahmin edersiniz, koptum. "Peki ben senle röportaj yapayım." Niye olmasın yap anasını satiim. "Hiç evlendin mi?" Yok. "Evlenmeyecek misin?" Hayır. "Niye?" Ayyy ne bilim ben. Anlaşılan şuydu. Bizler medyatik tipler olmadığımızdan repertuarımızda her an sorulur diye hazırladığımız cevaplar yok. Şüphesiz evlenmemek bir düşüncenin sonucu, ama sorulduğunda geçiştiriyordum. Niye daldın? Şu röportaj işini düşünüyordum. Neyse ben bir yol bulurum, kağıdı kalemi bırak. Sağ ol yine de uğraştın. İnsanlar, tembellik, özel hayatlarının ortaya çıkması, başka isimlerle yayınlansa bile çekiniyor olabilir ama, ben bu işin telefonla, kağıt kalemle, kayıt cihazıyla olacağına inanmıyorum. Onunla sohbet, sıcak bir samimi muhabbet kendiliğinden olmak şartıyla yakalar ve bunları sonradan yazarsanız olur. Bunun için hafızanızın kuvvetli olması ve onun ifadelerini kelimeleriyle hatırlamanız gerekir. Yoksa kendinize göre ifade edebilirsiniz bu da anlam değişikliğini getirir, onun kişiliğini aktaramazsınız. Kağıdı kalemi bıraktıktan ve bir biradan sonra çok şey anlattı. İşte onları yazabilsem tam istediğim gibi olurdu. Yazamıyorum çünkü; izin almadım. Ümit Kader'in, "Kendim için bir hayat" (Kaos GL 4 / 43) yazısı iyi bir örnek. Genele yayıp, alıntılarla süslenmezse. Elbette ki Bence!... Vazgeçmek yok. Bu konuda uğraşacağım yine bu sayı olmaz da öbür, öbür sayı olur. Pislik, çirkef, seviyesiz, agresif, paranoyak diye diye sonunda sindirdiniz beni. İt gibi sindim bekliyorum. Son sayıda Ufuk Kuzey'in yazısına bir şeyler söylemek için yanıp tutuşuyorum, amma malzeme var ha!... Böylesine sapla samanı birbirinden ayıramama ben dahi basiretsizliğini, haksızlığını yapmamıştım. Dedik ya sindim!

BELKİ BİRGÜN Sessizliğin sesini dinledin mi hiç? Yankılandı mı sesin sessizlikte; sessizliğin duyulmaz sesinde? Ve yalnızlıkla dost oldun mu hiç? yalnızlığın soğuk kollarında sabahladın mı hiç? Bilir misin ki sabahlar yıldızların yok oluş vaktidir. Yine bilir misin ki sabahlar GÜNEŞ'in doğum vaktidir. Ansızın vurur sabah güneşi gözlerine, beklediğin UMUT geldi zannıyla, fora açarsın perdeleri ardına kadar açarsın pencereleri buyur gel içeri der gibi. Ve okşaması için sabah rüzgarı tenini onu da çağırırsın, beklenen SEVGİLİ gibi. Sevmek, sevilmek, özlemek ve özlenmek bulunmaz bir hazine sanki Bir umut acaba güneşte mi, yağmurda mı, yoksa rüzgarda mı dersin Çamurdan çirkeften bir hayat sahte yüzlerle yüzüne güler, bir melek edasıyla çağırır seni maskelerin ardından, ve sonra, ansızın saplar hançerini sen sırtını dönünce ve güler kahkahalarla, bir cadı edasıyla, intikamı yudumlarcasına. Acılar denizinin bir yolcusu olmaktır akibet, Bilinmez ama rivayettir, Göz yaşlarından oluşmuştur bu deniz, Belki de ondandır tuzlu oluşu. Boşver boşver be dostum çek bir fırt daha iliklerine dek çek dumanı, Yükle gam ve kederlerini dumana iliklerine dek çek dumanı Yooo dur dostum çekme iliklerine, Bir yanardağ gibi patla, fırlat ötelere, ötelerin ötesine Gözlerden uzak gönüllerden ırak olsun gam ve kederler Acılar denizinde boğulsun yok olsun. Belki, belki bir gün, Uçar özgürce özgürlüğe güvercinler Belki bulursun bütün özlemlerini, Belki yağmurda, belki rüzgarda, Belki de yüreğinin unutulmuş bir köşesinde Belki o cadı gerçekten bir melek olur Atılan kahkahalar neşe, sevgi, ümit kahkahaları olur, Kim bilir belki de yüzüne güler hayat Bütün çirkefliğinden arınarak KARLARIN ARASINDAN AZİMLE ÇIKAN, TEMİZ BİR KARDELEN GİBİ KARANLIKLARIN ARDINDAN DOĞAN PIRIL PIRIL BİR GÜNEŞ GİBİ ŞUBAT 1998

Murat

69


Lezbiyen ve geylerin ilişkileri bir şekilde heteroseksüellerinkine benzemektedir. Heteroseksüellerinkine benzemeyen ise genellikle yasalar tarafından bu ilişkinin yasal olarak kabul edilmemesidir. İlişkiyi korumak için lezbiyen ve geyler toplumda özerklik adına heteroseksüel çiftlerle olan ilişkilerini özellikle garantiye almak isterler. Bunlara ek olarak bu çiftler özellikle evlilik durumlarında toplumsal olarak kabul görme, ekonomik sorumluluklar ve kazançlar için de ilişkilerini garantiye almak isterler. Lezbiyen ve geyler çocuğa da sahip olabilir. Bazılarının çocukları daha önceki heteroseksüel ilişkilerinden olabildiği gibi lezbiyenler arasında suni döllenme ve erkek arkadaşlarından birinden hamile kalma yoluyla da bir çocuğa sahip oldukları görülebilmektedir. Bazen de geliştirici ebeveyn ya da adaptif aile olarak çocuğun bakımını üstlenebilmektedirler. Fakat toplumun çocuğun yetiştirilmesi ile ilgili olarak cinsel yönelim ve ebeveynliğin gerektirdiği yeteneklere sahip olmaları ile ilgili yanlış algılamaları nedeniyle yasalar ve toplum içerisinde oldukça büyük güçlüklerle yüzyüze gelmektedirler (Cohen, Williams, 1996). Lezbiyen ve Gey Yaşam Tarzları Lezbiyen ve geylerin yaşam biçimlerini anlamak için bu kişilerin hayat biçimlerinin iyi irdelenmesi gerektiği ve bu yaşam tarzının azımsanmayacak kadar geniş bir ranjda yer aldığının bilinmesi gerekmektedir. Burada en önemli açı, bireyin yaşam tarzında açık ya da gizli bir şekilde homoseksüelliğini yaşayıp yaşamadığıdır. Gizli homoseksüel, heteroseksüel bir evlilik yapmış, çocuklara sahip ve toplumda profesyonel olarak saygı gören bir yerde ve ayda yalnızca birkaç saati kendi cinsi ile geçiren birisi olabilir. Homoseksüelliğini açık bir şekilde yaşayanlar ise genellikle homoseksüel bir grup içerisinde ve özelliklede gey alt kültürünün yoğun olarak bulunduğu şehirlerde hayatlarını devam ettirmektedirler. Bu homoseksüeller göreceli olarak daha

az heteroseksüel arkadaşları ile ilişkiler içerisine girmektedirler. Yine homoseksüelliğini açık ve gizli yaşayanların da kendi içlerinde oldukça fazla varyasyonlara sahip oldukları görülmektedir. Bir çok gey ve lezbiyen daha çok güven duydukları insanlarla bu yönlerini paylaşırken günlük, sıradan ilişkilerinde bu yönlerinden bahsetmemektedirler. Gey erkeklerle, lezbiyenlerin yaşam tarzları erkeğe ve kadına yüklenen rollerden kaynaklanan nedenlerle farklılaşmaktadır. Bunun yanısıra geylere karşı ayrımlar kadınlara oranla çok daha fazla olduğu görülmektedir. Örneğin iki kadının bir evi paylaşması çok normal görülürken iki erkeğin aynı evi paylaşması daha farklı yorumlanabilmektedir. Bu nedenle geylerin yaşam biçimleri bir bütünlük göstermemektedir. Bu yaşam tarzını etkileyecek diğer faktörler ise; sosyal sınıf, meslek, kişilik özellikleri v.b.dir. Homoseksüelliğini gizli bir biçimde yaşayan bireyler bazı dezavantajlara sahiptirler. Aşağıda bir lezbiyen bunu şöyle açıklamaktadır. "Bunu gizlemek zorunda olmaktan nefret ediyorum. İnsanların erkek arkadaşın var mı diye sormaları oldukça sıkıcı ve bana bunu sorduklarında oldukça hakarete uğramış hissediyorum". Gey ya da lezbiyen olduğunu açıklama süreci öncelikle bir kişiye daha sonra da diğerlerine homoseksüel olduğunu açıklamayı içermektedir. Bu süreç içerisinde birey psikolojik olarak oldukça incinebilir bir yapıya sahiptir. Bunun nedeni diğerleri tarafından kabul ya da reddedilme riskinin yaşanması ve sonucunda bireyin benlik saygısının olumsuz etkilenmesi olarak görülebilir. Devam eden süreçte birey toplumdaki yeni cinsel kimliği ile kendini keşfetme sürecine girer. Genellikle gey toplulukları ile yeni ilişkiler ve becerilerle ilgili pratik yapmaya başlar. Keşfetme süreci sonunda tipik bir biçimde birincil ilişkilerin şekillendiği bir süreç ortaya çıkmaktadır. Bu ilişkiler sık sık kısa süreli, kıskançlık ve dalgalanmalarla dolu daha çok heteroseksüel ilişkilere benzeyen bir yapıdadır. Son olarak; toplumda tam olarak fonksiyon gören ve uzun süreli bir ilişkiyi devam ettirecek bir bireye bağlanma ile

70

sonuçlanan bir bütünleşme süreci söz konusudur. Elbette bu süreçler ortaya çıkmadan önce birey kendi eşcinsel kimliğine ulaşmalıdır. Bu eşcinsel kimliğine ulaşma altı dönemi içermektedir. 1. Kimlik Karmaşası: Birey muhtemel olarak heteroseksüel bir kimlikle başlamaktadır. Çünkü heteroseksüellik toplumda oldukça normal sayılmaktadır. Aynı cinse ilgisinin olduğunu farketmesi ve davranışları bireyin "ben kimim" sorusu karşısında karmaşaya düşmesine neden olmaktadır. 2. Kimlik Karşılaştırması: Bu evrede birey eşcinsel olabilirim şeklinde düşünmeye başlar. Kendisinde uyanan duygular nedeniyle heteroseksüellikte yaşadığı rahatlığın kaybolması ile sonuçlanır. 3. Kimlik Toleransı: Bu evrede birey ben eşcinselim şeklinde düşünmeye başlar. Birey diğer eşcinsellerle iletişim kurmak ve bilgi almak, paylaşmak ister. Bu başlangıçtaki diğerleriyle iletişimin kalitesi ve içeriği oldukça kritiktir. 4. Kendini Kabul: Bu evrede ben homoseksüelim diyebilmekte ve bu kimliği kabul etmektedir. 5. Kimlikle İlgili Memnunluk: Birey dünyadaki eşcinsellerin iyi ve önemli bireyler olduklarını, heteroseksüellerin ise aynı şekilde olmadıklarını düşünmeye başlar. 6. Kimlik Sentezi: Birey artık "bize karşı onlar" yani eşcinsellere karşı heteroseksüeller şeklinde düşünmemekte, heteroseksüeller içerisinde de iyi ve destekleyici insanların olduğunu kabul etmektedir. Bu son evrede birey toplumsal ve öznel kimliğin bir sentezini ya pmaktadır.

Çeviren:

Metehan ÇELİK Ç. Ü Eğitim Fakültesi Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik Anabilim Dalı Öğr. Gör. Kaynakça: Cohen, K. W. Williams, C. R. (1996). The Lives Of Lesbians, Gays And Bisexuals Childeren To Adults.


Televizyonun faydalı bir şey olup olmadığı halen okullarda öğrencilerin popüler münazara konusu olmaya devam ediyor olabilir belki ama, son yıllarda hayatımıza giren bir sürü başka renkli oyun var. Kimileri cep telefonlarıyla oynamayı ısrarla tercih etse de, oldukça kalabalık bir grup internette yolunu bulmaya çalışıyor. Tamam mantar gibi her köşe başında beliren internet cafeler daha çok bilgisayar oyunları için kullanılıyor gibi görünüyor. Ama küçümsenemeyecek sayıda insan internetin sunduğu o büyülü karışıklığa bir ucundan tutulmuş. İnternet ve onun sağladıkları üzerine bir kompozisyon yazmayacağım, korkmayın. Sohbetten yani chatten bahsetmek istiyorum. Sadece kendi yaşadığım heyecanı aktarmak için yazıyorum bunları, kimseye birşey öğretecek nizam kural dizecek de değilim. O kadar bilmiyorum da itiraf etmek gerekirse. Ben yaklaşık üç yıldır bilgisayar ve internetle tanışıyorum. O kadar hızla girdim ki içine bu işin, ancak klavye kullanmayı becerebildiğimde maillerime bakmadan uyuyamayacak, birkaç gün bakmasam huzursuzluk duyacak kadar internet bağımlısı olmuştum (ya da hayatımı internetle bağlamıştım). Ama chat bana hep yabancı, yüzeysel, anlamsız gelirdi o zaman. Ne konuşacağım ya tanımadığım bir sürü insanla, hadi merhaba dedik, sonrası? Zaten hiçbir zaman şu takside şöförle ya da saç kestirirken berberde, ya da olmadık yerlerde olmadık insanlarla ahbaplık edebilen insanlardan değildim. E tabi chat de oldukça sıkıcı geliyordu bunun için. Sonra birkaç ay önce bir arkadaşımın odaya gel odaya gel diye ısrarlarına dayanamayıp girdik gay.com’dan chate. Bir başka koldan da IRC aracılığıyla girdim olaya. Önce bir floor (kat, taban, zemin denebilecek birşey, chat odaları da farklı katlarda kadın, erkek, kıtalara göre bile ayrı katlar var) seçiyor ve oradaki odaların listesine ulaşıyor, o listeden de turkey ya da istediğiniz herhangi bir odayı seçiyorsunuz. Eğer oda dolu değilse artık bir odadasınız. Önünüzde uzunca bir “nick” listesi var, odadaki diğerlerini temsilen. Burada nasıl göründüğünüz, ya da kim olduğunuz değil kendinizi nasıl sunduğunuzla, hangi sahte ismi (nick işte) seçtiyseniz onunla temsil ediliyorsunuz. Siz de odaya girince orada yazılı onlarca nickten biri olacaksınız. İnsanlar sizinle özel konuşmak isteyip istemediklerine

71

bu nicklere bakarak karar verecekler. Bu kadar sınırlı bir yeriniz mi var kendinizi anlatmak için? Bir de profiliniz var, nickinize tek tıklandığında o görülüyor. Artık ne anlatmak isterseniz, ya da anlatmamak.

Kerem GÜVEN

Bu nicklerle temsil ediliyor olmak garip bir his, çevre de gene başkalarını anlatan nickler dolaşıp dururken, siz kimi neden seçtiğinizi, insanların sizi neden seçtiğini anlamaya çalışıyorsunuz. Nickler ya da profiller gerçekle örtüşüyor mu, sizin elinizde. Bazıları gerçek hayattaki gibi sabit bir karakter olarak varlar odada, aynı nickle girerler ısrarla. Hayatta başkalarının seçtiği bir sürü adın yerine kendilerine bir isim bulurlar. Bunu bazıları pek yabancı, bazıları alabildiğine entel kokan, kimileri zekice kelime ve harf oyunlarıyla yaratılmış, kimileri de alabildiğine doğrudan ve dümdüz o odada var oluş nedenlerini anlatan kelimelerle yaparlar. Bazıları ise her seferinde ya da sık sık değişik yüzlerle girerler odaya, farklı farklı birçok insan olarak girerler. Çünkü burada başkası olabilirsiniz rahatlıkla, ya da başka zaman gösteremediğiniz tüm yüzlerini gösterebilirsiniz. Bunun anlamı ne? Aldatıyor musunuz başkalarını, yoksa günlük gerçek yaşamda sürekli aldattığınız kendinizi mi rahatlatmaya çalışıyorsunuz? Asla ağza alamayacağınız lafları yazıp karşınızdakine, kimselerle paylaşamadığınız anılarınızı, fantezilerinizi, duygularınızı mı paylaşıyorsunuz nickinin altında yatanı hiç bilemeden. İnsanlara ulaşmak için yapacağınız tek şey nickleri üzerine tıklamak. Bu sokakta yürürken insanları omuzlarından dürtüp konuşmaya başlamak gibi birşey. Ama bunu odada yapınca kimse garipsemiyor. Bu düşünce işte beni en çok heyecanlandıran. Çok kolay ulaşabiliyorsun onlara, onlar da sana. Peki ulaştıkları sen misin, ya da senin ulaştığın gerçekten onlar mı? Ya da bunların “gerçek” olmasının bir önemi var mı senin için? Belki anlattıklarının hiçbirini yaşamadın, sen o 1.80 75 24 esmer adam değilsin profilde yazdığı gibi. Anlattıkların, kelimelerin daha önce hiç denemediklerin, kullanmadıkların, bundan sonra da uğramayacaksın bu kişiliğe belki. Çizdin bunları hep uyduruyorsun. Ama bu burada mümkün işte, odada başka sanal olmayan odalarda yapamayacağın beceremeyeceğin tüm rolleri oynayabilirsin. Bu zevk veriyor bazen insana, yoksa sahteciliği mi övüyorum? Sanmıyorum, bu

Ne konuşacağım ya tanımadığım bir sürü insanla, hadi merhaba dedik, sonrası?


olasılıkları değerlendirirken karşıdakine zarar vermemek mümkün, daha çok kendine dönük bir tiyatro bu. İlişkin odadakiyle sınırlı olunca, odanın kuralları (kuralsızlığı) sınırları içerisinde kaldığın sürece zararlı değil bu. Gerçekliğe bulaşmadıkça yani.

Çok kolay ulaşabiliyorsun onlara, onlar da sana. Peki ulaştıkları sen misin, ya da senin ulaştığın gerçekten onlar mı? Ya da bunların “gerçek” olmasının bir önemi var mı senin için?

İnternet ve chat insanı sosyal yaşantısından koparıyor diye gazete küpürleri biriktirsek kitap olurdu herhalde. Bana bu gerçekmiş gibi gelmiyor işte. Bu farklı bir sosyalleşme değil mi, ve bunu da yapmak kişiyi diğer (daha “gerçek”) ilişkilerinden koparıyorsa, sorun sanal ilişkilerinden değil gerçek ilişkilerindedir herhalde. Nasıl telefonla konuşmak yüzyüze konuşmanın yerine geçmediyse, sinema tiyatronun, e-mail kartpostalın mektubun yok olmasına yolaçmadıysa, sanal ilişkiler de diğerlerini yok etmez. Sadece başka bir ilişki zemini işte. Peki bu sanal ortam pürüzlerden muaf mı? Değil. Önyargılar, sınıflar, sınıflamalar, kategoriler, ezilenler burda yok mu? Var. Yok burası da dikensiz gül bahçesi değil herhalde. Belki olumsuzlukları üstüne de yazılacak, konuşacak çok şey var, ama bu yazıda değil. Ama olasılıklar, yeni olanaklar çok, ortamın dikeni de dikensizliği de elimizde (ya da ben öyle sanıyorum hâlâ). Bu chate davet, çağrı, müjde yazısı değil, zaten belki beni heyecanlandıranlar sizi bunaltıyordur. Ama odada yaşanılanların üzerine kafa yormaya değer konular olduklarını, oradaki ilişkilerin ve hiyerarşilerin, kural ve kuralsızlıkların ele alınması, olanakların değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum sadece.

ÜNİVERSİTELERDE HAREKETLENME ÇAĞRISI Gayankara grubunun Legato Projesi adında yürüttüğü proje, kampüsünde yalnız olduğunu düşünen gey lezbiyenleri sanal ortamda biraraya gelmeye çağırıyor Daha önce Hacettepe Üniversitesi ve ODTÜ’de kampüslerindeki gey ve lezbiyenleri biraraya getirme çabası içinde olan eşcinsel kampüs grupları denemeleri olmuş, bunlar uzunca süreler toplantılar yapmış, bir takım etkinliklere de imza atmışlardı. Bu oluşumlar bir süre sonra çeşitli nedenlerle çalışmaz hale gelmişlerdi. Bu gibi oluşumların neden yürüyemediği ile ilgili tartışmalar bir yana, bu kadar çok üniversite varken sadece bu kampüslerde böyle oluşumlara gidiş olması da düşündürücüydü. Geçen yıl Gayankara grubunca Legato (LEzbiyenGAy TOpluluğu) adı altında bir proje uygulanmaya başlandı. Göreceli de olsa özgür bir ortamı olan üniversitelerde, gey ve lezbiyenleri biraraya getirmeyi, kampüs içinde kendilerine özgür yaşama alanı için mücadele edebilmeleri amacıyla yola çıkan proje internetten yararlanıyor. Projede internette “mailing list” adı verilen, gruba girmiş olanların belli bir adrese attıkları e-postaların tüm üyelere gönderildiği, ortak tartışmaların yürütüldüğü bir ortam yaratan, böylece grup halinde devamlı iletişimi mümkün kılan yapı üniversitelerde eşcinsel gruplar için temel olarak alındı. Internette bu grupların oluşumuna imkan veren www.egroups.com sitesinde üniverisiteler için oluşturulmuş olan gruplara, o üniversitedeki gey ve lezbiyenlerin üye olmaları ile önce internet üzerinden sonra belki gerçekten de aynı kampüste yaşayan eşcinsellerin biraraya gelmesi mümkün olacak. Gayankara grubu, oluşan gruplara müdahale etmeyeceğini, ama talep gelirse etkileşim, paylaşım, dayanışma ve ortak projeler üretme çabalarına açık olduğunu belirtiyor konuyla ilgili açıklamasında. Öncelikle bellibaşlı üniversitelerde başlanan uygulama, diğer kampüslerden gelen talep üzerine birçok üniversiteye yayıldı. Tabi bu grupların herbiri harıl harıl işlemiyor, ama çok sağlam ilişkilerin kurulduğu gruplar da var. Bu daha çok katılımcılarca belirlenebilen bir şey. Projeye dahil olan üniversiteler ve nasıl üye olunabileceği ile ilgili daha detaylı bilgi için www.geocities.com/gayankara adresinden “legato projesi” ile ilgili açıklamadan yararlanabilirsiniz. SONBAHAR PARTİSİ Geçen yaz iki parti düzenleyen Gayankara grubunun bu yıl ilk partisi “Sombahar Partisi” adı altında 26 Ekim’de yapıldı. Daha önceki partilerde de tercih edilen mekan olan, Keyzi Café-Bar’da düzenlenen partiye katılım önceki partilere göre daha yoğundu. Haftaiçi düzenlenen ve geliri grubun aktivitelerinde kullanılacak olan partide, en çok ilgi çeken iki drag queen’in (partiye özel ve ilk kez) yaptıkları şovları oldu. İlerleyen saatlerde polisin yaptığı kimlik kontrolü ortamı gerdiyse de, bunun tüm Ankara’da yapılan geniş çaplı bir kontrolün bir parçası olduğu anlaşıldı. Hiçbir sorun çıkmadan gece devam etti. İç mekanın yeniden düzenlenmesi ile partiye daha uygun bir yer haline gelen Keyzi Café-Bar’ın, bir dahaki partiye kadar ses düzeninin de geliştirileceği belirtildi. Partinin duyurusu internet aracılığıyla ve son birkaç gün de afişlemeyle yapılmıştı.

72


KAOS GL

İşimin seyahat kısmı dışında hiçbir şeyini sevmesem de en güzel tarafı da bu seyahatler diyerek çalışıyorum işte!. Çünkü bu seyahatlerde çok şeyler yaşanıyor. Dünyayı, dostluğu, gerçek güzelliği, çirkini öğreniyorsunuz. Kültürleri, insanları, hayatı tanıyorsunuz. Karanlık yolculuklar yapıyorsunuz bazen! Bazen de çok güzel dostluklar yakalanıyor ki, öyle güzellikler yaşanıyor ki! Tıpkı son iş seyahatimdeki gibi... Sıcak tatilinin yapıldığı o hafta, 54oC de ben UrfaDiyarbakır'daydım. Güneydoğu kökenli olmama rağmen, Urfa'ya ikinci defa gidiyordum. Diyarbakır'ı hiç görmemiştim. Anlatılanın aksine, Şanlıurfa çok gelişmiş geldi bana. Sıcağı hariç çok hoş, mistik bir yönü var Urfa'nın. Yalnız, eğer fenalık geçirmek istemiyorsanız, çünkü çok kötü ishal oldum ve sıcak çarptı, yazın ziyaretinizi pek tavsiye etmiyorum! Seyahatimin ikinci günüydü. Urfa'da ikinci gecem yani! Otelin havuz başında, (Harran Otel 5*) esinti ki çöl havasını koklarken mistik ortamda kendine özgü mimaride, mistik bir geceydi! Gündüzü çekilmiyor gecesi biraz esiyordu. Gündüz sevmemiştim Urfa'yı. Hele çalışıyorsanız hiç hoş değil! (Neden Geyler çalışmayı pek sevmiyoruz ya?) Bir masada oturup, sürekli kaybettiğim suyu içerken ve gecenin güzelliğini yaşarken, iki gündür göz aşinalığı olan biriyle selamlaştık. Yanımdaki masadaydı ve bana oturma teklif etti. Masasına geçtim. Sohbet etmeye başladık. Bana, Almanya'dan geldiğini, ünlü bir derginin gezi bölümü için fotoğraf çekmeye Urfa'ya geldiğini söyledi. Urfalı bir rehberi bekliyormuş, sabah erkenden güneşin doğuşunu

resimlemek için Harran'a gideceklermiş. Biraz sonra rehber geldi. Bu rehberi görünce şaşırdım. Hayalimdeki rehber tipine hiç uymuyordu! Orta yaşlı, bıyıklı, hafif göbekli, sarışın, mavi gözlü yanık esmer tenli biriydi. Zaten rehber değilmiş, O'na rehberlik edecekmiş sadece! Kendine has o tipik İbrahim Tatlıses şivesiyle masaya oturdu. Tanıştık. Biraz sohbetten sonra, ben izin istedim ve dışarıya çıktım. Gece 23:00'te otele döndüm ve restorandan su ve buz isteyip odama çıkacaktım ki rehber boş masada yalnız oturuyordu. Bana selam verdi ve eliyle masaya oturmamı rica edercesine işaret etti. Konsomatris filan değilim yanlış anlamayın, ama içimdeki ses oturmamı söyledi! Bu arada sözle "Oturmaz mısın gardaş?" diye sordu. Diğer arkadaşın yatmaya gittiğini ve kendisinin sıcakta yatamadığını söyledi. Ben de uykumun gelmediğini söyledim. Diyarbakır'da oturuyormuş yazları, kışın Urfa'daymış, vs. Bir sohbet, bir tatlı muhabbet ki sormayın! Gap'tan turizme, Güneydoğu sorunundan yemek kültürüne, dostluğa derken saat 01:00 olmuştu. Bana "Ne tatlısın be gardaş" dediğinde kızardım ve "Sen de öyle" dedim. O ne? Elimi tutmaz mı! Hemen "Tanıdığıma çok memnun oldum yav seni" dedi. İşi şakaya vurup: "Eleleyiz, şimdi yanlış anlayacaklar" dedim. "Olsun ne düşünürlerse düşünsünler, Urfalı olduğumu söylerim olur biter." "Neden?" diye sorduğumda en güzel cevabı aldım! "Çünkü, Urfalı'lar yorgansız yatar ama oğlansız yatmaz gardaş". "Alışıktır burası" diyerek beni kahkahalara boğdu. Öylesine düzeyli bir şaka tonunda söylüyordu ki zoruma gitmedi! Kendimi oğlan olarak hissetmedim bile! Başka biri söylese sinirlenmemek

73

imkansızdı oysa! Biraz sonra "Gardaş şaka ha, gızmadın değil mi?" dediğinde ben de, "Doğru da olabilir, normal gardaş!" dedim. Bir süre güldük "Bizi kovacaklar ağam, geç oldu, kalkak" dedi ve odalarımıza çıkmak üzere restorandan ayrıldık. Aynı koridorda kalıyorduk. 0; 401 no'da bense 408'de! Odasının önüne geldiğimde "Acık gel oturak gardaş istersen" deyince aklıma binbir türlü şey gelmedi değil! Ama öylesine içtendi ki "Olur be gardaş" diyerek O'nun şivesiyle, gülerek içeri girdik. Kapıyı kapatıp içeri girerken ben koltuğa oturmuştum, iyi cesaretti benimkisi de! Ya oteldeki insanlar görseydi! Kapıyı kapatıp içeri yürürken farkettiğim şey erekte olmuş organı, utangaç, aynı zamanda mahcup, kıpkırmızı yanaklarıydı!. Oracıkta dudaklarımız nasıl birleşti hatırlamıyorum. Delicesine hem de! Belli eden bir tipim yoktur. Feminen de değilimdir. Fakat bu adam yüzümden mi okumuştu? Düşüncelerimi okumuş gibi "Gardaş tasalanma ben yüreğini o kadar güzel buldum ki, seni öpmek sarmak istedim" dedi. "Ya tepkim ters olsaydı? Nasıl cesaret ettin?" diye sorduğumda "Sevgi beklemez, sende sevgiyi gördüm bir kere" dedi. Allahım, bu ne frekanstı böyle!... Hele sonrasını sorsanız; ön sevişme, ten uyumu, duygusallık, tercihlerime, isteklerime duyduğu o saygı vs. gibi biz batılıların bilimsel olarak teorileştirip de % 100 pratikleştiremediği bir yığın cinsel olgular, o saf Güneydoğu erkeğinde öyle güzel ve doğal olarak mevcuttu ki, biran rüyadayım sandım! Uyanmak istemedim... Hatırlarsınız belki; Coşkun arkadaşın bir yazısı vardı. Karadeniz erkeğindeki soğukluk ve agresif tavırlardan, ama Doğu erkeğinin teninin


KAOS GL erkek bedenine yakınlığından bahsediyordu. Dosdoğru bir saptayıştı ve bunu bir kez daha onaylanıyordum o an. Sonra sabaha kadar hiç çekinmeden korkmadan, birbirimizin kollarındaydık. Seviştik, konuştuk, uyuduk, uyandık,... Evliymiş, iki çocuğu varmış, 48 yaşındaydı. Yakışıklı değildi, organı da herkesinki gibiydi. Kasları yoktu, göbekliydi hatta. Ter de kokuyordu üstelik. Ama doğaldı! Sevgi doluydu! Benim aradığım her türlü sevgiyi taşıyordu çünkü! Bana, o gecenin sabahında neler dedi biliyor musunuz? "İstanbul'da çok mu aç kaldın gardaşcağızım?" Nedenini sorduğumda, "İçin titriyordu sarıldığında, dudakların korkak, ellerin ürkekti" demez mi! Bu nasıl bir insandı! Nasıl da duyguluydu böyle! Nasıl da tahlil edebiliyordu? Eşkıya filmini hatırladım o an. Tahlil, analiz, sentez vb. bilimsel kavramları pat diye söyleyebilecek gözlemi yansıtmayı Güneydoğu adamı nasıl da beceriyordu!... Ortaokulu bitirmiş! Fakat üniversite mezunu aydınlık (!) geylere taş çıkarırcasına kibar konuşuyordu. Duyguları inceydi, lisanı değil!!! Neden İstanbul gibi bir şehirde açtım? Çünkü İstanbul'da insanlar fiziksel ve maddi çıkarlara, kilolara, yapay entel sohbetlere, partner bulmaya, gey barlara, Taksim çarklarına, kaslı erkeklere, çok yönlü(!) yaşama, feminen tavırlara, eş paslaşmalarına, hamamlara, organize geyliğe, vs. ye takmıştı!!! Mutluluk mu?! Tabii ki olmazdı! Gerçek cinsellik mi? Nerdeee? Yarın sizi başka bir alternatifle değerlendirecek insanın yanında sabahlanır mı? Koynuna sokuluşta koklanır mı sevgisi?! İlanlarla aşk arardık da, belki doğru birisi çıkar diyerek, ama merhaba telefonundan sonraki cümlesi "Aktif misin, pasif misin? Bana fiziğini anlatır mısın, benim için önemli değil merak ettim seni

işte!" gibi beylik sözlerden oluşmaz mı! İlk görüşmeden sonra, dost olalım deyip, sonra tipinizi beğenmezse bir bahaneyle sıvışıp, dost olacaksak beğenmeyebilir insanlar birbirlerini, bir aramaya bile zahmet yoktu İstanbul'da. Hatta arayan siz de olsanız cevap verecek cesaret yoktu İstanbul geylerinde. İkinci görüşmeyi -dost olarak bileoluşturamadığım onca insan varken ben nasıl aç kalmam İstanbul'da? Bu, şehrin, mesafenin, hayat şartlarının filan suçu da değil, lütfen İstanbul' ama söz etmeyin! Bu o insancıkların karakteriyle ilgili bir şey!... Hayali aşk mesajları ile başlayan ve görmediği birine aşk nağmeleri yağdırıp da fiziksellik devreye girdiğinde "Ayy, aşkım, canım, ben bu kelimeleri hep konuşurum zati diye kaytaranlar, başka birini bulunca aylar süren cep muhabbetlerini (faturalara yazık!) bir köşeye atan Horozlar(!) oldukça, ben tabi ki aç kalacaktım! Batıda bu böyle, kabul etmek gerek! İstanbul'un da suçu değil!... "İnsanlar TAŞIYAMAYACAKLARI YÜK'Ü ağır gelir, belim kopar diye kaldırmayı denemeyecek kadar korkak" dedi Urfalım bunları anlattığımda. Bu ne güzel sentezdi ALLAH'ım! Daha çok şey anlattım O'na şaşırdı; "Niye yav? Ulan bir erkeği seversem, yattıysam erkek olmalı be. İlla vücut güzeli mi olacak? Erkekten dost da olur, sırdaş da, sevgili de" deyince birkez daha sarıldım o güneş yanığının izlerini taşıyan yanaklarına... Fakat O'na İstanbul'daki Güneydoğuluların hiç de böyle düşünmediğini, sadece aktif olup, duygu taşımayanların da çoğunlukta olduğundan bahsettim. "Oradakiler o şehrin dönekliğinde özünü satmış hırbolar" deyip yine İstanbul'u suçladı. Şu İstanbul onca çöpü, pisliği taşıyordu, bir de bunca suçu! İstanbul'u kim yaratıyorsa?!... "Bizim memleket insanı orda dışlanıyor, oralı gibi

74

olamıyor ama Urfalı da kalmıy, kültür çatışıy" diye bir cümleyle özetledi Urfalım aslında! Bu dürüstlük yalnız o'na has bir özellik miydi? İçimin yağlarını eritmişti! Böylesi olgun bir erkek görememiştim bu zamana kadar. (13 yıl yaşadığım ve ayrıldığım eski sevgilim dışında) Çoğu arkadaşlarının da aynı zevki olduğunu ve sıra gecelerinde biraraya geldiklerinde duygusallık yaşanabileceğini, her 3-4 erkeğin ortaklaşa tuttuğu kiralık evleri (onlar, "Oda" diyarlar) olduğunu ve toplanıp meşk edildiğini anlattı bana. Çok şaşırdım. Hepsinin de içinde o duyguyu ve inceliği taşıdıklarını söyledi. Demek gerçek Güneydoğulu buydu. Hep dalga geçilen, ince ince alay edilen, "İskir, Çi köfte, vs" gibi lüzumsuz lehçe farklılıklarına takılıp onları ezik tutmaya hiç gerek yoktu oysa! Duygudaki saflıkları, temizlikleri önemliydi bence! İstanbul'a veya büyük kentlere uyumsuzlukları belki de bu yönlerini alay konusu olmasıydı. İbo'nun lafı aklıma geldi "Onlar Oxford vardı da okumadılar mı!" Büyük kentlerde Urfalı Diyarbakırlılar, yurtdışında da Türkler hep aynı kaderi paylaşıyor! Bizlerin burada onları değerlendirmemiz "Kıro, hırbo" sıfatları sadece. Bunu tartışmak uzun sürer! Fakat biz geylerin onları S,, ici (!) tiplemesine koymamızın çok yanlış olduğunu söylediğinde, utandım Urfalım'dan. Biz duyguluyuz, erkeği severiz, aşık oluruz, ama kırıtan adamı yalnız s... iz diyordu ve haklıydı, "Bizde, erkek de sevilir, ama öyle karı gibi olanı değil" deyince içim yine bir hoş oldu. Fakat O'na aşık olmadım. Sevdim sadece! Çok sevdim! Yüreğini, inançlarını, dostluğunu misafirperverliğini. Geçici ve sahte aşk nağmeleri söylemedi bana! Gerçek dost oldu bana, beni sevdi! Kıllı vücudumu, kilolarımı, erkeksi beni sevdi. Cinsel organımdan rahatsız olmadı! Saygı duydu tüm inançlarıma! Bu insanı dost olarak görmeyip de ne yapaydım? O; erkek tenini erkekçe, dürüstçe, mertçe seviyordu. Sahte değildi. Eşcinselim, biseksüelim diye


KAOS GL isimlerle sınırlandırmıyordu kendini.., "Ben insanı seviyorum gardaş" diyordu. "Bizim buralarda erkek adamla yatan, kırıtmayı sevmez! Onu taşımalı yanında, hem de utanmadan gardaş!" dediğinde aslında geyliğin anlamını en güzel şekilde tanımlamıştı bana göre!... Ertesi gün mesajlaştık. "Ahmet gardaş, seni unutmadık, unutulmamak dileğiyle" diyordu. Bana, "Bu Güneydoğuluyu unutma" diyordu. Unutmak mümkün müydü? Batı ve getirdiği teknolojisi, insanlığı unutturmaya devam eden bir zamanda iken O'nun unutulmasına imkan var mı?... Sonraki günlerde gezdiğim Urfa Diyarbakır'da insanlarda gördüğüm şey hep aynıydı: SEVGİ! Farklı birisine davranışları, tepkileri tabii farklı olacaktı. Oysa onlara yakın olmak, farklı olmadığını hissettirmek, onları kazanmanın tek sırrıydı. Oysa Onlar bize öylesi farklı anlatıldılar ki! Düşünürsek, buraları yüzyıllar önce ilk üniversitenin kurulduğu bir kültür beşiği değil miydi? Hoşgörüsü ile meşhur, kardeşlik bağı bu kadar kuvvetli topraklarda yaşamak suç muydu? Yahudi'si Süryani'si Ermeni'si Arap'ı birarada yaşamış, bu topraklar bizim! Ayrıca geyliğe bu denli açık ve teni bu kadar uyumlu bir yöre olduğunu varsayarsak (aleni olmasa da) burası bir cennet! Böylesi güzel bir yörede bulunmaktan büyük mutluluk duydum. Böylesi yürekleri görmek, böylesi tenleri sevmek bana çok haz verdi!... 1 hafta sonunda Diyarbakır'dan uçakla dönerken yanımda aydın bir Güneydoğulu vardı. Aktarmalı uçaktı ve 4 saat adamla sohbet yaptık. Bu defa tüm marifetimi sergileyip(!) konuyu Urfalı'mla yaşadığımız şeylere getirdim. Döndürüp, dolaştırdım, epey de zorlandım haa!... Güldü ve "Beyefendi ben bu işi bir kez yaptım, tarzım değil, ama size tavsiyem Güneydoğuludan başka biriyle yaşamayın! Çünkü bir erkeği, erkek sevgisinden dolayı ancak bir Güneydoğulu benimser ve sever! Benim tercihim değil, ama amcaoğlum kim biliyor musunuz?... "Aaaa" dedim koskocaman! Duyduğum isim beni hayrete düşürmüştü. "Yaa, gerçekten mi, benimle tanıştırır mısın" filan dedim... Sıcaktı, ishal filan oldum, fenalaştım ama ne iyi ettim de Güneydoğuya geldim, dedim kendi kendime. Demek çok gezen biliyordu... Ve İstanbul'a indiğimde dilimde bir şarkı, tekrar edip duruyordum. Gerisini bilmesem, hatırlayamasam da; "Güneydoğu, Güneydoğu..." Demek sevgi buydu, gerçek gey felsefesi buydu aslında! (Kaos GL'nin Haziran sayısı kapak fotoğrafındaki gibi!) Haydi bütün Güneydoğulular, Güneydoğulu düşünceler! Yitirmediğiniz Benliğinizle, Batıya uyum sağlamaya! Mutlu günler olsun. Sevgilerimle...

Ahmet (Güneydoğu'ya ve bu kültürü taşıyan gerçek Güneydoğulular'a hitaben...)

75

Kenan I. Selamlar. Bu Kaos GL'ye yazdığım ilk, belki de son yazı. Sağolsun Ahmet'in ısrarı ve verdiği cesaret üzerine yazıyorum. Bu yazı bir eleştiri değil, sadece bir tavsiye yazısı olacak ayrıca eleştirenler de olabilir, fakat bu konudaki sorunları, beynimizin ücra köşelerine göndermek, (bilinçaltına) lüzumsuz diye düşünüyorum. Genelde eşcinsellerin, biseksüellerin sorunudur iletişim! Daha doğrusu iletişim kuramamak! Partner bulma telaşı da diyebiliriz buna. Bunun için neler yapılmıyor ki! Eski yıllarda Güneş gazetesinin bir Gençlik eki vardı ve gizli kapaklı ilanlar verirdik bu dergiye. İçinden birkaç tanesi uyar, mektuplarla birşeyler yapmaya çalışırdık. (Cep telefonları çıktı, mertlik bozuldu diyebiliriz belki, çünkü son zamanlarda mektuplaşmak out, mesajlaşmak, cepleşmek in!) Ben yıllardır bu tip ilanlarla yazışırım. Birçok da sorun yaşamışımdır. Fakat chat ortamı, gazetelerden bulunan sevgililer (denilebilirse) ancak bu kadar olur, diye kabullenirdim. Çünkü bar hayatım, park alışkanlığım yoktur. Otobüste, konserde, restoranlarda, trenlerde vb. toplumun yoğun bulunduğu yerlerde şans eseri binde bir tanıdığım kişiler olmuştur. Ve hepsi de gelip geçmiştir. Fakat gazete ilanları ile dostluklarım da olmuştur ki halen 10 yıl öncesi, bu şekilde tanıştığım arkadaşlarımla can ciğerizdir. Toplu yerlerde karşılaştığım insanlara kafama göre takıldığım da olmuştur, yattığım da, dostlarım da. 6 ay önce, yine bir vapurda sevgili Ahmet'le tesadüfi tanıştık, sonrasında çok iyi bir dostum ve de hastam oldu. (Ben bir Diş Hekimiyim.) Ahmet bana Kaos'tan bahsetmişti ve eski sayılarından vererek beni okur kitlesine dahil etti. Daha sonra o eski gazetelerdekiler gibidir diye düşünerek iletişim köşesinde çıkan ilanların çoğuna katılımcı, arayıcı oldum! Bugüne kadar 20-30 kadar kişi ile iletişime geçtim. Ne yazık ki bir tek düzeyli insana rastlayamadım diyebilirim. Ben mi çok şansızdım derken diğer arkadaşlarla yaptığım istişareler sonucunda bunun bir tesadüf olmadığı kanaati oluştu bende. Mesela Ahmet ve başka bir arkadaşın değil 20-30 üç otuz insan sayısında bile doğru dürüst ilişkiyi bırakın, dostun bile bir elin parmaklarının sayısını geçmediğini belirttiler. Burada yapılacak iki şey var; birincisi, ya bu ilanlarla sadece seks macera arayacağız. İkincisi ise babadan kalma usullerde partner bulacağız. İletişim köşesine yer verdi diye Kaos'un suçu yok. İlanlara izin verilmesi için çok istek gelmiş zamanında. Burada insanların niyetleri


KAOS GL önemli. Düzgün insan hiç mi çıkmıyor diye sorarsanız tabi ki mevcuttur. Fakat çoğu bu zihniyette olunca genelleme yapılabiliyor. Bu genellemeye neden olarak lütfen başka şeyler yapın. Mesela barlara gidin, sokağa çıkın! Çünkü bu ilan sahiplerinin birçoğu (lütfen kızmayınız) yüzünü camiada eskitip de yeni bir kimlikle(!) yeni insanlara ulaşmak isteyenler. Tekrar ediyorum hepsi değil tabi ki! Konuştuklarından edindiğim izlenimler ve duyumlar, bu tip hızlı hayatlı insanların artık sevgi aradıklarını fakat bunu da alışkanlıkları ve felsefelerinden dolayı beceremedikleri doğrultusunda; işte bu noktada yaşın yanında kuru veya kurunun yanında yaş da yanıyor! Verilen numaralara telefon açıyorsun sorulan onca düzeysiz sorulardan elenen "eh işte" dediğiniz kişilere de randevu veriyorsunuz fakat buluşma yerinde direk veya ağaç oluyorsunuz! Veya bir iki kişilik bir grup seni uzaktan bir yerde izleyip incelemeye alıyor, işine gelmezse telefonunu kapatıyor, daha ulaşana aşk olsun... Bu gibi şeyler insanlığa, hele eşcinselliğe hiç yakışmayan şeyler... Bir de şehirler arası platonik çalışmalar mevcut! Onca telefon görüşmelerinde, işte ideal adam, ideal düşünce bu dedirtiyor size. Sizden başkasını gözü görmüyormuş gibi geliyor tamam bu gerçek aşka saygı duyuyor diyorsunuz fakat sonra şak diye kontak kesiliyor ve kusura bakma dostum ben şehrimde başkasını buldum yahu, bana uğur getirdin gibisinden küçük çocuklara bile gülünç gelecek dostane muhabbetler duyuyorsunuz. Hatta bizim zavallı Ahmet'le bu öyle çok oluyormuş ki çocukcağız (ben onun abisi sayılırım, 40 yaşındayım) ben herkesin neden kısmetini açıyorum diye

depresyona girme aşamasına bile gelmiş! Beni enayiler kralı yapan böylesi 2-3 kişiye rastladıktan sonra bunun basit bir numara olduğunu yüzlerine söylediğimde ise "Yahu zaten arada mesafe var, olmazdı be, iletişimimiz zor oluyor, sana tavsiyem aynı şehirden çalış" gibisinden saçma bir cümle duydum. Ulan, madem zor oluyor da neden gurbetten gelen telefonlara atlıyorsun! Dürüstçe şehir belirt veya şehrin dışındakileri de arama! Bu insanların canı sıkılıyor herhalde. Anadolu'da para harcayacak yer yoktur, telefon faturalarına yatırıyorlar. Önceleri birisiyle meşgul olan kişi sonra nasıl başkasına! Kusura bakma ama Ahmet, ama bunu söylemeden edemeyeceğim, seni üzen (gerçi senin yüzünü bile görmeyen birinin sana aşkını söylemesinin saçmalığından anlamalıydın) o Egeli Horoz'una sevgilerimi sunuyorum! Ayrıca bana kazık atmaya çalışan Ankaralı meslektaşıma (utanıyorum meslektaş demeye) daha derin, en derin saygılarımı bilahare sunacağım! Allah'tan fazla duygusal değilim de kapılıp gitmedim rıhtımın rüzgarına! Neyse, yazının amacını kişiselliğe dökmeyelim... Kusura bakmayın. Ama ben bir Karadeniz adamıyım ve asabiyimdir! Ayrıca biz hekimlerin bir felsefesi vardır. Hastayı iyileştirmek için muayeneye beyninden başlayacaksın! Bu insanların beynini incelemek bile mümkün değil. Ama ahkamlarına bereket versin. Öyle çok ki! Dünyayı onlar kurtaracak sanırsınız! Kısaca, bu tip insanların çoğunluğunu oluşturduğu bir ç'iletişim(!) köşesine artık selam vermeyeceğim. Başka çaremiz mi var diyenleri duyar gibiyim. Böyle diyenlere de bir tavsiye; Bir defa da gerçek insanı bulmayı deneyin, gerçekten isteyerek ilan verin, veya ilanları cevaplayın! Yeni

76

yüzler, yakışıklı yeni partnerler arıyor çoğumuz, insanı insan diyerek, sevgili olsun, dost olsun diyerek arayanları azınlıkta maalesef, nasıl olsa alternatifim çok, aranırım diye düşünmeyin, unutmayın ki alternatifi çok olan, bir gün gelir ki kendisi alternatif durumuna düşer. Kendimize ve karşımıza çile çektirmeyelim. Hiç değilse bunu birbirimize yapmayalım. Ben bir biseksüelim, ama inanın geyler arasındaki bu davranışlar için çok üzülüyorum. Birbirini seven veya sevecek iki aynı cins insanın (eğer uzun süreli aşk istiyorsa) sevgiden, hoşgörüden daha önemli neyi olabilir? Ne beklenir? Manken, aktör, artist filan mı arıyorsunuz da fizik devreye giriyor? Unutmayın iki erkeği veya iki kadını birarada tutacak şey yalnızca sevgidir günümüzde. Alternatifin bu çokça döneminde, iki tarafın beyin frekansından önemli bir unsur var mıdır? Biyolojiye, fiziğe ne takıyorsunuz? Bu biz hekimlerin işi! Otuz iki dişle uğraşıyorum hergün. Onlarca insanın ağız kokusunu (gerçi deontolojiye hakaret) çekiyorum. Niye? Düzgün gitmeyen bir şeyleri yoluna koymak, hastalıkları yok edip sağlık dağıtmak (biraz da para kazanmak) için. Sizler uğraşmıyor, işlerinizi zora sokuyorsunuz. Çaresiz bitmiş diye, çürük bir dişi çekmek gibi işin kolayına kaçıyorsunuz. Dişi çekip dostlukları, sevgileri, kökünden tüketiyorsunuz. Bizde dolgu, kaplama, köprü, kanal tedavileri vardır. Bunlardan sonra gelir diş çekimi, unutmayın yeri boş bir diş kovuğu ile bir şey çiğneyemezsiniz, çiğnemeden yutulan ve tadı alınamayan her gıda midenizi nasıl rahatsız ederse bu tip fast chewing (hızlı çiğneme) ilişkilerde içinize oturur. Bir hekim olarak size tavsiyem bunlardan ibaret. Sağlıklı ilişkiler, sağlıklı güzel dişler.


İletişim köşesinde ücretsiz yayınlanmak üzere kısa mesajlarınızı adreslerimize iletebilirsiniz: Ali Özbaş, P.K. 53, Cebeci ANKARA / Fax: 0.312.363 90 41 / e-mail:kaosgl@geocities.com Adım Oğuz, 25 yaşındayım. Yazışmak için her yerden mektup bekliyorum. Oğuz, P.K. 17, Ege Üniversitesi Kampüsü 35100 İzmir Cezaevinde yaşadığım yalnızlık duygumu yok etmeme yardımcı olur musunuz? Yaklaşık 4 aydır cezaevinde olan bir travestiyim. Henüz yargılanma aşamasındayım ve canım çok sıkılıyor. 1650 mahkum arasında yalnız olmak nasıl bir duygu anlayabilir misiniz? Oktay Ç. Buca Kapalı Cezaevi, Yeni Bölüm 15 Buca İzmir Yolculuklardan yeni çıkmış ve çıkışı merhabayla olan dostluklara aşk için feda etmek gerekiyor önce dost sonra aşk diyen herkesin merhabasını bekliyorum. İlkay. ilkayveben@hotmail.com Aşkı ve sadakati bir değer olarak biliyor ve bu değerlerle yaşamak istiyorsan hadi bana e-mail at. xxxask@yahoo.com merhaba ben 1.83 boyunda, 70 kg ağırlığında, buğday tenli, İstanbul'da oturan birisiyim . 25 yaş üstü baylarla tanışmak istiyorum. (mesafeyi sorun etmeyenlere) tel:0.535.235 95 41, TANSEL 28 yasında uzun boylu kumral, geyim. İstanbul'dan gey arkadaşlarla tanışmak istiyorum. Dileğim her iki yalnız kalbin bu sayede buluşması . İstanbul Bahçelievler'den Deniz. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Türkiye'nin Akdeniz sahillerindeki arkadaşlarla tanışmak istiyorum dostluk ve gizliliğe önem veren arkadaşlar bana yazın yada telefon açın 0533 865 6701 kibrisli1@dostmail.com Çağatay Aşk, sevgi, dostluk, dürüstlük az ve öz yaşayanlardanım. Bir günlük sevgili bana göre değil diyorsan hemen ara. Çünkü bu ilandan sonra kapanın elinde kalırsa hiç şaşmam. Sapına kadar gey panfilya 22:0024:30. FB'liler tercihimdir. 0.533.273 70 21, aman GS'li olmasında! Benim gibi özgür, tüm gey ve eşcinsel, travesti arkadaşlarla tanışmak istiyorum. Deniz. 0.535.711 49 55, 0.542.513 51 92 28 yaşında uzun boylu, kumral, turizmci geyim. Sevgiye ve aşka verdiği değerin binde birini paraya değişmeyen, 23 yaş üstü, efemine olmayan, özellikle İstanbullu gey arkadaşlarla tanışmak istiyorum. Engin Deniz. 0.535.411 42 59 Dostluk, sevgi, güven adına paylaşmaya değer veren tüm insanların telefonunu bekliyorum. Her zaman sevgide kalın, çünkü sevgi son olmayan hayat pınarıdır. 0.535.771 09 43 İstanbul 30'lu yaşlarda Mersin'de yaşayan bir geyim. Sevgi ve saygıya önem verip seviyeli, dostluk, güven ve gerçek aşk, uzun süreli ilişkiye evetse, gey arkadaşların mektubunu bekliyorum. P.K. 14 33000 Mersin İstanbul'da yaşayan, kumral, 1.75 cm, 65 kg ölçülerinde 38 yaşında geyim. Gey arkadaşlarla tanışmak, yeni dostluklar edinmek istiyorum. Sinan, 0.532.396 38 39 I present me I am an Gay Algerian I am 38 years old and I live Algiers, waiting to make acquantance with of other Turkish Gays. Write to:

Mr. Tababouchet Krimo 04 Boulevard Emir Khaled Bologhine 16090, Algiers, Cezayir. 1,65 boyunda, 27 yaşında bir eşcinselim. Benim gibi gey arkadaşlarla tanışmak, arkadaş çevremi genişletmek istiyorum. Beni günün 24 saati arayabilirsiniz. Deniz Sönmez, 1. Levent, Şakayık Sokak No:1, Levent İstanbul. Deniz, 0.535.711 49 55 İstanbul'da yaşayan, 27 yaşında bir bayanım. Arkadaşlığa, dostluğa değer veren, yüreğini sevgiyle besleyen, dürüstlüğü ilke edinmiş, uzun süreli bir beraberlik arzulayan, ruhunda ve bedeninde dişiliği taşıyan tüm arkadaşlarıma gönül dolusu sevgiler. 0.532.240 31 86 Stockholm dışında bir kasabada büyüdüm. Doğu Karadeniz kökenli, koyu sarışın, normal ölçülerde yakışıklı, çekici bir gencim. Turizm okulundan mezunum. Çevresi ile iyi diyalogu olan, hayatı seven ve dostlukları önemseyen ve her konudaki görüşlere açık biriyim. Sizinle aynı görüşleri paylaşıyor olabiliriz. Mektuplarınızı bekliyorum. Akın Bayraktaroğlu, Axbyplan 20 2 TR 163 73 Spanga, Stockholm İsveç-Sverige 30 yaşında, esmer geyim. Asla feminen olmayan tercih takıntısı olmayan, güzel düşüncelere açık, GENÇ, dinamik, gelecek düşünceli gey arkadaşlara ihtiyacım var beni www.facelink.com'dan görebilirsiniz. ulaşmak için: turkicon@mynet.com veya turkicon@usa.net 26 yaşında çalışan bir geyim. İstanbullu'yum.Tüm gey ve geysevenlerin cevaplarını bekliyorum. cengizsimsek@yahoo.com Kadınlık bilincine sahip, yüreğine, sevgisine güvenen gerçek lezbiyenlerle tanışmak istiyorum. Lütfen erkekler aramasın. Derya, 0.535.248 67 78 190 boyunda, 85 kilo ağırlığında, ela gözlü, kısa kumral saçlı, beyaz tenli, sigara ve alkol kullanmayan, hukuk fakültesi mezunu bir geyim. Aradığım, uzun süreli bir ilişki. Eğer sen de benim gibi düşünüyorsan, lütfen bana ulaş! Hüseyin/İstanbul sacresdeus@yahoo.com 0 542 295 84 94 Beyza'dan selamlar. 26-32 yaşları arasında, yaşamayı ve kadınları çok seven, başak ve aslan burcundan olan, bütün Türkiye'den, özellikle İstanbul'dan, tüm lezbiyen-biseksüel dostlarla iletişim kurmak istiyorum. beyza_kl@yahoo.co.uk Geiler Boy, 45/174 sucht geile Boys (vielleicht Dich?) zum gegenseitigen Blase, Wichsen und für alles, was zu zweit Spass macht. Wer kann mir Gay-Videos und Magazine schenken? Hast Du Lust, so schreibe mir mit Foto. Ischau, bis bald! Korrespondenz in polnisch oder deutsch. W. Mochnacki, Box 131, 33-300 Nowy Sacz 1 POLSKA 18 yaşındayım. 178 cm, 62 kg, esmer balık burcuyum. Adım Rojen. Aşka inanan tüm geyler arayabilir. İzmir 0.232.323 03 25 Ben 19 yaşında, İzmir'de okuyan bir geyim. Yakışıklı ve biraz da seçiciyim.

77

İzmir'de tanışmak isteyen herkesten mesaj bekliyorum. ademyetkin@hotmail.com Aşkın sonsuzluğunu yaşamak isteyenler beni arayın. Yusuf, Ankara, 0.535.330 90 18 Karşılıklı sevgiye, dostluğa ve hepsinden önemlisi dürüstlüğe önem veren gey arkadaşlarla tanışmak istiyorum. Yaşım 33, boyum 1.73, esmer tenliyim. Victory1@mynet.com Ben Murat, tüm eşcinsel arkadaşlarla tanışmak ve arkadaş çevremi genişletmek istiyorum. Tüm arkadaşlar arayabilir. 0.535.711 49 55 Adana'da oturuyorum. 26 yaşında, 57 kiloyum. 170 boyunda bir geyim. Elimden geldiği kadar bunu kendime özel kılmaya çalışıyorum ve abartmıyorum. Karşılıklı sevgiyi dostluğu ve dürüstlüğü paylaşmak isteyen gey arkadaşlar beni arayabilirler. gecemavisi73@hotmail.com 0542 386 33 23 21 yaşında, sporla uğraşan, 1.75m boyunda, üniversite son sınıf öğrencisiyim. İzmir'deki geylerle tanışmak istiyorum. Uzun süreli dostluklar için mesajlarınızı bekliyorum. triticum2000@yahoo.com Seçkin, ciddi, kaliteli, tahsilli, seviyeli, komplekssiz ve İstanbullu 27 yaş civarında iseniz dost, arkadaş olalım. (Resimli mektuplarınızı gönderiniz lütfen) P.K.245 80212 Teşvikiye/İstanbul 21 yaşında üniversite öğrencisiyim kalıcı sevgi dostluk ve dayanışmaya önem verenlerin telefonunu bekliyorum. 0 532 202 46 38 40 yaşın üzerinde, kendisine ve "insan"a emek vermiş, sanatçı mizaçlı lezbiyen ya da androjen kadınlarla diyalog kurmak istiyorum. Sedef Dicle sedefdicle@yahoo.com Selam ben Murat, 28 yaşında biseksüel bir gencim. 24 yaşına kadar gey arkadaşlarla tanışmak-yazışmak istiyorum. P.K: 86 Karaman staniska@hotmail.com 21 yaşındayım. Derginin ulaştığı herkesi dost olmaya bekliyorum. Ayrıca bir de sevgili arıyorum. Alp. 0 542 893 32 65 22 yaşındayım Tokat'ta üniversite okumaktayım yalnızlıktan çıldırmaktayım siz de benim gibi sevmek ve sevilmek istiyorum, aşka önem veriyorum diyorsanız benimle lütfen yazışın. 20-25 yaş arası ve ciddi ilişki kurmak isteyenlerin aramalarını bekliyorum. Meriç Can Atasu ganymedes_us@yahoo.com 27 yaşında, üniversite mezunu, hayatı doyasıya yaşamayı seven birisiyim. Paylaşmayı seven herkesten cevap bekliyorum. cesur_2000@usa.net ?...evet evet çok az kaldı, bir adım daha... arkadaşlığa, dostluğa yeni bir merhabaya... zappaf@mynet.com.tr 32 yaşında tiyatrocuyum. Beni anlayacak arkadaş arıyorum. woy_zeck@yahoo.com 19 yaşında, 1.85 boyunda, 70 kg bir geyim. Mesafeyi ve maddiyatı sorun etmeyen 25 yaş üstü insanlarla tanışmak istiyorum. Tansel (İstanbul) gburak@mail.com

0 532 776 24 80 İstanbul'da yaşayan 35 yaşında, 1.73 cm boyunda, 65 kg geyim. Sevgiye arkadaşlığa önem veren, dürüst gey ve biseksüel arkadaşlarla tanışmak istiyorum. Mehmet 0 532 396 38 39 Karaman ilinde sizi sevgiye ve dostluğa çağıran, her şeyin ille de cinsellik olmadığını savunan, erkek bedeninde erkek özlemi taşıyan 25 yaşında Yusuf'un kapısını çalar mısınız? 0 542 596 50 39 P.K:18 70100 Karaman Homofobi'si olmayan herkes bana yazabilir!.. bilge_cik/Antalya bilge_cik@usa.net Macera değil, seviyeli ve düzeyli bir ilişkiyi, kısacası gerçek "sevgiliyi" arıyorum. "Böyleyim" diyebilenlere selam olsun. Ahmet, İstanbul. 0 542 534 07 26 (Geceleri 22:00'den sonra arayabilir, gün içinde mesaj yollayabilirsiniz) 22 yaşında, esmer, İstanbul'da yaşayan bir bayanım. Gerçekten ciddi sevgiye inanan ve kalıcı bir arkadaşlık isteyenler beni arayabilirler. Lütfen bayanlar arasın. LÜTFEN. Nazlı. 0 532 256 48 63 24 yaşında, İstanbul'da yaşayan bir geyim. Sevgi ve saygıya önem verip dostluk, güven ve aşk dolu uzun süreli bir birliktelik yaşamaya, bir ömür sevmeye ve sevilmeye benimle var mısın? Evetse cevabın... 0 533 214 09 11 Yeni Dostluklara Merhaba! 24 yaşında, 170 boyunda, İstanbul'dan seslenen bir geyim. Dost olmak isteyen herkesin mesajlarını bekliyorum. rober_h@hotmail.com 19 yaşında; 180 cm, 52kg, esmer bir gencim. Müzik ve edebiyatla ilgileniyorum. Bursa'da oturan geylerle tanışıp görüşmek ve diğer illerden arkadaşlarla mektuplaşmak istiyorum. Kemal Y. Hocataşkın Mah.Dere Sk. No: 24 16360 Bursa 36 yaşında, 187 boyunda, 85 kg, kariyer sahibiyim. Eskişehir'deki gey arkadaşlarla tanışmak istiyorum. Tolga: 0 532 500 41 69 ILGA (International Lesbian and Gay Association) ilga@ilga.org internet adresi: www.ilga.org IGLHRC (Uluslararası Gey Lezbiyen İnsan Hakları Komisyonu) iglhrc@iglhrc.org Fax: +415-255-8662 Amnesty International (Af Örgütü) amnestyis@amnesty.org İnternet adresi: www.amnesty.rog İNSAN HAKLARI DERNEĞİ Genel Merkez Tel&Fax: 0.312.425 95 47 Ankara Şube Tel:433 74 81 Fax:435 76 15 İstanbul Şube Tel: 0 212 244 44 23 Fax: 0 212 251 41 55


KAOS GL

Maximum Caroline Bongrand Türkçesi: A. Banu Karadağ Sel Yayıncılık, Roman, Birinci Baskı Eylül 2000 e-mail: posta@selyayıncilik..com Tekerlekli sandalyesinde yaşamını televizyon seyrederek geçirmeye mecbur kalan, "ben bir köpeğim. Konuşmam, duymam, düşünmem. Elimden geldiğince yaşamaya aldırmamaya çalışırım" diyen Max'in öyküsü bu. Aşkla Dayanmak Jale Sancak Sel Yayıncılık, Öykü, Birinci Baskı Eylül 2000 İşte bu aşkla dayandı. Yangınla sınandı, bu aşkla dayandı. Bu kez de başka yolcularla, başka bir yolculukta, kayıp anahtarların, açamadığımız kilitlerin, gene de aşkla dayanmanın, dayanabilmenin öykülerinde yol alacağız. Garabet Meleği Edgar Allan Poe Türkçesi: A. Sıla Bayer-Ümit İnginar-O. Burak Sözen Sel Yayıncılık, Öykü, Birinci Baskı Ağustos 2000 Öyküleri, polisiye türünün oluşumuna yön veren Edgar Allan Poe'dan Garabet Meleği adıyla derlediğimiz bu kitaptaki öyküler ilk kez Türk okuruyla buluşuyor. Kuşevi'nin Efendisi İbrahim Yıldırım Sel Yayıncılık, Roman, Birinci Baskı: Ekim 2000 "Kuşevi'nin Efendisi, çok sesli bir yeni roman: Satırları arasında cinler dolaşıyor, bazı sayfaları mehter marşlarıyla açılıp kapanıyor... Şifre çözmeye, kazı yapmaya uygun bir yapısı var... Ancak, okurun romanın sayfaları arasında kaybolma riski çok yüksek; Kuşevi'nin Efendisi riski göze alabilecek okurlar için..." Aşkın Zembereği & Uyandığında Kadın Hâlâ Yanındaydı Cem Akaş Sel Yayıncılık, Öykü, Birinci Baskı: Ekim 2000 "Uyandığında kadın hâlâ yanındaydı" ana başlığı altında toplanmış, aşkın diğer yakalarını açan elli minimal "öykü"."

Eşsiz Hazlar (Mastürbasyon Külliyatı) Harry Mathews Türkçesi Cem Akaş Sel Yayıncılık, Birinci Baskı: Ekim 2000 "Değişik yerlerde, değişik zamanlarda, farklı yaşlarda farklı farklı kişiler tarafından birbirine benzemeyen terkiplerle gerçekleştirilen, mahrem bir ayinin lirik izlekleri."

78

Orson Welles: Bir Amerikan Mitosu G. Cabrera Infante Türkçesi: Selahattin Özpalabıyıklar Sel Yayıncılık, Birinci Baskı: Ekim 2000 "Bir harika çocuk nasıl olur da büyüyünce müsrif oğul olur? Sirkin en büyük atraksiyonu, iki başlı adam, niçin kovulur? Cabrera Infante, Orson Welles efsanesine sahip çıkıp onu gerçeğe dönüştürüyor-alan derinliğini ihmal etmeden!"


KAOS GL Anladım Yılmaz Erdoğan Sel Yayıncılık, Şiir, Üçüncü Baskı: Ekim 2000 "anladım ki ağaçlar toprağa acı verdikçe büyüyorlar" Başkaldırı Sanatının Sonu Hüsamettin Çetinkaya Zed Yayınları, "Sol" sanat hareketleri dizisi, Birinci Baskı: Ağustos 2000 e-mail: zed@piya.org Sanat ve kültür bir toplumun tinidir. Modern dünya, nesnelliğiyle, pozitivizmiyle, determinizmiyle, akılcılığıyla, tinimizi yoketti. Aşkı, 'ilişki'ye, toplumsalı baskıya, simgeyi şiddete çevirdi. Eskiye ağıt yakmak, eskiyi radikal olarak kaybetmekle sonuçlanıyor, bu kesin. Yeni olanı anlamak, yeni olandaki tin ile buluşmak. Onu yeni dünyanın sıcaklığına çevirmek. Onu reddetmek, aşağılamak değil, kendi duruş yerlerimizdeki akılcı bağnazlıkları sorgulamak. Belki de yeni bir akıl, bilmiyorum. Bildiğimiz tek şey yoğun bir tinsel fakirlik içinde debelendiğimizdir. Sanat! bize yeni tinsel uğraklar verebilir mi? Patty Diphusa Hikâyeleri Pedro Almodóvar Türkçesi: Avi Pardo Parantez Yayınları, Birinci Baskı: Haziran 2000 e-mail: parantez@yahoo.com "Patty, öylesine hayat doludur ki hiç uyumaz, saftır, şefkatlidir ve iğrençtir, kıskanç ve kendine aşıktır, herkesin ve her zevkin dostudur, her şeyin iyi yanını görmeye hazırdır. Durumları yüzeysel olarak ele aldığı için sonunda işleri iyi giden biridir. Patty yalnızlıktan ve kendinden kaçar, üstelik bunu iyi bir mizah ve sağduyu dozuyla yapar." Pedro Almodóvar, Patty Diphusa'nın yaratıcısı, yazarı. Balık Burcu Hikâyeleri Küçük İskender Parantez Yayınları, Birinci Baskı: Ağustos 2000 Balık Burcu Hikayeleri'nde küçük İskender'in kendine özgü üslubuyla yazdığı hikâyeler, şiirler, denemeler yer alıyor.

Edebiyat ve Eleştiri İki Aylık Edebiyat ve Eleştiri Dergisi Temmuz-Ağustos 2000 Yönetim ve Yazışma Adresi: GMK Bulvarı, Fevzi Çakmak Sokak, 36/12 06440 Kızılay ANKARA e-mail: evee@ada.net.tr 50. sayı eleştiri özel bölümü

Ütopiya Mevsimlik Hayat Bilgisi Kitabı: 10 Göç Dosyası İstiklal Cad. Olivya Han Geçidi, Olivya Han, Kat 5, Galatasaray İSTANBUL Tel/Fax: 0.212.292 68 10292 68 85 e-mail: utopiya@piya.org web. www.piya.org

Pencere İki Aylık Kültür, Düşün, Sanat Dergisi Yayın Yönetmeni: M. Mahzun Doğan http://www.bir.net.tr/penceredergisi Yazışma Adresi: P.K. 177 06442 Yenişehir ANKARA e-mail: mahzun@marketweb.net.tr mahzundogan@imece.org Tel: 0.312.441 72 27-0.533.310 16 24

79


Derleyen ve çeviren: Kerem SANATEL 1944 doğumlu Amerikalı gazeteci yazar Armistead Maupin 24 Mayıs 1976’da San Fransisco Chronicles gazetesinde bir tefrika halinde yazmaya başladığı Tales of the City / Kent Hikayeleri ile ünlendi. Daha önce San Fransisco’daki diğer gazetelerden geri çevrilen bu proje öyle büyük bir yankı uyandırdı ki Maupin kendisini hiç ummadığı bir şöhretin ortasında buluverdi. İçinde olanca doğallıklarıyla aktarılmış eşcinsel karakterlerin yer aldığı bu küçük öykücüklerin uyandırdığı ilgi gazeteye hayran mektuplarının yağmasına neden oldu ancak art niyetli gazete yöneticileri tarafından yazardan saklandı. Maupin gazetecilik hayatı boyunca sık sık karşılaştığı iki yüzlü homofobinin hayran mektuplarını örtbas edişine tanık olduğunda –ve depoya saklanmış hayran mektuplarını gördüğünde– San Fransisco’da kendisini tanımayan kimsenin neredeyse olmadığını da şaşkınlıkla öğrendi. Gençliğinden bu yana aktivist hareketlere fiilen katılmış olan Maupin için açık bir eşcinsel yazar şöhreti sorun teşkil etmemişti. Bunu izleyen yıllarda Kent Hikayeleri 5 ciltten oluşan bir dizi kitapta toplandı. Kitap olarak San Fransisco dışındaki Amerikan eyaletlerinde zayıf bir satış grafiği çizen dizi en yüksek satış rakamına İngiltere’de ulaştı. Maupin artık dünya çapında tanınan bir yazardı. Çok başarılı bulunan bir dizi tiyatro oyununda da imzası bulunan Maupin 1991 yılında hayranlarının uzun yıllardır beklediği projeyi hayata geçirdi. Kent Hikayeleri'nin TV dizisine dönüştürülmesi. Channel 4’un kabul ettiği proje 12 bölümlük bir diziyle hayat buldu. Maupin’in senaryolaştırdığı dizi defalarca Emmy ödülüne aday gösterilmesine karşın her defasında eli boş döndü. Dizi oyuncu kadrosundaki çatışmalar (bazı oyuncuların yüksek ücretler talep etmeye başlaması) nedeniyle ebediyen rafa kaldırıldı. 1995 yılında eşcinsel sinema üzerine enfes bir dökümanter olan ve 15. İstanbul Film Festivali’nde de gösterilen Celluloit Closet’in metnini de yazan Maupin halen Kaliforniya’da yaşıyor. Kendisi son olarak İngiliz yazar Clive Barker’la birlikte korku hikayelerinden oluşan

özel bir derleme kitabına imza attı. Aşağıda yer alan bölüm Kent Hikayeleri’nin More Tales of the City adlı ikinci cildinde yer alıyor. Kitabın ana karakterlerinden biri olan Michael bir süredir cereyan eden eşcinsel karşıtı hareketlerden rahatsızdır. Bir dizi olayın sonucunda uzaktaki ailesine bir mektup yazarak eşcinsel olduğunu açıklar. Maupin için otobiyografik bir kitap hazırlayan Patrick Gale, kitabında bu bölümün ………’da ilk yayımlandığında pek çok eşcinselin mektubun kopyasını çıkartıp altına kendi imzalarını atarak ailelerine göndermesine ve eşcinselliklerini açıkladığına neden olduğunu anlatıyor. İşin daha da ilginci Maupin’in bu bölümü kendi ailesini düşünerek yazması. Bu metin aslında yazarın da ailesine el sallayışını belgeliyor. Sevgili anne; Yazmakta bu denli geciktiğim için üzgünüm. Sana ve babama her yazdığımda aslen kalbimden geçenleri yazmadığımı fark ediyorum. Sizleri her zamankinden daha az seviyor olsaydım sorun değildi ama sizler halen benim ebeveynlerimsiniz ve ben de halen sizin çocuğunuzum. Bu mektubu yazarak aptallık ettiğimi düşünen dostlarım var. Umarım yanılıyorlardır. Kaygıları herhalde benimkinden daha az sevecen ve güvensiz ebeveynlere sahip olmalarından kaynaklanıyor. Umarım bu mektubu aslen sevgimden doğan bir eylem, hayatımı halen sizlerle paylaşma arzusu duyuşuma bir işaret olarak algılarsınız. Sanırım eşcinsel karşıtı hareketleri destekleyen düşünceler içinde olmasaydınız yazmazdım. Hepsinden ötesi bu tavrınız bana gerçeği açıklama sorumluluğunu yüklüyor. Oğlunuzun bir eşcinsel olduğu gerçeğini. Üzgünüm anne. Böyle olduğum için değil, ama şu anda hissettiklerin için. Bu duygunun nasıl bir şey olduğunu biliyorum çünkü hayatımın büyük kısmında aynı şeyi hissettim. Sarsıntı, utanç, inanamazlık, daha bir çocukken fark ettiğim ve göz rengim kadar parçam olan bir şeyi duyduğum korku yüzünden inkar etmek. Hayır anne, kimse aklımı çelmedi. Hayatın hiç bir döneminde bir akıl

80

hocam olmadı. Ama biliyor musun? Keşke olsaydı. Keşke Orlando’daki insanlardan daha akıllı bir büyüğüm beni yanına çekip şöyle deseydi, ‘Bir şeyin yok evlat. Sen de herkes gibi büyüdüğünde doktor ya da öğretmen olabilirsin. Deli de değilsin, hasta da, kötü de. Başarılı ve mutlu olabilir, kiminle yatağa girdiğini umursamayacak dostlar – her türden dost edinebilirsin. Hepsinden önemlisi kendinden nefret etmeden aşık olabilir, olunabilirsin.’ Ama kimse bunları söylemedi anne. Bunu kendim anlamak zorunda kaldım. Kendim gibi insanlarla kaynaşarak. Bu kişiler ne çılgın ne de uçuk kaçık kişiler anne. Mağaza sahipleri, bankacılar, olgun hanımlar. Şimdi ne düşündüğünüzü biliyorum. Kendinize sorup duruyorsunuz. Ne hata ettik? Bunun olmasına nasıl izin verdik? Böyle olmasına hangimiz sebep oldu? Buna cevap veremem anne. Uzun vadede ise umurumda değil. Bütün bildiğim şu: sen ve babam bundan sorumluysa öyleyse size hayatımdaki neşe ve aydınlık için tüm kalbimle teşekkür ediyorum. Biliyorum, size eşcinsel olmak ne demektir anlatamam. Ama ne olmadığını anlatabilirim. Kelimelerin ardına saklanmamaktır anne. Aile, ahlak ve dinin arkasına saklanmamak. Kendi bedeninden ya da Tanrı’nın bahşettiği zevklerden korkmamak. Kaba ve görgüsüz olmadığı sürece komşunu yargılamamaktır. Eşcinsel olmak bana hoşgörülü, tutkulu ve insancıl olmayı öğretti. Bana yaşamın sınırsız olasılıklarını gösterdi. Bana güç veren, tutku ve nezaket sahibi, duyarlı kişiler kazandırdı. Her zaman tanıdığınız Michael olmam dışında söyleyecek başka şeyim yok. Şimdi beni daha iyi tanıyorsunuz. Sizi kasıtlı olarak incitecek hiç bir şey yapmadım. Yapmayacağım da. Cevap yazmakta lütfen acele etmeyin. Şu an, bana dürüst olmanın değerini öğreten sizlere yalan söylemek zorunda olmadığımı bilmek yeterli benim için. * Kent Hikayeleri’nin ilk cildi Kent Masalları adıyla Türkçe'de Remzi Kitabevi’nden yayımlandı. TV dizisinin 4 kasetten oluşan video kasetlerini ise www.blackstar.co.uk adresinden temin edebilirsiniz.


KAOS GL KAOS GL KÜTÜPHANESİ ÜYELİK DUYURUSU Kütüphanemiz gittikçe zenginleşiyor. Gey ve Lezbiyenlikle ilgili tüm yayınları bünyesinde tutmayı amaçlayan Kütüphanemiz bunların dışındaki temel kaynakları da kapsayacaktır. (Ansiklopediler, Sözlükler, Dil ve Edebiyat, Tıp...) Bu yönüyle bir ilki gerçekleştireceğimizi düşünüyoruz. Kütüphanemiz KAOS GL okuyucularının katkılarıyla oluştu ve okuyucularımızın katkılarıyla bundan sonra da sürecek.

KÜTÜPHANEDEN YARARLANMA Kütüphanemizdeki kitapların konularına göre tasnif çalışması sürüyor. Fakat bu çalışma bitmeden de kütüphanemizden yararlanmak için başvuranlar oluyor. Hiçbir okuyucu ve kitap meraklısını geri çevirmemeyi amaçlıyoruz. Okuyucu ve kitap meraklılarından bir isteğimiz ise Kütüphanemize üye olmalarıdır. Üyelerimizden son derece sembolik bir üyelik aidatı alınacaktır. Bu aidatın miktarı aylık 1.000.000.-TL olarak belirlenmiştir. Bundan böyle kütüphanemizden yararlanacak arkadaşlar, üye olmaları gerektiğinden kütüphane sorumlusuna başvurmalıdırlar. Kütüphanemiz katkılarınızla daha da gelişecek ve GL araştırmalarında en önemli başvuru odağı olacaktır.

KAOS GL HAFTALIK TOPLANTILARI BAŞLADI! Yıllardır düzenli olarak sürdürdüğümüz KAOS GL açık pazar toplantılarını uzunca bir suredir mekansızlıktan dolayı yapamıyorduk. Nihayet kendi mekanımızda, Kaos Kültür Merkezi'nde, Kaos Pazar Toplantıları başladı. Okurlarımızı bekliyoruz.

KAOS GL HAFTALIK PAZAR TOPLANTILARI HER PAZAR SAAT 17:00'de KAOS KÜLTÜR MERKEZİ'NDE

HAFTALIK KÜTÜPHANE SOHBETLERİ KAOS GL Kütüphanesi'nde bundan böyle Haftada bir Pazartesi günleri, saat 17:30'da GL konulara yer veren kitapların tanıtıldığı ya da bu kitaplardan yola çıkarak hazırlanmış sohbet/sunumlar yapılacaktır. Kitap dostlarına duyurulur. Kaos GL Kütüphane Sorumlusu Zekeriya GÜN KAOS KÜLTÜR MERKEZİ



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.