MART 1995
SAYI 7
HEPSİ KADIN OLSA NE FARKEDER? Meclisin Sağında ya da Solunda Bütünüyle Eşcinseller ve Kadınlar Otursa Bile Erkek Egemen İktidarı Ne Kaybeder?
BAKISIK BAKIS 2 “Bakışık” sözcüğü kimilerine pek bir itişik kakışık geldi; çok da şık olduğu bulucusu tarafından asla iddia edilmemişti zaten. Düşünmeye, düşünceye bir davetiye olsun istenmişti, o kadar! Bu arada Şubat sayısında simetri, bakışık ve estetik'e ilişkin yazımla ilgili olarak şunu söylemek isiyorum ki, Şubat ayındaki yazım, önce sözün/simgenin ortaya atılıp sonra o simge üzerinde düşünce üretmek amacının bir sonucuydu. Düşünebildikçe yanlış da düşüneceğiz, yanlış düşünürken, yanlışları bulup, doğrularla buluşacağız. Eğitim sistemimiz bizi nasıl da hazır doğrulara koşullandırmış. Bizim olan, düşe kalka, düşüne düşüne, düşünmeyi eyleye eyleye bulacağımız doğrular heyacanlandırmıyor mu sizi? Bakışık ve Estetik üzerine kurguladığım yazı üzerine gelen eleştiriyi belirttikten sonra cevabımı sunacağım. Dendi ki, bir dikdörtgen tahtayı çapraz olarak ikiye kessek, birbirine simetrik iki üçgen tahta parçası ortaya çıkar ama bunlar birbirlerine karşı birşey hissetmezler. Öncelikle ben, her simetrik nesnenin estetik olduğunu ileri sürmemiştim. İkincisi, Estetik olanı, birbirine simetrik iki üçgen tahta parçasına ve bu parçaların iletişimsiz duruşuna indirgemek estetik'in bütünsel anlamının içeriğine haksızlık olur. Estetiği oluşturan ilim ve varlıklar vardır: - Sanat - Sanatçı - Sanat eseri - Sanat tarihi - Eleştiri Ayrıca Shelling'e göre estetik, etkinliktir. Estetik = iletişimdir! Estetik = Sanatçının eseri aracılığıyla insanlıkla bütünleşmesidir. İlişkilerimiz de, bizden kaynaklanan eserlerimiz değil mi, insanlıkla ve evrenle kendimden taşarak bütünleşme arzum değil mi? Estetik = İnsanların düşünüp de dile vuramadıklarını söylemek veya ele alıp ortaya koyabilmektir. Estetik = Bir tür bileşkedir. Estetik sözü, Yunanca Aisthanesthai (Duymak, hissetmek, algılamak) Aisthesis (Duygu, his, duyum) sözcüklerinden gelmektedir. Bundan anlaşıldığı gibi öyle tahta parçalarının hissiz duruşuyla bir ilgisi bulunmamaktadır. İlk kez Alman filozof Baumgarten tarafından kullanılmıştır. Estetik tutum, yaratıcı emeğin bir gereksinmeyi karşılama mutluluğunu aşarak, bizzat yaratıcılığın mutluluğuna ulaşmakla başlar. Eşcinsel ilişkide de, mutlak çocuk sahibi olmak gibi faydacı bir anlayış terkedilip, bizzat ilişkinin yarattığı mutluluk hedeflenmez mi? Goethe ile noktalıyorum. “Bu karanlık ve kötülüklerle dolu dünyada, gününüzü iyi bir şekilde değerlendirmek için hiç olmazsa hergün: -Güzel bir tablo seyrediniz, -Güzel bir şiir dinleyiniz, -Güzel bir müzik dinleyiniz, Eğer becerebilirseniz, güzel bir kaç söz söyleyiniz. Son olarak; estetiği iki üçgen tahta parçasının iletişimsiz simetrisine indirgeyen bir düşünce sahibinde, ilişki, iletişim ve tartışma estetiği aramak, fazla mı oluyor acaba? Umarım başarırız.
Başak Upar Eleştiri sahibine içtenlikli küçük bir not: Eleştirinizle yukarıdaki çalışmayı yapmamı sağladığınız için teşekkür ediyorum; her zaman olduğu gibi heyecan ve sevinçle karşıladım. Bundan sonraki eleştirilerinizde, fikren sonuna kadar birbirimize zıt da düşsek, şaire yakışır bir şiirsellik duymak, eleştiri zevkimizi arttıracaktır. Kaynaklar: Estetik - Avner Ziss Çağımızın Sanatı - Aragon Estetik Ütopya - Enis Batur Aşk Estetiği - Beşir Ayvazoğlu
MÜCADELE YOKSA, ÖZGÜRLÜK DE YOK!
DERYA KURAT
Eski Yunan'da kadın, şeytanın amelinden meydana gelmiş, adi bir varlıktı. Kadın, şehveti tatmin eden, evde bekçilik yapan, iş gören, kocasına erkek çocuk vermesi gereken adi bir yaratıktı. Eski Çin'de kadın, insan bile sayılmaz, ona ad verilmez, 1, 2, 3... diye numaralandırılır ya da domuz diye çağırılırdı. Eski Roma'da kadın, onuru, haysiyeti olmayan, pis bir yaratıktı. Eski Hint anlayışına göre veba, ölüm, yılan, zehir, ateş, cehennem ve kasırga kadından daha hayırlıydı. Evli kadınlar ölmüş kocalarının cesetleriyle birlikte diri diri yakılırdı. 11. yy'a kadar İngiltere'de, kocalar karılarını satabilirlerdi. Kadın mundar bir yaratık sayıldığından İncil'e el sürmesi yasaktı. Vatandaş olarak kabul edilmedikleri gibi onlara mülkiyet hakkı da tanınmazdı. Eski Fransa'da, kadının insandan sayılıp sayılmayacağı uzun yüzyıllar tartışılmış, sonunda kadının da insan olduğuna ancak onun erkeğe hizmet için yaratıldığına karar verilmişti. Kadının çocuklar ve delilerle aynı kefeye konulması anlayışı Fransa'da son yüzyıllara kadar devam etmiştir. Yahudi Hukuku'nda kadın, insanı aldatıp kötülüğe sevk ettiğinden lanetlenmiş bir varlık olmuştu. Hristiyan Hukuku'nda kadın, şeytanın kapısı, iblisin silahı, fitnenin en büyük sebebiydi. Sasaniler devrinde İran'da anne ve kızkardeşe bile saygı duyulmaz, hatta kızkardeşlerle evlenmek hoşgörülür ve teşvik edilirdi. Araplar'da kız çocuk doğar doğmaz toprağa diri diri gömülürdü. I s p a r t a l ı l a r, k a d ı n ı , kocasından başka erkeklerle de cinsel birleşmeye zorlarlardı. Hristiyanlar, Hz. Adem'in, dolayısıyla da insanların cennetten kovulmalarına Hz. Havva'nın sebep olduğunu düşünerek, kadını daima
“Şeytan” olarak görmüş, hatta İncil'e bile el sürdürmemişlerdi. ... Görüldüğü gibi geçmişte, kadının hiç bir değeri olmamıştır. Geçmişten günümüze geldiğimizde, durumun eskisi kadar vahim olmamakla birlikte yine de tercih edilir olmadığını, kadının toplumsal konumununun hala ikinci sınıf olup, ezilen, küçümsenen, horlanan, aşağılanan... kesimin bir parçasını oluşturduğunu görüyor, algılıyor, yaşıyoruz. (Heteroseksist erkek egemen bir toplumda yaşadığımıza göre, farklı bir konum göremezdik tabi!) Bu kadınların içinde bir de cinsel seçimlerinden dolayı dikkat çeken, eleştirilen “lezbiyen” kelimesiyle isimlendirilen bir grup var ki onların durumu hemcinslerinden daha da zor. Lezbiyenlerin gaylere göre daha iyi, heteroseksüel kadınlara göre daha kötü bir konumda olabildiklerini düşünmek, onları “iyi, kötü, daha kötü” diye sıralamak her ne kadar söz konusu olabilse de ve insanların cinselliklerine ve cinsel seçimlerine göre sınıflandırılmalarına karşı olmamıza rağmen, sonuçta ister istemez sınıflandırılıyorsak da ben gay ve lezbiyenlerin cinsel konum gereği eşit olduğunu düşünüyorum. Onlar bir gerçeğin/bütünün iki eşit ama iki farklı parçalarıdır. Bu nedenle de hepsini eşcinsel adı altında toplayıp, olumlu/olumsuz tepkileri bu anlayışa göre değerlendiriyorum. Evet onlar eşitler ama farklılar. En belirgini ve benim bahsetmek istediğim eylem farklılıkları. Daha doğrusu eylemleri ve eylemsizlikleri. Kabul etmek gerekirki erkek eşcinselliği, toplumda kadın eşcinselliğine göre daha bir görünür, daha bir göze batıcı durumda. Dolayısıyla heteroseksist zihniyet tarafından daha büyük kınamalara maruz kalıyorlar. Durum böyle olunca, bir çoğunun aklına bazı sorular gelebilir. Lezbiyen sayısının,
gay sayısından daha mı az olduğu ya da lezbiyen kesimin böylesi durumda gay kesimden daha mı şanslı olduğu... gibi. Kaç tane gay, kaç tane lezbiyen var sayamam, bu konuda istatistiklerin bile gerçekçi bir rakam veremeyeceği ortada. Bir çok eşcinsel kendini gizler, bir çoğu da kendini kabul etmez bile. (Bu konuyla bağlantılı olarak özgür bir toplumda, eşcinsel sayısının şimdikinden bir fazla bile olmayacağını, yalnızca kendini gizleme gereği duymayacakları için olduğundan daha fazlaymış gibi görüneceklerini biliyorum.) Özet olarak lezbiyenlerin gaylere göre şanssız bile olduklarını, temel kamuoyu araçlarını kullanma güçlüğü çektiklerini hatta yeteneklerini kullanamadıklarını düşünüyorum. Şöyle bir düşünün; eşcinsellerin yaşamdan beklentileri nedir? Aklıma ilk gelenleri sıralayayım; özgürlük... anlayış... hoşgörü... eşitlik... saygı... sevgi... yani her insanın yaşamında istediği, isteyebileceği şeyler bunlar. Yalnızca her insandan daha çok mücadele etmek zorunda oldukları bilinciyle bu b e k l e n t i l e r i n i gerçekleştirebileceklerini biliyorlar. Gaylere baktığımızda, bu kavramlara sahip çıkabilmek için, çok çetin mücadelelerden geçtiklerini görüyoruz. Zaten başka şansları da yoktur. Çünkü hiç kimse onlara bu güzellikleri gümüş bir tepside sunmuyor. Söz konusu kavramlar m ü c a d e l e e d i l m e d e n kazanılamayacağına göre bazı şeyleri göze almaları gerekiyor ve alıyorlar. Sonuçta yeterli olmasa da erkek eşcinselliği daha bir yaşanabilir, daha bir konuşulabilir oluyor. Hatta evrensel olarak kendini açık etme düzlemindedir bile diyebilirim. Bu iyi bir adımdır. Peki ya kadın eşcinseller? Onların henüz böyle bir şansları yok maalesef. Çünkü o şansı yaratmak için en az erkek eşcinseller kadar çabalamalılar ama yapmıyorlar nedense (bilinçli ya da bilinçsiz,
kişiye göre değişiyor bu tutum). Zaten eşcinsel olsun ya da olmasın, kadın hareketlerinde değişen çok şey olmadı. Hep erkeklerden bir adım geride olduğumuz görülüyor. Sanıyorum ve umuyorum bu zamanla değişecek. Ben her anlamda eşitlik istiyorum. Her tür egemenliğe, her tür sınıflandırmaya karşıyım. Şu aşamada erkek eşcinselliği, kadın eşcinselliğinden daha çok konuşuluyor toplumda. Demek ki erkek eşcinselliği daha bir yol almış. Bahsettiğim Türk toplumundaki eşcinselliktir. Yoksa örneğin ABD'deki eşcinsel grupların Türkiye'dekilere bakarak erkekli kadınlı daha etkin olduğu gözlemleniyor. Arada çok büyük farklar var kuşkusuz. Bu belki gelişmişlikten/az gelişmişlikten kaynaklanıyor, belki de islam ülkesi oluşumuzdan! Ya da oradaki eşcinseller daha duyarlı, buradakiler daha duyarsız. Düzeltiyorum; buradakiler belki de daha “az” duyarlı. Örneğin Türkiye'deki feminist hareketlerin bile Batı'ya göre pasif olduğunu söyleyebilirim. Yine de bir kaç gerçek feministin olması ve onların kaplumbağa hızında da olsa bir ilerleme kaydetmelerini bilmek böylesi bir toplum için sevindiricidir. Kadın, erkek ya da insan hakları diye genellemek bir yana, batıdaki hakları gasp edilen eşcinsel azınlıklar bir ilerleme kaydetmişlerse de o noktaya birden gelmediler ve mücadeleleri de bitmiş değil. Bu tür mücadeleler hiç bir yerde bitmiş değil ve gelinen nokta hedef edilen, arzulanılan ve gelinecek en son yer de değil. İleriye yönelik her adım ancak gay ve lezbiyen birlikteliğiyle sağlamlaşacak ve yere basılır olacaktır. Bu birliktelikte, taraflar birbirlerinden ne bir adım önde ne de bir adım geride değil, aksine yanyana olmalılar. Eşcinsellik tarih kadar eski, gerçek, doğal ve inkar edilemez bir olgu olduğuna göre yok edilmesi değil, bastırılması mümkün şu aşamada ve bu baskının en aza, en kısaya indirgenmesi, eşcinsellerin mücadele potansiyelleriyle doğru orantılıdır. (Bu mücadelenin eşcinselin kendisini açıklamasıyla bir alakası
olmadığı gibi cesurluk ve pısırıklıkla da bir ilgisi yok, çünkü “kendini a ç ı k l a y a n l a r d a h a c e s u r, açıklamayanlar daha pısırıktır” diye bir şey söz konusu bile olamaz.) Eğer sizi rahatlatacaksa sorunun eşcinsellerde değil, onları anlamayanlarda olduğunu, bildiğiniz halde, tekrar edebilirim. Sorun onların beynindedir. Sorun onların dar mantıklarının aynı cinsin kendi arasında ilişki kurmasını kabul edemiyor olmalarıdır. Sorun her şeyi cinselliğe göre sınıflayıp, cinselliğe göre değerlendirmeleridir. Sorun bu tür ilişkiler hakkında doğru dürüst hiç bir şey bilmeden, bilmeye de çalışmadan, bulaşıcı, ayıp ve günah gözüyle bakıp/değerlendirip bu akıl karı olmayan değerlendirmelerine göre kestirip atmalarıdır. Sorun... sorun... sorun... Heteroseksüellerin sorunları herkesten çoktur ve bir arkadaşın da yazdığı gibi onlar sorunları olduğunun farkında bile değiller.
kılığındaki akbabalar ben ve benim gibilerin üzerinde dolaşıyordu. Kimimiz bu yoğun mücadeleye dayanamadı ve yüreklerinde şakıyan serçeyi öldürdü. Bizler serçemize sahip çıktık ve uzun bir zaman yüreğimizdeki sırça sarayda yalnızca serçemizin şarkısını dinleyerek yaşadık.
YÜREKLERİMİZDE ŞAKIYAN SERÇE
Ben aşkı herkesin yaşadığı gibi yaşamadığım için suçlanıyor, eziliyor ve sindiriliyordum. Heteroseksüel bir fabrikada yeniden üretilmek isteniyordum. Ama hayır. Yüreğimdeki serçenin sesini dinleyeceğim ve artık kendimi özgürce ifade edip, akbabalara acıyarak bakacağım.
Serçeyi hepiniz bilirsiniz. Genelde onu aciz, garip ve mahsun olarak tanımlarız. Oysa serçeler vefalı ve coşkun kuşlardır. Sekiz yaşımda ilk kez aşık olduğumda, yüreğime bir serçe kondu ve şakımaya başladı. Onu yüreğimde duyumsadığımda, tüm benliğimi müthiş bir sevinç kapladı. Aşık olduğum insanın bir kadın olması, duygularımın daha da güçlü olmasını sağlıyordu. Bu derin sevgi de minik serçeme enerji veriyordu. Çocuk yüreğimle tarzı nasıl olursa olsun sevmenin herşeyin üzerinde, kutsal bir duygu olduğuna inanıyordum. O zamanlar yüreğim dünyayla kucaklaşabilecek boyutta açıktı ve sınırsız bir kaynaktan beslenip, sevgi üretiyordu. Ancak büyüdükçe gördüm ki; sanki çizgi dışı sevgileri, evrensel boyuttaki duyguları yok etmek için yaratılmış, insan
Ama artık benim serçem akbabaların çoğunlukta olduğu bu toplumun yarattığı esaretten ve bu ölgün yaşamdan bıktı. Dışarda özgürce aşk şarkıları söylemek, diğer kuşlarla kaynaşmak istiyor. Bense ilk zamanlar sırça sarayımdaki güvenilir ama esir hayatımı sürdürmek istedim. Sonunda serçem isyan etti ve özgür olana dek ötmeyeceğini söyledi. Onu özgürlüğüne kavuşturmaktan başka çarem kalmamıştı. Benliğimi çocuklukta hissettiğim sevginin kutsallığı ve yüceliği kaplamıştı.
Ne mutlu ki bana, herkeste bulunmayan serçenin şarkılarını dinleyerek ve dinleterek dansedip, özgürce eşcinselliğimi yaşıyorum...
Güneş K.GÖKER
AYIN KRİSTAL RAHMİ ... Pazarları profosyonelce terkedilen evin ışıkları yandı... Cama yapışan sıkılma sendromu, hayaletleri kaçıran. Vazodaki kurumuş çiçek beni çürütüyor bile bile intiharların ölüm tanımaz olduğunu... Benim krallığım. Dalgalı denizin ortasında... Benim dayanıklılığım. Ve topal kedi kayalığın en ucunda gri göğü delen. Bütün kaldırımları düşmemiz için kurdular sokak köşelerinde. Düşdük biz günlerce ve yeniden yeniden.. Düşüyor oluşumuzu severek. Öyle ya halıdaki yanık izi bir gecede oluşamazdı. Gene de kısa sürdü halının baştan başa yanması. Seni törensel hecelerken aramıza alnını şeytan öpmüş tanrıyı aldık... Biz tanrıyı seçtik payımıza. Şeytanı düşlemiş olan tanrıyı... Koşturan yenilgi, benim erkekçe bakmayı reddeden ve senin erkekçe bakmaya koşullandırılmış gözlerinde... Yalnızca kadınları seven... Sevemeyen daha çok hiçbir şeyi.. Aynada tek çizgi sonsuzluğa karşı koyan. Onların karanlığına mı aitsin... Bedenin bunca yakın, beni yaralayan, dokunamadığım, düşlerken asıldığım. Senin boynunda asıldım ben çok uzun süren gizli gecelerde... Bir kördüğüm altına imzamı inatla attığım. Kimyasal artış.. Dokunmadan ilerleyen. Sağdaki adam öldü... Sol cepheye gönderilecek bir gün... Gövdeni tut şairce salınımlardan sakınarak.. Onlar sildi çizgilerini dönüşünün.. Uzayın bütünü delen köşeleri parlar şimdi. Kazanabilirdi koşuyu köpek silah vurmasaydı onu... Ve vurulmasaydı silahı tutan el. Davud, limanda tükendi kuşlar. Bir yaprak yıkıldı yere, kaldırım dağıldı, ölüm kavradı oyunun terkedildiğini. Ölümü aldım dişlerimin arasına sıkı sıkı. Benim özgün mutsuzluğum. Tanrı bir intihar izidir bileğimde. Koşarım kumlu geceye bile bile. Yaratık.. Az kıpırdayarak evreni deviren. Dokundukları her yer yandı. Alnında ve gözlerinde kocaman oyuklar açılan yaratık az kıpırdayarak evreni devirir hala.. el.. uzanan pençe dokunuşların.. Avutacaksın soğuk bir asit akıtarak. Senin gözlerin önünde asla yara almayacağım.. Zehri içine kusan adamın kararmış şişkinliği dolduruyor aklımı. Neden bunca pıhtılaşmaya uzak yara. Akıyor... durmadan akıyor. İki kolu yanan ırmak, hepimizin arka bahçesinde, köşklerinizi yutacak olan kulaklar perdeli, gözler nasırlı. Asla yalvarmayacağım kendime ve asla istenilmeyecek yaşamın ıslak kolu. Yanlış harfle başlayan ismin laneti. Yalan mı seni kapı arasında hayatta yakaladığım. Gözlerinde kurt kapanları gördüm.. gördüm büyük harfli bir adam olmak için sürünerek koşuşunu.. Dur.. Zamanı ağırlaştır, tut, bırak dizlerin yırtılsın. Konuştuğun dil eksik bırakılmış.. Tek şansın sana aşık olmam. Tek kurtuluşun. Sen, sen ne güzel çökeceksin üzüntünün başına... Senin sağlıklı spermlerin ve mantarsız bir amın var... Benimse uçurumlarım ve topallığım... Sonra da marazi düşlerim.
Davud, sen birinden adam akıllı nefret edebilseydin benim gibi bana benzer olmayan şekillerde görürdün caddelerdeki bütün vitrinlere yılbaşı çanları konulduğunu ve ihtiyarladığını, tozlaştığını vitrinlerin. Ben caddeyi baştan başa geçtim. Bütün arzum ölümünü seyretmek. Katılaşmanı... Belki o zaman anlarım bir ruhun olduğunu... Görülebilenlerin inkarı... Yat dedi kurdeleli kurbağa kuşlara. Gökten döküldü bütün kanatları... Kuşlar gökte yatık kaldılar... İşte orda duruyor yaşam... koş... takla at... İhanet et bana yaşayarak. Nerde bu kapının anahtar deliği. Aralık olan, açılmayan. Rahatsız kıpırdaması herkes farketti. Vuruldun. Kesinlikle vuruldun. Neden hiçbirfilmin baş oyuncusu topal değil. Kim döktü bu film şeritlerini yola. Hepsi didiklenmiş. Onurla yürüdüklerini sananlar yılanla sarmaş dolaş olduklarını farkettiler birgün. Etraflarındakileri zehirlediler sonra.. Ama önce kendilerini. Tanrı ve şeytan aynı maskeyi takarlar. Ve tanrı altı üstü kaliteli bir orospu çocuğudur bütün cinayetlerini başkasına işletir, ölüleriyse kendi toplar. Artık ifade etmen.. Etmen.. Kazıntı.. Dur... Çıldırmanın doruğu. Yıkıp bütün yorgunlukları aşılacak güneşin ortasında.. Elleriyle beslenecek yaşam. Kaygılarımı boşaltsam kuruyan bahçenin yollarına. Ayaklanın... Fecice ayaklanın... Kargaşamı bölmek istercesine.. Yerine bir bok getirebilirmişcesine ayaklanın.. Gerçek ayak izleri bırakın yumuşak ayaklarınızla basabildiğiniz kadar. Sonra hepinizi görmeyeceğim... Anladın mı ey tüylenmiş huysuz... Derinin üzerindeki izlerden seviyorum seni. Mor, kaverengi ölüm halkaları teninde.. Yürü altında yol olmasa bile.. Ve gideceğin yer seni terk etmişse de. Kayalığım ebediyen yanında olacak, yanında, sağında, solunda, içinde.. Toparlanır korlar gökyüzünden. Davud, erkek sevgilim... erkek bedenimde çıbanlanan, cinsiyetsiz doğurgan aşkım.. Söyle, nasıl anlatmalıydık gecenin yaralar açtığını kutsal kucaklarımızda. Gecenin içinde atılan kurşun nehirleri ta ötelere kadar boğmuş olmalı ki altında yatan ölüler ansızın kıpırdadılar seslice. Dıştaydı yarı otçul tarla, yarıdan fazla etobur olan. Bu tarlaya yabanıl günümü ekerken denizi de köşesine iliştirdim ki denizin bütün renkleri tarafımca önceden tutulmuştu. Hep böyle oluşur ufkun ardında bakarken, bulanırken manzara ve dağıtamazken sisi. Neden selam yolladı balık karşı kıyıya. Karşı kıyıda adamlar ölüyorlar teker teker. Bazısı görürdü ufukta sallanan eli. Nehre atlayıp çamurda birikmek isterlerdi. Sonra koşar adım kaçarlardı kıyıdan. Karşı kıyının adamları istiflenmiş böğürtü kokuyorlardı. Kaçıncı kez asıldı balık ellerinden, koynundan ve boynundan. Adamlar balığı asamadılar asla.
Birikmiş, bulanmış yorgunluk, yağ lekeleri ve kezzap izleri dolu yırtıkları artık gizlenemeyen, eskimiş ama cart renkli ipliklerle delikleri dikilmiş etborularından akıyor. Soğuk etin rengini beyazlaştırmış. Kirli kör öbekleri, yeşil, mavi ve kırmızı buz sarkıkları, korlaşmış sisi çevreleyen hava. Yapışkanlık, soğuk ve itici yapışkanlık. Tutunun kollarından yaşamıma. Tırnaklarınızla oyluklarıma yapışın. Donmuş kan izleri akmayan, ortamı sıvılaştıran. Rüzgarın sesi... Karın, kumun, çölün, yorguluğun sesi. Ve kazma sesi. Yeşil başlı cücelerin tırnaklarının. Yorgunluğu emmek isteyen, cücelerin kusma
sesleri borulara yapışan. Ve cam adamların dayanıksız çığlıkları. Boruları delme çılgınlığı. Ağlamaklı, yenik, direnen... Morg sefaletinin onuru. Asil morg düzeni. Ve bedenlerin arasındaki ayak sesleri. Bedenimi kurşunlayan ben. Acele etmeksizin başlatılmış intihar. Sevgilim ben bir dalga kanatları olmayan ama martılardan kalelere ulaşan. Küllerimi senin için biriktirdim. Bu seni yaralar mı?
MERYEM
EKSİK KALMIŞ BİR T A N I K L I K Bayram tatili dolayısıyla Tarsus'tayım. Her Tarsus seyahatinde yaşadıklarımın dışında yeni birşey yok. Artık son gün. Bir nişan törenine gidiyoruz. Kardeşim, teyzem, çocukları, teyzemin arkadaşı... Salonun sürekli şantörü dayanma sınırlarımı sonuna kadar pes ettirdikten sonra artık sadece orgunu çalıyor. Sahneye gelen şarkıcı rahatsızlık vermeyen ama silik bir şekilde programını tamamladı. Sahneyi terketmeden önce, nişanlı çifte mutluluklar diledikten sonra, sahneye birinin daha geleceğini söyledi. Masada bir hareketlilik başlayınca meraklandım doğrusu. Teyzemin kızı “Hakan çıkacak sahneye, benim onunla okulun çayında çekilmiş resmim var' diyerek havasını attı. Ne kadar seviliyor muş bu Hakan Bey diye düşünürken, “Şimdi de sahneye Didem Öz'ü davet ediyorum”dedi sunucu. “Bizim kız, yanlış tahminde bulundu” diye gülümserken ben, sahneye geleni görünce gülümsemem yarım kalıverdi. Gülümsememin yarım kalma sebebi, sahneye çıkanın bir travesti olması değil, salonu dolduran kalabalığın herhangi biri çıkmış gibi davranmalarıydı. Salondakiler, bir gazinoda eğlenmeye gitmiş insanlar olsaydı buna bir itirazım olmayacaktı ama salondakiler bir nişan törenine gelmiş, bir çoğu düğün ve nişan dışında eğlencesi olmayan, muhafazakar görüşlere sahip insanlardı. Bir süre sonra, insanların yüzlerindeki gülümsemeler düşünceleri açığa vurmaya başladı. Çok güzel okuyordu şarkıları, çok şık giyinmişti, herkesi coşturmaktaydı ama kadın taklidi yapıyordu işte! Evet Didem, kadın taklidi yapan biriydin onların gözünde. Bütün güzelliğine rağmen, bütün kadınsılığına rağmen... Ayaklarına özellikle dikkat ettim. Bir ara yanyana geldiğiniz oynamakta olan bir kadından daha küçüktü. Kızkardeşim de aynı fikirde, bir gayin fikri değil yalnızca yani. Ama teyzem, arkadaşına seni göstererek “ayakları gemi, iki ayağım birden sığar ayakkabısının bir tekine” diyordu. Bacaklarının güzelliğini kabul etmiş, giydiğin kıyafeti, benim diyecek kadının giymeye cesaret edemiyeceğini itiraf etmişti az önce oysa. Ama “dönme”sin ya, mutlaka bir kusurun olacaktı onlara göre. İnsanlar sana istek parçalarını fısıldarken sarılıyorlardı; ne düşünüyorlardı o an, sen ne düşünüyordun? Ardından neler diyorlardı, ayaklarının “gemi”liği dışında?.. Seninle konuşmak, sana sorular sormak istiyordum Didem. Nerelisin, nerde, nasıl yaşarsın... merak ediyordum. Ankara'daki travestilerin yaşantılarını biliyordum az çok. Küçük bir şehirde yaşamak nasıldı senin için? Tören bitmiş, salonu terkederken biz, sen de müdüriyetten çıkıyordun. Üzerinde bir bayan bluzü ve dar bir pantolon vardı. Yine çok şıktın. Yine yakıştırmıştın giydiğini. Seni son görüşümdü biliyordum, seninle konuşmak istiyorum desem/diyebilsem tepkin ne olurdu. Diyemedim... Daha sonra öğrendim; Tarsus'luymuşsun. Tarsus'ta oturuyormuşsun. Dostunla birlikte kalıyormuşsun. Kısa bir süre öncesine kadar erkek kıyafetiyle ama makyajlı bir halde çıkıyormuşsun sahneye. Şimdi, başka bir Hakan varmış; erkek kıyafetiyle ama makyajlı olarak sahneye çıkan. Sen kadın kıyafetiyle dolaşmaya başlamışsın ama daha “kestirmemiş”sin. Yani anlayacağım Bizim Tarsus “modern”leşmişmiş. Benim öğrenmek istediklerim... sana sormak istediklerim... Olmadı, başkasından öğrendiklerimle olmuyor. Eksik kaldı Didem, eksik...
ILGA Nedir? ILGA'nın İngilizce açılımı The International Lesbian and Gay Association. Yani Uluslararası Lezbiyen ve Gay Derneği. Dernek ulusal ve yerel eşcinsel grupların oluşturduğu uluslararası bir federasyon niteliği taşıyor. 1978'de kurulan örgüt 450'den fazla grup ve bireysel üyeyi bünyesinde barındırıyor. Her kıtadan gelen 60'tan fazla ülke örgütte temsil ediliyor. ILGA üyelerine haklarını elde etmeleri için uluslararası işbirliği yoluyla yardım eder. Kamuoyunun ve hükümetlerin dikkatini kadın ve erkek eşcinsellere yönelik ayrımcılığa çekmek için protesto eylemlerini destekler, diplomatik baskı kanallarını kullanır ve uluslararsı medya ile işbirliği yapar. ILGA'nın birçok uluslararası kampanyası önemli başarılar kazanılmasına yardım etmiştir. Yeni Zelanda, Rusya, İrlanda ve diğer ülkelerde eşcinselliğin yasallaştırılması, Birleşik Devletler'de ayrımcı göçmen politikasının yürürlükten kaldırılması, birçok devletin Avrupa İnsan Hakları Divanı kararlarına uyma konusundaki isteklilikleri ve Güney Afrika'da çok ırklı, demokratik bir gay ve lezbiyen hareketin gelişmesi bunlar arasında sayılabilir. Başta Doğu Avrupa olmak üzere ILGA birçok ülkede ilk özerk lezbiyen ve gay gruplarının ortaya çıkışını desteklemiştir. ILGA aynı zamanda İran gibi örgütlenmenin çok tehlikeli olduğu ülkelerde eşcinseller üzerindeki acımasız baskılara dikkat çekmektedir. Örgüt Dünya Kiliseler Konseyi, Birleşmiş Milletler, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı ve Dünya Sağlık Örgütü gibi uluslararası kuruluşların düzenlediği konferanslara katılmaktadır. Birleşmiş Milletler gibi uluslararası örgütlerde lezbiyen ve gay haklarını temsil eder. ILGA'nın yıllar süren kampanyası sonucu, Uluslararası Af Örgütü cinsellikleri yüzünden hapsedilen eşcinselleri “düşünce mahkumları” olarak kabul etmeye ikna olmuştur. ILGA bugün Uluslararası Af Örgütünü bu tür vakalar konusunda bilgilendirmektedir. Dernek Birleşmiş Milletler çerçevesinde “hükümetlerdışı uluslararası örgüt” statüsü taşıyan tek eşcinsel örgütüdür. Avrupa Topluluğu'da resmi belgelerine eşcinsellikle ilgili konuları almaya ikna edilmiştir. Bu belgelerden ikisi Şubat 1994'te yayınlanan “Avrupa Topluluğu'nda kadın ve erkek eşcinsellere eşit haklar tanınması konusundaki tavsiye kararı” ve hazırlık çalışmalarını ILGA'nın yaptığı “Bir Avrupa Topluluğu Meselesi Olarak Eşcinsellik” başlıklı rapordur. ILGA eşcinselliğin Dünya Sağlık Örgütü'nün Uluslararası Hastalık Sınıflandırmasından çıkarılmasında etkili olmuştur ve halen bu örgütün küresel AIDS Proğramıyla yakın işbirliği içindedir. ILGA'nın yıllık Dünya Konferansı dünyanın dört bir yanından gelen delegeleri buluşturmakta uluslararası aktivistler arasında bilgi ve deneyim alışverişinde bulunma fırsatı vermektedir. Yıllık Konferans en yüksek karar organıdır. Demokratik bir karar alma sürecinin oluşmasını sağlar. Bölgesel konferanslar da teşvik edilmektedir. Bu konferanslarda söz konusu bölgeyi ilgilendiren kararlar, Dünya Konferansında benimsenen politikalar çerçevesinde alınmaktadır. Şimdiye kadar, Avrupa, Latin Amerika, Doğu Avrupa ve Güneydoğu Asya için bu konferanslar düzenlenmiştir. Diğerleri planlama aşamasındadır. İki ayda bir yayınlanan örgüt bülteni bütün üyelere, eşcinsel ve gay yayın organlarına ve uluslararası insan hakları kuruluşlarına gönderilir. ILGA'nın sürekli işleyişi Belçika'da bulunan İdari Ofis tarafından sağlanır. Bu Ofis, bülten oluşturma, bilgi yayma, medyayla ilişkiler, üyelik aidatlarının toplanması ve idari destek sağlanmasından sorumludur. Konferans dönemleri arasında ILGA'nın çalışmalarının siyasi sorumluluğu Sekreterya ve Destek Sekreteryalarına aittir. Lezbiyen katılımı kadınlar sekreteryasınca (Mexico-El Closel de sor Juana) sağlanır. Eylem sekreteryası (ABDInternational Lesbian & Gay Human Rights Commission) ve onun destek sekreteryası (Japonya- OCCUR) uluslararası protesto hareketlerini eşgüdümler. Mali sekreterya (İsveç- RFSL) ve onun destek sekreteryası (ABD) fon oluşturulmasından sorumludur. ILGA resmi düzeyde biri gay biri lezbiyen olmak üzere iki Genel Sekreter tarafından temsil edilir. Tüm bu makamlar Dünya Konferansındaki seçimlerle sahiplerini bulur. Tüm ticari olmayan lezbiyen, gay ve biseksüel gruplar derneğe tam ya da ortak üye olabilir. Bireysel üyelik de mümkündür. İkizleme projesiyle (twinning project) ILGA ekonomik açıdan iyi ve kötü durumda olan üye grupları karşılıklı destek ve dayanışma ağı kurmak üzere bir araya getirir. Ayrıca örgüt, dünyanın dört bir yanındaki grupları bağış proğramlarıyla destekler. Tüm üyelik başvuruları Dünya Konferansının onayına tabidir. Fakat başvurulara gerekli yayınlar hemen gönderilmeye başlanır. İlgilenenler için yazışma ve bilgi adresini veriyoruz: ILGA - The International Lesbian and Gay Association Administrative Office Rue du Marché au Charbon, 81 B- 1000 Bruxelles - Belçika Telefon ve Fax:0.0.32-2-502.24.71
GÜNLÜĞÜMDEN NOTLAR DERYA KURAT 22 Şubat Çarşamba Körpesinden kaşarlanmışına, cinsel konularda, cinsel farklılıklarda, cinsel açılımlarda, cinsel boyutlarda, zenginliklerde, ayrıcalıklarda (kelime dağarcığımı zorluyorum galiba!) ... ya da siz nasıl diyorsanız; genelde gerici bir düşüncenin hakim olduğu toplumda, onların neredeyse geçerliliği kalmamış, donmuş inanışlarından, bu konudaki şartlanmışlıklarından, bilgisizliklerinden veya ruhlarının bu boyuttaki (eşcinselliği kastediyorum) deneyimsizliklerinden diyelim, kaynaklanan cehaletlerinin etkilerinden az/çok ama mutlaka etkilenmiş olarak geçiriyoruz şu sayılı günleri. Yeniden doğuşa (rekarnasyon mu diyordunuz?) inanıyor olmam bile hüznümü hafifletmiyor. Kalıplaşmış düşünceler değişmedikten sonra... (ayrıca yeniden doğuşa olan inancımın çok sağlam temellere dayandığını da söylemeden geçemeyeceğim). Öyle olmasa bile geleceğe umutla bakmak hoşuma gidiyor. Yeniden, insan olarak, örneğin uzay çağında yaşamaya başlamak ve zorluklarla uğraşmak, didinmek, çabalamak güzel olurdu ama ben daha çok denizlerde yaşayan dişi bir yunus balığı olmayı isterdim. Neden mi dişi? Neden olmasın ... dişiliği, dişi olmayı seviyorum. İnsan olarak da dişi olmak, yani kadın, bayan, mrs, miss, dame, frau, woman, female, femme ... hele hele, lezbiyen olmayı seviyorum, gerçekten seviyorum. Lezbiyenlik bana farklı olmayı, farklı düşünmeyi, duyarlılığı, sınırsızlığı, özgürlüğü çağrıştırıyor. Bu kelimenin hakkını verebiliyor muyum diye düşünüyorum şu an... hayır veremiyorum galiba. Lezbiyenlik, lezbiyen... Bu kelimenin ardındaki dünyam kelimelerle ifade edilemeyecek ya da sınırlandırılamayacak denli geniş, zengin, derin, duyarlı ve bir o kadar da sırça. (Böylesi bir toplumda kırılmadan kalması olası değil!) Yine de haksızca kirletilen bu kelimeyi kullanmayı sevmiyorum işte. Kullanmak zorundayım zaman zaman ve durum böyle olunca kelimelerin anlamını kendi sözlüğüme bakarak duyumsuyorum. Hangi sözlük mü? Yapmayın canım, hepinizin elinde bulunan, belki sık sık okuduğunuz belki hiç göz atmadığınız sözlüklerden biri. Kütüphanenizde aramayın sakın, çünkü oraya sıkıştırılamayacak kadar büyük sözlüğümüz. Yüreğinizde arayın mesala. Bulamadınız mı hala? Bir ipucu vereyim size; benim sözlüğümün ismi “DERYA'DAN TÜRKÇEYE”. Sayfalarında kirletilmemiş sözcükler var hep, anlamlarını da kendim buluyorum tek tek... Nerde kalmıştık? Etki diyordum galiba. İstisnasız tüm insanların -tabi hayvanlarımızı da unutmuyoruz- en doğal, en sıradan haklarının çiğnenmediği ve görmemezlikten gelinmediği, temeli eşitliğe, sevgiye, saygıya, anlayışa dayalı bir toplumda yaşamanın ne güzel olabileceğini düşünmüşümdür hep. Tabi yeniden doğuşla herşeyin değişebileceğini düşünerek teselli olmak gibi bir niyetim yok. Bu güzelliklere engel olan her türlü oluşumu, kelimenin tam anlamıyla geçersiz kılmayı, tanrım ne çok, ne çok isterdim. Oysa, heteroseksistlerin yarattığı psikolojik havayla, hizaya getirilme operasyonunun baskısı altında, kişiden kişiye değişen ölçülerde ezim ezim ezilip, gerim gerim geriliyoruz. Kabul edin artık, yaşamı duyumsamak, güzelliklerden tat almak, mutlu olmak, haz duymak, özgür olmak için bizlerin çemberlerimizi kırması gerekiyor. Çember diyorum, yani sınırlanmayı, kıstırılmayı, bağlanmayı kastediyorum. İfadem anlamını bulsun diye “günahı ayıbı aşalım” diyeceğim ama ortada ne günah var ne de ayıp, hoş olsaydı bile bunlar göreceli kavramlardır. Çemberleri kırmak ahlaksızlık anlamına gelmiyor, bir ahlaksızlık önerisi getirmiyorum. Bu bir kendince ahlaklılık ya da bir özgürlük ahlakı önerisi olabilir ancak. Bizi hiçe sayan herşeyin yaşamımızı korkunç ve iğrenç bir bombardımana tuttuğunu da tekrarlamaya gerek yok aslında. Ben farklı olarak henüz bombardıman sonrası bir görünümde olmadığımızı söyleyebilirim. İyimserlik değil bu, durum bundan ibaret. Yaşamda kendinizi, ne ölçüde ortaya koyabildiğinizi düşündünüz mü hiç? Kendinizi... yani duygularınızı, yani düşüncelerinizi, yani ruhunuzu, yani içinizdeki ve dışınızdaki sizi rahatça ortaya koyabiliyor musunuz? Yoksa kurallara mı yeniliyorsunuz? Haklısınız... kurallar insanlar için değil ki, kurallar insanlara rağmen. Peki ruhunuz ve bedeniniz, içiniz ve dışınız, siz ve siz uyum içindeler mi? Ruhunuz ve bedeniniz, bedeniniz ve ruhunuz... dengede mi?... Cevabınız “hayır” ise ve kendinizi düşündüğünüzde gözünüzün önüne kocaman bir mumya geliyorsa! tebrikler!!! Hareket eden bir mummy olarak türünün ilk örneklerinden birini teşkil ediyorsunuz. Aranızda Guinnes'i bu durumdan haberdar etmeyi düşünen var mı? Bir mummy olmak hiçbirimizin tercihi değil, biliyorum. (Tercih??? Seçim mi demeliydim acaba?!) Yoo, her ikisi de değiller. Tüm bunlar, kuralları ve sınırları heteroseksistler tarafından konulmuş ve bizlere dayatılmış (sunulmuş demiyorum) rezilce bir yaşama biçimi yalnızca, hepsi bu. Bunlara takılı kaldığımız sürece özgürlükten bahsetmek... bahsedebilirsiniz tabi ama hepsi hepsi bu. Özgürlük ulaşılmaz değil. Ama yaşadığımız dünyada tüm güzellikler gibi onun da bir bedeli varmış. Sürekli bir özgürlük arayışı içinde olan ve hiçbir eylemini az-çok tutsaklığa katlanmadan gerçekleştiremeyecek olan bizlerin tüm amacı, bir bütün olarak yaşama girebilmek için, katlanmak
zorunda olduğumuz tutsaklıkları, şimdilik en düşük düzeye indirmenin yollarını aramak olmalıdır. Tabi tüm bunları homoseksist bir tavırla yapmaya kalkışırsaki heteroseksistlerden bir farkımız kalmaz. Oysa bizler heteroseksistlerin bulunduğu noktada değiliz, o noktaya gelmemeliyiz. Bizler herşeyi bulunduğumuz noktadan, kendi bakış açımızdan deşmeye bakalım. Hakkımızda süregelen yanlış düşünceleri değiştirmeye çalışmak öncelikli hedefimiz olmalıdır. O düşüncelerin köküne kibrit suyu dökmedikçe, kök yeni uzantılarla bizleri sarıp sıkmaya, bölmeye devam edecektir. Dediğim gibi, öncelikle düşünceler değişmeli. Toplumu tanıyorsunuz. Çehov'a bakılırsa “Tembel bir kafa için inkar etmek, onaylamaktan daha kolaydır”. Bu söz size toplumun genel kafasını yansıtıyorsa, işimiz kolaylaşıyor. Hiçbir değişime açık olmayan atom başlı bir toplumdan onaylanmayı beklemek... yüreğimdeki Pollyanna istersek, eğer gerçekten istersek, herşeyin bir sabah değişebileceğini fısıldıyor. Sabah, radyoda bir istasyon buldum, neresi bilmiyorum. Sadettin Kaynakların, Lemi Atlıların, Münir Selçukların şarkılarını çalıyor hep. Şu an eski bir nihavent dinliyorum... Radyoda bu istasyonu bulduğum için seviniyorum. Güzel şarkılarla, hayaller kura kura yazıyorum. Hayalcinin biriyim ben... Yarın hep güzel olacak diyorum, mutlaka güzel olacak... sınırlar kalkacak. Bu hayalin mücadelesini veriyorum. Aklımdayken Başak Hanım, Vivaldi mevsimleri nasıl bestelediğini anlatıyor mu? 25 Şubat, Cumartesi Serin bir gece... Elimde bir kitap. Kitabın adı Taşra Kızının Deliceleri... Türkan İldeniz... “Öğrendim ateş yakmasını suda/insani gücünü hatırlatıyor insana” diyor bir şiirinde. Türkan İldeniz, suda ateş yakmasını öğreneceklerin, başeğmeyeceklerin şairi. “Zaten istesemde dinlemez içimdeki kasırga/Zaten başladığım türkü yarım” deyip bana ütopyalar kurduran, karanlık sıkıntılı günlerimde yüreğimi kamçılayan, irademi pekiştiren insan. Yüreğime yıldırımlar düşüyor. 26 Şubat, Pazar Yalnız mıyım... bilmem... belki. Ama hepinizi yaşıyorum. Çoğalan bir yalnızlık diyorum benim yalnızlığıma. Hepimizin güzel bir toplumda aynı yaşantı içinde yeniden doğuşları yaşamasını istiyorum hergün. Umutsuzluğa, yılgınlığa, bıkkınlığa kapılmıyor değilim zaman zaman. Ama yarınlara inanıyorum. Ben yarınlı yaşıyorum hep. Acılarımla, hüzünlerimle, sevinçlerimle yarınlı yaşıyorum. Acıdan, hüzünden, sevinçten kaçınmıyorum. Yaşamı seviyorum yine de. İntihar deneyimli biri olmamın bunda etkisi var mıdır acaba? Sanıyorum... biliyorum. Keşke sonunda ölmeyeceğim ama bunu garanti de edemeyeceğim bir deneyim çılgınlığını daha yaşayacak cesaretim olsaydı. O zaman yaşama daha bir sıkı mı sarılırdım bilemiyorum. Yaşamak çok güzel, yaşam çok güzel... yine gelecek ben! En en mutlu anlarında ölümü düşünebilmek çok çelişkili olsa da... intihar eğilimli olduğunun bilincinde olmak. Bilincindeyim ama ben kendimi çok seviyorum, tıpkı yaşamı sevdiğim gibi, tıpkı insanları, hayvanları sevdiğim gibi... 27 Şubat, Pazartesi Düşünceleri değiştirmek dedikte... ben öncelikle annemin düşüncelerini değiştirmeyi hedeflemekle başladım işe. Eşcinsellik deyince annem tüm önyargılarını, tüm nefretini giyinir kuşanırdı. Bir de üstüne üstlük at gözlüklerini de taktı mı onunla başaçıkabilene aşk olsun! Ama son zamanlarda düşüncelerinin esnediğini görmek/hissetmek beni sevince boğuyor. Oysa atom başlı bir annem olduğunu düşünürdüm hep. Benim farklı olmama, benim ben olmama katlanabilecek/kabullenebilecek mi kestiremiyorum. Anne-kız... kız-anne! Bana her zaman dediği bir laf vardır; “Sen benim kanımdansın, benim canımdansın... Ön tekerlek nereye giderse, arka tekerlek de oraya gider” Kastettiği onun düşündüğü, bildiği düz yol, kendi yolu. Sanmam annem, sanmam yönüm düz yola olsun, sanmam yolum ardınsıra olsun... huyum kurusun, hep gidilmeyen yolda ne var diye merak etmişimdir. Bu tutumumdan olacak, aklı başında arkadaşım da seyrek olmuştur. Ama ben annemden umudumu kesmedim. Onu kazanmak istiyorum. Ben toplumdan da umudumu kesmedim. Toplumu da kazanmak istiyorum. Sizden de umudumu kesmiyorum. Çünkü sizlere inanıyorum! Sizler suda ateşi yakacak olan biricik insanlarsınız. Siz insansınız. İnsan güçlüdür. İnsan dünyayı yarattı... bugüne getirdi. Maddeyi insan parçaladı. Uzaya insan gitti... sizsiniz o. Toplumun yanlış düşüncelerini doğrultacak olanlar da sizlersiniz. Siz insansınız ama size insanlığınız unutturuldu. İnsanlığınızı, gücünüzü hatırlayın, umutsuzluğu bırakın. Siz insansınız... bunu hiç unutmayın. Sizleri seviyorum!
Anarşizm Türkiye için çok yeni bir kavram. Ve bildiğim kadarıyla Kaos GL'de az sayıdaki anarşist yayınlardan bir tanesi. Bu yüzden anarşist kuramı öğrenmek isteyen insanların kafasında sayısız soru işareti var (ben dahil). Bunun için derginizde Anarşist kuramcılar, anarşizmi anlatan Türkçeye çevrilmiş kitaplar hakkında daha çok bilgi vermenizi istiyorum. Not: Kaos GL'nin sadece 5. sayısını okudum ve anarşizmi anlatan tek yazı “Bellek ve Özgürlük” adlı yazıydı. Ve bu yazı da tatmin edici değildi. Bir Okur Sevgili 'Okur' arkadaş, Altıncı sayıyı gördüğünde çok şaşırmış olmalısın. İlk okuduğun 5. sayıdan sonra, Lezbiyenlik, Genetik vs. ile karşılaşman eğer seni şaşırtmadıysa, artık bize adını da yazabilirsin! Kaos GL, anarşist bir yayın değil. Çalışanları ve okurları arasında anarşist eşcinsel ve heteroseksüeller var. Bununla birlikte salt anarşist bir dergi olduğu anlamına gelmiyor. Kaos GL, kadın ve erkek eşcinseller tarafından çıkartılan, özgürlükçü bir perspektife sahip, gay ve lezbiyen dergisidir. Heteroseksist olmaması koşuluyla, heteroseksüel kadın ve erkekler de Kaos GL'de yer alabiliyor. Türkiye'de anarşi, ibne gibi bir küfür olarak, negatif anlamda kullanıla geldi. Hem devlet, hem de toplum açısından durum böyle. Anarşiye ilgi duyan, öğrenmek isteyenler de maalesef uzun zamanlar, anarşi'nin düşmanları tarafından yazılmış küfür kitaplarıyla yetinmek zorunda kalmışlardır. Fakat güneşin balçıkla sıvanamadığı bir kez daha doğrulanıyor. Türkiye'de, Osmanlı Döneminde ve “seksen” öncesinde, anarşi kitaplarının basıldığını öğreniyoruz. Sokak Yayınları, Birey Yayınları gibi anarşi kitapları basan yayınevleri oldu. Şimdi yeni bir yayınevi var: Kaos Yayınları. (Tabi Kaos GL ile ilgisi olmamakla birlikte yaşamasını canı gönülden destekliyoruz.) Bunların dışında anarşist olmayan birçok yayınevi de doğrudan anarşi kitapları basmakta. Underground anarşi ve punk yayınları haricinde bir kaç dergi çıktı ve çıkmakta. Kara ve Efendisiz ilk yayınlardan; çoktan kapandılar. Son dönemde Amargi, Ateş Hırsızı, Apolitika çıkıyordu. Amargi ve Apolitika artık çıkmıyorlar. Uzun bir aradan sonra Ateş Hırsızı'nın yeni sayısı çıkacakmış. (Ateş Hırsızı için Kaos Yayınlarına yazılabilir.) Sarmal Yayınları: Metis yayınları: Kavram Yayınları: Ayrıntı: Altıkırkbeş: Birey yayınları:
Bir kaç kitap adı: Anarşist Portreler l-ll Rus Devriminde Anarşistler Devlet ve Anarşi (Bakunin) Etika (Kropotkin) Anarşinin Kısa Yazı (Durritti'nin Yaşamı ve Ölümü) Felsefe-i Ferd - Anarşizmin Osmanlıcası (Baha Tevfik) Makaleler (Proudhon) Marx'a Karşı El Yazmaları (Bakunin) Anarşist Kuram ve Kökenleri
Kaos Yayınları, yayın hayatına broşürlerle başladı. Kitapçılarda bulunan broşürlerden ilki “Anarşizm Nedir?”e yanıt arıyor. Tayfun Gönül tarafından hazırlanmış. İkinci broşür ise “Anarşizm Bir Devrim Çağrısıdır” adını taşıyor. Gün Zileli, Hasan Bakü, Mine Ege tarafından hazırlanmış. Okurlarımızı, Kaos Yayınlarının yaşaması için bastığı broşür ve kitapları satın almaya çağırıyoruz. Ateş Hırsızı ve broşürler için Kaos Yayınlarına yazmak isteyen okurlarımıza adresi:
Sayfa sayısının olanak verdiği ölçüde, ileriki sayılarda tanıtımlara ve kısa bilgilere yer vereceğiz.
KAOS GL
MEKTUP-LAR-DAN M., Giresun, erkek eşcinsel: ... Giresun'da eşcinsel M'i tanıyanların sayısı yavaş yavaş büyüyor ama hiç takmıyorum artık. Ben buyum ve kimseye hesap vermek zorunda değilim. Eğer ben bu dünyada varsam, yaşamalıyım. Kendim gibi yaşamalıyım. Kimseyi de takmıyorum. ... S.T., Hamburg, lezbiyen: ... Eylül'94'te çıkan ilk sayınız Berlin Lezbiyenler Haftasında elime geçti. İstanbul'dan gelen bir lezbiyen grubu “Türkiye'de Eşcinsellik Durumu” konulu bildirisinde sizden de bahsetti kısaca. Lezbiyenlerle ortak çalışmalar, çeşitli etkinlikler planladığınızı anlattı. Bu planların gerçekleşip gerçekleşmediğini bilmiyorum ama uzaktan da olsa çorbaya bir parça da olsa tuz katmak isteğindeyim. ... G.G., Bolu, erkek heteroseksüel: ... Mektubunuzu İnsancıl'da okudum. Üstüme alınıp yanıtlama ihtiyacı duydum. Şöyle düşünüyorum daha doğrusu umuyorum: “İnsancıl” okuyorsunuz. Sistemin değerlerini reddediyorsunuz bunun yerine insani değerleri benimsiyorsunuz. O halde bana yakınsınız. ... Yaşamdan gelen, toplumsal kaynaklı bir önyargım var bu duruma. Sizin gibi arkadaşların ne düşündüklerini bilmediğim/tanımadığım için önyargım olumsuz yoğunlukta. Kavramları, terminolojinizi bile bilmiyorum. Ama şunu iyi biliyorum: İnsanı reddetmemek gerek. İşte bu yüzden yazıyorum. Kendimi size karşı sorumlu hissediyorum. Bu yüzden birşeyleri (ne olduğunu/ne olabileceğini bilemiyorum) paylaşmak istiyorum sizinle. ... Z.A. Norveç, erkek eşcinsel: Norveç'te yaşadığım kadarıyla geniş bir eşcinsel kitle kimliğini "heterosexual male power" ile özdeşleşmek belirlemekte. Bu nasıl mı oluyor? Gözlere nefret dolu bir bakış yerleştirilip eşcinsel kulüplere gidiliyor; bir gecelik av yakalandıktan sonra eve getirilip "sikiliyor" ve ardından aşağılanıp evine gönderiliyor. Burada şöyle bir mekanizma işliyor: 1.Yapılan pratikten tiksinti duyuluyor çünkü yaşanan cinsel yakınlığa "aşağılık", "mide bulandırıcı" bir olay olarak bakılıyor. (Yani bir çok heteroseksüel erkekte olduğu gibi yaşanılan cinsel yakınlık bir güç kaybı olarak yorumlanıyor.) 2.Duyulan tiksinti eşcinsellerde her türlü duygusal ilişkinin gelişmesine engel oluyor. 3.Duygusal ilişkinin gelişmesi engellendiği için duyulan cinsel tatmin hep eksik kalan bir deneyim olarak yaşanıyor. Bu eksikliği bastırmak için tekrar kulüplere koşuluyor. 4.Aynı döngü tekrarlandıkça, duygusal gelişmeyi yokettikleri için sürekli cinsel açlık duyan ve ancak sürekli yeni avlar yakaladıkça kimlik kazanacağına inanan ve bu işi yaparken "heterosexual male power" ile özdeşleştiğinden haberi olmayan bir kitle ortaya çıkıyor. Bu özetlemeye çalıştığım yaşam biçimi bir eşcinsel bilinçliliğin tam anlamıyla oluşmamasından kaynaklanıyor. Benim için eşcinsel olmak, kapitalist üretim ilişkileri ile belletilen ataerkil düzen içine -heterosexual male power ile özdeşleşerek- girmeye can atan her türlü sexist, feminist, gay, lezbiyen akımlara karşı durmak anlamına geliyor. Özetlemeye çalıştığım Norveç'teki eşcinsel yaşam biçiminin bütün dünyada geçerli olduğunu söyleyecek kişilere cevabım şu: Ne gay ne de heteroseksüel'im. Eşcinsellik gerçekten radikal bir tavır olacaksa bu heteroseksüel dünyada zaten varolan ve ataerkil düzenin korunmasına katkıda bulunan promiscous (çokeşli) tipik heteroseksüel pratiklerini özümsemekle değil; sözcüğün tam anlamıyla iki arada kalıp ataerkil düzen tarafından dikte edilen kadın ve erkek kimliklerini reddedip, "iki arada kalma" durumunu bir bilinç, düşünce sistemi haline getirmekle olabilir. Cinsel kimliğim konusunda oldukça kararlıyım ve heterosexual male power"ca belirlenen tüm söylemlere ve ortamlara karşıyım.
DÜNYA TİYATRO GÜNÜNÜ NİÇİN REDDEDİYORUZ? “Dünya gerçekten dönüyor mu?” sorusunu, hiç değilse kendi kendine sormamış insan, olsa olsa Galileo öncesi döneme ait bir insansa mazur görülebilir. Dünyanın döndüğünü söyleyen birilerine karşın duyarsız kalan kişi ise düpedüz gerici bir konuma yerleşmiş demektir. Liberal hümanist ideolojinin bir tezahürü olarak gördüğümüz “iyi niyetli” bir takım çabaların ideolojik deşifrasyonunun yapılmasının, ilk elde dünyanın gerçekten dönüp dönmediğine ilişkin soruyu bugüne kadar kendisine dahi sormamış “iyi niyetli” insanların işine yarayacağını umuyoruz. Dünyanın döndüğünü söylememizdeki kasıt, kuşkusuz mesihvari bir vaziyet alışa işaret etmek olmayacaktır. Amacımız günlük gerçekliğin olağan akışı içinde rehavete kapılmış olan insanla birlikte, soruların ve verili olanın ötesindeki seçeneklerin egemen olduğu bir kriz koridoruna girmektir. Kuşkusuz, egemen ve egemen estetik ideolojiler işlevlerini başarıyla yerine getirmektedir. Bu ideoloji pratiklerinin sözkonusu oluş tarzları sürekli olarak, elmayla armutu ve hatta şeftaliyle portakalı da toplamaya “olanak verebilecek” düzeneklerin oluşmasına neden olmakta ya da bunu öngerekmektedir. Son yıllarda tanık olduğumuz pek çok kampanya kategorik olarak asla uzlaşamayacak pratikleri “yapay” bir biçimde uzlaştırmaya çalışmaktadır. Anlam üretimi ancak ve ancak bir bağlam içinde olanaklıdır. Tahta kaşığı duvara astığımızda bir süs, tencerede gördüğümüzde ise yemek karıştırmaya yarıyan bir araç olarak nitelememize neden olan şey bağlamdır. Burada bağlam tencere ya da duvardır. Oysa yukarıda sözünü ettiğimiz kampanyalar, bir çeşit bağlamsızlığa, o halde anlamsızlığa ya da en fazlasından, son derece muğlak bir anlama işaret etmektedir. “İnsan Okur!”; evet ama, “Neyi okur? Kim ya da ne için okur? Okurkenki kaygısı nedir? Hangi araçları kullanır? (Sözgelimi, hızlı okuma kurslarından edinilmiş hızlı okuma yöntemleri, bu kapsama dahil midir?) Yaradanın adıyla mı okur?” Tüm bunlar “kasıtlı” olarak belirsiz bırakılmıştır ki elmayla armut toplanabilirmiş gibi görünsün. Liberal ideolojinin açmazıdır bu. Oysa aynı şey, 8 Mart'ı “Bosna'da Zulüm Gören Kadınlar Günü” olarak belirleyen islamcı-milliyetçi çevrelerle, “Emekçi Kadınlar Günü” olarak belirleyen sol çevreler açısından sözkonusu değildir. Çünkü bir bağlam oluşturulmuştur ve bir tanım getirilmiştir. Evet, 1 Mayıs İşçi Bayramı'dır. Ama, Sanata Evet kampanyası ne idüğü belirsiz bir kampanyadır. Çünkü bağlamsızdır. Aynı bağlamsızlık-anlamsızlık hali, Dünya Tiyatro Günü için de sözkonusudur. Çünkü ideolojik planda laik, anti-laik, milliyetçi, şoven, erkek egemen, çevreci, v.b. mesajlar içeren birbirine son derece karşıt pratikleri kendi bünyesinde toplamak iddiasındadır ki bu, “ideoloji” kavramının doğası gereği olanaksızdır. Bu özel günü, kendilerini ifade etmek üzere kullanabilecekleri bir fırsat, bir araç olarak gören “iyi niyetli” liberal-hümanist arkadaşlara alaturka tuvaletlerdeki muslukların bile malum organın sol elle yıkanması gerektiğini vazeden islami ideolojiyi içerdiğini hatırlatmak isteriz. Bu son derece “iyi niyetli” bir temizlik pratiği adına bile sözkonusu olsa, mevcut geleneğe eklemlenmemize, ona hizmet etmemize engel olmaz. Dünya Tiyatro Günü'nü “iyi niyetli” ve ulvi amaçlar aşkına kullanmak çabasındaki insan, -teşbihte hata olmaztemizlenmeye çalışırken, başka bir ideolojinin 'çaktırmadan' dayatması sonucu, sol elini kullanmakta olan insandır. Bir de, etkinlik (faaliyet!) tapıncı var ki, biz buna da karşıyız. İnsanlar, adeta, “etkinlik” önünde secde etmektedir. “Etkinlik olsun da çamurdan olsun” anlayışı hüküm sürmektedir. Etkinlik aşkınlaştırılmakta, gizemlileştirilmekte ve dinsel bir mertebeye ulaştırılmaktadır ki, bu laik bir pratik değildir. Yine burada da bir bağlamsızlık durumu sözkonusudur: “Nasıl bir etkinlik? Kim ve ne için? Mekanizmaları, araçları nelerdir?”, gibi sorular yanıtsız kalmaktadır. Tüm bu gerekçelerden dolayı bir kez daha “başkaları”nın belirlediği gündeme -karşı çıkmak biçiminde de olsa- tabi olmanın acısını duyan bizler, yeniden tanımlanmadığı sürece Dünya Tiyatro Günü'nü reddediyoruz.
Ankara Üniversitesi, D.T.C.F., Tiyatro Bölümü'nden bir grup öğrenci
Şu anda okumakta olduğunuz bu metni kendilerine Venüs'ün Kızkardeşleri adını veren bir grup lezbiyen hazırladı. Bizler İstanbul'da yaşayan lezbiyenler olarak kişisel çabalarla birbirimizi bulduk. Bizi buluşturan sebep (ki belki de sizinle de buluşturacak olan sebep) pek tabii ki kendi cinsimize duyduğumuz aşk, ancak bunun da ötesinde yaşananlar/hatta yaşanamayanlar idi. Diğer kızkardeşlerimiz de biliyorlardır ki lezbiyen bir aşk yıpratıcı bir çevre içinde, zorluklar ve fedakarlıklarla, gizli saklı yaşanmaya çalışılan ve tam da bunlar sebebiyle "yaşanamayan" bir aşktır. Eşcinsellik insanoğlunun varlığından bu yana varolan, insana özgü olan, yani oldukça insani bir kavram. Fakat bütün bir insanlık tarihi boyunca-birkaç sayılı örnek hariç-hep kalın bir perdenin arkasında "nedense" heteroseksüel dünyadan uzak tutulmaya çalışılmış. Bugün artık pek çok ülkede, özellikle batı dünyasında, eşcinsellik günışığına ve caddelere çıkmış, kendini anlatmak/aydınlatmak ve yüzyıllardır kendisinden esirgenenleri elde etmek için önemli mesafeler alıyor/ almakta. Venüs'ün Kızkardeşleri'nin kuruluş amacı da kendi ülkemizde yaşayan ve kendini bu şekilde tanımlayan diğer kızkardeşler ile birlikte bu ağır perdeyi biraz olsun aralamak, biraz günışığı almaktır. Kendimizi dile getirmeyi öncelikle biz başaramayacaksak, bunu heteroseksüel dünyadan nasıl isteyebiliriz ki ? Tozların, sislerin ve nice perdelerin arkasındaki öteki kızkardeşlerimizin sesini duymak, varlığını bilmek, tanışmak, tartışmak ve konuşmak istiyoruz. Bu bizim ilk adımımız. İlk adımı atabilirsek, inanıyoruz ki yürümeyi de başaracağız. Venüs'ün Kızkardeşleri'nin sayılarının artması, daha büyük adımlar için hepimize enerji verecek; buna da inanıyoruz. Kısaca: sözünü etmeye çalıştıklarımız, sözünü edemediklerimiz ve beraberce sözünü edebileceklerimiz için, bize yazın. Bitmiş değil söylediklerimiz ve başlamadı da.. Sevgilerimizle.
Yazışmak için: MBE 165, Kayışdağ Cad. No: 99 Ziverbey İstanbul
150.000.-TL