KaosGLD69

Page 1



BAHAR 2001

SAYI:7

Mevsimlik Dergi ISSN 1302-5015 Sahibi: Ali Erol

içindekiler

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Abdurrahman Bahşişoğlu Basım Öncesi Hazırlık: KAOS GL Baskı: Ses Reklam & Matbaacılık

KAOS GL'den ................................................................... 2 Orospu Temasına Zorunlu Öznel Yaklaşım-Belgin İnan......... 3 Hapishaneden Mektup Var-Oktay Çetinoğlu ........................ 4 Şiirler-Can Uğur ............................................................... 5 Feminizm-Ahu Tatlı .......................................................... 6 Cinsel Yönelim ve Ayrımcılık Karşıtı Politikalar-Mark Bell ..... 8 Cinsellik ve Haklar-Momin Rahman.................................. 14 Sınırlar Aşılırken Değişen Habercilik Anlayışı-Gülsüm ......... 20 Deccal, Heccav, Hacıcavcav-Üstün Öngel ........................... 23 Alternatif Medya-Can Başkent ......................................... 25 Hindistan'a Bir Geçit-Yeşim ............................................. 30 Ne Çok Gittim Ben-Burhan Murat .................................... 31 Bazen Bir Mezar İstiyorum-Îşkîn...................................... 32 Neden-Birisiwar ............................................................. 37 İntihar-Oktay Çetinoğlu................................................... 38 Ben Özgürüm-Dicle F...................................................... 39 Tennessee Williams-Yusuf Eradam ................................... 40 Beat Kuşağı Yaşıyor-B.H. Ergen ...................................... 46 Dünya Şeylerin Yalnızlığıdır-Bayram Balcı ......................... 49 Dersaadette Martini-A. Galip ........................................... 50 Başkasının Bedeninde Tatile Çıkmak-Yeşim ....................... 53 Beyazperdedeki Travestilik-Edward Connor...................... 56 Eşcinsellik ve Tasavvuf-Zekeriya Gün ............................... 60 Mitoloji-Agatadaimon...................................................... 62 Ter Masalları 2-Kanka-Şarmut A. İkarus .......................... 64 Issız Adanın Güncesi-Issız Ada ......................................... 69 Ne Yapmalı?-Murat Özen ................................................ 73 Şiirler............................................................................ 74 Bize Gelenler.................................................................. 75 Mektup ......................................................................... 76 Gözüm Abla ................................................................... 77 İletişim .......................................................................... 79 Çiçek Atın Yenilmiş Asiye-Kaşık Düşmanı .......................... 80

Adres: Konur Sokak 36/4 Meşrutiyet Caddesi Kızılay ANKARA

Yazışma Adresi: Ali Özbaş, P.K. 53, Cebeci/ANKARA TEL: 0 312 418 87 15 FAKS : 0 312 363 90 41 E-MAİL: kaosgl@ilga.org Internet Adresi : www.kaosgl.com

Yayınlanması İsteğiyle Gönderilecek Ürünler İçin Adres: ALİ ÖZBAŞ P.K. 53 CEBECİ / ANKARA ali.ozbas@isbank.net.tr ABONELİK İÇİN Yurt içi 1 yıllık (4 sayı) abone bedeli: 10.000.000.-TL. Yurt dışı 1 yıllık abone bedeli: 75 DM ya da 50 $. Please, transfer 75 DM or 50 $ as 1 year subscription period to the following bank account: T. İş Bankası Meşrutiyet Şubesi (ANKARA) Ali Özbaş no:4213 0544328. Dekont ya da fotokopisini mutlaka Ali Özbaş P.K. 53 Cebeci/Ankara adresine postalayınız. Tek sayılık isteklerde 2.500.000.-TL’lık posta pulu gönderiniz. Tutsaklara ücretsiz gönderilir.

1


KAOS GL

Dergimizin Bahar sayısı ile birlikteyiz. Doğrusu ya dergi üç ayda bir çıksa da işlerin yoğunluğu azalmış değil. Zaten dergiyi üçer aylık bir periyoda sokarken amacımız işlerin yükünü hafifletmek değil aksine yeni projelerle ağırlaştırmaktı. Bu arada dergiyi düzenli takip eden kimi okurlarımızın henüz haberi olmamıştır belki; aylık gazete projemiz hayata geçti. Adını Parmak koyduğumuz bu gazetenin Mart ayı ile birlikte 2. sayısı çıktı. Hâlâ haberi olmayan ve görmeyenlerden ya da görüp de farketmeyenlerdenseniz dergimize ulaştığınız yerlerden gazeteye de ulaşabilirsiniz. Hatırlatalım; Parmak gazetesi aylık olarak çıkıyor. Bu ay bayram tatilinin araya girmesiyle ayın ikinci yarısında çıksa da her ayın ilk haftasında Parmak vitrindeki yerini almış olacak. Kaos GL dergisi ise mevsimlik periyodunu sevmiş durumda. Bu sayıya sığmayıp taşan yazılar Yaz sayısını bekliyor. Siz de dergide yayınlanması için ürün yollayacaksanız lütfen yaz'ı beklemeyin. Bir an önce yollayın ki dergimiz Yazın ilk günlerinde hazır olsun. İlk sayılar genellikle gözden kaçırılır. Bir çok yayın (özellikle geniş bir reklam olanağına sahip değilse) sessiz sedasız başlar yayın hayatına ve zaman geçtikçe bulur okuyucusunu. İşte bu sevenler kitlesi büyüdükçe ilk sayıya merak ve ilgi de artar ve nihayetinde en az satan sayı olma özelliğinden "artık bulunamayan" ve "nadide" bir sayı özelliğine geçiverir. Parmak Gazetesi de sanırız benzer şekilde bir yol izleyecek. Dergimizin de ilk sayısı bir çok kez çoğaltılarak arşivlere katılmıştı. Parmak Gazetesinin ilk sayısını kaçıranlar için "Neden Parmak" sorusuna verdiğimiz yanıttan kısa alıntılar yaparak adını neden parmak koyduğumuz konusunda fikir verelim:

… Nihayetinde PARMAK çıkıverdi karşımıza. Başta tuhaf geliyordu ama düşündükçe (hatta düşünmeye bile fırsat vermeden) PARMAK'a yüklenen anlamlar, PARMAK'ın başardığı işler karşımıza çıkıyordu ve zaman geçtikçe daha güzel görüldü PARMAK'ımız bizlere. PARMAK deyince akla gelenlere bakacak olursak; Söz hakkı istemek için PARMAK kaldırılır. Bizim de sözümüz var söylenecek. PARMAK ile bir yere iz bırakılır. Türkiye'de ilk olmanın izini çoktan bıraktık. Daha bırakacak çok izimiz var ama. Antropologlar PARMAK'larımız olmasaydı

2

medeniyet de olmazdı, araç gereç yapamazdı insanoğlu der. Düğmeye PARMAK basar. Önemli bir noktaya PARMAK basılır. PARMAK'la gösterilmek; önem verilmek, dikkat çekmek anlamına gelir. … Ve bir dizi şey sıralamıştık bir çırpıda akla geliveren. Adı gibi çok işlevli bir gazete haline gelecek umuyoruz. Daha önce de belirttiğimiz gibi gazete için de katkılarınızı bekliyoruz. Gazetenin okuru olarak kalmayın, muhabiri de olun! Kaos Kültür Merkezi'nde etkinliklerimiz de son hız devam ediyor. Haftalık söyleşiler, film gösterimleri vs. derken Şubat ayında bir oyun bile sahnelendi. Aylık programı e-mail ile çevremize ulaştırdığımız gibi elden ve Ankara'da çeşitli yerlere bırakarak haberdar etmeye çalışıyoruz. Ayrıca gazetede aylık programımızın yanısıra geçmiş ayın "Seyir Defteri" de bulunuyor. Kaos Kültür Merkezi'nde hepimiz çok yorulsak da hayalimizi gerçekleştirmiş olmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Bu mutluluğa ortak olmaya ne dersiniz? Sizleri de -Ankara dışındaysanız yolunuz Ankara'ya düştüğündehafta içi 12:00-22:30, Pazar günü ise 14:3022:30 arasında bekliyoruz. Tabii ki aylık olması nedeniyle güncel duyurular artık Parmak gazetesinde yer alıyor. Bu yılki Eşcinseller Buluşması (BaharAnkaraBuluşma06) Türkiyeli eşcinselleri altıncı kez bir araya getirecek. Gazetede geniş bir duyurunun yanısıra geçmiş buluşmaların tarihçesinin de özeti var. Bu buluşmaya katılmak isteyen eşcinseller buluşma6info@usa.net adresine mail atabilirler. Kaos GL olarak internette direk ulaşabileceğiniz bir adres satın aldık. Ancak yoğun koşturmacalarımızla birlikte sayfayı işlevsel hale henüz getiremedik. Ama bu adresten eski arşivimize ulaşabilirsiniz. Forum sayfasının hazırlıkları yapılmakta olan internetteki yerimizin yakın zamanda sık sık uğrayacağınız bir sayfası olacağı umudundayız. Her ay Parmak'ta, her mevsim KAOS GL'de, sanal alemde de www.kaosgl.com'da buluşmak üzere.


KAOS GL

"Gey" denince küfür değildir de "ibne" denince küfürlerin en büyüğüdür ne hikmetse... Sözcüklerin çağrışım batağına dalınırsa "orospu" batağının içinden Yeşilçam'ın en esas çocuğu gelse de çıkartamaz. Orospu nedir, kimdir, kaç çeşittir..? diye sorulursa da bir yığın yanıt çıkar önümüze ki bu berbat soruların yanıtları da gayet berbat olacaktır... Böyle bir olgunun yorumunu öznel olmaktan kurtarmak zor. Kadından yola çıkmak gerek önce; feminizmin, erkek düşmanlığından çok ötede, 'insanlığın tüm geçmiş birikiminin ve geleceğinin erkeklerin tekelinden kurtarılıp kadınlarla birlikte yeniden yapılandırılması ütopyasını taşıyan siyasi duruş' olduğunun hâlâ ayırdına varamamış toplumumuzda, kadınlık hafife alınacak bir erdem değil... ... dikenli teller içinde içi yalnız kadının... Türkiye'de kadın kendine ve toplumun diğer kesimlerine yabancılaştırılanların en mağduru, tüm değerler çürürken bu çürümeye en açık kimlik elbette ki en güçsüzleştirilmiş, en çok ezilmiş kimlik... Tarihte bir çok insan ırkı, bir çok sınıf ezildi, ancak bu ezilenler her devirde az ya da çok isim değiştirdi, kadının ezilmişliği ise hiç değişmedi. Bugün de kadın ne kadın kimliğiyle ne de erkeğe öykünme çabalarıyla kabul görebiliyor... Ondan istenen, erkeğin kalıplarına girmesi... Oysa erkek, kadının kalıplarını anlamadığı ve sevmediği gibi, kendi kalıplarının da ne işe yaradığından habersiz. Ortada çok karmaşık ve hassas bir kısırdöngü var; erkeğe bu rolü veren kadının kendisi değil mi..? Annesinden öğrendiğini yapıyor adam... Toplumu ne denli reddederse reddetsin, toplumun dayattıklarını işine getiren bir yerleri mutlaka buluyor. Ev işi yapmaktan, orgazm taklidi yapmaktan, süslenmekten, doğurmaktan aciz erkek bütün bu zor işlerle sevgili kadınını onurlandırıyor, ona hizmet edecek kadının kölesi haline gelmek trajikomedyasında gidiyor yuvar teker... Kadınsa erkeğiyle birlikte ördüğü bu dikenli tellerin içinde, bedenine, usuna ve yüreğine yabancı kalıyor, o denli yalnız ki kendisi bile yok... ... İnsan mı, ahlak mı..? Kadın, bedeninin kontrolünün kendisinde olduğunu, cinselliğin ayıp olmadığını ve zekasıyla hayvandan ayrılan insanın bu konuda da bir yığın çeşitlemeler yapmasının sapkınlık olamayacağını, hatta bazı durumlarda sapkınlık diye nitelenen şeylerin insanın ruh sağlığı için sürdürmesi gereken özgün eylemlilikler olabileceğini bilmiyor... Cinselliğin ne denli temel ve temiz bir güdü olduğundan ve erkek eliyle ne denli çok kirletilip metalaştırıldığından bihaber. ... Semra Özal ekolünden kadınlar... Son zamanlarda feminizm, lezbiyen, eşcinsel hareket ve sendika, vakıf, basın organı, enstitü ya da başka niteliklerdeki bazı kültürel yapılanmalar gibi demokratik kitle örgütlerince geçmişe nispeten daha bilinçle sahiplenilmeye başlandı. Yine de kıpırdanışlar yetersiz, olanakları çok kısıtlı eşcinsel hareket kendini bile zor toparlıyor, Avrupa'dan ithal, gece kulüplerine bağımlı kitsch bir yaşam tarzının sınırlarından ve üç büyük

3

kentten dışarı çıkmakta zorlanıyor, bunların aşılması yolunda faaliyet gösteren basın organları, kültür evleri ve vakıfların direnişi gerçekten çok önemli başarı... Kadın bağlantılı diğer kitlelerse özellikle taşrada düğün salonlarındaki gayrıciddi çay partileri ya da çok sönük bazı faaliyetler düzeyinde kalıyorlar. Ve bu arada kadın zaten suyu çıkmış düzenin içinde kendinin de suyunun çıkışına öylece bakakalıyor... Ekonomik koşullar, topluma dayatılan tüketim hırsı o denli çığırından çıkmış ki, yalnızca günümüzde değil, sanayi devriminden beri, yüzyılı aşkın bir süredir, yeni orospu tanımlamaları mantar gibi çoğalıyor. Benliğini tüketimsel tatmine armağan etmiş kadın çeşidi, geliri değil ama tavrı küçük burjuva olup da dengeleri altüst olunca, bir jeep'e, bir tektaş pırlanta yüzüğe kendini kocaya satabiliyor. Evlilik kurumunun yozlaşması, kurumun orospuluğu da kapsamasına dek vardı.

Belgin İNAN

Bunlara benzer, Çernişevski'nin "Nasıl Yapmalı?" romanında anlatılanlar ilginçtir; yoksul aile, kızlarını zengin bir yüksek rütbeli askere yamamak niyetindedir, bu iş için gerekli taktikleri anne kızına itina ile aktarır, ancak kızcağız kıçına rahat battığından olacak bu fırsatı geri teper... Askerin eve gelişinde, zamanın gözde dili Fransızca'yla konuşarak annesinin anlamayacağı bir biçimde askeri nazikçe başından savar... Ardından, askerin niyetinin yalnızca bir kaç gece için kızın tadına bakmak olduğu anlaşılır ancak konu askerin arkadaş çevresinde sır kalmıştır, yoksul aileye ulaşamaz... Burada devreye yine başka bir askerin metresi olan sosyetik bir fahişe girer; fahişe evine gelerek kıza ve ailesine durumu anlatır, fahişenin dostluğu sayesinde kız askere yem olmaktan kurtarılır ve anne ikna edilir. ... ben bacıma orospu dedirtmem (!) Her akşam haber bültenlerinde ya da sokaklarda karşılaştığımız transeksüel sahnelerine de uzanmalı; aslının içinde hapis kalmasına karşı koyan bu insanlara fuhuş yapmaktan başka seçenek tanımayan, öteki durumundaki her olguyu hızla çiğneyip bünyesinden dışarı tüküren bu toplumsal vicdan, ahlak diye gösterilen sevgisiz, nesne manyağı resmi değerler orospu değil de kim orospu? Orospu, seks işçileri mi..? Ya da orospu, karşı cinsten ya da hemcinsi bir başka insana sahiden aşık olan, sahiden seven ya da hoşlanan ve bunları yaşamak için devletin önüne koyacağı bir sözleşmeyle kendini garanti altına almaya gerek duymayacak kadar güçlü olan, bekaret takıntısı olmayan kadınlar mı.? Ya da orospu, orasını burasını açıp kucaktan kucağa gezen kadınsa; neden milyonlarca adam her gece televizyonun başında ağzının suyunu akıtarak izliyor orospularını..? ... Umalım ki feminizmin kadın devrimi ütopyası insanlığı yozlaşmadan kurtaracak başka ütopyalarla da elele vererek yozlaşmaya temel kazan tüm ekonomik ve cinsel sakatlıkları ortadan kaldırabilsin ve orospuluğa yine yeni ama bu kez sağlıklı ve sahici bir tanım getirebilsin... O zaman da, her çağda ve her durumda varlığını sürdürmüş olan dünyanın en eski mesleği fahişelik belki hâlâ yok olmaz ama asıl orospunun kim olduğu anlaşılır.

… eşcinsel hareket kendini bile zor toparlıyor, Avrupa'dan ithal, gece kulüplerine bağımlı kitsch bir yaşam tarzının sınırlarından ve üç büyük kentten dışarı çıkmakta zorlanıyor…


KAOS GL

Bir çok eşcinsel, travesti arkadaş kendilerine cezaevi ortamının çok uzak olduğunu düşünürler. Açıkçası ben cezaevine girebilirim diye düşündüğüm halde cezaevine girmek beni adeta şoke etti. Beklemediğim anda gerçekleşen bir şey çünkü. Hiç belli olmaz, aynı şartlarla siz de karşı karşıya kalabilirsiniz, o nedenle bence dikkatli olmanızda fayda var. Çünkü bizim gruptakiler özellikle şiddetle iç içe yaşıyorlar ve bir kısım eşcinsel de hırsızlık yapmakta. Dışarıdayken gözlemlediğim kadarıyla travestilerin çoğu ve eşcinsellerin bir kısmı kendini korumak amacıyla yanında falçata taşıyor. Birisini yaraladığınız zaman hiç belli olmaz karşınızdaki insan sizden şikayetçi olur ve demir parmaklıkların ardında buluverirsiniz kendinizi.

cezaevine girdiğinizde ilk zamanlar bir iki arkadaşınız sizi yalnız bırakmayabilir. Ama içeride olduğunuz süre ilerledikçe, bir de gerçekten dostunuz yoksa aileniz dışında dayanağınız kalmıyor. Eğer ailenizle de eşcinsel ya da travesti olduğunuz için bağlarınız kopmuşsa çok zor günler geçireceğinizden emin olun.

Gerisini de daha önce askere gitmemiştim, yapmadığım askerliğim yerine sayıyorum. Eh, kendimi teselli etmeliyim, malum. Travesti biri için cezaevi şartları daha çekilmez. Daha önce hücrede kalıyordum. Yeni sevke geldim, burası eski kaldığım cezaevi şartlarından çok daha iyi, en azından evi andıran bir yerde kalıyorum. Ama tek başıma. Yanımda konuşabileceğim bir arkadaşımın olmasını o kadar isterdim ki. Duvarlarla, fotoğraflarla, kendi kendimle konuşmak ne kadar sıkıcı. Beni en rahatlatan şey yazmak ve müzik dinlemek. Bunun dışında bol bol kitap okuyorum, yazıyorum, uyuyorum, volta (yürüme) atıyorum. Kendimi ıssız bir adada bir eve kapatılmış gibi hissediyorum. Hani şu Big Brother yarışmasında gibi. Kaldığım yer minik bir ev gibi. Birinci katta mutfak tezgahı, lavabo, evlerdeki gibi banyo tuvalet ayrı ayrı, arkada yüksek duvarlarla çevrili sadece gökyüzünün görüldüğü salon büyüklüğünde bir bahçe, üst katta da yatakhane. Bir açıdan F tipi cezaevi sistemine yakın.

Cezaevinde efemine (kadınsı) eşcinsellerin ve travestilerin işleri kimliğini belli etmeyen geylere nazaran daha zor. Çünkü erkeksi, sıradan bir erkek gibi görünen eşcinsel içerde çoğunlukla heteroseksüel erkeğin arasında rahat olamasa da yalnızlıktan daha iyidir. Aklınıza koymanız gereken de cezaevine girdiğinizde ilk zamanlar bir iki arkadaşınız sizi yalnız bırakmayabilir. Ama içeride olduğunuz süre ilerledikçe, bir de gerçekten dostunuz yoksa aileniz dışında dayanağınız kalmıyor. Eğer ailenizle de eşcinsel ya da travesti olduğunuz için bağlarınız kopmuşsa çok zor günler geçireceğinizden emin olun. İçeride sanılanın aksine para çok önemli. O nedenle mutlaka kötü günlerinizi düşünerek birikim yapın. Ben dışarıdayken birikim yapmadım ve bu nedenle çok zorluk çekiyorum. Dışarıdayken her şeyin iyisine sahip olmak isterken bu günlerimi hiç hesaba katmadım. Levis, Benetton, Loft gibi markaları tüketeceğinize seçim alanınızı geniş tutun ve kendinize birikim yapın. Emin olun her koşulda bu konuda ne kadar doğru adım attığınızı anlayacaksınız.

Cezaevinde o kadar çok şey yaşadım ki şimdiye kadar, şimdiden sonra da yaşayacağım. Burada bunları kitaplaştırarak dışarı çıkınca yayınlatmak istiyorum. Manuel Puig'in "Örümcek Kadının Öpücüğü" isimli bir kitabı vardı, hatırlarsanız cezaevinde başlayan aşkı anlatan. Ben de cezaevinde tutkulu bir aşk yaşadım. Ama ne yazık ki afla beraber bitti. Bitmesini hâlâ kabullenemiyorum. Çok acı çektim, hâlâ da çekiyorum. Cezaevine ilk girdiğim zamanlarda önüme gerilen perdeden çok iyi göremesem de karşımdaki koğuştaki bir gençten çok hoşlanmıştım. Görebildiğim yerden hep onu izliyordum. Saçlarını hep geriye yatırdığı için Alain Delon'um diyordum ona. Onunla, onu görebildiğim perdenin bir karışlık köşesinden el işaretleriyle konuşmaya, duygularımızı anlatmaya çalışıyorduk. Birbirimize pusula (mektup) yazıp veriyorduk. O duvardan tırmanıp bana pusula atardı. Ben de ona... biraz da konuşurduk. Ulaşılmazlığın bir tutkusu vardı. Cinselliğin olmadığı, tamamen duygusal bir ilişki. Belki o da, ben de duygusal açlığımızı gideriyorduk, kimbilir. Çünkü o, ben geldiğimde neredeyse üç senedir cezaevindeymiş. Tamam, ben ondan hoşlandım, sevdim ama ya o? Sevdiğini düşünüyordum ama çıktığından beri ondan

Nihayet yargı süresi sona erdi ve 6 yıl 8 ay ceza ile kurtuldum. Kurtuldum diyorum, çünkü 24 yılla yargılanıyordum. Eğer cezaevi kurallarına uyarsam, yani buranın tabiriyle iyi hal gösterirsem 6 yıl 8 ay yerine infaz yasasına göre toplam 32 ay yatıp çıkacağım. O kişiyi öldürmek istemezdim ama açıkçası geberdiği için de pişman değilim. Hoş, hakimin karşısında pişmanım dedim... Yatacağım sürenin zaten yaklaşık üçte birini yattım.

4


KAOS GL haber alamadım. Oysa ben ona üç kere yazdım. Bu benim için büyük bir çöküntü oldu. Bu ilişki bittiği dönemlerde daha önce adeta iğrendiğim, yani hoşlanmadığım Erkan diye bir genç vardı, yanımdaki hücrelerde kalan. Bunalımlı günlerimde bana mektup yazarak, konuşarak bana destek oldu. Sonra beni sevdiğini söylemeye başladı. Açıkçası ilk zamanlar ona karşı hiçbir şey hissetmiyordum. Ama zamanla ondan hoşlanmaya başladım ve şimdi de seviyorum. Buna ben bile inanamıyorum. Şimdi onunla ilgili hayaller kurup mutluluktan uçuyorum adeta. O bir süre sonra dışarı çıkacak. Şimdi beni en çok korkutan aynı sonu yaşamak. Umarım böyle bir durumla karşı karşıya kalmam. Sevgi ne zaman ne mekan tanıyor, anlayacağız. Düşünebiliyor musunuz, birbirimizin yüzünü göremediğimiz için aynayla birbirimize bakıp konuşuyorduk. Ben veya o dışarı, bir nedenle çıktığımızda birbirimize dokunmak nasıl heyecanlı bir duyguydu? 24 saat beraberiz ama aramızdaki duvarlar nedeniyle ayrıydık. Düşünsenize, yan yanasınız ve sevgilinize sarılamıyorsunuz. Yani hem yakınız hem de uzağız. Ama şimdi birbirimizi göremiyoruz, duyamıyoruz bile. Sadece yazışıyoruz. Bu daha da kötü ama yine de onu seviyorum. Hiç haber alamamaktan daha iyidir değil mi?

SONSUZLUĞA UZANAN ÖLÜLER yalnızlığa giydirilmiş bir gül ki gecenin serabında koşar adım adım renklerin dünyasına onlar ki sonsuzluğa uzanan ölülerdir hep birlikte konarlar mahşeri bir girdabın çatılarına artık ay masaldır yıldızlar şarkı işte tam bu anda bir çağrı gelir ta beethoven'in düşlerinden yürüyemez sonsuzluğa uzanan ölüler kaç mevsim geçer böyle bilinmez bilinenlerse yalnızca sondan başlayışı hayatların ve keskin bir demir oluşu kendini bize gösteren zamanın

Bayramlarda herkes açık görüş yapıyor ama benim ailem gelmediği için hep bu burukluğu hissediyorum. Ailemi özellikle annemi görmeyi çok özledim. Yakında belki ziyaretime gelebilir, aylar sonra. Hiç bu kadar ayrı kalmamıştım. Ama bu ayrılık kendimle yüzleşmemi sağladı bence. İnsanlar parklarda, sahillerde, barlarda, sokaklarda, cafelerde... sevdikleriyle, arkadaşlarıyla beraber zaman geçiriyorken o günlerin kıymetini bilemezler. Ben de bilmiyordum ama o kadar özledim ki bunları yapabilmeyi. Dışarıdayken yalnız kalmak isterdim zaman zaman. Ama doğrusu yalnızlığı sevdiğim halde, yalnızlığın aslında zor olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum.

DUVARLAR kendine ait duvarlarda ara kendini çünkü bir gün çıkmazlara sürüklenebilirsin atarsın kendini hiç beklemediğin bir zamanda boşluğa açılan saatlerin kollarına

Elinizdekilerin kıymetini bilin bence, nankör olmayın. Hoş, insanoğlunun yapısında vardır nankörlük. Elindekilerle geçinmesini bilmez. Arkadaşlarım hep derdi, Beste, bize ne zaman güzel bir şarkı besteleyeceksin, diye. Bunu dışarıda yapamadım; zaten bir şakaydı. Ama burada, belki de yaşamımın en acı bestesini yapabilirim. Kaybettiklerim kadar bu zamanda kazandıklarımın da olduğuna inanıyorum. Cezaevinden önce ve sonra olmak üzere yaşamım ikiye ayrılacak.

düşündün mü hiç gelebileceğini onlarca düşünün kendini avuttuğun gündüzlerine sen ki ne zaman iç çeksen gökte gezen bulutlara her iç çekişinde tanrı'yı bulacaksın kendine ait duvarlarda

OKTAY ÇETİNOĞLU

CAN UĞUR

5


KAOS GL

Ahu TATLI

Kaos Kültür Merkezi Mart Ayı Etkinlikleri kapsamında 14 Mart Çarşamba günü gerçekleştirilen "Feminizm" başlıklı sunumun özetidir.

Bu yazıda feminizm nedir sorusunu cevaplandırmaya çalışacağım. Aslında çok genel hatlarıyla feminizmi kadınları ezen, sömüren, alta sıralayan ataerkil cinsiyetçi toplumsal yapıyı değiştirmeye çalışan bir ideoloji olarak tanımlamak mümkün. Ancak böylesi genel ve terimleri çeşitli feminist okullarca paylaşılan bir tanımlamanın ötesine geçtiğimizde ataerkillik kavramına yüklenen anlam, ataerkilliği yaratan ve besleyen faktörler ve ataerkilliğe karşı yapılacak mücadelenin biçimi konusunda çok önemli farklılaşmalar olduğunu görüyoruz. 2000li yıllara geldiğimizde ise belli başlı 4 feminist damardan bahsedebiliriz. Yazı boyunca farklı feminizm biçimlerini tarihsel zeminine yerleştirerek kısaca anlatmaya ve hangi feminizm biçimlerinin aynı zamanda bir heteroseksizm eleştirisi de içerdiğini tartışmaya çalışacağım.

Özel alanın sorunsallaştırılması ve kadınların özel alanda maruz kaldığı ayrımcılığa ve baskıya karşı mücadele edilmesi ise ancak geç 1960'larda ve 1970'lerde kendini ifade etmeye başlayan radikal feminizm çerçevesinde gerçekleşmiştir. Bu yıllarda etkili olan diğer iki feminist yaklaşım ise 1. dalga ile ifadesini bulan liberal feminizm ve sınıf çelişkisiyle cinsiyet çelişkisini aynı teorik ve politik düzlemde barıştırmaya çalışan sosyalist feminizmdir. Sosyalist feminizm çerçevesinde ataerkil sistem emeğin örgütlenmesi ile ilişkilendirilerek tanımlanmıştır. Bu anlamda sosyalist feminizm de liberal feminizm gibi gündemini ve kadın kurtuluş mücadelesini daha çok kamusal alan ile sınırlandırmıştır. Özel alana ilişkin eleştirisini ise gene emeğe dayalı olarak kurmuş ve örneğin ev içi işbölümünde kadınlara biçilen rolün ciddi bir eleştirisini geliştirerek bunun kadınların ezilmesine ne şekilde katkıda bulunduğunu açıklamaya çalışmıştır.

Feminizm adı konulmuş bir kadın hareketi olarak ilkin 19. yy. sonları ile 20. yy. başlarında ortaya çıkmıştır. 1. dalga feminizm olarak da adlandırılan ve kadınlar tarafından yürütülen bu toplumsal ve siyasi mücadele daha çok Avrupa merkezli olarak gelişmiştir. Dile getirilen talepler itibariyle liberal bir toplumsal tasavvurdan yola çıkılmış ve kadınlar için siyasi katılım, ücretli çalışma ve eğitim hakkı istenmiştir. Eşitlik feminizmi olarak da tanımlayabileceğimiz bu hareket çerçevesinde kadınların, erkeklerin sahip olduğu haklardan eşit olarak yararlanma hakkı savunulmuştur. Bu çerçevede kadının özgürleşmesi kamusal alana çıkışla eşleştirilmiş ve siyasi mücadele bu problematik etrafında geliştirilmiştir.

Bu yıllarda cinsiyet kimlikleri ve özel alana ilişkin en önemli eleştirinin radikal feminizm tarafından geliştirildiğini ve varolan ataerkil hegemonyayı ortadan kaldırmak için radikal feministler tarafından dinamik bir politik mücadele geliştirildiğini düşünüyorum. Radikal feministler cinsiyetler arası işbölümü, aile, cinsellik, şiddet ve özel alanda yaşanan kadınlara yönelik ayrımcılık gibi konuları gündemlerine almışlardır. Bu dönemde radikal feminist bakış açısına sahip olan lezbiyen feministlerin de katkılarıyla ataerkillik eleştirisinin yanısıra kayda değer bir heteroseksizm eleştirisi de geliştirilmiştir.

6


KAOS GL Zorunlu heteroseksüelliğin ataerkil örüntünün en can alıcı parçalarından biri olduğu ve bunun aile ve evlilik aracılığıyla kurumsallaştırıldığı ifade edilmiştir. Evlilik içinde yaşanan zorunlu heteroseksüellik ataerkilliği yeniden üretip böylece kadınları baskı altına almaktadır. Evlilik içinde cinsellik arzu ve zevk çerçevesinde yaşanan bir deneyim değildir aksine heteroseksist ataerkil hegemonyanın devamını ve biyolojik yeniden üretimi sağlayan belli başlı araçlardan biridir sadece. 1980'lere gelindiğinde ise Derrida gibi postyapısalcı düşünürlerin de etkisiyle özellikle Fransız feministleri tarafından kültürel feminizm yada farklılık feminizmi olarak adlandırabileceğimiz yeni bir feminizm anlayışının geliştirildiğine tanık oluyoruz. Burada hegemonik olan modern batı toplumsal yapısının ikili karşıtlıklar etrafında kurulduğu ifade edilir. İkili karşıtlıkla kasdedilen şey ise tüm anlamlandırma sürecinin birbirinin zıddı olan iki terimin tanımlanması üzerinden yürümesidir. Bu anlamda kadın erkeğin negatifidir. Erkekte onaylanan ne varsa kadın onun zıddına sahiptir. Bu yüzden de eksiktir, aşağıdır, ikincildir. Aklın ve düşüncenin üstünlüğü ve onanması etrafında kurulmuş olan modern toplumsal yapı ve anlayış içinde erkek aklı temsil ederken kadının duyguyla eşleştirilmesi de oldukça manidardır. Derrida tarafından batı metafiziği olarak adlandırılan ve çeşitli düzeydeki otorite ve hegemonya ilişkilerinin devamını sağlayan düşünce sistemi içinde kadın, doğa, belirsizlik, duygu, yumuşaklık, gizem, pasiflik, zayıflık ve eksiklik gibi sıfatlarla tanımlanırken, erkek kültür, netlik, akıl, aktiflik, fethetme, güç ve tamlık ile eşleştirilir. Böylece kadın, erkeğe kıyasla sahip olmadığı nitelikler ve ‘eksiklikleri’ ile tanımlanır. Durum böyleyken erkek merkezli freudyen psikanalizin kadının klitorisini gelişmemiş penis olarak tanımlaması ve kadınların sürekli bir penis hasedinden muzdarip olduklarından dem vurması da pek şaşırtıcı gelmiyor insana. Luce Irigaray, Helene Cixous, Julia Cristeva gibi kültürel feministler ise bu ikilikler üzerine kurulu düşünce sistemini ve bunun içinde kadına uygun görülen sıfat ve tanımlamaları reddederek olumlama ve değer biçme üzerinden yeni bir kadın kimliği kurgusu geliştirmeye çalışırlar. Ataerkilliğin büyük ölçüde fallosentrik (fallus merkezli) sistemden kaynaklandığını, fallosentrik sistemin ise heteroseksüel cinsel ilişkide kadın ve erkeğin konumlandırıldıkları iktidar pozisyonları sayesinde yeniden üretildiğini ifade ederler. Bu ise aynı zamanda heteroseksüel olanla eşcinsel olan ayrımın sınırlarını da çizmektedir. Ve eşcinsellik yetersizlik, iktidarsızlık ve yumuşaklık (tıpkı kadınlarda olduğu gibi) sıfatlarıyla tanımlanır.

Bu anlamda eşcinsel kimliği ve varoluşu kadınla erkek arasındaki cinsel ve sosyal anlamda katı ve keskin sınırlarla tanımlanmış olan statükocu ilişkiyi bulandırdığı için zorunlu heteroseksüellik prensibi üzerine kurulmuş olan ataerkil sisteme karşı önemli bir tehdit unsuru olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu anlamda ise ataerkil önkabulleri ve toplumsal olarak kabul gören kadın ve erkek kimliklerini aşındırarak feminist hareketin ortadan kaldırmak için mücadele verdiği erkek egemen toplumsal yapıya önemli bir darbe indirmektedir. Diğer taraftan ise feministler tarafından geliştirilmiş olan toplumsal cinsiyet kavramının eşcinsel kimlik açısından önemli olumlu yansımaları olduğunu düşünüyorum. Toplumsal cinsiyet kavramı ile cinsel kimliklerin biyolojik kökenli olmadıkları, aksine toplumsal ve kültürel kurgulardan ibaret oldukları dile getirilir. Kadın ve erkek, heteroseksüel ve eşcinsel kimlikleri ve bunlara iliştirilen roller ise erkek egemenliğin hüküm sürdüğü, erkekliğin ve heteroseksüelliğin norm olarak tanımlandığı bir toplumsal yapı ve kültürel sistem içerisinde kurgulanmıştır. Bunu ifade etmek ise daha çok biyolojik indirgemeci yaklaşımlar tarafından öne sürülen eşcinsellik / heteroseksüellik ayrımını parçalamaktadır. Toplumsal cinsiyet kavramı ile eşcinselliğin ‘doğal’ olmadığı savıyla dışlanması ve aşağılanması, heteroseksüelliğin ise insan doğasının gerektirdiği cinsellik biçimi olarak yüceltilmesi eleştirilmekte ve buna karşı çıkılmaktadır. Ve varolan durumda kadınların ya da eşcinsellerin aşağılanmaları, ezilmeleri ve baskı altına alınmaları onların doğuştan getirdikleri eksiklikler, zayıflıklar, anormallikler yüzünden değildir, heteroseksist ataerkilliğin statükocu, ahlakçı, ezici ve baskıcı hegemonyasından kaynaklanmaktadır.

7

Toplumsal cinsiyet kavramı ile eşcinselliğin ‘doğal’ olmadığı savıyla dışlanması ve aşağılanması, heteroseksüelliğin ise insan doğasının gerektirdiği cinsellik biçimi olarak yüceltilmesi eleştirilmekte ve buna karşı çıkılmaktadır. Ve varolan durumda kadınların ya da eşcinsellerin aşağılanmaları, ezilmeleri ve baskı altına alınmaları onların doğuştan getirdikleri eksiklikler, zayıflıklar, anormallikler yüzünden değildir, heteroseksist ataerkilliğin statükocu, ahlakçı, ezici ve baskıcı hegemonyasından kaynaklanmaktadır.


KAOS GL

Mark BELL Çeviren: Defne & Carol

Bu makale boyunca cinsel yönelime dayalı ayrımcılık üzerinde durulacaktır. Topluluğun bu çeşit ayrımcılığa karşı tutumu ve politikalarının oluşturulmasında belirgin olan dönemler ve atılımlar incelenecektir. Ardından, ileride gerçekleşebilecek olası gelişmeler üzerinde durulacaktır.

Avrupa Topluluğu’nun cinsel ayrımcılığa karşı mücadele amacına yönelik düzenlemeleri bulunmaktadır (1993 yılında imzalanan sözleşme uyarınca Avrupa Topluluğu yerine Avrupa Birliği ifadesinin kullanımı yaygınlaşmıştır. Ancak sosyal politikaların hâlâ Avrupa Topluluğu kapsamında ele alınması sebebiyle bu makalede Avrupa Topluluğu ifadesi kullanılacaktır). Topluluğun cinsel eşitlik üzerine kararlılığını Avrupa Topluluğu Sözleşmesi'nde belirtilen ‘erkekler ve kadınlar için eşit ücret’ uygulamasını sağlayan Madde 119 ile anlayabiliriz. Bu (76/207 EEC OJ,1976L 39/40) kodlu işyerinde cinsel ayrımcılığı önleyici ‘Eşitlik Direktifi’ ile de pekiştirilmiştir. Tüm bunlara rağmen Avrupa Topluluğu'nun diğer türden ayrımcılığa karşı oynayacağı yasal rol maalesef açık ve belirgin değildir. Bu makale boyunca cinsel yönelime dayalı ayrımcılık üzerinde çokça durulacaktır. Makalede, Topluluğun bu çeşit ayrımcılığa karşı tutumu ve politikalarının oluşturulmasında belirgin olan dönemler ve atılımlar incelenecektir. Ardından, ileride gerçekleşebilecek olası gelişmeler üzerinde durulacaktır.

ayrımcılığa karşı duyarsız kalmamalıdır. Rapor 13 Mart 1984 tarihinde Avrupa Parlamentosu’nda tartışılmış ve sol ile merkez sağ partilerin yoğun desteğini toplamıştır. Buna rağmen sınırlı sayıda Hıristiyan Demokrat ve İngiliz Muhafazakâr parlamenterler rapora karşı çıkmıştır. Örneğin, İrlanda Hıristiyan Demokrat parlamenterler bu davranışı Avrupa Topluluğu'nun yetki sınırını aşması ve içişlerine müdahale olarak algıladıkları için çekingen davrandılar. Gerekçeleri ise; ”İrlanda halkının kendi geleneklerini belirleme özgürlüğü vardır ve bu Parlamentonun bu konuda dikte etme yetkisi yoktur. Topluluğun üye ülkelerdeki gelenekler yada uygulanan ceza hukuku hükümlerine müdahale yetkisi bulunmamaktadır” idi. (parlamenter Mr. Ryan, 1-311/71,13,3,84 sayılı Avrupa Parlamentosu müzakereleri) Yine de red oylara rağmen rapor 114 kabul 45 red ile kabul edildi. Böylece Avrupa Komisyonu dahilindeki üye ülkelerde eşcinsellere karşı işe alınma esnasında ya da işten çıkartılma ile sonuçlanacak ayrımcılığın uygulanmasını önleyici düzenlemeler önerilmiş oldu. (Paragraf 5)

1980-89 ARASINDAKİ GELİŞMELER

Rapor, eşcinsellerin işyerlerinde ayrımcılığa ve tacize maruz kalmasının yanısıra sırf eşcinsel olmaları sebebiyle işe alınmamalarının kabul edilemez olduğunu ifade ediyordu. Bu Sosyal İlişkilerden sorumlu Komisyon üyesi Iver Richard tarafından son derece olumlu bir gelişme olarak değerlendirildi fakat kendisi halen üzerinde durulması gereken uygulamada oluşabilecek sorunların yanısıra varolan politik ve yasal problemlere de dikkat çekti. Eşcinsellerin ayrımcılık yaşamaması adına düzenlenmiş bir sözleşmenin olmaması, uygulamada alınacak tedbirleri zorlaştırmaktaydı. Buna rağmen Komisyon üyesi Richard, 1976 Eşitlik Direktifi Madde 235’de adı geçen sözleşmeyi baz alarak cinsel ayrımcılığa karşı gerekli hareketin oluşmasından yanaydı. Ancak, kendisi de

YAVAŞ

1983 yılında Avrupa Parlamentosu Sosyal İşler ve İstihdam Komitesi işyerlerinde cinsel yönelime dayalı ayrımcılık konulu ‘Squarcialupi Raporu’nu hazırlamıştır. Bu raporun hazırlanma fikri Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Dudgeon (İngiltere)’de verdiği ‘yetişkin erkekler arası cinsel ilişkinin cezalandırılması Avrupa İnsan Hakları Bildirgesi Madde 8’e (herkesin kendi özel hayatı ve aile hayatı ve aile ilişkilerine saygı duyulmalıdır) ters düşmektedir’ kararına dayanır. Gerçekten Squarcialupi Raporu’nda da belirtildiği gibi; İnsan Hakları Mahkemesi, Ceza Hukukunda yeralan ayrımcılığa karşı duyarlı olurken Avrupa Topluluğu işyerlerinde yaşanan cinsel

8


KAOS GL uygulamada ortaya çıkabilecek politik problemler sebebiyle yakın gelecekte sorunun tamamen çözülebilmesini öngörememekteydi. O zaman için düşünüldüğünde kadın ve erkek arasında eşit olanakları sağlamak dahi çok zor iken, üye ülkelerin cinsel yönelime dayalı ayrımcılığa karşı bir yasa için oybirliğine varma ihtimali sözkonusu bile değildi. Spencer’ın yorumuna göre Avrupa Konseyi tarafından kabul görmeyecek bir önergeyi yasalaştırmak için teklif vermek o zaman için hiç gerçekçi bir karar değildi.

AVRUPA TOPLULUĞU KOMISYONU POLİTİKASINDAKI GELİŞMELER Avrupa Topluluğu Sözleşmesi'nde cinsel ayrımcılık konusuna açıkça yer verilmemiş olması Avrupa Topluluğu'nun bu konuda yeterli politikalar oluşturmasına engel teşkil ediyordu. Varolan bazı bağlayıcı yasalara oluşturulan alternatif bir çok çözüm Avrupa Topluluğu Komisyonunun bahsedilen yetersizliğini ortadan kaldırmaya yönelik olmuştur. Cram’ın da belirttiği gibi Avrupa Topluluğu Komisyonu zaten konu ile ilgili yaptırım gücünü ve etkisini küçük ölçekli inisiyatifler ve bağlayıcı olmayan yasal (soft law) aracılığı ile düzenlemeler genişletebilme hususunda uzman hale gelmiştir. (Cram 1994:209) 1990 yılından itibaren cinsiyet ayrımcılığına karşı bir dizi teşvik edici çalışma gerçekleştirilmiştir. İlk bakışta bu yapılanlar ortak amaçtan yoksun ve belirsiz çabalar olarak görülmekteydi ancak tüm bu çabalara AT’nin yetkilerini genişletmesi açısından daha geniş bir perspektif ile bakıldığında alınan önlemlerin uyumlu bir bütün oluşturduğu görülmektedir.

1989 sonrasında Komisyonun gey ve lezbiyen haklarına karşı tutumu önemli ölçüde değişmiştir. 1989 yılında Ms. Vasso Papandreou Sosyal İşlerden Sorumlu Komisyon üyesi olarak atandı. Papandreou’nun gelişiyle Avrupa Topluluğu sosyal politikaları yeniden elden geçirildi. Bu aşamada incelenen ‘Çalışanların Temel Sosyal Haklarına Dair Avrupa Topluluğu Sözleşmesi’ bağlayıcılığı olmayan bir deklarasyondu ve amacı çalışanların haklarını belirleyebilmekti. Aynı zamanda Uluslararası Gey ve Lezbiyenler Birliği (ILGA) aracılığıyla Komisyonda etkili lobi çalışmaları düzenlenmişti. Öncelikle 1992 Avrupa Pazarı programını baz alarak Topluluktaki cinsel yönelime dayalı ayrımcılığa karşı bir standart oluşturulması gereğini savundular. Bu talebin altında yatan sebep ise; üye ülkeler arasında gey ve lezbiyen hakları açısından farklı yasal uygulamalar oluşması halinde bu durumun Avrupa Topluluğu’nun temelini oluşturan ‘kişilerin serbest dolaşım hakkı’na da engel teşkil edecek olmasıdır (Tachell 92:19). Bu talebe ek olarak gey ve lezbiyenler oluşturulacak yeni sözleşme metninde aşağıdaki ifadenin kullanılması konusunda Parlamento’yu ikna ettiler:

Komisyonun inisiyatifleri aşağıda belirtilen şekillerde oluşmuştur:

a)Küçük ölçekli programları

direkt

harcama

b)Yaptırımı olmayan yasal düzenlemeler c)Kanunlarda ikinci derece yenilikler a)Küçük ölçekli 1990 programları:

direkt

harcama

yılından itibaren Komisyon, Gey ve Lezbiyen gruplara finansal yardımda bulunmuştur. Söz konusu finansal desteğin büyük bölümü politika oluşturma çalışmaları amacıyla gerçekleştirilmiştir. Örneğin, Danimarka gey ve lezbiyen Birliğine (LBL) özellikle işçi sınıfındaki lezbiyenlerin görünürlüğü üzerine yapılan çalışmaları için EURO.40.000.-`lik bağış yapılmıştır (Sanders 1996:87). Bunun yanısıra 1993 yılında Komisyon'un finansal desteği ile “Avrupa

“Milliyet, ırk, din, yaş, cinsel

yönelim ve yasal statü farkı gözetmeksizin tüm çalışanların haklarının eşit derecede korunması” (OJ 1989 C 323/44). Herşeye rağmen Komisyon yukarıdaki maddeyi kabul etmedi ve yerine daha karmaşık ve belirsiz olan aşağıdaki metni yerleştirdi:

Topluluğu'nda eşcinsellik meselesi: Avrupa ”Yasal kanunları ve yasal uygulamalarında lezbiyen ve düzenlemeler gey hakları üzerine makaleler” adlı rapor

“Eşit haklar söz konusu olduğunda

basılmıştır (Clampham ve Waaldijik 1993). Komisyon aynı zamanda bir çok gey ve lezbiyen topluluklarının geliştirme programlarını desteklemiş olup İrlanda’daki

renk, ırk, düşünce ve inanç ile cinsiyet gözetmeksizin her türden ayrımcılık ile mücadele etmek önemlidir” (Komisyon, 1990).

Lezbiyen eğitimi ve bilinçlendirme programı buna bir örnek teşkil eder. Bu proje için gerekli finansal kaynak cinsel ayrımcılığı stereotip kişilerin marjinal kadınlara uyguladıkları ayrımcılığın bir başka boyutu olarak gören “Kadınlar için Yeni Olanaklar

Sözleşme ifadesindeki bu belirsizlik hem iyi hem de kötüydü. Doğrudan ‘cinsel yönelim’ ifadesinin açıkça kullanılmayıp yerine ’her türden ayrımcılık’ ifadesinin kullanılmasıyla bir bakıma ileride oluşturulabilecek gelişmeler için açık bir kapı bırakılmış oluyordu.

Programı” (New opportunities for Women

9

bir başlangıcı ifade eder veya diğer zamanlarda da taraflar arasında meşru beklentilere zemin oluştururlar”


KAOS GL programme)‘nın

himayesinde sağlanmıştır. Bunun gibi teşvikler aracılığıyla Komisyon gey ve lezbiyen gruplarla sürekli bir ilişki halinde olmuş ve Komisyon'un bu grupların hedeflerine olan inancı hususunda güven vermiştir.

b) Yaptırımı olmayan yasal düzenlemeler: Avrupa Komisyonu yetkilerinin genişletilmesini sağlayabilecek en önemli enstrümanlardan biri de yaptırımı olmayan yasal enstrümanlarıdır. Karamsar bir kesim bu gibi uygulamaları zayıf ve etkisiz bulsalar da bu düzenlemelerin Avrupa Topluluğu prensipleri ve kanunlarında oluşturabileceği ilerlemeleri yadsıması imkansızdır. McMahon ve Murphy’nin de belirttiği gibi bu çeşit düzenlemelerin politik etkilerinin yanısıra psikolojik etkileri de bulunmaktadır şöyle ki; ”Yasal düzenlemeler bir başlangıcı ifade eder veya diğer zamanlarda da taraflar arasında meşru beklentilere zemin oluştururlar” (1989:159) Yaptırım gücü olmayan yasal düzenlemelerin, Topluluktaki cinsel ayrımcılığa karşı verilen mücadele içerisinde varolan kanunlara etkili bir alternatif olduğu kanıtlanmıştır. 1998 yılında Rubenstein’ın işyerlerinde yaşanan cinsel taciz ile mücadele konulu araştırmasının ışığında Komisyon üyeleri 27 Mayıs 1990 tarihinde verdikleri (OJ 1990 C 157/3) sayılı önerge ile Komisyonu cinsel taciz üzerine bir Kanun oluşturmaya çağırmıştır. Kanun çalışmaları aşamasında ILGA cinsel yönelime dayalı tacizin de kanun metnine eklenmesi için başarılı bir lobby faaliyeti gerçekleştirmiştir (Collins 1996:31) Komisyonun “İşyerlerinde Kadın ve Erkeklerin Onuru“ adı altındaki bu kanun tasarısı 27.11.1991 yılında kabul edilmiştir. İşyerlerinde cinsel tacize karşı hazırlanan bu kanunun içerdiği ek maddede

“maruz kalanların onurunu zedeleyici olan cinsel yönelime dayalı taciz kabul edilemez bir davranıştır.” ifadesi yer almaktadır (Giriş , parag.5)

"Eşcinseller için Eşit Haklar"

Söz konusu bu maddenin Avrupa Topluluğu ülkelerinde yasayan gey ve lezbiyenler için belirgin bir ilerleme kaydettirmesi çok olası olmasa bile kanunda böyle bir ifade kullanılmış olmasının önemi yadsınmamalıdır. Bu ek madde ile Avrupa Topluluğu hukuksal enstrümanları dahilinde “cinsel yönelime dayalı taciz” kavramının ilk kez kullanıldığı yerdir ve bugüne kadar Topluluğun hiç bir yasasında da bu kavramdan bahsedilmemişti. Bu madde ile Komisyon işyerinde cinsel yönelime dayalı tacizi önlemek adına bağlayıcı kanunlar oluşturmak üzerine niyetini belli etmiş oldu. Bu yasal düzenlemeler ilerisi için önemli bir

10

basamak oluşturdu.

c) Kanunlarda ikinci derece yenilikler: Yaptırım gücü olmayan yasal düzenlemelerin hayata geçirilmesi ile Avrupa Komisyonu cinsel yönelime dayalı taciz ve oluşan ayrımcılığa karşı prensiplerini Topluluğun kanunlarına dahil etme çalışmalarına başladı. Bu aşama 1990’larda başlamış bir mücadele için çok umut verici bir gelişme idi. 1994 yılında Komisyon üyesi Brian Millan parlamentoda Komisyonun bundan böyle cinsel yönelime dayalı taciz ile mücadelede sistematik politikalar takip edeceğini bildirdi (Avrupa

Komisyonu müzakere 442/44,7,2,94)

metinleri,

No:3-

Avrupa Topluluğu Komisyonu bugüne kadar üye ülkeler bazında uygulanacak ayrımcılığa karşı genel bir Direktifi yürürlüğe koyamamış olsa da en azından son gelişmeler artık Avrupa Topluluğu yasal düzenlemelerinin ayrımcılığa karşı olduğunu gösterebilmiştir. Bu gelişmeleri Ebeveynin izni (Parental –leave) Direktif tasarısının ele alınması takip etti. 1983 yılından beri yıllarca süren çabalar sonucu Komisyon nihayet Avrupalı İşverenler ve Sendikalara ebeveynin izni hususunda somut bir şeyler gösterebilmiştir. Fakat, bu direktif metni Bakanlar Kurulu onayına sunulduğunda Komisyon aşağıda belirtilen ayrımcılık karşıtı metnin de eklenmesini talep etmiştir:

“ Üye ülke işbu direktif kapsamındaki uygulamalara başladığında ırk, din, renk, cinsiyet, cinsel yönelim ve milliyet ayrımcılığına karşı önlemleri yerine getirmiş olmalıdır” Maalesef, üye ülkeler bu koşulu kabul edilemez buldular ve yerine Direktifin önsöz kısmına yine ayrımcılığa karşı fakat cinsel yönelim ayrımcılığını içermeyen bir metin eklendi. (OJ 1996 L 145/4) Üye ülkeler tarafından ayrımcılığa karşı gösterilen bu tutum ileride oluşabilecek ayrımcılık karşıtı inisiyatifler açısından da olumsuz bir gelişme idi. Üye ülkelerin bu koşul kapsamındaki “cinsel yönelim” ifadesine gösterdikleri tepki ve uzlaşamamalarına bakıldığında Gey ve Lezbiyen haklarını kapsayacak Direktife nasıl tepki gösterecekleri düşündürücüdür. Bu bölüm başında Avrupa Komisyonu’nun konu ile ilgili yeterliliğini nasıl arttıracağı üzerinde durulmuştu fakat tüm bu gerçekleştirilenler Komisyon’un cinsel yönelime dayalı tacize karşı stratejik bir ilerleme kaydedebildiğinin göstergesi midir? Gerçekleştirilenler Komisyon’un görevini yerine getirmek için çalıştığını gösterse de tüm bu


KAOS GL aşamalar “Eşcinseller için Eşit Haklar” Direktifinin oluşmasında etkili olabilecek midir? 1994 yılında Komisyon’un cinsel yönelime dayalı ayrımcılığa karşı tutumunu belli etmesini sağlayacak imkan Komisyon’un yayını olan

“Avrupa sosyal politikaları- Birlik için bir adım ileriye”nin basılmasıyla ele geçti. Fakat Avrupa sosyal politikalarının ileri yıllardaki yönünü göstermek için düzenlenen bu yayında maalesef yine cinsel yönelime dayalı ayrımcılığa hiç yer verilmemişti. Aynı durum Komisyon’un 1995 yılında hazırladığı “Orta Dönem Sosyal Hedefler 95-97” adlı raporu için de geçerli idi. Komisyon’un gündemini belirleyen bu dökümanlarda “cinsel yönelim” ifadesine dahi yer verilmemiş olması Avrupa Topluluğu Komisyonu’nun bu konuya olan sınırlı ilgisini ifade etmektedir. Oysa Komisyon’un geçerli politika hedefleri uyarınca cinsel yönelime dayalı ayrımcılık ile mücadele Avrupa Topluluğu yasalarında yer alacaktı ve buna bağlı olarak da Avrupa Topluluğu Gey ve Lezbiyenlerin sorunlarına ilgi gösterecekti. 1994 ROTH RAPORU Komisyon’un cinsel yönelim ayrımcılığı ile ilgili etkisiz politikalarına rağmen Parlamento radikal değişiklikler için çaba harcamaya devam ediyordu. 1994 yılında “Avrupa Topluluğu’nda

Gey ve Lezbiyenler için eşit haklar” (Equal rights for Gay and Lesbians in the European Community) raporu hazırlandı ve buna dayalı olarak Parlamento Avrupa Topluluğu tarafından benimsenecek inisiyatifleri oluşturmayı teklif etti. Söz konusu rapor bugüne kadar Parlamento tarafından hazırlanmış her türlü çalışmanın önüne geçerek parlamento üyelerine “cinsel yönelime dayalı ayrımcılık ile mücadele” konusunda Direktif taslağı hazırlamayı önermiştir. Rapor, bu direktifin her türlü ayrımcılığa karşı mücadele için hazırlanması ve Avrupa Topluluğu’nun “Eşitlikçi Yasal Yapı” ilkesi çerçevesinde eşcinsel evliliği, evlat edinmeleri konularını da kapsaması gerektiğini savunmuştur. (Madde 14) Beklendiği üzere bu kanun önergesi Parlamento içerisinde fikir ayrılıklarına yol açtı. En yoğun destek Yeşiller ve Sosyalist Grupların parlamenterlerinden gelirken buna karşın Hıristiyan Demokratlar ile diğer sağ eğilimli gruplar karşı çıktılar. Parlamenterlerin ülkelerine göre önergeye verdikleri destek de farklılaşmaktaydı örneğin; Hollanda Hıristiyan Demokrat parlamenterleri önergeyi büyük ölçüde desteklerken diğer tüm Hıristiyan Demokratlar karşıydılar. Bu durum 1984 yılında Squarcialupi raporuna karşı geliştirilen tavra ters düşmekteydi zira o zaman İrlanda

11

Hıristiyan Demokratları muhalefetine karşın tüm Hıristiyan Demokrat Parlamenterler Gey ve Lezbiyen haklarını içeren söz konusu raporu desteklemişlerdi. Böylelikle bu önergenin parti ve politik bağlılık öğelerinden farklı bir kavram olarak algılandığı ve farklı ülkeler arasında da cinsel kavramların değişik şekillerde benimsendiği anlaşılmıştır. Tahmin edileceği üzere; konu ile ilgili müzakerelerden Avrupa Topluluğu iktidarı baskın çıktı ve Raportör Yeşiller partisi üyesi Claudia Roth gibi eşcinsel birlikteliği ve evlat edinme haklarının yanısıra Avrupa Topluluğu’nun bu önergeyi bir Direktif ile Kanunlaştırabilme gücüne inanan az sayıda parlamenter vardı. Pragmatik olarak Sosyalist Parlamenterler önergeyi belli bölümlerinden “Evlat Edinme değiştirerek varolan Direktifi”nin yerine geçmek üzere oylanması amacıyla yaptırımı olmayan bir teklif şeklinde Avrupa Konseyi’ne götürmeyi önerdiler ve sonuç olarak bu değişiklikler Yeşiller, Sosyalistler ve Hıristiyan Demokratların arasından çıkan sayılı parlamenterin oyları ile kabul edildi (159 Kabul, 96 red) Yine de Komisyonun ve Avrupa Konseyi’nin kabul etme ihtimalinin çok az olduğu bir “evlat edinme” önergesinin değiştirilerek tekrar sunulması fikri tabii ki yoruma açıktır. Çünkü bu gibi bir durum genelde parlamentodan çok daha fazla destek alabilecek olan ve dolayısıyla Komisyon’un da onaylayabileceği açık olan önergeler için geçerli bir uygulamadır aslında. Mesela, işe yeni başlayacak kişilerin karşı karşıya kalabileceği ayrımcılığı kapsayan bir Direktif oluşturmak amacıyla verilebilecek bir önerge bile şu anda bu oylama ile Avrupa Konseyi’ne iletilen “Eşcinsel evliliği ve evlat edinme” haklarını içeren Direktif önergesinden çok daha fazla gerçekçi olacaktı . AVRUPA TOPLULUĞU’NUN CİNSEL YÖNELİME DAYALI AYRIMCILIĞA YÖNELİK POLİTİKASI Avrupa Topluluğu’nun cinsel yönelim ayrımcılığına karşı varolan politikası maalesef daha önceleri hiç varolmayan politikalarından daha belirgin değildir. Parlamento her ne kadar politika oluşturulması için baskı yapsa da bu durum Komisyon'u yasal düzenlemeleri ve konuyla ilgili Kanun oluşumunu sağlayacak teklifleri yapmaya ikna edememiştir. Avrupa Topluluğu’nun bu konudaki zayıflığı belki de şu iki kavram ile özetlenebilir: •

Bazı üye ülkeler için bu gibi bir konuda Avrupa Topluluğu’nun aracılık yapmasının uygun olmaması, Üye ülkeler arasında kendi

“cinsel yönelime dayalı ayrımcılık ile mücadele”


KAOS GL ülkelerinde cinsel yönelime dayalı ayrımcılık için varolan uygulamaların farklılık göstermesi. Tekrar tekrar topluluğun cinsel yönelime dayalı ayrımcılığa karşı yetersiz konumu gündeme getirildi. Avrupa Topluluğu yasal olarak sınırsız yetkilere sahip değildir ve bu bağlamda oluşabilecek bir sözleşmenin neye izin verip neye izin vermeyeceği bu noktada araştırılmalıydı. Herşeye rağmen sözleşme hükümlerinin doğru olarak yorumlanabilmesi riskli bir işlemdir. Zira, bir kişinin yorumu belki bir diğerinin kişisel politik tercihlerinin yansıması olabilmektedir. Bu sebeple sağ kanada dahil, cinsel yönelim ayrımcılığına karşı yasalara şüpheci yaklaşan kişilerin söz konusu sözleşmeyi ‘Topluluğun müdahalesine imkan vermek’ şeklinde yorumlamaları bir tesadüf değildir. Buna karşılık sol kanada yakın ve bu gibi yasaların hayata geçirilmesini destekleyen kişiler de aynı sözleşmeyi ‘ileride yapılabilecek

her

türlü

önergeye

zemin

hazırlayacak’

şeklinde yorumlamaktadır. Bu sözleşmenin tamamen ‘objektif’ olarak yorumlanmasının ne kadar zor olduğu görülürken iki önemli nokta da unutulmamalıdır. Örnek oluşturmak üzere; cinsel ayrımcılık üzerine varolan ‘Eşit Muamele Direktifi’ne rağmen Topluluğun işyerlerinde cinsel ayrımcılıkla mücadele edecek yeterlilikte olmaması kuvvetli bir argüman konusunu teşkil eder. Buna alternatif olarak, Avrupa dahilinde evlilik ve evlat edinme konularında bu güne kadar örnek teşkil edecek hiçbir yasal oluşum görülmemiştir.

1997 Amsterdam Sözleşmesi’nin kabul edilmesiyle AT’nin cinsel yönelime dayalı ayrımcılığı ortadan kaldırmaya yönelik çalışmalarına karşı yasal engeller aniden ve beklenmedik biçimde büyük ölçüde ortadan kaldırıldı.

Üye ülkeler topluluğun yasama gücü olduğu ve bunun AT hukuku açısından uygun olduğu konusunda fikir birliğine varmış olsalar bile bundan sonra üye ülkelerin bu tipte bir yasal düzenlemenin içeriği konusunda da fikir birliğine varmaları gerekecektir. Yine de mevcut ulusal yasal düzenlemelerin çeşitliliği gözönünde bulundurulunca, cinsel yönelime dayalı ayrımcılığa yönelik uyumlu bir yaklaşım üzerinde nasıl bir anlaşmaya varılacağını belirlemek zor olmaktadır. Hollanda gibi bazı üye ülkeler, iş ilişkilerinin her türlü alanında cinsel yönelime dayalı ayrımcılığı yasaklar. Diğer üye ülkelerde, iş alanında ayrımcılığı önlemeye yönelik daha sınırlı koruma yolları getiren yasal düzenlemeler vardır. Örneğin İrlanda’da birini cinsel yönelimine dayanarak işten çıkarmak yasadışıyken aynı nedenle birini işe almamak ya da terfi ettirmemek yasadışı kabul edilmemektedir. Son olarak İngiltere gibi bazı diğer üye ülkelerde cinsel yönelime dayalı ayrımcılığa karşı hiçbir belirli koruma bulunmamaktadır. Hatta İngiltere örneğinde

12

olduğu gibi, silahlı kuvvetler mensuplarını cinselliklerine dayanarak görevden uzaklaştırmak yoluyla, hükümetin kendisi ayrımcılığı gerçekleştiren kurum olmaktadır. Hukuki düzenlemelerdeki bu çeşitliliğe bakılarak bu konuda ortak bir AT yasaması önündeki engeller çok fazla görülebilir. Yine de AT düzeyindeki bu katmerli engellere rağmen şimdi düzensiz ve tutarsız siyasi gelişmeler tarihinde önemli bir dönüşüm yolunda yeni bir fırsat doğmuştur. İLERLEME YÖNÜNDE OLASI YÖNTEMLER 1997 Amsterdam Sözleşmesi’nin kabul edilmesiyle AT’nin cinsel yönelime dayalı ayrımcılığı ortadan kaldırmaya yönelik çalışmalarına karşı yasal engeller aniden ve beklenmedik biçimde büyük ölçüde ortadan kaldırıldı. Bu gelişme eski sözleşmeleri etkisiz kılmış ve özellikle AT’nin ayrımcılık karşıtı yasalarının kapsamını genişletmiştir. Sözleşmenin yeniden gözden geçirilmesi tartışmalarının yapıldığı Hükümetlerarası konferans süresince üye ülkeler topluluğun cinselliğe dayalı olmayan ayrımcılığa (özellikle ırk ayrımcılığına) karşı yasama yetkisini genişletmeye yönelik desteklerini ifade ettiler. Eşcinsel hareketi temsil eden ILGA bu tip yasal değişikliklerin cinsel yönelime yönelik ayrımcılığı da kapsaması yönünde lobi çalışmaları yaptı. Bu değişiklik yeni sözleşmenin bazı tasarıları içinde yer alırken iki ayrı nedenle, ilki İtalyan hükümetinin 1996 ilkbaharında ve ikincisi de şaşırtıcı biçimde Hollanda hükümetinin 1997 Mart ayında engelleme çabası sonucu, ‘cinsel yönelime dayalı ayrımcılık’ kavramı sözleşme taslağından çıkarıldı. Ancak, her iki olayda da ILGA’nın lobicilik çalışmaları, Avrupa Parlamentosu Üyelerinin ve İrlanda, Avusturya gibi diğer üye ülkelerin çabaları sonucunda bu kavramın yeniden içeriğe katılması ve nihai taslakta yer alması sağlandı. Sonuç olarak Amsterdam Sözleşmesi’yle AT sözleşmesine yeni bir madde eklendi (6a):

“Bu sözleşmenin diğer maddelerine önyargılı yaklaşmaksızın ve Topluluğun kendisine verdiği yetkiler çerçevesinde Konsey, Komisyon'dan gelen bir önergeyi oybirliği ilkesine bağlı kalarak yasalaştırmak ve sonra Avrupa Parlamentosu’na danışmak yoluyla cinsiyet, ırk ya da etnik kimlik, din, inanç, fiziksel engel, yaş, cinsel yönelime dayalı ayrımcılıkla mücadele yönünde uygun tedbirleri alabilir.” Bu değişikliğin önemi küçümsenmemelidir. Simgesel olarak, daha önce emsali görülmemiş şekilde 15 üye ülke hükümetinin cinsel


KAOS GL yönelime dayalı ayrımcılıkla mücadele edilmesi gerekliliğini tanıması anlamına gelmektedir. Daha somut olarak ise Komisyon ve Konseyin ayrımcılık karşıtı yasal düzenlemeleri gerçekleştirmek için gerekli yasal güce sahip olmadıkları yönündeki bildik argümanlarının açıkça artık geçerli olmadığı anlamı taşımaktadır. Sözleşmenin tüm üye ülkelerde onandığı varsayılırsa, artık ayrımcılık karşıtı direktifin önündeki en önemli yasal engel ortadan kaldırılmış olduğu kabul edilebilir. Bu gelişmeye karşın Madde 6a yapılacak yasal düzenlemeler için oybirliğini gerekli kılar ki bu da cinsel yönelim gibi fikir ayrılığının çok olduğu bir konu için çok önemli bir engel oluşturacaktır. Ancak ayrımcılığa karşı korumaya yönelik siyasi engeller Avrupa Adalet Divanı yoluyla kolayca engellenebilecektir. Temmuz 1996’da bir İngiliz mahkemesi Avrupa Adalet Divanı’na cinsel yönelime dayalı ayrımcılığın Avrupa Topluluğu hukukunca 1976 Eşit Muamele Direktifi’ne ve Sözleşmenin 119. Maddesine dayanılarak engellenip engellenmediğini sordu. Söz konusu dava sorusunda C-249/96 Grant v. South West Trains, bir lezbiyen çalışan demiryolu şirketini, genellikle çalışanların heteroseksüel partnerlerine verilen bedava seyahat hakkının eşcinsel partnerine verilmemesi üzerine dava etmiştir. Kararın Bayan Grant ve partneri lehine verilmesi olasılığı P. v.S ve Cornwall İlçe Konseyi Mahkemesi’nin kararıyla oldukça artmıştır (C-13/94 [1996] IRLR 347). Bu davada, Mahkeme Eşit Muamele Direktifi’ni Transeksüellere yönelik ayrımcılığı engellediği biçiminde ele almıştır. Oysa, mahkeme kararı gerekçesinin ardında yatan mantık Eşit Muamele Direktifi’nin aynı zamanda cinsel yönelime dayalı ayrımcılığı da içerdiği hususunu desteklemek biçiminde olmalıydı. Bütün bunların ötesinde, konu hakkında ikinci bir dava da şimdi gündemde. Mart 1997’de C-168/97 R v. Secretary of State for Defence ex parte Perkins İngiliz Yüksek Mahkemesi lezbiyen ve geylerin silahlı kuvvetlerde görev alması önündeki engelin yasallığı üzerine Avrupa Adalet Divanı’nın görüşüne başvurur. Yine Avrupa Adalet Divanı’na yöneltilen soru cinsel yönelime dayalı

13

ayrımcılığın Eşit Muamele Direktifine karşıt olarak cinsel ayrımcılık biçiminde algılanıp algılanamayacağına ilişkin olmuştur. Daha da önemlisi hakim kararında ‘Cornwall Davası sonrası Direktife yönelik başvuruları sadece toplumsal cinsiyet ayrımcılığı biçiminde sınırlamak pek mümkün olmayacaktır… ve Avrupa Adalet Divanı’nın ileride eşcinselleri korumaya yönelik düzenlemelerin genişletmesi yönünde bir ümit olmalıdır’ demektedir. Amsterdam Sözleşmesinin onaylanmasıyla birlikte, Avrupa Adalet Divanı’ndan çıkacak lehte bir karar, cinsel yönelime dayalı ayrımcılık bakımından AT hukuku ve politikasını sabit fikirli bir görüntüden dinamik ve yaratıcı bir görüntüye dönüştürme, Topluluğu cinselliğe bakmaksızın eşit olanaklar sağlama bakımından lider konuma getirme potansiyellerini taşımaktadır. Avrupa Adalet Divanı’nın Perkins Davasına bakılırsa Bay Justice Lightman AT kurumlarının karşı karşıya olduğu bir sorunun altını çizmektedir:

“Günümüzde eşcinsel yönelimler yasaların tanıması ve kendini bu yönde değiştirmesi ve temel eşitlik ilkesi çerçevesinde düşünülmesi, bir kişinin cinsiyet ve cinsel kimliğinden bağımsız olarak Mahkeme’yi koruma temin etmesi için harekete geçirme talebi ve eşcinsel yönelimi olanların bundan böyle dezavantajlı olmadıkları düşünülmesi gereken bir gerçekliktir”


KAOS GL

Momin Rahman Çeviren: Murat YALÇINKAYA

Bu makalede gey politikası içindeki eşit haklar meselesini tartışmak istiyorum. Asıl meselem, eşit haklar gündeminin açık ya da örtük biçimde heteroseksüelliğin normalliğini verili myalcink@ixir.com olarak ve çoğunluğun doğal durumu olarak alıp almadığı ve bu nedenle de heteroseksüelliğin kurumsallaşmasının meşruiyetini sorgulamakta başarısız olup olmadığıdır. Tartışmam içinde eşit haklar söylemini taşıyan bir çok kampanyaya değinecek olsam da asıl olarak ilgilendiğimiz konuları biraraya toplayan sivil haklar baskı grubu Liberty’nin bir raporu üstünde duracağım: Cinsellik ve Devlet:

Lezbiyenlere, Geylere, Biseksüellere ve Transeksüellere Yönelik İnsan Hakları İhlalleri (Liberty, 1994).

Tüm aktiviteleri baskılarla düzenlenen ve engellenenler için hakların önemli olduğu düşüncesine karşı çıkmıyorum. … Ancak, hakların kendi başlarına eşitliği garanti etmediğini de görmek gerekir.

Eleştirimdeki ilk tema sosyal eşitliği sağlamaya çalışırken hakların gerekli ya da kullanışlı olup olmadıklarını sorgulamaktır. Feminist politik teori üzerinden gidersek formel/resmi eşitliğin, heteroseksüel olmayanları damgalayan cinselliğin sosyal kurgulanışı üzerinde çok az etkiye sahip olduğunu söyleyebiliriz. Heteroseksüellerle yasal eşitliğin heteroseksüellerle sosyal olarak eşit olmayı beraberinde getirmeyeceğini, çünkü heteroseksüellerin özgürlüklerinin eşcinselleri bastırmak üzerine kurulmuş olduğunu, onların haklarının heteroseksüel hakları olduğunu ve bunları heteroseksüel olmayanlara eşitlik için transform etmeyeceklerini ileri sürüyorum. İkinci eleştirim ise hakların kendi söylemine ilişkindir. Bireyci bir kavram olarak hakları destekleyen temelci yaklaşımı analiz etmek ve cinselliğin temelci bir yaklaşımla pekiştirilmesini eleştirmek istiyorum. Sonuç olarak da, bireyciliğe karşı olarak alternatifler öneren, grup temelinde haklar gibi (Young, 1989), feminist ve normatif teorileri tartışmak istiyorum. Haklar Sorunu Liberty’nin amacı, hakları ‘90’ların ana teması’ haline getirmektir (Liberty, 1994:5). ‘Yasalar tarafından garanti altına alınan’ sivil ve politik haklara vurgu yapılmaktadır, bunun dayanak noktasını da hakların, eşitlik için hayati değerde olduğu ve cinsel yönelimin haklarla ilgili birçok gelenek tarafından reddedildiği

14

düşüncesi oluşturmaktadır. Tüm aktiviteleri baskılarla düzenlenen ve engellenenler için hakların önemli olduğu düşüncesine karşı çıkmıyorum. Raporda da belirtilmiş olduğu gibi mesken, göç ve iş gibi alanlardaki haklar, lezbiyenleri ve geyleri ayrımcılığa karşı koruyabilecek haklardır. Ancak, hakların kendi başlarına eşitliği garanti etmediğini de görmek gerekir. Genel olarak liberal demokrasilerdeki haklarla ve de erkek egemen ve heteroseksüel olarak düzenlenmiş olan toplumdaki lezbiyenler ve geylerin haklarıyla ilgili birçok problem vardır. Haklar, genel olarak “bireyin, kavramsal ve ontolojik olarak toplumdan önce geldiği ve bireyin toplumdan bağımsız olarak tanımlandığı ve kavramsallaştırıldığı” (Parekh, 1997) düşüncesinde temellenen bireycilikle kavramsallaştırılır. Ayrıca birey, politik yaşamın temel birimi olarak görülür (Phillips, 1994). Haklarımıza bağlıyız, çünkü haklarımız bireyler olarak bize bağlıdır. Parekh’in de belirttiği gibi liberal gelenek bireyliği organik bedenle sınırlar, bu nedenle de kim olduğumuzu, bize nasıl davranıldığını belirleyen sosyal ilişkileri reddeder. Böylelikle de haklar söylemi içinde kalarak, sosyal eşitliksizliklerden kaynaklanan özgürlük ihlalleriyle uğraşmak zorlaşır. Haklar sosyal eşitliksizliklerle mücadele etmeye doğru yönlendirildiğinde ise bu eşitsizliğin nedenleri ve sonuçlarıyla ilgili bir karmaşıklık ortaya çıkar. Bu karmaşıklık da sosyal hiyerarşi ve ötekiliğin kültürel inşasından çok dikkatleri problem olarak bireysel atıflara çeker. Bu tür bir politik birey kurgusu, bireylerin içine yerleşmiş oldukları ve kendi kimliklerini kurguladıkları sosyal hiyerarşiyi ve yapıyı görünmez kılar. Bu anlamda da haklar temelci bir yaklaşımdan çok bir temel haline gelirler, ve politikaların odağı sosyal ilişkilerden çok organik bireyler olur. Haklar çoğunlukla bireyliğin temelci bir yaklaşım üzerine kurgulanmasına gönderme yapar, burada birçok farklılık ‘doğal’ olarak görülür, ve böylelikle bu farklılıklardan ortaya çıkan düşmanlıklar da benzer şekilde ‘doğal’ ve ‘kaçınılmaz’ olarak görülürler. Britanya’daki


KAOS GL politik yapı, ırkçı göç kontrolü politikalarını bu şekilde meşrulaştırır: “doğal” olan ırk farklılıkları kaçınılmaz (ve bu nedenle doğal) olan önyargıların artmasına neden olarak görülür, neden sosyal koşullar ya da natüralist ideolojiler değildir. Böylelikle ırkçılık devam eder (Guillaumin, 1995). Durum gerçekten böyle mi? Haklar, sosyal azınlıkların yasal ve politik eşitliklerini sağladıkları ölçüde bu grupların azınlık statülerinin geçersiz olduğu da ileri sürülebilir. Bu, baskılara ve zorlamalara karşı özgürlükleri sadece devletin garanti alacağını söyleyen klasik liberal görüştür. Ancak haklarla ilgili bu duruşun özellikle temel (doğal, biyolojik, ruhsal) olarak görülen farklılıklara uygulandığında sorun haline geldiğini iddia ediyorum, tabii bir de cinsellik alanında... Haklar eşitliği getirmek için bir mekanizma olarak kullanıldıklarında, örtük olarak yasalardan önce ‘ideal’ bireysel öznelerin eşitliğine ulaşma çabası vardır. Anne Phillips’in de belirttiği gibi liberal demokrasideki soyut birey geleneği “aramızdaki farklılıklara dikkat eder, ama bu farklılıklara önem verilmemelidir der”. Bu nedenle kişinin sosyal özgürlüğü, kadın, gey, siyah ya da lezbiyen olmakla sınırlandırılmakla kalmamaktadır; herkes esasen bir “yurttaş”tır ve yurttaş olarak da yasalar önünde hakları vardır: Bu aynı zamanda eşit haklar düşüncesinin ardındaki mantıktır. Daha önce birçok feministin tartıştığı gibi haklarla ilgili liberal söylem kendini yasal ve politik eşitlik alanına hapseder, ancak birçok grup için, sosyal ilişkiler ve hiyerarşiler eşitsizliği üretmeye ve sürdürmeye devam ederler (Pateman, 1988; Phillips, 1994). Ancak burada hakların, sınırlı bir alanı kapsaması nedeniyle farklılıkların sosyal kurgulanışını anlamada yanlışlığa düşmesinin yanısıra haklar söyleminin aynı zamanda sosyal eşitsizliği desteklediğini, bu eşitsizliği beslediğini de düşünüyorum, çünkü bu söylem içinde farklılıkların temelci yaklaşımla kurgulanmasına (yani farklılıkların doğal olması) sürekli vurgu yapılmaktadır. Eşitsizliğin temeli doğal ve bu nedenle de kaçınılmaz olarak ele alınırsa sosyal eşitliği desteklemek için bir mekanizma olarak hakların meşrulaştırılması da dayanaksız kalmaktadır. Burada bana önemi görünen şey haklar için yaptığımız baskının eşitsizliğin sosyal nedenlerine odaklanırken, bu eşitsizliği üreten sosyal kategorilere ya da bu kategoriler içine yerleştirilen bireylerin temelci yaklaşımla kavramsallaştırılmasına odaklanmamasıdır. Bu anlamda Liberty’nin işyerlerinde ayrımcılığa karşı yasa çağrısında bulunması eşcinselliğin farklılığıyla karşılaşan diğer insanların tutumlarına ve eylemlerine odaklanmaktadır,

15

problemin nedeni olarak bireysel cinselliğe odaklanmaz. Ancak, lezbiyen ve geyler tarafından talep edilen en küçük negatif hak bile tartışmalıdır. Çünkü Amerika’da olduğu gibi, talep edilen bu hakların spesifik bir gruba özgü, “özel haklar” olduğu düşünülür. Evrensel olarak uygulanabilir eşit haklar söylemine bağımlı olan demokratik çoğunluk için bu özel haklar popüler değildir. Spesifik olarak lezbiyenleri ve geyleri kapsayan ayrımcılık karşıtı önlemleri kaldırmak için Amerika’daki eyalet düzeyinde yapılan son bir eylem atağı bu duruma örnek olarak gösterilebilir. Eşcinsel karşıtı kampanya, eşcinsellerin, çoğunluğun sahip olmadığı özel haklara sahip olduklarını ileri sürüyordu. Aslında bu kampanya, Colorado’daki ayrımcılık karşıtı yasadan geylerin ve lezbiyenlerin çıkarılmasını getiren ve gelecekte de bu tür bir düzenlemenin yapılmasını önleyen yasanın kabul edilmesinden kuvvet alıyordu. Ancak Yüksek Mahkeme, Mayıs 1996’da bu kararı geçersiz olarak ilan etti ve ayrımcılık karşıtı önlemleri, özel haklardan çok eşitliğin sağlanması için diğerlerinin zaten sahip oldukları ya da ihtiyaç duymadıkları hakların sağlanması için bir mekanizma olarak gördüğünü belirtti (The Economist, 25 Haziran 1996) Yüksek Mahkeme, özel hakla eşit hak arasındaki karşıtlığın yanlış olduğunu kanıtlamıştı. Elizabeth Kingdom’ın da belirttiği gibi bu yapay karşıtlığın oluşturulmasını sosyal eşitsizlik probleminin kamuflajı olarak görmek gerekir. Bu anlamda da yapılacak olan tartışma, hakların eşit dağılımıyla ilgili değil de eşdeğerde olan hakların sosyal eşitliği gerçekten sağlayıp sağlamadığı üstüne olmalıdır. Eşit muamele ve fırsatlarla birlikte


KAOS GL farklılığı kabul eden ve destekleyen görüş, hakları formel eşitliği garanti eden bir olgu olarak görmekten daha üreticidir. Feministler, soyut formel eşitliği sağlamanın, hem materyal olarak hem de ideolojik olarak sosyal düzeyde eşitsizliğin devam ettirildiği toplumda hiç bir işe yaramadığını ortaya koymuşlardır (Phillips, 1993; Young, 1989; Pateman, 1988). İhtiyacımızın sadece hakların temelci bir yaklaşım dışında da kavramsallaştırılması olmadığını düşünüyorum, ayrıca hakların sosyal eşitliğin bir parçası olarak yasal ve politik eşitliği sağlamanın mekanizması haline getirilerek meşruluk alanının genişletilmesine de ihtiyacımız vardır. Bu gereklidir, çünkü formel hakların uygulandığı koşullar her sosyal grup için aynı değildir. Örnek olarak 1948 Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Deklarasyonu’na eklenmiş olan Sivil ve Politik Haklar Uluslararası Sözleşmesinin 17. Maddesi altında düzenlenmiş olan mahremiyet/özellik hakkını ele alabiliriz. Liberty grubu, bu hakkı, haklarla ilgili yasa tasarısının bir parçası olarak görme ve İngiltere’de kurumsal olarak bu hakkın garanti altına alındığı şeklinde düşünme eğilimindedir.

Feministler, soyut formel eşitliği sağlamanın, hem materyal olarak hem de ideolojik olarak sosyal düzeyde eşitsizliğin devam ettirildiği toplumda hiç bir işe yaramadığını ortaya koymuşlardır.

Bu görüş açısı, lezbiyenlere ve geylere gözetim altında olmaktan belli bir derecede kurtulmayı sunmaktadır, ancak bu tür bir donanım herkese teknik olarak uygulanabilir durumda olduğu sürece... Kamusal ile özel arasındaki sınırların tanımı, “özel alandaki” rızaya dayalı seksin ne olarak yorumlandığına bağlı olarak farklılaşmaktadır (Liberty, 1994: 46-47). Çünkü özel ile kamusal alan arasındaki sınırlar hiç bir zaman kesin olarak çizilememiş, bağlamsal olarak spesifik sosyal tanımlara bağlı tanımlar yapılmıştır. Daha açık bir şekilde söylersek, kamusal ile özel alan arasındaki sınır tanımı, eylemde bulunanların “kim” olduğuna, bu aktörlerin sosyal hiyerarşideki yerlerine ve ilişkiye uygulanan politik ve ahlaki yargılara bağlı olarak yapılagelmiştir. Temelci yaklaşımdaki heteroseksüel ayrıcalıklılık durumu, temelci hegemonya devam ettiği sürece göreceli olarak geniş olan heteroseksüel ‘özel’ alanını gey ve lezbiyenler için de standart alan olarak tanımlar. Heteroseksüellerin hoşlarına giden özgürlüklerin bir çoğu aslında formel haklar olarak kodlanan haklar değildirler. Örneğin, heteroseksüeller kamusal alanda cinsellikleriyle ilgili hava atabilirler: sansür ya da yasal bir engel olmaksızın sokaklarda birbirlerinin elini tutup, öpüşebilirler. Lezbiyen ve geyler için formel hakların aynı özgürlüğü nasıl getirebileceğini görmek oldukça zordur. Bazı haklar, şiddetten ve tacizden korunma fırsatı sağlıyor olsalar da kamusal alanda cinselliğini

16

ifade etme özgürlüğünü verememektedir. Cinsellik bağlamında özgürlükler, heteroseksüelliğin ayrıcalıklı konumda olduğu cinselliğin sosyal kurgulanışı tarafından belirlenmektedir. Ancak yasal ya da sosyal olan haklardan heteroseksüellerin hoşnut olduğunu düşünmek de bizi yanlış bir yere götürür, bu daha çok ‘doğal’ hakların sınırlı dağıtımı ile ilgilidir. Ama bir çok durumda da görebileceğimiz gibi, bu haklar genel insan hakları değil, çoğunlukla heteroseksüel haklarıdır. Heteroseksüel Özgürlük Haklar üstüne odaklanıldığında geylerin ve lezbiyenlerin marjinalize edilmiş oldukları, ve hakların da gey ve lezbiyenleri kııyıdan merkeze taşıyabileceği söylenebilir. Bu fikir bazı alanlar için doğruluk payı taşımaktadır, ancak diğer alanlarda aynı şeyi söyleyemeyiz çünkü haklar çoğunlukla heteroseksüellerin ayrıcalıklarını pekiştirmektedir. Cinsellik, alttakilerin ve egemenlerin arasındaki ilişkiler sonucunda oluşan sosyal kategoriler temelinde oluşan bir alandır (Rich, 1986; Delphy, 1993; Guillaumin, 1995): geyler ve lezbiyenler, heteroseksüelliğin kurumsallaştırılması nedeniyle baskı altında ve dışarda tutulan bir gruptur. Haklar da bu kurumsallaştırılmanın arenalarından biridir. Bu anlamda hemen akla kadınlar ve ırksal/ulusal azınlıklar örnekleri gelmektedir. Haklar, farklılıkları çok nadiren ırkların ya da toplumsal cinsiyetlerin sosyal kurgulanışını temel alarak tanır, asıl vurguladığı yön bu farklılıkların içsel karakterleridir. Eşitlik sağlayan haklar farklı ırk gruplarının ya da kadınların, idealize edilmiş soyut yurttaş seviyesine yükseltilmesi için yapılan çabalar olarak okunabilirler. Ancak soyut yurttaş diye bir şey yoktur. Gerçekte olan politik yurttaşlık öncelikle mülk sahibi erkekler için geliştirilmiş, kadınlara bu haklar tanınmadan önce tüm yetişkin erkeklere yaygınlaştırılmıştır. İngiltere’deki etnik azınlıkların birçoğu için ulusal kimlikleri dolayısıyla elde ettikleri politik yurttaşlıkları hâlâ güvenli değildir ve şartlara bağlı bir statü olma özelliğini sürdürmektedir. Halbuki yurttaşlığın kendisinin ırksallaştırılmasına ve toplumsal cinsiyetleştirilmesine ihtiyacımız vardır (Walby, 1994; Phillips, 1993; Young, 1989). Siyah bir kadına, beyaz erkeğin sahip olduğu tüm formel hakları vermek; o kadına, beyaz erkeğin sahip olduğu sosyal ve ekonomik avantajların bağışlandığı anlamına gelmemektedir. Soyut yurttaşlık haklarının bazı bağlamlarda diğerlerine göre makul amaçlar sunabileceğini de düşünüyorum. Örneğin Liberty grubunun iş


KAOS GL alanındaki yasadışı ayrımcılığa karşı yasa tasarısı isteği, hakların adaletsiz işten çıkarmalardan eşit biçimde gey ve lezbiyenleri korumayı sağlamasına bir örnek teşkil etmektedir. Buradaki niyet yine dikkatleri cinsellikten başka tarafa yönlendirmek, cinselliği çalışma alanıyla ilgisiz kılmaktır. Eğer bu yasa yürürlüğe konursa sağlanan hak sadece gey ve lezbiyen olmanın bireysel deneyimlerine işaret edeceği için heteroseksüel ayrıcalığı tehdit etmeyeceğine rağmen, bu hakkın sınırlı ve olumsuz bir şekilde de olsa eşcinselliğin ‘farklılığı’nı tanıdığı da öne sürülebilir; çünkü böylelikle eşitsizliği sürdüren sosyal yapının bir parçası olarak gey ve lezbiyenlere karşı ötekilerin tutumlarına dikkat çekilmektedir. Ancak çalışma alanının bazı sektörlerinde cinsellik önemli bir konu olmaktadır ve bu alanlarda formel eşitliğin sağlanmasına karşı daha güçlü bir direnç vardır: örneğin Britanya devletinin lezbiyenlere ve geylere açık biçimde çalışma yasağı koyduğu ordu sektörü. Askerler ahlaki ve psikolojik olarak eşcinselliğin eşitsiz biçimde temelci yaklaşımla kurgulanmasına dayandırmaktadırlar görüşlerini. Bu nedenle de geylerin ve lezbiyenlerin görevlerini yapmakta içsel olarak başarısız olacakları ya da kendilerini işlerine veremeyecekleri ve (muhtemelen homofobik olan) çalışma arkadaşları üzerinde potansiyel olarak zararlı etkilere neden olacakları söylenerek bireysel haklar önemsenmez. Bu örnekte eşcinselliğin temelci bir yaklaşımla sapkınlık olarak kurgulanması, insanların tutumlarından ya da kurumsallaşmış ayrımcılıktan daha önemli ve kesin bir problem olarak karşımıza çıkmaktadır. Eşcinsellikle ilgili bu fikirlerin özellikle askerlik alanında güçlü olduğunu düşünüyorum; çünkü, askerlik kesin biçimde cinsiyetlerin ayrıldığı yoğun olarak homososyal olan bir kurumdur. Bu eşcinseller için mükemmele yakın bir durumdur ama askerlik geleneksel ataerkillik ağının önemli bir parçası olarak heteroseksüel imajı yansıtan güçlü bir kurumdur. En önemli problemler, heteroseksüelliğin kurumsallaşmasının merkezde olduğu alanlardaki, özellikle de ‘bir aile kurma hakkı’nda, hakların talep edilmesinde ortaya çıkmaktadır. Yerel Yasa’nın 28. bölümünde de görülebileceği gibi tanım olarak aile heteroseksüeldir: geyler ve lezbiyenler sadece “taklit aile ilişkileri” kurabilirler. Çeşitli sosyal politikalar kurumsallaşmış heteroseksüelliği ve bu ailelerdeki erkek egemenliğini pekiştiriyor olsalar da farklı aile biçimleri gittikçe artmakta, yayılmakta ve görünür olmaktadır. Liberty grubu, farklı aileler görüşünü Sivil ve

17

Politik Haklar Uluslararası Sözleşmesinin aile haklarıyla ilgili kısmının gey ve lezbiyenleri de içermesi için tartışmalar yapmaktadır. Ancak Liberty grubunun yaptığı tartışmalar aile biçiminin farklı olabileceği fikrinden çok, geleneksel heteroseksüel ev yaşamını taklit eden en yakın olasılığa dayanıyor gibi görünmektedir. Lezbiyen ve gey topluluklarında yaşam düzenlemeleri, kendilerinin tanımladıkları akrabalık ve aile bağları hakkında bilinenler birçok olasılığın ve farklılığın olabileceğini göstermektedir (Weston, 1991; Weeks, 1996). Bu farklıkları, çeşitlikleri güçlendirecek yollar bulmak yerine, Liberty grubu basit olarak lezbiyenlere ve geylere heteroseksüel ailenin model olacağı hakların verilmesini istemektedir. Liberty’nin lezbiyenlerin ve geylerin taklit (heteroseksüel) ilişkileri kurmalarını sağlayacak hakları savunduğu görülmektedir. Lezbiyen ve geyler için aynı cinsiyet evliliklerine resmiyet kazandırma kampanyalarında önemli bir artış görünmektedir. Burada beni kaygılandıran şey, lezbiyenlerin ve geylerin evlilikten anladıklarının tam olarak evliliğin heteroseksüel kurgulanışı tarafından belirlenmiyor olsa da evliliği destekleyen kurumların ve yasaların hâlâ ataerkil ve heteroseksüel sözleşmenin güçlü bir şekilde yansıması olmasıdır. Gerçekten hayal gücümüz bu yetersiz birleşme biçiminin ötesinde bir şeyler üretemez mi? Gay Times dergisinin evliliği ele aldığı sayısında (Temmuz, 1996) belirtildiği gibi heteroseksüel evlilik içinde yeralan hakların birçoğunu yasal sözleşmeler ile korumak mümkündür, farklılık -bana göre de tek yararı- bu hakların partnerlerin her biri tarafından spesifik olarak ele alınmasında, tartışılmasında, seçilmesinde yatmaktadır. Belki de bu heteroseksüeller için daha iyi bir model işlevi görecektir. Yasal bir partnerliğin bir parçası olmak ya da dinsel ya da sivil törenle evlenmek durumu sembolik etkisini bir tarafa bırakırsak, sosyal kabul ve eşitlik için derde deva olma işlevini görmeyecektir. Çiftler bir kere resmi kayıtlara girdiklerinde artık onlar için sokakta elele tutuşmak, çocuk sahibi olmak ya da heteroseksüeller için verili olarak kabul edilen diğer şeyler daha kabul edilir olmayacaktır. Göç etme haklarıyla ilgili olarak Liberty’nin savunduğu bir diğer “evlilik hakkı” da problemlidir, çünkü kim karşılıklı bağlılığın olduğu bir ilişkinin varolduğunu kanıtlayabilir ki? Bu konuda bir yargıya varmak için hangi standartlar kullanılacaktır? Heteroseksüel monogaminin standartları mı? Göç konusunda heteroseksüel evlilik bile adil bir tutum için yeterli olmamaktadır. Batının evlilik kurgusu ve ailesi göç politikaları için turnusol kağıdı

Cinsellik bağlamında özgürlükler, heteroseksüelliği n ayrıcalıklı konumda olduğu cinselliğin sosyal kurgulanışı tarafından belirlenmektedir. ... bu haklar genel insan hakları değil, çoğunlukla heteroseksüel haklarıdır.


KAOS GL işlevi görmektedir. “Gerçek” evliliği belirlemek için gelinen ülke, evlilik türü, akrabalık yapısı ve kültür birarada değerlendirilmektedir. Bu nedenle de bu politikalar ırkçıdırlar, çünkü bu kriterler seçici bir şekilde Batılı olmayan kültürlerden gelen beyaz olmayanlara uygulanmaktadırlar. Karşılıklı olarak bağlı bir ilişkide bir çift olmak, bu bağlılık ve ilişki tanımlanmış olsa da, heteroseksüel çiftler için bile eşit tutumu garanti altına almamaktadır. Liberty’nin lezbiyenlerin ve geylerin özellikle evlat edinme ya da bakım sağlama biçiminde ebeveynlik haklarını savunmasına da lezbiyen ve gey çiftlerin karşılaştığı zorluklara benzer sorunlar eşlik etmektedir. Liberty, gey topluluğu içindeki çeşitliliği yadsıdığı için çocukların büyütülecekleri şartların çeşitliliğini de yoksaymaktadır. Buradaki problem de hakları, heteroseksüel çiftleri insan hakları için model olarak almakta yatmaktadır. Bu görüş açısı monogamik çift olmanın normalliğini ve arzu edilirliğini öngörmektedir. Bu elbette gey haklarına saygı duyulması ve bu hakları haklılaştırmak için stratejik bir seçim olabilir. Ama bu tavır, stratejik olmanın dışında bir şeyse insan ilişkilerinin modeli olarak kurumsallaşmış heteroseksüelliği almaktadır denebilir. Özgürlüğün Kötüye Kullanımı Heteroseksüelliğin egemenliğiyle doldurulmuş olan haklar söylemi bir çok yönden sorunludur. Öncelikle pozitif ve negatif hakları –verilen özgürlükler ve alınan özgürlüklerdengelemek, birbiriyle çelişen negatif haklar problemlere neden oldukları için, demokratik devletlerde oldukça zordur. Klasik liberal argümanda negatif özgürlükler temel olarak görülürler: örneğin, lezbiyenleri ve geyleri ayrımcılıktan ve şiddetten korumak laf edilemeyecek bir durumdur. Ama uygulamada durum böyle değildir. Nefreti kışkırtmaya karşı yasaların uygulamaya geçirilmesi konusunda gösterilen çekingenlik, bu yasalarla ifade etme özgürlüğünün aşındırılabileceği söylenerek meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır (Liberty, 1994). Çünkü ırkçıların ve homofobiklerin ya da bunlar gibilerin haklarına, siyahların, geylerin ve lezbiyenlerin tacizden ve şiddetten korunma haklarına göre öncelik verilmektedir. Bu durum, ‘sapkın’ cinsel kimlikler düşünüldüğünde, temelinde ahlakçı bir boyutun olduğu temelci bir cinselliğin yaklaşımla kurgulandığı

18

gerçeğini ve doğal olmayanların topluma uyum sağlamaları düşüncesinden yola çıkarak korunmaya da değer olmadıkları görüşünü ortaya koymaktadır. Geleneksel liberal teori ahlak karşısında özgürlüğe öncelik verir, çünkü özgürlük insan olmak için temel olarak görülürken, ahlak, tarihsel olarak üretilen göreceli spesifik davranış normları olarak görülür. Ancak cinsellik söz konusu olduğunda liberalizm, zorunlu heteroseksüellik kayasının üzerinde başarısızlığa uğrar. Çünkü, pratikte ahlak, özgürlüğü kısıtlamaktadır. Haklar söyleminin temelci yaklaşımı, cinsiyetlerin ve arzunun ‘doğal’ düzenlenişi olarak heteroseksüelliğin sosyal ve ahlaki ayrıcalığını tanıyan cinselliğin temelci yaklaşımına dayanmaktadır. Bu da özgürlük-ahlak ilişkisinin tam anlamıyla tersine çevrilmesidir. Bu durumda ahlakın sadece davranış normları üretiminden fazla bir şey olduğunu söylememiz ya da bu normların nereden kaynaklandıklarını sormamız gerekir. Açıktır ki normlar, sadece geleneksel tutumların sonuçları değildir, aynı zamanda heteroseksüel ve ataerkil sosyal düzeni meşrulaştıran ideolojinin de bir parçasıdırlar. Liberal teori de, göstermiş olduğum gibi, yapısal eşitsizlikler üzerinde bu nedenlerle durmaz. Lezbiyenlerin ve geylerin yapması gereken şey bu özgürlüklerin kötüye kullanılması, sözü edilen özgürlüklerdeki heteroseksüelliğin korunması ve yüceltilmesi durumuna son vermeleridir. Sosyal eşitlik için haklar, temel mekanizmalar olabilir, ama verili olan haklar söyleminin demokratik olduğu söylenen devletlerde ayrıcalıklı ahlaki duruşu taşımakta olduğunu da fark etmek gerekir (Kingdom, 1991; Glaser, 1995). Lezbiyenler ve geyler eşitsizlik sorununa haklar elde ederek çözüm bulmaya çalışırlarken, hakların cinselliğin temelci yaklaşımla kurgulanmasına ve cinsel kimliklerin özgürlüğünün ahlak üzerinden tanımlanmasına karşı mücadele ederek başarılı olabilirler. Bu da heteroseksüelliği normatif düzen içindeki kurumsallaşmış yerinden etmek ve bunun yerine farklı değerleri, pratikleri, ve toplulukları tanıyan haklar kavramını koymak ve bu farklılıkların kendilerine ait ahlakı yaratmaları anlamına gelmektedir. Jeffrey Weeks’in de belirttiği gibi lezbiyenler ve geyler, ataerkilliğe ve heteroseksist ahlakçılığa karşı mücadele ederek, bütün ahlakların ‘icad edildiklerini’, hiçbirinin ne ebedi ne de kültürlerarası geçerliliği olan doğrular olmadıklarını göstermeleri gerekmektedir. Bunun yanısıra lezbiyenler ve geyler kendi sosyal kimliklerini ahlaki bir boyutla kurmak ve yansıtmak zorundadırlar, böylelikle kendilerine özgü haklar ve eşit olanaklar ve muamele gibi


KAOS GL daha genel talepler için mücadele edebilirler. Elbette ki bu üzerinde kolayca yürünebilecek bir yol değildir; bu süreç, ahlakın, özgürlüğün, sorumluluğun ve sosyal eşitliğin tekrar tekrar tartışılmasını gerektirir. Bu tartışmaların her biri egemene karşı mücadele anlamına gelmektedir. Adaletin Kötüye Kullanımı Sosyal baskıya maruz kalan bir grup olarak lezbiyenler ve geyler, bireyin soyut, evrensel ve temelci bir yaklaşımdan çok sosyal farklılıkları tanıyacak şekilde alternatif olarak formüle edilecek haklar söylemine önemli katkılar yapma olanağına sahiptirler. Örneğin, feminist teorideki grup temsili tartışmaları, lezbiyen ve gey hakları ile temsilinin gelişmesi için oldukça uygun olan tartışmalardır. Çünkü bu alan hâlâ lezbiyenler ve geyler tarafından tartışılmamış, yeterince üstünde durulmamış bir alandır. Elizabeth Kingdom, feminist politikada haklarla ilgili problemleri tartışırken şu sonuca varır: haklar söylemi politik kampanyalara ahlakı sokarken hakların temelci yaklaşımla kavramsallaştırılması yükü, hakları kapasite, yeterlilik ve yeteneklilik ile ifade ederek azaltılabilir. Böylelikle haklar, farklı sosyal grupların hakları kullanmak için ihtiyaç duydukları farklı becerileri ve koşulları göz önünde tutarak kavramsallaştırılabilecektir. Geleneksel komünitarian teorilerde olduğu gibi, kişilerin sosyal yerleri ve görevleriyle ilişkili olan haklara yoğunlaşılmasını beraberinde getirecektir (Glaser, 1995). Cinsel farklılıkları tanıma düzeyinde hâlâ kesin olmayan konular bulunmaktadır. Hem Jeffrey Weeks’in Invented Moralities (1996) kitabı, hem de Ken Plummers’in Telling Sexual Stories (1995) kitabı çeşitliliğin önemini ve farklı sosyal ve kültürel değerlerin dominant olan normlara eşit olarak kabul edilmesi ve teşvik edilmesini vurgular. Ayrıca her iki kitap da temelci yaklaşıma dayanmayan ‘politik kimliklerin’ gerekliliğine değinirler ve en azından bu politik kimliklerin stratejik ya da taktik olarak ‘gerekli kurgular’ olarak algılanmasının zorunluluğu üzerinde dururlar. Gey ve lezbiyen haklarının farklı olduğu anlaşılmalıdır, çünkü toplumsal cinsiyet, heteroseksüelliği bir norm şeklinde kurgulayarak tanımlamaktadır. Haklar söylemine karşı mücadele etmenin kaçınılmaz sonucu, çoğunluğun kararlar aldığı ve devletin sadece verdiği hakları garanti altına aldığı demokrasi yönteminde değişiklikler yapılması zorunluluğudur. Temel amaç haklar söylemini tekrar kavramsallaştırmak, böylelikle hakların sosyal farklılıkların tanınmasıyla yazılmasını sağlamak ama daha da önemlisi hakların, sosyal eşitliği sağlayan bir mekanizma haline

19

getirilmesi olabilir. Bu girişim önemlidir, çünkü formel haklar yarattıkları ve sürdürdükleri farklılıkları göz önünde tutmaz. Cinsellik alanında, ahlak ve sosyal adalet sorunlarını içeren normatif politik teori ile açıktan mücadele etmedikçe sosyal eşitliği yakalamanın mümkün olmadığını düşünüyorum. Özgürlük denilen şey cinsellik alanında rasyonel olarak üretilmemektedir, çünkü bir ‘doğal’ın ifade edilmesine ya da ahlaki olarak kendiliğinden meşru olan adalete bağlı olmaktan çok, cinselliğin toplum tarafından kurgulanmasına sıkı sıkıya bağlıdır. Adaleti, heteroseksüel bentlerden kurtarmak zorundayız. Bu konularla ilgili gey ve lezbiyen kuramcıların çalışmaları bulunmaktadır ve her biri de tartışmaya önemli katkılarda bulunmaktadırlar. Normatif teorilerin temel olarak iki endişeleri vardır: devletin rolü ve devletin sosyal eşitliği sağlarken kullanacağı yöntemlerle ilgili sorunlar. Daha önce belirtmiş olduğum gibi, lezbiyen ve geylerin yaşadıkları eşitsizlik, hakların temelci olmayan bir yaklaşımla kavramsallaştırılmasını ve buna ek olarak sosyal adaletin sağlanmasında devletin daha fazla müdahaleci bir rol üstlenmesini öneri olarak önümüze getirmektedir. Bu öneri bizi belki de normatif teorinin komünitarian kanadına yerleştiriyor olsa da bu duruş, cinsel kimlikler ve özgürlüklerin hiyerarşik organizasyonunda koruyucu hakların bireysel yorumlarıyla ve atıflarıyla dengelenebilir. Ancak lezbiyenlerin ve geylerin katılımları devletin ne için olduğu ve amaçlarına nasıl ulaşacağı gibi soruların tartışılmasına yeni argümanlar getirmelidir. Bu tür bir normatif tartışmaya, politik kültür ve uygulamaları değiştirme amacında ütopik kaldığı için kimileri karşı çıkabilir. Ancak eşcinsellik ile heteroseksüellik arasındaki karşıtlık o kadar köklüdür ki belki de verilen özgürlükler dışında ulaşılabilecek çok az şey vardır. Bu durumda lezbiyenlerin ve geylerin hiçbir zaman baskıdan kurtulmakla ilgili sosyal hareketleri ve radikal akademik kuramcıları unutmamalarını öneririm. Gey politikanın gittiği yönle ilgili tartışmalar yeni değildir, bir çok kuramcı, cinsel politikanın radikallikten uzaklaşma tehlikesinin arttığına ve geleneksel demokratik biçimlerin içine hapsolduklarına dikkat çekmektedir. Makalemde sunmuş olduğum bu problemler ve öneriler bazı arkadaşlarıma çok ‘queer’ gelebilir, ancak tüm bu argümanların demokrasi, sosyal adalet ve özgürlükle ilgili konularda temel olduğunu düşünüyorum.

Lezbiyen ve geyler için aynı cinsiyet evliliklerine resmiyet kazandırma kampanyalarında önemli bir artış görünmektedir. … Gerçekten hayal gücümüz bu yetersiz birleşme biçiminin ötesinde bir şeyler üretemez mi?


KAOS GL

GÜLSÜM

Yeni uydu teknolojileri ve Kitle İletişim Araçları (KİA) yığışımları, içinde bulunduğumuz zamansal ve mekansal konfigürasyonu sürekli değiştirmekte, bununla birlikte sosyal ve ekonomik hayat da çok yönlü değişimlere uğramaktadır. Ulus mitinin geleneksel güç formları şimdiden bulanmaya başlamıştır bile; ulus-devlet, ulus egemenliği, ulus sınırları, toprak bütünlüğü gibi konular günümüzde yoğun olarak tartışılmakta ve şimdiden küresel sermayenin baskılarına maruz kalmaktadır. Varsayımsal olarak, on yıl gibi bir süre içinde, ulus-ötesi enformasyon, güç ve kültür akışlarını yönlendiren yapıların uğraşlarıyla, “ulus-devletin” maddi ve manevi korunma duvarları çok daha ciddi saldırılarla yıpranacaktır. Kimi yazarlarca hiper-modern, kimilerince de post-modern olarak nitelenen içinde bulunduğumuz bu süreçte, uluslar arası iletişim de daha karmaşık, çok bileşenli, hızlı bir yapıya ulaşmış, global olarak ifade bulan bir faza girmiştir. Aslında globalleşme olarak kavranan bu süreç, kendi paradigmasını son derece popüler ve yapay bir “özgürlük” tartışması etrafında örmüştür. Sovyetler Birliği'nin dağılması, ardından kapitalist rüzgarın Doğu Blok’u olarak adlandırılan bölgeye girmesi ve nihayetinde Berlin Duvarı'nın yıkılışı, bir sınırın aşılmasının, dolayısıyla da özgürlüğün en çarpıcı metaforu olarak sunulmuştur.

Avrupa Birliği’nin ulus sınırlarını esneten siyasi ve ekonomik uygulamaları, WTO, World Bank, IMF, MAI gibi büyük organizasyonlar, enformasyon ve haber akışına paralel gitmesi tasarlanan, ekonomik akışı yapılandırmak üzere vardır.

George Kroloff-Scott Cohen Raporu (1977): “Biz istesek de istemesek de Yeni Evrensel bir Habercilik Düzeni olacaktır. En az gelişmiş ülkelerin dediği gibi bu düzen yeni uluslar arası ekonomik düzenin itici gücü ve yakıtı sayılabilir. Yeni uluslar arası ekonomik düzenin çatısı belli olmaya başlamıştır. (...) Bu /konuda yapılan/ toplantılar, halkların ve ulusların birbirleriyle olan ilişkilerine yeni biçimler verebilecektir” Yukarıdaki alıntı, önü alınamayan bir dönemin başladığının, bir tarafın ağzından ifade paradigmasının buluşudur. Güç-baskınlık yeniden yapılandırılmasında baş aktör olmayı hedefleyen bir taraftır söz konusu olan. Gerçeklik evrenini, uluslar arası veya global iletişim çerçevesinde tanımlayan bu ilk veriler üzerine oturtulabilecek, yakın gelecek senaryosunun aktörlerine baktığımızda, en sade haliyle üç aktöre rastlarız; Senaryonun baş aktörleri şüphesiz devlet-dışı, uluslar-üstü şirketlerdir. Bunların motivasyonları

20

kapitalizmin doğası gereği ekonomik kaynaklıdır. Bu aktörler, süreçte birinci dereceden belirleyici olan ekonomik, iletişimsel ve teknolojik unsurları hem yaratmak, hem denetlemek hem de yönlendirmek arzusundadırlar. Amaçları; ekonomik ilişki ve dinamiklere dayalı bir enformasyon ve haber akışı (flow) yapılandırmaktır. Söz konusu yeniden yapılanmanın birincil öğesi olan akışkanlığın, üzerine temelleneceği en cazip formül ise yeni bölge tanımları ve kategorileri olacaktır. Bunun alt yapısı şimdiden oluşturulmaya başlamıştır aslında: Uluslararası haber ajansları ve haber kanalları dünyayı, hem politik kavrayışı nedeniyle (örneğin; gelişmişlik, az-gelişmişlik kategorileri), hem de haberin organizasyonunda pratik kolaylık sunması açısından şimdiden en kaba haliyle Avrupa, Amerika ve Diğer olarak kategorize etmiş durumdadır. Örneğin 1993’te kurulmuş olan EuroNews’in ciddi bir ekonomik altyapıyla desteklenen yayıncılık ve yayılım politikası “dünyayı avucuna alma” esprisini, başka bir ifadeyle McLuhan’ın “global köyünü” olağanlaştırır. Önümüzdeki on yıl içinde, pratiği “şimdiden” başlayan bu uygulama sosyal, politik ve en önemlisi kültürel altyapısını tamamlayacaktır. Avrupa Birliği’nin ulus sınırlarını esneten siyasi ve ekonomik uygulamaları, WTO (Dünya Ticaret Örgütü), World Bank, IMF (International Money Fon), MAI (Multilateral Agreement of Investment) gibi büyük organizasyonlar, enformasyon ve haber akışına paralel gitmesi tasarlanan, ekonomik akışı yapılandırmak üzere vardır. Günümüzde, yukarda saydığımız uluslar-üstü yapıların en büyük ilgi odaklarından biri, iletişim ağlarının ve teknolojilerinin örgütlenmesi olmaktadır. “Uluslararası Yargı” anlamında da uluslar-üstü uygulamaların yer yer aynı paralel hattı takip etmesi beklenir. Aslında savunma ve korunma amaçlı tüm geleneksel denetim örüntülerini demode ilan etmiş olan yeni post-modern dünya, daha karmaşık ve daha bol tuzaklı, kaçmanın çok daha güç olduğu denetleme yöntemleri içermektedir. Bunu anlatabilmek için belki internet teknolojisinin kendisi iyi bir örnek olabilir; her sitenin bağımsız olarak var olmasının yolu devasa internet evreninin içinde ulaşılabilir olmaktan geçer. Ve internet, akışın mekansallığı için de en iyi örnektir belki. İnternette kapı yoktur ve fakat kaçış da yoktur.


KAOS GL Ulus-üstü şirketlerin amaçlarıyla çatışma noktasında devreye girecek olan diğer önemli aktör ulus-devlet olacaktır. Ulus-devlet, yeni müstakbel egemen yapının tehdidi altındadır, zira söz konusu egemen yapının engelsiz enformasyon, sermaye, kültür akışı projelerinin önünde, şimdiden hantallaşmış cüssesiyle duradurmakta, o malum baş aktörlerin planlarını tavsatmaktadır. Gelecek on yılda tezahür etmesi beklenen birinci çatışma noktası budur. Ulus-devlet, içinde bulunduğumuz hız/devinim döneminden baktığımızda hantaldır ama bir zamanların en güçlü, geleneksel egemenlik örüntülerinin taşıyıcısıdır, eski topraktır. İlk önceleri gözümüze kolay teslim olacakmış gibi görünse de bizi şaşırtacaktır. Çünkü varlık ve kendini savunma çerçevesini ulus-devlet bütünlüğünde kurmuş olan toplumsallaşmalar, küresel sermayenin enerjik “ataklar” biçiminde gerçekleşen önerilerine karşı, “ulusal” korunma yöntemlerinden vazgeçmeleri halinde (silahlarını teslim ettiklerinde), çıplak ve savunmasız kalacaklarını bilirler. Küresel sermayeye yöneleceği düşünülen bu direncin, hem birinci dünya savaşından itibaren ulusdevlet olmuş ülkeler, hem de Doğu Blok’u ve Sovyet Rusyanın çökmesiyle birlikte çok yakın bir tarihten, 90’lı yıllardan itibaren ortaya çıkmaya başlayan yeni ulus-devletler (Çek Cumhuriyeti, Hırvatistan, Türki Cumhuriyetler vs.) tarafından geleceği açıktır. Tabi hâlâ kendini toparlayamamış olan yeni ulusallıklar yanlış zamanda devlet kurmanın tarihsel cilvesi neticesinde, daha şaşkın, güvensiz ve acemi bir direnç gösterirken, eski devletler bu konuda akıllarının erdiğince direnç stratejileri kurmaya çalışacaklardır. Fakat bu senaryo, strateji meselesinde eline su dökülemeyecek küresel taktikler karşısında, ulus-devletlere şans vermeyecek ve fakat ne münasebet; uluslarüstü şirket devletlerini de kapıdan içeri güler yüzüyle davet etmeyecektir. Senaryoyu distopik kılan da budur; arzu edilmeyen bir sona mahkum olmak1. Sonuç itibarıyla kapıyı çoktan aralamış olan küresel dönemde, bilinen ulus-devletler gittikçe kendi içine çekilecek, ekonomi ve iletişimle ilgili kural koymayı bölgesel, milletler-üstü ya da uluslar arası yapılara bırakacaklardır. Ekonomik ve iletişimle ilgili kural koymayı belirlemek doğrudan, uluslar arası haber akışının içeriğini belirlemek anlamına gelir. Haberin ve haber konularının, global sermayenin pervasız süzgecinden, neye göre geçeceği veya geçmeyeceği hakkında ilk aklıma gelen cevaptan ziyade birkaç soru: Global’in içine sığıştırılmaya çalışılan “yerel” haberde nasıl 1 Burada uluslar-üstü sermayeye karşı ulus devletlerin savunulduğu düşünülmesin lütfen.

21

temsil edilecek, nasıl konu olacak? Türkiye içinden bir soru yöneltmek gerekirse; CNNTürk diye bir televizyon kanalı niye var? İletişim ve haberleşme olanaklarını denetiminde tutan küresel sermaye, yerellerle nasıl bir ilişki kurmayı düşünür? CNN-Türk diye bir kanalın varlığı bu soruları cevaplama potansiyeli açısından nereye oturur? Akla gelen ilk cevaplara göre; uluslararası dolaşımdaki haberlerin içeriği, söz konusu uluslar-üstü şirketlerin ekonomik ve politik planlarını destekler, örer, meşrulaştırır bir söyleme sahip olacaktır. Varsayımsal olarak on yıl sonrasında, tüm haber akışını kendi kontrolünde tutan, bu konuda ulus-devletleri de zaten alt etmiş olan bir güç, yerel haberlere de benzer niyetlerle yaklaşacaktır. Öncelikle yerel bir haber, akışa dahil olabilme konusunda, kazanç getirme potansiyeli doğrultusunda dikkate alınacaktır. Çünkü haber akışının evreni, aynı zamanda kültürel, yerel ürünlerin satıldığı bir pazardır. Bu değirmenin suyu paradır. Öte yandan, yerel haberler de aynı şekilde sermayenin uluslararası politikalarının söylem süzgecinden geçecek, başka bir deyimle sermayenin yön verdiği uluslararası politikalar, habere ulaşanlara yerel dil üzerinden de ifade edilecek ve benimsetilebilecektir. Yerelliğin sıcak duygusu kulağımıza yalanlar söylemek üzere eğitilmektedir bu yeni dönemde. Senaryoyu “kötü son” hattına sokma yolunda bir adım daha atıp, tarif edilen türdeki bir toplumsal hayat tahayyülü içinde, bireye ve kolektif eylemlilik süreçlerine bakalım: Birey,

tv sayesinde çevremizde olup biten herşey, dünyanın öbür ucunda oluyormuş gibi gelir bize.


KAOS GL ya da küresel dünyanın daha kapsamlı ve stratejik bir adlandırmasıyla “özne” bu yeni dönemi nasıl bir konumlanışla karşılayacaktır? Distopik içeriğe uygun olarak, aslında toplumsal kimlik oluşturma örüntülerini de köklü bir dönüşüme uğratan söz konusu yeniden yapılanma sürecinde, öncelikle ulus kimliğini yitirecek olan birey, ulus-devletin verdiği refleks tepkiyi vermekte daha başarısız olacaktır. Fakat aynı merkezden gelen saldırı, ulus ile bireyi, tutarsız bir hatta, senaryonun gidişatını belirlemede hiçbir etkisi olmayan bir tür müttefike dönüştürecektir, ortak kader müttefikliği... Küresel sermayenin bir süredir gözler olduğumuz, ulus sınırları dışında kazanç arayışları (farklı ülkelere dağılma, ülkelerin ve kültürlerin kimi özelliklerini kazancını maksimize etmesi yönünde kullanma vs.) ve yeni “özne” sunumları zaten günden güne güç kaybeden kolektif eylemliliği daha olumsuz, karamsar bir noktaya taşıyacaktır. Zamansal düzeneğimizi “şimdinin” içinde hapis olmuş bir tahayyüle dönüştüren post-modern dünya, geleceğe ilişkin beklenti, umut ve mücadele kültürünü yok etmek üzere düşünülmüştür. Kötülerin kazanması üzerine kurulmuş bu senaryo, bireyi ve kollektiviteyi de egemen güçlerin ayağına dolanmaması için pasifize eden bir bakış açısının peşine takılır. Hal buysa, teknolojik bir felaketle sonlanması da düşünülebilecek senaryomuz, şimdilik baş aktörlerimizin, ulusdışı, uluslar-üstü şirketlerin zaferiyle biter. Şimdi şöyle bir politik, özlü söz icat ederek, bu senaryoda gözden kaçan yerlere iyicil eklemeler yapmaya girişelim: İyi yazılmış bir hikaye kötü sonla bitemez! Egemen güçlerin amacı hep aynı oldu; mekanı, zamanı ve toplumsal hayatı, “zorunluluk ilişkileri” içinde tutmak yoluyla dizgin ve denetim altına almak. Ve belki de tarih boyunca en büyük motivasyon kaynakları, bu bir yanıyla da paranoid olan eğilimleri oldu. Endüstri Devrimi’yle

22

“emek/iş gücü” belirli tanım ve sınırlılık çerçevesi içine yerleşti. Emek, sermayenin zorunluluk ilişkileri kapsamında bir yanıyla sermayenin avucunun içindeydi. Fakat öte yandan toplumsal yaşamın “olumsal ilişkiler” dinamiği içinde egemen güçlerin elinden kaçan, denetlenemez bir özelliğe de sahip oldu. Nitekim sermayenin kendisi de, hiç arzulamadığı halde, çok güçlü emek direnişlerine tanık oldu ve gene tanık olacaktır. Yeni uydu teknolojileri ve KİA yığışımları dünyayı küresel bir köye kadar küçültebildi, dünyayı çok bileşenli ve kompleks denetim ağları ile sardı. Fakat aynı zamanda, tersinden yürünerek egemenlerin kapısına dayanılabilecek yollar açmış oldu. Yukarıdaki kötümser senaryonun görmediği, ya da tedbirsizce elediği bir aktör daha vardı ki, o işte sözünü ettiğimiz yolu tersinden yürüyendi: Yeniden yapılanma içindeki sosyal hareketlenmelerin dinamiği ve uluslararası dolaşımdaki bir takım hükümet dışı organizasyonlar; çevreci organizasyonlar, feministler, eşcinseller, politik gruplar vs. Bu yapılar da, mevcut iletişim ve haberleşme alanlarını mümkün olduğunca kendi amaçları, faaliyetleri doğrultusunda kullanmaya başladılar. Örneğin; Bugün Bergama Köylüleri ile ulus sınırlarının dışındaki Çevre Örgütlerini birleştiren bir yol var. Aslında en genel bakış açısıyla, sermayenin örgütlenme biçimi küreselleşirken, sermayenin karşısındaki yapıların eylemlilik biçimi de, eylemlilik alanı da küreselleşti. Bunun küresel eylem anlamında en güzel ve çarpıcı örneği “Seattle” deneyimidir, “Prag” deneyimidir. Tüketimin kamçılandığı ve bireyin de bunu ciddi boyutlarda desteklediği post-modern dünyada birey sanıldığı gibi sadece tüketim konusunda aktif değildir. Birey, daha düşünümsel, yorumlayabilen, öz-örgütlü ve grup faaliyetlerinde inisiyatif kullanabilen özellikleriyle tanımlanır John Urry’nin kitabında. Ayrıca kişinin, mevcut iletişim olanaklarından, görece olarak daha demokratik koşullarda faydalanabildiğini söyleyebiliriz (yazılı ve görsel haber kaynaklarının sayısal çokluğu, internet üzerinden farklı bakış açılı haber kaynaklarına erişim vs.). Bunlar da gene, ezen/ezilen hattını sürekli olarak besleyen küresel güçlerin denetiminden kurtulabilme potansiyelleriyle, “olumsal” ve senaryonun sonunu belirleme açısından iyiye yorulması şiddetle arzulanan kimi aralık kapılarıdır sistemin.

Kaynakça: Urry, John, Yayınları, İstanbul, 1999

Mekanları

tüketmek,

Ayrıntı


KAOS GL

Mesih, o. İster inanın, ister inanmayın. Üç kişi, beş kişi, müritleriyle yoluna devam edecek. Nereye varacağını kendisi de bilmiyor, bilmesi de gerekmiyor. Seçtiği yaşam yolu, nihayetinde onu bağlar, kime ne? Din tarihinde 6000 civarında deccal (yalancı mesih) varmış. Muazzam bir rakam. İslam tarihi ile sınırlı baktığınızda yıl başına 4, hristiyanlık tarihine baktığımızda yıl başına 3 deccal düşüyor. Hasan Mezarcı da, yıllık 3-4 kişilik kotayı dolduruyor olsa gerek. Görüntüden İçeriğe Yeni görüntüsü pek eğlenceli. Altın sarısı, tepeden tırnağa, saçından giysisine. Çağ, ne de olsa imaj çağı; öz veya içerik kimin umrunda, görüntü her şey demek. Lâkin, Mezarcı'nın görüntüsü, maskesi değil; herhangi bir şeyi kamufle etmeye çalışmıyor. Çıplak aslında, çok naif. İslamı sarsıyor baştan aşağı, belki pek de farkında olmadan. O yüzden de islam/din bekçilerinin hışmına uğruyor. Neredeyse dile getirdiği her şey, islamın yumuşak karnına saplanan oka dönüşüyor. Nitekim kutsal kitabın tartışılmasına kadar varıyor iş; islam alimleri, kuran'daki ifadelerin farklı farklı tefsirlerini çıkarıyorlar milletin karşısına. Ne çok yoruma açık ifade barındırıyormuş kutsal kitap, ne çok anlaşılmaz ifadelerle yüklüymüş, hep birlikte görüyoruz. Oldukça mantıklı söyledikleri Mezarcı'nın, yani kutsal kitapların (kuran ve incil'in) insana sunduğu bilgi bağlamında değerlendirdiğimizde, oldukça mantıklı. Değil mi ki bir mesih bekleniyor, değil mi ki insanlığı kurtaracak birisi bekleniyor, işte bir fani çıkıyor ve ben O'yum diyor. Mezarcı'nın kendisinin O olduğunu ispat etmeye hiç ihtiyacı yok; bilakis, islamın/dinin bekçilerinin Mezarcı'nın O olmadığını ispat etmeleri gerekiyor. Mezarcı rahat, inanan inansın diyor, kestirip atıyor. Zira, din ve dolayısıyla mesih olgusu, hem Mezarcı'nın, hem islam bekçilerinin (örneğin profesörümüz Zekeriya Beyaz'ın, diyanet başkanımız Mehmet Nuri Yılmaz'ın) aynı şekilde teyit ettiği üzere, akılla kavranamaz. E akılla kavrayamıyorsanız, bir şeyin var veya yok olduğunu da iddia

23

edemezsiniz. İnanıyorsanız inanmıyorsanız yoktur, o kadar.

vardır,

Mesih, o. İster inanın, ister inanmayın. Üç kişi, beş kişi, müritleriyle yoluna devam edecek. Nereye varacağını kendisi de bilmiyor, bilmesi de gerekmiyor. Seçtiği yaşam yolu, nihayetinde onu bağlar, kime ne? Olur mu "kime ne"? Profesörümüz Zekeriya Beyaz, bir örnek sadece. Mezarcı'yı, mezara (tımarhaneye) yollamaya kararlı. Ama çelişkili. Hem diyor ki, gayet makul ve mantıklı konuşuyor, hem bu adamın psikiyatrik tedaviye ihtiyacı var. İlahi sevgili Beyaz hocam, niye tedaviye ihtiyacı olsun ki, adamın aklı başında, kutsal kitaba da uygun konuşuyor üstelik. Hem "aklı başında olmasa" kime ne; kime ne zararı var, onun (veya herhangi bir sade vatandaşın) tedaviye ihtiyacı olduğunu düşünmek kimin üzerine vazife? Kimse, ama hiç kimse, kendisi istemediği takdirde psikolojik yardıma tabi tutulamaz, "rahatsızlık" subjektif olarak o kişinin değerlendireceği bir haldir, ötesine kimse karışamaz. Rahatsızlık hissediyorsa halinden ve uzman veya uzman olmayan birinden yardım da istiyorsa, ancak o koşulda psikolojik yardım sunarsınız, ama bunu da yargılamadan, etiketlemeden yaparsınız. Herkes, ama herkes, yaşamının en az bir anında, saçmalamıştır, Mezarcı da, diyelim saçmalıyor olsun; sadece bunu demeniz, bunu vurgulamanız, sadece Mezarcı'nın iddialarını çürütmeniz yetmiyor mu? (Sahi neden çürütemiyorsunuz iddialarını?) Adam deliyse, veya halktaki basmakalıp yargıları aynen alıp çoğaltan kurumsal psikiyatrinin pek verimli örneği Arif Verimli'nin sizin de yüreğinize su serpen yorumuyla, adam "aklen hastaysa" ve tedaviye ihtiyaç duyuyorsa, ne diye saatlerce oturup adamın dediklerini tartışıyorsunuz ki? Bırakın adamla psikiyatri ilgilensin, zaten saniye sektirmeden basın yayın organlarında boy gösterip adamın psikiyatrik hastalığını teşhis ettiler, havale edin onlara, olsun bitsin. Yok, içiniz rahat etmez, orada bırakamazsınız. Zira, çok açık bir şekilde vurguladınız, adam

Üstün ÖNGEL uongel@mail.cu.edu.tr


KAOS GL islamı tehdit ediyor, tüm islami değerlere aslında dil uzatıyor (laik kesim, siz uyuyun hâlâ, önünüzde, islamı her haliyle silkeleyecek bir örnek var; islam bekçileri ayağa kalktı, siz ne yaptınız, oyuna gelip adamın meczupluğunu öne çıkarmakla meşgulsunuz; adam tüm islami dünyaya "zulmedici" diyor, o nedenle Almanya'dayım diyor, siz seyrediyorsunuz), dolayısıyla, bir an evvel tedavi edilmesi ve halkın yanlış yöne sevkedilmemesi gerekiyor. Yahu, hem "aklen hasta" diyeceksiniz, hem de bu kadar korkacaksınız, nasıl oluyor, bir anlayabilsem! Yağma yok Bakın, ama iyi bakın, komunist rejimi yıllarca uygulayan Sovyetler Birliği'nde, yüzlerce, belki de binlerce rejim aleyhtarı, sırf sisteme karşılar diye, yıllarca tımarhanelere kapatıldılar, kapitalist rejimi uygulayan Amerika Birleşik Devletleri'nde, sanatçılar, sadece topluma/sisteme aykırı düşünceleri nedeniyle tımarhanelerde yıllarını geçirdiler. Hasan Mezarcı'yı da sırf sisteme, hakim değerlere dil uzatıyor olduğu için tımarhaneye mi kapatacaksınız? Yağma yok, yapamayacaksınız. Psikiyatrinin verimli uzmanlarının da verimsiz uzmanlarının da gücü yetmez artık bunu yapmaya. Gücü yetmez, zira, onlar gündüz düşlerinde istedikleri kadar, anti-psikiyatrinin miyadının dolduğunu zannetsinler, yani kırk yıldır Batı'da varlığını güçlenerek gösteren ama taşra zihniyetinin hakim olduğu Türkiye'ye bir türlü uğrayamayan anti-psikiyatrinin bittiğini söylesinler, artık sade vatandaşım da yavaş yavaş uyanıyor. Ama gene de güçlüsünüz, iktidar sizin elinizde. Beyaz hocam, Verimli'yle ne güzel de bir ikili oluşturdunuz. Biriniz halkta zaten çok yaygın olan basmakalıp yargılarınızı ifade ettiniz, diğeriniz, uzman kimliğiyle bu basmakalıbı aynen alıp çoğalttı. Zaten yıllardır, yani yüzyılı aşkın bir zamandır, psikiyatri bu yüzden bu kadar güçlü; halkın şaşmaz desteği var arkasında. Nasıl, ebeveyn çocuğunu öğretmene teslim ederken eti senin kemiği benim diyorsa ve dayak atmasını teşvik ediyorsa (bir araştırma sonucu: öğretmenlerin beşte üçü dayağa başvuruyor!) ve öğretmen de aldığı bu destekle bu kültürel iklimde derslikte/okulda iktidarının keyfini sürüyorsa, psikiyatristlerin de durumu aynen böyle. Kendi ellerimizle, beyinlerini çatlattığımız evlatlarımızı psikiyatriste, elektroşoka, ilaca, tımarhaneye teslim ediyoruz. Psikiyatrist de kendisinden isteneni her daim yerine getiriyor; o kişiyi etiketleyerek, zorla tedavi etmeye kalkışarak, tımarhaneye kapatarak, toplumsal normların ve sistemin bekçiliğini pek güzel üstleniyor. Bilimsellik, uzmanlık, işin kılıfı.

24

Fakat, bu kırılıyor. Belki, tahminimden de büyük bir hızla kırılacak. Batı'da, açık sistemlerde, bu kırılmakta; psikiyatriye itirazlar, sadece itirazlar değil, alternatif ve hümanist yaklaşımlar çoğalıyor. Bunun da öncülüğünü, birileri yapıyor; Batı'da psikiyatrinin bizzat içinden de çıkıyor öncüler, dışından da, Türkiye'de ise ne içinden, ne dışından. İşte ben karınca kararınca yazıyor çiziyorum. (haberiniz olsun: Son Analiz adlı çeviri kitabım Ekin Yayınları'ndan çıktı; birincisi anti-psikiyatri hakkında, ikincisi sosyal psikolojik yaklaşımla psikolojik yardımın nasıl verilebileceği hakkında iki ciltlik kitabım da yolda) Heccav, Hacı Cavcav Hacivat'la Karagöz'ün eğlenceli diyaloglarını hepimiz biliriz. Hacivat, güya akıllı olandır. Karagöz'ü eğitmeye çalışır durmadan. Ama, her seferinde Karagöz'ün lafı tersinden algılayan tutum ve tavrıyla uğraşmak zorunda kalır. Karagöz, aynaya tuttuğunuzda bir cisim nasıl aksini gösterirse, Hacivat'ı silkeleyerek "doğrunun" pek de öyle göründüğü gibi "düz" olmadığını anlatır herkese. Tabii, anlayana. Sık sık da, Hacivat'a Hacı Cavcav diye seslenerek, deyim yerindeyse, "kafa bulur". Uzatmayacağım, heccav (hicveden) kim, hacı cavcav kim, hatta bu hikâyede belli gibi görünse de, deccal kim, bunları okurun imgelemine bırakıyorum. Sağlıcakla kalın, 4 Aralık 2000, Adana


KAOS GL

YOU&ME (Petricevic, Teo, P.O.Box 18, 40315 Mursko Sredisce; CROATIA [teoyou@zamir.net]) Doğrudan yukarıdaki adresten istenebileceği gibi, benden de alabilirsiniz. Ayrıca KAOS kütüphanesinde okuyabilirsiniz. Bu KAOS GL'deki ilk yazım. Alternatif medyadaki (underground), (alternatif) cinsellik kültürleri üzerine yazacağım. Türkiye'de, KAOS GL dışında, (alternatif) cinsellik kültürleri üzerine pornografik olmayan yayına rastlanmadığından bu tarz yazıları yayınlamak yine KAOS GL'ye düşüyor. Hamallığını da ben yapmaya gönüllü oldum diyebiliriz. (Yazar da ev sahibinden memnun aslına bakarsanız.) You&Me [sen ve ben] 'yi, Hırvatistan'dan Teo adlı bir arkadaşım çıkarıyor. Uluslararası katılımın sağlanması için İngilizce yayınlanıyor. Genel konsepti, insan cinselliği üzerine özgürlükçü, anti-sexist, antihomofobik yazılar ve düşünüşler. Oldukça içten ve amatör itkiyle yazılan yazılar içeriyor. A.B.D, Kanada, Almanya, İngiltere, İrlanda, Slovenya, Hırvatistan, İtalya, Uruguay, Türkiye’den (ben) katılımcıların olduğu, uluslararası mı diyeyim bilmiyorum, bir dergi. Ben de elimden geldiği kadarıyla Teo'ya yardım ediyorum; yazılar hazırlamak, röportaj yapmak yoluyla... Şu ana kadar 3 sayı çıktı. Siz bu satırları okurken muhtemelen 4.sayısı da çıkmış olacaktır. 4.sayıda bir sürpriz var: KAOS GL ile e-mail yoluyla yapmış olduğum röportaj da yayınlanacak. Ayrıca, "Türkiye'de kısa antimilitarist notlar"ı ve bir kaç yazımı da okuyabileceksiniz. YOU&ME'nin 3. sayısından söz edeceğim. A5 boyutunda geri-dönüşümlü kağıda basılı 64 sayfadan oluşuyor. Alışılmadık ve gerçekten harika bir sayfa

tasarımına sahip aynı zamanda. Teo'nun; dergisi Can BAŞKENT üzerine harcadığı eforu ve enerjiyi rahatlıkla sayfaları canbaskent@yahoo.com çevirirken anlayabilirsiniz. 64 sayfa bir çok yazı, çizim, şiir ve duyuru ile tıka basa doldurulmuş. Kapakta ilginç ve güzel bir çizim ve bir söz: “Women is not a hole to be filled by a penis” (Kadınlar penisle doldurulacak bir delik değildir).. Çarpıcı bir kapağın etkisini atma hezeyanlarıyla kapağı çeviriyorsunuz. İlk iki sayfa künye ve kısa bir sunuş yazısından ibaret. Sayfaları çevirmeye başlayınca, önce katılımcıların yazdığı makaleleri görüyorsunuz. Aşkseks’ten, homofobi eleştirisine, ‘erkekler ağlamaz’dan mastürbasyona kadar bir çok daldan meyve toplayan yazılar okuyacaksınız. Pornografi üzerine kritize bir yazının ardından, birkaç cinsellik ipucuna ve aşağıda çevirisini bulabileceğiniz “Alışılmadık Seks Deneyimleri” yazısına geliyor sıra...Ardından “Meksika-Kuzey Amerika İşçi Sınıfının Temeli –çocuklar ve kadınlar” başlıklı kısa bir yazı...Ardından internetten çalınmış uzunca bir “Su Sporları Rehberi” okuyacaksınız. “Su Sporları” sözüyle neyin kastedildiğini okuyunca anlayabilirsiniz. Daha sonra benim de gayet ilgimi çeken İngiltereli arkadaşım, Anna Key ile yapılmış gayet detaylı bir röportaj. Anna; bir travesti aktivist, fanzin editörü, yaratımcı ve iletişimde olduğu kişiler ile de yaratımlarını paylaşan biri. Şu anda da bir travesti romanı yazıyor. Sayfaları çevirmeye devam edince, Teo’nun yazdığı; fanzin, dergi, müzik (hardcore&punk) kritiklerini okumaya başlıyoruz. Birkaç makale, yazı ve duyurudan sonra arka kapağı kapatabilirsiniz ancak. İngilizce olmasının yarattığı sorunu, denizyıldızlarını tekrar denize atan adam misali, çözmek için yüzeysel bir çeviriyle de olsa, YOU&ME’den bir yazıyı aktarıyoruz. Elimden gelenin en iyisini yapmaya çalıştım; gözden kaçan çeviri hatalarım affola. Ayrıca bir arkadaşımla çıkardığımız metal fanzinimiz için Teo’yla yapmış olduğum röportajın çevirisini de yazının sonunda bulabileceksiniz. Biraz uzun ama, emin olun okumaya değer.

ALIŞILMADIK SEKS DENEYİMLERİ Abasiophilia: Cinsel ilginin topallara,

cinsel arzu.

kötürümlere yönelmesi. Acousticophilia: Cinsel heyecanın seslerden kaynaklanması. Acrophilia: Yükseklikten ya da yüksek yerlerden cinsel haz alma. Acrotomophila (ya da Acrotometophilia): Bacağı ya da kolu kesik kişiye yönelen cinsel istek. Actirasty: Güneşin doğmasına, güneş ışınlarına yönelen cinsel istek. Acucullophilia: Sünnetli erkeklere duyulan

Adolescentilism: Yetişkin taklidi yapmaktan

yaptığını bilmesinden alınan cinsel haz.

ya da kendisine yetişkin gibi davranılmasından cinsel tat almak. Aelurophilia: Kedilerle mutlu olmak.. Agalmatophilia: Nü heykelden veya vitrin mankenlerinden kaynaklanabilen cinsel uyarım. Agonophilia: Savaşırmış gibi yapan partnerden cinsel haz alma. Agoraphilia: Açık alanlardan ya da açık alanda seks yapmaktan cinsel haz alma.

Aichmophilia: Sivri ve iğneli nesnelere

25

Agrexophilia: Başkalarının kendisinin seks duyulan ilgi.

Albutophilia: Sudan cinsel haz alma. Algolagnia: Açı çekmekten ya da acı vermekten kaynaklanan cinsel tatmin. Altocalciphilia: Yüksek topuk fetişi. Amaurophilia: Kör ya da gözleri bağlanmış partnerle seksten haz alma. Amokoscisia: Kadınları yaralamaktan, kesmekten alınan cinsel haz ve tatmin.


KAOS GL Amychophilia: Tırmalanmaktan, kaşınmaktan alınan cinsel haz. Anasteemaphilia: İnsanın, kendisiyle boy farkı olan insana cinsel ilgi duyması. Androidsm: İnsan benzeri robotlara duyulan cinsel heyacan. Androimimetophilia: Giyim, davranış ve vücut görünümü açısından erkek özelliklerine sahip olan kadınlara duyulan cinsle heyecan. Erkeklerde görülen tersi ise, Gynemimetophilia. Anophelorastia: Partneri kirletmekten alınan cinsel haz. Antholagnia: Çiçekleri koklamaktan cinsel haz alma. Anthropophagy: İnsan eti yutmaktan cinsel haz alma. Apotemnophilia: Kendi kol ya da bacağını kesilmesinden cinsel haz alma. Bir apotemnophilie, bunu kendi başına da yapabileceği gibi, tıbbi bir olaydan da haz alabilir. Genelde apotemnophilia’ya, bir ya da birçok üyesinin (üye:kol ve bacaklar) kesilmesi için entrikalar çevirme, hileler yapma saplantısı da eşlik eder. Arachnephilia: Örümceklere cinsel ilgi duyma. Asphyxiophilia: Boğmak ya da boğulmaktan cinsel haz alma. Kısmi boğulmayı sağlamak için iple asma, plastik torbalar, ağız tıkaçları kullanılır. Otoerotik bir amaçla yapılırsa, genelde orgazm ilmek ya da torba yüzünden ölümle sonuçlanır. Autogonistophilia: İzlenerek ya da kameraya alınarak ya da sahnade seks yapmaktan cinsel haz alma. Autassassinophilia: Kendisinin mazoşist bir cinayetle öldürülebilme olasılığından alınan cinsel haz. Autonepiophilia: Altı bağlı bebeklerden ya da kendisine bu şekilde davranılmasından cinsel haz alma. Cinsel/erotik partner olarak bebeğin ya da küçük çocuğun görülmesi ise nepiophilia. Autophilia: Sevgi ve cinsel ilginin bir partnere değil de kendisine bağlanması. Avisodomy: Kuşla seks yaparken, onun boynunu kırma. Axilism: Seks sırasında koltukaltının kullanılması. Batrachophilia: Kurbağalara duyulan cinsel ilgi. Belonephilia: İğne ve raptiyelerden cinsel heyacan duyma. Biastophilia: Cinsel etkilenimin ve orgazmın, korkutucu ve beklenmedik bir yabancının ani ve şiddetli saldırısı (örn.tecavüz.-can) yoluyla sağlanması. Bondage&Discipline (B&D): (kölelik ve itaat) : İp, zincir ve diğer ekipmanları kullanarak ceza ve işkenceyle, itaat, kölelik ve hizmete zorlamayı içeren bir tür sadomazoşizm. Brachioproctic ya da brachiovaginal

erotizm: Yavaş bir süreçte, el, yumruk, kol ve hata ayak gibi çok büyük nesneleri, vajina ya da anüse sokma çalışması, ya da ikisine birden aynı anda sokmaya çalışma. Bromidrophilia:Vücut kokularına duyulan cinsel ilgi. Brontophilia: Fırtına sevgisi. Canophilia: Köpeklere ilgi duymak. Catheterophilia: İdrar kesesine yerleştirilen hortumdan cinsle haz alma, ve bunun sayesinde orgazma ulaşma. Chasmophilia: Kuytu yerler, yamaçlar, yar ve uçurumların cinsel çekim yaratması. Cheimaphilia: Soğuktan ya da kış mevsiminde cinsel haz alma. Chinophilia: Kar sevgisi. Choreophilia: Dans etmekten cinsel heyacan duyma. Chrematistophilia: Partneri zorla para ödemeye zorlamaktan ya da soyulmaktan (hırsızlık anlamında) cinsel haz alma ve bu yolla tatmine ulaşma. Chrysophilia: Altından ve altından yapılmış nesnelerden uyarılma. Claustrophilia: Küçük bölme ve odacıklarda tutulmaktan cinsel haz alma. Climacophilia: Düşmekten cinsel haz alma. Coprophagy: Cinsel heyacan için dışkı yeme. Coprophilia: Dışkılamayı izlemekten, dışkı yemekten vb. cinsel haz alma ve bu yolla doyuma ulaşma. Ayrıca dışkılayan insanın görünümünden ve sesinden uyarılmak da coprophila’dır. Cratolagnia: Güç, kuvvetten cinsel haz alma. Dacryphilia: Partnerin gözlerinde yaş görmekten cinsel haz alma. Dendrophilia: Ağaç sevgisi. Dippoldism: Çocukları dövmekten, kırbaçlamaktan cinsel haz alma. Dystychiphilia: Kazalardan cinsel haz alma. Electrocutophilia: Göğüs uçları, genitalanal bölgelerin elektrikle uyarılmasından cinsel haz alma ve bu şekilde tatmine ulaşma. Sıklıkla kadınlarda görülür ve genelde kazara ölümle sonuçlanır. Emetophilia: Kusma ve kusmuktan cinsel haz alma. Endytophilia: Çıplak değil de elbiseli (giyinik) seks partneri seçme. Eproctophilia: Gaz çıkarılmasından cinsel haz alma. Erotophonophilia: Partnerinin, tahmin edilemeden cinayetle öldürülmesiyle orgazma ulaşma hali. Orgazm partnerin ölmesiyle sağlanır. Erythrophilia: Utançtan kızarılmasıyla uyarılma. Exhibitionism: (teşhircilik) Yasadışı olarak zorla vücudunu, genital organlar dahil, göstermekten ve aldığı panik tepkiden cinsel haz alma ve bu yolla orgazma ulaşma.

26

Fetişizm: Bir uğur nesnesi, fetiş cisim, madde ya da partnerinin vücudunun bir bölgesiyle cinsel tatmine ulaşma. Fisting: El (biri ya da ikisi) ve/veya dirseği vajina ya da anüse sokma deneyimi. Formicophilia: Cinsel tatmin ve hazzın; genital bölgeler ve meme uçlarında dolaşan, sürünen (bir ya da bir çok) küçük hayvan ya da böceklerin yarattığı hassasiyet ile sağlanması anlamında bir zoophilia alt türü. Frotteurism: Kalabalıkta özellikle genital bölgeyi yabancı birine sürterek cinsel haz alınması ve bu yolla doyuma ulaşılması. Genuphallation: Penisini, partnerin dizleri arasına sürtme. Gerantophilia: Partnerinin ebeveynlerinin ya da ebeveynlerinin anababası yaşında olmasını isteme. Gynotikolobomassophilia: Kadının kulak memesini ısırmaktan haz alma. Harmatophilia: Yapılan yanlışlardan ya da çiğnenen kurallardan cinsel haz alma. Harpaxophilia: Hırsızlık veya soygundan cinsel haz alma. Hebephilia: Ergenlere duyulan cinsel ilgi. Hematolagnia: Kanın cinsel uyarıma yol açması. Hierophilia: Kutsal nesnelerden cinsel uyarım. Hodophilia: Yeni ya da garip yerlere seyahet ederken duyulan cinsel haz. Homilophilia: Vaaz ya da nutuk verirken ya da dinlerken cinsel haz alma. Hybristophilia: Nefret edilen ve/veya silahlı soygun, tecavüz, cinayet gibi suçları işlediği bilinen bir partnerle beraber olmaktan cinsel haz alma ve bu şekilde doyuma ulaşma. Hygrophilia: Herhangi bir vücut salgısına temas ederek cinsel haz alma. Hyphephilia: Deri, ten, saç, kıl, kürk, kumaşa dokunarak, onları okşayarak;) özellikle giysi olarak erojen bölgelere giyilmişse) cinsel doyuma ulaşma. Hypnophilia: Uyku düşüncesiyle uyarılma. Iatronudia: Bir rahatsızlığı olduğunu iddia ederek doktor karşısında soyunma ve bundan cinsel haz alma. Infantilism: Çocuk gibi davranmaktan ya da kendisine çocuk gibi davranılmasından cinsel haz alma. Keraunophilia: Şimşek ya da yıldırımdan uyarılma. Kleptophilia: Bir yabancının ya da potansiyel partnerin evini soymaktan cinsel haz alma ve bu yolla doyuma ulaşma. Klismaphilia: Kendisine, partneri tarafından lavman yapılmasından cinsel haz alma ve bu yolla orgazma ulaşma. Fetişist ya da B&D amaçlı olabilir. Knissophilia: Cinsel uyarımın yanan bir tütsü tarafından sağlanması.


KAOS GL Kopophilia: Bedensel ya da beyinsel yorgunluktan cinsel tat alma. Lactophilia: Emziren göğüslerden cinsel haz alma. Lilapsophilia: Kasırgalardan cinsel haz almak. Lithophilia: Taş veya çamura yönelmiş cinsel ilgi. Lyssophilia: Sinirli veya üzgün olmayla cinsel heyecan duyma. Maieusiophilia: Doğum yapmış yada hamile kadınlara duyulan cinsel ilgi. Maniaphilia: Delilere duyulan cinsel ilgi. Masochism: Aşağılanmaya, işkenceye, cezaya maruz kalmaktan; köleliğe, itaate, hizmete zorlanmaktan cinsle haz alma ve bu yolla orgazma ulaşma. Mechanophilia: Makineler tarafından uyarılma. Melissophilia: Arılara cinsel ilgi duymak. Mixoscopia: Seks yapanları izlemekten cinsel haz alma ve bu yolla doyuma ulaşma. Morphophilia: İyi, güzel ya da kendi vücudundan farklı vücutlara duyulan cinsel arzu. Musophilia: Farelere duyulan cinsel ilgi. Mysophilia: Regl akıntısının kirlettiği giysileri ve eşyaları koklayarak, çiğneyerek vb. cinsel doyuma ulaşma. Narratophilia: Partnerinin önünde açık seçik, pornografik sözcükler kullanarak, bu tür öyküler anlatarak, cinsel doyuma ulaşma. Nasophilia: Partnerin burnunu görerek, ona dokunarak ya da onu emerek, yalayarak cinsel doyuma ulaşma. Nebulaphilia: Sisten alınan cinsel haz. Necrophilia: Ölüden ya da cesetten alınan cinsel haz ve bu yolla cinsel tatmine ulaşma. Necrophili’lerde cinayetten ziyade ölü takıntısı vardır. Ocholophilia: Kalabalığı cinsel yönden çekici bulma. Oculolinctus: Partnerin kulak memesini yalayarak cinsel haz ve doyum elde etme. Oculophilia: Partnerin gözlerinden cinsel haz alma. Odontophilia: Dişten kaynaklanan cinsel heyacan. Olfactophilia: Özellikle cinsel bölgeler kaynaklı kokular yoluyla cinsel uyarım. Ombrophilia: Yağmurdan veya yağmur yağmasından uyarılma.

Parthenophilia: Sadece bakirelere cinsel ilgi

Septophilia: Çürümüş maddeye cinsel ilgi

duyma.

duyma.

Pecattiphilia: Günah işlemekten cinsel haz

Siderodromophilia: Trene binmekten cinsel

alma.

haz alma.

Pediophilia: Oyuncak bebeklere cinsel ilgi

Sitophilia: Cinsel tatmin/arzular için yiyecekleri kullanma. Somnophilia: Şiddet ya da zorlama olmaksızın uyuyan bir yabancıyı erotik yollarla, oral seks gibi, uyandırma. Spectrophilia: Tanrılarla, ruhlarla, cinlerle, meleklerle vb. birleşmeyle cinsel tatmin elde etme. Staurophilia: Haçtan cinsel haz alma. Stigmatophilia: Dövme, yara izi ya da hızması olan partnerden alınan cinsel haz ve doyum. Symphorophilia: Trafik kazası gibi bir felaket düşüncesiyle ya da bunu izleyerek cinsel tatmine ulaşmak. Taphephilia: Canlı yanmaktan alınan cinsel haz. Telephonicophilia: Telefonla işletilmekten ve işleten kişiyle cinsel konuşmalar yapmaktan alınan cinsel haz ve bu yolla doyuma ulaşma. Teratophilia: Çirkin ya da deforme olmuş insanlara duyulan cinsel arzu. Timophilia: Zengin ve itibar sahibi insanlardan kaynaklanan cinsel heyecan. Toucheurism: Bir yabancının vücuduna, özellikle kalça, göğüs ve genital bölgelere, dokunarak cinsel tatmin elde etme. Transvestophilia: Karşı cinse ait giysiler, özellikle iç çamaşır, giyerek cinsel doyuma ulaşma. Trichopathophilia: Saça duyulan cinsel çekim. Urophilia: İşemeye ve idrarı içmeye/yutmaya cinsel ilgi duyma ve bu şekilde doyuma ulaşma. Vaccinophilia: Aşılanmaktan cinsel haz almak. Voyeurism: Seks sırasında izlenme ve rahatsız edilme riskinden alınan cinsel haz ve bu şeklide orgazma ulaşma. Xylophilia: Ahşap nesnelere cinsel ilgi duymak. Zelophilia: Kıskançlıktan kaynaklanan cinsel arzu. Zoophilia: Hayvanlarla seksten cinsel haz alma ve bu yolla orgazma ulaşma.

duymak.

Pedophilia: Kişinin kendisinden küçük partnere cinsel ilgi duyması. Peodeiktophilia: Zorla penisini gösterdiği insanların panik tepkisinde cinsel haz alma ve bu yolla cinsel tatmine erme. Phallophilia: Olağanüstü büyüklükte ya da erekte olmuş penise duyulan cinsel ilgi. Phobophilia: Tahrik edici türdeki korkularla cinsel tatmine ulaşma. Phronemophilia: Düşünme eylemini tahrik edici bulmak. Phthiriophilia: Bitlere duyulan cinsel çekim. Phygephilia: Uçuş hissinden cinsel haz duyma. Pictophilia: Tek başına ya da partneriyle açık seçik ya da pornografik denebilecek resim, film izleyerek cinsel doyuma ulaşma. Placophila:Mezar taşlarından cinsel haz alma. Pnigophilia: Çiğneyen insanlara cinsel ilgi duymak. Podophilia: Ayağa duyulan cinsel ilgi. Polyiterophilia: Peşi sıra birçok kişiyle seks yaparak orgazm olma. Potamophilia: Dere ve nehirlere duyulan cinsel arzu. Psellismophilia: Kekemeliğe cinsel ilgi duymak. Psychorocism: Üşümekten ya da üşüyen birini izlemekten cinsel haz alma. Pteronophilia: Tüylerle gıdıklanmaktan, huylanmaktan cinsel haz alma. Pyrolagnia: Ateş ya da yangını izlemekle alınan cinsel haz. Rhabdophilia: Kırbaç kullanarak partneri uyarmaktan ve kırbaçlamaktan alınan cinsel haz. Sadism: Otorite ve iktidar olarak; aşağılama, işkence yapma, ceza verme, itaat ettirme vb. kullanarak cinsel doyuma ulaşma. Salirophilia: Ter gibi tuzlu vücut sıvılarını tadarak cinsel doyuma ulaşma. Scopophilia: Olaylara ve insanlara bakarak cinsel haz alma. Scotophilia: Karanlığı tahrik edici bulma.

1.

Merhaba Teo! Hayatın bugünlerde nasıl gidiyor –gülümsüyor mu, ağlıyor mu-?

Merhaba Can! Gerçekten hayatımın nasıl göründüğünü bilemiyorum. Son birkaç gün kendimi harika hissediyordum; sanki etrafımı saran tüm insanlarla paylaşabilecek bir enerjim varmış gibi. Fakat bazı zamanlar, bu dünyanın ne kadar lanet bir yer olduğunu

TEO İLE SÖYLEŞİ

27


KAOS GL anlıyorum; hiç bir şeyi değiştiremediğim için de üzülüyorum. Bana yakın hissettiğim bir kız arkadaşımın olması beni mutlu ediyor, o benim gücümün kaynağı, bu aralar ihtiyacım olan her şey o. Onun aşkı benim, birinin tutkusunun ve ilgisinin yaşam içinde mücadele ederken benim için ne kadar gerekli bir besin olduğunu, anlamamı sağladı. Onsuz hayatım nasıl olurdu, gerçekten bilmiyorum. 2. Biraz kişisel olsa da sanırım bu soruyu çekinmeden sorabilirim. Lütfen bize kendini anlatır mısın, bir günde ne yaparsın, hayata bakışın nasıl, hayatı algılayışın nasıl? Nasıl bir yaşam tarzın olduğunu merak ediyorum. 23 yaşında gizli cross-dressing* eğilimleri olan bir biseksüelim. Üç yıllık bir eğitimden sonra, memleketime döndüm. Şimdi bir parça toprağım var ve orada kendime organik sebzeler yetiştiriyorum. Ben de yıllarını içkiyle geçirdikten sonra başka biri olmak isteyenlerdenim. Birkaç yıl önce vegan oldum ve sağlıklı ve bağımsız bir yaşam için uyuşturucu/uyarıcı kullanmamayı tercih ettim. Et, yumurta, süt, bal, şeker, yararsız tahılları, baklagiller, beyaz un ve beyaz tuz yemiyorum. İçki, siyah çay, kahve ve buna benzer şeyler içmiyorum. Uyuşturucu, sigara ve ilaç kullanmıyorum. Veganisme, kolaylıkla çokulusluların üretimlerini tüketmemeyi ve onları boykot etmeyi de ekledim ve bu benim aradığım duyguyu bulmamı sağladı. Hayatım tabandan değişti, hayatın neşesini, önceden yaptığım gibi bunalımını ve melankolisini değil, anlamaya başladım. Bu hayat tarzı benim, tüm toplumun sosyalizasyonunun yanlış olduğunu anlamamı sağladı. Dolayısıyla bundan sonra, elimden geldiği kadar onun bir parçası olmamaya karar verdim. Böylece; moda, medya, kozmetik, otorite, turizm, ticari sanat, ticari spor, evlilik, giyeceklerin gereksiz yıkanması gibi binlerce saçmalık benim için geçmişte kaldı. Bir birey olarak var olduğumun farkına vardım. Kendimi tekrar var ettim ve ona bir his verdim. Toplumda bana bir şeyler ifade eden bir çok şey/eylem/yöntem var; mesela doğrudan eylem, özgür aşk, kadın hakları, eşitlik, liberter yaşam, hayvanların özgürleşmesi, cinsiyet devrimi, insan cinselliği, doğal ilaçlar, eko-yaşam gibi kavramları tamamen destekliyorum. Desteklediğim ve yaymaya çalıştığın birkaç hareket var. Bunlardan en önemlisi “ne olduğu önemli değil ama her şeyi -kendin yap+Yaşamımda benim için önemi olan diğer şeylere gelince; kağıtların ve diğer “çöplerin” geri dönüşümü, dağcılık, okuma, bisiklete binme, yürüyüş, insanlarla görüşmeler ve tartışmalar. 3.

Bir anarşist misin? Lütfen açıkla.

Anarşistlerle bir çok ortak noktam olmasına rağmen, sanırım kendime anarşist diyemem. Bana göre her birey önce kendi hayatını gözden geçirmeli ve yeniden düzenlemeli, sonrasında da etrafını değiştirmeli. Bireysel gelişime/ilerlemeye/evrime inanıyorum; küresel devrime değil.

hayatta bunların hepsi hala baskıcı sistemin ve toplumun köleleridir. Bazıları bunu anlıyor ve kendilerini değiştirmeye çalışıyorlar. Diğerlere sadece çok konuşup, oldukları yerlerde kalıyorlar. 4.

Ne zaman/nasıl/neden YOU&ME’nin hikayesi başladı?

İnsan cinselliği, cinsel kimlik, özgür aşk son birkaç yıldır kafamı meşgul eden konulardı. Bunlar hardcore/punk kültüründe pek sık tartışılan konular olmadığından (bence, açıktır ki; seks ve pornografi “alternatif kültürlerde” bile hala bir tabudur), bu konuda bir fanzin çıkarmaya karar verdim. Şu ana kadar üç sayı yayınladım ve her gün daha da fazla ilham verici sözler ve olumlu tepkiler posta kutumu dolduruyor. Bu gösteriyor ki, insanlar muhafazakar/tutucu bilgilerinin farkındalar ve bunu kökten değiştirmek istiyorlar. Ben de onlara elimden geldiğince yardım etmeye çalışıyorum. Ayrıca tüm bunları yapmamın diğer bir nedeni de, dünyada hala çözülememiş sorunların var olması (seksizm, homophobia..). Eşit olmadığımız sürece, benim mücadelem durmayacak. Hayatımın basit bir şey ya da doğanın armağanı olduğunu düşünmüyorum, bence kendi katılımım ve mücadelemle en azından çevremin bir bölümünü değiştirebilirim. Böylece huzur, özgürlük, dayanışma ve birlik içinde yaşayabilirim; tüm bu baskıcı ve otoriter boklarla değil. Ayrıca etkinliğimi yaşam mücadelesi olarak da adlandırabilirim, tüm canlıların yaşamları için çabalamasına benzer bir şey. 5.

İlk sayıya tepkiler nasıldı? Ailenin tepkisi neydi?

İlk sayıya olumsuz tepkiler geldi, çünkü bir pro-life* posteri yayınlamıştım. Neden böyle bir şey yaptığımı birkaç yazıda açıklamıştım, dolayısıyla burada tekrar etmeyeceğim. Bunların ötesinde, bir çok olumlu söz, ilham verici eleştiriler aldım. Bunlar ikinci sayıyı hazırlarken epey yardımcı oldu bana. Ve ailemin tepkisi hakkında ne söyleyebilirim? Ailem ne yaparsam yapayım beni destekler. Bana güveniyorlar; çünkü tüm bunları bir şeylerin daha iyi olması için yaptığımı biliyorlar. Annem, fanzinlerimi okuyor; ve fanzinlerim onun epey hoşuna gidiyor; çünkü, annemin dediği gibi, “olağan medyada bulamayacağım ve ilgimi çeken bir çok şey var”. 6.

Bir sayıyı hazırlama sürecin nasıl oluyor?

Bilemiyorum. Bir şeyler anlatma ihtiyacı ve isteği duyduğum zaman, bunları kağıda aktarıyorum. Eğer bunlar küçük parçalarsa, bir çoğunu birleştirip daha uzun bir yazı hazırlıyorum. Ayrıca diğer ülkelerdeki insanlardan gelen ve hoşlandığım için fanzinime koyduklarım var. Önceleri, insanlardan bir şeyler yazmalarını isterdim; şimdi insanlar kendiliğinden katkılarını gönderiyorlar bana. Bir bütün oluşturabildiğimi düşündüğümde, tasarımını yapıyor ve basıyorum. Bu kadar basit.

Bir çok anarşist sadece teori üretiyor, fakat gerçek * +

Cross-Dressing: Karşı cinse ait giysileri giyme Do It Yourself (D.I.Y) kültürü

*

28

hayata dair, hayatı savunan anlamında


KAOS GL 7.

Neden hiyerarşik ve seksist sisteme bir fanzinle saldırmaya karar verdin? Ayrıca, bir fanzin yayınlamaktaki amacın nedir?

Daha önceki yanıtlarımda söylemiştim; çevremde olan bitenden nefret ediyorum ve oturup bunların değişmesini bekleyemem. Birilerinin kız kardeşime orospu, kaltak; erkek kardeşime ibne demesinden nefret ediyorum. İnsanların, sırf farklı bir cinsel hayatları var diye, arkadaşlarıma ahlaksız, yüz karası demelerinden nefret ediyorum. Fanzinimle bir şeyler değiştirebilirim diye düşünüyorum, çünkü diğer fanzinler de benim bakış açımı ve hayatımı değiştirmişlerdi. 8.

YOU&ME’nin gelecek planları nedir? Lütfen yayınlamaktan vaz geçeceğini söyleme.

Tabii ki yayınlamaktan vaz geçmeyeceğim. Bu aralar 4.sayıyı hazırlıyorum, hala beklediğim bazı yazılar var. Shag Stamp’dan Jane ile bir röportaj yapmam gerek. Fakat şu anda sınavlara çalışıyorum, dolayısıyla bunlar biraz beklemek zorunda. Ayrıca baskı içi yeterli param yok, bu sayıyı biraz daha pahalı olsa da, gazete kağıdına basmak istiyorum çünkü. YOU&ME’yi sıradan bir fanzinden bir dergiye dönüştürmek için elimden geleni yapmaya çalışacağım. 9.

Ülken hakkında pek az bilgim var? Sizin oralarda durum nasıl? Senin YOU&ME dışındaki etkinliklerin neler? Bir aktivist misin?

Feminist ve hayvan hakları hareketlerinde aktifim. Ayrıca, “Gerçeği Savunma kolektifi”*nin koordinatörüyüm. 10. Muhalif hareketler anlamında Türkiye hakkında ne biliyorsun? Çok fazla bir bilgim yok. Radical Noise gibi birkaç grup ve birkaç fanzin biliyorum, hepsi bu. Sen bana, KAOS GL’yi tanıttın ve görebildiğim kadarıyla muazzam bir iş yapıyorlar.

11. Internetin bu kadar sık ve yaygın kullanımı hakkında neler düşünüyorsun? Mesela duygusal chat’ler, aptal web siteleri, çocuk pornosu... Hımm, zor bir soru. Bilemiyorum. Söyleyebileceğim tek şey internetin benim için mesela televizyon ve radyodan daha iyi olduğu. İnternette kendi istediğim bilgiyi arayabiliyorum, ama normal hayatta otoriteler ve medya pisliğinin seçtiği bilgiler bana ulaşıyor. Ayrıca mesela, çocuk pornosunu her gün televizyonda görebilirsin. Sadece bazı bebek şampuanı, kremi ve çocuk bezi reklamlarını izlemen yeterli. Pedofililerin istedikleri kadar materyal var. 12. WTO (dünya ticaret örgütü) &IMF (uluslararası para fonu) karşıtı gösterilerde neredeydin? Evde video mu izliyordun yoksa sokakta mıydın? Bir de, kapitalizmin geleceği hakkında iyimser misin yoksa kötümser mi?

*

Truth Defense Collective: Hırvatistan’daki bir “kendin yap –D.I.Y.-” grubu. Uyuşturucusuz/uyarıcısız hayatı, sadece bitki bazlı beslenmeyi, doğaya, diğer insanlara ve hayvanlara karşı sorumlu olduğumuzu savunan bir grup. Bu hareketin kökleri punk kültürdedir. Ayrıntılar YOU&ME#3’te.

29

Aslında, birkaç kişiyle beraber “Prag’ı Destekleyen 3 Gün” adı altında gösteriler ve geceler düzenledik. Atölyeler, video gösterimleri, ücretsiz giysi-yiyecek pazarı ve de şehirde yürüyüşler düzenledik. Gerçekten iyi geçti, tüm basın bize yer verdi ve sokaktaki insanlardan da olumlu tepki aldık. Ben de Prag’a gitmeyi istemiştim, ama sonra, WTO’nun yakında Hırvatistan’a da geleceğini düşünerek burada bir şeyler yapmaya karar verdik. Umarım işe yarar bir şeyler yapmışızdır. Kapitalizm hakkındaki soruyu anlamadım. Ama ne iyimser ne kötümserim. Kapitalist sistemlerden gerçekten nefret ediyorum ve gündelik hayatta çevremizde olan tüm korkunç şeylerin, savaşların, eşitsizliklerin nedeninin kaynağı kapitalist sistemler. Şu anda üniversitede ekonomi okuyorum, ve umarım gelecekte bunların tümünü daha iyi anlayabilecek ve bir şeyler değiştirebileceğim. 13. Son ekleyeceklerin ve tüm dünyadaki okurların için mesajların var mı? Gevelediklerimi okumaya zaman teşekkürler. Mücadeleye devam!

ayırdığınız

için

(e-posta yoluyla yapılmıştır ve tarafımdan kısaltılmıştır. dipnotlar bana aittir )


KAOS GL

YEŞİM

Hindistan nüfusunun %1'ini oluşturan 9 milyon insanın HIV+ olması da ülkenin başka bir gerçeği. Günlük hayatlarında üstü açık kanalizasyonlarla karşılaşmak zorunda olmayan orta sınıf, HIV'in dolaştığı yerlerden kaçamıyor doğal olarak. Ciddi boyutlardaki AIDS tehlikesi Hindistan'ın lezbiyen ve gey özgürleşme hareketinde Türkiye'den farklılıklar yaratıyor.

Bombay. Siyaseten doğru olmak gerekirse: Mumbai. 15 milyonluk Hindistan metropolü sömürge günlerinden kurtulunca eski adına kavuşmuş. Nem ve sıcaklık dolayısıyla şehrin her köşesinde -trenlerde, bankalarda, üniversitelerde, restoranlarda- karşılaştığım pervaneler gömüldü zihnime, Sultanahmet eşdeğeri Colaba veya Gateway of India yerine. Mumbai'de turistik olan, alt sınıf olan, orta sınıf olan herşey kılık değiştirmiş bir İstanbul; birkaç rötuşla: Arap Denizi kaynıyor ve buharlaşıyor gibi, İstanbul'daki gecekondular Mumbai'dekilerin yanında villa kalıyor, gecekonduların önünden açıktan açığa kanalizasyon akıyor çünkü, hemen hemen bütün kadınlar geleneksel kıyafetleri sariler içinde... Neyse saymakla bitmez. Kısaca bir batılının doğuya giderken görmeyi beklediği ve beklemediği herşey. Kendi ülkelerinin kitapçıları yoga, meditasyon, feng shui, huzurlu ve mutlu yaşamanın yollarını sergilerken doğuya dair, işin içindeyken göze en çok çarpan şey sınıflararası tahammül edilemez uçurum, önemsenmeyen alt sınıf sağlığı. Bahsettiğim açıktan açığa akan kanalizasyonların sayısı küçümsenmeyecek kadar fazla, eğer ki uçağınız yaklaşırken atmosfer şehri size gösterirse. Gecekondu dediklerimin adı Türkçe'de gecekondu olmayabilir, şehrin büyük çoğunluğu çadırda yaşıyor gibi. Sac, kağıt, kumaş, evleri yapan malzemeler. (Bu gözlemler 7.9'luk depremden öncedir, zaten Mumbai depremden etkilenmedi) Şehrin ne kadarı, Hindistan'ın ne kadarı bu şartlar altında yaşıyor bilmiyorum ama tüm bunların yanısıra batılı benzeri bir yaşam süren orta sınıf da mevcut elbette. Hindistan nüfusunun %1'ini oluşturan 9 milyon insanın HIV+ olması da ülkenin başka bir gerçeği. Günlük hayatlarında üstü açık kanalizasyonlarla karşılaşmak zorunda olmayan orta sınıf, HIV'in dolaştığı yerlerden kaçamıyor doğal olarak. Ciddi boyutlardaki AIDS tehlikesi Hindistan'ın lezbiyen ve gey özgürleşme hareketinde Türkiye'den farklılıklar yaratıyor. Önce benzerlikler. "Ne sevgilisi, biz lezbiyen miyiz ayol!" esprisi kendini efemine erkek eşcinsel olarak algılayan insanlar arasında yaygın. Türkiye'de gey camiada olup da bu şakayı duymayan var mı? Bir nevi "...mi acaba?" Lubunyalar, Hindistan'da "khoti", laçolar "panti". Bizim topraklarda duymadığım bir de "double" var. "Double"lığın Hindistan topraklarında da pek kökeni olmadığı için herhalde kelime İngilizce. "Khoti"den "gey"e geçerkenki süreç olsa gerek. "İnsanların cinsel kimlikleri cinsel birleşme şekilleriyle biçimlensin mi, biçimlenmesin mi" evresi. Benim bildiğim gey

30

kelimesi, bırakın cinsel birleşim şekillerini, cinsiyeti bile önemsemiyor. Önemsememe şekli de, yalan söyleme ihtiyacı duymadan kendi cinsinden insanları kapsayan aşk ve seks dünyaları olan bireylerde vücut bulması. Hindistan da, Türkiye gibi bu kelimeyi batıdan ithal etmiş. Eskiden o topraklarda yazılmış şiirlerde erkeklerarası aşk olağan. Tabi erkekliğe geçmek üzere olan genç erkeği eğitmek için kullanıldığı takdirde. "Bombay Dost" adlı gey dergisinin son sayısında (Haziran 2000) 17. yüzyıl şairlerinden Ghalib'in şimdiki anlamda gey olduğunu tartışan bir yazı var. Çünkü Ghalib şiirlerinde, sarhoşken yanında başka bir erkeği getiren aşığa kapıyı açıyor. Yani erkeklerle yaşadığı aşk, yaşam tecrübesizi, tüysüz, bebek yüzlü yarlarla değil, "erkeksi" kişilere karşı. Hatta şiirlerinde sekste edilgen olduğunun izlerini bile görebiliyorsunuz, görmek isterseniz. Bombay Dost, Mumbai'nin arkadaş dergisi. Hindi dilindeki "dost" kelimesi, Türkçe'de de aynı anlamı taşıyor. Lonely Planet'in lezbiyen ve gey gezginlere önerdiği üzere Bombay Dost dergisini aramaya başlıyorum. Gazete, dergi, kitap satan heryere soruyorum. Garip ifadelerle gülümseyerek satmadıklarını söylüyorlar. Bir seri denemeden sonra bir kitapçıda buluyorum. 50 rupee, Arambol'de iki kişilik odamız için verdiğimiz ücret. Dergi, kapakları dahil 28 sayfa. Son sayısı, geçen yıl çıkmış, yaklaşmakta olan Millennium'dan bahsediyor. Kendisiyle görüştüğüm Bay Ashok derginin yeni sayısını çıkarmak üzere olduklarını belirtiyor. Derginin bağlı olduğu sivil toplum kuruluşu, Humsafar Trust'ı bana gezdiren Ashok'la sohbet ediyoruz. Humsafar Trust 1990 yılında üç geyin cafe sohbetleriyle yolculuğuna başlamış, 1994'de devlete kaydolmuş ve bir mekan sahibi olmuş. Parasal desteğin büyük kısmı devletten geliyor. Çükü Humsafar Trust'ın amacı "güvenli seks konusunda toplumu eğitmek ve cesaretlendirmek". Hedef kitlesi ise gey ve MSM gruplar (men-who-have-sex-with-men). %1 HIV+ nüfusa sahip Hindistan'da hükümet, gey hareketi bu şekilde destekliyor. İşte bu Hindistan gey mücadelesinin Türkiye'den farklı yüzü. Ashok'a göre Hint toplumu eşcinsel düşmanı. Aslında en yaygın din olan Hindu dininin yarısı erkek yarısı kadın olan dans ve yaratıcılık tanrıçası Ardhanarishwar'ı yeniden düşünseler, dinlerinin eşcinsel düşmanı olmadığını farkedeceklerini söylüyor. Din çerçevesinde eşcinselliğin yasaklandığının aşikar olmadığını belirtiyor. Bu konuyu o kadar vurguluyor ki, Humsafar Trust'ın gey mücadelesinin "biz de aynı tanrının kullarıyız, bizi kabul etmelisiniz" söylemiyle olduğunu anlıyorum.


KAOS GL Devlet ve batılı kurumlardan aldığı parasal destekle kurulmuş olan Humsafar Trust'da pazar hariç hergün geylere telefon desteği veriliyor. Günde yaklaşık 15 kişinin aradığını söylüyor Ashok. Haftada iki gün, merkezde cinsel yollarla bulaşan hastalıklar ve HIV testi ücretsiz yaptırılabiliyor. Sonucun pozitif çıkması durumunda Humsafar Trust ücretsiz olarak size yol gösteriyor. Ek olarak haftada iki gün ücretsiz danışmanlık hizmeti veriliyor. Gerekirse terapi sürecine girilebiliyor. Kütüphanesi ve cruising alanlarında dağıttığı ücretsiz prezervatifler de diğer hizmetlerinden. Büyük gazetelerin ilan sayfalarında dinini, dilini, etnik geçmişini, görüntüsünü, mesleğini belirtmiş kadınlar ve erkekler, dinini, dilini, etnik geçmişini, mesleğini, görüntüsünü tarif ettikleri erkekler ve kadınlar arıyorlar. Evlilik çağı gelen kızlarına koca bulmaktan sorumlu ailelerin ilanlarına da rastlanıyor. Bu ailelerin içinde müslüman ailelere rastlamak mümkün. Bombay Dost'un iki sayfalık ilan bölümünde bu hizmet paralı veriliyor. 10 rupee. Bu bölümün, büyük gazetelerdeki benzerlerinden iki farkı var: Evlilikten bahseden yok ve hiçbir aile kız çocuğuna kadın sevgili aramıyor. Bombay'da bir çok gey bar var (gitmesem de, görmesem de). Aynı şekilde Hindistan'ın büyük şehirlerinde gey gruplarına ve gey barlara rastlamak mümkün. Ancak Hindistan orta sınıf hayatı ve AIDS'in yaygınlığı büyük şehirlerde geylere eli açık davranırken, aynı şey lezbiyenlere sunmuyor. Dinlerine açıkça bağlı Hint toplumu, gelenekleri ile kadını ikinci sınıf vatandaş olarak görüyor ve bu da lezbiyen kadınların kendilerini ve birbirlerini bulmalarını zorlaştırıyor. Birbirinden farklı dinlere mensup insanlar barış içinde yaşarken (hindu, müslüman, hristiyan), her yerde dinin izlerini görmek mümkün. Özellikle hindu dininin. Önlerinde çiçekten süsler, tanrıların resimleri her yerde. Bombay Hastanesinin girişinde (devlet hastanesi), evleri kötü güçlerden koruyan, fil kafalı Ganej, Humsafar Trust'da ise anne olarak gördükleri tanrıça Yallama. Yani bazı açılardan Türkiye'den önde olan lezbiyen ve gey özgürleşme hareketi, özellikle din yüzünden bazı açılardan bizlerle aynı şanslara sahip değil. Sonuç olarak bizden çok uzakta ya da çok yakında bilmediğimiz hayatlar yaşanıp gidiyor, onları görme fırsatımız olmasa bile tahmin edebilmek bizim elimizde.

ya birilerine gittim, ya birilerinden gittim. kentlere gittim, kentlerden gittim, aşka gittim, aşktan gittim. gittim hep. kendime gidiyorken, hep kendimden gittim. uykularıma gelenler uykularımı alanlar. kimi zaman dehşete, kimi zaman vahşete, kimi zaman bir kabusa gittim. ihanetlere gittim dost sandığım adreslere. ben gittim. bekleyenim çoktu, uğurlayanım yoktu. yoruldum gitmekten. her gitmek biraz bitmekti. yaşamak azalmaktı, kalmak yok olmak. azalarak yaşamaktı benimkisi, kalarak yok olmaktansa... sana değil kentine gelmiştim. aşk bana gelmişti bir akşamüstüydü. geçmiş olsun dedi çayı o demledi. aşk bana geldi ben kentine. sonra ben kendime geldim, ilk kez sen aşka bürünüp evime geldin. erkekliğini soyunup adamım oldun. evim evimiz, evimiz kalemiz oldu. tutkularımız şiir, gecelerimiz imge, biz kalem olduk. yazdık hep, yazdı ama güzdü pencereyi yoklayan. aşkı rüzgarlar savurdu, korku koktu sokaklar. kalmak ve gitmek. yorulmuştuk yazdık. ısındık yazdık. güzdü kapıları zorlayan. zuhal olcay şarkıları kanımda akıyorken gittim. ilk kez kalmayı ummaktan korktuğum için gittim. durdurulmayı umdum, durdurulsaydım kalacaktım. sana kalacak, aşık kalacak. ama gittim, aşktan gittim, sen kaldın. bir kez ve son kez daha anladım aşık olmak vedalara yenilmektir birazda. vedalar yüreğine inen bir tünel. özlem; tünelinden çıkardığım toprak...

Burhan MURAT aburhanmurat@hotmail.com

31


KAOS GL

ÎŞKÎN

Dün Aşiyan’a gittim... Önünde neşe içinde göbek atarken; “İyi seyret hiç sevmem, bir daha göremeyebilirsin.” dediği; banka oturdum. Bol yıldızlı; dolunaylı; Boğaz’ın sularının ışıldadığı; biralı ve sıcak ağustos gecesinden farklıydı... Kurşuni gök ve sular; kara bulutların hızlı geçişlerinden fırsat buldukça gözükebilen ay; rüzgarın anaforlar; girdaplar yaratarak; ayaklarımın etrafında döndürüp durduğu sonbaharın sarı yaprakları... Ve birasız... Ve onsuz. Cebimdeki son milyonu Akbil’e doldurttuğumdan ve Aşiyan’dan 23:40 civarında geçen “Taksim 40 Sarıyer” otobüsüne binmediğimden: Bir otobüs durağında uyuyarak edilecek sabah bekliyor ama..... Hüzün güzel... Geçmiş???!!! Ooofff geçmiş; geçmiş! .. Dört beş yaşımdan ilkokul ikiye kadar abimle çırılçıplak birşeyler yaptığımızı anımsıyorum. Evli şimdi. İki de çocuğu var. Yasak olduğunu anlamış olmalıyız ki kendiliğinden bitti. Sonrası... platonik aşklarla dolu kendim gibileri bulmak için harekete geçtiğimde; yaşlı bir lubunya elimden tuttu; arkadaşlarıyla tanıştırdı. Üst sınıftan yaşlı insanlar; yaşlı taranseksüeller... Aralarında üç yıl geçirdim. Bıktım; kayboldum; habersiz; açıklamasız... Klüpler duvar oldu önümde. Üç hafta beraber olabildiğim biri tarafından terkedilmiştim. Aşıktım... Kabuğuma çekilmiş; Boğaz’a sığınmıştım. İntihardaki ironiyi biliyordum... Yanılıyorlardı. Aralarına çekip intihardan alıkoymaya çalışıyorlardı; ısrarlardan bıktım “Dönersen Islık Çal.” Film davetlerine gittim. Dürüstlük; iyiniyet yalan. Düzgün bir tip olmasam ilgilenirler miydi?.. Sanmıyorum!... Dokuz yaşındayken mahallesinden büyük biriyle koruya gitmiş. Tecavüz etmiş mahallelisi. İki hafta kanlı külotlarını çöpe atmış; ailesi anlamasın diye... Sonrası yakınlarıyla ilişkilerle geçmiş. Bir gece “işim var buluşamayacağız” diyeni Ceylan Bar’da biriyle görmüş. O hırsla eve gelip anne ve babasına herşeyi anlatıp; kurtulmak istediğini söylemiş: İbnelikten! Tüm eşcinsel çevresiyle ilişkisini kesme sözünü almışlar. Bir yıl psikologa göndermişler. Doktor ailesini çağırıp; onun sağlıklı bir gey olduğunu; onlara da birkaç seans vermek istediğini söyleyince kıyamet kopmuş; Tedavi(!) bitmiş. Babasına -Babasını çok severdikaybettiği bir yıl daha sözünü tutmuş ve yeniden gey arkadaşlarıyla görüşmeye başlamış. Birini arıyordu. Filmin oynayacağı sinemaya gittiğimde tanıştırdılar... Tarkan’ın minyonu nefis biriydi... diye Yorgun yüzlü; burjuva oğlanı düşünmüştüm... Ocak 2000: “Benden hoşlandığını anlamıştım.” “Nasılmış?” “Ailemi; işimi; askerliğimi; evimin yerini peşpeşe sorduğunda.” “Ne alakası var?” “Filmin ikinci yarısında; yerime oturmuşlardı; gel sen benim kucağıma otur dediğinde.” “Ne edepsizmişim!”

32

“Borsa’da bira almaya kalktığımda sen de gelmiş; şu pembe gömlekliyi senin yüzünden kaçırdım deyince; sormuştum; Değer miyim? Baktın gözlerime; değersin demiştin.” “Allah kahretsin!.. Allah kahretsin!.. Değerdin... Değersin; değersin.”... Kimseyi aramadığım dönemdi üstelik dönem farkı vardı. Taksim’den Beşiktaş motor iskelesine kadar beni ikna etmeye çalışmıştı. Gecenin birinde parkta oturduk; sordum: “Benden ne istiyorsun?” “Senden; sadece ve sadece sevgini istiyorum.” deyince gülmeye başladım kahkahalarla... Birinin sevgisini alırsanız geriye ne kalır ki? Hiçbirşey! .. Bıkkın; yorgun; umutsuz başını arkaya atıp “offfff” çekti. Dondum kaldım... Boynu öyle güzeldi ki. O zaman karar verdim. “Çıkmalısın onunla.”... Randevusuna bir günün ertesi gece yarısına kadar beklemiştim; Erdek’te tatildeyim diye aradı; üç gün sonra mektubu geldi. “Sen bana böyle ne yaptın? Tatili kesip erken dönüyorum. ” diyordu. O cümleyle anladım. İlk defa aşkı tadan birinin; açıklanamazlık karşısında gösterdiği şaşkınlıktı. Gençliğinin baharındaydı... Yirmidört; benden aşkı ve aktif de olabileceğini öğrendi. Gençliğimin son demindeydim... Yirmidokuz; herşeyi biliyordum ama anal ilişkiye gelince duruyordum. Seksin tüm versiyonlarını öğretti bana.. Yedi yıl sürdü... Sayfa mı yeter anlatmaya?.. Erdek’ten döndükten sonra; önce haftada üç dört gün; sonra haftasonları hariç hergün; bir ay geçtikten sora her Allahın(! ) günü buluşmaya başladık. Gece yarılarına; sabahlara kadar hergün. Kar; kış; yağmur; çamur demeden Boğaz’da geziyorduk. Entelektüellerin; sanatçıların; yazarların vs. takıldığı Ali Baba; yaşlıların gittiği kıyı kahveleri... Şimdi hepsi cafe(!) oldu; kültlüğünü yitirdi. Mayıs 1999: “Dün Ali Baba’ya gittik.” “Güzel miydi? Soba duruyor mu?” “Kalorifer var; ama çok güzeldi; garsonlar orda hâlâ.” “Hatırladılar mı?” “Hatırlamazlar mı? Üçü de geldi masaya sohbet ettik; seni sordular.” “Geçen ay Kadıköy Sütiş’te gördüm birini; tam da kalkıyorduk zorla çay ikram etti. Bayağı tuzlu hesap vardı; üç kişilik. Hesabınız yok dediler; ezdi beni! ” Yattık hem de defalarca. Niye yatmayacaktık? Korumak zorunda olduğum bekaretim; kız çıkmayınca geri postalanacak; evlilik umudum; orospu diye damgalanacak dişiliğim mi vardı ? Yoksa beni alacak herif kabullenecek belli bir zaman sonra bana kızdığında “sen bana geldiğinde zaten orospuydun” mu diyecekti yoksa; yoksa hamile kalacaktım da doğacak çocuğuma piç mi diyeceklerdi... Ahlak; din... Biraz aklı olanın; onların dayanıksızlığını; içinin boşluğunu görüp marjinalleşmesi içten bile değildir! .. Yattık... Bizim ev boş olunca bizde; onlarınki boş olunca onlarda; arkadaş evlerinde;


KAOS GL onların köy evinde; benim iş yerimde; Baltalimanı sırtlarında; Rumeli Hisarı’nın önündeki topun arkasında; önümüzden arabalar geçerken. Köyevine sabah tüm sülalesi piknik için gelince bahçe duvarından yola atladım. Komşusu aval aval bana bakıyordu. Tam kolideyken beş yıllık mesai arkadaşım içeri girince iş yerinde yakalandık. Gece üçte dudak dudağa hararetle sevişirken; kurumun devriye gezen iki bekçisini iki üç metre ileride bizi seyrederken buldum. Rapor etmediler; dedikodu da yapmadılar. Karslı Kürtler... Rapor etseler; devlet dairesindeki on yıllık işimden; eşcinsel ilişkimin yüz kızartıcı suç sayılması nedeniyle atılırdım. Onlar da şoke olmuş olmalı ki; hayat öyle birşey olmamış gibi sürdü... Eski bir yatak vardı işyerinde; bir de minik bir radyo. Sohbet ederdik; uyurduk; sevişirdik; sabahlar hemen olurdu. Kışın elektrik sobasının üzerinde sosis; ekmek kızartırdık. İnsan biriyle ilk uyuduğu gece; bir vakit uyanınca şaşırıyor. Kim bu? Ben ne yapıyorum burada? İlk yattığımız gece uyandım; nefes alamıyordum. Boğazımı sıkıyordu biri; baktım o. Yüzükoyun yatmış sağ elini gırtlağımın üstüne koymuş; sıkıyordu. Uyandırmadım; öyle masum ve güzeldi. Ama; soluk soluğa kalmıştım. İnsan birini sevince onu herkese; eşe; dosta; aileye göstermek; “işte bu benim sevdiğim” demek istiyor; ne yazık ki çoğu kez mümkün olmaz! İstiklâl Caddesi'ni gezdiğimiz bir gün Mephisto’nun kafesinde arkadaşlarımı gördüm; beni biliyorlardı; ondan da bahsetmiştim. Kızlı erkekli rockcı arkadaşlar... Şu rock dinleyenler bu toplumun ilerisindeler; eğitici bir yönü olmalı???!!! “Gel seni birileriyle tanıştıracağım” dedim götürdüm; tanıştılar. Yanlarından ayrıldık. İkide birde sarılıyordu “caddenin ortasında noluyoo; nedir bu ekstra sevgi gösterileri?” “kimdi onlar?” “arkadaşlar! ” “çok hoşuma gitti; beni ilk defa biri arkadaşlarıyla tanıştırıyor”... Bütün arkadaşlarına ard arda gey olduğunu söylemeye; her buluşmamızda arkadaşları ve onların sevgilileriyle tanıştırmaya başladı. Bilmiyorum; sorun çıkmadı. Bizim; duydukları; bildikleri gibi olmadığımızı görmüş olmalılar. Yıllar sonra ikimizi kıskandıklarını bile söylediler... iyiydik... ona yazdığım kısa notları ve bir mektubu buldu annesi. Evden kovdu. “git o ite gelsin beni de s.ksin! ” demişti... Elit! Kültürlü! Aileler! .. evler; arsalar bir fabrikanın hissedarlığı falan filan... Konu; sorun; s.kmekse düşündüğünün tam tersiydi olan. “Müdürünü tanıyorum onu işinden de attıracağım” demişti. Önce korktum; 800 personel vardı. Arızacı olduğumdan 400’ünü çok iyi tanıyordum. Duyulursa atılmayı bile beklemezdim... Sonra “ne korkuyorum kırık olan o. “Birkere s.ktim başıma bela oldu, kovuyorum, tehdit ediyor.” demeye karar verdim. Blöfmüş yapmadı. Oğlunu asker elbiseleri içinde ilk gördüğünde; “bana asker anası olma şerefini de yaşattın; sağol oğlum.” deyip boynuna da sarıldı. Evden kovulunca valizini hazırladı; ev aramaya başladı. Eşya; para arkamızda duracak ailelerimiz; toplum yok. Askere gitmesine üç ay vardı işten ayrılmıştı bir benim maaşım vardı. Kirayı öder aç gezerdik. Ben

33

‘Yokum’ diyemedim. Emlakçıları gezip geldi; çay bahçesine. Ufak kağıtları serdi masanın üstüne Alternatif(!)lerimizi anlatıyordu. “Yani ev tutmaya kararlısın” dedim. Her şeyi çantaya doldurup bir kelime bile söylemeden gitti. Arkadaşlarla buluştum. İçlerinden biri sırtından hançerlemişsin; dedi. Koşa koşa telefon etmeye gittim. Alo; dedim. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. “Beni öylece ortada bıraktın. Kendimi öyle yalnız hissettim ki...” Sanki bitmiş gibi yaptık. Liseli kızlar gibi arkadaşlarıyla birlikteymiş gibi yapıp benle buluşuyordu. Çocuklar çoook idare etti bizi. Üç gün evde serumlarla; iğnelerle; doktorun gelip gitmesiyle uğraştı. Ayağa kalktığı gün buluştuk. Arkadaş evindeydik. Gecenin ikisinde titremeye; üşümeye başladı; konuşamaz hale geldi. Evine götüremezdim. Hastaneye götürsem eve haber vermem lazımdı. Soyundum. Soydum. Benden ufak yapılıydı. Yattım; üstüne sarıldım. Üstümüze bir yorgan iki battaniye aldım. Öyle titriyordu ki yatak sallanıyordu. İkiden sabahın altısına kadar sarıldım. Su olup aktık. Uyuyunca bıraktım. Uyandığında gece bana; “Seni evine götüreyim diyen kimdi” deyince şaşırdım. Hayatımın ilk hırsızlığını; onunla Şile’de çadır kurabilmek için yaptım. Bana iki kere var gücüyle tokat attı. Karşımda korkudan titrerken; ama yiyeceği dayaktan değil biteceğinden; feleğim şaştığı halde küfürler etmekle yetindim. Nasıl vurabilirdim ki ona... Bir gece yarısı; Beşiktaş’a yürürken; tıklım tıklım dolu bir arabadan camlardan yarı beline sarkan serseriler ellerini kollarını sallayarak küfür etmeye başladılar. Sarmaş dolaştık. Durdular. Kaç kişinin geleceğini onun kaçacağından emin olduğumdan; peşinden gidenleri de engellemenin hesaplarını yaptım. Biraz daha sövüp sayıp gittiler. Koluma iyice sarılmış; korkmuştu. “Korktun mu? ” “Bir gelselerdi görürlerdi. ” “Ne yapacaktın ki? Kaçardın.” “Bu ingiliz anahtarını görüyor musun sen?” “Ne geziyor çantanda o alet? ” “Evde musluk değiştireceğim; arkadaşımdan aldım.” Öyledir sevgi; insan yanında sevdiği varsa neden korkar? Yolda yürürken insanlar aldırmadan birden dudaklarıma bir öpücük konduruverirdi. Bakışlara aldırmadan güler; omzuma kolunu atardı. Üç dilsiz belediye otobüsünde birbirlerine onu gösterip gülüyorlardı. İçlerinden birinin; güzel ama ibne işaretlerini yaptığında beynim döndü; fırlamak üzere doğrulduğum anda kaldım!... Hayatımda tek bir kez öyle bir fırlama refleksini o zaman durdurdum. Niye durdum? “Hem otobüste birbirinizi sikmeye kalkıyorsunuz; ibnesiniz; bir de zavallı dilsizleri dövüyorsunuz.” Pis pis süzdüm. Önce bakışlarını; kaçırdılar sonra sessizleştiler sonra ilk durakta indiler... Tanıdığımız tüm gey arkadaşlarla benim birşeyler yapmışlığım vardı; onlar ortaya çıkmaya başladı. Gey arkadaşlardan kopardı beni ve bizi. Gey barlarda müthiş ilgi çekiyorduk; ben aldırmıyordum ama o kıskanmaktan çıldırıyordu gey barları bıraktık. On yıldır gezdiğim boğaz ve

Bir yıl psikologa göndermişler. Doktor ailesini çağırıp; onun sağlıklı bir gey olduğunu; onlara da birkaç seans vermek istediğini söyleyince kıyamet kopmuş; Tedavi(!) bitmiş.


KAOS GL iyi kötü sevdiğim biri vardı; umursamadan başbaşa ve onun zibidi arkadaşlarıyla çektiğim yalnızlığı zaten askere de gidiyordu. Uzun bir ayrılığın başındasınız ya da güzel bir iki gün sonunda ayrılıyorsunuz. Onu göreceğiniz son saniyeler... Birazdan araca binip gidecek; boynuna sarılıp ağlamak; alnını; burnunu; gözlerini; dudaklarını öpmek; öpmek; öpmek istersiniz. “Seni özleyeceğim; bekleyeceğim seni çok seviyorum. ”demek istersiniz. Araç kalkıp giderken el sallamak belki de ulaşamayacağınız hıza erişene kadar arkasından koşmak ve diz çöküp kalmak istersiniz... Yapamazsınız... Onun yerine şöyle delikanlı! gibi tokalaşır; anlaşılmasın diye iki yanağından öpemezsiniz bile... Giden alaycı bakışları; gülüşmeleri hatta dişler gıcırdatarak söylenerek “Amına kodumun ibnesi” sözlerini tek başına karşılayacaktır. İçinizden hiddet; sinir; kin; nefret dalgası yükselir; bir yerleri yıkmak; dağıtmak; parçalamak; küfretmek istersiniz... Adını koyamazsınız! Nizamiyeden yanında iki çavuş ile girip gözden kaybolduğunda ordaydım ve bütün bu duyguların dışında; onu sattığımı hissettiren iğrenç bir duyguda beni sarmıştı. Kendi elimle cellatlara teslim etmiştim! Başta herşey ummadığım kadar yolunda gidiyordu. Tamamdı askerliğini bitirip gelecek; bir işe girecek; beraber ev tutup yaşlanacaktık... İlk çarşı izninde yanındaydım. Pigme’min elbiseleri büyüktü ve içilmiş yarısında söndürülmüş bir Maltepe’yi yakışı hep aklımda. Bütün gün gezdik ve garipti; yüzünü kaçırıyordu. “Niçin gözlerini kaçırıp durdun. Hiç mi özlemedin; sevmiyor musun artık beni; birini mi buldun yoksa hı?” “???!!!" Gözlerine; yüzüne bakamıyorum ki! İki kere aldattım onu. Biri kavga ettiğimiz kalabalık masadan giderken;gitme gidersen biter dememe aldırmadan gittiğinde; masadan hoşlandığım biriyle-İyi bir insandı gönlüne göre birini buldu yanılmıyorsam, altıncı yıllarındalar ve

beraber yaşıyorlar-diğeri ise onun askerliğinin birinci ayındaydı. Sürekli arayıp buluşalım diyordu olur dedim gitmedim en son. Ertesi gün yine arayınca gitmek zorunda kaldım. Kadıköy’de bir barda buluştuk, içmedi ben üç; dört bira içtim. Sonra seni bir yere götüreceğim gel dedi. Söylemedi nereye olduğunu; bir minibüs sonra başka bir minibüsle dağ başında; yolsuz; ışıksız; çamur içinde bir yere geldik; birbirinden uzak; sıvasız üç dört katlı binaların olduğu... Korkunç soğuk hava; yağmuru kara çevirmişti; eviymiş. Dönmeyi düşündüm gecenin biriydi taksi bile yoktu ortalıkta zaten taksi tutacak param da yoktu. Buz gibi yeni eşyalarla; burjuva özentisi köylü görgüsüzlüğü döşenmiş bir evdi. Ufak bir cin’i tek başıma bitirdim. İğrenç bir şekilde şarkı söylüyor; oynuyordu. Öpmek istedi; ittim. Sarılmak istedi; ittim. Beni çekmiyorsun uzak dur dediğimde; dizlerime sarılıp ağlamaya başladı; üzüldüm. Salonda kanepede uyacağımı gitmesini söyledim. Önümüzde duran tek elektrik sobasını aldı gitti ve uyudum. (Kulağıma geldi: Bana berduş diyorlarmış. Niye serseri değil de berduş? Serserilik gençliğe; yaşlılık berduşluğa denk düşüyordu da ondan. ) O zamanlar sokakta nasıl kalınır; nasıl sabahlanılır bilmiyordum çıkamadım evden. Gece uyandırdı; donacaksın gel odam sıcak dedi. Pijama vermedi. Aynı yatağa girdik. Kafam karıştı. Şahsiyeti; kişiliği ismi silindi bir anda. Vücut; beden ve sıcak et oldu. Ağzına aldı. Döndürdüm girdim. Kalın; enli; ateş gibi sıcak bir bilezikti. Boşalmak üzereyken bir anda durdum. AİDS olmaya böyle bir gece ve böyle bir insan için deymez deyip çıktım... sırtımı döndüm. Birşeyler yaptı; deydirir deydirmez aaayyy boşaldım dedi gerizekalı... Bu ülke insanının övünüp durduğu o müthiş cinsel gücü; genelde bir atımlıktır; onu da yüzlerine gözlerine bulaştırırlar. Sabah olunca anasını Kâbe yolunda diye başlayan küfürler ettim ama; oldu bir defa. Vazgeçmedi hiçbir zaman benden. Seven kendini yüceltir; karşılık vermeyeni ise en kötü sıfatlarla donatır; suçu neyse?.. Hatır için; ayıp olmasın diye bile yattığım oldu insanlarla ama; hiç istemediğin birinin arkadaşlığını; dostluğunu dahi istemiyor insan; elde mi; zorla mı?.. Doğuştan üç böbrekliydi. Ufakken birini almışlar; biri ufak biri de taş yapıyordu. Kalsiyum yani üç beyaz: yoğurt; süt; beyaz peynir yasaktı. Onları yiyip taş oluşturdu. Büyükşehirlerdeki hastanelere sevk alıyor; hastanelere gidip gelirken iki üç gün İstanbul’a kaçıyordu. Çürük alamadı; 45 alamadı. Ve 45 aldım deyip geldiğinde firar etmişti. 90 gün uzardı askerliği; razı oldu. Ta ki 44. gün; pazara kadar. Bebek koynundaki parkta oturuyorduk. Salı günü bir yere gitmekten söz açtı; sinirim tepeme çıktı. “Senden 15 dakika hiç konuşmadan oturmanı istiyorum.” dedim. Anladı kötü birşey olacak dayanamadı konuştu. “Bak sus. 15 dakika sinirim geçsin, konuşuruz, yalvarırım sus.” dedim susmadı. Nasıl sussun ki? Hayatı boyunca duymadığı küfürleri ettim sonra. “Artık sevgim de bitti; katlanamıyorum; bitti; yüzünü dahi görmek istemiyorum. ” dedim.

34


KAOS GL Kalktı gitti. Sürünerek, yıkık gitmenin ne olduğunu o zaman gördüm. 1998 Mayıs: “Gitmeseydin bitmezdi”. “Bana öyle şeyler söyledin ki nasıl gitmeyecektim”... Askere gitmeden zaten batmıştım. O gündüzleri uyuyor ben çalışıyordum. Gece sabahlara kadar geziyorduk. İşi asmaya; işe gidince uyuklamaya başlamıştım. Homurtular başlamıştı. Memur maaşı nedir ki? Ek işlerdi asıl para kaynağım; onları da yapamaz olmuştum. Eşe dosta borcum vardı. Hiç para harcamadan üç dört ay çalışıp ödenecek borcum vardı. Askere gider toparlanırım diyordum; defalarca konuşmuştuk ve hâlâ gitmiyordu. Askerliği bitmeyecek beraberce mahvolacaktık. Ne yazık ki gerçekti; artık sevgim de yoktu. Öyle ki o giderken bile küfür ediyordum. Hayatım boyunca üstümden üç defa yük kalktığını hissettim. Babam öldüğünde; aynı yıl üniversiteden atıldığımda ve dokuz yıl sonra “O” gittiğinde. Telefonlarla ulaşamadığı yirmi gün daha kaldı. Arkadaşlarla buluştuğum bir gece onu uğurlayacaklarını söylediler; zorla götürdüler. Afrika'nın açları gibiydi. Nefretim devam ediyordu; elini sıktım ve yürüdüm. Sürekli mektubu geldi. Haberi geldi. Cevap vermedim. Üç ay cezaevinde yattı. 1999 Aralık: “Her tarafta böcekler vardı; gece yatağımda geziyorlardı. Ranzanın ayaklarını konserve kutularına koydum; içlerini suyla doldurdum. Kutuları aldılar; intihar etmek için onlarla bileklerimizi kesermişiz; o günleri hatırlamak istemiyorum. Üç ay boyunca her sabah heyecanla kalktım; senden mektup gelmiştir diye. 90 gün boyunca herkesten mektup geldi. Ben senden tek bir satır bekliyordum. Allahım yarabbim her gün bekledim öyle dayandım. Hiçbir zaman affetmeyeceğim seni.“ Aldatmalarımı dahi anlattım, affetmeyi bırak; aldırmadı. Ama o hapishaneyi hiç affetmedi. Ne olur söyleyin affetsin beni... Bilsem yazmaz mıyım hiç. Affetsin beni... Cezaevinden çıkınca gey raporu için hastaneye gitti. “Tamam eşcinselsin ama niye askerliğine engel?” sorusuna cevap vermedi ama “Her tarafta erkek yatarım diye mi korkuyorsun? ” sorusuna “Bakın; yanınızda bayan doktor var; sizin için bütün bayan doktor arkadaşlarınız cinsel obje midir? ” şeklinde iyi yerleştirdi. Asıl şoku parmak kontrolünün sonunda yaşadık. Eşcinsel değildir diyordu rapor. Hiç anlam veremedik. Gerçeği iki yıl sonra öğrendik. Doktoru görünce sormuş: “Niye vermediniz? ”; “Senin eşcinsel olduğunu hepimiz biliyorduk; ancak emir gelmişti; Arena programında; içinde bir yarbayın da olduğu şebeke ortaya çıkarılmıştı. Kesinlikle homoseksüel raporu verilmeyecek deniyordu”. Bile bile psikopatlarla; jiletçilerle; hapçılarla psikiyatri bölümünde bir ay yatırdılar; parmakladılar; resim çektirttiler en yakın gey arkadaşıyla... askerliğinin son iki ayında tekrar başvurdu; alamayacağını biliyordu. Ama hastane daha rahattı. Cezaevinde; bölük hücrelerinde; hastanelerde; mahkeme salonlarında üç yıl da bitti. Cezasını defalarca hesapladılar; hep farklı çıktı. Teskereye geldi; eksik iki gün daha çıktı. Bir ay sonra; iki gün de

35

Bayrampaşa cezaevinde yattı. Ortalıkta kadınsı hareketlerle dolaşan lubunya; askerlerin gülmesine neden olur. Bölük komutanı ona; eğitim saatlerinde koğuşta yatmasını; askerliğinin bitmesine yardımcı olacağını söyler. İki gün sonra lubunya; komutanına gider; “Beni koğuşa gönderdiniz de sanki iyilik mi yaptınız; getirip getirip ağzıma veriyorlar” der. Gece yarısı içinde salatalık; şişe sokulup kırılanları acile getiriyorlarmış ve ameliyata giriyorlarmış” GATA’da!.. Altı ay boyunca sesimi dahi duyamadı. Sonra telefonlarına çıkmaya başladım. Hayatım boyunca elde edemeyeceğim miktarda para geçti elime; araba almıştım. Sattım; kısıtlıyordu beni; yok şimdi. Sarhoş olduğum bir gecenin sabahında o köy evinin önünde buldum kendimi; bir sigara içtim evi seyretmek huzur veriyordu. İki kişinin dikkatini çekince gazladım. İlk aradığında iskeleden alayım mı seni; işin var mı dedim. İşim yok; al dedi. Aşiyan’da; İstinye iskelesinin parkında; tersanenin Emirgan tarafında; Kireçburnu’nda; Tarabya’da; Sarıyer’de; Kilyos’ta manzara seyrettik; gezdik; Anadolu yakasına geçtik. Geri döndük. Ortaköy'den Ulus’a; Etiler’e ve Uçaksavar’a geldik. Bebek koyunu izlemeye koyulduk. “Buraya sosyete; Etiler balkon diyormuş”. “Yaaaa; aylarca ulaşamadım sana; şimdi böyle romantik bir gece ne yapıyorsun sen?”; “?!!!!!”. Ben bilmiyordum ki ne cevap vereyim. Sustum. Üstelik hayatımda da başka biri vardı artık. Oradan Pangaltı'ndaki Eleven’a geldik. Kahve içtik anahtarları verdim. Benim kadar Boğaz’ı seven biriydi. İkimiz de fanatiklik derecesinde seviyorduk. Sarıyer’e börek yemeye gitmeye karar verdik; güneş doğmak üzereydi. Büyükdere’deki kazıklı yola geldik. Düğün gecesi; Adalet Ağaoğlu: “İntihar etmeyeceksek; içelim bari”... Arabayla; arkadaşlarla; geylerle; lubunyalarla gezmiştim. Onunla ne kadar da güzeldi. Devirsiz; yüksek vitesle araba kullanmasını seyrederken “Bizim arabamızla; ne güzel” diyordum. Birden direksiyonu filan bırakıp bana döndü; korktum. “Hastanede yatarken walkmanini istedim; vermemiştin. Şimdi kalkıp arabanı veriyorsun! Şeytan diyor ki; kaldır vur duvara parçala arabayı! ” “?!!!!!”. Böyle bir şey yaparsan ben de gider yenisini alırım. Ama sen ömür boyu o direksiyona geçemezsin; vermem o direksiyonu. Öldüreceksin ikimizi de; yola bak. ”... Okurdunuz gazetede: Hız; alkol; hatalı yol ölüm getirdi, diye. Nisan 2000: “Sen beni çıkarken değil sonradan sevdin! ” Tam olarak doğru değil. Sorumluluk duyuyordum. O sorumluluğun stresi sinirli yapıyordu beni. Öyle bir sorumluluktu ki; ileride lazım olabilecek böbrek nakli ya da dializ makinası için para biriktirmek gerektiğini; olmazsa kendi böbreğimi vermem gerektiğini düşünecek kadardı. Ayrılınca kurtuldum o yükten; ailesi; sevgilisi düşünsündü; bahaneydi. Peşimde dolaşan biri vardı. Hafif gelir; uğraşamazdı benimle. İkisinin birbirlerine göre olduğunu


KAOS GL anladım. Tanıştırdım onları. Birbirlerine olumlu sözler taşıdım; üç yıldır beraberler. Beraber gittiler... Önüne gelenle yatıyordu; ‘yapma’ diyordum. “Kurbağanın bacağını öpmeden prens olup olmadığını anlayamazsın” diyordu. Gecenin yarısı; yağmura aldırmadan; tartışıyorduk. Aralık 1999: “Niye sustun öyle bakıyorsun? Kıracak birşey mi söyledim affedersin.” “Şu halden bile nasıl zevk alıyorum; Allahım seninle devamlı farklı duygular yaşıyordum. ” Banyodan çıktığım bir gün; eline havlu alıp kurulamıştın beni. Bir gün öpüşmüştük; öyle güzeldi ki orgazm olmuştum sanki. “Sevgilinle yaşamıyor musun bunları?” “Hayır!” “Birbuçuk yıldır berabersiniz ne yapıyorsunuz?” “Her şey var ama; seninle yaşadıklarıma yakın çok az şey oluyor.” “O zaman ayrılın; birbirinizin yolunu kesmeyin; aşkı yine yakalarsın. ” “Asla olmaz öyle günler bir daha; yaşanmaz aşık bile olsam imkan mı var? Gençlik; yıllar; her şey değişti. ” “O yıllarda ben senin şu anki yaşındaydım unutma! ” “Olmaz olmaz kes artık!” “Beni hiç dinlemedin hergün buluşmamız bile bitişi hızlandırdı. Hiç dinlemedin ki beni!” “Sen hiç bir zaman beni anlamadın. Her saniyemi seninle geçirmek istiyordum. İyice ıslandık; gidelim...” Telefona ben cevap vermediğim zamanlarda; birimdeki arkadaşlar beş on dakika arayanla konuşmadan telefonu bana iletmezlerdi. Köyüme bile gittik. Dayımı; yengemi; halamı; eniştemi; yaşıtım çocukları sevmişti. Ailemle kaldığım eve rahat rahat gelip kalırdı... Komşular dahi tanıyordu onu... Kimi biliyordu; kimi bilmiyormuş gibi yapıyordu; kimi de arkadaş diyordu... Kavgalarda kimse beni tutmazdı; o güzel ve sevimliydi; masumdu. Ben kaba sabaydım... Haindim! Ekim 1999; Annem: “Ne o nerelerde seninki? İki-üç gündür aramıyor?” “Dargınız” “Kim bilir yine ne yaptın çocuğa?” “??!!! Al işte! Sen de mi anne yaaa.”

Kimi biliyordu; kimi bilmiyormuş gibi yapıyordu; kimi de arkadaş diyordu...

Tartışırdık: İstinye iskelesinin yanında; yalının tel örgülerinin içinde kalan fenerin dibine giderek onunla sevişmediğim için ya da bir travesti ile çıkıyorumdur da ona aşık olacağım deyince bıraktığımı anlatmışımdır: Her yere mantığını sokmak zorunda mısın demiştir; köpürmüşümdür. Aynaya bakıp kendinizle konuşsanız yapmacık olursunuz. Yalnız oturduğunuz odaya kedi girse samimiyet bozulur. İki kişinin oturduğu yerde terör başlar... Yıllarca biraraya geldiğimizde; gelmediğimiz günlerde telefonda saatlerce konuşurduk. Sizi ilgiyle dinleyen; sizin ilgiyle dinlediğiniz; onu merkeze koyduğunuz biriysen; hep sevecekse; hiç bırakmayacaksa ve pisken; kirliyken; aptalken sonrasında size bakışı değişmeyecek birisi varsa; onunla herşey konuşulur... Geçen yıl aynadaki yüzüme takıldım anlayamadım kimin yüzü? Onun mu? Benim mi? Sonra amaan boşver; ne farkeder dedim. Bizde kaldığı bir gecenin sabahında bizim servisle geçtik karşıya. Tanımayanlar sormuştu: kardeşin mi; akraban mı; amca oğlun mu? Amma da benziyorsunuz birbirinize! Çok sevenler zamanla birbirine benzermiş! Ocak 2000: “Bir mezar yaptım; içine de seni koydum!” “???!!!”

36

“Ölüm ne yakışırdı sana!” Mayıs 2000: “Niye öldürdün beni? Ne yaptı sana aşkolsun!” “Gitme!” “Anla beni!” “Gidip de dönmemek; gelip de bulmamak; garipsemek; oraya alışmak var. Ömür dediğin kaç yıl? Onu ailenle; sevgilinle; dostlarınla; benle İstanbul’la geçir. Para için gitme! Biz niye burdayız? 15 yıldır aynı yerde niye çalışıyorum sanıyorsun? Herkesi çiğnediğini anla giderken.” “Anla beni; yaşım 30 oldu; hiçbir işten anlamıyorum; beni ayak işlerinde çalıştırıyorlar; çırak parası veriyorlar; sevgilim de geliyor ayrıca.” “Anlıyorum1” ... bir insanın geçip giden gençliğinin en önemli sebebi; bir daha yaşanmaz dediği aşkın; sebebi oldunuz mu hiç? Kendimi katil gibi hissediyorum. İki yıl psikologdu; sözdü; bir yıl benimle ilişki; üç yıl askerlik; bir yıl sivil hayata uyumsuzluk; bir yıl orda burda çalışmak. Gençlik dediğin nedir ki? Geçti; gitti. Gençlik kaybedilmişse orta yaş da kayıptır. Sonra yaşlılık; sora ömür. Zümrüt’ü de öldürdüler. Telle boğup similyasını kesmişler... Her yerde suçlanıyoruz; şudur; budur. Merak ediyorum: bize hangi alternatifleri sundular da biz onları öküzleme bir inatla reddetik acaba? Havaalanından uçağa binmeden aradı, Haziran 2000: “alo” “evet” “sen ne zaman gitme dedin de ben gitmedim ki?” “bırak şimdi bunları. Orada yapamazsan başaramadı demesinler diye dönmemezlik; gurur meselesi yapma. Tamam mı.” ”Tamam hiç unutmıycam.” ... Yedi yılın sonu hepsi; hepsi bu iki cümle... Kokoreç yeme ayinlerimiz vardı. Ekmeğin o kıtır; köşe; dibini özellikle severdim. Yüzkere bu sefer kaptırmıcam, yalansın dursun kedi gibi derdim; unuturdum; kapardı. Sigara yakarken ilk yudumda ağzımdan kaptırmıcam derdim; unuturdum; kapardı. Bu kadar aptalım ben. Altı aydır her telefon sesine odur diye doğruluyorum. Her akşam yemeğinden sonra kalkıp telefona yöneliyorum, sonra o burda değil ki diyip odama gidiyorum... Onun şarkısı: Bu yıl yine oda sessiz... Benim şarkım: Kara sevda başımda yel gibi; alıp gitti ömrümüzü sel gibi.... Bazen bir mezar olsa istiyorum... Çok sevdiğim birinin olsa o mezar. Her sabah gitsem; üzeri karla kaplı iken ve lapa lapa kar yağarken veya iliklere kadar ıslatan bahar yağmurunda yada sıcak bir yaz günü... Bir sigara yaksam; gocuğumun; montumun; yakaları kalkık; soluğumdan buharlar; dumanlar çıkarken ve bir bira eşliğinde anlatsam... Şemsiyemden sular akarken anlatsam... İşe gitmeden önce her gün; her sabah; tatillerde uğrasam: Ölene kadar; bir ömür... O’nun başının dibine otursam; volta atarken anlatsam; anlatsam... Çok iyi tanıdığım; söylediklerime vereceği tepkileri bilecek kadar birinin olsa o mezar ve hatta ara sıra ona da küfür etsem; sen de söyledin; sen de böyleydin desem... Her mevsim uğrasam; her sabah uğrasam anlatsam... Ve illaki ve illa sabahları uğrasam; illaki de AĞLASAM... AĞLASAM... AĞLASAM...


KAOS GL

Yaşantım sürekli görünmez, bilinmez bir mücadelenin içinde. Sürekli mücadele; sürekli, herkesle! Hep açıklamalar yapmak zorundayım, ben! Sadece cinsellik olarak yaşamaya çabalasam şu yönümü olmuyor! Aniden, olmadık zamanlarda önüme çıkıveriyor. Her yerden. Ben hatırlamasam bile mutlaka hatırlatan birileri oluyor. Hangi hetero “ben heteroseksüelim, o yüzden olaya bakış açım bu doğrultuda olmalı” diye hareket etmek zorunda kalıyor? Yeni tanıştığım insanlarla –ya da tüm insanlarla- konuşulan konu ne olursa olsun neden eşcinselliğe, eşcinselliğime, özel yaşantımın derinliklerine inen sorulara varıyor? Neden sürekli her yerden saldırı var, ben savunucu durumunda olmak zorundayım? Neden sürekli otobüslerde, yollarda, parklarda, kaldırımda, kafelerde, kafalarda, sokak ortasında gözle, elle, lafla, olmayan beyinlerle tacize uğramak zorundayım? Neden sanki bütün eşcinsellerin burnu büyük, gözü çok yüksekte, ilişkileri çıkar doğrultusunda? Neden sanki okula devam edip, taş gibi dört yıllık diplomamı aldıktan sonra M.E.B.’a girerek rahatça öğretmenlik yapamayacağımı düşünmeme sebep olan bir sürü soru var aklımda? Ah bu hareketimden anlayacaklar, yok şöyle konuşmamalıyım, davayı çakacaklar diye kasıp duracam kendimi, neden sanki? Askerlik yapmak istemediğim için neden sanki ünlü olacakmış gibi fotoğraf çektirmek zorundayım? Hem de “erkek”in biri bana girerken, yüzüm görünecek şekilde! Neden sanki bu iğrençliği çekmemek için eşcinseller barlardan, sokak aralarından, kulüplerden, evlerden, kahvelerden çıkıp kıçını kaldırmıyor da kıçını denklaşöre dönüyor? Neden sanki eşcinselliğimi 18’inde algıladım? Neden sanki eşcinselliğimi çevremde popüler bir olay olarak görülerek bana bu doğrultuda yaklaşan insanlar bile olabiliyor? (Popüleri tüket!)

37

Neden sanki sadece ve sadece, sürekli ve sürekli, durmadan ve durmadan, durmaksızın seks yapabilmekten başka yeteneğimiz öne çıkmıyor, çıkarılmıyor? Neden sanki bizim de sevgilimiz olabileceği kimsenin aklına gelmiyor? Neden sanki anneme sevgilimi bir kızı tarif edermiş gibi anlatmak zorundayım! Neden sanki annemle babam bu kadar bilinçli görünürken ben hâlâ onlara eşcinselliğimi açıklayıp kurtulmuyorum, kurtulamıyorum, kurtulabileceğimi düşünemiyorum? Neden sanki herkes ortamlardan şikayetçi, aynı kişilerden sıkılmış, iğrençlikten iğrenmiş durumdalar da hâlâ bu ortamdalar? Neden sanki sevgili bulmakta bu kadar zorlanıyoruz? Birbirimizin arkasından gereksiz yere çenemizi oynatıyoruz! Dişlerimizi gösterip sürekli sivriltiyoruz da güzel konuşmayı yapaylık zannedip herkese yavşıyoruz? Neden sanki biseksüellik moda oldu? Ayrıca anlayamadım biseksüeller sürekli erkekler ve kadınlardan sıkılan, ne istediğini bilmeyen tipler mi? Neden sanki bu kadarcık lezbiyen ortalıkta değil ve bir bok yapmıyor, yapamıyor? (Partilere katılmak dışında) Neden sanki eşcinsellerin kurtuluşu heteroseksüelleri de özgürleştirecek? Neden sanki ben bu kadar dengesizim? Neden sanki ben sürekli uçurumun kenarına yaklaşıp duruyorum ve yağmurlu bir günde ayağımın kendiliğinden kaymasını bekliyorum? Neden sanki bu kadar soru bir çok kişiyi kıllandıracak? Ya da kıllanmadan kabuklarında kalacak bir o kadar insan olacak? Neden sanki emre sana aşığım? -birisivar

birisiwar


KAOS GL

Oktay

İnsan neden intihar eder, hiç bunu düşündünüz mü? Zaman zaman çoğu insanın aklına intihar etmek düşüncesi gelmiştir. Kimisinin ki sadece düşüncede kalmıştır, kimisi benim gibi uygulamış ama başarısız olmuş olabilir. Ya da bir kısmı da rahmetli olmuştur. Bunlara benzer çok şey üretilebilir. İntihar etmek cahillikten midir? Yoksa zayıflıktan mıdır? Çaresizlik ya da umutların tükenmesi de olabilir. Ben, yaşamım boyunca birkaç defa intiharı denemiş, bazı insanların deyimiyle intiharkolik olan, ama hâlâ yaşayan biriyim. İntiharı kimler daha çok deniyor diye bir araştırma yapılmış mı bilmiyorum. Ama bizler arasında da intihar çok yaygın bir olgu. İntiharı yaşamış bir insan olarak neler düşünüyorum, neler hissediyorum paylaşmak istedim. Şu an depresyon tedavisi görüyorum, yani ilaç kullanıyorum. İlaçlarla bağlantısı var mı yok mu bilmiyorum ama şu an mesela intihar etmek gibi bir düşüncem yok. Ama daha önce de intiharı denediğim için pişman değilim. Doğru veya yanlış olabilir; yaşadıklarımdan ya da yaptıklarımdan pişmanlık duymam.

Cezaevi müdürü demiş ki; "bunların sonu intihardır, ölümdür". ... bence genelleme yapılamaz. Bu bir önyargı, herkes intihar edebilir. Her gey, travesti, transeksüel veya lezbiyen intihar mı edecek bu durumda? Belki bir kısım insan "keşke geberseler" diyebilir. Ama biz ölmemeliyiz. … mücadele etmeyi öğrenmeliyiz.

Şu cezaevinde bulunduğum dokuz aylık sürede tam üç kez kendimi asarak intiharı denedim. Birincisi ip koptuğu için başarılı olamadım. İkincisinden ve üçüncüsünde diğer mahkumlar kendimi astığımı anlayıp gardiyanları çağırdıkları için hep ölmeye yakınken kurtuldum. Özellikle sonuncusunda resmen öldüm, dirildim. Günlerce kendime gelemedim. Boynum ağrıdı, kafamda, vücudumda uyuşmalar oldu. Hastaneye götürüldüm vs. İntiharı denemeden önce ne düşünüyordun derseniz, birincisi aşırı derecede bunaldığım, çaresiz olduğumu düşündüğümde, duygularımın da yoğunlaşmasıyla saplantı halinde dakikalarca ölmeyi düşündüm. O anda çeşitli ölüm senaryoları çiziyordum kafamda. Mesela kendimi jiletle doğramayı çok istedim. Ama açıkçası cesaret edemedim. Daha doğrusu kurtulursam dış fiziğimin bozulmasından korktum. Bizler için dış fizik çok önemli malum. Çünkü vücutlarımızı satıyoruz. Kendimi kesip asmayı çok düşündüm. İlaç içmeyi düşündüm ama bunu daha önce denemiştim dışarıdayken, bir bok olmamıştı. Kendimi ıslatıp elektrik vermek istedim, yemedi, yani cesaret edemedim. Peki o halde nasıl intihar edebiliyorsun, diyebilirsiniz. Ne bileyim, hep acısız bir ölüm istedim ve kolay. En kolayı, acısızı da bence kendimi asmaktı. En sonuncusunda hücremde bulunan yüksekteki su borsuna tıpkı filmlerde olduğu gibi bir asma ipi

38

hazırladım. Taburenin üzerine çıktım, ipi boynuma geçirdim ve tabureyi yıktım. En zor an ipi boyna geçirmek ve tabureyi yıkmak. O an insan gidip geliyor. Mesela bir öncekinde 4-5 kez ipi boynuma takıp çıkarmıştım. Sıkıntıdan terler basmıştı. Kendimi astıktan sonrasını zaten hatırlamıyorum. Ama anlatılanlardan mosmor olduğumu öğreniyorum. Bir de insan kendini asınca, altına kaçırıyor; büyük ve küçük olmak üzere. İğrenç bir şey, yani ölümü bile iğrenç oluyor insanın. İntihardan sonra tekrar intiharı düşünüyor mu insan? Tabii ki düşünüyor ama bu sonuncusundan sonra pek düşünmedim. Ne bileyim mesela şu an kendime olan özgüvenim ve yaşama sevgim yerine geldi. Ama bundan sonra intiharı kesinlikle düşünmüyorum demiyorum. Yine bunaldığım, çaresizliğe, umutsuzluğa kapıldığım bir anda yapabilirim bence. Çünkü kendimi tanıyorum. Ama düşünceyi yaşamak istemiyorum ve yaşamak istiyorum. Bu nedenle ilaç tedavisi görüyorum. Bence intihar bir kaçış. O nedenle insan mücadele etmeli, iradesiyle savaşmalı. Galiba ben irademi yeterince terbiye edemedim. Açıkçası irademle savaşmak konusunda başarısızım. Zaten intihar cahilce, aptalca bir davranış. Ben intiharı denedim ama neyi çözümledim? Ölseydim ne çözümlenecekti? Ama yaşadıkça bazı konular çözümlenebilir, bu insanın elinde olan bir şey. Ben buna inanıyorum. En çok intiharı bir daha düşünmemeyi istiyorum. Benim yüzüme değil, ama beni seven, bana aşık olan bir çocuk vardı. Cezaevi müdürü ona demiş ki; "bunların sonu intihardır, ölümdür". Bazen, öyle mi acaba, diyorum kendi kendime. Ama bence genelleme yapılamaz. Bu bir önyargı, herkes intihar edebilir. Her gey, travesti, transeksüel veya lezbiyen intihar mı edecek bu durumda? Belki bir kısım insan "keşke geberseler" diyebilir. Ama biz ölmemeliyiz. Eğer böyle bir şey yaparsam veya yaparsanız büyük bir enayilik, aptallık, cahillik yapmış oluruz(m). Kendimizle mücadele etmeyi öğrenmeliyiz. Ben yaşadım ve biliyorum. Kesinlikle intiharla hiçbir şeyi çözümleyemedim. İntiharla da hiçbir şeyin çözümlenemeyeceğine inanıyorum. Yaşamak çok güzelmiş, dedim. Hep inanın öyle. Bunu iliklerinize kadar hissedin, sevin, sevilin, ağlayın, gülün, acı çekin, eğlenin... ama yaşayın. Pişman olmayacaksınız hiçbir zaman. Pişmanım dediğinizde kendinize yalan söylersiniz. Sizce yaşamın nesi pişmanlık? Hep mutlu olunmaz ki! Yaşamda acı-tatlısıyla her şey yaşanmazsa hayattan zevk alınabilir mi?


KAOS GL

“ Bizim köy vardı ya uzaklarda, ben gittim. Bir soru vardı ya cevapsız akıllarda, ben bildim. Dünya çizgi çizgi değilmiş, öyle değilmiş, ben gördüm. Ermiş deme ermiş değilim, gezgin deme değilim. Ben özgürüm, sadece özgürüm. Benim hem yollarım, hem sözlerim hem de konuşan gözlerim var, hürüm. Özel olduğumdan değil, çekip gittiğimden değil, Dedim ya ben özgürüm. “ Bugünlerde televizyonlarda bir cep telefonu kartının reklamı var. Bu reklamda bir genç kızımız, elinde cep telefonu, dilinde bu şarkı, arkasında gezgin bir adam Doğu’nun çeşitli illerinde, egzotik görüntülerle “ben özgürüm” deyip geziyor.

bu reklam tutulduysa, özellikle kadınların düşlerini bu reklamda yaşatmalarından kaynaklandığı aşikar. Reklamcılar bilirler ki bir ürünün tutması çocukların ve kadınların ilgisini çekmesiyle başarılır. Bu reklamın yapımcıları ve kahramanı bunu başardı.

Onun gerçekten de köyü çok uzakta ki bir türlü varamıyor. Eğer gezgin çocukla tanışırsa ya evlenir, ya gider köyüne ya da bu şekilde Doğu’da gezmeye devam ederse bir korucunun ya da başka birinin tecavüzüne uğrayıp “mağdure” olarak gider.

“Özgür” kızımız kendine güvenen, iyi tahsil görmüş, farklı tarzı olan, dünyayı tanımak isteyen, dünyanın çizgisiz olduğuna inanan yeni genç kadın profilini vermekte. Bunu “benim yollarım, hem sözlerim hem de konuşan gözlerim var, hürüm” dizeleriyle kendi sesinde dile getirirken bir sürü kadının duygularına, özlemlerine tercüman oluyor. Ancak özgürlüğün bir aracı haline getirilen cep telefonu yanılsamalı özgürlük anlayışının insanlara, özellikle de kadınlara sunulması üzerinde düşünülmesi gereken bir olgudur.

Reklamın ilk bölümünde Bitlis yollarına düşen kızımız yolda otostopçu sever bir amcanın kamyonuna biner, amcamız eşiyle beraber yolculuk etmektedir. Şans bu ya, gezgin adamımız da kamyonun arkasına binmiştir. Ne de olsa burası Doğu’dur, önce de binseniz kolay kolay bir kadının yanına oturtulmazsınız. Hem bu çok özgür kızımız akıllara dolaşan cevapsız sorunun cevabını bize söylemiyor ki biz de bilelim. Belki özgürlüğünün sırrı o sorudadır ve o bildiği için “özgür”dür.

DİCLE F.

İşte kadınlık durumunu yaşayan insanlar için bu şarkı bir özlemi dile getirirken Doğu'da yaşayan kadınlar için ayrı bir önemi var. Özgürlüğünü yaşamaya en çok susamış coğrafyanın kadınları daha içten söylüyorlar “EZ AZADIM” yani “BEN ÖZGÜRÜM”.

Dünyanın çizgi çizgi olmadığını “özgür kızımız” doğuda görmemiştir sanırım. Çünkü benim görev yaptığım oralara yakın yerlerde, il merkezlerinden ilçelere gitmek için dahi 7-8 aramadan geçmeniz, akşam olmadan evinizde olmanız gerekir. Değil kadın olarak, insan olarak buralarda özgür olmanız, seyahat edebilmeniz zorken bunun bir reklam filmi olduğunu unutmamak gerekiyor galiba. Reklamın yine de hakkını yememek lazım, eğer

39

M A D E

I N

W O R L D


KAOS GL

Yusuf Eradam

Çok severim Tennessee Williams’ı. Eleştirel ya da sanatsal değeri olmayan bir öznel ifadedir bu, bilirim, ama gene de Williams için ancak okuyucu tepkisi eleştiri kuramında hoş görülebilecek bu ifadeyi kullanmaktan çekinmiyorum. Çünkü, kendisi bir ayrıksı (outsider, outcast) olarak yaşayıp da yapıtlarındaki ayrıksı karakterleri bize yakın kılan duyarlılığı biriciktir. Yabancıların güvenilirliğidir onu yegane ve önemli kılan. Gençliğin Tatlı Kuşu ve Arzu Tramvayı gibi oyunlarının başına Hart Crane’den alıntılar düşmesi de salt bu yüzdendir, hep aynı incelikler yüzünden. Hep incelikler yüzünden Blanche’in ağzından “akıl hastanesine” götürülürken dökülen sözler tiyatro tarihine altın harflerle kazınır: “Yabancıların nezaketine her zaman güvenmişimdir.” (I have always depended on the kindness of strangers).

“Yabancıların nezaketine her zaman güvenmişimdir.”

İngilizce metindeki “depended” sözcüğü bağımlılığı da çağrıştırır ve dolayısıyla da bu replik dilimize “Yabancıların nezaketine hep bağlanmışımdır,” ya da “Yabancıların nezaketi olmadan yapamaz oldum” diye de çevrilebilir. Yani kırılgan ve yapayalnız kalakalmış ve çıkışı alkolde, önüne gelen her erkekle yatmakta bulan Blanche, bizim gözümüzde masumdur çünkü o kendi tercihi olmayan dekadan bir sözde soylu geçmişin, baskıcı, geleneksel bir toplumun kurbanıdır ve gerçeklerin yıkıcılığı, kavuruculuğu karşısında ışıktan, kaba saba konuşmalardan, onun zaten yaralı ruhunu tümüyle mahvedecek ilişkilerden kaçınır. Yabancılar ise hep geçici olduklarından, Blanche’dan alacaklarını alır ve giderler, ama onlar geçicilikleri sırasında naziktirler. Bu da bağımlılık yapar. Kırılgan kahramanımıza emniyetteyim, hatta hâlâ güzelim, çekiciyim, başka vakalarda ise bana gereksinim duyuluyor, ben bir hiç değilim,

varoluşumun böylelikle bir anlamı Bir yabancı var hissini verir. giderse, ya da fazlasıyla aşinalaşıverir ve/ya da yakınlaşırsa, hatta aşkın, sahiplenmenin, ilişkide hakimiyet kurmaya çalışmanın şiddeti girerse işin içine, bir zamanlar yabancının güvenilirlik

40

yüzdesi azalır ve bir başka yabancının gelmesi gerekir. Ruhu sac ekmeği gibi gevremiş çıt kırılmaya hazır olanın tası tarağı toplayıp yeni bir korunak, sığınak, aşk ya da kendini ait hissedebileceği bir yer, mekan bulmak üzere yollara yeniden koyulmak zamanı gelmiş demektir. Bir kavşakta iki yolcunun yolları mutlaka keşişir zaten: Maruz kalmaya ve dolayısıyla da incinmeye müsait ve hazır olanla, onun için yeni bir yabancı birbirlerine rastlayıverir, onlar birbirlerini fark ederler. (Çikolata filminde Juliette Binochet ile Johnny Depp’e olduğu gibi). Blanche ise, bu geçici anlardan oluşma kopuk kopuk örülmüş yanılsamalarda bulur sığınağını. John Updike’ın “Karınıza Kur Yapmak” başlıklı öyküsünde de evlilik için altını çizdiği gibi bir süreğensizlik vardır bu anlarda. Anların birbirine sağlıklı bir bağı yoktur. Yalnız olanın bu gerçeği bastırması ve “Ben varım” demek gereksinimini gidermeyi yeni bir insanda, yeni bir kısa süreli ilişkide denemesi gerekir. Gerçek, kopuşun saltıklığı, o denli can yakıcıdır ki Blanche’in bile bile lades aşklarda kurtuluşu araması da kaçınılmazdır. Oyunun girişine Hart Crane’in “Kırık Dökük Kule” (The Broken Tower) şiirinden yaptığı alıntı da bunu söyler:

Ve kırık dökük dünyaya giriverdim böylece işte, İzini sürmek için hayal meyal bir aşkın, (ne yana savrulduğunu bilmediğim) rüzgarda bir andan ibaret olsa da sesi. Lakin umarsız her seçim pek de uzun tutulmuyor elde. Williams, böylesine umarsızca seçimler yapmak zorunda kalan yalnızlığa kısılmışların, ayrıksıların kendi insanları olduğunu ve en çok da onları tanıdığını söylüyor:

“...Ben kendimi hep tamamlanmamış biri olarak gördüm; sonucunda da kendi türümden insanlarla ilgilendim, yani, sorunları olan insanlarla, akıllarını korumak için dövüşmek zorunda olan insanlarla, hayatın ve yaşantıların etkisi onlara her gün, her gece giderek daha dayanılmaz gelen insanlarla, çıt diye kırılma noktasına (cracking) yaklaşmış insanlarla. Benim dünyam bu, bunlar da benim insanlarım.” Sanatçı da en çok tanıdığını (ya da tanıyıp bildiğini sandığını) defalarca yeniden yaratmak


KAOS GL ister. Kendini olumlamak ve gene “Ben varım ve de böyle varım” demek gereksinmesini gidermek üzere, yazar, çizer, şekil verir, söyler...böylelikle çoğalır, belki de kendi çıt kırılma anını erteler durur, ya da belki böylelikle tahammül eder aklıyla dövüşmek zorunluluğuna, varoluşuna mantıksal bir zemin, ya da gerekçe bulmak zorunluluğuna... Bu bilinç, bu farkında olma hali, aynı zamanda bütünsellikten kopma halidir, ait olma hissiyle gelen mutlu olmak olasılığını yitirmekle de eş anlamlı bir kopuştur bütünden (İngilizcede bu kopmayı en iyi “aloneness” sözcüğü karşılıyor bence). Yaratıcılıkta ise bu kopuş hayat verir. Kısır ya da değil, döngüsel bir pınardır kopuş. Sanatçı ürettikçe dönme dolabın boyunduruğundaki hayvani güce sahip olduğunu düşünür. Bir o denli de yorulur kendini üretmekten... ya da belki tüketmekten. Tennessee Williams, New York Times’da 8 Mart 1959’da yayımlanan ve Gençliğin Tatlı Kuşu, Arzu Tramvayı ve Sırça Biblolar adlı oyunlarının aynı yıl Penguin tarafından yapılan basımında önsöz olarak kullanılan yazısında da bu saptamalarımı onaylıyor:

bağımlılık, o gidince ben’imin anlamını yitireceği, benim yapayalnız kalıvereceğim korkusu en ünlü çocuk şarkımızda bile öğretilir anaokullarında daha yeni filizlenen ruhlara: “Mini mini bir kuş donmuştu, pencereme konmuştu, aldım onu içeriye, pır pır edip uçsun diye, pır pır ederken canlandı, ellerim bak boş kaldıııı!!” Bebeler elleri boş kalmasın diye pencereyi kapayabileceklerini, kuş kaçıp gitmesin diye renk renk, boy boy kafesler yaptırabileceklerini, hatta o kuşun boynunu kırıp içini doldurup duvara asabileceklerini de, hatta donan kuş pır pır edip canlanmasın diye içeri almamanın daha emniyetli olacağını (“aşık olursam acı çekerim diye korkuyorum” diyenler bunu daha iyi anlayacaklardır) alt metin olarak bu yaşlarda yazarlar bir yere, bunu nasıl yapacaklarını daha sonra yavaş yavaş öğrenirler. Bu şarkı, bahar dallarının, erguvanların açtığı bu günlerde, onların üstüne pek yakında inecek don gibidir. (Bile bile ladeslik doğada da var!)

yazgılaşır. Uzmanca yaklaşımlar para etmezse, yaratıcı etkinlikler, ya da her ikisi birden işe yarayabilir, ya da her ikisi de çocukken yazgılaşmış uzun ve uzatmaları oynanan bir intiharın artık doygunluk kazandığı yeter anıdır. İçinde tüysü ya da tüylü bir yaratık besleyen ayrıksı için kararı çok önceden verilmiş, yazgısallaşmış bir kırılıp dökülme halinin sonunun yaklaşmakta olduğunu yadsıma sürecidir hayat, uzatmaları kaçamak anlarla oynama sürecidir. Doğuştan ölüme, tasarımı yapılmış hayat yolunu, bu oluşu “çekilir ya da değerli ve anlamlı” kılma savaşımıdır onun her edimi...

Thomas Lanier Williams, ya da kısaca Tom, 26 Mart 1911’de Columbus, Mississipi’de Cornelius Coffin ile Edwina Dakin Williams’dan olma üç çocuktan ikincisi olarak prestij sahibi bir geçmişle dünyaya gelir. Tennessee eyaletinin ilk valisi baba tarafından akrabasıdır. Bu yüzden, üniversitede oda arkadaşı onu Tennessee diye çağırır ve Tom bu adı daha sonra mahlaz edinir. Tom’un aile hayatı tam bir felakettir. Annesi, Güney’in soylu yaşam tarzını (gentility) sürdürme hayal ve fantezileri olan hırçın bir kadın, büyük bir ayakkabı üretici firma adına seyyar satıcı olarak çalışan alkolik ve kumarbaz babası ise fazlasıyla mesafeli, öyle olmadığında da tacizkar ve şiddet yanlısıdır. Abla Rose duygusal olarak rahatsızdır ve zamanının çoğunu akıl hastanelerinde, kliniklerde geçirmeye mahkumdur. Williams, erkek kardeşi ve babasının gözdesi Dakin’den uzak durur hep. Annesi ile alkolik ve kumarbaz babası (alkol daha sonra yazarın da bağımlılığı olacaktır) hep kavga etmektedir. Bir gün, ablası Rose (daha sonra Sırça Biblolar’da karşımıza Laura karakteriyle çıkacaktır) böyle bir kavgadan öyle ürker ki evden kaçar. Baba, tanıdık herkese haber salar (15 yılda 16 kez ev değiştirmişler!). Rose bulunur ve beyninin önden bir kısmı alınır (lobotomi). Sylvia Plath’ın babasının bacağının kesilmesi gibi, bu olay da, Tennessee’yi derinden etkiler. Ablasını çok seven Tom, ilerde onunla yakından ilgilenecektir.

Hart Crane’in kırık dökük dünyada aradığı hayal meyal ya da serap aşkın, yalnız olanı tamamlayacak ötekinin gereksinimi, hatta ona

On dört yaşında öykü yazmaya başlar Tom. 16 yaşında ise “İyi Zevceden İyi Dost Olur Mu?” başlıklı

“Yazmanın, içinde kendimi son derece rahatsız hissettiğim gerçeklik dünyasından kaçış olabileceğini on dört yaşımdayken keşfettim. Yazmak çok geçmeden benim kaçış yerim, mağaram, sığınağım oldu. Nelerden mi kaçıyordum? Komşu çocuklarının bana nonoş (sissy) demesinden, babamın beni Nancy Haaanım diye çağırmasından; ben de büyükbabamın klasiklerden oluşan kocaman kitaplığında kitap okumayı yeğliyordum, misket, beyzbol ya da diğer normal çocuk oyunları oynamak yerine; bunun sebebi de çocukluğumda geçirdiğim ciddi hastalığım sırasında benim hayata dönmemi sağlayan ailemizin kadınlarına geliştirdiğim aşırı bağlılık.” Çıt kırılma noktası çok küçük yaşlarda

41


KAOS GL denemesiyle üçüncülük ödülü kazanır. Bir yıl sonra da Weird Tales (Tuhaf Öyküler) adlı seçkide “Nitocris’in İntikamı” adlı öyküsü yayımlanır. Heredot’un yapıtlarından yararlanarak yarattığı bu öyküde, Mısır kraliçesi Nitokris bütün düşmanlarını kuş sütü bile bulunan yeraltında bir ziyafette bir araya getirir. Ziyafetin, eğlencenin doruk noktasında Nil sularını tutan kepenkleri kaldırtır ve (Tennessee Williams’ın kendi ifadesiyle) “sevmediği konuklarını bir dolu fareymiş gibi boğar. (“Mini mini bir kuş donmuştu, pencereme konmuştuuu!) Yazar, daha on altı yaşında yaratıcı bir etkinlikle, edimle gerçek yaşamda yapamayacaklarını “tuhaf” yollarla yapmaya başlamıştır. Tom’un kanına tiyatro ise 1931 yılında Missouri Üniversitesi’nde okurken girer. İbsen’in oyunu Hayaletler’i izleyen Tom oyun yazarı olmaya karar verir. Fakat tam da gazeteciliğini de sürdürdüğü sırada, kötü baba Cornelius onu üniversiteyi bırakmaya ve kendisi gibi ayakkabıcılık işine atılmaya zorlar. Uluslararası Ayakkabı Şirketi’nde çok para vardır! Tom’un bu şirkette bir arkadaşı olur: Stanley Kowalski. Evet, adını Arzu Tramvayı’nda kullandığı dostu Stanley, daha sonra 1951 yılında Elia Kazan filminde genç Marlon Brando tipiyle belleklerimize kazınan yahşi vahşi.

“Sanırım, yazmaya başladıktan bir hafta sonra ilk engele tosladım. Nevrotik olmayan birine bunu anlaşılır kılmaya çalışmak zor, ama deneyeceğim. Bütün hayatım boyunca, bir şeyi ya da birini çok yoğun bir şekilde istemekle kendimi kolaylıkla incinebilir (vulnerable) bir durumda bırakmak olduğu saplantısından çektim en çok; bu durumda hayatta en çok isteyebileceğiniz şeyden büyük bir olasılıkla mahrum kalabilecek birisiniz. Daha fazla kurcalamayalım. O engel hep oradaydı ve hep olacak ve benim çok özlediğim bir şeyi elde etme, başarma şansım bu engelin sonu gelmez varoluşuyla ciddi bir şekilde hep azaltılacak.” Tennessee Williams, görüldüğü gibi çok küçük yaşlarda çıt kırılma noktasına baba zoruyla kaydını yaptırmış. Tom, daha sonra Washington Üniversitesi’ne kaydolur ama dikiş orada da tutmaz ve 1937 yılında ilişiği kesilir. Nihayet Iowa Üniversitesi’nden mezun olur. Öğrencilikle arası pek yokmuş gibi görünen Williams’ın bu arada birkaç oyunu yerel tiyatrolarda sergilenmiştir bile. The Mummers (Soytarılar) sahnelenen ilk oyunu olur. Meleklerin Meydan Muharebesi az tanıtım ve kötü eleştiri ve sansür ile karşılanır, oysa daha önce amatörce sahnelenen oyunları Güneşe Mumlar ve Kaçaklar St.Louis’de beğenilmiştir. Büyükşehir sevdası gelir sonra. Şikago’da iş bulamayınca New Orleans’a taşınır ve Tennessee

42

mahlazını burada kullanmaya karar verir; ekmeğini yazarlıkla kazanacağı artık kesindir. En önemli esin kaynakları birlikte büyüdüğü yazarlar, ailesi ve Güney eyaletlerinin yaşam tarzıdır. Yapıtlarıyla Tennessee Williams’ı en çok etkileyen şairler Lorca, Rimbaud, Rilke, Elizabeth Barrett Browning, Poe, Hart Crane (nereye gitse yanında Crane’in okunmaktan lime lime olmuş bir şiir kitabını götürürmüş) ve D.H.Lawrence olmuştur. Alevler İçinde Yükseliyorum Dedi Anka adlı oyununu D.H. Lawrence’a duyduğu saygı ve sevgiyle yazmıştır. Oyun Lawrence’ın ölümü üzerine kuruludur. Şiir, müzik, dans ve resim Williams’ın yaşamında ve yapıtlarında önemli yer edinmiştir. (Örneğin: Arzu Tramvayı'ndaki Poe, Crane, Browning’in şiirlerinden alıntılar ve diğer sanat dallarından örneklere yapılan göndermeler) Tennessee Williams’ın yazmaya başladığı yıllarda Amerikan yazınında ve sanatında işlenen temel konulardan biri de geçmişe özlemdir (nostalji), özellikle de İç Savaş dönemine (1860-65) ya da öncesine duyulan özlem. Kuzey Amerikalılar, iç savaş öncesi Güney’deki çiftliklerde süren amerikanvari aristokrat yaşamı işlemeyi severler. Bu dönemi işleyen yapıtların başında Amerikan popüler yazınının başyapıtlarından Rüzgar Gibi Geçti (1936) ortalığı kasıp kavurmaktadır; daha sonra romanın filmi de yapılır ve birçok Oscar toplayan film ve Vivien Leigh göz doldurur. Williams’ın çocukluğunda içine işleyen bu Güneyli kadınlar içinde erkek ziyaretçilere kapısı her daim açık olanlardan Amanda (Sırça Biblolar) kapıyı her açısında çıt kırılma noktasındaki bakire Laura bu yüzden biraz daha “tinge gelir” ya da “üzülür” (bu ikisi de anam Necibe Hanım’ın laflarıdır, her ikisi de koptu kopacak, delindi delinecek demekti ip, kumaş, ya da pamuklu yünlü giysiler için, Niğde-Borlu anamın ağzında). Sanatçı, bu çıt kırılma noktasını eğretilemeler, simgeler, ilkörneksel (arketipik) göndermeler, söylenler ve söylencelerden medet umarak bu tür yaşantıların kolektif belleğimizde hep olduğunu söylemeye çalışır. Bu yüzden Blanche eşcinsel olduğu için suçluluk duygusu yüklediği genç kocasının intiharının tabanca sesini, polka melodisini duyar, kendisi bu intihara sebep oldu diye suçluluk duyduğu için. Bunun için Laura’nın sırça biblolarından sadece bakirelere yanaşan ve İsa ile de masumiyet açısından özdeşleştirilen tek boynuzlu atın boynuzu, erkek kardeşi Tom’un alıp başını yad ellere çekip gitmesiyle Laura’nın hiçbir umudu kalmadığı anlamına kırılır, hayatında yaratılmış tılsımdan eser kalmayınca ip kopar ve Laura mumlarını söndürür. Bunun için, Blanche’ın ardına gizlendiği kağıt fenerin oyun sonunda yırtılıp atılması gibi, Macbeth’de ya da Katherine


KAOS GL Anne Porter’ın “Weatherall Ninenin Yüzüstü Bırakılışı” öyküsündeki gibi tümüyle yok olmadan önce mum söndürmekte kullanılır son soluk. Güneyli yazarlardan Flannery O’Connor, Carson McCullers ya da Truman Capote da bu incelikleri böyle bir dil ve biçemle anlatmakta usta başka sanatçılardır.

Yazar 1979 yılında Florida’ya döner ve Hemingway için de çok önemli olan ABD’nin en güney ucundaki Key West adasında ve St. Augustine’de dinlenmeye çekilir. Bu sırada da Baby Doll filmini oyunlaştırır ve bu oyun Hipodrom Eyalet Tiyatrosu tarafından Kaplan Kuyruğu (Tiger Tail) adıyla sahnelenir.

Tarihi nostaljinin yanısıra, Williams’in bilgisi dahilinde olan güçlü bir Güney yazını da vardı. Onunla çağdaş, en seçkin güneyli yazar ise Döşeğimde Ölürken, Ses ve Öfke gibi romanlarından da tanıdığımız nobel ödüllü ve kendisi gibi alkolizmin pençesindeki modernist bilinç akışı ustası William Faulkner en sevdiği yazarlar arasındaydı. Gerçek soyadı Falkner olan ünlü yazar Faulkner’ın yarattığı Yoknapatawpha, Williams’ın yaşadığı güney Mississippi bölgesine benziyordu. Güneyli yazarların çoğu 19. yüzyıl Amerikan yazarlarından, özellikle Edgar Allan Poe ve Nathaniel Hawthorne’un yapıtlarından çok etkilenmişlerdir. Williams’ı da gerek karakterlerini işleyişi, gerekse konularına yaklaşımında insan duyarlılığı açısından bu üç yazarın ve has şairlerinin bileşimi diye nitelemek yanlış olmaz. Örneğin, Arzu Tramvayı’nın bizim gündelik terminolojimizde “maganda, ayağı yere basan ve cinsel dürtüleri güçlü” erkek tiplemesinin dekadanlığı ve kaba kuvvetle işini halletmeye ya da şiddete yatkınlığı, her an incinmeye müsait kırılgan ve yitik Blanche DuBois tarafından dehşetle izlenir ve oyundaki temel izlek adını andığımız üç yazarın yapıtlarındaki karanlık ortamları, gotik havayı anımsatır. Blanche, Poe’nun Usher’ın Evinin Çöküşü öyküsünden fırlamış gibidir, ya da öyküdeki Roderick ile Madeline’in bir karışımı gibidir, hassasiyet ve neredeyse gerçek değilmiş gibiliği açısından en azından.

Williams, Güney yazınından çok etkinlenmiştir evet, ama bir o kadar da Güney’de geçirdiği çocukluğunun da etkisinde kalmıştır. Daha sonra nefretle andığı St. Louis’e taşınmadan önce çocukluğunun geçtiği yerleri cennet mekan olarak bu yüzden anar hep. Yazar, Güney sevgisinin onun yazın kariyerinde önemli bir itici güç olduğunu ve yapıtlarında bu yüzden özgeçmişsel izler bulunduğunu hiçbir zaman yadsımamıştır. Ama onun yapıtlarındaki Güney, artık yok olmuş, tükenip gitmiş, ardında da hüzünden başka bir şey bırakmamış bir Güney’dir. Onun aklında kalan ve hep sevdiği Güney, erdemli, soylu bir Güneydi, dini imanı para olan bir yaşam tarzı değil. Bu geçmiş kuşkusuz yüceltilmelidir.

İlk ticari başarısı 1945 yılında Sırça Biblolar ile gelir. Oyundaki baş karakterin adı da Tom’dur, engelli bir kızkardeşi vardır (Laura) ve evin egemenliğini elinde tutan ve Laura’yı eve gelip giden bir adamla (“ziyaretçi gentilmen”) evlendirmeye çabalayan Güneyli bayan tiplemesi Amanda (anneleri). Bu oyunda Williams’ın kendi ailesindeki ilişkileri anlattığına inanır herkes. Bu oyun sahneden kalktıktan kısa bir süre sonra 1947 yılında Arzu Tramvayı’nı bitirir Williams. Oyun sahnelenir sahnelenmez kahramanlarının adları Blanche DuBois ve Stanley Kowalski dillere destan olur. Arzu Tramvayı 1947 yılında yazara Donaldson, New York Tiyatro Eleştirmenleri ve Pulitzer ödüllerini getirir. Bu başarısını Kızgın Damdaki Kedi ile perçinler. Mississippi’de bir ailenin babanın kanser olduğu tanısından sonra düştüğü çıkmazlarının anlatıldığı ve belleğimize filminde Elizabeth Taylor ve Paul Newman’ın oyunculuğu ile kazınan bu oyunu ile Williams 1955 yılında bir kez daha kazanır Pulitzer Ödülü’nü.

43

Williams, bir yandan bildiği Güney’i anlatmak durumundadır, bir yandan da hayatının üzerine bir karabasan gibi çökmüş o “engel” ile de boğuşmak zorundadır. Hep olduğundan başka bilinmek yazgısı olmuş gibidir Thomas’ın. Yitireceğim, yenik düşeceğim korku karabasanı, hatta bazen dehşeti, anksiyetesi de eklenince buna, yapıtlarında yarattığı atmosfer hep biraz histeri, biraz şiddet atmosferi olmuştur. Williams bu gerçeği yadsımaz, hatta 1928 yılında kendisine 35 dolar kazandıran yayımlanan ilk öyküsünde de (“Nitokris’in İntikamı”), yani yazma ediminin başından beri bu atmosferin yapıtlarında hep olduğunu ve 14-16 yaşları arasında yazdığı öykülerinde oyun yazarlığında edindiği başarının temellerini attığını söyler. Broadway’de oynanan ilk oyunu Meleklerin Meydan Muharebesi de sahnenin elverdiği bütün şiddeti içerir. “Harika Çocuklar” şiirinde, Amerikan tiyatrosunun bu edepsiz romantiği bakın ne diyor:

“Şeytan, altın ya da mor renkli yaldızla kaplı barikatlar kurmuş, üslerine de Korku yazmış (ya da başka saygıdeğer başlıklar atmış), çocuklar ise bunların üstünden usulca atlıyor, her seferinde de geriye yabanıl kahkahalarını atıyormuş.” Yirmi yaşından başlayarak Ibsen, Strindberg ve Çehov’un etkisine giren Williams’ı Norveçli yazar Ibsen (18281906) onu özellikle geçmişin izlerinden kurtulamayan oyun karakterleri


KAOS GL yaratması konusunda etkilemiştir. Williams gibi acılar içinde bir çocukluk dönemi geçiren Strindberg (1849-1912) ise ona çocukluğun mahrumiyetlerini ve zihinsel dengesizlik konularının ufuklarını açar. Strindberg’in Bayan Julie’si Arzu Tramvayı’na bu açıdan öncülük etmiştir. Her iki yapıtta da üst sınıftan bir kadın, alt sınıftan bir erkeğin egemenliğine teslim olur. Williams, Sırça Biblolar, Bana Dokundun, Yaz ve Duman, Gül Döğmesi gibi oyunlarında şiddete yer vermediğini iddia eder. Ama onun simgecilerin, dışavurumcuların kullandığı imge, eğretileme, simgeleriyle ördüğü şiirsel biçeminde çıt kırılma noktasının anıştırılmasının getirdiği şiddet hep bir gölge gibi izler okuyucuyu. Okuyucu, Baudelaire’in eğretilemeler ya da simgeler ormanının karanlığından da ürker, kolektif bellek gereği. Williams, belki de bu yüzden şaşırır oyunlarındaki şiddet engelini eleştirmenlerin ve izleyenlerin kabul etmelerine şaşırır. Ansızın Geçen Yaz adlı oyunun başarısına bu yüzden çok şaşırmıştır, çünkü gene başarıya ulaşma olasılığı olduğu bir anda Amerikan ahlâk değerlerini hiçe sayıyor diye azarlanıp, hatta bir Amerikan geleneği olan zifte batırılıp üzerine de tüyler serpiştirilip rezil edilmeyi beklerken alkışlanması onda şok etkisi yapmış. Sanatçı, bu şoku için için ister. Keşke o zalim öteki, o üstbenleşmiş iç kaynana, ya da dungangalaşmış şu Tepegöz, Öcü ya da Gulyabani anlasa beni, beni ben olduğum için sevse.

Çok severim ben Tennessee Williams’ı. Yabancıların nezaketine, yabanıl kahkahalara, çıt kırılma noktasına kimse yabancı değildir de ondan.

Bunun için psikiyatriye de ilgi duymuş Williams 1958 yılında. Yapıtlarındaki ruhsal yaraların ayrımına varan psikoanalisti onun yapıtlarını okuduktan sonra, “Bütün bu nefret, öfke, bu gıpta neden?” diye soruverince rahatsız olmuş Thomas ve uzun süre psikoanalistinin kanepesi ile Karayip Adaları arasında gidip gelmiş ve sonunda nefretin Williams’ın ya da yapıtlarının belirleyici bir özelliği olmadığı konusunda doktoru da kendisi de hemfikir olmuş. “Nefret değil ama” diyor Williams, “öfke, evet; gıpta, evet! Bence nefret, ancak hiç anlayış olmayan bir yerde varolan bir şey, bir duygudur. İyi doktorlarda bu yoktur, çok önemli bu. Hastaları bıkıp usanmadan sadece işkence altındaki egolarına manyakça yoğunlaştıklarında ne denli nefret uyandırıcı gibi görünseler de onlardan nefret etmezler.” Böylece, diyebilirim ki yaratıcı etkinlikler sırasında yarattığı kahramanlarda kendini iyileştirmiştir Williams, yarattığı ve bugün de hâlâ capcanlı yaşayan karakterleri sayesinde dış mihrakların ona yüklediği “sen sevilmeye layık değilsin yaratık!” yaftasından,

44

etiketinden ölümcül son “amiral battı” yarasını almasını engellemiş ve içindeki yaralı ama yaratıcı çocuk onun engelleri usul usul atlamasını sağlamıştır. Çünkü Williams, yarattığı karakterlere okuyucunun ya da izleyicinin saldırmasını istiyorsa, kendisindeki bir özelliği mutlaka o karaktere yedirmiştir. “Bende

olduğu için bildiğim bir insan zayıflığı olmadıkça sahnede sergileyemiyorum,” diyor Williams. Amerikalının Püriten ya da Güney’in Protestan mirasından dolayı ya da genel olarak Hıristiyanların doğuştan suçlu oldukları inançları yüzünden Williams suçun evrensel olduğunu düşünür. Malum, ilk insan adem babamız elmayı yiyince, insanoğlu ayvayı yemiştir (“In Adam’s Fall, We Sinned All”: Püritenlerin ABC’si böylelikle A harfini, yani zinanın –adultery- Z’sini ve on emirden birini hiç unutmasınlar diye çocukların beynine böyle kazır!). Salt bu suçluluk duygusundandır ki (bunu Williams da kabul eder) agresyon ile yadsımaya çalışabiliriz doğuştan suçlu oluşu ya da düşlerimizin, rüyalarımızın umarsızlığın karanlığına teslim olmasına izin veririz, salt bu yüzden birbirimize olan güvenimizi yitirir, paranoyak zeminler üzerine sereriz döşeğimizi. Amerika’nın en önemli oyun yazarlarından Eugene O’Neill’in en sevdiği “her derde deva” Nietzsche özdeyişi şuymuş: “Eğer dans eden

bir yıldız doğurmak istiyorsanız, içinizde kaos olmalı.” Tennessee Williams’ın yıldızları yardımcı olmuş kırılıvermemiş.

da

yazar

hemen

çıt

Ama çıt kırılmamak için yaratı sürecinde gerekli, en azından kendine yarayan ilacı Aristo’nun trajedi kavramında bulmuş. Gene Eugene O’Neill der ki, “Modern insanın ulaşılmazın peşinde koşup trajik olması beni hep heyecanlandırmıştır.” Her iki oyun yazarı için de geçerlidir bu heyecan çünkü ancak bu heyecanla antik Yunan ve Elizabeth dönemi (örneğin Şekspir) trajedi kahramanlarına taş çıkaracak modern trajedi kahramanları yaratmışlar, bu karakterlere trajik bir yücelik kazandırmışlar, kendilerini de çoğunlukla bu kahramanlarla özdeşleştirince de ama doğru ama yanlış bir terapi yapılmış (Başkalarının giy dediği maskeleri giymeyi reddederken, kendi yaptıklarımızı giymeyi sevmek) Williams, bu yöntemin en azından hayatın anlamsızlığına ve ölümün saltıklığına karşı direnirken işe yaradığını söylüyor. Alkolün renginin olmayışı da bu yüzden midir ki? Ancak alkolle mi bellek zayıflar da (Psikiyatrist Cem Mumcu’nun rakıya su katıp onu beyazlatmaktan kastı bu değil midir?) hayat böylece daha tahammül edilir hale gelir (mi)? Williams’ın oyunları “bellek oyunları” diye de anılır. Bellek piyeslerinin üç önemli yapısal


KAOS GL ve tuhaf rastlantıyı yazamamış.

özelliği vardır: 1. Kahraman ciddi ve etkileyici bir yaşantıdan, deneyimden geçer. Başına bir iş gelir, ya da. 2. Bu yaşantı yüzünden zaman, Williams’ın sözleriyle, “arest olur” yani durur, yani tutuklanır, yani zaman kendi üstüne kapanır. 3. Kahraman bu halden bir anlam çıkarmaya ve/ya da bu üstüne kapanma halinin üstesinden gelmeye çalışır. Hassas ve uyumsuz bireyi bu kapana kıstıran, onun üstüne kapanıp binbir çeşit hücrelere tıkan, onu kör kuyularda bırakıp traji-komik hallere düşüren, Williams’a göre de, geleneksel toplumdur, böyle bir toplumun sözde emniyetli yaşam söylemidir. Williams, 23 Şubat 1983 yılında tuhaf bir şekilde eceliyle (ne demekse?) ölüverir. Sürekli bir çıt kırılma halini sürükleyip durma savaşımı sırasında küçük bir dalgınlık işte. Göz ilacının plastik kapağını yanlışlıkla uyku hapı diye yutunca soluksuz kalıp boğularak ölüverir yazar. Nerede mi? Bakın orası daha da tuhaf. Evet, tuhaf bir dalgınlık, tuhaf bir rastlantı eseri New York’ta Elysee Hotel’de. Arzu Tramvayı’nda Blanche DuBois’nın aklını tümüyle yitirdiği yer, yani Kowalskilerin yaşadığı binanın adı da Elysian Fields’dır, yani, tersinlemeli de kullanılmış olsa, “Cennet Bahçesi.” Ne Key West’de, ne de New Orleans’da...ama bir sürü gezgin, meczup ve ayrıksının sığınağı haline gelmiş bu otelde yapıtlarındaki anti-kahramanlarına biçtiği trajikomik ölümlere, yok oluşlara benzer gidişi. Hayatı boyunca cinsel tercihini özgürce yaşayamayan, geleneklerin ve kilise merkezli yaşamın baskısı altında bunalan ve dine yabancı yaşamış yazar hep uzak durduğu kardeşinin isteği üzerine St.Louis’de katolik bir törenle toprağa verilir. Ölümünden sonraki gazete haberlerinde ise oyunlarında ve senaryosunu yazdığı filmlerde oynayan ünlü oyuncuların fotoğrafları yer alır. Örneğin, Jessica Tandy, Marlon Brando, Geraldine Page, Paul Newman, Maureen Stapleton, Eli Wallach, Tallulah Bankhead, Burl Ives, Katherine Hepburn, Elizabeth Taylor, Montgomery Clift, ve Bette Davis. ABD’nin en önemli oyun yazarlarından biri, Güney’in ise en büyüğü olarak anılacaktır artık. Elia Kazan onun için şöyle demiş: “Yaşamındaki her şey oyunlarındadır ve oyunlarındaki her şey yaşamında.” Yaşamına hakim olmuş çıt kırılma halinin sanatına da hakim olmasını da birçok ödülle süslemiş yazar. Yaratıcı edimlerinde, Blanche’ın aradığı büyüyü, tılsımı bulduğuna inanmış mıdır bilemeyiz ama bir tek o dalgınlığını

45

Çok severim ben Tennessee Williams’ı. Yabancıların nezaketine, yabanıl kahkahalara, çıt kırılma noktasına kimse yabancı değildir de ondan. Tennessee Williams’ın Başlıca Yapıtları Oyunları:

27 Wagons Full of Cotton, and Other One Act Plays. Norfolk: New Directions, 1945.

American Blues. New York: New York Dramatists Play Service, 1948. Camino Real. Norfolk: New Directions, 1953. Cat on a Hot Tin Roof. New American Library, 1955. Clothes for a Summer Hotel: A Ghost Play. New York: New Directions, 1983. Battle of Ages. Murray, Utah: 1945. Dragon Counting, A Book of Plays. New York: New Directions,1970. The Eccentricities of a Nightingale. New York: New Directions,1964. Five Plays. London: Secker & Warburg, 1962. The Fugitive Kind. New York: American Library, 1960. Garden District. London: Secker & Warburg, 1959. The Glass Menagerie. New York: New Directions, 1945. Grand. New York: House of Books, 1964. I Rise a Flame, Cried the Phoenix. Norfolk: J. Laughlin, 1951. In the Bar of a Tokyo Hotel. New York: Dramatists Play Service, 1969. Kingdom of the Earth. New York: New Directions, 1968. A Lovely Sunday for Creve Coer. New York: New Directions, 1980. The Milk Train Doesn't Stop Here Anymore. New York: New Directions, 1964. The Mutilated. New York: New York Dramatists Play Service, 1967. The Night of the Iguana. New York: New Directions, 1961. Not About Nightingales. New York: New Directions, 1998. Orpheus Descending. London: Secker & Warburg, 1958. A Perfect Analysis is Given by a Parrot. New York: New York Dramatists Play Service, 1958.

Period of Adjustment. New York: New Directions, 1960. The Red Devil Battery Sign. New York: New Directions, 1988. The Remarkable Rooming-House of Mme. LeMonde. New York: Albondocani Press, 1984.

The Rose Tattoo. New York: New Directions, 1951. Small Craft Warnings. London: Secker & Warburg, 1973. Something Cloudy, Something Clear. New York: New Directions, 1995. Steps Must Be Gentle. New York: Targ, 1980. Stopped Rocking and Other Screenplays. New York: New Directions, 1984. A Streetcar Named Desire. New York: New Directions, 1947. Suddenly Last Summer. New York: New Directions, 1958. Summer and Smoke. New York: New Directions, 1948. Sweet Bird of Youth. New York: New Directions, 1959. The Two-Character Play. New York: New Directions, 1979. Vieux Carre. New York: New Directions, 1979. You Touched Me! New York: S. French, 1947. Düzyazıları: Eight Moral Ladies Possessed. New York: New Directions, 1974. Hard Candy. New York: New Directions, 1959. It Happened the Day the Sun Rose. Los Angeles: Sylvester and Orphanos, 1981. The Knightly Quest. New York: New Directions, 1966. Moise and the World of Reason. New York: Simon & Schuster, 1975. One Arm, and Other Stories. New York: New Directions, 1967. The Roman Spring of Mrs. Stone. London: J. Lechmann, 1950. Short Stories. New York: Ballentine, 1986. Three Players of a Summer Game. London: Secker & Warburg, 1960. Şiirleri: Androgyne, Mon Amour. New York: New Directions, 1977. Five Young American Poets. Norfolk: New Directions, 1944. In the Winter of Cities. Norfolk: New Directions, 1956. Diğer Yapıtları: Baby Doll: Senaryo. New American Library, 1956. Blue Mountain Ballads. New York: Schlimer, 1946.

Five O' Clock Angel: Letters of Tennessee Williams to Maria St. Just, 1948-1982. New York: Knopf, 1990.

Letters to Donald Windham. New York: Holt, Rinehart, 1977. Lord Byron's Love Letter. New York: Ricodi, 1955. (Libretto by TW). Memoirs. Garden City: Doubleday, 1975. The Notebook of Trigorin: A Free Adaptation of Anton Chekhov's The Sea Gull. New Directions, 1997. Where I Live. New York: New Directions, 1978.


KAOS GL

B. H. ERGEN

KAOS GL Dergisinin Nisan-Mayıs 2000 tarihli üçüncü sayısında Ankara Üniversitesi'nden, şiir ve öykü kitaplarıyla tanıdığımız Yusuf Eradam'ın Allen Ginsberg'e ağırlıkla yer verdiği Beat Kuşağı ile ilgili bir yazısı yayınlanmıştı. Eradam, bu yazısında Allen Ginsberg'in sadece eşcinseller için değil tüm Amerikan hatta Dünya edebiyatı için ne denli önemli bir isim olduğunu çok iyi anlatmış. Hatta, yazısını bitirirken, beatnikler için -belki de onlardan esinlendiği cesaretle- "...onlar cesaretle Amerikan toplumunun ve genel olarak Batı'nın çökmüş, kokuşmuş yanlarına parmak basmasalardı, bugün Amerikan sinemasında

Matrix, American History X, Natural Born Killers, hatta American Beauty ya da Amerika dışından Trainspotting ve La Hain gibi filmleri

Ferlinghetti beat kuşağının en önemli şiirlerini yayınlamakla kalmamış, belki de en güzel örneklerini yazmıştır.

izleyemezdik... Hatta Küçük İskender olmazdı belki. Akımlar, ... miatlarını doldurup kaybolabiliyorlar ama, sonraki kuşaklara yapıtlarını, etkilerini, soluklarını hep bırakıyorlar." diyor. Eradam'ın sinema zevkini ortaklaştığımı itiraf etmeliyim. Beat Kuşağı'ndan Burroughs, Ginsberg gibi pek çok büyük isim geçtiğimiz yıllarda aramızdan ayrıldı. Amacım "yaşatacağız" gibisinden sadakat gösterisi yapmak değil, ancak şunu söylemem gerek: bunlardan biri, kuşağın en önemli şairlerinden birisi olarak kabul edilen Ferlinghetti yaşıyor. Pek çok aykırı şair gibi bahar aylarında doğmuş olan Ferlinghetti bu Mart'ta 82 yaşına basacak. Bu yazıda da Ferlinghetti'yi tanıtmak istiyorum. Ferlinghetti, 1950'lerde ortaya çıkan beat hareketinin kendine has toplumsal anlayışından bağımsız ele alınamaz. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan genel konformizm havası karşısında beat'ler toplumdaki marjinallerle bütünleştikleri bir yabancılaşma süreci yaşamışlardır ve o zamanlar kendilerini anarşist olarak tanımlamışlardır. Ferlinghetti'nin "superrealist" olarak bahsettiği bu şair, yazar ve ressamlar arasında Orlowski, Ginsberg, Burroughs, Kerouac gibi Amerika'nın ilk açık eşcinselleri bulunmaktadır. Ferlinghetti, bir eşcinsel olmamasına karşın, yayıncılık ve mekan sağlama konusundaki etkililiği ile adeta beatniklere ev sahipliği yapmıştır. Uzun yıllar Ginsberg'in en yakın arkadaşı olduğunu biliyoruz. Lawrence Ferlinghetti, New York'un Yonkers adlı semtinde, 24 Mart 1919'da doğdu. Lawrence'ın babası o doğmadan birkaç ay önce öldü. Lawrence bir yaşına geldiğinde annesinin dayısı Ludwig Mendes-Monsanto ve karısı

46

Emily'nin yanına taşındı. Lawrence'ın annesi, Clemence, ruhsal sorunlar yaşadığından bir devlet hastanesine kaldırıldı. Kısa süre sonra da Lawrence, büyük dayısı ve eşi tarafından evlat edinildi. Bir süre sonra evlilik sorunları yaşamaya başladılar. Barıştıktan hemen sonra da, Ludwig ve Emily ciddi mali zorluklar yaşadı ve Lawrence'ı yetiştirme yurduna vermeye karar verdiler. Sekiz ay sonra Emily Ludwig'ten ayrıldı ve Lawrence'ı yetiştirme yurdundan aldı. Emily ve Lawrence Bronxville, New York'a göçtüler. Lawrence Ferlinghetti daha sonra Chapel Hill'deki North Carolina Üniversitesi'ne girdi. Lawrence üniversitede öğrenciyken, Üniversite gazetesinin basım yöneticisi oldu ve 16 yaşında yazmaya başladığı şiirlerini yazmayı sürdürdü. Üniversiteden mezun olduktan sonra, Lawrence Birleşik Devletler Donanması'na yazıldı ve II. Dünya Savaşı süresince hizmette bulundu. Donanmadan terhis olduktan sonra Bronxville'e geri döndü ve Columbia Üniversitesi'nde lisansüstü eğitim görmeye başladı. Yüksek lisans derecesini aldıktan sonra Fransa'ya gitmeye karar verdi, burada Paris'te Sorbonne'da doktorasını yaptı. Doktora tezinin başlığı 'The City as Symbol in Modern Poetry: In Search of a Metropolitan Tradition' idi. Doktorasını tamamladıktan sonra, Lawrence San Fransisko'ya göç etti, burada Peter Martin ile birlikte "City Lights" (Charlie Chaplin'in bir filminden esinle) adlı bir dergi çıkarmaya başladı. Kısa süre sonra, ikisi ofislerinin altında bir kitapçı dükkanı açtılar ve kitapçıya derginin ismini verdiler. Dergi ikinci katta çalışmaya devam etti. Bugün dünyadaki en ünlü kitapevlerinden biri olan City Lights kitapevi, hâlâ ilk açıldığı yerde durmaktadır. City Lights, onun sorumluluğunda, Allen Ginsberg'in "Howl and Other Poems" (Uluma ve Başka Şiirler) ve Frank O'Hara'nın "Lunch Poems" (Öğle Yemeği Şiirleri) gibi önemli kitapları bastı. Allen Ginsberg'in "Howl (Uluma)"sını yayınlayan ilk yayıncı oydu. Aslında, "Howl" yayınlandıktan sonra, Ferlinghetti açık saçık ve ahlaka aykırı yazıları bilerek ve isteyerek basma ve yayma suçundan dava edildi. Daha sonra bütün iddialardan suçsuz bulundu. "Howl"un yayınlanmasını izleyen müstehcenlik davasının hikayesini anlattığı "Horn on Howl"u yazdı. Belki de, bu dava Ginsberg'in ve diğer Beat şairlerinin tanınmasına aracılık etmiştir.


KAOS GL Ferlinghetti beat kuşağının en önemli şiirlerini yayınlamakla kalmamış, belki de en güzel örneklerini yazmıştır. Ferlinghetti'nin kendi şiirleri birçoklarınca "A Coney Island of the Mind," (Aklımdaki Coney Island) (Coney Island, New York'un Brooklyn ilçesinin güneyinde yer alan bir eğlence merkezi) adıyla 1958'de çıkardığı bir şiir kitabının devamı olarak düşünülür. Bu kitap bugün tüm dünyada bir milyonun üzerinde baskıya ulaşmış olmasına karşın, hâlâ Türkçe'ye çevrilmemiştir. Son kitabı "A Far Rockaway of the Heart"'ın ilk baskısı 1997'de Allen Ginsberg'in ölümünden sonra yapılmıştır. Kitap Nancy Peters ve Allen Ginsberg'e ithaf edilmiş, Ginsberg'le aralarında geç yaşlarda ortaya çıkan anlaşmazlıklara işaret edercesine "eğer isterse" diye eklemek de unutulmamıştır. Ünlü şiirleri arasında din üzerine siyasi yorumların yer aldığı "Sometime During Eternity" (Sonsuzlukta Bir Zaman), en yakın arkadaşı olan köpeği Homer Ferlinghetti'den esinlenerek yazdığı "Dog" (Köpek), "Autobiography," "Tentative Description Of A Dinner To Promote The Impeachment Of President Eisenhower" (Başkan Eisenhover’ın Suçlamasını Desteklemek İçin Verilen Ziyafeti Betimleme Denemesi), "One Thousand Fearful Words for Fidel Castro" (Fidel Castro İçin Korku Dolu Bin Sözcük), "Where Is Wietnam?" (Vietnem Nerede?) sayılabilir. Şiir Sanatı," "Fidel Castro İçin Korku Dolu Bin Sözcük," "Goya'nın Büyük Sahnelerinden," ve "O" adlı şiirleri, Ferid Edgü/Orhan Duru çevirisiyle, Allen Ginsberg'in biri kitaba adını veren yedi şiiriyle birlikte amerika adıyla 1976 ve 1985’te Ada Yayıncılık, 1998’de Altıkırkbeş Yayın tarafından basıldı. Ferlinghetti'nin şiirleri kolayca anlaşılır ve insana yakın gelen şiirlerdir. Temalarını anlatırken günlük dili kullanmayı seçmiştir. Şiirlerinde sıklıkla Amerika'daki toplumsal sorunlara değinir. Topluma dışardan bakan biri gibi kaleme aldığı şiirlerinde, aslında geleceğe yönelik umutlarını dile getirmektedir. Ferlinghetti Beat'ler içinde en fazla siyasete ağırlık verenlerden biridir. Ferlinghetti'yi bir politik aktivist olarak tanımlamak yanlış olmaz. Şiir serüveni Amerika'nın 1960, 1970, 1980 ve 1990'lardaki siyasi tarihini yansıtmaktadır. Ancak "aktif"liği sadece özgürlükçü nedenlere dayanır. Pasifist bilincini kısmen, savaş zamanında Nagasaki'ye atom bombası atılmasından altı hafta sonra bu kente gönderilmesini de içeren yaşantılarıyla açıklamaktadır. Lawrence Ferlinghetti'nin eserleri arasında onüç şiir kitabı, ikisi roman beş düzyazı, iki oyun kitabı ile Prevert ve Pasolini'den yaptığı iki çeviri yer almaktadır. Hâlâ sahibi olduğu

47

City Lights kitapevi yüzlerce kitap basmıştır. Bütün bunlar, Lawrence Ferlinghetti'yi Amerikan Beat Edebiyatı'na katkıda bulunan en önemli kişilerden biri yapmıştır. Lawrence Ferlinghetti 1999'da San Fransisko kentinin ilk "poet laureate"i, yani önemli olayları yazmakla görevli paye verilmiş şairi olarak atandı. San Fransisko Belediye Başkanı tarafından verilen bu paye, eskiden saray şairlerine verildiğinden Ferlinghetti, bu ünvanı kabul ettiği için eleştirilere uğradıysa da, bu ünvanı "Halkın Poet Laurete'i" olduğu gerekçesiyle savundu. 24 Mart'ta 82 yaşına girecek olan Lawrence Ferlinghetti San Fransisko'da yaşamını sürdürmektedir. San Francisco Cronicle adlı günlük gazetenin aylık çıkardığı "The San Francisco Cronicle Book Review" ekinde "Poetry As News" adlı köşesinde yazılar yazmaktadır. Eserleri: Şiirler: - Pictures of the Gone World - City Lights, 1955. (Yitik Dünyanın Resimleri) - A Coney Island of the Mind - New Directions, 1958. (Aklımdaki Coney Island) - Starting from San Francisco - New Directions, 1961. (San Fransisko'dan Kalkış) - An Eye on the World: Selected Poems - MacGibbon & Kee, 1967. (Dünyanın Üzerinde Bir Göz) - The Secret Meaning of Things - New Directions, 1969. (Eşyanın Gizli Anlamı) - Back Roads to Far Places - New Directions, 1971. (Uzaklara Dönüş Yolları) - Open Eye - Bound with Open Head by Allen Ginsberg - Sun Books, 1972. (Açık Göz) - Open Eye, Open Heart - New Directions, 1973. (Açık Göz, Açık Kalp) - Who Are We Now? - New Directions, 1976. (Şimdi Biz Neyiz?) - Northwest Ecolog - City Lights, 1978. (Kuzeybatı Çevrecisi) - Landscapes of Living and Dying - New Directions, 1979. (Yaşamın ve Resmin Peyzajı) - A Trip to Italy and France - New Directions, 1980. (İtalya ve Fransa'ya Bir Gezi) - Endless Life: Selected Poems - New Directions, 1981. (Sonsuz Yaşam: Seçme Şiirler) - Over All the Obscene Boundaries: European Poems and Transitions - New


KAOS GL Directions, 1984. (Müstehcenlik Sınırlarının Ötesinde) - Wild Dreams of A New Beginning - New Directions. (Yeni Bir Başlangıcın Vahşi Hayalleri). - These Are My Rivers: Selcted Poems - New Directions. (Bunlar Benim Nehirlerim) - A Far Rockaway of The Heart - New Directions, 1997. (Kalbimdeki Far Rockaway) Düzyazı: - Her - New Directions, 1960. (Onun; roman, Olcay Boynudelik'in çevirisiyle Altıkırkbeş Yayın tarafından 1997'de yayınlandı). - Love in the Days of Rage - New Directions. (roman) - Tyrannus Nix? - New Directions, 1969. (Tiran Hayır?) - The Mexican Night - New Directions, 1970. (Meksika Gecesi) - Literary San Francisco: A Pictoral History from its Beginnings to the Present Day With Nancy Joyce Peters -

COME LIE WITH ME AND BE MY LOVE Come lie with me and be my love Love lie with me Lie down with me Under the cypress tree In the sweet grasses Where the wind lieth Where the wind dieth As night passes Come lie with me All night with me And have enough of kissing me And have enough of making love And let my lizard speak to thee And let our twoselves speak All night under the cypress tree Without making love

City Lights/Harper and Row, 1980. (San Fransisko Edebiyatı) - Seven Days in Nicaragua Libre - City Lights Books, 1984. (Özgür Nikaragua'da Yedi Gün) - When I Look at Pictures - Peregrine Smith Books, 1990. (Resimlere Baktığımda) Oyunlar: - Unfair Arguments with Existence - New Directions, 1963. (Varoluşla Haksız Tartışmalar) - Routines - New Directions, 1964. (Alışkanlıklar) Çeviriler: - Paroles, Jacques Pervert. - Roman Poems, Pier Paolo Pasolini. Sanat: - Leaves of Life, Vol. I - Leaves of Life, Vol. II

GEL KOYNUMA GİR SEVGİLİM OL

Gel koynuma gir sevgilim ol Koynuma gir sev beni Gel uzan yamacıma Serviler perdemiz Çimenler yatağımızken Rüzgar mezarına çekildiğinde Rüzgarın sesi dindiğinde Ve gece usuldan geçerken Gel koynuma gir Sabaha dek uyuma Dilediğince öp beni Dilediğince seviş Kertenkelem konuşsun hadi Ve bırak yalnız ikimiz konuşalım Servilerin altında sabaha dek Sevişmeden

Çeviren: B. H. ERGEN STARTING FROM SAN FRANCISCO Poems by Lawrence Ferlinghetti

48


KAOS GL

Kavafis, "Ben ihtiyarlığın şairiyim" diyor. Bugünün şiiri, "eski" şairlerle hesaplaşmadan yazılan bir şiirdir. Bugün, sisli, belirsiz, savruk, buğuntulu iç tıslamalı, kapalı, çok içsel bir şiir yazılmasının nedeni de budur. Elbette bugün tamamen böyle bir şiir yazılmıyor. Ama bazı düzyazı'cıların düzyazının şiirin önüne geçtiğini iddia etmelerinde de haklılık payı yok değil. Lakin bu düzyazıcı'lar savunularını temellendiremiyorlar, temellendiremezler de. Zira, düzyazı ile şiir kıyası yapmak abesle iştigaldir. Çünkü, düzyazı sistem tarafından daha kolayca terbiye edilebilir, şiir ise her zaman 'terbiyesiz'dir. Bugünün şiir dünyasının (1990-2000) önemli bir eksikliği ise yeni şiir eleştirmenlerinin olmaması veya azlığıdır. Bir şiir eleştirisinin felsefi çerçevesi, sosyolojik, hatta psikolojik ve toplumsal çerçevesi, en az bir şiirin estetik ve teknik yönden eleştirisi kadar önemlidir. Bugünün şiirinde ayrıca salt sorun şiir eleştirmenliğinin gelişmemiş olması da değildir. Bugünün şiirinde nesnelere yeterince aldırış edilmeyen bir işlevsizlik de var. Şiirde nesnelerin tadını çıkaran şairlerdeki yaşamın dinamikliği, bugünkü şiirde yok. Bugünün içe kapanık, buğulu sesli şairleri, taşlara, otlara, kurtlara, karıncalara ölü varlıklarmış gibi bakıyorlar. Ama, nesneler dünyası bizim dünyamızdan daha zengindir. Foucault'nun "Dünya şeylerin evrensel yakınlığıdır" sözü nesnelerin ne kadar önemli olduğunun göstergesi değil midir? Bir şairin kaldığı yerle, gezdiği yerle ilgilenmesi şiiri için bir gerekliliktir. Bugünün şiirinde, şairin yaşadığı çevreye ilişkin gözlemi, ilgisi, özgün bir ilgi ve gözlem değildir. Böyle olunca da, şiir, İstanbul'un Taksim'ine, Taksim'in İstiklal Caddesi'ne, İstiklal Caddesi'nin Çiçek Pasajı'na sıkıştırılmıştır. Ankara'nın Sakarya Caddesi'ne, Konur Sokağı'na, İzmir'in Alsancak'ına, Diyarbakır'ın Ofis'ine sıkıştırılmıştır, şiir. Bugün Orhan Veli ya da diğer şairlerin yazdığı gibi bir İstanbul şiiri yazılmıyor. Bunun nedeni çoğu şairin, şiir kahvehanelerinde oturup imge avcılığı yapmalarından kaynaklanıyor. Elbette kahvehanelere, barlara da imge uğrar. Ama, kaç imge uğrayabilir bir bara. Şair bir bitkiyi inceler gibi, yaşadığı kenti, toplumu incelemek zorundadır. Bir şiirin felsefi boyutu da olmak zorundadır ayrıca. Şair aynı zamanda bir toplumbilimci'dir

49

çünkü. Felsefe ile şiirin ilgisini kurmak gerekiyor. Şairlerin felsefeyle beslenmelerinin onların şiiri için büyük yararları olacaktır. Ancak, elbette ve örneğin Berkley'in mistisizmine de ilgisiz kalınması bir kayıptır. Şair, dünyayı harflerle ifade eder çünkü. Şair, yeryüzüne her gün yeniden bir anlam vermek zorundadır. Yeryüzündeki bütün nesneler, şair için birer harftir. Nesneler sestir, kokudur, harftir. Nesneleri görmezse bir şair, artık, onun için yeryüzü diye bir şey kalmaz. Büyük bir şiir, sürvenlere ve nesnelerin harfler dünyasına girilerek yazılır. Bir nokta, bir virgül bile, usta bir şair tarafından görsel bir imgeye çevrilebilir bir şiirde. Ama bugünün şiirinde hiç bir görsel, düşünsel imge oluşturmayacak, garip noktalama işaretleri yapılıyor. Bir şair, sadece sessel, görsel anlamlarla-imgelerle yetinmez, bir şair, bir noktanın, virgülün, bir çizginin bile şiirde bir hayatı olduğunu, olacağını bilmek zorundadır.

Bayram BALCI

Bugünün şiirinde önemli ve ciddi bir dil sorunu da var. Dil, bir şairin aracı gibi algılanıyor. Evet, dil bir araçtır denilebilir. Ama dil "belki" şiirin kendisidir. Çünkü şiir, dilin söze-yazıya dönüşmemiş halinin ifadesidir. Şiirin kendisidir dil ama, bir varlık sorunu olarak alındığında ancak budur. Dil, dilden yararlanmaktan çok, dilin kendisi olma koşuluyla ele alınmalı. Bir şair, dili araç olarak kullanmaya kalkışmamalı. Dil yapımında hep bir yolculuğu imler. Şair, o yolculuğa başlamak için çıkar ve dahası bu çıkışta hiç bir amaç gütmez. Şair için, kendiliğinden bir yolculuktur dilin işlevi. Dil, şairin elinden tutmaz, görmez onu. Dil'in kendiliğinden bir yolculuğu vardır. Ve şaire bir yolculuğu başlatmıştır, şair onu izlemek zorundadır... Dil, anlamın ta kendisidir, ama kullandığı anlamı görmez. Şair de görmek istemez. Dil elle tutulur gibidir. Bir varlıktır. Dil kendi sonunu ve ölümünü kendi içinde taşır. Foucault'nun betimlediği gibi; "Döner tinle ölür ölü: Sen benim dönen tinim değilsin; Çok pis kokuyorsun.", "Dünya, şeylerin yalnızlığıdır." Her güneş battığı yeri sorar. Doğa kendi bağrında bir yerleşim alanı sunmuşken, insanoğlu evini çukura kazmıştır. Doğa da her şeyi görmüştür. Bir kuş cehennemi görmüştür. Dünyada, bir taş kadar masum ne vardır? Evet, şiir her yerdedir. Dünyada şiir kadar masum ne vardır?

şiir her yerdedir. Dünyada şiir kadar masum ne vardır?


KAOS GL

A. GALİP

Uyandığında, "içtimaya geç kalıyorsun" diyen hayali bir sesin kulaklarında devam eden çınlamasını odada uygun bir yere yerleştirmek için epeyce uğraştı. Yatağın içinden hafifçe doğrulup ikiye katladığı yastığı sırtına dayayarak nerede ve kim olduğunu hatırlatabilecek bir işaret arıyordu. Başında şiddetli bir ağrı dolaşıyor, ağzı zehir gibi, dili pas tutmuştu sanki. Derhal mevzi değiştirmesi gerektiği yönünde bir his vardı içinde. "Yataktan kalkmalı, odadan çıkmalı, durum raporu vermeliyim" diye geçirdi aklından. Her tarafı kitaplarla dolu bir odada olduğunu işte o zaman fark etti. Üst üste istif edilmiş 78 sıra halinde kitaplar. Yatağının tam arkasında perdeleri çekilmiş pencere vardı. Ön, sol hizada masa ve üzerinde gelişigüzel dizilmiş farklı kitaplar. Masanın bitişiğindeki kapıdan bir an önce çıkma isteği duydu içinin derinliklerinde. Sağ tarafına dönüp sıralı kitapları okumaya çalıştı; "Türkiye, Stella ve Ben" Hale Koray; "Müntehir Aşklar" A. Galip; "Sana En Çok Kırmızı Yakışırdı" Burhan Öztürk; "Katedralden Düşen Kuş" Reha Yünlüel; "Hüzünlenme Düşleri" Yusuf Altunel; "Kartal mı Güneş mi" Octavio Paz; "Söz Yaksın Kendini’’ Sabahattin Umutlu; "Yüzünü Temiz Tut Ecel Her An Gelebilir" Halil İbrahim Özcan... "Ecel" sözcüğü ona hiç yabancı gelmiyordu. Bir şeyler hatırlıyordu sanki. Bir iz bulmak için yeniden inceledi kitapları, her birinden en az 100-150 adet vardı. Kitapların üzerindeki Virtüel Yayınları’nı okuduğunda alnını ter bastı(Görünmez bir elin projektörle aydınlanan o sahne:Ankara’nın Abidinpaşa semtinde 1991 kışının zorlu ayazına karşı koyan daracık bodrum katı. Buharlaşan cama vuran serçe ölüleri. Zorunlu istirahat günlerim! Mesai saatlerinde uyku ve Sebo ile cin geç saatlerde. Sipariş fişlerine yazılan şiirler. Selena Morina... ‘su gibi kadın/açınca gözlerini cin). Üzerinde "Ecel" yazan kitaba sabitledi gözlerini. Ağzını güçlükle araladı. Dilindeki pası kesip atmalıydı. Pası ne çözerdi? "Sigara içmeliyim" diye düşündü. Yatağının yanındaki sehpayı fark etti. Üzerindeki sigara paketini ve kül tablasını. Yarısına kadar kırmızı bir sıvıyla dolu olan

50

bardağı alıp dilini ıslattı. Bardağın içindeki ekşi tad içmesini engelledi. Tekrar sehpaya koyup açık sayfasının kenarına siyah mürekkepli bir kalemle notlar düşülmüş kitabı aldı eline ve kapağını okumaya başladı. Mehmet Eroğlu "Yüz: 1981" yazıyordu. Hatırladı. Kitap onundu. "Ayhan", hayır, "Zafer." "Ali" mi yoksa? Başı ağrıyordu; "bunca kitapla beni bu mezarlığa kim gömdü" diye söylendi kendi kendine. Sigara içmeliydi. Kahretsin! Çakmağını bulamıyordu. Bütün gün avucunu terleten, üzerinde Martini yazan çakmağı yoktu. "Koğuş nöbetçisi!" diye gürlemeğe çalıştığı sesini henüz boğazında bir hırıltıyken boğup yataktan fırladı. Hızla pencereye yaklaşıp perdenin aralığından dışarıya bir göz attı. Boylu boyunca dar bir caddeyi dolduran sivil araçlarla göz göze gelip, tekrar yatağın yanına döndü. Yatmadan önce düzenli bir biçimde katlayarak, ayak ucuna koymuş olduğu (bir an böyle düşündü) kıyafetleri alelacele giyindi. Ne palaskası vardı, ne de botları. Karyolanın altını, sağını, solunu boşuna aradı, bulmak için. Giymiş olduğu kıyafetlerin renk renk oluşunu fark etti birden. "Kim değiştirdi bunları kamuflajlarımla?" diye söylendi. Oysa, bu sivil rüyaya yanlış kişiyi uyandırmışlardı. Onun mesul tutulması gerekmiyordu, vukuatın müdahili o değildi. Kapıyı aralayıp çıkmalıydı. Yüzünü temiz tutmalıydı. "Body nerdesin?" diye uludu. Uyanmıştı işte... Bu daracık odada kendini bulmalıydı ve sigara içmeliydi. ATEŞ! ATEŞ... Sol, sağ... Sol, sağ... Ateş, sürat, darbe, baskın, yürüyüş kararı sayılacak... BAŞLA... ATEŞ... SÜRAT... DARBE... BASKIN... Kahretsin çakmağı yoktu işte. Bütün gün avuncunu terleten, eğitim zayiatı bir erin verdiği ve üzerinde Martini yazan çakmağı yoktu. Kavradığı kolu kuvvetlice ileri itip yavaşça aşağı indirerek, kapıyı kendine doğru çekip araladı. Aynı anda içindeki ürpertiyi umursamayan bir kuş kondu omzuna: PEPE... "kedi, kuş avlayacak diyorum kadına söyleyin kuşa çıldırtmasın kediyi ‘ "Nerdeyim ben?" diye düşündü bir süre. Feneri Dersaadet’te söndürmüştü. Üflemişti,


KAOS GL ama sönmemişti. Sönmemiş olmalıydı. Anımsadı. Adnan Özer de oradaydı. Meclisi erken terk etmişti. Bir veda şiiri okumuş muydu giderken? Halil İbo ne zaman kaybolmuştu ortalıktan? Peki ya; Oktay Taftalı, sabahın o ilk saatlerinde uçak bulabilmiş miydi acaba? Nerede olduğunu anımsadı. Bayram Balcı’nın evindeydi. "Ya ben kimim?" diye sordu kendisine. "Adını Unutan Adam" Omzundaki Pepe’yi ürkütmeden salona bir göz attı. Etraf temizdi. Pepe daha emin bir yer bulduğunu düşünerek omzunu terk etti. Mutfağa gidip su dolu sürahiyi kafasına dikti. Uyandığından beri kasıklarına uygulanan basınçtan kurtulmalıydı. Lavaboda yüzünü yıkarken soyulmuş yumurtaya benzeyen bir kafa ve üç günlük sakala sahip bir yüzle karşılaştı. Evet, bu figürü tanıyordu. Dün kitap fuarında "Mehmet Eroğlu’nun Romancılığı" konulu panelde karşılaştığı kişiye aitti bu yüz. Yattığı odadan sigara paketini, kül tablasını ve Eroğlu’nun romanını alıp salondaki koltuğa bıraktı kendini. Mehmet Eroğlu kendine yakın hissettiği kan grubuna dahil yazarlardan biri olduğundan, eserleriyle tanıştığı 12 yıldan bu yana izlediği bir romancıydı. Aynı kan grubunun mensuplarından Atilla İlhan’ı şairliğine, romancılığına ve sinemacılığına yer yer gölge düşüren politik konulardaki sabit fikirliliği nedeniyle; Ahmet Yurdakul’u roman kahramanlarını resmi ideoloji ile besleyip, marazlı kişiler haline getirmesi (Korsanın Seyir Defteri’ni dışta tutarak) ve ‘Sıcak Saatler’le yaratıcılığını kısıtlaması nedeniyle eleştirip; Mehmet Eroğlu’nu o grupta ayrı bir yere koyuyordu. Eroğlu’nun az sayıda kimi dergilerde okuduğu açıklamalarını çarpıcı bulmuştu. Örneğin "Savaş, edebiyat için iyi bir malzemedir" sözünden sonra, Türkiye’de yaşanmakta olan son 1520 yıllık savaşın en çarpıcı romanını yazacak diye bekliyordu. Gerçi, Ahmet Altan yaşanılanı bir kısmıyla romanlaştırıyor, Buket Uzuner ise savaş olgusunu evrensel bir temayla (parçalanmışlık) işliyordu, ve işte Mehmet Eroğlu da, 6 yıl sonra, 6.

51

romanı ile çıkmıştı, onun karşısına. Mehmet Eroğlu’nun herhangi bir romanı ile tanışanlar bütün eserlerine ulaşıp tiryakisi olmaktan kurtulamıyorlardı, o da onlardan biriydi. Eroğlu, sanat camiasından uzakta, edebiyat magazinine bulaşmaksızın, köşesinde kendini işine vakfeden biri olarak bugün artık gözardı edilemeyecek bir roman anlayışı oluşturabilmiştir. İzlediği panelde de Oktay Taftalı bu konunun üzerinde durmuştu zaten. Belki yazıya da dökecektir. Ancak, Mehmet Eroğlu’nun bir aydın olarak bir vatandaş olarak toplumsal muhalefete sunup sunmadığı katkıları ayrıca tartışılabilir. Bu minval üzere seyreden düşüncelerle gitmişti panele. Dinleyicilerden ikisi, sanki Eroğlu’nun romanlarından çıkıp gelmişlerdi. Uzun boylu olanı, kırmızılar giyinmiş kadın, panel başlamadan yazarıyla 73 saniye kadar konuşup siyah yüksek topuklu ayakkabılarıyla yeri eze eze kalabalığa karışmıştı. Eroğlu’nun ona söylediği "Akşama görüşürüz!" cümlesinin sonundaki ünlemde boşluğa karıştığında, kırmızılı kadını son kez görebildi. Zira hemen, sanırım başka bir romanda karşısına çıkmak için, şimdilik rengini boşluğa sarıp görünmezlik perdesine ağmıştı kırmızılı kadın. Kadının gözlerindeki suretini belleğine nakşedip, dinleyicilerin arasına döndüğünde, aynada gördüğü yüzün sahibi dikkatini çekti. Kırmızı yağmurluğuyla, nasıl tutacağına karar veremediği bir kitabı sürekli devindirerek, sırtını duvara dayamış onları izliyordu. Yaslandığının duvar olduğundan emin de değildi üstelik. Sanki bir uçuruma sığınmış boşluğu soluyordu. Eroğlu’na sormak geçti


KAOS GL içinden: "Büyük hayat yaşayan biri böyle mi bakar?"

Önceki gün Tanktan inip bu şehre geldiğimde, panelin ilanını gördüm ve bekledim. Mehmet Eroğlu izimi sürüyor ve romanlarında beni yazıyor.

Eroğlu’nun salona girmesini bekledi kırmızı yağmurluklu yüz. Önden ikinci sıraya, duvar kenarına oturdu, o da yanında ki boş koltuğa ilişti. Adnan Özer’in sunuş konuşmasını, Oktay Taftalı’nın değerlendirmesini ve Mehmet Eroğlu’nun kendini anlatan sözlerini en ufak bir tutku belirtisi olmaksızın, fakat büyük bir dikkatle tıpkı bir mevzi gözetleyen nöbetçi gibi kıpırtısız dinliyordu yüz. Kırmızı yağmurluklu yüzün, panel bittikten sonra gideceğini tahmin ediyordu. O da her an kalkmaya hazır bekliyordu. Dinleyicilere söz verilip, kimse konuşmayınca kırmızılı yüz, onu da şaşırtarak söz aldı: "Elbette ki eleştirmenler zekadan çatlamıyorlar, ancak eleştiri zeka sorunundan öte felsefeyle bakmayı gerektiren bir konudur. Sayın Taftalı’nın söylediklerinin genel bağlamına katılıyorum. Sanat yapıtlarında işlenmesi gereken şey insan fenomenidir. Değer duygusu ve değer bilinciyle ele alınması gereken insanın yapısal olanaklarını zenginleştirmeye katkı sunmak ve yeni olanaklara işaret etmektir. Farklı yaşam olanakları olduğunu sergilemektir. Sayın Taftalı Eroğlu’nun yapıtlarına böyle bakmaya çalışıyor. Ancak, bunu yaparken Eroğlu’nu bu yönüyle öne çıkarmaya çalışırken, diğer romancılarımızın toplumsal muhalefet alanlarında ki tavırlarını ‘Sartre-vari’ bulup küçümsemesini onaylamıyorum. Bu tavırlarıyla, o yazarlarımız; var olduklarını ve toplumsal sorumluluklarını ifade etmişlerdir. Her neyse; peşinen şunu söylemeliyim Mehmet Eroğlu benim yazarım. Yıllarca aynı şehirde yaşamış olmamıza rağmen kendisine ulaşma imkanı bulamadım. Benim için mutlu bir rastlantı oldu. Önceki gün Tanktan inip bu şehre geldiğimde, panelin ilanını gördüm ve bekledim. Mehmet Eroğlu izimi sürüyor ve romanlarında beni yazıyor. Son kitabı hakkında söyleyeceklerimi okuduğu romanlarda kendini arayan bir okuyucunun naif tavrı diye değerlendirmenizi isterim... Yok, yok vazgeçtim. Romanlarında kendi durumuma ilişkin kurduğum paralelliklerden söz etmeyeceğim. ‘Yürek Sürgünü’nu okuyup gecelerce Bestekar ve Bardacık sokağını arşınladıktan sonra, bu tavrımdan vazgeçmek için söz vermiştim. Yıllar önce Eroğlu’nun savaşın edebiyat için iyi bir malzeme olacağı yönlü bir sözünü okumuştum. Sıkı bir romanla karşıma çıkacağını biliyordum. Ondan beklediğim ve istediğim tarzda bir roman yazmamış olmakla suçlamamı hoşgörüsüne sunuyorum. Bu romanda Eroğlu, evrensel insanı, trajik olanı, çatışan iki değer arasında kalan insanı ve seçim yapma yapmama durumunu sorguluyor. Romanın baş kişisine ‘antikahraman’ diyor. Çünkü herhangi

52

bir seçim yapmıyor. Güney kanadında ortaya çıkan çatlak nedeniyle net kesin bir tavır almıyor. Benim Eroğlu’na itirazım romanın temeline aldığı metaforu destekleyecek zengin olay örgüsü ve kurgu ustalığını ortaya koymamış olmasıdır. Eroğlu hep ‘büyük hayat yaşamayı hedefledim’ diyor. Ülkemiz büyük hayat yaşamayı hedefleyenler için mezarlığa çevrilmişken, Güney kanadında akıl almaz oyunlar ve insanlık dışı olaylar yaşanırken anılan metaforu güçlendirecek yığınla hadise ele alınabilirdi. Bütün bu malzeme Eroğlu’nun elinde kendine has üslubu, kurgusu ve roman tekniğiyle bir şahasere dönüşebilirdi. İtirazım budur." Emir almış gibi birden susmuştu kırmızı yağmurluklu Tankçı, Eroğlu’nun cevabını dinledikten sonra sessizce kalkıp kapıya yöneldi. Adnan Özer’in panelin bittiğini söylemesiyle salon da boşalmaya başlamıştı. Bu kırgın okuyucuyla bir iki laf ederim belki diye peşinden o da salona çıktı. Salonun dışında Mehmet Eroğlu’nun, Tankçıya kitabını imzalayıp "eğer uğrarsan Ankara’da UMAG’da görüşürüz" deyip ayrıldığına tanık oldu. "Merhaba" diye yanına yaklaştı yüz’ün. Başıyla selam verip kitabı sol koltuğunun altına sıkıştırdı Tankçı, hemen vazgeçip sağ koltuğunun altına aldı. Cebinden bir sigara çıkarıp avucunda tuttuğu çakmağıyla yaktı. Tankçı, onun gitmemiş olduğunu, öylece durup kendisine baktığını görünce, sorar gibi uçurum gözlerini gözlerine dikti. Sonra nasıl tutacağına karar veremediği kitabı ona uzattı. "Al okursun" dedi. "Belki büyük hayat yaşamana yardımcı olur." "Ama size imzalandı." Ama yüz onu dinlemiyordu, kırmızı yağmurluğunun fermuarını çekip bir iki adım atmıştı bile. Ardından seslenmesi boşuna olacaktı. Sanki aklından geçenleri sezmiş gibi ani bir hareketle geri döndü yüz. Sol elini omzuna koyup sağ elindeki çakmağı uzattı. "Al. Sende kalsın. Bununla komutanı olduğum Tankı yaktım." dedikten sonra yüz, ellerini yağmurluğunun cebine sokup, hızlı adımlarla bir anda gözden kayboldu. Pepe’nin omzundaki kanat sesleriyle kendisine geldi. Ayağa fırladığında elinde tuttuğu sigara paketi, kitap ve kül tablası yere düştü. Odadan yağmurluğunu giyip cebinden çakmağını çıkardı. Salona gelip bir sigara yaktı. Yerde duran romanı alıp ilk sayfasını çevirdiğinde Mehmet Eroğlu’nun el yazısıyla karşılaştı: "A. Galip’e; Serüvenle dolu bir ömür dileğiyle" Not defterinden kopardığı küçük bir sayfaya, kargacık burgacık bir yazıyla; "Elif, bu kitabı, kirlettiğim halının özürü say. Bayram, ben bu İstanbul’a bir daha gelemem" yazıp kitapla birlikte salondaki masanın üstüne bırakıp, evden ayrıldı.


KAOS GL

being john malkovich Yönetmen: Spike Jonze Senaryo: Charlie Kaufman Oyuncular: John Malkovich (John Malkovich), John Cusack (Craig Schwartz), Cameron Diaz (Lotte Schwartz), Catherine Keener (Maxine), vs. ABD, 1999. Bedenimizin varlığını devam ettirmek için harcadığımız günlük hareketlerimizden sıyrılma fırsatı değil midir tatil? Bedenimize her gün yaptırdıklarımızdan farklı hareketler yaptırma fırsatı. Cuma günü beş gündür aynı saatlerde geçmekte olduğumuz sokakları dolaşarak gittiğimiz işimiz yerine, pazar günü başka sokakları görerek başka yerlere gidebiliriz. Bu bizi tazeler. Sevgili atasözü: tebdil-i mekanda ferahlık vardır. Tatil değiştirir. Hiç tatil yapmaksızın aynı sokaklardan geçerek olabileceğimizden daha farklı bir insan olma olasılığımız artar. Değişiriz. Değişiklik bizi değiştirir. Tatil bizi değiştirir. Görebileceklerimizi değiştirir. Görebileceklerimiz bizi değiştirir. Artık tatile çıkmadan önceki eski insan değilizdir. Tatilde vaktimizi, kalan zamanlarda yapmadıklarımıza/yapamadıklarımıza ayırırız. Dinleniriz. Avare dolaşırız. Konforumuzu anlık çabalarımız (edinme, hazırlama, düzenleme, temizlik) olmadan sağlayabileceğimiz mekanlara gideriz (misafirlik, restoranlar, cafeler, oteller). Bu mekanlarda hizmet ediliriz, bedenimizin ihtiyaçlarının sorumluluğunu başkalarına devrederiz. Tatil dışı zamanlarda yapamadıklarımızı yapmayı planlarız, belki yaparız. Tatil bitince "pazartesi sendromu". Rutine dayanıklılığımızı geri kazanmak için zaman gerekir. Ölüm gibidir, tatil sonrası. Ve de doğum elbette. "Yeniden doğmuş gibi oluruz" ya. Bedenimizin sorumluluğunu taşımadığımız bir tatil yerine, sorumluluğunu taşımadığımız başka bir bedende tatile çıksak ne olur peki? Spike Jonze "being john malkovich"de bu soruya olası yanıtlardan birini sunuyor. Craig, işyerinde bulduğu küçük bir kapıdan içeri girip, bir kahve fincanına doğru sürükleniyor. Çamurlu, karanlık, küçük bir delikten aşağı korku dolu bir kayış, dingin bir kahve içme ve gazete karıştırma anıyla noktalanıyor. David Lynch'in "lost highway"indeki gibi bilinmez, anlaşılmaz, korku dolu, beklenti dolu, karanlık görüntülere en dayanamadığımız anda yeniden sakin, kuş sesleri ve ışıkla

53

rahatladığımız sokaktan alınmış ev görüntüsüyle korkularımızı erteliyor muyuz yoksa, gözlerinden baktığımız adamın içinde bulunduğu sakin ve düzenli odanın ışığıyla? Gözlerinden, günlük hayatının sıradan bir anına karıştığımız adamı, kendisi aynaya baktığında görüyoruz. Adamın kel kafasını kaşıma sesini, kendi -olsakel kafamızı kaşıdığımızda duyacağımız gibi duyuyoruz. Kamera kel adamın gözlerinin arkasında olmakla yetinmemiş, bu sefer hiç aşılmamış bir sınırı geçerek bedeninin içine mi girmiş acaba? Kel adam evden çıkıyor ve taksici John Malkovich'in taksisine binmesiyle heyecanlanıyor. Taksiciden öğreniyoruz ki, John Malkovich'in bu filmde oynadığı kişi bu sefer gerçekten John Malkovich. Başkalarının bedeni olarak filmlerde oynayan gerçek John Malkovich'in gerçek bedenine, bir film bu sefer tamamen sahip oluyor. İlk defa bir film bu sınırı aşıyor ve bizi Craig aracılığıyla gerçek bir bedenin içine sokuyor. (Örneğin Malkovich, filmde geçen Chicago's Steppenwolf Theatre'ın kurucularından) Craig'in, bütün enerjisini evdeki ve dükkandaki hayvanların günlük hayatlarına, kendi bedeni dışında -iş bulamayan

YEŞİM


KAOS GL kuklacı (dikkat! cansız beden oynatıcısı!)- kocası ve hayvanlarının bedenlerinin bakımına ve konforuna adamış karısı Lotte, kapıdan geçerek ünlü aktör John Malkovich'in bedenine giren ikinci kişi oluyor. Lotte, Malkovich'i duş esnasında yakalıyor, film Malkovich'in çıplak ve ıslak bedeninin içine giriyor. Lotte heyecanla hissettiklerinden bahsedince anlıyoruz ki, bu çıplak ve ıslak bedeni sadece görmüyor film, hissediyor da. Başı ağrıdığı bir an girsek Malkovich'e, başımız ağrıyacak.

Kadınların birbirleriyle sevgili olabileceklerini görmek açısından bu film olumlu bir örnek. Ana teması bunun üzerine kurulmamış bile olsa. "Being John Malkovich"i izleyerek bir kadına olan aşkıyla barışmış bir kadın bile yok mudur?

Birden büyülendim. Lotte, bir kadın olarak yıkanan bir erkek bedeninin, kaslı, kel, ıslak bir erkek bedeninin, başka bir cinsiyetin bedenine bürünüyor. Lotte de büyüleniyor, bu 15 dakikalık tatilden daha önce hiçbir tatilinde değişmediği kadar farklılaşmış dönüyor. Filmde, Craig'in aşık olduğu, girişimci Maxine sayesinde Malkovich'in bedenine tur hizmeti satın alan bütün diğer tatilciler gibi otoyolun kenarındaki kırlık araziye yuvarlanarak dönüyor. Biraz önce bir erkeğin içinden çıkmış kuru kadın bedeni gökyüzünden yağan yağmurla ıslanarak. Lotte, ıslak kadın bedenini hatırlatıyor (yoksa o sırada yağmur yağmıyor muydu, ben mi hayal ediyorum?). Aklı oldukça karışıyor. Tatilinde, yıllardır giydiği kadın bedeninin yarattığı histen olabilecek en farklı beden hissini, erkek bedeninin hissini yaşıyor çünkü. Hayatında ilk defa bedeninde penis bulunmasının yarattığı hissi yaşadıktan sonra, bedeni hakkında fikirleri bulanıyor. Bedeninin beklentileri hakkında fikirleri bulanıyor. Hayatı hayvanlarının ve kocasının bakımı ile dolu olan bu kadın, tatil-erkek-bedeninin dışına çıkınca gözlerini kendi bedenine çeviriyor. Cinsiyet değiştirmesi gerektiğine inanıyor. Aklında sadece bu fikir, John Malkovich'in erkek-bedeninin içine girmek istiyor yeniden. Parasal değer yaratmak için John Malkovich kapısını kullanmayı akıl etmiş Maxine, ekmek-kapısının bir kadında yarattığı bu büyük değişimle büyülenip, Lotte içindeyken Malkovich'e telefon açıyor, telefonda Malkovich-Lotte'ye kur yapıyor. Malkovich, Maxine'in buluşma teklifini kabul etmek istemezken, daha sonra buluştukları restoranda ona açıkladığı gibi kendini randevuyu kabul etmek zorunda hissediyor. Çünkü Malkovich'in içindeki Lotte bütün gücüyle Malkovich'i randevuyu kabul etmesi için iknaya çalışıyor. Maxine bir erkeğe aşıkmış gibi nasıl bakılacağını biliyor ve karşısındaki MalkovichLotte'nin gözlerine aşıkmış gibi bakıyor. Hayatında ilk defa kendine aşık gözlerle bakan kadına, Lotte aşık oluyor. Bir ot gecesi Maxine Craig'le hiç ilgilenmediğini, Lotte'yi ise Malkovich'in içindeyken çekici bulduğunu söylüyor. Lotte'nin çağrısına karşı koyamayan Maxine, dakikası dakikasına Lotte'nin içine girmesini bekleyerek Malkovich'le sevişiyor. Lotte içinde değilken Malkovich'in bedenini çekici bulamıyor Maxine. Ağzından Lotte adını kaçırıyor sevişirken. Malkovich'le mi sevişiyor, yoksa Lotte ile mi? Hayatlarına kadınlara da aşık olabilecekleri

54

olasılıklarını katmamış bu iki kadın, bir kadının gözlerine nasıl aşık aşık bakabileceklerini, onunla nasıl sevişebileceklerini bilmezken, Malkovich'in bedenini kullanarak Maxine'de arzu uyandırabildiklerini keşfediyorlar. Craig de Maxine'in aşkına giden yolun Malkovich'in bedeninde bir insan olmaya gittiğini düşünerek, karısı Lotte'yi evdeki maymun kafesine kitleyerek Malkovich'in bedenine giriyor ve Maxine ile sevişiyor, Maxine içerdekini Lotte sanarken. Maymunun kafesten kurtardığı Lotte Maxine'i arayarak seviştikleri sırada Malkovich'in içindekinin aslında Craig olduğunu söylüyor. Bu bilgiye rağmen Maxine Malkovich-Craig'le buluşmaya gidiyor. Craig Malkovich'i üzerine pahalı bir giysi gibi giydiğini düşünerek içinde istediği kadar kalmayı başarıyor. Kuklacı Craig, hayatında ilk defa canlı bir bedenin hareketlerini kontrol ediyor. Maxine arzuladığının, içinde-başka-biri-olanMalkovich olduğunu düşünerek, hareketlerini kontrol edebildikleri bu bedenin şöhretini ve parasını kullanabilecekleri fikrine varıyor. Girişimci Maxine, kısa bir süre sonra "etrafında kontrol edebileceği olaylar ve kendisi" sisteminin içinden hiç de başarıyla çıkmadığını farkediyor. Çünkü asıl aşık olduğu Lotte. Karnında Malkovich-Lotte ile sevişirken büyümeye başlamış bebeği. Bebek için hazırladığı yatağa Lotte'nin kuklasını yatırıyor hüzünle. Maxine kendi içindeki gerçeği görüyor, Lotte'ye olan aşkı için Malkovich'in bedenine ihtiyacı olmadığını kabulleniyor. Lotte ile Maxine sevgili oluyorlar, kız çocuklarına iki anne. Gökten üç elma düşüyor :) Lotte ile Maxine, biri erkek bedeninin dışında diğeri içindeyken birbirlerine aşık oluyorlar. Bu iki kadın aşkı, seksi erkeksiz düşünmemişler, hissetmemişler daha önce. Birbirlerine kavuşmanın başka bir yolu olabileceğini göremiyorlar. Özellikle Maxine. Çünkü erkek bedeninin içindeyken, bir kadınla birlikte olma hakkına sahip olabiliyor. Bunu yaşayabilyor, nasıl yaşayabileceğini görüyor. Ama Maxine bunların çok uzağında. Lotte kadar cesur değil aslında. Lotte çıktığı tatilden, bedeninin ve kendini bakmaktan sorumlu gördüğü bedenlerin yüklerinden uzakta iken, bir erkek bedeninin içindeyken, kendisiyle ilgilenebiliyor ve Maxine'e bağlanıyor. Maxine ise kendisini Lotte'ye bağlayanın Malkovich'in bedeni olduğunu zannediyor. Daha önce kaç kadından dinledim, kadınlara aşık olduklarını farkettikleri yaşlarda, fantezi dünyalarında hayatlarının aşklarıyla birlikte olabilmek için kendilerini ancak erkek olarak kurgulayabilmiş, başka türlü bir kadınla aşk yaşayamayacaklarını zannetmiş, Lotte gibi. Ya da kaç kadınla konuştum "ben lezbiyen ya da biseksüel değilim, ben onun ruhuna aşığım, hiç bir zaman başka bir kadına aşık olabileceğimi düşünmüyorum", yani aşık oldukları kişinin kadın bedenine sahip olduğunu kabullenmek istemeyen, aşkları için başka gerekçeler yaratmaya çalışan


KAOS GL kadınlar, Maxine gibi. Bu iki durum, lezbiyen ve biseksüel kadınların, kadınlara olan ilgilerini kabul etmeye çalışırkenki zamanlarının tipik öz savunuları. Toplumsal baskıdan, korkulardan kurtulup içinden gelenleri kabul ettiğin zamanın öncesi. Malkovich, yaşadıklarında bir esrarengizlik olduğunu sezerek Maxine'i takip ediyor ve kapıya dair gerçeği öğreniyor. Kendi kapısından geçip olanları görmek istiyor. Başlangıçta sadece seyirci değil, filmdeki karakterler tarafından da doğaüstü olarak görülürken kapı, Craig bunu artık hayatında olağanlaştırmış bir şekilde soruyor: "bir adam kendi kapısından içeri girerse, ne olur?" Sanki etrafımız bu kapılarla çevrili ve yüzyıllardır herkes başkalarının kapısından geçmiş ama kendi kapısından girmeye cesaret edememiş. Artık parasını kazandığı bir araç olduğu için, doğaüstü fiziksel hayatla bağlanmış oluyor, olağanüstülüğünü yitiriyor. Malkovich kapıdan geçiyor ve bir rüya görüyor. Kabus... Uyanmaya çalışıyor. Kabusunda etrafındaki herkes Malkovich ve varolan bütün kelimeler Malkovich. Cüce Malkovich, kadın Malkovich, garson Malkovich, kendisinin sevgilisi Malkovich, gey Malkovich, menüdeki bütün yemeklerin adı Malkovich. Malkovich bir oyuncu olarak bedenini seyirlik hikaye kahramanlarına kullandıran biri olarak, bütün herkesi bütün hayatı oynuyor rüyasında, kabusunda. Aslında "bütün herkes"in rüyasını görüyor Malkovich. Aktör olarak bedeninin görüntüsünü sunduğu seyirci, Malkovich oluyor artık. Malkovich'in rüyasında bütün seyirciler aynaya baksalar kendilerini değil, Malkovich'i görüyorlar. Bir filmden sonra aynaya bakıp kendinizi oyunculardan biri olarak gördünüz mü hiç? Yanıtınız evetse, siz de o rüyada idiniz. Bu kabusa dayanamıyor Malkovich. Uyanıyor. Malkovich tatili, bir tek Malkovich'e yaramıyor. Ne de olsa insanların hayran olduğu bir kazak olmak gibi bir şey değil bu. Ne de olsa, Malkovich de bir insan ve kendisi için bir dünya istiyor. Başkaları tarafından çarçur edilmemiş, bir kazak gibi sahip olunmamış. Herkes Malkovich olacaksa, Malkovich kim olacak? Filmin zaman akışı içerisinde bu kısımdan sonra Malkovich'in bedeni, Craig tarafından ele geçiriliyor, Malkovich geriye itiliyor (!). Aylar sonra Craig Maxine'in hayatını kurtarmak için Malkovich'in bedeninden dışarı çıkmaya zorlanıyor. Bu karara zorlanmak ona ölüm gibi geliyor, ölüm anında Craig kuklasını parçalanmış bir halde yerde görüyor. Bu ünlü giysiyi üzerinden çıkaracak ve ölecek (Maxine'i, parayı, şöhreti yitirecek), ya da Maxine'siz bu bedenin içinde kalacak. Bu kararda çok zorlanıyor. Salaş bir barda, perişan bir halde, üzerinde ünlü Malkovich'in bedeni, içkisini içerken onu (Malkovich'i?) tanıyan bir adama "Ben Malkovich değiliiiiim?" diye bağırıyor. Maxine'i Malkovich'in bedeni olmadan elinde tutamayacağını

55

bildiğinden, Maxine'i kurtarmak için bedenden çıkıyor, Bedene geri dönüp içine gidenleri kovarak Maxine'le mutlu yaşantısına devam edeceğini düşünerek. Yanılıyor. Craig'den sonra Malkovich yine kendi bedenine sahip olamıyor. Onun bedeniyle sonsuz yaşama uzanmayı planlayan insanlara kaptırıyor. Gördüğü kabus gerçekleşiyor. Oyuncunun bedeni kendi bedeni değil midir? Oyuncuların bedenleri günlük rutinlerimizin dışında, film seyrederken bize güzel güzel tatil yaptıran bize ait bedenler midir? Başka birinin bedeninin (?) yarattığı hayat olasılıklarını -kendi bedenimizin bütünlüğüne zarar gelmesi riskini göze alma gereği kalmadan- seyretmek, bizi değiştirmez mi? Değiştirir. Kadınların birbirleriyle sevgili olabileceklerini görmek açısından bu film olumlu bir örnek. Ana teması bunun üzerine kurulmamış bile olsa. "Being John Malkovich"i izleyerek bir kadına olan aşkıyla barışmış bir kadın bile yok mudur? Ya da başkalarının hayatlarını izleyerek. Aslında biz etrafımızda gördüğümüz bütün bedenlerin içinde değil miyiz? Günlük rutinden dışarı çıkıp, tatilimizde, yumuşak yumuşak diğer hayatları seyrederken. Ve başkaları da bizim bedenimizde?! Masum ve olumlu bir yaklaşım: Birbirimizi izlemek, bizi daha iyi iletişim kurar hale getirmez mi? Dışarıya çıkmadan önce aynaya bakıp dişlerinin temiz olup olmadığını kontrol eden bir tek Malkovich-ben değilim. Dişim temiz olmasa nolacak peki? Madem herkes dişlerinin kirli olmasında korkuyor. Herkes birbirini korkuttuğu için korkuyor. Neden herkes birbirinde eksiklik, yetersizlik duygusu yaratıyor? Zaten herkes eksikken, yetersizken. Peki neden filmde Malkovich'in bilinçaltında sadece seks fantezileri ve eksiklik duygusu (okul servisinde altına işiyor, bodrumda "ben kötüyüm" diye ağlıyor) var. Yoksa biliçaltı iddia edildiği gibi kendimizden değil de, eksiklik duygumuzu çevremize göstermemek için başkalarından sakladığımız bir alan olmasın? Lotte, kıskançlık ve nefret duygularına boğulmuş bir şekilde, aşık olduğu kadını elinde bir silahla kovalarken, bunu neden sokaklarda değil de Malkovich'in seks ve yetersizlik duygusu dolu bilinçaltında yapıyor? Aşık olduğu kadının başkası ile olmasının onda yarattığı nefret, kıskançlık ve öç alma duygusu aslında birbirimiz üzerinde yarattığımız yetersizlik hissinden mi kaynaklanıyor? Ve tabii aşk diğerinin bedenine dokunma arzusu yarattığından mı?


KAOS GL

Edward Connor Çeviren: ÖZGÜR

Syd Chaplin "Charley's Aunt"

Sinema başladığından beri erkekler kadınları oynadı. Genellikle seri filmlerde, gözden uzak bir şekilde, elbiseli ve peruklu bir dublör tehlikeli sahnelerde kadın kahramanın yerine geçerdi. 1942 yılında çekilen “Perils of Nyoka” isimli dizide dublör David Sharpe’ın Kay Aldridge’in dublörlüğünü yaptığı görüldü. 1936 yapımı “San Francisco” ve 1938 yapımı “In Old Chicago” gibi afet filmlerinde olayların doruğa ulaştığı sahnelerde kalabalığa dikkatlice bakıldığında erkek dublörlerin kadınları oynadığı görülebilir. Tabi ki film yapımcıları bu tür dublörlüklerin ortalama bir seyirci tarafından farkedilmemesini ummaktaydılar, fakat başta komediler olmak üzere birçok başka filmde bir erkeğin kadın rolü yapması konunun çekirdeğini oluşturmaktaydı. Charlie Chaplin 1915 yapımı Keystone komedisi “A Woman” da ve bu tür canlandırmalarıyla ünlü Julian Eltinge’in (gerçek adıyla William Dalton) bir çok sessiz uzun metrajlı filminde, özellikle “Clever Mrs. Carfax”(1917), “Countless Charming”, ”Widows Might”(1918), “Over the Rhine” ve “The Adventuress”(1920)da bu şekilde rol aldı. “The Adventuress”ın konusu tipikti: “Jack Perry” (Julian Eltinge) efsanevi

krallık “Alpania”daki “cumhuriyetçiler”e yardım amacıyla “monarşist”lerden bilgi çalabilmek için “Mam’selle Fedora” kılığına girer. Onun arkadaşı rolündeki “Lyn Brook” (Fred Covert) de aynı amaçla bir kadın (“Thelma”) kılığındadır. İngiltere ve Amerika’da sahnelenen en ünlü travesti komedisi “Charley’s Aunt” oldu. 1892 de Londra’da galası yapıldı. Bu oyunda, bir Oxford öğrencisi olan “Lord Fancourt Babberly”nin (“Babs”) iki arkadaşı, Charley’in halası “Donna Lucia D’Alvadorez” tarafından hamiliği yapılacak iki kız ile buluşacaklardı. Charley’in halası buluşmaya gelemeyince, “Babs” onun yerine geçmesi için ikna edildi. Bu oyun en azından on kez filme alındı. İngilizce versiyonlarında başrolde Syd Chaplin(1925), Charlie Ruggles(1930), Arthur Askey(1940), Jack Benny(1941) ve Ray Bolger(1952) tarafından, diğer dillerdeki versiyonlarda ise Fritz Olemar (1934, Almanya), Pedro Quartucci (1946, Arjantin), Alfredo Barbieri (1953, Arjantin), Claus Riederstaeld (1956, Almanya) ve Fernand Raynaud (1959, Fransa) oynadı. Ancak bayan akrabaların canlandırıldığı komediler Oxford ile sınırlı kalmadı. 1932 yapımı “Sherlock Holmes” da Clive Brook ünlü dedektifin evlenmemiş halasının yerine geçmesini canlandırmıştı. William Powell bıyığını kesti, aşırı bir makyaj yapıp kadınsı giysilere büründü (gögüs yerine iplik yumakları koydu) ve 1942 yapımı ”Love Crazy”de bir kadını oynadı. 1949 yapımı “I Was A Male War Bride”da Cary Grant sadece bir peruk ve bir elbise sayesinde ekranın en yakışıklı erkeğinden en çirkin kadınına dönüştü. Buster Keaton 1924 yapımı “Sherlock Jr.”da kadın kılığı içinde kısa bir süre göründü. Genç Spec O’Donnel 1927 yapımı “Don’t Tell Everything”de pek de çekici olmayan bir genç kız oldu. Filmlerinde en azından kısa bir süre kadın olarak görünen diğer ünlü komedyen, şarkıcı ve karakter oyuncularının arasında “Madam Spy”da (1918) Jack Mulhall, “Detectives”de (1928) George K. Arthur, “Midsummer Night’s Dream” (1935) ve “Shut My Big Mouth”da (1942) Joe E. Brown, 1936 yapımı

56


KAOS GL “Broadway Melody”de Sid Silvers, “Ali Baba Goes to Town”da Eddie Cantor, 1938 yapımı “Merry Go Round”da Billy House, “You Can’t Cheat an Honest Man”de (1939) W.C. Fields, “Babes on Broadway”de (1941) (Carmen Miranda’nın müthiş bir taklidi), aynı yıl yapılan “Blondie Goes Latin”de Arthur Lake, “Princess and the Pirate”da (1944) Bob Hope, “Goodnight Sweetheart”da (yine 1944) Bob Livingston, “Here Comes the Co-eds”de (1945) ve “Mexican Hayride”da (1948) Lou Costello, “Southern Yankee”de (1948) Red Skelton, “High Tide”da (1960) Bing Crosby, “On the Double”da (1961) Danny Kaye ve 1972 yapımı “Fuzz” da iki rahibeyi canlandıran Burt Reynolds ve Jack Weston yeralır. 1974 yapımı “Hot Rock”da George Segal, 1974 yapımı “Thunderbolt and Lightfoot”da Beau Bridges ve 1974 yapımı “Dirty O’Neill”de Morgan Paull buna dahildir. Ancak büyük şeref, “Duck Soup”(1926), “Why Girls Love Sailors”(1927), “Sugar Daddies”, “That’s My Wife”(1929), “Another Fine Mess”(1930) isimli beş kısa metrajlı filmde ve “Babes in Toyland”(1934), “Chump at Oxford”(1940), “Jitterbugs”(1943), “Dancing Masters” isimli uzun metrajlı filmlerinde kadını canlandıran Stan Laurel’e ait. 1930 yapımı “Laurel and Hardy Murder Case”de ise Del Henderson bir kadını canlandırdı. Bir çok hapishane ve savaş mahkumu filminde mahkumlar, çirkin hantal ve kıllı erkeklerden oluşan bir kadın korosu bulunan bir gösteri sahnelerler. “This Is the Army”de (1943) ise daha prezentabl bir koro ve buna artı olarak bir Sgt.(çavuş) Alan Manson tarafından Jane Cowl’un ve Cpl. Tilestone Perry tarafından Lynn Fontaine’ın profesyonelce taklitleri yeraldı. Sgt Richard Irving aynı adlı şarkı hakkında yapılan filmde “Mandy”yi ve “I Left My Heart at the Stage Door Canteen”de Sgt. Phillip Truex “Eileen”i canlandırdı. İşin daha ciddi tarafında, elinden her iş gelen Lon Chaney Sr. “The Unholy Three”nin 1925 ve 1930 versiyonlarında bir kadın kılığına giren katili oynadı. Bu uzun metrajlı film Lionel Barrymore tarafından “Devil Doll”(1936) olarak tekrar çekildi. 1935 yapımı “Star of Midnight”da Ralph Morgan, bir Freud güdüsü olmaksızın kadın giysileri giyip plastik bir maske takarak insanları öldürdü. Benzer şekilde Frank Puglia, “Bulldog Drummond’s Revenge”de (1937) yeni, gizli tutulan bir patlayıcıyı ele geçirme uğraşısında kadın kılığına girdi. Bundan bir yıl sonra “King of Alcatraz”da çete lideri Carrol Naish polis korumalarını geçerek bir gemiye girebilmek için bir büyükanne kılığına girdi. “Genius at Work”(1946) isimli komedi’nin doruk

57

noktasında, kötü adam Lionel Atwill bıyığını kesip kadın giysileri içine girerek Bela Lugosi’nin karısı olmuştur! “The Killer Is Loose”da (1956) Wendell Corey bir polis kordonunu aşmaya çalışan, kadın kılığındaki kaçak bir psikopatı canlandırdı. Gemi faciaları ile ilgili birçok filmde, örneğin “Atlantic”(1929), Titanic(1953) ve “A Night to Remember”(1959)da filikalara kaçabilmek için kendilerini kadın kılığına sokan erkekler gösterildi. “Whom the Gods Destroy”da (1934), Walter Connolly böyle bir rolü oynadı ve bu şekilde sunulan korkaklık öğesi hikayenin çekirdeğini oluşturdu. Daha asil bir rolde, “One of Our Aircraft is Missing”de Hugh Williams uçağı düştükten sonra Nazi işgali altındaki Hollanda’yı geçmek için kadın kılığına girdi. 1959 yapımı “Some Like It Hot”da, Sevgililer Günü”nde işlenen bir katliama tanık olan Tony Curtis ile Jack Lemmon şehirden kaçmak için kadın kılığına girip tamamı kadın olan bir orkestraya katıldılar. 1960 yapımı Hitchcock filmi "Psycho"da Antony Perkins bir kişilik bölünmesini (annesi ve kendisi olmak üzere) canlandırdı. Bu iki kişilik arasında ekrana yansımayan bir diyalog vardı ve kilit sahnelerde anne kişiliği oğlu için cinayetler işliyordu. 1967 yapımı “Bedazzled”da Dudley Moore bir “mucize” sonrasında erkek olarak kalmasına rağmen bir rahibeye dönüştü. “The Tiger Makes Out”da (1967) Eli Wallach “Toni Songbird” isimli bir gece kulübü şarkıcısına aşık oldu ve onun aslında bir erkek olduğunu (Kim August) anlamadı. Onu kuliste takip etti ve erkekler tuvaletine girdiğini görüp şok oldu. 1968 yapımı “No Way To Treat A Lady”de Rod Steiger bir seri cinayet işlemek için bir çok kılığa girdi ve bir sahnede bir barda kadın kılığındaydı. George Sanders’da 1970 yapımı “Kremlin Letter”ın başında bu tür bir kılıktaydı. Erkek travestiler geçtiğimiz yıllarda bir çok başka filmde de gözüktüler. Bunlarda en çok dikkat çekenler 1968 yapımı belgesel “The Queen” ve 1972 yapımı “Everything You Wanted to Know About Sex”. Nazilerin Alman ordusundaki eşcinselleri ve travestileri katliamı “Night of the Long Knives” ve 1968 yapımı “The Damned” de detaylı olarak anlatılmıştır. 1973

yapımı

“Triple

Echo”da

Garbo "Queen Christina


KAOS GL benzersiz bir üçgen çizildi. Glenda Jackson genç 2. Dünya Savaşı firarisi Brien Decon’u bir kız kılığına soka ve onu kızkardeşi olarak sınırdan geçirdi. Cerrah Oliver Reed onunla ilgilendi ve bu bayanı elde etmeye çalıştı. Tabi sonuçlar malumdu.

Hepburn "Sylvia Scarlett"

Yukarıda geçen örneklerin çoğunda aktörler çeşitli sebeplerden kadın kılığına giren bir erkeği canlandırdılar. Fakat bazı filmlerde erkekler hakiki kadınları canlandırmıştır. Essanay tarafında 1914 ile 1916 arasında çıkarılan bir seri komedide Wallace Beery iri kemikli İsveçli bir hizmetçi olan “Sweedie” yi canlandırdı. 1921 yapımı “Playhouse”un ilk kısmında Buster Keaton sahnedeki bütün sanatçıları, orkestranın bütün üyelerini, ve çoğu kadın olmak üzere bütün seyircileri canlandırdı. 1933 yapımı “Twice Two”da Laurel ve Hardy birbirlerinin eşlerini canlandırırken Victor Moore 1944 yapımı “Carolina Blues”da üç kadını, Hugh Herbert 1940 yapımı “La Conga Nights”da beş kadını (Mrs. Dibble ve dört kızı Faith, Hope, Charity ve Prudence)’ı canlandırdı. 1948 Welles yapımı Macbeth’de Brainerd Duffield cadılardan birini oynadı. 1950 yapımı “Kind Hearts and Coronets”de Alec Guiness d’Ascoyne ailesinin sekiz üyesinin hepsini canlandırdı ve kısa bir süre “Lady Agatha” olarak göründü. Alistair Sim 1954 yapımı “Belles of Trinians”da kendi kız kardeşini oynadı. Peter Sellers 1959 yapımı “Mouse That Roared”da üç rolü oynadı ve bunların biri Grand Duchess Gloriana’ydı. Tonyrandal 1964 de “Seven Faces of Dr Lao”da Medusa’yı canlandırdı ve bu tür rolleriyle ünlü Kim August “No Way To Treat A Lady”de Rod Steiger tarafından öldürülen bir fahişeyi oynadı. İngiliz aktör Arthur Lucan 1937 ve 1952 arasında çekilen ondört tane İngiliz yapımı “Z sınıfı” filmde, İrlandalı ince sesli hırçın bir çamaşırcı olan “Yaşlı Ana Riley”i canlandırdı. Neyse ki bu filmlerin sadece bir tanesi Amerika’da gösterildi. 1973 yapımı “Up the Sandbox”ta Barbra Streisand bir Castro benzeri diktatörün odasına çağrıldı ve diktatör giysilerini çıkararak kadın olduğunu gösterdi. (Jacobo Morales)

58

1946 yapımı “Henry V”in prolog ve epilogunda Elizabeth dönemi tiyatrosunun bütün kadın rollerini erkeklerin oynadığı açıklanır. 1931 yapımı Mascot serisi “King of The wild”da bütünüyle bir aldatma görülür. Oyuncuların arasında “Mrs. Colby” rolünde “Martha Lalande” görülür ancak son bölümde onun bir erkek olduğu ve Otto Hoffman tarafından oynandığı görülür! Erkeklerin kadınları oynamasında bazen sebep, orijinal kaynaktaki roldeki karakterin, senaryonun yeniden yazılışında cinsiyet değiştirmesidir. Jerry Lewis buna iyi bir örnektir. Üç filminde aslında kadın için yazılan rolleri oynadı: “Cinderella” (1960) (Peri rolünde Ed Wynn), “Living It Up” (1954) (1937 yapımı Carole Lombard’ın “Nothing Sacred” in yeniden yapımı) “You’re Never Too Young” (1955) (1942 yapımı, Ginger Rogers’ın “Major and the Minor”ı) Kadınlar da sık sık benzer sebeplerle erkeği oynamıştır. Asta Nielson 1920 Almanya yapımı Hamlet’te Danimarka tahtına ulaşabilmek için erkek kılığına giren bir kızı oynamıştır. Kippling’in “Wee Willie Winkie” Hindistan’da hayatı ve şerefi öğrenen bir oğlandı fakat 1937 yapımı filmde bir kız oldu. (Shirley Temple) Orjinal “Front Page” de Hildy Johnsonn Pat O’Brien tarafından canlandırılan erkek bir muhabirdi (1931) ancak 1940'daki yeniden yapımında (“His Girl Friday”) Hildy bir kadın oldu (Rosalind Russell). Hitchcock2un 1961 yapımı “Strangers on a Train” i 1969da “Once you Kiss A Stranger” olarak yeniden yapıldığında, psikotik katil (robert Walker) daha da psikotik bir dişi katil oldu(Carol Lynley). Eski hikayeye yeni bir heyecan katmak için, 1972 yapımı “Dr Jekyll and Mr. Hyde”ın yapımcıları doktoru (Ralph Bates) kötü yürekli bir “Sister Hyde”a (Martine Beswick) dönüştürdüler. Kadınların perdede erkeği canlandırmasının en bilinen örnekleri 1933 yapımı “Queen Christina”da Greta Garbo, 1935 yapımı “Sylvia Scarlett”te Katherine Hepburn, ve 1937 yapımı “Wings of Morning”de Anabella’dır. Erkeklerin ve oğlanların daha az ünlü taklitleri, “Ponjola”da (1923) Anna Q. Nilsson, “Little Old New York”da(1923) ve “Beverly of Graustarkia”(1926) Marion Davies, “Going Crooked”da (1926), Bessie Love, “Beggars of Life”da (1928) Louise Brooks, “She Loves Me Not”da (1934) Miriam Hopkins, “First A Girl”de (1935) Jessie Matthews, “Song of Scheherezade”de (1947) Yvonne de Carlo, ve “Mountain Belle”de (1952) muhteşem Jane Russel tarafından oynandı.


KAOS GL 1928 yapımı Pathe serisi “The Terrible People”da gizemli “professor” erkek kılığına girmiş olan “Mrs Revelstoke” (Mary Foy) çıktı. Benzer şekilde “House on 92nd St.” (1945) deki gizemli adam “Mr. Christopher” maskesi düştüğünde erkek saç kesimli Signe Hasso çıktı. 1972 yapımı “Pope Joan” yanlış olduğu açığa çıkan efsanevi bir olayı anlatır. Bir kız o kadar iyi bir erkek taklidi yapar ki Katolik hiyerarşisinde çabucak yükselerek “Yüce Baş Rahip” oldu. Bu rolü Liv Ullmann oynadı. Klasik sessiz filmlerde aktrisleri oğlan rollerine vermek standart bir prosedürdü. Marguerite Clark, 1915 yapımı “Prince and the Pauper”daki iki başrolü de oynadı. Marie Dorr 1916 yapımı “Oliver Twist”de başrolü oynadı. “Treasure Island’ın 1917 versiyonunda Jim Hawkins’i Frances Cap Carpenter, 1922 versiyonunda ise Shirley Mason oynadı. “Little Lord Fauntleroy”(1921) da başrolü Mary Pickford oynadı ve 1924de Betty Bronson ideal bir Peter Pan oldu. Ancak kadınlar çocukları oynamakla sınırlı kalmadılar. Sık sık erişkin erkekleri de oynadılar ancak oyuncuların arasında erkek olarak görüldüler. Mathilde Comont yetişkin bir erkek olan Pers Prensi rolünde “Thief of Baghdad”da göründüğünde (1924), ismi oynayanların arasında “M. Comont” olarak geçmiştir. Daha büyük bir aldatmaca, 1932 yapımı “Old Dark House” da görülür. Yüz yaşındaki yatalak piskopos rolünü Elspeth Dudgeon oynamasına rağmen ismi oynayanlarda “john Dudgeon” olarak geçti. Bebekler, çocuklar ve hayvanlar perdede cinsiyet değiştirdiler. 20li yılların orijinal “Our Gang” isimli komedisinde “Farina” isimli kız hep Allen Hoskins adında bir genç erkek tarafından oynandı. 30ların başlarında birçok filmde Maurice Chevalier ve W.C. Fields ile görülen “Bebek Leroy” gerçek hayatta “Sandra” idi. Benzer şekilde, MGM nin serisindeki “Lassie” (genç kız) aslında bir “Laddie”idi. (genç erkek) 1961 yapımı “Homicidal” da işler daha da karıştı. Jean Arless bu filmde sonradan aynı kişi olduğu ortaya çıkan bir karı-koca’yı, erkek iken Danimarka’da dişi olan ve sonra tekrar erkek kılığına girerek mirasını korumak isteyen bir adamı canlandırdı. 1967 yapımı “Gunn” da eşit derecede karmaşıktır. Marion Marshall, çeşitli aralıklarla “Daisy Jane” kılığına giren bir erkeği canlandırdı. 1964 Fox yapımı “Goodbye Charlie”de, Hollywood ilahı “Charlie Sorell” (Harry Madden), bir prodüktör tarafından öldürüldükten sonra seksi bir bayan vücudu

59

ama bir erkek zihnine sahip olan Debbie Reynolds olarak tekrar doğar. 1926 yapımı “Officer 444” ün dokuzuncu bölümünde bir erkek ile kadın vahşice dansetmektedir ancak şapka ve peruklarını çıkardıklarında kadının erkek, erkeğin de kadın olduğu açığa çıkar. Bir de Thorne Smith’in 1940 da dikkate değer derecede kırpılmış olarak ekrana gelen Turnabout’ı var. Bu filmde bir Hindistan putu sebebiyle karı koca John Hubbard ile Carole Landis’in ruhları bir süreliğine yer değiştirdi. Erkek bir eli belinde dolaşıyordu ve kadın kalın bir sesle evdeki mobilyaları tamir etmekteydi. Filmin sonunda ruhlar eski yerine geldi fakat dönüşüm tamamlanmadı ve kocanın hamile olduğu ortaya çıktı. Gore Vidal’ın cerrahi olarak erkeğin kadın olmasını anlatan kitabı “Myra Breckenridge” 1970de filme alındı. Raquel Welch, ameliyat sonrasındaki “Myra”yı oynadı, Rex Reed ise öncesindeki ve (zaman zaman Raquel Welch ile yan yana) ameliyat sonrasındaki tekrar erkeğe dönüştüğü halini. 1970de aynı zamanda “The Christine Jorgensen Story” çekildi: Danimarka’da ameliyatla kadın olan (Christine), ilk Amerikan transseksüeli George Jorgenson hayat hikayesi. John Hansen George ve Christine’i oynadı. Ne yazık ki eleştirmenler, filmin ilk yarısında feminen bir erkeğe, ikinci yarısında ise erkeksi bir kadına benzediği yorumunu yaptılar. Daha sonra yapılan bağımsız kısa film “My Name Is Debbie”, Yonkers, New York ta yaşayan evli ve çocuklu Austin’in Fas’ta ameliyatla “Debbie” adında bir kadın olmasını anlatır. Debbie karısından boşanırken, yargıç çiftin oğlunun artık iki annesi olduğunu ama babası olmadığını söyledi. 1932 yapımı “Freaks” yarı erkek ve yarı kadın “JosephJosephine”i konu aldı. 1964 yapımı İngiliz komedisi “Carry On Spying” bir adım ileri gitti. Benzersiz bir şekilde, bir erkek ve bir kadının aynı bedende birleşimini gösteren bir karakter yeralmaktaydı! (Judith Furse tarafından oynandı).

Jack Lemmon&Tony Curtis "Some Likte It Hot"


KAOS GL

Zekeriya GÜN

Sufîleri dünyadan uzaklaşmakla / mistisizmle suçluyor, ama onların son derece gerçekçi oldukları yerde kendisi bir tür tepkisel mistisizme saplanıyor. Tabii din (İslam) adına yapıyor bunu: Tek doğru anlayış ve yorum kendisine ait, diğerleri tu kaka!

EŞCİNSEL BİRİKİM İncelediğimiz tasavvuf metinlerinde birçok eşcinsel öyküye rastlamış ve bunların bir kısmını yazı dizimizin önceki bölümlerinde dikkatlerinize 1 sunmuştuk. Fakat tasavvufî birikim bizim ulaşabildiğimizden çok daha zengin ve geniştir elbette. Şark-İslam klasiklerinden Türkçeye yapılmış çevirilerden –ki çoğu Farsçadandır- de gözümüzden kaçan ve habersiz olduğumuz birçok metin bulunuyor. Yalnız bu metinlerden zaman zaman konumuzla uzaktan yakından ilgili yayınlarda yapılan alıntılar da bizim için malzeme sunmaktadır. 2 İşte “Tasavvufta Seks Fenomeni” adlı kitap da bu bakımdan konumuzla ilgili malzemeler içermektedir. Bu malzemeyi değerlendirmeden önce Yazarın konuya yaklaşım tarzına eleştiri getirmek istiyoruz. TASAVVUFTA AŞK ANLAYIŞI Tasavvufun aşk anlayışı malumdur. İnsanlar için ideal sevgi ‘ilâhî aşk’ kavramıyla ifade edilir sufîlerce... Daha önce incelediğimiz tasavvuf metinlerinde özellikle Attar ve Câmî’nin eşcinselliğe insanî bir olgu olarak yaklaştıklarını görmüştük. Sufîlerin tüm mistikliklerine karşın gerçekçi bir yanları da vardır. Toplumda eşcinsel aşk yaşayan insanların da bulunduğunu bilmekte/görmekte ve daha çok gençler için bir tür el kitabı niteliğinde yazdıkları yapıtlarında eşcinsel aşk öykülerine de heteroseksüel aşk öyküleri kadar yer vermektedirler. Bir sufî böyle yapmakla neyi amaçlar? Eşcinselliğin propagandasını yapmayı mı, ya da içindeki eşcinsel duyguları dışavurmayı mı? Sanmıyoruz. Değinmiştik; sufî, ilâhî aşkın dışındaki tüm aşkları “mecazî aşk” olarak görmekte, eşcinsel ya da heteroseksüel niteliğine önem vermemektedirler. Sufîlere göre insanî hallerdendir bir erkeğin diğer bir erkeğe/bir kadının diğer bir kadına aşk duyması... Eşcinsellik yüzyıllardır toplumları bir gerçeğidir; görmezden gelmek devekuşu tavrıdır. Öyleyse çağrısı ilahî aşka olan bir sufî, sonunda aşılacak olduktan sonra mecazî aşkın eşcinsel ya da heteroseksüel niteliğini önemsemeyecektir doğal olarak. Dürüst davranmak gerekirse tasavvufun aşk anlayışı budur. Bir sufînin, özellikle gençlere yararlı olmak amacıyla kaleme aldığı kitabında eşcinsel öyküler de anlatması, ama her öykünün sonunda tanrısal aşk çağrısını yinelemesi. Kendi mantığı içinde son derece doğaldır. Bizim burada yapmak istediğimiz şey, tasavvufun aşk anlayışını savunmak değil, sufîlerin eşcinsel 1

Attar ve Câmî’den derlemeler için bk. Kaos GL’nin sayıları. Süreyya Aslaner, Tasavvufta Seks Fenomeni, Tevhid Yayınları, İstanbul, 1996.

2

60

aşka yaklaşımını dürüstçe ortaya koymaktır. Örnek öyküler alıntıladığımız tasavvufî metinlere bakarak ‘İşte bu sufîler zaten eşcinseldir!’ gibi bir yargıya varmak son derece yüzeysel bir tutum olacaktır. Oysa bu yüzeysel tutumun dürüstçe bir tutum olmadığını düşünüyoruz. Yukarıda adını andığımız kitabın da böyle bir tutum sergilemesi, konu üzerinde bunları söylememizi gerekli kıldı. UCUZ İSLAMCI ELEŞTİRİLER Yazar sıkı islamcı bir görünüme sahip ve tasavvufu tamamen ‘İslam dışı’ görüyor. Buna diyeceğimiz bir şey olamaz elbette; zaten tasavvufun İslamî olduğunu ispatlamaya kalkışmamız, yazı dizimizin amaçlarını ihlal etmek anlamına gelir. Bu nedenle böyle bir uğraş içinde olmayacağız. Yalnız Yazarın eşcinsellere ve sufîlere karşı dürüstçe bir tutum içinde olmadığını görüyoruz; tasavvuf karşıtlığı hangi orandaysa eşcinsellik karşıtlığı da aynı oranda... Yüzeysel bir bakış açısının ürünü olan kitabında Yazar, eleştirdiği sufîler kadar yansız ve toplumsal gerçeklerle uyuşan / ayakları yere basan bir tavır sergileyemiyor. Üstelik sufîleri dünyadan uzaklaşmakla / mistisizmle suçluyor, ama onların son derece gerçekçi oldukları yerde kendisi bir tür tepkisel mistisizme saplanıyor. Tabii din (İslam) adına yapıyor bunu: Tek doğru anlayış ve yorum kendisine ait, diğerleri tu kaka! Tanrı’ya inanan bir eşcinsele sufîlerin söz konusu yaklaşımı daha insanî gelecektir. Bir eşcinsel tanrısal aşka erişmek için çabalamayabilir ve bunu onaylamayabilir de... Ama sufîlerin eşcinsel aşkı dışlamayan tavrını, kesinlikle Aslaner’in tavrına nazaran sıcak bulacaktır. Aslaner, yapıtında sufîlerin ya kadın ya da mutlaka oğlan düşkünü olduklarını ispatlama gayreti içinde olduğu için tasavvufî metinlerdeki eşcinsel öyküleri hep bu doğrultuda yorumlamaktadır. Öncelikle bir sufînin sadece eşcinsel bir öykü anlatması bile katlanılamaz bir şeydir ve katmerli bir günahtır. Hele bir de bu öykülerde ‘oğlan tasvirleri’ ballandırıla ballandırıla anlatılınca, Yazar sufîler için şeriat kılıcını olanca gücüyle sallıyor ve âdeta mal bulmuş mağribî gibi fetvalarına delil olarak sunuyor. Bir sufînin erkek güzelliğinden söz ederek tanrısal (ilâhî) güzelliğe telmihte bulunması, “Anomaliye varan kişilik sapmaları”nın bir göstergesidir Aslaner’e göre. (s. 122) Yani Peygamber’in arkadaşları yakışıklı delikanlılarda Allah’ın cemalini görme yeteneğinden yoksundu da, sûfîler mi bu ‘tecellîler’e erecekti!? Yazar kitabının bir yerinde fetva vermeyi keserek insanlığı kurtarma derdine de düşüyor:

“Tasavvufçu kesim ise baktığı her yerde Allah’ı görmekte. Güzel kadın ve parlak oğlanlarla bunu


KAOS GL daha da somutlaştırmaktadır. Eğer dünyaya bu pencereden bakan mantık her düşünce ve felsefeyi kuşatırsa, insanlık ne seviyelere gelir hiç düşünebiliyor musunuz? Bu felsefeyi yaygınlaştırmak, bütün dünyayı sınırsız bir seks faşingine endekslemekten ve her yeri âdeta Rio karnavalına çevirmekten başka bir işe yaramaz! Müslümanın böyle “sapık” inançlarla bağlı olacağını düşünmek, dinin ve ahlakın ucuzlamasına neden olacağı için abesle iştigaldir!” (s. 123) Aslaner, sufîlerin eşcinsel aşka çağrı yaptığı ve ‘bu felsefeyi yaygınlaştırdığı’ saplantısına iyice kapıldığı için bu tür eleştirilerini değişik cümlelerle kitabının her yerinde tekrarlayıp duruyor. Yazarın okuduğu tasavvuf metinlerini iyi anladığından şüphelenmemek elde değil. Yalnız din adına ahkâm kesmesinin ve tasavvufî bir metinde eşcinsel öyküler anlatılmasını kabullenemeyen tavrının son derece itici olduğunu söyleyebiliriz. SONUÇ Tasavvufun aşk anlayışı esas itibariyle yukarda özetlediğimiz gibi olsa da bilinen tasavvuf anlayışının dışında işi oğlancılığa dökmüş sufî görünümlü toplulukların bulunduğu da bir gerçektir. Yalnız ilâhî aşkı hedeflemeyen ve buna ulaşamayan kimselerin ne kadar tasavvuf iddiasında bulunurlarsa bulunsunlar sufî saymak doğru olmayacaktır kanısındayız. Bu en azından tasavvufun teorisine terstir. Teoriyle uygulama da her zaman aynı doğrultuda olmayabilir. KİTAPTAKİ EŞCİNSEL ÖYKÜLER 1. Tüysüz Oğlana Methiye “... Güzel delikanlının biri arzu kemendini dervişler halkasına attı. Merkez noktası gibi sofiler dairesine yerleşti. Yanağı Tanrı’yı arayanların kıblesi oldu! Onlar Tanrı’ya dönmüş olan yüzlerini bu mahbubun (sevgilinin) yüzüne çevirdiler. Futa örtünmüş olan dervişler bu şeker sözlünün etrafına şeker arayan sinekler gibi üşüştüler. Herkes onu kendine mal etmek ister, onun iltifat nazarlarıyla şereflenmek arzusunu güderdi. Nihayet aralarında ayrılık ve kavga baş gösterdi. Aşk oyununa girenler arasında birbirini dövmek tehlikesi uzak değildir. Çünkü hepsi de güzel yüzlü bir sevgilinin aşkından dem vururlar. Kâbe’nin çevresini dolaşanların süratle koşmak zevkinden dolayı birbirlerine çarpmaları pek yerinde bir harekettir. Tekkenin piri de o sevdaya külah kaptırmış ve o dava da kendisini şahit tutmuştu. Gence öğüt vermeye başladı.” Ey değerli oğul, ey gönüller bağlayan taze” dedi. “Her rastgelenle süt ve şekerin birleşmesi gibi düşüp kalkma, her alçağın aldatıcı ipi ile kuyuya inme, sen Tanrı’nın çehresini aksettiren bir aynasın. Her ipsiz sapsıza yüz gösterme. Her an dizgini yabancıların pençesine

61

kaptırma, hususi halvetinde umuma iltifat gösterme. Senin yanağın parlak bir aynadır, bu saf ve temiz aynayı tozlarla kirletme. O tatlı delikanlı bu öğüdü işitince kendisine acı geldi, yüzünü ekşitti. Şeyhin huzurundan kalktı ve bir bahaneyle tekkeden dışarı çıktı. Birkaç gün uğramadı. Pir ve müritler onun ayrılmasından üzüldüler. Hicran acısından feryada geldiler, kirpiklerinin elmasıyla zaruret ve zavallılık cevherini deldiler, umutsuzca ağladılar, yoksulluk diliyle ve özür dileme yoluyla şu beyiti tekrarladılar: “Ey çocuk, geri gel ki hiç kimse senin üzerinde hükmünü yürütemez. Her kiminle oturmak istersen otu, her kimden kaçmak istersen kaç, her ne kadar aklı aldatan ve dine düşman olan bir fettansan da gene geri dön. Çünkü kırık gönüllere sükun veriyorsun. Bizim çektiğimiz bela ve mihnetleri gördüğün halde meclisimizde başkalarının takıntılarıyla oturma derdi bize yetişir.” Delikanlı dervişlerin özür dilediklerini duyunca sert huyluluktan vazgeçti, onların derneğinde yalnız kaldı, hasretini çekenlerin, ayrılığından hasta düşenlerin yanına döndü...” (Molla Câmî,

Baharistan, M.E.B Yayınları, s.151)3

2- ‘Mahbubperest’ Şeyh: “Yine nakledilmiştir ki bir gün Şemseddin, seyahati esnasında bir şeyhe rastladı. Bu şeyh mahbubperestlik (genç erkekleri seyretme) illetine tutulmuştu. Nerede genç bir çocuk görse onun yüzünü temaşa etmekten kendini alamazdı. Şems ona “Hey, bu ne haldir?” diye çıkıştı. Şeyh “Güzellerin yüzü ayna gibidir. Ben Tanrı’yı o aynada müşahede ediyorum” dedi.” (Eflakî,

Ariflerin Menkıbeleri, M.E.B Yayınları, c.2, s.205)4 3. ‘Livata’ Öyküsü “ Şaranî, Ebu Havde’den şöyle söz ediyor: “Allah ondan razı olsun! Bir kadın veya bıyıkları henüz terlemiş bir genç gördüğü zaman onunla cinsi münasebete kalkışır ve dübürünü yoklardı. Bu kişi ister emirin, ister vezirin oğlu olsun, isterse babasının veya başkalarının huzurunda olsun, arkasını yoklar onunla livata yapmaya kalkışırdı.”

bu öykülerde ‘oğlan tasvirleri’ (Şaranî, et-Tabakatü’l-Kübra, c.2, s.122)5 ballandırıla ballandırıla *** anlatılınca, Bu öykülerin dışında kitapta bir de “Kerametle Transseksüel Olan Şeyh” başlıklı bir öykü yer Yazar sufîler alıyor. Bu öykü, Abdülaziz Debbağ’ın el-İbriz adlı için şeriat yapıtından alıntılanmıştır. (Debbağ, s. 41)6 kılıcını olanca gücüyle sallıyor ve âdeta mal bulmuş mağribî 3 Aslaner, s. 121. gibi fetvalarına 4 Aslaner, s. 173. 5 Aslaner s. 174. delil olarak 6 Öykü için bk. Aslaner, s. 142-143. sunuyor.


KAOS GL Dönersek Bir Vakit Mitologyanın Sarı Sayfalarına-6

“bir kelimenin dilinden düşen yalın ezberlerdir eylemler”

AGATHADAİMON

kavgam ve sevdam… sarı sayfalı mitologyalardan paslı raylara uzanan yolda PROLOGOS1 I- akşam alacasıyla birlikte zuhur eder yüreklere gey-ik dürtüler zikre hazırlanır iconium2 tekkelerde allah-u ekber allah-u ekber… bir oğlan! sıklaşan adımlarıyla geçer “bilinmezler” dehlizinden II- diadem3li serler entelektüel söylemler derin (!) perspektifler (tanrının evinde düzüşür aurora4’nın kucağından

düşen

I.FONDİP Ucundan tutuyordu gecenin Ürkekti… gitmek mi kalmak mı istediğini bilemiyorduk -oysa ihtiyacımız vardı ona “aşk amentüsü”nde yeri doldurulamaz iki heceydi çünkü… II.FONDİP proxima!5 arapça menşeili bir adla yatıyordu kucak kucağa… bir ad da biz ekleyelim dedik sonra bir işaret… archaioslogos’lu6 demeçler rağbet görüyordu ( - naif pezevenkler! işte bu kadarsınız demek geçiyordu içimizden) … gülüyorduk (zaten biz o edepsiz gülmelerimizin hesabını vermiyor muyduk?)

tümceler ile tinde yükselen melodiler.)

III.FONDİP: (nicelikler –nitelikler) kara bakışlı bir kadındı FEM! paradoksların tanrıçası kısarak gözlerini hep bir şeyler anlatırdı (ta ki, fason faziletler alayında ezilene dek…)

İCONİUMLU: tütün tütsü kandil şarap ve yine “kadim dost”gece!

Kybele! (anıştırıcı dolduran nevale)

olsun

diyedir

odayı o salt bedeniyle özdeş o bir paravan o sunulmuş özgürlükler uğrağı… Herakles! :) (bkz. antik yunan miti/ yükte ağır , paha da hafif tanrılar bahsi)

merhaba, karşınızda işte kehanetlerden arta kalan biçare harabe (…) 1 2 3 4

Prologos: Antik Tragedya’da koro öncesi şiir İconium: Konya

5

Diadem : Saç bandı

6

Aurora: Roma’da şafak Tanrıçası

62

Proxima: Terk edilmiş bir vagon adı Archaiosbgos: Arkeoloji


KAOS GL Anastole!

gecenin koyu bakışlı delikanlısı paslanmış inimin koca başlı zımparası… bir vagon konukluğunda kırmıştı dilimin kilidini teninin tütsülü kabartısı … kontrplak yatak mukavva yorgan-omo’dan arta kalanbir yığın kırık saydam sarı tanrıların tarlasından çalınmış renk renk ambrosia ve nektar makasçıdan armağan … şeytana uymanın sabırsızlığıyla zaman kollayan oğullar dem tutan rüzgara aldırmadan karışır toza toprağa…

ah güzel iskender biliyorsun sen benim gözümde coming out’unu yapamamış bir homoseksüelsin. Demian! (=yada Attis ya da Priapos) (bkz. kaleler yıkan kahramanlar bahsi) ve unutulmuş replik histerisi (…) her orgazmın akabinde daha da hümanistleşir gökler bu yüzden inen vahiyler ilkin “ eromenos”7 ların derinine işler VAHİY:

gidip gelen katar boşaltır yükünü her on beş dakikada azar azar (…) OTUZBEŞLİK ZAMANLAR LİRİĞİ konar yine bir gece yıldız dolu göklere yıldızlar düşer yağlı raylar üstüne azalan kent ışıkları donup kalan sokak lambası makasçının bozuk lisanı ve ürkek iconium oğlanları (otuzbeşlik zamanlarda otuzbeş ayrı adımla otuzbeş adımda otuzbeş adam rüyasında yaklaş o ışığa)

“suyun hükmü yitiyordu gitgide , saydam sarılar ile gusl abdesti alıyordu müminler istasyon ikliminde” (…) ten belasına düşmüşken metropol (!) tretuvarına bir totem yetişmiştir “kaotik oğlanlar”ın imdadına... sayrılı sanrıların sarsıcı sancılarından salındı savrulan saçlarıyla saydam sarı sevdalar sağanağı

-.-

“konukluğun sonunda”

RAYTAN

koyulmuş buğu oturumlarında munis gece tınılarıydı mırıldandıklarımız… beyazın pırıltısı dumanın raksı ab-ı hayat tansığı sırra mazhar nice ayrıntıdan yalnızca bir kaçı (…) sonsuz selam onlara! mağrur duruşlarına eşsiz hatıralarına… bir zamanlar onlara başlanırdı ilk yudumda, ilk çerağ “onlar”adına verilir di od’a… vaktin yüzü bunda da çıktı karaya eriti tümünü kuytu bakışlarda… 99-00-iconium

kara kehanet: “sevmem seni,…. çünkü önünde duran başka dünyalara adanmış sarkıtlar” EXODOS8 istasyon! gecenin kanlı apış arası düş(kün)lerin demir haritası bir mythos dile geldi o coğrafya da o coğrafyada kotarıldı cümle gey-iktını … raytan! 7 8

Eromesos: Oğlan Exodos: Antik tregedya’da son şiir.

63


KAOS GL

“Fe emma ma yenfeun – nase fimeksü fil arz.”

(Dünyada, insana zevk içinde bulunmaktan daha yararlı bir şey yoktur.)

Şarmut. A. İKARUS

Sevgili Paraş Mireves,

sarmutaikarus@yahoo.com Sana bu mektubu göndermeden önce epey düşündüm. Biliyorsun Fantazya’mızın başkentinin adı Karana da K ile başlıyor, ama adında K olanlar lanetli ve katli vacip. Mavi gezegen dünyayı cehenneme çeviren Globalci Müttefiklere karşı ayaklanan asi, o muhteşem kadın, Karilerin kraliçesi Kari Ana korsanlar tarafından son anda kaçırılmış ve böylece gezegenimize yerleşen kraliçe ve korsanlardan bizim ırkımız doğmuş. Kari Ana da dilden dile dolaşmış ve kurduğu ilk gezegenler arası yerleşim merkezine de Karana demişler. Sfenks’in elinden bir kaçan kurtuluyor, bir de gerçek kimliğini gizleyen. Niye Kefette koymuşlar adımı benim? Ben neden bir Kariyim? İnan ben de bilmek isterdim soyumuzun nerelere dayandığını, ama lux-librarium’da yaptığım araştırmalar sonucunda Kariler’in kökeni Mezopotamya’ya, hani mavi gezegendeki Dicle ve Fırat nehirleri arasındaki verimli topraklar var ya, işte oraya kadar dayanıyor. M.Ö. 4000-2500 yılları arasında varlık göstermiş ve tıpkı Fantazya gibi şehir devletlerinden oluşan Sümer Uygarlığı olmuş yazıyı ilk kullanan. Kariler de yazılanları okumaya meraklı ilk insanlar olmuş. Bu uygarlıkta iktidar saray ve mabet elindeymiş. Yönetici kadro da diyebileceğimiz İşakkular kral gibi yetkilerle donatılmış olup öldüklerinde, kıymetli eşyalarıyla birlikte askerleri, hizmetkarları da öldürüldükten sonra mezarlarına konurmuş. Sümerler, dünyanın yaratılışından sonra şehirlerin tanrılar arasında pay edildiklerine de inanırlarmış. Her şehrin bir tanrısı varmış ve İşakku şehri tanrının yeryüzü temsilcisiymiş. Mabetler ise Şangular tarafından yönetiliyormuş. Şehir devletleri arasında Lagaş adlı bir tanesi varmış ki iktidarı Ur-Nanşe sülalesi elindeymiş. Lagaş, savaşlar ve kötü bürokratlar tarafından konan inanılmaz vergiler yüzünden sömürgeci düşmanlarına yem olmaktan son anda ilk devrimci diye de tarihe geçen Urukagina sayesinde kurtulmuş. Dikkat ederseniz, onun adında da K harfi ya da sesi var. Bir İşakku olan Urukagina Ur-Nanşe sülalesini M.Ö.2400

64

yılında al aşağı etmiş. Düşkünün, yoksulun hakkını korumuş Urukagina ve Lagaş’ın tanrısı Ningirsu’dan da destek görmüş. Zorbaların iktidarı ve sınıf ayrımcılığı onun sayesinde son bulmuş. Şimdi, biz de böyle bir kurtarıcıdan medet umar hale geldik, Sfenks’e karşı. Ben de bu yüzden köşe bucak kaçıyorum. Kariler, atalarımız iki cinsiyetin bir bedende bulunduğuna inanırmış, benim gibi. Kari Ana da bunu savunurken Global İttifak lideri Şattül Müttalip ile çatışmış. Zalim Müttalip bunun üzerine Kari Ana’yı asi ve katli vacip ilan etmiş. Kari Ana ve yandaşları da Fantazya’ya kaçmadan önce aradaki bir ada gezegende mola vermişler. Şimdi Kari Ana gibi düşünen herkesin gitmek istediği ve asilerin barınağı haline gelen ada K’Island; bugünkü adı bu. Susrat yakınlarında Şatarak burnunun açıklarında eskiden üzerinde bir mağara ve bir akıl hastanesi bulunan bir ada burası, size niye anlatıyorum ki bunları, benden iyi bilirsiniz eminim. Ama bunlardan bahsedemezsiniz. Gazetenizde yayımlayamazsınız. Fantazya ile Selat gezegeni arasında bir eşikteymiş bu ada. Kariler kaçarken adanın adı Zaprak’mış. Kariler, Kari Ana’nın ardından yavaş yavaş bu yeni umut adaya, oradan da Fantazya’yı oluşturmak üzere gezegenimize göçerken mavi gezegenden, korsanlardan biri sormuş Kari Ana’ya, “Ana, ne koyacağız bu adanın adını? Kari Ana bu, onun yanıtını bulamayacağı soru olur mu? Kendisine bu soruyu yönelten korsan Atrumuy’dan bir yanak almış ve demiş ki:Bak sevgili çocuğum, adanın burnu kocaman başka bir gezegeni gösteriyor. Öyle sağlam bir içgüdüyle ve sanki deja-vu ile söylüyorum ki insan ırkının mavi gezegende yolculuğunun başladığı yere dönüyoruz zaten. Yeni gezegen, aslında yuvamız, eski evimiz, ana rahmi kadar sıcak ve bizden; memleketimiz, yurdumuz olacak bu yeni gezegen. Bu başlangıca dönüşümüz olacak. Tarihimizin son yaprağı. Bu yaprağı çevirmekten başka bir seçeneğimiz yok çocuklarım. Yaprak., Son Yaprak anlamına gelen bir şey olsun adı bu adanın. Latince’de ve birçok dünya dilindeki son harf Z’yi başa koyarsak Zaprak olur. Olsun öyleyse; Zaprak:Son Yaprak Sonradan göçenler, adanın adını neden K’Island diye değiştirdiler bilmiyorum. Belki sadece, Karilerin sığındığı bir ada olduğu için. Tamam K, kari’nin K’sı. Island da ada demek. Ama


KAOS GL adanın adını değiştirmek neden gerekti, o konuda kütüphaneleri epey araştırdım. Fantazya Ulusal Lux-Librarium’u KfenKs’te bir şey bulamadım. Oraya bir gidebilsem. Burada, pislik her yanı sarmış. Fantazya’ymış. Kıçımın fantazyası. Mavi gezegenin ünlü şairlerinden Tevfik Fikret’in “Sis” şiirinde de dediği gibi “Hep levs-i riya, levs’i hased, levs-i teneffü’. Bu gezegende daha fazla durulmaz ama nereye kaçabilirim ki? Lux-minalin her yanı tutulu. Sfenks’in gözleri her yerde. Pençesinin uzanamadığı yer yok. Bir tek hamamlara giremiyor diye duydum. Nedense? En güvenli yerler şimdilik orası. Dün saklandığım Fildişi Hamamı’nda tanıştım Şarmut ile. Soyadını sordum, “Söyleyemem,” dedi. Söyleyemeyişinden anladım ve hamamda oluşundan ki o da kaçak yaşıyor. Benim gibi anladım, her daim yolcu. Güvendim ona. Hamamın tılsımı bunu mu gerektiyor, yoksa yabancıların nezaketi, içtenliği teslim alıcı mı, ya da nasıl olsa bu hamama bir daha gelmem, olur biter. Bu koca gezegende nasıl karşılaşacağız ki bir daha. Fısıldayıverdim adımı. “Kefette” dedim. İrkildi. “Soyadın Tayyuş mu?” diye sordu. Geri çekildi biraz. Sonra, kendisine tellak değil de keseci denmesini isteyen Mernuş’un getirdiği çayı bana ikram etti saygıyla. Bu saygı bana tuhaf geldi, ama ona da bir bardak çay gelince içtim. Çay içtik göbek taşının üstünde sohbet ederken. Birlikte terledik. Soyadımı nereden biliyordu, onu bilmiyorum. Hamamın buğulu havasında uyukluyordum sanki. Hamamda aklıma geldi. Madem, K harfini kimse koymuyor adına, neredeyse bu harften tümüyle kurtulmak isteyecek kadar obsesyon halindeyiz, neden belleğimizden çıkarmak için uğraştığımız bir harfi librarium’un adından atamıyoruz, neden Fantazya Ulusal Librarium’unun (FUL) adı KfenKs. Hem de iki K birden var. Tamam Sfenks, her an, her yerde olduğunu böylece anımsatacak,anıştıracak, bize kendini unutturmamaya çalışıyor, bunu anlamamak için aptal olmak lazım, ama aynı Sfenks bilmiyor mu ki kendi adının bir yerinde de bu harf var, ama ses, ama görüntü olarak. X sesi, K gibi bir ses. Anlamıyorum, Sfenks’in egosu bu kadar büyük müdür? Karileri tarihten silmek için 2000 yıllarına girerken mavi gezegenin globalci mühendisleri önce www’ları icat etmişler, sonra bir Y2K korkusu yaymışlar ortaya, Deccal doğacak, İsa’nın karşıtı, şeytanın beden bulmuş hali dünyaya dönecek diye de ne kitaplar, ne filmler Aaa, üretmişler. A, kitapta da var K. Y2K...İngilizcede Why 2 K? Why two Kay? Neden 2K dendi, onu mu sormam isteniyor?

65

Neden iki K harfi mi? Diye sormam bekleniyor? Kay, acaba key mi, yani anahtar. İki anahtar demek istiyorsa, nerenin, neyin iki anahtarı kast ediliyor? O sıralarda insanlar w (double u, yani double you, yani iki tane u harfi yanyana gelmiş, ya da İngilizce’de iki tane sen, senden iki tane yanyana) evet...bu harfin telaffuzu muydu neydi İbrancada altı rakamı ile aynıymış. Yani www, 666 demekmiş. Şeytanın iktidarı gerçekleşmiş, Deccal aslında o zamanın ilkel bilgisayar kralı (üf, Kral’da var K harfi) Bill Gates’in anti-İsa olduğu, şeytanın kölesi olduğu iddia edilmiş. Şimdi 3000’li yılların sonlarına geldiğimize Y4K mi olacak? Dört, kusursuz bütünselliğin simgesi bir sayıymış mavi gezegende. Yoksa, Deccal değil de tanrı mı gösterecek kendini Fantazya’da? Yoksa, kıyamet dedikleri 2000li yıllarda çıkmadığına göre 4000’li yıllarda mı gelecek, Tanrı’nın yüzünü göstermesiyle? Bütün bu soruların kafamı allak bullak etmesine, göbek taşı üzerinde akan terime karışmasına izin verdiğim sırada içeri girdi Kanka. Omuzunda geniş bir yara izi vardı. Dikişleri daha yeni atılmış gibiydi. Bu dikiş izlerinden tanımış gibi baktı ona Şarmuta. Ben Şarmut’a bakıyorum, o Kanka’nın dikiş izlerine. Kanka. Daha hamama girdiği anda tanıdım onu, onun da bir Kari olduğunu içeri girer girmez etrafa saldığı ürkek kumru bakışlarından, ilişecek bir kuytu arayışından anladım. Sanki omuzunda yazılıydı onun da kaçak bir yolcu olduğu. Adını Şarmut koydu. Neden mi? Üçümüz de hamamın sauna kısmındayken Kanka üç kişi oluşumuzdan sıkıldı. Şarmut beni göstererek, “O da bizden, utanma,” dedi. Bunun üzerine Kanka, “Utanmıyorum işte, sebebi sadece çok, ama çok kırılganlaşmış olmam. Hep tüketildim. Son kez denemek istedim varolma zevkini, son kez. Bu hamam son çıkışım, son kapım. Bana iyi davranın.” Şarmut, Kanka’ya yeterince güven


KAOS GL vermek için onun elini tuttu. Kanka, bunu hemen kabullendi ama Şarmut onun kalçalarını okşamaya başlayınca, “Sevişmek istemiyorum, sevişmek çok özel ve ben bunu sadece Marlon’la yaptım. Hiç kimseyi onu sevdiğim kadar sevemeyeceğim.” “Neden?” diye sormuşuz Şarmut ile aynı anda? “Çünkü,” diye yanıtladı Kanka, “çünkü, sadece onunla öyle heyecanlanıyorum, öyle heyecanlanıyorum ki, kalkmıyor erkekliğim. Sanki kendimi becermekten korkuyorum. Sanki o benim. Sevişmek, öpüşmek, bunlar çok özel...ve sadece Marlon için olmalı.” Marlon. Marlon, the Dişçi olabilir mi bu? Bir düşümde görmüş gibiyim. Deja-vu dedim kendi kendime. Nereden tanıyabilirim ki ben Marlon’u, ama K’Island’da Marlon diye bir asi Kari adına anıt, hatta bir tapınak yapıldığını duymuştum. Aynı Marlon olabilir mi? Yüksek sesle mi sordum ben bu soruyu? “Bilmiyorum. K’Island da ne?” diye sordu Kanka? Sonra da devam etti, “Ne anıtı, ne tapınağı? Marlon daha az önce benimle birlikteydi. Bana Fantazya’nın en güzel dokuşunuşunu armağan etti. Ben de ona çocukluğumda üstüne kurşun döküp oyun oynadığımız atmeri, aşık kemiğimi, çocukluğumu armağan ettim. Hep üstümde taşıyacağım dedi gitmeden az önce. Ne diye diksinler ki büstünü, anıtını, ölmüş gibi. Ne münasebet! O hep olacak, hep...” Şarmuta bana baktı, ben Şarmuta’ya. İkimiz de biliyorduk, bana öyle geldi. Nasıl duyduk üçümüz birden benim aklımdan geçenleri...üstelemedik hiç birimiz. Kanka, ürkekliğinin doruğunda saunanın bir köşesine sıkışmış şaşkın şaşkın bize bakıyordu. “Peki, anal birleşmeye de karşı mısın?” diye sordu Şarmuta. Ben daha da şaşkınım, ya da biraz kızgın. Böyle bir anda anal birleşmeyi düşünebiliyor olmasına Şarmuta’nın gücendim sanırım. Emin değilim, kızdırması gerekirdi ya da. “Kanamam var. Kaç gündür kanıyorum, basurum azdı. Acılı yemekleri pek severim, e biraz da alkol. Bu sıralar anal olmasa, lütfen,” dedi Kanka. Yalvarmıyordu, emretmiyordu. Durum belirliyordu sadece ve iradeyi Şarmut’a bırakıvermişti ses tonu. Bu kadar masumiyet, bu kadar irade teslimiyeti Şarmut’u azdırmıştı. Hemen geçiverdi Kanka’nın arkasına. Kanka’nın gıkı bile çıkmadı. “Iııh!” diyebildi sadece. Şarmut onun tüysüz arkasına gidip gelirken Kanka’nın her yanından kan geliyordu. Göz yuvalarından, avuç içlerinden, bacak arasından, el ve ayak tırnaklarının uçlarından... kan akıyordu oluk oluk... Şarmut onun göğüslerini kavramıştı. Ben ise

66

şaşkındım, elim bacak aramda kendimden geçmiş onları izlerken Kanka mırıldanmaya başladı:

Sfenks uykuda Kanatları katmer Kulakları sağır Dünyamız üstüne çömmüş sorar, “Kim söyleyecek bana zamanlar Boyu üstü örtülmüş gizi? Bekledim, hep bekledim o kahinleri, Ama onlar miskindi, uyukladılar hep”; Kan dolduruyordu saunayı. Ne Şarmut’tan, ne de Kanka’dan buna karşı çıkacak bir nida duydum. Öylece bakakalmıştım. Bir süre sonra bacak aramla oynamayı da kestiğimi daha sonra anımsayacaktım. Bu kan, bu dizeler beni benden alıp götürmüştü. Bu masumiyet karşısında gözyaşlarım Kanka’nın kanına karışıyordu, bunu da daha sonra anlayacaktım, masumiyetin karşı duramadığı iradeyi izlemek... Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum...niye ağlıyordum?

Toprağı, toprağı ağu ile yıkıyoruz, Oğlan aklımı ekmek gibi yemekteyiz, Varoluşumuzdaki bütünselliği Hayvansallığımızla yıkıyoruz... Yıkıyoruz, diyordu Kanka. Yıkmak mıydı kast ettiği, yıkamak mı...anlayamadım. Ben şaşkın şaşkın onları izlerken Kanka o mübarek ağzını yeniden açtı mırıltılara:

Daha derine, daha derine Dalmalı insanın tini O derinliklerde bulduğu tad Aratacaktır eski acıları... Ben tam o sırada, bu kadar yüce, bu kadar ayrıksı, bu kadar tek, bu kadar bir tane aşkım niye olmadı diye düşünürken men, Kanka kanlı gözleriyle bana bir baktı ki pir baktı:

Gurur mahvetti melekleri, Utanç ile arındılar yeniden; Ballı mı ballı bir sevinç Pişmanlık dikenlerinde gizli. Soylu ve özgür bir sevdiğim Var mı benim? Ben olurdum o soylu özgür aşık, Beni sevmek soyluluğunu bilecek Kadar soylu olsaydı yüreği. Şarmut, daha kalın dudağını ısırdı o sıra. Sordu Kanka’ya:

“Benim adımı anmayı kim öğretti sana, Ben ruhunum senin, senin kan kardeşin, Senin gözünün nuruyum ben, ışığının nuru.” Şarmuta, kutsanmış gibi onurlu, sevdalı gibi şaşkın, titreyerek ve sendeleyerek, taş gibi iradeyle çıktı Kanka’dan ve saunanın buğusu


KAOS GL içinde haykırıverdi:

“Bilmem. Bir garip, bir aşık.” Tekinsiz ama güvenilir bir derviş de diyebilirdim.

“Benim anlamlarımdan birini Bir tek anlamımı bilene, söyleyene Ben neysem, kölesiyim, Bu böyle biline!”*

Mernuş saunaya girdi, baktı...bakındı. “Sen benimle dalga mı geçiyorsun, saunada kimse yok ki,” dedi Mernuş.

Mernuş, o densiz Mernuş işte tam o sırada saunanın kapısını çalıp tılsımı bozdu: “Şarmuuut, Prenseees! Kese vakti gelmiştir!” Mernuş, saunanın kapısını neden açıp da söylemedi bunları? Şarmut’un içerde ne haltlar işlediğini anlaşılan biliyordu, bilmese neden kapıyı vursun ki? “Gitmem gerek,” dedi Şarmut. Sol elinin en küçük parmağının ucundaki tırnakla sağ elinin parmaklarını birer birer çizdi, sağ elinin parmaklarından akan kanı, sanki bir destan yazar gibi usulca ve kendinden emin bir tavırla Kanka’nın her yanından akan kana karıştırdı. “Kankam benim,” dedi. “Sen artık benim kan kardeşimsin. Bunu unutma sakın! Artık sana ihanet etmek, sana, ilk ve tek devrimciye...kendime ihanet anlamına gelecektir. İşte, ancak o zaman gelir sonum.” Şaşkınım. Dilim tutulmuş bakıyorum sadece. Bu tastamamlanma gereksinmesinin ne olduğu hala çözülemedi. Belki, çözülmesi de gerekmiyor. O muamma, muamma olarak kalmalı. Belki muamma bile değil. Kanka, peştalamalını beline yeniden sararken Şarmut saunadan çoktan çıkmış göbektaşına kese için uzanmıştı bile. Toro, özürlülerin, mazlumun koruyucusu, o hakkaniyetçi Toro, Şarmut’un saunadan çıkmasını bekliyor gibiydi. Her şeyin yolunda olduğunu görünce Toro sesini çıkarmadı. Şaşı gözlerini yere düşürdü sadece. Şarmut, onun yanından geçerken sırtını sıvazladı. Kanka, saunanın kapısını açıp kendini dışarı atmak üzereyken bana dönüp şunları söyledi. Yorumu size bırakıyorum sevgili Paraş. “Masumiyet, yegane aşkı bulanındır,

Bir büste dönüşmeden önce bedenim, Kavra kanımı, anlamı bulanındır.” O bunları söylerken, sözünün ağırlığından mıdır yoksa bu sözün ardından saunaya mor bir ışık yayılmaya başladığı için midir nedir ondan önce ben atıvermişim kendimi saunadan dışarı. Mernuş ile burun buruna geldim. “Saunada kim var?” diye sordu. “Urakagina, yani...şey...Kanka,” demişim. “O da kim?” diye sordu keseci Mernuş.

*

Kanka’nın ve Şarmut’un ağzından saunada dökülen dizeler Ralph Waldo Emerson’un “The Sphinx” adlı şiirinden esinlidir.

67

“Nasıl olur? Daha az önce...” Saunaya kafamı sokup baktım. Mor ışık gitmişti. Bomboştu sauna. Ama o koku. O leş gibi koku. O koku, az önceki kan kokusu değildi. Az önce izlediklerimin kalıntısı bir koku değildi bu. Gelecek bir leşin kokusuydu, öngörüsel bir kokuydu. Deja-vu değildi bu kez. Bundan emindim. Bu geçmişte yaşadığım bir anın çağrışımı değil, gelecekteki bir acının kokusuydu sanki. Öylesi bir koku, bir korku sarmıştı beni. “Sauna mor kokuyor, değil mi?” diye sordu Şarmut. Şaşkınım, o nereden biliyor. Çoktan çıkmıştı saunadan dışarı ve o saunadayken o koku yoktu içerde. Kese oldu Şarmut. Tertemizdi artık. Mernuş’un hamamdan dışarı çıkmasını fırsat bilip benim yıkandığım bölmeye geldiğinde pırıl pırıldı. Cennet bahçesi gibi eflatun ya da lavanta çiçeği kokuyordu. İyi de ben cennet bahçesi kokusunu nereden biliyorum ki? Teni kadife gibiydi ve ben böyle bir bedeni bir kadında bile görmemiştim. Bunu biliyordum. “Sen kadın görmemişsin,” dedi Şarmut. Düşüncelerimi okuduğunu unutmuşum. Cennet kokuyu duyar duymaz yüzükoyun yattım. Bu koku primordiyal zamanlardan kalma, genlerimin ilkleştiği anlardan bir anı, bir buyruk. Bu kokuyu duyar duymaz yüzükoyun yatmalıyım, ben bunu biliyorum, belleğim bunu emrediyor. Karilerin kanında mı var bu? Ama Kari Ana’dan kalan bir miras gibi bir duygu bu. “Yüzükoyun uzan Kefette. Şarmut’un kokusu üstüne.” Ben buyruğu dinledim, Şarmut içime doldurdu bütün haşmetini. Sonra ağzına doldurdu bütün haşmetimi. Ağzından taşan dölüm yanaklarından aşağı Kanka’nın kanı gibi, gözyaşı gibi süzüldü. Şarmut’u kansız bir darbeyle becerdim ben. Nasıl yaptım, niye yaptım bilmiyorum. sarıldım beline. Babamın, Fantazya Kurtuluş Bayramı’nda geçit törenini izlemek için çıktığım beli gibi geldi bana. Beni havaya


KAOS GL kaldırdı Şarmut. Dilini, koskocaman dilini ağzımın içinde dolaştırdı. Bunu yaparken, “Marlon, aynen böyle yapardı, diliyle fethetmişti beni,” dedi. Düşte gibiydi. Düşte gibiydim. “Sadece Marlon’la yattığımda apansız kaldım, arıza yaptım, sadece onunla yattığımda inanamadım hak ettiğime böylesine bir güzelliği ve özgürlüğü.”

“Öyle efendim. Ne yaparsınız? Yurt, harç...derken epey para gerekiyor. Aileden de para yardımı almak istemezseniz...taksi şoförlüğü...”

Demek Marlon’la da sevişmişti Şarmut. Bu hamamdan çıkmam lazım. Bir düş hapı yutup morun töhmetinden çıkayım artık. Dream Pills kutumdan bir tane atayım ağzıma da rüyalara dalayım diye geçirdim aklımdan. Elimi cebime attığımda gördüm ki kutudaki son hapı çoktan yutmuşum bile. Unutmuşum düşümde...

“Evet, basurum kanıyor.”

Gecenin karanlığında Fantazya Taksilerinden birinde adında gene K harfi bulunan başka bir kaçağın evine mi gitsem diye düşünürken- sen de duymuşsundur Paraş- şu haber yayılıyordu taksideki Lux-vizyondan: “K’Island’a kaçmak üzere hat yakalamaya çalışan bir asi Lux-minalde yakalandı. Göğsünde Kanka dövmeli kimliği belirsiz bu asinin K’Island’daki eşcinsel devrimcilere katılmak üzere hattı meşgul etmeye çalıştığı anlaşıldı. Güvenlik güçlerimiz olaya anında müdahale ederek...” Görüntüde Şarmut’un kankardeşi Kanka’nın yüzü mosmor görüntüsü yüreğimi dağladı. Medyatörler, neden onun mosmor yüzü ile Marlon’un anıtının görüntüsünü yanyana koydular bilmiyorum. Madem zararlı, niye gösteriyorsunuz. Bir asi daha öldü. Kıçınıza kına yakın zorbalar. Gitmeliyim. O anıta, atmosferi eflatun o adaya. Kendi yüzüme gitmeliyim. “Abi, nereye gideceğini hala söylemedin?” dedi taksi şoförü. “Lux-alanına!” demişim bilmeden. “Ama,” dedi taksi şoförü, “Oraya girmek demek, gezegenden ayrılmak istiyorsunuz demek, bunun için FİT’den özel izniniz var mı?” “Var!” demişim. “Peki.” “Adın ne senin, meraklı şoför?” “Xanadu efendim, neden merak ettiniz?”

“Keşke hekim olsaydın.” Neden dedim böyle şimdi? “Neden? Bir sağlık probleminiz mi var?” “Kestirip atın efendim, ben öyle yaptım.” Bu taksi şoförleri de böyledir. Fazla samimiyetten maraz doğar. Sohbeti biraz daha ilerletsek, arabayı durdurup basuruma bakmaya da kalkar. “Tamam, tamam...sen önüne bak...!” Xanadu mu? Bugün kaçıncı bu? İkide birde deja-vu oluyorum, niyeyse? Üstüme bir şeyler yıkılıyormuş gibi bir his geldi, ağırlığının altından kalkamayacağım bir yük gibi bu anı. Ama buna kulak asacak zamanım yok. Bu gezegenden derhal çıkmam lazım. K’Island’a gitmeliyim, hatta Marlon’un heykelini ziyaret edip olan biteni K’Island halkına anlatmam lazım. Bu düşü anlatmalıyım. Xanadu mu? Ne tuhaf isim. Tam da nereye gideceğime karar vermişken kafamı niye bulandırdı bu isim? Yol, uzun mu uzun. Gök mosmor. Üstüme çöken bu mordan kurtulup Lux-alandan K’Island’a, hemcinslerimin yurduna bir kavuşsam, başka bir istediğim yok. Felsefe doktorası yapıyormuş Xanadu. Bakma dikiz aynasından öyle, cehennem zebanisi bakışlı, boşlukta yüzen bu yolda bakma gözüme gözüme. Terk et beni...TERK. Ben yolda yazdım bu mektubu sevgili Paraş, başıma neler gelecek bilmiyorum. Lütfen yayınlama mektubumu. Sfenks karar verir yaptığımın yasalara aykırı olup olmadığına. Bu bile zorbalığın egemen olduğu bu gezegenden kaçmak isteğimi olumluyor. Hep iki göz var gibi üstümde. Umarım bunca zaman içimde büyüttüğüm güçlü arzum, o yakan anıta, Kari Ana’nın tohumlarını attığı ilk eşiğe ulaşma arzum gerçekleştiği anda kendisinin bedeli olmaz. Bu varoluş bir eziyet ama gene de Sfenks’in kararına bağlı. Bana ne olacağı umurumda değil Paraş. Ama, hedonist ruhumdan, ya da hepimizin içinde saklı hedonist melekten iki dize yolluyorum sana, sevgiyle.

“Hiiiiç. Sesin yabancı gelmedi de.”

Bunca zaman göz yumduk hayata, Güldük, zevk içinde sabahı bekledik.

“Fantazya Üniversitesi’nin Felsefe bölümünde doktora yapıyorum efendim. Bizim okuldan mısınız?” Ne diyor bu edepsiz yahu? Ben ses yabancı gelmedi dedim, görüntü değil.

Herkesin, her şeyi bilmesi gerekmez. Bu mektubu yayınlama. Bizi, Karileri ele verme lütfen. Sana niye güvendiğimi de bilmiyorum. Sevgiyle kal,

“Ne? Taksi şoförüsün ve felsefe doktorası yapıyorsun öyle mi?”

Kefette Tayyuş

68


KAOS GL

Geldiğim yeri bulsam;tekrar oraya kaçacağım (Umay)

“yaşlı bir kent gibiyim nefesi aşk/lıktan kokan” “Suyun toprağa değdiği yerde başlar bu efsane, Kimi der:Bin yıl önce; Kimi der : Efsunlu zamanlarda, Kimi der: Geçenleyin, Kimi der: Düşümde. Sözün kısası: İşte size seyirlik bir hikaye! Öyle bir hikaye ki, Geyikler ve Lanetleri anlatır; Kaldırın geyikleri, kaldırın lanetleri Geriye hayatımız kalır. Hayatımız dedikleri nedir ki zaten? Tarih nedir? Zaman nedir? Bir tek zaman vardır Asya da: Geniş Zaman Geçmiş de, Gelecek de, Şimdi de Geniş Zamandır.” (M.Mungan/Geyikler ve Lanetler)

“Düş görüyor olmalıyım bu ses devamlı duyduğum ses mi? Hayır daha çok telefon sesine benziyor! Uyanmalıyım uyan- malı -yım ...Uyan Allah’ın belası beden!” - Efendim ! İyi günler ben Bülent Karamsarın muayenesinden arıyorum Yasemin, saat 12 de randevunuz vardı gelmediniz de merak ettik. Neyi merak etiniz? Sizi hanımefendi, Doktor Bülent’e söyleyin ben iyiyim canım gelmek istemedi o kadar! Bir saniye lütfen, Telefonu kapat “Hayır olmaz!” kapat diyorum

salak, kapat!!! Merhaba seni merak ettik biliyorsun, Biliyorum tedavinin en kritik aşamasındayım değil mi? Lanet olsun beni rahat bıraksana istemiyorum hiç birinizi, o buldu değil mi seni? O saldı başıma! Bir saniye dinler misin? Siktir git be! “Birini öldürmeliyim hemen şimdi... “kapı açıldı biri” ... biri!” Ada merhaba nasılsın bir tanem? Hangimize soruyorsun? Hangimize? HANGİMİZE? Tamam sakin ol bak, Bak hep bakıyorum zaten “hemen şimdi git

mutfağa birinci çekmecede bıçaklar kan kokusuna ihtiyacın var. Hadi hadi” Kes sesini .... TANRIM yoksun sen yoksun! Ada bak biraz sakin ol tamam mı? Dokunma üzerinde kan kokusu var senin defol git “bak şimdi cinayet işlemiyoruz madem sana bir fıkra anlatayım ne dersin?” Seni becericem anlıyor musun seni .........! Ada sakin ol, Kes sesini!!! “Sen kimsin nasıl geldin bu eve? Gözlerin çok güzel ve saçların ama yüzünü hatırlamıyorum o olabilir misin? Yoo sanmam daha çok yattığım kadınlara benziyorsun ve güzel kokuyorsun

69

bebek kokusu gibi, bebek kokusu, hayır bu kan kokusu .... KAN” “K A N!!!“ Ada dur ! Yapma ! Ada benim, tanımadın mı? Ada lütfen bırak o bıçağı Bak iyi bak bana! seni tanımıyorum anlıyor musun? Tanımıyorum, tek duyduğum bu koku bu kan kokusu...! Ada yapma! Çok kanıyor ada! Ölüm bir daha acı çekmemek, anlasana acı yok ... “Sana kaç kere söyleyeceğim tanımadığın insanlarla konuşma diye? Şimdi seni odaya kapatayım da gör” “Yapma anne karanlık odada onlar var benim hep bacaklarımı elliyorlar,yapma anne onlar içime bir şeyler sokuyorlar.” “Bu ışık da ne!” Günaydın. Bugün hastamız nasıllar? Kime soruyorsun bu saçma soruyu? Size tabi ki de Nergis Hanım Kim? Ben mi? Benim adım “ada” ben çiçeklerden de kaktüsü severim beni rahat bırak kimse o nergis dediğin ben değilim. Peki şimdi dinlen biraz, 1 saat sonra doktorunuz kontrole gelecek. Burası neresi? Vakıf Hastanesi ben de hemşire Nur, şimdi iyice bir dinlenin “Ne yalaka bir tavır, kollarım uyuşmuş hem de çok acıyor, kollarım, KOLLARIM!” Hemşire NUR! Çabuk buraya gel.... Kollarımı bantlaşmışsınız hepinizin canına okuyacağım, hemşire Nur, adından nefret ediyorum!!! Beni rahat bırakın. Sakin ol Nergis bu doktorun emri lütfen sakin ol Zavallı gibisin iğrenç bir ses tonun var beynimi tırmalayan çabuk beni çöz!

Ben geldim “ıssız” kolların fena durumda sana demiştim güçlü olmak için yeterli değilsin yerin ancak lağım farelerinin yanı olabilir. Bu sana bir lanet anlıyor musun? Kimsenin seni anlayamayacağı ve seninde kimseyi anlayamayacağın bir düzenin orospususun, gelen beceriyor düşlerini giden

ISSIZADA


KAOS GL beceriyor yaptığın tek şey kendine acımak. O kadar zavallısın ki içinde bir sürü insan var ve insanlar sana akıl hastası bir manyak gözüyle bakıyor. O kadar manyaksın ki öz ablana aşıksın ve geceleri onu düşünüp, resimlerine bakıp masturbasyon yapıyorsun. Zavallısın sadece zavallı!” -

Defol ! Defol! Kiminle konuşuyorsun? Sen de kimsin? Ben mi? - Evet sen? Ben hizmetli Kemal, morgun temizliğini yapıyorum Benimle ne işin var Şu an morgdasın Peki bir ölüyle neden konuşuyorsun? Sen ölü değilsin ki sen benim sevgilimsin. Ne güzel ellerin! Bekle şimdi sıcak suyla seni yıkayacağım yumuşacık olacaksın benim canım sevgilim. “Bu bir düş, d(üşü)yorum! Hadi gel hiç gitmemişsin gibi yapalım, sen bana sabaha dek şiirler oku önemli değil “Ablam” olman aşk için kimlik gerekmez hadi gel seni seviyorum.... seni seviyorum!” Merhaba canım! öyle çok korktum ki gece, gece sanırım bir adam bana tecavüz etti

“seni duymuyor/seni sevmiyor/seni anlamıyor” Korkma yanındayım Bana sarılsana sımsıkı ama, hiç gitme tamam mı?

“seni duymuyor/seni sevmiyor/seni anlamıyor” -

Buradayım ufaklık bak elini tutuyorum Bana sevgilim de

-

Şşştt başlama yine Bana sevgilim de!

“seni duymuyor/seni sevmiyor/seni anlamıyor” “seni duymuyor/seni sevmiyor/seni anlamıyor” “Ben geldim bakıyorum platonik aşkına sığınmışsın yine karar ver artık ablanla mı berabersin yoksa barda tanıştığın o garip gülüşlü travestiyle mi?” Arzu o, öldü polisin biri tecavüz etti ona hem de copla, öldü o ben hiçbir şey yapamadım! Heyy sakin ol ufaklık, yorma kendini BANA SEVGİLİM DE!

“seni duymuyor/seni sevmiyor/seni anlamıyor” -

Ben senin ablanım...

“Görüyorsun değil mi? Herkes sana nasılda acıyor, herkesin hayatını rezil ettin. Olmaman gereken bir oyunda hatır için verilen öylesi bir rolün kahramanı gibisin. Kurduğun hiç bir şey yerli yerine oturmuyor. Bu kadar sefil bir yaratığın nasılda normal oluyor dıştan görüntüsü ama senin görüntün yok sadece gölgesin kendi hayatının ve hep böyle silik

70

olarak eriyip gideceksin beynindeki bu hastalıklı dünyanla.” Konuşma lanet olası! Defol git! Ben konuşmuyorum ki, lütfen sakin ol ufaklık, hemşire Nur bir bakar mısınız? N’olur o kadını çağırma geceleri beni morg görevlisine satıyor hem de ölü diye, adam beni sıcak suyla yıkayıp yumuşatıyor canım çok yanıyor ne olur beni ona verme! (Yoldan geçmekte olan sıradan bir hüznün ağzındaki bir şarkı;Konuşmayı öğrendik/henüz susmasını bilmeden/bilgeliğe soyunduk/çıplak kaldık/utandık”) Şimdi gidiyorum ben güzel kardeşim , istediğin bir şey var mı? Çiçek getir Ne? Kaktüs olsun ama, Peki tamam.

Sen büyük bir problemsin çok büyük bir problem, ölüm senin için ancak bir kurtuluş olur sen biraz daha burada kalmalısın. O kadar uzun o kadar uzun yaşamalısın ki tüm lanetler yerini bulsun! bunun arkasından kalpleriniz katılaştı . Şimdi o taş gibi yahut daha da katıdır. Çünkü taşın öylesi vardır ki yarılıp ortadan su fışkırır, öylesi vardır ki ondan ırmaklar kaynar, öylesi de vardır ki Allah korkusuyla yukarıdan aşağıya düşer / Bakara 74 “Sen yoksun! Sen yoksun!” Ben geldim canım sevgilim. “Yine o adam üzerime sıcak su dökecek, beni kurtar sana ruhumu satarım” Senin o kokuşmuş ruhunu ne yapayım geber! “Lütfen, yalvarıyorum” Hey, yol ortasında ne işin var manyak mısın sen? Ne??? YOL ORTASI HUOOP Burası neresi? Bileklerime ne olmuş? (D)üşüyorum çok soğuk(sun) İçiçe sıkışmış apartman pencerelerinin birinde iki kadın ; Zavallı kız öylece saatlerdir duruyor Bu yağmurda mı? Evet deli sanırım Ne kadarda hareketsiz Dedim ya saatlerdir öyle hiçbir şey yapmadan duruyor Gidip bir baksak, derdi ne, nereden gelmiş Aman Semiha delirdin mi? Deli işte boş ver. Yazık çok yazık. (D)üşüyorum... çok hem de... neredesin? Hani bana kaktüs getirecektin! Seninle bir kez olsun sevişmedik hep aynı lafı işittim senden, kardeşimsin, kardeşimsin,kardeşimsin!Neden ha? Neden! Bu dünyayı ben yaratmış olamam ve bu kadar zavallı da kalamam böylesi iğrenç dünyanın karşısında. Seninle sevişmek istiyorum ben, ablam değilsin sevgilimsin... Bir başka pencere önünde yaşlı bir adam; Yahu saatlerdir öylece durdu durdu yağmurda şimdi de ... tövbe tövbe Seni çok istiyorum ben anlıyor musun? Çok ... Karşı kaldırımda bir polis ; Huoop yol ortasında ne yapıyorsun sen? Kaldırımda bir adam ;


KAOS GL Boşver polis abiy kendini düzdürecek birini bulamadı zavallı işte öyle kendi kendine... Hadi git işine be. Hop sende doğrul hadi karakola! Burası çok karanlık, çok soğuk (D)üşüyorum, bu iğrenç koku da ne? Hişşt kızz kalksana saatlerdir kıçını devirip yattın. Arzu! Ne Arzusu be benim adım Şehvet ayol. Gitmeliyim, gitmeliyim,git....! - Hey polis milleti alın bu manyağı buradan kafasını parçalayacak duvara vura vura ! Oh be nezarethane değil tımarhane burası . Yıl 2 bin Ocak Ayı Başları Yer İstanbul Mekan Cihangirde bir ev; Bak gazeteler –üçüncü- kimlik tartışmaları için neler yazmış ; sol görüşün adamları cici politikacı, sağlar ortayı bulma çabasındalar, dindar politikacılar ise “günah” diyorlar. Hem nedir ki üçüncü cins? Erkek vardır ve Kadın bunun başkası ve bir üçüncüsü nasıl olur? Dahası inançlarla ne alakası var bütün bunların? İsa’nın bile gay olduğu iddia edildikten sonra hiç kimse inançlardan ve dinden bahsetmemeliydi. Hadi madem inançlar konuşulacaktı, Lut süresiymiş, falanmış, filanmış karıştırılmamalıydı. Kimdi o Arap asıllı yazar vardı, 4 zevceli Arap adamların yaptığı helal grup sekslerden bahsediyordu ve zevcelerin birbirleriyle sevişmesini izlerken otuzbir çekmesinden. Sen burada mısın yoksa yine duvarla mı konuşuyorum? Ne saçmalıyorsun sen Baksana gazetelere ya sen ne kopuk kızsın! Evet başladık senaryo hep aynı adam kıçını yırtıp biraz laf salatası oluşturur kadın kayıtsız kalır ve adı “kopuk” olur Tamam başlama yine kapı çalıyor o manyak geldi yine Manyak değil o Ne boksa işte Sensin bok “Merdivenleri sayıyorum, merdivenlerin sonunda bir ışık olmalı. Yaşamak gibi bir şey”

“geceleri düğümlere üfleyen üfürükçülerin şerrinden sabahın Rabbine sığınırım” “Merdivenleri hatırlar mısın?” “Neyi?” “ kedi merdivenlerini hani bayramlarda yapardık renkli kağıtlarından ben yaptığım kedi merdivenlerine küçük kediler tırmanıyor derdim, sahi tırmanıyorlar mıydı?” "Ne bileyim ben Ada" “Bana neden ada diyorsun?” “senin adın Ada da o yüzden” “Merdivenleri sayıyorum 3 dediğimde ışık olacak yolun sonunda” 1. 2. 3. on altı yaşıma bastığım o yaz, büyük bir parti vermiştik. Annem, partinin ortasında çekip gitmişti. Herkes gittikten sonra babam gelmişti. Çevremiz, patlamış balonlar, konfetiler, kirli tabaklar, yarım kalmış içki bardaklarıyla doluydu. Partinin nasıl geçtiğini sormuştu. Ben her şeyin çocukluğumdaki doğum günlerine benzediğini söylemiştim. Mutsuzdum. Bana hediyemi verdi.

71

... Sonra birbirimize sarıldık. Beni öpmeye başladı. Bildiğimiz masum öpücükler değildi bunlar. Kanepenin ucunda sevişmeye başladık. Belki babama hayrandım, onu seviyordum ama böyle bir şeyin olabileceğini hiç düşünmemiştim. Annem her an gelebilirdi. Her şey bittiğinde ikimiz de kendimizi kötü hissediyorduk. (Ş. İşigüzel – Hanene Ay Doğacak sf.63) Kimsin sen be? Sabahtan beri hikayesini dinlediğin birine ne biçim soru bu? Sorulara karşılık soru, o nerede? Kim? Işık? Yukarda da olabilir aşağıda da ama yer yüzünde gezinmediği kesin ve bizi görmediği. Kim? Bildiğim tek ışık sahibi sevgili Tanrıdan bahsediyorum hep susan belki de suskunluğu ile suçunu kabul eden şeyden. Sen ne gibi şeysin? Valla şimdilik biz de sürüncemedeyiz Siktir git ya, İyi de buradan istediğimiz zaman çıkma gibi bir seçeneğimiz yok Burası neresi Neresi mi? Genel hizmetlerin verildiği yerlerden biri işte, bak kızım otu çekip çekip uçuyorsun ayıldığında da bıkmadan usanmadan aynı diyalogları yapıyoruz ama Tanrı eğer varsa o bile bu sabrımla “Eyüb’ü” geçtiğime inanır. Hadi biraz uyu dinlen sabah uyandığında daha iyi olacaksın merak etme senin sıranı da ben alırım ne olur ki bir fazla düzdürmüş olurum kendimi hepsi bu. Kimsin sen travestilerin filozofumu ? Yerim kız seni S... Anne yapma beni o odaya kapatma! Adamlar kocaman elleriyle bacak aralarımı yokluyorlar anne yapma! İzin ver onun yanına gideyim. “Allah’ın belası ! ne işin var ablanın yanında yine?” Bırak anne sadece ona sarılıp uyumak istiyorum hem ablam değil o, sevgilim. “Geberteceğim seni, canına okuyacağım, kalk hadi çabuk odana git” Anne yapma o odada adamlar var şişman ve pis kokulu elleri ile içime bir şeyler sokuyorlar. Canım, iyi misin? Ne? Ne oldu? Bilmiyorum kapıyı açtığımda yere yığılmıştın Tek bildiğim başım başımın içinde inanılmaz şeyler var Doktora gidelim mi? Aman ne doktoru kendine geldi işte, başının içinde olanlar normal değil ki, kendi normal olsun. Sen sus Haluk! Hep böylesiniz, herkesi kendinize acındırıp köle yapıyorsunuz aslında zayıf gözükerek karşınızdakini kendinize mahkum ediyorsunuz. Kes sesini Haluk Tamam tartışmayın Yeter artık ben gidiyorum siz ikiniz ne haliniz varsa görün


KAOS GL Defol git Sen ve senin küçük kardeşin! Bu aptalca bağımlılığınız çevrenizdeki herkesi yok ediyor, bir üçüncü kişi sizin yanınızda mutlaka kafayı yer. Bana kaktüs aldın mı? Hayır o nereden çıktı? Söz vermiştin Böyle bir şey hatırlamıyorum ama zaten evde bir kaktüsüm var o senin olabilir Sahi mi? Elbette Şimdi beni dizlerine yatırır mısın? Elbette ufaklık Bana ufaklık deme, sevgilim de Peki sevgili sevgilim Yüzün çok güzel, ellerin de . Çok güzel kokuyorsun tıpkı yasemin gibi, tenini seviyorum en çok da iki göğsünün arasındaki o beni. Kimse senin, benim sevgilim olduğuna inanmadı Ama sen benim öz kardeşimsin Beni seviyor musun? Seviyorum tabi Seni seviyorum sevgilim, de Seni seviyorum sevgilim Seni öperken mutlaka bir martı havalanıyor, bir rüzgar okyanus ortasındaki bir yelkenliyi buluyor, bir vapur düdüğü daha sahibine ulaşıyor. Seni(le) sev(iş)mek güzel... Piré go: “ Lo ciwano tu bi xér hati” Ciwan go: “Ez rébiwar im, ketim pey dü bayé” (de bila béto) Yıl 1984 Ve “üçe” kadar sayıyorum bittiğinde kimseler için hayat her şey olacak!

1. Başlangıçta söz vardı. Söz Tanrıyla birlikteydi ve söz Tanrıydı. Başlangıçta O Tanrıyla birlikteydi. Her şey onun aracılığıyla var oldu, varolan hiç bir şey O’nsuz olmadı. Yaşam ondaydı ve yaşam insanların ışığıydı. Işık karanlıkta parlar ve karanlık onu alt edememiştir. Söz insan olup aramızda yaşadı

72

(Yuhanna – 1. Bölüm) “1995”

2.

Yalnızlığı tanıyacaksın Zira yalnız kendi önünde Eğilir yaratıcı Biri ötekine karşı ; Kendini döller ve hüzünlü sayar kendini (Jean Cocteau;Derin Uykunun Söylevi) “1999”

3. Dünyanın gecesi başladı gözlerimde Ey kalbim buzdağı kes bütün dünyaya karşı bütün mevsimlere kapandı yüreğimdeki bütün kapılar bir tek kinin ve intikamın ateşi sinsice yansın bu sessiz, bu kayıtsız buzdağının içinde bir zamanlar gözbebeklerimde yanan, tutuşan alevler lanetimin başını beklesinler buzun karanlığına saklandıkları yerde lanet! Dilimin duası lanet! Kalbimin yemini Lanet! Karanlığımın şiiri L A N E T L E R İ M cümlenizin Ü Z E R İ N D E olsun! (Cudana-1.lanet / M. Mungan) “2000” Her yer kül rengi bir ıssızlığa gömüldü ve adına rüzgar dediğimiz bir esinti getirdi bu kelimeleri. Geniş zamanda büyük intikamlar, ölümler yeşerir. Ve bu uzun zamanda içimizde insan kalanların bir yerleri sürekli kanar. Sadece kendinizi gördüğünüz bir dünyanın kölesi olmuşsunuz, başkaları diye baktığınız her hayatta kendinize ait bir düş arıyorsunuz, kendi kendinizi tasdik ettirirken yarattığınız dünyaya, birileri hep kalıyor... Ben susuyorum ve suskunluğumdan gelen bir ses bırakıyorum size ölümler, kıyımlar ve unutuşlar içinde ; “neredeyiz şimdi? Başlangıcın sırrındayız Her başlangıcın taşıdığı sır ürpertiyor bizleri Böyle demişti O anlatıyor, Ben dinliyordum Söylediklerinin anlamını bilmiyordum Bilemeyecek yaştaydım Bu yaşımdaydım Alışmadan, saklamayı öğren, dedi Ve bu sözleri bana verdi Ağzımdaki bu sözleri Hayat, oyunla ; oyun ölümle yer değiştiriyor Sonra unutulmuş bir rüzgar geliyor Örtülmüş kumları savuruyor Ve biz gidiyoruz Kuma inanıyoruz, kumun zamanına, kumun saatine inanıyoruz Kumlara gömülenlere de, bir rüzgarla kumların altından yeniden görünenlere de inanıyoruz. Ve o zaman şimdi olduğu gibi gidiyoruz Size bu rüzgarı ve kumları bırakıyoruz Biz gidiyoruz. “Sadece kendi önünde eğilen bir Tanrıyım / sizden başka hiç bir şey yazmadım” BİTTİ


KAOS GL

Algılamak, anlamak, olan biteni değerlendirip bir isim bir mana takmak olaylara, tüm bunlar davranışlarımızın sebebini oluşturmakta. Dünyayı ve olayları algılayış, anlayış şeklimiz, metodumuz ise bir çok nedene bağlı. Çocukluk dönemindeyken aile içinde otoriter ve ya demokrat bir ortamda yetişmiş olmamız, gene çevremizin bu iki özellikten birini yansıtması, toplumun bize yüklemeye çalıştığı din, gelenekler, alışkanlıklar, doğrular ve yanlışlar, doğumla birlikte bünyemizde barındırdığımız özellikler, kısacası yetişme ortamında ki tüm kültür olayları algılama ve anlama şeklimizi belirlemektedir. Bu algılama ve anlama biçimi insanın hayatı boyunca değişikliğe uğramakta bir zamanlar doğru olarak gördüğünü bir zaman sonra yanlış olarak kabul etmektedir ki bu da var olan tüm varlığın durağan olmama ve değişmeye mecbur olma ilkesine göre kaçınılmaz bir sondur. İnsanoğlunda var olan en güçlü içgüdü kendisini savunma mekanizması; bu mekanizmayı harekete geçiren en güçlü duygu ise korkudur. İlk insanlar hayvanlardan, doğa olaylarından ve kendi cinsinden kaynaklanan korku ve korkunun tetiklediği savunma iç güdüsüyle giyinme, barınma, avlanma doğa üstü güçlere ve dine inanma ihtiyaçlarını temin etmişlerdir. Korkunun temelinde ise bilinmeyene karşı duyulan endişe yatar. Bilinmeyen tehlikelidir, tehlikelidir çünkü nasıl bir sebep sonuç doğuracağı bilinmediği ve bu bilinmeyene karşı nasıl bir savunma tepkisi verileceği bilinmemektedir. Bilinmeyene karşı duyulan endişeyi tetikleyen, körükleyen ise çoğunlukla ani önyargılardır veya daha önce edinilmiş yanlış bilgilenmelerdir. Toplumda hetero bir kişi eşcinsel bir bireyle karşılaştığı çoğu zaman merakla karışık bir endişe sergiler. Endişelenir ve meraklanır çünkü; bu kişi kendi dünyasına dünyayı algılayış biçimine son derece aykırı bir duruş sergilemektedir. Eşcinsel birey onun için bir bilinmeyen yada hakkında çok az önceden yada ani önyargılardan oluşan bilgilere sahip olunulan bir varlıktır. Eşcinsel birey hakkındaki eksik veya yanlış bilgilenme, doğduğu andan itibaren edindiği doğru -yanlış algılayış şekli, kendisine çizdiği ve çizilmiş olan kalıplar sonucu hetero birey eşcinsel bireye karşı savunma mekanizmasını

73

çalıştıracak ve bunun neticesinde tüm ömrü Murat ÖZEN boyunca öğrenmiş olduğu algılayış metoduyla muratozen76@yahoo.com kendi doğrularını ve eşcinsel bireyin varlığının ve yaşantı şeklinin yanlışlığını savunmaya kalkışacaktır. Ben diyorum ki eşcinsel bireyler kendilerini, topumun edinmiş olduğu önyargıları, yanlış bilgilenmeleri ortadan kaldırabilirlerse ve kendilerini doğru olarak tanıtabilirlerse elbette toplum eşcinselleri daha rahat olarak kabullenecektir. Bazıları diyebilir ki; yahu kardeşim benim kimse tarafından kabullenilmeye ihtiyacım ve böyle bir isteğim de yok. Ben de derim ki, eğer toplumda birçok yanlış anlama ve önyargı varsa ve hetero dünya eşcinselleri kurum, norm ve kurallarına tehdit olarak görüyorsa, bunun böyle olmadığını anlatmak anlatmaya çalışmak en asli görevimiz olmalıdır. Zira haklı olunan bir olay karşısında haklılığımızı anlatmak ve ispat etmek için her şeyi yapmamız gerekir. Aksi takdirde tüm ömür boyunca yarasalar gibi gündüz farklı maskelerimizi takıp gece olunca gerçek yüzlerimizle ortaya çıkmaya, her zaman sövülüp aşağılanmaya, horlanmaya katlanmak zorunda oluruz hiç hak etmediğimiz halde. Eğer ki sen maskelerle, horlanıp, sövülüp dışlanmalarla yaşamayı tercih ediyorsan, başına gelebilecek her türlü olumsuz davranışı hak ediyor ve farklı düşünenlerin elde etmiş olduğu kazanımları da hak etmiyorsun . Son olarak madem korku bilinmeyene karşı duyulan endişedir, madem insan bilmediğinden korkar, öyleyse bizde kendimizi en doğru şekilde bildirelim bildirmek için elimizden gelen desteği ve çabayı gösterelim. Bu destek ise kültür merkezinde gerçekleştirilen faaliyetlere katılmak, dergiye veya gazeteye bir kaç şey yazmak olabilir. Eğer bunlardan hiç birisine destek vermezsen veya vermek istemezsen en azından 3 ayda bir çıkan dergiyi yada ayda bir çıkan gazeteyi alarak maddi destek olabilirsin.


KAOS GL

ARES’DEN EROS’A EROS’DAN ARES’E DEFOL!!! Umutsuzluklarımın üzerine kilit, Mutsuzluklarımın maskesi, Güvensizliğimin urganı...

Topla tüm eşyalarını, bende bıraktığın her şeyi. Tenime bulaştırdığın spermleri de al. Ver sendekileri de geri Ya da... Hayır!! İstemiyorum kalsınlar. Kirlendiler artık. Karıştırdın ya onları başka biriyle. Kirlettin... Ben. Çıkartmak için seninkileri. Göz yaşlarımla yıkadım her yerimi. Kazıdım seni tırnaklarımla, Parfümler süründüm sonra Ama kokunu silemedim bedenimden. Çek bakışlarını üzerimden! Bakışlarınla dağıttığın başkalarına bak. Aynaya bakmıyorum, sen gideli beri. Bakışlarım dağıtmasın diye beni. Aynadaki ben gerçek mi? Ya da aynadaki ben mi? Bilmiyorum... Gömleğini buldum. Kapının arkasında asılı kalmış. Unutmuşsun onu. Boynuma dolandı kolları ben istemeden. Sarıldı ve ağladı. Balkona çıkmak istedi sonra Çıkardım. Gözyaşları uçtu, Serçelerin nefesine karıştı. İzleri kaldı onlar çıkmadı. Serçelerle beraber, Serçeler gibi Kalbi ürkek ürkek attı, Hıçkırdı durdu tüm gece Sonra kıyamadım Katladın yerine koydum. Şimdi kimbilir nerde ve kimlesin, Umrumda değil... DEFOL... Dedim ya. ARES

Toplayıp eşyaları, çekip kapıyı gitmek. Kolay olmadı. Olmadı... Olmak? Aldatmanın dayanılmaz hafifliği. Gözyaşlarının izi. Serçelerin nefesi. Sessizliğin sesi. Duyulmayan çığlık. Aynalar. Kendi kendine yettiğin anlar. Benden çok aşık olduğun yansımalar. Ne çabuk küstürdüler seni? En sevdiğim... En çok giydiğim gömlek o. Unutmadım. Katlayıp koyduğun çekmece... Kilitledin mi onu? Havlunu götürdüm giderken. Benden arındıktan sonra Aradın mı? Boşuna almışım yanıma. Sen kokmuyor bu havlu. Sen bana hiç sen kokmadın. Sen nasıl kokarsın ki? Ben, sen sen kokmaya çalışmışım hep. Yıkanmadım. Maskeyi yüzüne takmışsın bile, Şimdi de anahtarı pencerenin önüne koy. Bağla urganla ellerini. Bekle! Serçeler anahtarı getirirse, Maske artık ben olmadığında, Urganım gevşer gevşemez, Dönerim belki... ARES

BUYRUK bellekte yasa dışı eylemcik bilenin daldırmaca yünlü ezgisi sevgi taşı gediğine koyan lamba.. sedası; birbirinin buyruğunda olmaktan doğar uyum...

köpüğünde ölüm güldüren güzele sevmek arası çeyrek dize elbet dize gelir katran uçmaklarda tekme tokat vurmak gerek buzun hain iyiliğine..

BELGİN

74


KAOS GL

75


KAOS GL

Fercan KAYA/Eskişehir "İnsan girişimini aydınlatan en güçlü ve anlamlı bağlamın, özgürlük ile otoriter arasında ayrım olduğunu ileri sürüyorum." Murray Bookchin.

Sizlere, Bookchin'in çok sevdiğim bu cümlesiyle MERHABA demek istedim. Evet, insan ediminin en belirleyici özelliği, özgürleştirici mi, yoksa otoriter mi -tahakkümcü mü olduğuna bakarak değerlendirmek gerekliliğini düşünüyorum. Ve yaşadığımız dünyaya baktığımda, yaşamın her alanında yaratılmış olan KURUMLAŞMA otoriteyi güçlendirmekle kalmamış, toplumsal yaşamı, tahakkümsel ilişkilerle kontrol altına aldığı gibi, bireylerin beyninde de taht kurduğu görülmekte. Bu anlamıyla özgürlükten yana karamsar olduğumu belirtmek isterim… Buna rağmen, özgürlük bilincine varanların, mevcut sistem içerisinde kendilerine yer açmak, "yaşam adacıkları" oluşturmak gibi yaşamla bir sorunla karşı karşıya olduklarını düşünmekteyim. Yaşadığımız toplumda hakim anlayışın belirlemiş olduğu bir "normallik" anlayışı söz konusu. Bu anlayış korkunç bir baskıyı oluşturduğu gibi, olabildiğince de ikiyüzlü riyakarlığı bağrında taşımaktadır. Bu anlayış, "normallik" sınırlarını zorlayan her farklılığı hizaya sokmak, olmazsa yok etmek yoluna gitmektedir. Acı gerçekliğimiz bu. Başka ne diyebiliriz ki?.. Defterimin bir köşesinde şöyle yazmışım: Farklılıklar üstünlük olarak görülürse savaşım; zenginlik olarak görülürse paylaşım doğar... Evet, farklılıkların zenginlik olduğuna inanmaktayım. Farklılıklara tahammül edemeyenler, farklı olanlara eziyetin kaynağı oldukları gibi, aslında kendi zenginliklerinden de çok şey kaybetmekteler. Yarattıkları çemberin içerisinde hapis kalmaktalar. Yayınlamış olduğunuz derginin son iki sayısını okuma şansım oldu. Bu cezaevinde bulunan bir arkadaşa geliyordu. O da okumamız için bizim odaya göndermişti… "Normal" dışı addedilen bir kimliğin cesur savunuculuğunu yapmakta olduğunuzu görmekteyim. Genelde meselelere yaklaşımınıza katılıyorum. Katılmadığım düşünceleri dile getiren

yazılar da var. Tek seslilik yerine farklı düşüncelerin, hiçbir sınırlama getirilmeden açıklanması gerektiğini düşündüğümden bu yazıların da var olması hoşuma gitmekte… Biraz kendimden söz edeyim. 15 yıllık cezaevi yaşantım var. (Birincisinde 8085 arasındaydı. Şimdi ise 91'den beri içerideyim.) Ve mevcut yasalar çerçevesinde baktığımızda uzun yıllar da içeride kalacağım kesin. Ancak içeride veya dışarıda olmanın pek bir anlam ifade etmediği bir memlekette yaşamakta olduğumuzu da düşünmekteyim. Hatta zamanı olumlu ve verimli değerlendirebilmek bakımından, sanırım dışarıdaki insandan daha avantajlı durumdayız da… Zamanımı okuyarak, çalışarak değerlendirmeye çalışıyorum. Hareketsizliğimizi gidermek için spor yapıyorum. Radyo-teypten müzik dinliyorum. Bir de yazıştığım dostlara mektup yazmaktayım. Zamanı öldürmek değil, değerlendirmekten yanayım. Bir de odamı paylaştığım arkadaşlarla (iki kişi kalmaktayız) sohbetlerimiz oluyor. Daha fazlasını yazışmak isteyen dostlarla paylaşacağımı belirterek bu konuyu noktalıyorum. İsteğim ise; yazışmak… Yazışmayı mektup almayı ve de mektup yazmayıçok seviyorum. Özellikle farklı düşüncede olan insanlarla, farklı yaşam biçimleri olan insanlarla dostluklar oluşturmak istiyorum. Her konuda düşünce alış verişinde bulunmak; iç dünyalara yolculuklar yapmak için samimi dostluklarapaylaşımlara açık olduğumu belirtmek isterim. Bu anlamıyla derginizin yazarlarıyla, çalışanlarıyla yazışmak isterim. Ayrıca ilgi gösterecek olan okurlarınızla da yazışmak isterim. Okurlarınızla irtibat kurmak için derginizin "İLETİŞİM" sayfasında yayınlanmak üzere bir mesajım olacak. Yayınlarsanız sevinirim.

Yahsan ÇATAK/Güdül Kederin, yalnızlığın kuşatmasından, duvarların buz tutan soğukluğundan sıyrılıp siz dostlara uzanıyor yolum. "bir şey beklemeksizin/beklemenin yolu/sağanak yağmurda/ateşi söndürmemeye uğraşmaktır" dizeleriyle bir kez daha merhaba diyorum. 9 yıla yakın mahpusluk yaşantım ardından şu an Güdül'deyim.

76

Yukarıda belirttim; yalnızım, yüreğim dostluğa çarpsa da, yalnızlık acı bir gerçek ve kuşatması içindeyim. Nedenini aşağıda izah etmeye çalışacağım. Yalana, dolana, maskeli yüzlere inat dostluğa uzanıyor yolum. Dostluğa dair her arayış neresinden bakılırsa bakılsın tabulara yönelmek durumundadır. Belki de bir çok insanın zihninde şu soru dönüp duruyor: "Niye ben/biz?" aynı soruyu başka biçimde ele alıyorum: "Niye sen/siz olmasın?"... Hayır dost, benim özgürlüğüm ötekinin özgürlüğünün başladığı yerde bitiyorsa, çok yol almamız gerekir diye düşünüyorum. Zira bir sınırsızlık düşüyle sınırları yerle bir etmedikçe korkarım bu çaba beyhude bir çırpınış olacaktır. Haklı olan doğrudur ve her doğru kendi doğrultusunu da yaratır. Bugün ben de zindanın bu kötürüm kılmaya çalışan koşullarında özenle büyüttüğüm düşü, aykırı duruşumla anlamlandıran dostluklarla buluşturmak gayretindeyim. Bu aykırı duruş, küskün bir tavır alışla toplumun dışına çıkma değil, ama toplumun dışına çıkarken o toplumun tüm yasaklayıcı, silikleştirici ve özgürlükten alıkoyucu yanlarından ayırmaktadır. Tek olduğumu biliyorum. Dışarıda tek olma duygusunu yaşayan milyarlarca insan olduğunu da biliyorum. Kendimi bozkırları tutuşturmaya yeltenmiş bir kıvılcım olarak adlandırıyorum. Her yönüyle ötekiyim. Kürdüm, yoksulum ama akıldan yoksun değilim. İyi ki liberterim. Gerisi yalan, dolan. Sevgili dostlar, bilmem beni anlıyor musunuz? Ermenek'ten buraya gelmeden önce burada bulunan sözde dostlarım vardı. Sevkim çıktıktan sonra tahliye olduklarını öğrendim. Şartlı tahliyeden yararlanmışlar. Kendine halkın kurtarıcıları(!) diyen bu insanların duyarlılığına aklım ermiyor. Şu an benim dışımda başka siyasi tutsak yok. Tek başıma 4 ranzayla bir koğuştayım. Doğal bir F tipi koşulunu yaşıyorum. Fazla kafanızı yormak istemiyorum. Tahliyeden sonra iki satır bana yazsaydılar, bunlar yaşanmayacaktı. Çevrenizde varsa fazla kitap bana yollarsanız çok iyi olur. Ziyaretime gelen olmadığı için bu sorunumu size ilettim. Dergiyi de buraya yollarsınız artık. Yeni mekanım burası. On ay sonra çayınızı içmeye gelirim.


KAOS GL

Sevgili Gözüm Abla; Ben İstanbul’un en nezih semtinde oturan bir KGay’im. (Güvenlik nedeni ile oturduğum semtin adını vermek istemiyorum.) Doğal olarak, ailemden ayrı ve yalnız yaşıyorum. Kaliteli bir mesleğim var ve kaliteli insanlarla görüşüyorum. Her şeyim var; makamsa makam, sosyal yaşantı ise sosyal yaşantı... E tabi felaket de çekici ve güzel bir gayim. Ama ablacığım ben her şeye rağmen mutsuzum. Geçen gün manav Hilmi Efendi'ye söylemesi ayıptır 2 kg mango ile 1 kilo mürdüm eriği sipariş etmiştim. (Hilmi Efendi atık materyalleri değerlendirmek için meyve ve sebzeleri kese kağıtlarına koyan, çevre bilinci gelişmiş bir manavdır.) Neyse ablacığım, siparişler teslim olunca bir alışkanlık kesekağıdına gözüm takıldı ve ne oluyor falan oldum birden. Genelde Home Art, Design of Vision gibi kaliteli dergilerden kesekağıdı yapan Hilmi efendi, bu kaos mudur, maos mudur nedir, tam da okuyamadım zaten, nereden bulmuş bu kıytırık dergiyi derken, o Channel’den alındığı belli ligt scarfla çekilmiş eşarplı resminize gözüm takıldı. Acaba bu kaliteli kadının kuaförü kim, makyaj malzemeleri nereden alınmış diyerek resminizi incelemeye başladım. Kazayla gözüm ilk satırlara takıldı, Türkçe yazıları okumakta genelde güçlük çekmeme rağmen, birden kendimi sizin yazınızı okuyor buldum. Ablacığım sizinle bu şekilde olsa da tanışmak beni ne mutlu etti anlatamam.

Ahhhh yavrum ahhhh; Güzel ve pahalı parfümler sıktığın mektubunu aldım. Ne nostaljik bir araçtır mektuplar değil mi? Neyse ki bir cahillik edip PTT’ye vermemişsin mektubunu da DHL (Di Eyç Eeeaal) ile yollamışsın. Yavrucuğum içinde bulunduğun yalnızlığı çok iyi anlıyorum. Benim işim zaten insanları anlamak. Ama anlamadığım senin gibi birinin Kızılay’ın orta yerinde bu kültür merkezi midir nedir orasını merak edebilmesi. Bu kadar mı yalnızsın yavrum? Bence sen Suna Tanlatay’dan bir randevu al ve onunla caddedeki Lady Sea Gull’da buluş. Biraz kendine gel. (Cadde deyince bilmeyenler için söyleyim, ne de olsa Ankara’da böyle bir düzeye henüz maalesef gelinemedi, Bağdat Caddesinin

77

Demek dünyada tek değilim, anlaşabileceğim insanlar da varmış diyerek ağladım, inledim inanın. Yazınızı okurken kalite kaygısı ve sloganlarınıza sonuna dek katıldım. Ben de kalitesizliğe karşıyım ablacığım. Hatta kalitesizlikle bazen karşı karşıya bile kaldığım oluyor. En nezih ortamlarda dahi otobüste bile yan yana oturmayacağım insanlarla karşılaşıyorum. Otobüste bile yan yana oturmam diyorum çünkü ben otobüse binmem. Geçen gün Ankara’daydım. Çarşı mağazalarında biri sarışın, uzun ve şişko, diğeri esmer, kısa ve şişko iki gayle karşılaştım. Belli ki kenar mahallelerden gelmişler. Ellerinde bir Advantage Card, akılları sıra alışveriş yapacaklar. Hemen mağaza müdürüne koştum, “Ayol şunlar davulcu mudur nedir? Ellerinde de bir card var. Kesin çalıntıdır. Neden alıyorsunuz bunları buraya?” dedim. Neyse bir şey satın alamadılar zaten. Bir o kazağa baktılar bir bu kazağa ve uzun boylu davulcu, kısasını çeke çeke götürdü. Mağaza Müdürü özür diledi ve “Kocabeyoğlu Pasajı falan sanarak girmişler” diyerek beni bir nebze rahatlattı. Görüyorsunuz işte ablacığım. Hiç kurtarılmış bölgemiz kalmamış vallahi. Yalnız yazınızı okurken bir şey dikkatimi çekti. Bir kültür merkezinden bahsettiniz. İşin açığı merak ettim orayı. Gerçi haklı nedenlerle açılışa gitmemişsiniz. Valla ben de Ankara’ya gidince Kızılay’dan iki kere geçiyorum zaten, biri hava alanından Köroğlu caddesine, ikincisi Köroğlundan hava alanına. Ben de size kaliteli günler diliyorum. Hoşçakalın nezihe abla. Topselvili K-Gay

bizim aramızdaki söylenişi sadece “cadde”dir. Yani karıştırmayalım değil mi ahahahahayyyy!) Yavrum şimdi ben sana bu kültür merkezi denen nanenin perde arkasını anlatacağım. Sen başka laflara inanma. Bu kültür merkezini iki üç baldırı çıplak bir araya gelip Kızılay’da izbe bir yerde açtılar. Ee dilin kemiği yok ki, duyan gerçekten ciddi bir şey yaptılar sanır. Aslında kültür merkezi demelerinin bir nedeni de var tabi ki, onlar da en sonunda anladılar ki kültür gerekli bir şeydir. Yani kalkıp da bir marine clup açacak halleri yoktu zaten aaahhhaaa hahah haaay! Zaten hepsi bir araya gelseler saatlerce marine nedir diye tartışırlar. Ve en sonunda ortakaradenizde yaygın bir peştamal kumaşı derler.

Yavrucuğum içinde bulunduğun yalnızlığı çok iyi anlıyorum. Benim işim zaten insanları anlamak. Ama anlamadığım senin gibi birinin Kızılay’ın orta yerinde bu kültür merkezi midir nedir orasını merak edebilmesi. Bu kadar mı yalnızsın yavrum?


KAOS GL

Bu kültür merkezini iki üç baldırı çıplak bir araya gelip Kızılay’da izbe bir yerde açtılar. Ee dilin kemiği yok ki, duyan gerçekten ciddi bir şey yaptılar sanır.

Geçen gün mecburiyetten Kızılay’a inmiştim. Ay bir yağmur bastırdı anlatamam. Ne yapayım, sağanak yağmurdan saklanmak için gittim ben de o merkez denen yere, ay! ne falsolar ne falsolar. Tabi yağmurdan kaçıyordum doluya tutuldum da denmiyor o insanların gözüne baka baka, artık harekete bir katkım olsun falan diyerek girdim içeri. Ayy girmez olaydım, kapıyı açan zaten kılıksız bir şey... gey! İnsan baktığı zaman suratına öğürüp geri dönesi geliyor. Bir demode kazak, eski bir kot... O kadar. Ayakkabısının topuğu kesin patlaktır, bakmadım bile. Yani insan kültür merkezi denince siyah simokinli, beyaz eldivenli insanlar bekliyor değil mi? Ne gezer. Gerçi kültür deyince yanılmamak gerek evladım, bunların ki belli ki varoş kültürü. Ahhh haha hahahayyyy! (Şimdi kronlarım fırlayacak ağzımdan vallahi) Neyse kapıyı açana “Tea Room nerede yavrum?” diye sordum. Lök gibi kaldı laf aramızda. Haspa, tea’yi bilmiyor ki room’u neresidir tahmin etsin. Ay, karanlık koridorda kendimi newyork metrosunda hissettim. Dil bilmez bir kılıksız karşımda. İçgüdüsel olarak çantama daha bir sıkı sarıldım. Kapkaççı mıdır nedir diye... Neyse baktım olmuyor “çay evladım çay!” dedim de anladı. Bakımsız elleriyle saloon’u gösterdi bana. (Yağmur da iyice hızlanmıştı) İçeri girdim terbiyemi bozmadan. O eşkıya da beni takip etmeye başladı. Masaya yerleşip “Bergamutlu Lipton Yellow Label çay lutfean!”dedim. Bana sanki dana strogonof istemişim gibi baktı. Bir bakayım armutlu çay var mı, sorayım dedi. Ben bergamut diyorum o armut anlıyor. Ahh haha hahahaaaayyyyyyy! (ay vallahi fırlayacak şimdi şu azı dişimdeki kron. Biraz yavaş güleyim bari) O kılıksız garson gidince fark ettim bayağı kalabalıkmış orası. Kalabalık ama rahatsız edici bir yanı var. Sanki duyan gelmiş. Ya da kapıdan geçeni içeri almışlar. Sıkış tepiş bir salooon. Tamam belki dizayn gereği bir garden parti havası vermek için masa sayısı az tutulmuş olabilir ama insan partiye çağırdıklarına da dikkat eder biraz değil mi? Yani sen orada olsan maskeli balo mu var, nedir bu kıyafetler diye kesin sorardın. Ahhhh hhhhaaa haaaay. (Ay! İşte fırladı kör olası kron.) Ben armutlu çayı beklerken derginin yazarlarından biri beni gördü. (Şu çıkrıkçılar yokuşundan çorap alanı) Ay gözüm ablam! Hoş geldin beş gittin, sarıldı öptü. Gene de severler beni. Zaten sevilmeyecek kadın değilim ayol. Ihhh hhhhı hhhıııııyyyy (Kron gidince ağzımı da açamaz oldum) Bu kalabalık da nedir yavrum diye sordum ona. Aman meğer neler yapıyorlarmış: söyleşi düzenlemişler de onun için duyan gelmiş. Yüreğim ağzıma geldi; hah nihayet dediklerime geliyorlar anlaşılan, nihayet geçen yazım onlara doğru yolu göstermiş olmalı diye düşündüm. Konu nedir diye sordum, kalitenin faziletleri falan mı? Ah! Min-el aşk mıymış neymiş aklıma bile gelmiyor şimdi. Hayal kırıklığına uğradım valla. Daha aşktır meşktir oralardalar yani. Neyse, hiç ilgilenmedim. Neler planlamışlar neler; mesela sinema gösterisi yapıyorlarmış belli günlerde. Çok heyecanlandım evladım duyunca. Dedim herhalde europa sinemasının seçkin örnekleri

78

falan gösteriliyordur, Cannes film festivalindekilerden. Öğrendim ki film dedikleri de “Benim Güzel Çamaşırhanem” adlı filmmiş. Çaktırmadım ama hiiiç şaşırmadım evladım. Elbette o filmi gösterecekler. Hepsinin ruhunda var çamaşırcılık. Gündelikçi kadınlar bile bunların yanında Arsen Lüpen’den giyinmiş gibi durur. (Ay, Arsen Lüpen beni andı galiba. Yvsen Lourent diyecektim. Ihh hıhıhı hııııyyy. Lanet kron nereye fırladıysa.) Bana da sordular “ablacığım sen de izlemek ister misin filmi?” diye. ‘Yok annem, bana haftada iki kere kadın geliyor zaten, gelmişken çamaşırları da yıkıyor, gerek yok’ diyemedim. “Ben yabancı değilim, yeni gelen arkadaşlar izlesin” diyerek durumu kurtardım. Ay izler miyim ayol o filmi. Üstelik dikkat ettim filmi demode bir video kasetten izlettirdiler. Zaten DVD olmayınca benim başıma ağrı giriyor, izleyemiyorum. Ama laf dinletebildim mi? “Senin için bir ekstra seans düzenleriz” dediler. Neyse sinema saati diye bağırdılar ne bir zil var, ne bir uyarı tekniği, kiralamışlar bir çığırtkan sanki çadır panayırı başlıyor. Bunu duyan ne kadar lezbiyen karı varsa Ankara’da, oraya doluşmuş zaten, kalktılar sinema seyredecekler de çamaşır yıkama teknikleri öğrenecekler diye doluştular o daracık kütüphaneye. Artık ne yaptı o lezbiyenler o karanlık odada bilemem. Günahları boyunlarına. Bir ara dinlemeye çalıştım garip sesler geliyordu. Ama seslerin hiç biri çamaşır yıkama sesi gibi değildi. Ha gelmişken kütüphane dedikleri yeri de anlatayım. Üç mecmua, sahaflardan bağışlanmış herhalde, 2 tane kitap yırtık mırtık al sana kütüphane. Bir de yazı yazmışlar kütüphaneye üye olun diye. Kafamı uzattım içeri bakmak için biri geldi yanıma siz üye oldunuz mu ayol? diye sordu. Sanki kütüphaneye kafamızı uzatmadık da British Museum’a giriyoruz. Ama sezarın hakkı da sezara yani. Gene de küçük ama sevimli bir kütüphane olmuş. Gerçi hiç kaliteli bir yayın falan yok ama zamanla onu da öğrenirler umarım. Girişe hurdacıdan aldıkları belli bir raf yapmışlar. Eski mutfak rafı gibi bir şey. İyi ferforje taklidi yapıyor ama (ıhhhh hhıhı hııııy) Oradan bir program tutuşturdular elime giderken. Haftalık sinema gösterileri, söyleşiler, sergiler falan her şeyi oraya yazmışlar. Aslında sıcak bir ortam oluşturmuşlar. Yani o kadar insan bir araya gelince nefeslerden ısınıyor tabi, koyun ağılı gibi. Ihhh hhhhıyyhıhyyııı. (ay nerede şu kron ayol. Dişim üşüyor resmen.) Neyse evladım sonuç olarak kendilerine uygun bir yer yapmışlar. Ben hiçbir yorum yapmadım vallahi. Çok güzel bir bahçe var camdan görünen. Oraya bakarak Phlip Morris Menthol sigaramdan içtim sessizce. Yağmur durunca hemen çıktım oradan. Sen sen ol evladım gitme oralara. Valla benim gözüm pek tutmadı. Hot dog’u kuduz köpek sanan adamlardan bize hayır gelmez değil mi evladım? Kendine iyi bak çocuğum. Ben de Çankaya’daki dişçimi arayıp bir randevu alayım. Sonrada taksi durağımı arayıp taksimi çağırayım. Belki dönüşte de saunama ya da Migros’uma geçerim. Gözüm Ablan


İletişim köşesinde ücretsiz yayınlanmak üzere kısa mesajlarınızı adreslerimize iletebilirsiniz: Ali Özbaş, P.K. 53, Cebeci ANKARA Fax: 0.312.363 90 41 e-mail:kaosgl@geocities.com

Dil tarihli gey ve lezbiyen öğrenciler, bizimle iletişime geçin. dtcfglto@hotmail.com Manisa ve çevresinden gey ve biseksüel arkadaşlar, tanışmak ve görüşmek için mektuplarınızı bekliyorum. Serdar, P.K. 76, 45000 Manisa. Oluşturulmuş olan "normallik" çizgisini aşarak, uçlarda varolanlarla yarışarak dostluklar oluşturmak istiyorum. Uzun yıllardır cezaevindeyim ve uzun süre de yatmam gerekiyor. Her mektup benim için dışarıya açılan bir penceredir. Kapalı olan dünyamın pencerelerini çoğaltır mısınız? Fercan KAYA, Özel Tip Cezaevi, P.K. 672 26003 Eskişehir. Önce dost ve arkadaş olabilmeyi bilen, ardından güvenle sevgiyi birleştirebilen sevgi dolu, hoşgörülü tüm gey ve biseksüel arkadaşların aramalarını bekliyorum. Emre, İstanbul. 0.535.552 62 21 Geyler mesajlarınızı bekliyorum. fire.starter@mynet.com Aşk öyle haindir ki nerde imkansız onu sever. Ferdi, Ankara. jerkantpolen@mynet.com 34 yaşında, 1,70 boyunda, esmer geyim. Mektuplarınızı bekliyorum. Yalçın Gezgin, P.K. 124, 81082 Göztepe-Kadıköy İstanbul. Dürüst ve ilkeli, gerçek dost belki de sevgili olacak 25 yaş üstü geyler güzel bir dostluk için geceleri 20-23 arası arayabilirsiniz. Uğur, 0.216.492 80 23 İzmir'den avukatlık yapmakta olan 28 yaşında bir geyim. Geyliğinden utanmayan ve hatta bundan gurur duyan gey ya da gey çiftlerle tanışıp, dayanışma ortamı yaratmak istiyorum. Oktay 0.532.463 67 01 Aşkı ve sadakatı bir değer olarak biliyor ve bu değerlerle yaşamak istiyorsan hadi bana email at xxxask@yahoo.com merhaba ben 1.83 70 kg buğday tenli İstanbul'da oturan birisiyim 25 yaş üstü baylarla tanışmak istiyorum (mesafeyi sorun etmeyenlere) tel: 0535 235 95 41 rumuz:TANSEL 28 yasında uzun boylu kumral geyim İstanbul'dan gey arkadaşlarla tanışmak istiyorum. Dileğim her iki yalnız kalbin bu sayede buluşması. İstanbul Bahçelievler'den deniz. eozbay1@mynet.com Cute African Guy, kind heated sinere, honest, health, faitful, very romantic, passionate, lovingm with nice looking body, would like to meet, a

partner anywhere seeks someone for long lasting relationship. Call to: 00233-61-26176- Write to: Thomas Ameyan, P.O. Box 1501, SunYani B-A, GHANA W-A, Fine body looking gay-guy who is handsome, gentle, caring, honest, romantic. I am a boy who is 24 years old intended to meet you for possible longterm relationship that will lead to near future meeting. Any race or age. Write me for more fun and catch happiness. Please reply with photo and phone number. Write to:Peter Ayokambe. P:O Box 2167, Sunyani-Bia, Ghana-Wia. Telephone:00 233 61 26 176, Fax No: 00 233 61 27 410 Dear friends, as I am going to Turkey in few days, I would ask you for some information about possibilities of meeting, gay scene, possible beaches etc. I will stay in Kemer and Antalya. Can you help me? Thanks, Vladimir herkese selamlar, ben İstanbul'da yaşıyorum ve yaşım 22. Eşcinselim ve yeni arkadaşlıklar kurmak istiyorum. Lütfen bana yazın. purpletulip@mynet.com Bekleyeceğim, sevgiler... 18 yasında İstanbul'dan geyim.Temiz bir yapım ve sıkı bir müzisyenim.Gerçek kişiyi arıyorum kemalpulgu@yahoo.co.uk 25 yaşında, İstanbullu, kariyer sahibi, asla efemine olmayan bir gey, yeni arkadaşlar arıyor.Yaş, din, ırk kaygısı gütmeden bana bir mail atın.Güzel arkadaşlıklara beraber yelken açalım" umgu@mynet.com Selamlar ! 28, 1.80 , 81 kg, kumral, sportif, futbol ve voleybolu seven, erkeksi, kültürlü, sigara kullanmayan, ciddi, vefakar, Rio de Janeiro'da yaşayan yakışıklı Brezilyalı bir gencim. Yeni Türk arkadaşlarla (bekar) tanışıp sağlam bir dostluk kurmak istiyorum. ICQ 78084145 brezilyali2001@yahoo.com Yeni keşfetmiş olduğum bu koca alemin güzel insanlarına merhabalar. Dostluk, arkadaşlık, sevgi, muhabbet, aşk kısacası herşey için bana yazın. batukan_20@yahoo.com ben 180.63.23 yaşında esmer kahve gözlü bir geyim. 20 ile 35 yas arası arkadaşlarla dostluk kurmak istiyorum. Adım Ümit. İstanbul'danım, tellerinizi bekliyorum . 0.542.7854461 178-65-bronz ten-mavi gözlü bir

79

geyim. uzaklığı maddi manevi hiç bir şeyi sorun etmeyen 25-40 yaş arası arkadaşlarla tanışmak istiyorum. tel:0.533.257 57 46 İstanbul. Adım Ulaş Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Türkiye'nin Akdeniz sahillerindeki arkadaşlarla tanışmak istiyorum. Dostluk ve gizliliğe önem veren arkadaşlar bana yazın yada telefon açın. 0.533.865 67 01 kibrisli1@dostmail.com Çağatay Aşk ve sadakat senin birer değerse ve bu değerlerle güzel bir yaşam diyorsan bana e-mail at xxxask@yahoo.com Sonsuza dek aşkı yaşamak, gerçek sevgi ve dostluk ile varolmak için yaratılmışım. Sen de böyleysen durma ara. Tabii geysen ara... 22:-24:30 arası0.533.273 70 21-0.212.423 96 63 Cezaevinde yaşadığım yalnızlık duygumu yok etmeme yardımcı olur musunuz? Cezaevinde olan bir travestiyim. Oktay Çetinoğlu Alaşehir Özel Tip Kapalı Cezaevi, A-4 Koğuşu Alaşehir Manisa. 30'lu yaşlarda Mersin'de yaşayan bir geyim. Sevgi ve saygıya önem verip seviyeli, dostluk, güven ve gerçek aşk, uzun süreli ilişkiye evetse, gey arkadaşların mektubunu bekliyorum. P.K. 14 33000 Mersin I present me I am an Gay Algerian I am 38 years old and I live Algiers, waiting to make acquantance with of other Turkish Gays. Write to: Mr. Tababouchet Krimo 04 Boulevard Emir Khaled Bologhine 16090, Algiers, Cezayir. İstanbul'da yaşayan, 27 yaşında bir bayanım. Arkadaşlığa, dostluğa değer veren, yüreğini sevgiyle besleyen, dürüstlüğü ilke edinmiş, uzun süreli bir beraberlik arzulayan, ruhunda ve bedeninde dişiliği taşıyan tüm arkadaşlarıma gönül dolusu sevgiler. 0.532.240 31 86 Kadınlık bilincine sahip, yüreğine, sevgisine güvenen gerçek lezbiyenlerle tanışmak istiyorum. Lütfen erkekler aramasın. Derya, 0.535.248 67 78 Beyza'dan selamlar. 26-32 yaşları arasında, yaşamayı ve kadınları çok seven, başak ve aslan burcundan olan, bütün Türkiye'den, özellikle İstanbul'dan, tüm lezbiyen-biseksüel dostlarla iletişim kurmak istiyorum. beyza_kl@yahoo.co.uk Geiler Boy, 45/174 sucht geile Boys (vielleicht Dich?) zum gegenseitigen Blase, Wichsen und für alles, was zu zweit Spass macht. Wer kann mir Gay-

Videos und Magazine schenken? Hast Du Lust, so schreibe mir mit Foto. Ischau, bis bald! Korrespondenz in polnisch oder deutsch. W. Mochnacki, Box 131, 33-300 Nowy Sacz 1 POLSKA Karşılıklı sevgiye, dostluğa ve hepsinden önemlisi dürüstlüğe önem veren gey arkadaşlarla tanışmak istiyorum. Yaşım 33, boyum 1.73, esmer tenliyim. Victory1@mynet.com 40 yaşın üzerinde, kendisine ve "insan"a emek vermiş, sanatçı mizaçlı lezbiyen ya da androjen kadınlarla diyalog kurmak istiyorum. Sedef Dicle sedefdicle@yahoo.com Homofobi'si olmayan herkes bana yazabilir!.. bilge_cik/Antalya bilge_cik@usa.net Macera değil, seviyeli ve düzeyli bir ilişkiyi, kısacası gerçek "sevgiliyi" arıyorum. "Böyleyim" diyebilenlere selam olsun. Ahmet, İstanbul. 0 542 534 07 26 (Geceleri 22:00'den sonra arayabilir, gün içinde mesaj yollayabilirsiniz) 22 yaşında, esmer, İstanbul'da yaşayan bir bayanım. Gerçekten ciddi sevgiye inanan ve kalıcı bir arkadaşlık isteyenler beni arayabilirler. Lütfen bayanlar arasın. LÜTFEN. Nazlı. 0 532 256 48 63 ILGA

(International Lesbian and Gay Association) ilga@ilga.org internet adresi: www.ilga.org IGLHRC

(Uluslararası Gey Lezbiyen İnsan Hakları Komisyonu) iglhrc@iglhrc.org Fax: +415-255-8662 Amnesty International

(Af Örgütü) amnestyis@amnesty.org İnternet adresi: www.amnesty.rog İNSAN HAKLARI DERNEĞİ Genel Merkez Tel&Fax: 0.312.425 95 47 Ankara Şube Tel:433 74 81 Fax:435 76 15 İstanbul Şube Tel: 0 212 244 44 23 Fax: 0 212 251 41 55


KAOS GL

Konca Kuriş’in Anısına;

Kaşık Düşmanı

Fillerin sürekli tepiştiği bir coğrafyada bir isyanın çığlığıdır Konca Kuriş. Kimseler bu çığlığı duymadı ya da duymak istemedi. Onun çığlığını duyanlar ise kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya kalkıştılar. Yüreğimde adı konulmamış bir yara ve sızıdır o. Gün geçtikçe bu sızı artıyor ve yara kanamaya devam ediyor. Gün gelecek yara kabuk bağlayacak biliyorum ama ince bir sızı yüreğimde olmaya hep devam edecek. Kartel medyası, onu “islamcı feminist” olarak lanse etti. Oysa o hiç bir zaman ben islamcı feministim demedi. Sadece kadınlara yapılan haksızlıklara karşı bayrak açtı. Ona göre kadınlara haksızlıkları erkekler yapıyordu, din değil. Dine karşı değildi Konca Kuriş. Din adına yapılan çarpıtmalara ve yanlış yorumlamalara karşı çıktı. Cinsinin çektiği acılara yakından tanık olan biri. Belki de o acıların çoğunu yaşadı. Küçük yaşta evlendirilmiş ve kayınbabasının zorlamasıyla örtünen biri. Hep bir arayış içinde Konca Kuriş. Bir ara İran İslam Devrimi'ne ilgi duyuyor. İran’a gidip dönüyor. Belli ki aradığını bulamıyor. Okumaya, araştırmaya devam ediyor ve nihayet bir karara varıyor. Düşüncelerini açıklamaya başlıyor. İslamcı basın onu görmezlikten geliyor. Görenler ise eleştiriyor. Kolay değil köhnemiş düşünceleri değiştirmeye kalkışmak. Kartel medyası ise onu Kemalizmin çıkarları doğrultusunda lanse ediyor. Kartel medyası onu lanse ettikçe İslamcı kesimin ona diş bilemesi artıyor. Fillerin sürekli tepiştiği bir coğrafyada bir yalnızlıktır, bir hüzündür Konca Kuriş. Etrafında bir avuç insanla yol almaya çalışıyor. İranlı yazar Ali Şeriati’nin dediği gibi; “Bilgisizliğin hakim olduğu bir çağda bilmek suç sayılıyor. Ezilmiş ve hor görülmüş bir toplumda soylu bir ruha, yiğit bir yüreğe sahip olmak, Buda’nın dediği gibi “göller ülkesinde bir ada olmak bağışlanacak suçlardan değil." Ali Şeriati, göller ülkesinde bir ada olmanın bedelini İran gizli servisi SAVAK tarafından öldürülerek ödüyor. Konca Kuriş ise kaçırılıyor. Bazı devlet görevlilerince desteklenen cinayet şebekesi Hizbullah tarafından kaçırıldıktan sonra kimse ona sahip çıkmıyor. Kapitalist medya Konca Kuriş’i unutuyor. Kaçırılma olayının üzerine gitmiyor. Banu Alkan’ın Afroditliği, Sevda Demirel’in silikonlu göğüsleri, Seda Sayan’ın kocaları, Sevtap Parman’ın poposuyla meşgul. İslamcı medya ise adeta kaçırılma olayına seviniyor. Muhalif bir sesten kurtulmanın sevinci içindeler. İslamcı olduğunu iddia eden aydınlar ise kör, sağır, dilsiz. Sol yada kendini devrimci basın olarak niteleyenler ise üç maymunu oynuyorlar. Öyle ya Konca Kuriş solcu değil, alt tarafı gerici(!) bir kadın. Kaçırılması solcuları ilgilendirmiyor. İnsan Hakları Derneği tepkisiz. Bu coğrafyanın insanı birbirine değer vermeyi öğrenemedi. Her grup demokrasiyi, insan haklarını kendisi için istedi. Kendilerinden başka insanların bulunduğunu unuttular. Ya da hatırlamak işlerine gelemdi. Konca Kuriş ne geleneksel anlamda islamcıydı, ne

80

solcuydu, ne de gerçek anlamda laikti. Ona niye sahip çıksınlar? Böyle bir durumda kontrgerillanın çocuğu Hizbullah, Konca Kuriş’e istediğini yapabilirdi ve yaptı da. Oysa bu toplum ona sahip çıksaydı, devlet görevlileri onu bulmak isteselerdi sonu farklı olabilirdi. Fillerin sürekli tepiştiği bir coğrafyada bir kimsesizliktir o. Filler bu coğrafyada düşünen insanları sevmiyorlar. Timur’un filleri düşünen insanları ezmeyi çok seviyorlar. Onları yıldırmadan çalışıyorlar. Önce gözdağı ve tehditler, olmadı hapis, o da olmadıysa ölüm. Konca Kuriş tehditlere rağmen düşüncelerini açıklamaya devam ediyor. Bu coğrafyanın filleri ürküyor. Konca Kuriş kaçınılmaz sona doğru yalnız yürüyor. Uzun bir nehirdi o. Bu coğrafyayı sulayabilecek kadar uzun bir nehir. Ama önüne set çektiler ve bu coğrafyayı sulamasına engel oldular. Bir nehir olmanın, karanlıkta yanan bir mum olmanın bedelini ödedi o. Bu coğrafyanın etrafı aydınlatacak insanlara ihtiyacı yok(!). Bu coğrafyada hırsızlar, namussuzlar, iki yüzlüler baştacı. Bunların arasında Konca Kuriş’e elbette yaşama hakkı tanınmaz. Bayram elbisesi alınmamış, eline bayram harçlığı verilmemiş bir çocuktur Konca Kuriş. Bir kaç gün önce Show’da bir haber vardı: Köylüler yakaladıkları kurdun ayaklarını bağlamışlar. Sopayla dövüyorlardı. Köyün köpekleri kurda saldırıyorlardı. Kurt kendini savunmaya çalışıyor ama başarılı olamıyordu. Sonunda köpekler ve insanlar tarafından öldürülüyordu. Türkiye’de düşünen insanların durumunu, haksızlıklara karşı çıkanların başına gelebilecekleri en iyi bu haber veriyordu. Bu coğrafyaya uygun bir haber. Zulüm, sömürü, baskı serbest; karşı çıkmak, düşünce üretmek yasak. Asıl acı olan şey; Konca Kuriş’in unutulacak olması. Şimdiden unutuldu bile. Ölüm yıldönümünde anmalar olmayacak. Çocuklarından başka kimse mezarına gitmeyecek. Yalnız yaşadı ve yalnız öldü. Ölülerin vasiyetleri yerine getirilir. Onun vasiyeti yerine getirilmedi. Kayınbabası engel oldu. Cenaze namazını kadın ve erkeklerin beraber kılmalarını istemişti. Bu isteğine saygı gösterilmedi. Konca Kuriş öldükten sonra bile erkek egemen düzenin değer yargılarından kurtulamadı. Fillerin tepiştiği bir dünyadan başka bir dünyaya gitti o. İkiyüzlülüğün, yalanın sahtekarlığın, paranın kısacası bütün alçak değerlerin para etmediği bir dünya. Umarım huzurlu ve rahattır. Merak etme Konca Kuriş seni unutmayacağız. Tıpkı 5 aydır açlık grevinde olan insanları unutmadığımız gibi. Belki de sana en uygun aşağıdaki şiirdir. Yalnız başıma yaşıyorum Yalnız bırakıldığım yerde. Tek başıma yürüyorum bazen Gökyüzüne ve suya bakıyorum Sonra Kendi kendime konuşuyorum.




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.