ISSN 1302-5015
E ş c i n s e l l e r i n K u r t u l u ş u H e t e r o s e k s ü e l l e r i d e Ö z g ü r l e ş t i r e c e k t i r.
www.kaosgl.com
MART - NİSAN 2005
24
GEY - LEZBİYEN ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
KDV DAHİL 2.5 YTL/2.500.000. -TL
yatmadan önce
fırça darbesi
IOO
Melissa P. ~ günlük ~
İtalya’da bir milyon adet sattı. 26 ülkede bestseller oldu.
Şimdi Türkiye’de, tüm kitabevlerinde...
abcçdefg ğhıijklmn
O
kitaplar
bir okuyan
us markasıdır.
KAOS GL
Mart-Nisan 2005
Iki Aylik Dergi ISSN 1302-5015 Sahibi: Ali Erol Sorumlu Yazi Isleri Müdürü: Umut Güner Editör: Uğur Yüksel Baski: Ayrinti Basimevi
Kaos GL Gazi Mustafa Kemal Bulvari 29/12
İçindekiler Kaos GL’den .................................................................3 Haberler... ......................................................................4 Escinsel Evlilik.................................................................6 Insan Değil Escinsellerin de Hakki............................ 10 Escinsel ve Isçiyiz ...................................................... 14 Biz Hasta Değiliz........................................................ 16 Escinselim Duy Sesimi ............................................... 18 Ayrimcilikla Mücadelenin Ülkemize Yansimlari ..... 20 Kapitalizmin ve Burjuvazinin Artiği Escinseller........ 21 Dokundum, Dokundu, Ay Taciz ................................ 22 Koyu Kirmizi Pantolon, Inan ...................................... 24 Sevgilili Olmak ya da Olmamak, Aysegül Arikan .. 28 Homofobi, Melek Göregenli..................................... 30 Sinemada Lezbiyenlik, Mevlüde Sahillioğlu ........... 35 Yollarda Neden Portakal Verilir, Mine Kiliç ............ 41 Bu Festival Çok Lezzetli ............................................. 43 Sizin Için Seçtiklerimiz................................................ 45 Cinsiyetçiliğe ve Homofobiye Karsi Muhalefet....... 46 Gelecek Sayida………………………………………..… 48
Kizilay - ANKARA Yazisma Adresi: Ali Özbas, P.K. 53, Cebeci/ANKARA Tel & Faks: +90 312 230 0358 E-Mail: dergi@kaosgl.com Internet Adresi : www.kaosgl.com ABONELIK IÇIN
Yurt içi 1 yillik (6 sayi) abone bedeli: 25.000.000.-TL. Yurt disi 1 yillik abone bedeli: 50 € ya da 50 $. Please, transfer 50 € or 50 $ as 1 year subscription period to the following bank account: T. Is Bankasi Mesrutiyet Subesi (ANKARA) Ali Özbas no:4213 0544328. Dekont ya da fotokopisini mutlaka Ali Özbas P.K. 53 Cebeci/Ankara adresine postalayiniz. Tek sayilik isteklerde 2.500.000.-TL’lik posta pulu gönderiniz. Tutsaklara ücretsiz gönderilir.
Merhaba, Evet, uzunca bir süredir sesimiz çıkmıyordu. Derginin ve Kaos GL Kültür Merkezi’nin mali sorunları nedeniyle gözlerden uzakta yaşıyorduk. Dergi gözden uzaktı; ama biz, hayatın içinde olmaya, konuşmaya, gülmeye, bakmaya, dans etmeye devam ediyorduk. (Bakmak demişken: Closer’ı mutlaka izleyin. Bakmak eyleminin hayatınızın kaç yerine denk geldiğini hesaplayıp duvara çarpmak için hiç değilse…) Dergiyi unutmadık elbette. Kaç kez eski sayılara bakıp gözlerimizi doldurduk, kaç omuz ıslattık ama… işte, yeniden karşınızdayız!!! Soğuk bir mart sabahında, soğuk ofiste titreyerek, çay bardaklarını sıkıca avuçlayarak, önümüzde biriken izmaritlerin ardından bilgisayar ekranını görmeye çalışarak elinizde tuttuğunuz bu dergiyi hazırlıyoruz. Size güzel bir haberimiz var. Önümüzdeki sayıda söyleyecektik ama dayanamayacağız galiba: Kaos GL artık bir dernek. Hayır, dernek olacak. Yani, dernek olması için çalışıyoruz! Belki, siz bu sayıyı okurken biz çoktan dernek çatımızı kurmuş, altında ne zamandır bekletmek zorunda kaldığımız projelerimizi hayata geçirmek için çalışmalara başlamış olacağız. Dernekleşme sürecinin her aşamasını sizlerle paylaşmak istiyoruz. Ayrıca, bu süreçte öneri ve yorumlarınızı da bekliyoruz. Ne zaman çıkacağını bilemesek de ne yapmak istediğimizi bildiğimiz bir sonraki sayımızla ilgili birkaç lafımız olacaktı. Bunlardan ilki, dergiyi şeklen, aklen ve ruhen masaya yatırmak olacak. Şimdiden hazırlayın kağıdınızı, kaleminizi ve Kaos GL hakkındaki düşüncelerinizi yazın bize. Bir sonraki sayımızda Kaos GL dergisini tartalım, eksiğini, fazlasını hesaplayalım istiyoruz. İşte ipucunuz: “Kaos GL dergisi sizce nasıl bir dergi olmalı?”. Yazılarınızı bekliyoruz. Bir de bir dert var ki üstümüzde, ne yapsak, nereye gitsek bilemedik. Sonunda dedik: Oturalım, hep birlikte kendimize, dilimize bir çeki düzen verelim artık! Hem kendimiz hem de “toplum” için! E, ne de olsa nicedir “gay” yerine “gey” kelimesini kullanarak pek çok gazete, dergi, kitap, yayınevi ve yazarı etkiledik. Ama “gey”, kargaşayı çözmeye yetmedi görünüyor. Önümüzde yeni terimler birikmeye başladı: “İbne”, “queer”, “ötecinsel”, “transgender”… hatta eşcinsel terimi bile “modern” dünyamızı hepten karmaşık hale getirmeye başladı. Heteroseksüel ve erkek dili dışında yeni bir dil yaratacaksak ortaklık da kurmak zorundayız. Bunun için de, bir sonraki sayımızda “Hangi terimi nasıl çevireceğiz?”, “Hangi kelimeyi seçeceğiz?” gibi sorulara yanıt bulmaya çalışacağız. Kaos GL Yayın Komisyonu olarak bu karmaşaya son vermek şu anda en büyük dileğimiz. Karışık, karmakarışık dediğimiz aşk ilişkilerimizden bile daha bir “kaos” hali bu çünkü. Kısacası; dil bilimcileri, çevirmenleri, dergi okurlarını bu tartışmaya çağırıyoruz. Kurtarın bizi bu söz yığınının altından!!! Bakalım, bu sayımıza Uğur’un elinin değdiğini fark edip hislenecek misiniz? Her bir şeyine sağlık, oturdu, okudu, yazdı, çizdi. Biraz sinirliydi ama olsun, onu da öyle seviyoruz! Biz bu sayımızı büyük bir keyifle hazırladık. Umarız size de geçer bu keyif. Sözlerimi izin verirseniz yüzyılın şarkılarından biriyle kapatmak istiyorum. Closer filminden tabii ki… “gözlerimi senden alamıyorum… aklımı senden alamıyorum… yeni birini bulana dek!” bakmaya devam! Umut Güner
3
escinseller vardir! Hollanda sınıfta kaldın; otur, sıfır! Hollanda'da toleransın sınırlarını okullarda dağıtılan bir gey dergisi ortaya koydu. Eğitim Bakanlığı'nın mali katkıları ile okullarda ücretsiz olarak dağıtılan Expreszo isimli gey dergisinin yüzlerce nüshasının okunmadan çöpe atıldığı ortaya çıktı. 1998 yılında yayın hayatına başlayan eşcinsel gençlere yönelik hazırlanan Expreszo dergisi altı bin adet basılıyor ve iki ayda bir çıkıyor. Geçtiğimiz aylarda dergi, Eğitim Bakanlığı’nın işbirliği ile 420 bin adet özel sayı basılmış ve okullarda gençlere ücretsiz olarak dağıtılmıştı. Söz konusu sayı, Hollanda'daki televizyon dizilerinin yıldızlarını, tolerans testini ve öpüşen eşcinsellerin fotoğraflarını içeriyordu. Muhafazakar milletvekili Jan de Vries derginin dağıtımı ile ilgili sorunlar üzerine, "Okullarda gençlere eşcinselleri anlayabilmeleri için bilgi verilmesi gerekiyor. Ancak bunun nasıl yapılmasına okul yönetimlerinin karar vermesi gerekir" dedi. Derginin editörü Merijn Henfling ise "Genel olarak olumlu tepkiler aldık ama bu arada gerçekten rahatsız edici tepkiler de aldık", dedi. Henfling, özellikle azınlıkların yaşadıkları bölgelerdeki velilerin tepkilerinden çekindiklerini belirtti ve "Ama bu kafanızı kuma gömmek ve tartışmalardan kaçmaktır", diye belirtti.
Eşcinsel Askerler Pentagon'a Pahalıya Patladı
AB resmen tanıdı
ABD'de son 10 yılda yaklaşık 10 bin eşcinselin ordudan ihraç edildiği ve bunun orduya maliyetinin yaklaşık 200 milyon dolar olduğu bildirildi. ABD hükümetinin yaptığı bir araştırmaya göre, ordudan 1993-2004 yılları arasında atılan 9 bin 488 eşcinsel askerin yüzde 8'i önemli görevlerde bulunuyordu. Bu askerlerin yüzde 3'ünün ihtiyaç duyulan yabancı dilleri konuşabildiği belirtiliyor. Araştırmada, bu askerlerin eğitimi ve atılan askerlerin yerine asker alınması için yaklaşık 200 milyon dolar harcandığı kaydedildi. Araştırmaya göre, eşcinsel askerlerin yerine asker alımı için ABD Deniz Kuvvetleri 48.8 milyon dolar, hava kuvvetleri 16.6 milyon dolar, kara kuvvetleri de 28.7 milyon dolar harcadı. Ordudan atılan 9 bin 488 eşcinsel askerin yüzde 73'ünün erkek, yüzde 27'sinin kadın olduğu belirtiliyor.
Avrupa Parlamentosu milletvekilleri ile eşcinsel hakları üzerine çalışmalar yürüten önemli bir eşcinsel hakları grubu Avrupa Birliği (AB) nezdinde resmi statü kazandı. Gey ve Lezbiyen Ulusal Grubu, uzun zamandan beri AB temsilcilerinin gündemlerine lezbiyen ve geylerin sorunlarının alınması için milletvekilleri, bürokratlar ve lobiciler ile çalışmalar yürütüyordu. Gey ve Lezbiyen Ulusal Grubu’nun resmen tanınmış olması Avrupa Birliği ve onun kurumlarında lobicilik yapılmasının önünü de açmış oldu. 2000 yılında kurulan Gey ve Lezbiyen Ulusal Grubu iş hakları, eşcinsel çiftlerin yasal haklarının tanınması ve AB’ye katılacak olan yeni üye ülkelerdeki gey nüfusun dikkate alınması gibi konularda lobicilik çalışmaları yürütüyor. Daha geniş bilgi için: www.gayandlesbianrightsintergroup.org
Kaynak: sansursuz.com, 17 Şubat 2005
Lübnanlı eşcinsellerin mücadelesi Arap tarihinde ilk kez bir gey hakları grubu eşcinselliği yasaklayan kanunların değiştirilmesi için mücadele veriyor. Lübnan’da bulunan Hurriyyat Khassa (Mahremiyetin Özgürlüğü) adlı grup ‘doğal yollara aykırı’ cinsel ilişkiye bir yıl hapis cezası öngören Lübnan Ceza Yasası’nın 534. Maddesi’nin iptal edilmesini talep etti. Hurriyyat Khassa adlı grup mücadelesini Beyrut Amerikan Ünivesitesi’nde Mağdur (Victim) adlı filmi göstererek sürdürüyor. Hurriyyat Khassa bu filmi gösterme gerekçesi olarak şu yorumda bulundu: “1961 yapımı Mağdur (Victim) adlı filmi seçtik; çünkü, bu film İngiltere’nin eşcinsellikle ilgili kanunlarını değiştirmesinin yolunu açmıştı. ‘Gecenin Sıcaklığında’ (In The Heat of the Night) adlı filmin Amerika Birleşik Devletleri’nde ırkçılığa karşı mücadelede önemli bir yeri olması gibi…” Uluslararası Af Örgütü’nün bildirdiği kadarıyla 4’ü idama mahkum olmak üzere 44 eşcinsel geçen sene Suudi Arabistan’da çeşitli cezalara çarptırıldılar. İnsan hakları grupları Mısır’ı da geylere yönelik sistematik işkence ve hapis uygulamasından dolayı kınıyorlar.
4
Transseksüele miras caiz mi? Suudi Arabistan’da, payına düşen mirasla cinsiyet değiştirip kadın olan Ahmed’in ailesi, mirasın yarısını geri almak için dava açtı. Şeriat yasalarıyla yönetilen Suudi Arabistan'da, bir transseksüelin miras hakkıyla ilgili yargı kararı, büyük tartışma yarattı. Cidde'de on milyonlarca dolarlık serveti olan bir aile, payına düşen mirasla cinsiyet değiştirerek kadın olan ve büyük skandala yol açan erkek evladın mirasının yarısını geri alabilmek için mahkemeye başvurdu. Şeriata göre, miras paylaştırılırken kız evlatların hesabına erkek evlatlara verilenin yarısı düşüyor. Ancak sıkı muhafazakarlığıyla tanınan Suudi yargısı “Miras paylaştırıldığı sırada erkekti” gerekçesiyle transseksüelden yana tavır aldı. Yargıç, ancak bundan sonraki davalarda transseksüel şahsın kadın muamelesi göreceğini belirtti. Ahmed lakaplı transseksüelin hikayesi ise, Suudilerin çok satan kadın dergisi Sayidati'de yayımlandığından beri başkent Riyad ile Cidde'nin kahvelerinde en çok konuşulan konu haline geldi. Ahmed, dergiye cinsiyet değiştirdikten sonra başına gelenleri anlattı: “Çocukluğumdan beri kendimi kız kardeşlerime yakın hissederdim, hep kızlarla oynardım. Normal bir oğlan olmadığımın ve bende bir şeylerin ters gittiğinin farkındaydım. Okuldayken ailem bana hep daha sert olmamı tavsiye ederdi. Sonunda babamı üniversiteyi Amerika'da okumam için ikna ettim. Orada kadınsı vücut hatları geliştirdim ve kadın giysileriyle dolaşmaya başladım. Amerikalı doktorların bana erkek değil kadın olduğumu söylemeleri üzerine cinsiyet değiştirme ameliyatını göze aldım. Ama babamdan gerekli parayı istediğimde, çok öfkelenip beni kız evladı olarak tanımayacağını ve mirastan sileceğini söyledi. Hemen ardından öldü. Mirasımla ABD'de ameliyat oldum. Korktuğumdan çok daha basit geçti. İlk kez yaşamaya, normal bir hayat sürmeye başladım. Sanki üzerimden büyük bir yük kalkmıştı. Kadın olarak bir Amerikan bilgisayar şirketinde iş buldum. Eğitimimi ilerletmeyi düşünüyordum ki, 11 Eylül oldu ve kendimi yanlış yerde hissetmeye başladım. Saçımı kestim, makyajımı sildim ve bir erkek olarak Suudi Arabistan'a döndüm. Ancak gelişimden kısa süre sonra annemin ölmesinin yarattığı travma, beni bir aile toplantısında her şeyi itiraf etmeye itti. Herkes hep bir ağızdan bağırıp çağırmaya, beni suçlamaya ve tehdit etmeye başladı. Onlara bir suç işlemediğimi, beni dışlamamaları gerektiğini, cinsiyetimi düzeltmekle doğru kararı verdiğimi söyledim. Ama o günden beri benimle tüm ilişkilerini kestiler. Suudi Arabistan yasalarına göre hâlâ erkek olmama karşın, bana karşı dava açtılar.” Davacı kız kardeş ile kocası, miras kalan milyonlarca dolarlık gayrimenkulün yeniden bölünmesi ve Ahmed'in payının yarıya indirilmesini istedi. Ancak Ahmed'in avukatına göre, yargıcın kararın aleyhte çıkacağı uyarısı üzerine dava geri çekildi. Din yorumcusu Şeyh Abdülaziz El Misnad, “Vârislerin yeniden bölüştürülme istemeye hakkı yok” derken, miras hukuku uzmanı Şeyh Abdülkadir El Maabi, “Kuran'da aynı anda hem kadın hem erkek olmak yoktur” diyerek Ahmed'in kadın muamelesi görmesine karşı çıktı. Kaynak: Sunday Telegraph, Radikal, 6 Aralık 2004
5
escinseller vardir! Kanada Kanada, Hollanda ve Belçika'dan sonra, dünyada eşcinsel evlilikleri yasallaştıran üçüncü ülke olma yolunda. Liberal hükümet, parlamentoya sunmayı planladığı yasa tasarısı hakkında, Yüksek Mahkeme'den görüş istemişti. Mahkeme de, federal hükümetin, evliliğin tanımını değiştirebileceğini bildirdi. Yüksek Mahkeme'nin yorumu bağlayıcı değil. Ancak bunun, iktidardaki Liberallere, eşcinsel evliliklere izin yolunda yasa tasarısı hazırlama kozu verdiğine kuşku yok. "Kanadalılar için Eşit Evlilik" adlı sivil toplum örgütünden Alex Munter, Kanada Yüksek Mahkemesi'nin kararıyla ilgili olarak “Hükümet, söz verdiği gibi, eşcinsel evliliklere izin veren bir yasa tasarısı yolunda, derhal harekete geçmeli” diyor. Ancak, Kanada Yüksek Mahkemesi, ülkedeki bazı eyalet yüksek mahkemelerinin aksine, eşcinsellerin, evlenmelerine izin verilmeyerek ayrımcılığa maruz kaldıkları yönünde bir yorum yapmadı. Kanada'da halen 6 eyalette, aynı cinsiyetten kişilerin evlilikleri yasal. Bu eyaletlerde binlerce eşcinsel çifte evlilik cüzdanları verildi.Fakat, durum Kanada'da siyasi partileri de bölmüş durumda. Örneğin, iktidardaki Liberal Parti milletvekillerinden John McKay, evliliğin sadece geleneksel tanımından yana olduğunu, yani evliliğin bir erkekle kadın arasında yapılması gerektiğini söylüyor. Liberal Parti içinde Mc Kay gibi düşünenlerin sayısı da hiç de az değil. Mc Kay, eşcinsel evliliğe izin veren yasa tasarısının kabulü halinde, kendisi gibi düşünenlerin, hükümetçe 'ırkçı' olarak görüleceğini söylüyor. Muhalefetteki Muhafazakarlar ise eşcinsel evliliğe izin verilmesine karşı. Muhafazakalar, başkentteki liberal azınlık hükümetine, tasarıdan taviz verme çağrısında bulundu. Hükümet, tasarıyı önümüzdeki hafta meclise gönderebilir. Ancak özellikle muhafazakar bir eyalet olan Alberta'da federal yasaya direniş bekleniyor. Kaynak: BBC Türkçe, 10 Aralık 2004
Fransa
Gey çiftlere birçok sosyal, yasal ve finansal haklar tanıyan Sosyal Beraberlik Paktı’nın yürürlüğe girmesinin beşinci yılında Fransız politikacılar bu yasanın kapsamını genişletmeye hazırlanıyorlar. Fransız hükümeti halen yasal olmayan eşcinsel evlilik hakkında yeni bir tartışma yaşanmaması için, 2005’in ortalarında gey ve lezbiyen vatandaşlarının haklarının kapsamını nasıl genişleteceğine karar verecek. Sosyal Beraberlik Paktı’nın 15 Kasım 1999 tarihinde yürürlüğe girmesinden bugüne kadar 130 binden fazla eşcinsel çift bu haktan yararlanmak için başvuruda bulundu.
Meksika
Belçika
Belçika’da çalışmakta olan Amerikalı gey bir çift bu ülkede evlenen ilk ABD’li eşcinsel çift oldu. 9 Ekim 2004 tarihinde Enghien şehrinin belediye sarayında gerçekleşen düğünle, her ikisi de NATO’da çalışmakta olan 46 yaşındaki Phillip Sorensen ile 49 yaşındaki Christopher Staker arkadaşları ve akrabaları huzurunda evlendi. 1 Ekim 2004’te yürürlüğe giren yeni yasa, çiftlerden birinin Belçika’da en az üç ay yaşaması halinde evlenmelerine imkan tanıyor. Bu tarihe kadar, yabancıların kendi ülkelerinde eşcinsel evlilik olması halinde Belçika’da evlenmelerine izin veriliyordu.
Yeni yürürlüğe giren ayrımcılığı önleme yasası, Meksikalı eşcinsel mahkumların da ziyaret hakkı elde edebilmesinin önünü açıyor. Mexico City şehir yönetim sekreteri Alejandro Encinas’ın basına yaptığı açıklamaya göre, 28 Eylül 2004 tarihinde yürürlüğe giren değişiklikle gey ve lezbiyen bir mahkumun eşi de ziyaret talep edebilecek. Alejandro Encinas açıklamasında, “Bugüne kadar bu yönde bir başvuru olmadı ama olması halinde yasal olarak bu talebi işleme koyup uygulamak zorundayız”, dedi. Ayrımcılığı önleme yasası ile kişiler, herhangi bir grup, din, cinsel yönelim veya bireyler tarafından ayrımcılığa maruz kalmayacak.
8
Anglikan Kilisesi'nden eşcinsellik ültimatomu Dünyanın dört bir yanındaki Anglikan Kiliseleri'nin liderleri, kilisenin Kuzey Amerika'daki kollarına eşcinsellik konusunda ültimatom verdi. Kuzey İrlanda'da bir araya gelen 38 kilise lideri, Kanada ve Amerika Birleşik Devletleri'ndeki Anglikan kiliselerinin, tüm cemaatin temsil edildiği konseyden geçici olarak çekilmesine karar verdi. Ayrıca bu kiliselerden eşcinsellik konusundaki uygulamaları hakkında bir açıklama sunması talep edildi. Bu karar, bazı çevrelerde kilisede eşcinsel papazlar konusunda yaşanan tartışmalar nedeniyle bir bölünme olması korkularının gerçeğe dönüşmeye başladığı şeklinde yorumlanıyor. New Hampshire'da eşcinsel olduğunu açıkça ifade eden Gene Robinson'un 2003 Kasım ayında başpiskoposluğa atanması ve Kanada Anglikan Kilisesinin eşcinsel evliliklerini kutsama kararı alması kilise içinde büyük tartışma yaratmıştı.
Anglikan Başpiskoposlar ortak açıklamalarında kilisenin eşcinsellik konusundaki öğretilerinin Kuzey Amerika'daki bu iki kilise kolunun tavrı nedeniyle zedelendiğini bildirdi. Kiliselere durumlarını açıklamaları için 2008'e dek süre tanındı. Üç sene içinde taraflar ortak bir noktada buluşamazsa, daha doğrusu bu iki kilise 'kendine çeki düzen veremezse', kilise danışma konseyinden tamamen çıkarılmaları söz konusu olabilir. Bu karar, muhafazakarlar açısından bir zafer olarak yorumlanıyor. Bu kanadın önde gelenlerinden Nijerya Başpiskoposu'nun kararı kutlamak için bir yemek verdiği bildiriliyor. Daha çok Afrika bölgesinden olan muhafazakarlar, Robinson'ın göreve getirilmesine tepki göstermiş, bazıları ABD ile bağlarını koparmıştı. Dünyadaki 77 milyon Anglikanı temsil eden 38 kilise lideri düzenli olarak bir araya gelip görüş alışverişinde bulunuyor. Bu kez üç başpiskoposun kişisel nedenlerle katılamadığı toplantı, geçen pazartesi başladı ve bugün sona erecek. Toplantıda ele alınan en hassas konu, eşcinsellik karşısında izlenecek tavır olarak görülüyordu. Dünya Anglikanlarının lideri durumundaki Canterbury Başpiskoposu Rowan Williams'ın toplantıya sunduğu bir raporda: "Bu yola bir arada devam etmemeyi seçmemiz, ciddi bir tehlike olarak varlığını koruyor" deniyor.
Anglikan Kilisesi, Ekim ayında da Amerika Birleşik Devletleri'ndeki kilise yetkililerinin eşcinsel bir piskoposu görevlendirdikleri için özür dilemelerini istemişti. Dünya çapında 77, İngiltere'de 26 milyon mensubu var. 38 kilise kendi kendini yönetiyor. 500 piskoposluk, 30 bin kilise bölgesinden oluşuyor. Kaynak: BBC Türkçe, 25 Şubat 2005
9
escinseller vardir!
İnsanların değil gey ve lezbiyenlerin de hakkı!
Kaos GL’nin on ay süren “Türkiye'deki Gay ve Lezbiyen Topluluğun İnsan Hakları Seminerleri”nin sonuç raporu geçen hafta bir toplantıyla basına açıklandı. Uğur Yüksel İnsan Hakları Derneği Ankara Şubesi’nin talebi ve İnsan Hakları Derneği Genel Merkez Yönetim Kurulu kararıyla, eşcinsel topluluğu Kaos GL’nin düzenlediği “Türkiye’deki Gey ve Lezbiyen Topluluğun İnsan Hakları Seminerleri” insan hakları örgütleri tarafından ilgi görmedi. Kaos GL ve İngiltere Büyükelçiliği’nin ortaklaşa düzenlediği, 10 ay boyunca 120 kişinin katılımıyla İstanbul, Ankara, İzmir ve Diyarbakır’da gerçekleşen “Türkiye'deki Gay ve Lezbiyen Topluluğun İnsan Hakları Seminerleri” projesi geçtiğimiz hafta sona erdi. 15 Şubat 2005 tarihinde Ankara Midi Otel’de projenin sonuç raporunu basına açıklayan Kaos GL, insan hakları dernekleri ve kadın örgütleri de dahil pek çok sivil toplum kuruluşunun “konuya ilgisiz kaldığını” söyledi.
Ali Erol: “Kimse hesap sormadı” Kaos GL Sözcüsü olarak konuşma yapan Ali Erol, gey ve lezbiyen haklarının bir “insan hakları sorunu” olduğunu ama Türkiye’de bu konuda yeterli duyarlığın “ne yazık ki” gelişmediğini söyledi. “Biz bütün insanların hakları için çalışıyoruz” diyen grupların eşcinselleri bu sözün arkasına saklanarak görmezden geldiklerini belirten Erol, “Hayatlarımız bir bütün ve hepimiz hak ettiğimiz şekilde yaşamak istiyoruz” dedi. Adalet Bakanı Cemil Çiçek'in isteği üzerine TCK Tasarısı’ndan çıkarılan 'cinsel yönelim' maddesinin yasada yer alması gerektiğini belirten Erol, “Cinsel yönelim maddesi nasıl buharlaştı, diye kimse sormadı” diyerek sivil toplum örgütlerini duyarsız kalmakla suçladı.
10
Aksu Bora: “Aynı yolun yolcusuyuz” Ankara Üniversitesi Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi’nden Aksu Bora da sözlerine bir öğretim görevlisi değil bir feminist olarak, feministler adına konuşacağını söyleyerek başladı. Bu eğitim çalışmasının feministler için de bir şans olduğunu belirten Bora, gey ve lezbiyen hareketinin kadın hareketine çok önemli bir noktayı hatırlattığını da söyleyerek şunları ifade etti: “Kadınlık ve erkeklik o kadar sabit durumlar değildir. Siz de bunu söylemiyor muydunuz? sorusunu yeniden sordurdu bize. Bu, bir tür vicdani bir görevdi.” Türkiye’de insan hakları devletin bireyler üzerindeki ihlallerine karşı savunulan haklar olarak algılandığı için kadın haklarının hep görmezden gelindiğini belirten Bora, eşcinsel hareketinin de kadın hareketi gibi insan hakları içinde özel ve önlem alınması gereken bir başlık olması gerektiğini söyledi. Ayrıca, Türkiye’de eşcinselliğin insan hakları savunucuları için ikincil bir sorun olduğunu da vurgulayan Bora, “Gey ve lezbiyen hareketiyle kadın hareketi aynı yolun yolcusudur” diye konuştu.
Tuğrul Eryılmaz: “Medya homofobik ve fazla erkek” Radikal gazetesi editörü Tuğrul Eryılmaz ise yaptığı konuşmada, medyanın “erkek” dili yüzünden kendine benzemeyen, kendinden küçük ve farklı olanı yok saydığını, ezdiğini söyledi. Bütün bu saldırılara karşı tek tek bireylerin yeterli olmayacağını, basın içinden eşcinsellerin ya da gey ve lezbiyen dostu yazarların, çalışanların birlik olması gerektiğini belirten Eryılmaz, Akşam gazetesi yazarı Ahmet Tulgar’ın Kürtçe manifestonun altına imza atmasının ardından kendi gazetesinin köşe yazarları tarafından bile aşağılandığını, hiçbir gazetecinin de bu duruma ses çıkarmadığını hatırlattı.
Eryılmaz, medyada eşcinsellerin erkekse “kadınsı”, kadınsa “erkeksi” gösterilerek eğlence amaçlı kullanılması ve aşağılanmasının medyanın “homofobik ve fazla erkek” olmasıyla ilgili olduğunu söyledi.
Kürşad Kahramanoğlu: “Başka örgütlerle birlikte örgütlenmeli”
Uluslararası Lezbiyen ve Gey Birliği (ILGA) Başkanı Kürşad Kahramanoğlu ise sözlerine ILGA’yı tanıtarak başladı. Dünyanın en eski ve güçlü uluslararası gey ve lezbiyen örgütlenmesi olan ILGA’nın Brüksel’deki merkezinde pek çok kuruluşu aynı çatı altında buluşturduğunu söyleyen Kahramanoğlu, dünyadaki örgütlenmenin nasıl işlediğini de anlattı. Gey ve lezbiyen hareketi için ülke yönetimindeki liderlerin çok önemli bir etken olduğunu söyleyen Kahramanoğlu, asıl sorunun Türkiye’nin AKP tarafından yönetilmesi değil, bu yönetim içinde ayrımcılığa karşı çıkacak bir liderin olmaması olduğunu belirtti. Örgütlenmenin tek başına gerçekleşemeyeceğini, kadın örgütleri, ırkçılığa karşı çalışan kuruluşlar ve engelli hakları için çalışan organizasyonlar başta olmak üzere başka gruplarla birlikte ortak bir dil tutturmanın örgütlenmeyi beraberinde getireceğini söyleyen Kahramanoğlu da diğer konuşmacılar gibi Türkiye’deki insan hakları örgütlerinin kendilerine yardımcı olmadıklarını belirtti.
Kaynak: www.ucansupurge.org
Medyanın Dili Erkek Dili Tuğrul Eryılmaz Radikal gazetesi editörü
Medyanın özellikle sınıf, etnik, aidiyet, cinsel yönelim ya da meslekler konusunda bütün dünyada stereotipleştirmeye gittiği bir gerçek. Böylelikle, çok sayıda izleyici ve okuyucunun bizi daha çabuk ve kolay anladığını düşünürüz. Kırılıp dökülen bir erkek, sigaralı, pantolonlu, kısa saçlı bir kadın, anlaşılmaz bir şiveyle Türkçe’yi müthiş yanlış konuşan biri... Oysa, bunun müthiş yıkıcı sonuçları var. Öncelikle belli bir grubu oluşturan çok farklı insanları aynı kategoriye sıkıştırma ve onlar hakkında toplumda varolan önyargıları pekiştirmek gibi... Bu genel saptamadan sonra gey ve lezbiyenlere gelirsek: Önce hemen şunu söyleyeyim, dünyada ve Türkiye’de yeterli olmasa da epey bir aşama kaydedildi. Lisa Bennett adlı Amerikalı bir araştırmacının Time ve Newsweek’i tarayarak yaptığı ünlü 1998 araştırması şu sonuca ulaşmıştı: Medya gey ve lezbiyenlere olan önyargıları besliyor. Yani; geylere karşı hakaret dolu ve homofobik yorumların medyada yer alması toplumda var olan “gey ve lezbiyenler zaten düşük insanlardır” yargısını güçlendiriyordu.
Türkiye’deki durum da çok farklı değil; ama bir durun dışında. Türkiye’de belli bir baskı grubu oluşturamayan gey ve lezbiyenler suça karşı daha korunmasız. Batı’da özellikle AIDS sonrası, gey ve lezbiyenler sayesinde homofobikler rahat hareket edememeye başlamışlardı. Türkiye’de ise durum, 80 ortalarından bugüne olumlu denebilecek bir gelişme gösterdi. Daha önce, eşcinsellik meselesi ciddi olarak gündemde boy göstermedi. Her türlü anti-gey haber, yazı ve film rahatlıkla yapılıyor ve hiçbir tepki almıyordu. Şimdilerde ise, sınırlı da olsa, herhangi bir duruma eşcinsel açıdan bakan yazı ve haberler yayınlabiliyor. Ama bu haberler halen, bizim için “sürpriz” oluyor. Sonuç olarak; medya içinde kadın gazetecilerin artması medyanın kadın sorununa yaklaşımını değiştirdi. Benzer bir sürecin eşcinsel ve eşcinsel dostu gazetecilerin artmasıyla mümkün olacağını düşünüyorum.
11
escinseller vardir! Ayrıca, Avrupa Birliği’ne (AB) girebilme konusunda, yine iktidar partisinin ve hükümetin AB’den gelen ve cinsellik konularını görüşmek isteyen siyasilere ve temsilcilere de kapalı kapılar arkasında verdikleri cevaplar olumlu olup bu işin kendileri tarafından gündeme getirilmeme nedeninin Türkiye’de bu konuların gündemde olmaması ve muhataplarının bulunmaması gösterilmektedir. Demek ki eşcinsel haklarının bir insan hakkı olduğunu soylemek, Türkiye’deki güçleri bu tartışmaya angaje etmek başta eşcinsel kuruluşları olmak üzere bütün demokrat ve insan hakları taraftarlarının görevidir.
Fikirler sonuçlara gebedir Kürşad Kahramanoğlu (Uluslararası Lezbiyen ve Gey Birliği) ILGA Genel Sekreteri
Bütün kurtuluş ve özgürlük mücadelelerinin kökünde bireyin istediği gibi nefes alma sınırlarının genişletilmesi vardır. Sınır genişletilmesinin anlam kazanabilmesi için de, yeni sınırların kabul edilip kazanılan yeni sınırlara saygı gösterilmesi gerekir. İşte bu nedenle; bireyin hakları konusunda ne kadar çok uzlaşma yaratılabilmiş ise, o toplumda insan hakları da, demokrasi ve barış da o kadar var olabilmekte; toplumda huzur, yani “toplum barışı” dediğimiz şey gerçekleşebilmektedir. Bu fevkaladede arzu edilen konsensüs nasıl ve kim tarafından yaratılabilir? Tabii ki toplumun barış ve huzur içinde yaşamasını arzu eden her kişi ve kurumun buna katkısı olabilir ve bu gereklidir. Ana oyuncular ise; bu göreve soyunduğu iddiasında olan parlamento, iktidar ve muhalefet ile diğer siyasi partiler, sivil toplum kuruluşları, sendikalar ve iş veren kuruluşlarıdır. Şu anda görülen tablo o ki; Türkiye’de yukarıda sayılan kuruluşların hiçbirinin gündeminde eşcinsel hakları, bahsi geçen ve arzu edilen uzlaşımın parçası değildir. Halbuki birçok konuda bu uzlaşmanın tartışmaları yıllardır yapılmaktadır. Örneğin; iktidar partisi, “namusları” olduğunu söylediği türban konusunda bu işin “toplumsal uzlaşmayla” çözüleceği söylemektedir; oysa, bal gibi bilinmekle birlikte bilinmezden gelinen, Türkiye’nin sırrı gibi davranılan, hükümetin halletmeye çalıştığı bir önceliktir.
12
Günümüzde dünyanın hiçbir köşesinde insan hakları mücadelesi mağdurların tek başlarına kazanabilecekleri bir mücadele degildir. Gerek milletlerarası platformlardaki mücadeleler, gerek demokrasinin en gelişmiş olduğu ülkelerdeki insan hakları savaşları koalisyonlarla kazanılabilmektedir. Türkiye’de hepimize düşen vazife, eşcinsel haklarını insan hakları konusunda ciddi olduğunu iddia eden her birey ve organizasyon için bir litmus testi haline getirmektir. Çünkü, bizler bütün demokrasilerde kazanımlarımızı bu şekilde elde ettik. Örneğin; İngiltere’de şu andaki tutucu muhalefet lideri ve belki de Birleşik Krallık’ın müstakbel başbakanı Michael Howard, inanılmaz bir şekilde eşcinsel haklarına destek çıktı. Yıllardır aşağıladığı, tartışmadığı, her fırsatta parlamentoda karşı oy kullandığı, kendi partisi içinde ise sakladığı, eğer tartışır ve hele de destek verir ise seçim kaybedeceğini zannettiği eşcinsel haklarını, şimdi inanılmaz bir şekilde niye desteklediğini anlamak Türkiye’den bakarak biraz zor olabilir. Çünkü Micheal Howard’in eşcinsel çiftlerin haklarının korunması gerektiği konusunda sarf ettiği onca söz, ancak bir gün Tayyip Erdoğan “Kadınlarımızın baş örtüsü takmaya hakları olduğu kadar lezbiyen Türk kadınlarının da evlenmeyi red etmeye hakları vardır”a benzer bir cümle kurmasıyla kıyaslanabilir. Micheal Howard’a yirmi-yirmi beş sene gibi bir sürede böyle bir u dönüşü yaptıran şey, insan haklarına saygı gösteren bir toplum olmaya özen gösteren, bir demokrasi ülkesi olan İngiltere’de bu yirmi, yirmibeş senede yaratılmış olan uzlaşmadır. Şu anda demokrasilerdeki litmus testinden pembe olarak çıkamayan politikacıya memleketin kaderini tayin etme hakkı verilmemektedir. Türkiye’de hepimize düşen bu litmus testi kriterini Türkiye’ye de yerleştirmektir.
İnsan Hakları ve Eşcinseller Ali Erol Kaos GL 10 yıl önceydi. 1994 tarihli, Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın yıllık raporunu inceliyordum; tüm bölümlere baktığım halde genel olarak eşcinsel sorununa ve özelde Türkiyeli eşcinsel vatandaşların maruz kaldıkları ayrımcılık ve hak ihlallerine dair tek bir olay olsun bulmak mümkün olmamıştı. Raporun başına dönüp bilgi toplama tekniklerine bir daha göz attığımı hatırlıyorum. Raporda eşcinsellerin görülmemesinin nedeni pekâlâ eşcinsel bireylerin maruz kaldıkları ayrımcılık ve hak ihlali vakalarını doğrudan bildirmemeleri olabilirdi. Bununla birlikte raporun hazırlanmasında doğrudan bildirim, başvuru ve başka tekniklerden yararlanmanın yanı sıra basının da tarandığı ve raporda kayıtlara geçirildiği belirtiliyordu. Basını düzenli takip etmeyen sıradan okur bile yıl boyunca pek çok kez eşcinsellikle ilgili “magazin” olmayan haber de görmektedir. Aynı haberlerdeki örneğin eşcinsel olduğu için abisi tarafından öldürülen veya şiddet uygulanarak evden kovulan bir insan; lezbiyen olduğu için kocası tarafından dövülerek tecavüz edilen bir başka insan görülmediği için insan hakları raporundaki kayıtlarda yerini alamıyor. Anlaşılan oydu ki insan hakları ile eşcinsellik henüz zihinlerde yan yana gelemediğinden gerçek hayatta da gözlere takılması mümkün olmuyordu. 1994 yılı, Türkiye’de insan hakları mücadelesinde, insan hakları savunucuları ile eşcinsellerin yüz yüze gelmeleri açısından da önemli bir tarihti. Bu tarihte bir grup eşcinsel insan hakları mücadelesinde doğrudan yer alabilmek için Ankara’da, İnsan Hakları Derneğine başvurmuşlardı. İnsan hakları savunucularının eşcinsellerle yüz yüze gelmeleri, insan hakları ve eşcinsellik alanında bir yüzleşmeyi de gündeme getirmişti. Gündeme gelmesi insan hakları ve eşcinsellik alanındaki yüzleşmenin sağlıklı ve insan hakları perspektifine uygun bir doğrultuda gerçekleştiği anlamına gelmiyor. Eşcinsellerin oluşturduğu Gey ve Lezbiyen Hakları Komisyonu, fiilen çalışmalarına başlamış, Genel Kurul’a katılmış, bir konuşma ile kuruluş gerekçesini açıklamış olduğu halde yeni yönetim oy çokluğu ile Komisyonu yeni süreçte tanımamıştı. Eşcinseller dernek çatısı altından çekilmek durumunda kalsalar da tartışma bitmemişti. Bir dönem sonraki kurulda eşcinsellerin olmadığı bir
ortamda farklı gruplar arasındaki ana tartışma “eşcinsel hakları”nın savunulup savunulamayacağı üzerine geçmişti. Tahmin etmesi zor olmasa gerek, 1994’te yaşanılan söz konusu dışlama ve ayrımcılık vakası da yıllık raporda yerini alamamıştı. Bugün eşcinsellerin insan haklarını anlama gayreti için bir araya gelene kadar yaşanılan süreçte çok şeyin değiştiğini görüyoruz. Başta İnsan Hakları Derneği olsun insan hakları alanında mücadele eden pek çok organizasyon ve insan hakları savunucusu en azından eşcinsellerin de hakları olduğu gerçeğini kabul ediyorlar. Söz konusu örneği hatırlamamızın çift yönlü iki nedeni bulunmaktadır. Konu eşcinsellerin hakları olunca, insan hakları savunucuları hak ihlallerini görmüyorlar çünkü eşcinselleri görmüyorlar.Açıkça telaffuz edilmese de hakları savunulan insan, eşcinseller görülmediğinden otomatikman heteroseksüel insanlar olmuş oluyor. İki yüz yıl önce de kadınlar söz konusu olduğunda durum farklı değildi. Hem o zaman açıkça adı da konuluyordu ve insan hakları, erkek insanın hakları şeklinde tanımlanıyordu. Ne zaman ki kadınlar ayağa kalkıp mücadele ettiler o zaman “insan”ın sadece “erkek” değil “kadın” da olduğunu kabul ettirdiler insan hakları savunucularına. Günümüzde ise gey-lezbiyen insan hakları mücadelesi, mevcut insan haklarının aslında heteroseksüel insanların haklarını tanımladıklarını dillendiriyor. Biz de on yıl önce insan hakları savunucularına sormuştuk: Eşcinsellerin yaşadıkları sorunlarda insan hakları ihlali ve işkence ölçütü nedir? Sırf eşcinsel oldukları için aşağılamaya ve baskıya maruz kalan insanlardan haberiniz yok mu? Heteroseksüel olmadığı anlaşıldığında veya kimliğini açık ettiğinde işini kaybeden insanlardan haberiniz yok mu? Faili meçhul eşcinsel ve travesti cinayetlerinden haberiniz yok mu? İnsandan ve onun haklarından ne anladığınızı yeniden açıklamanız gerekmiyor mu? Zamanında bu gibi soruların duvara çarpıp geri dönmesi gey-lezbiyenlerin insanca yaşamak için talep ettikleri hakları doğrudan kendilerinin dillendirmeleri gerektiği gerçeğini ortaya koymuştu. Eşcinseller hak talep ediyorlar çünkü her alanının heteroseksüel düzenlemeyle kurulduğu bir hayatta kendi varoluşlarını gerçekleştiremiyorlar. İnkârın ve görmezden gelmenin yetmediği durumlarda aşağılama, baskılama, şiddet ve ortadan kaldırmaya karşı kendi hayatlarını kurma mücadelesi aynı zamanda bir insan hakları mücadelesi olarak karşılık buluyor. Gey-lezbiyen haklarının insan hakları olduğu gerçeği eşcinseller ile insan hakları savunucularını eşyanın doğası gereği karşı karşıya getiriyor. İşte bu noktada diyalog ve insan hakları savunucularının gey-lezbiyen gerçeğini anlama ihtiyacının birlikte karşılanması kaçınılmaz olarak önümüzde duruyor. Umuyoruz ki insan hakları savunucularının geylezbiyen varoluşu ile gey-lezbiyen hakları insan haklarıdır gerçeğini kavramaları hep birlikte özgürleşmemizin önünü açar.
13
escinseller vardir!
Eşcinsel ve işçiyiz!
Türkiye’de "eşcinsel” ve “işçi” kavramları bir arada düşünülmemişti! Ta ki, Gey ve Lezbiyen İşçi Ağı kurulana dek! KAOS GL çatısı altında buluşan gey ve lezbiyen işçiler 2004’ün Ekim ayında Gey ve Lezbiyen İşçiler Buluşması’nı gerçekleştirdi. Hem eşcinsel hem de işçi olunabileceğini gösterebilmek için!
Nerden çıktı bu gey ve lezbiyen işçiler? İşçi, işsiz, memur, çalışan eşcinseller olarak Gey ve Lezbiyen İşçi Ağı adı altında bir yıldır örgütlenme çalışmaları yürütmekteyiz. GeyLezbiyen İşçi Ağı süreci açısından bu buluşma bir ilk olabilir; oysa, başlangıcı çok eskilere dayanmakta. Bizler, KAOS GL çatısı altında on bir yıldır bu toplumda eşcinsellerin maruz kaldığı ayrımcılığa karşı söz üretmeye ve hayata geçirmeye çalışıyoruz. Ayrımcılık, dışlama, damgalama ve her türden baskı toplumun her alanında olduğu gibi çalışma hayatında da kadın ve erkek eşcinselleri görünmez kıldı. Oysa, biz gey ve lezbiyenler çalışma hayatının da her alanındayız. Ofiste çalışandan fabrikada çalışana, fındık bahçelerinde geçici işçi olarak çalışandan memurluk yapana, genç işçiden ellisini geçmiş işçi emeklisine kadar, geçmişte ve günümüzde her zaman vardık. Gey ve Lezbiyen İşçi Ağı’nı yaratan on bir yıllık Kaos GL sürecimizde aynı gerçeği tecrübe ede geldik. Dönem dönem öğrenci gey ve lezbiyenler, mücadele sürecinde daha görünür ve sayıca daha fazla olsalar da işçi, memur, çalışan gey ve lezbiyenler de başlangıçtan bu güne Kaos GL sürecinde yer aldılar. Bugün otuzlu, kırklı yaşına varan gey ve lezbiyenler ile çalışan eşcinseller gerçeği daha da somutluk kazanmaktadır. 2001’in 1 Mayıs’ında “Peki Ya Eşcinsel İşçiler?” sorusuyla meydanlara çıkan Kaos GL kurulduğu ilk günden bugüne, kendini öğrenci, işçi ve memur eşcinsellerden oluşan bir grup olarak tanımladı. 2002’de Türkiyeli eşcinsellere, sendikaları ve çalışma hayatını “Heteroseksizm ile Mücadelede Yeni Hareket Alanları” olarak önerdi ve onları bu alanlarda mücadele etmeye çağırdı. Çalışma hayatında ve sendikal alandaki cinsel yönelim ayrımcılığına karşı mücadele edecek olanların doğrudan gey ve lezbiyen işçiler olduğu gerçeği de Gey ve Lezbiyen İşçi Ağı’nı yarattı. Gey ve Lezbiyen İşçi Ağı olarak, bütün eşcinsellerin "şarkıcı" veya "modacı" olamayacağından hareketle her meslekte gey ve lezbiyen çalışanlar olduğunu kendi hayatlarımızdan biliyoruz. Hem eşcinsel hem işçi ve/veya memur olmanın utanılacak bir durum olmadığını söylüyoruz. Gey ve lezbiyen çalışanlar olarak Gey ve Lezbiyen İşçi Ağı’nda bir araya gelişimiz, çalışma hayatında ve sendikal mücadelede karşılığını bulacaktır. Çalışma hayatında ve mevcut sendikal alanda cinsel yönelim ayrımcılığına ve homofobiye karşı mücadele, sadece gey ve lezbiyen çalışanların sorunu olarak kabul edilemez, edilmemeli! Eşitlik ve adalet herkes için olacaksa, çalışma hayatında ve sendikalarda da gey ve lezbiyen çalışanların da olduğu gerçeği kabul edilmelidir.
14
Gey ve Lezbiyen İşçiler Buluşması: Çalışma Hayatında ve Sendikalarda Cinsel Yönelim Ayrımcılığına Hayır! KAOS GL bünyesinde kurulan Gey ve Lezbiyen İşçi Ağı Girişimi’nin organize ettiği Gey ve Lezbiyen İşçiler Buluşması, “Çalışma Hayatında ve Sendikalarda Cinsel Yönelim Ayrımcılığına Hayır!” sloganıyla 29-31 Ekim 2004 tarihleri arasında Ankara’da gerçekleşti. Buluşmaya, Ankara, Batman, Gaziantep, Mersin, Sivas, Bodrum, İzmir ve Denizli’den eşcinsel işçiler ve sendika temsilcileri katıldı. Üç gün süren Gey ve Lezbiyen İşçiler Buluşması’nda, işçi forumunun yanı sıra “Gey ve Lezbiyen İşçilerin Sendikal Mücadelesinde Uluslararası Deneyimler”, “İşçi Sınıfı Heteroseksüel mi: İşçi Mehmet ile İşçi Ayşe Grev Meydanında Nişanlanırken, Gey İşçi Ahmet ile Lezbiyen İşçi Hatice Ne Yaparlar?", "Eşcinsel ve İşçi Olmak: Kaos GL Sürecinde Politikamız ve Pratiğimiz”, "Eşcinselliğin Sendikal Mücadele ile Ne İlgisi Var? Gey-Lezbiyen Hakları Neden Sendikal Haklardır?” başlıklı beş sunum yapıldı.
“Gey ve lezbiyen işçi ve memurlar işyerlerinde ve sendikalarda neden görünmezler?” sorusuna yanıt arandığı buluşmada, çalışma hayatında görünmezliğimiz oranında şiddetle yüz yüze kalacağımız gerçeği bir kez daha karşımıza çıktı. İş bulamama, işten atılma, aç-açık kalma, damgalanma korkusuyla gey ve lezbiyen çalışanlar olarak, iş yerlerimizde cinsel yönelim ayrımcılığı ve homofobiye karşı hangi yollarla ve nasıl mücadele edebileceğimizi bilemediğimizi bir kez daha fark ettik. Gey ve lezbiyen işçiler, memurlar olarak bireysel başa çıkma yöntemleri bulduğumuzu, ancak bu yöntemleri şimdiye kadar birbirimizle paylaşmadığımız da itiraflar arasındaydı. Heteroseksüel çalışanların ve sendikalı arkadaşlarımızın işyerlerinde ve sendikalarda kendileri ile birlikte çalışan arkadaşlarından bazılarının gey-lezbiyen olabileceğini düşünmedikleri ise özellikle vurgulandı. Böyle bir ortamda gey-lezbiyen işçi ve memurlar olarak şimdiye kadar çalışma hayatında ve sendikalarda yaşadığımız sorunları ortaya çıkaramadığımızın altı bir kez daha çizildi. “Çalışma hayatında ve sendikal mücadelede varoluşumuz ve emeğimiz gasp ediliyor” Bugün emekli olan ve geçmişte hem çalışma hayatında hem sendikal mücadelede bulunmuş işçi arkadaşlarımızın deneyimleri, çalışma hayatındaki ablukanın bir an önce dağıtılmasını ve "eşcinsel ve işçi" tabusunun yıkılması gerektiğini bizlere bir kez daha gösterdi. Bodrum’dan katılan işçi emeklisi bir arakadaşımız, seksen öncesinde DİSK üyesi olduğunu, eşcinsel olduğu halde hep heteroseksüelmiş gibi görünmek zorunda kaldığını, bu durumun çok yıpratıcı olduğunu anlattı. Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Kofederasyonu’nun (DİSK) gıda alanındaki sendikal mücadelesinde, Devlet Güvenlik Mahkemeleri’ne (DGM) karşı mücadelesinde her türlü sorumluluğu aldığı halde, eşcinsel olduğunu açık etmiş olsaydı hem sendika yönetiminden atılacağını hem işinden olacağını, bundan dolayı kendini gizlediğini paylaştı. Kendini gizlemenin sonu olmadığı, maddi manevi açıdan çok yıpratıcı olan bu sürece artık bir son vermenin zamanının geldiği, bu konuda belki de bir seçim yapmanın gerektiğinin altını çizdi. Bunun için gey ve lezbiyen çalışanların ağ üzerinden birbirlerini bulmaları, deneyimlerini, yaşadıklarını, sıkıntılarını paylaşmaları konusunda ortak karara varıldı. Gey ve Lezbiyen İşçiler Buluşması’nda bir araya gelen eşcinsel çalışanlar olarak deneyimlerimizi paylaşarak maddi ve manevi olarak birbirimizi güçlendirmemiz, çalışma hayatında yaşanan cinsel yönelim ayrımcılığına karşı birlikte mücadele etmemiz gerektiği vurgulandı.
Gey ve lezbiyen hakları sendikal haklardır! Mevcut sendikal mücadele, gey-lezbiyen işçi ve memurların sorunlarını gündemine almamaktadır. Sendika üyesi işçi ve memur eşcinseller, dışlanacakları, damgalanacakları korkusuyla heteroseksüel sendikacılara karşı sorunlarına ve kendi gerçekliklerine sahip çıkamamaktalar. Bununla birlikte Kaos GL sürecinde sendikalarla kurmaya çalıştığımız doğrudan iletişim ve meydanlardaki doğrudan görünürlüğümüz sonucunda “Gey ve lezbiyen hakları sendikal haklardır!” vurgumuz, sendikal alandan sınırlı da olsa bir karşılık buldu. Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) deneyimini paylaşan Yol, Yapı, Altyapı, Tapu ve Kadastro Emekçileri Sendikası (Yapı-Yol Sen) Başkanı M. Cengiz Faydalı, memurların sendikal mücadelesinin yeni bir döneme geldiğini ve mevcut sendikal anlayışlarla yol almanın artık mümkün olmadığını söyledi. Yeni bir sendikal anlayışla, kapitalizmden etkilenen her kesimin sorunlarını gündemine alan ve birlikte örgütlenmeyi hayata geçirebilen bir sürecin örülmesi gerekliliğinin altını çizen Faydalı, KESK’in mevcut haliyle toplumun diğer kesimleriyle buluşmayı başaramadığını belirtti. Gey ve lezbiyenlerin sendikaları zorlaması gerektiğinin altını çizen Faydalı, kadınların sendikalardaki etkisi ve konumlarına dair tartışmaların bile hâlâ geri bir noktadan yapıldığını söyledi. Memurların yaşadıkları süreci göz önünde bulundurduğumuzda aslında gey ve lezbiyen çalışanlar olarak haklarımızı ve olanaklarımızı bilmediğimiz ortaya çıkıyor. KESK deneyiminin de gösterdiği gibi, başlangıçta memurlar da yasal olarak hiçbir hakka sahip olmadıklarını düşünüyorlardı. Ama onlar haklarını hayatın içinde doğrudan mücadele ederek aldılar ve varlıklarını hem toplumsal alanda hem de yasal alanda zamanla meşrulaştırdılar. Memurların sendikal mücadelelerinde olduğu gibi gey ve lezbiyen çalışanların da çalışma hayatında ve sendikalarda kendi meşruiyetlerini kendilerinin yaratacağı gerçeği ortaya çıkıyor. Eşitlik ve adalet herkes için Günlük hayatımızın neredeyse yarısının geçtiği çalışma hayatında, gey ve lezbiyen varoluşumuza ve emeğimize sahip çıkmanın gerekliliği, bunun mümkün ve kaçınılmaz olduğu Gey ve Lezbiyen İşçiler Buluşması’nda ortaya çıktı. Gey ve lezbiyen çalışanlar olarak, gasp edilen özgüvenimizi maddi, manevi dayanışmayla sendikal mücadele alanında da geri alabileceğimiz konusunda ortaklaştık. Gey ve lezbiyen işçi ve memurları görünmezliğe mahkum eden şiddete karşı bireysel çıkışlar yerine, cinsel yönelim ayrımcılığının ve homofobinin çalışma alanları üzerinden tespiti ve deşifresi başlangıç için doğru bir yol olarak kabul edildi.
15
escinseller vardir!
Biz hasta değiliz!
KAOS GL içinde bir grup psikiyatrist, psikolog, psikolojik danışman ve sosyal hizmet uzmanı, eşcinsellikle ilgili ruh sağlığı çalışanlarının bilinçli-bilinçsiz, yanlış ya da yetersiz uygulamalarına karşı mücadele etmemiz gerekiyor, diyerek bir girişim başlattı: Psikiyatrik-Psikolojik Homofobi Karşıtı Girişim Eşcinsellerin eşcinsellikleriyle ilgili olarak ruh sağlığı çalışanlarıyla karşılaşması ya bunu bir sorun olarak görüp kendi isteğiyle başvurmasıyla ya da ailelerinin baskısıyla olmaktadır. Çocuklarının eşcinsel olduğunu anladıklarında veya çocukları onlara açıldığında, ebeveynlerin çoğu onları ruh sağlığı uzmanına götürürler. Eşcinsellik dışında yakınmalarla başvurulduğunda bile tüm sorunların kökeni olarak konunun eşcinselliğe getirilmesi sık rastlanan bir tutumdur. Türkiye’de eşcinsellik hâlâ hastalık sayılıyor
Dünden bugüne Ruh sağlığı alanında yapılan çalışmalar ilk zamanlarından beri cinselliğe özel bir yer ayırmıştır. Eşcinsellik, ilk dönemlerde egemen olan bakış açısı ile çalışanlarca “sapkınlık” olarak nitelendirilmiştir. Uzun yıllar boyunca psikiyatri ve psikolojinin öncülüğünde heteroseksüelliğin “tek sağlıklı cinsel yönelim” olduğu bilgisi yaygınlaştırılmıştır. Hayatın hemen her alanında eşcinsellere ve eşcinselliğe karşı mücadele verilmiş, bu ayrımcı, baskılayıcı müdahaleler en büyük desteklerini de psikiyatri ve psikoloji’den almıştır. Bugün, eşcinsellik için benzer ifadeler bilimsel olarak kullanılamıyorsa da, eşcinsellik söz konusu olduğunda bir çok insanın gözü hâlâ eğitim kurumlarında ve klinik alanlarda çalışan ruh sağlığı uzmanlarını aramaya devam etmektedir. Ruh sağlığı alanında çalışanlar, farkında olsalar da olmasalar da, heteroseksüellerle olduğu kadar eşcinsellerle de karşılaşmaktalar. Her ne kadar, temel psikoloji ve psikiyatri kitaplarındaki eski yerini korumasa da, ruh sağlığı çalışanlarının eşcinsellikle ilgili sorunlarla karşılaşması o kadar nadir bir durum değildir.
16
Dünyanın bir çok ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de ruhsal hastalıklar, Amerikan Psikiyatri Birliği (APA) tarafından yayınlanan, psikiyatrik bozuklukları standardize ederek kolay sınıflandırılmasını sağlayan ve tüm dünya psikiyatristlerinin kullandığı ortak dilin yeraldığı kitap olan DSM IV’te ve Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından yayınlanan Uluslararası Hastalık Sınıflandırması (ICD-10) gibi uluslararası sınıflandırmalarına uygun şekillerde kategorilere ayrılır. APA, 1973’te, WHO da 1992 aldığı bir kararla eşcinselliği bir ruhsal hastalık kategorisi olmaktan çıkarmıştır. Ama, bilimsel kabul ve yaygın uygulama bu yönde olmasına rağmen Türkiye’de, eşcinselliğin hastalık olduğunu, tedavi edilmesi gerektiğini düşünen ruh sağlığı çalışanları ve kurumlar halen vardır. Türkiye’deki genel uygulamada karar danışılan kişinin kişisel tercihine bırakılmıştır. Yani, ruh sağlığı alanında eğitim ve uzmanlaşma sırasında üzerinde durulmayan eşcinsellikle ilgili birçok uzmanın yaklaşımı, toplumsal homofobiden bağımsız olamamaktadır. Heteroseksüellik tek “normal ve sağlıklı” cinsel yönelim, eşcinsellik de “sapkın” bir davranış olarak kabul edilir. Böylece, danışan kişinin yargılanması, sözel şiddete, ayrımcılığa maruz kalması, kendini suçlu ya da sapık gösterecek muamelelerle karşılaşması olası olmaktadır. Başvuruda bulunan eşcinseller bilimsel bilgiden mahrum bırakılmanın ötesinde psikolojik ve fiziksel zarar görme olasılığı yüksek olan tedavi yöntemlere maruz kalmaktadır. Bilimsellikten uzak yöntemlerle “dönüştürme tedavisi” uygulanabilmektedir. Bunların bir kısmı, cinsel işlev bozukluğu ve birçok ruhsal rahatsızlığa yol açmaktan başka bir sonucu olmadığını bildiğimiz yöntemlerdir.
Bu girişim içinde yapmayı amaçladığımız çalışmaları ise şu şekilde belirledik: - Ruh sağlığı alanında çalışanları bilgilendirmek: Bu konuda eğitim alamayan, doğru bilgiye ulaşamayan ruh sağlığı çalışanlarını bilgilendirmek; iyi niyetli olsa da “eşcinsellik hastalık değildir” dedikten sonra ne yapacağını bilemeyen ruh sağlığı çalışanlarıyla birlikte çözüm aramak.
Yıllarca süren ilaç tedavileri ve terapiler, danışanın yeterince motive olmaması nedeniyle (!) sonuca ulaşmayan uzun tedaviler, hipnoz, telkin gibi birçok yöntem kullanılmaktadır; ki bu yöntemlerden bazıları işkence yöntemlerini andırmaktadır. Tüm bunlar, kişinin kendi gerçeğiyle uyumunu zorlaştırdığı, zaman ve para kaybına yol açtığı gibi uygulanan tedavi yöntemlerinin kendileriyle ilgili yan etkileri de kişiye zarar verebilmektedir. Bu nedenle, uygulamalar etiğe aykırıdır. Bunca etik sorunun yaşandığı bu uygulamalarla ilgili meslek kuruluşlarınca getirilen bir standart ya da yaptırım yoktur. Ruh sağlığı uzmanları, medya organlarında da homofobiyi destekleyebilmektedirler. Eşcinselliğin oluşumu, eşcinsellikten kurtulma ile ilgili olarak pervasızca, artık spekülatif bile bulunamayacak komiklikte açıklamalar yapabilmekte, anne babalara öğütlerde bulunabilmekteler. Neden “Psikiyatrik-Psikolojik Homofobi Karşıtı Girişim”i? Biz, bir grup psikiyatrist, psikolog, psikolojik danışman ve sosyal hizmet uzmanı, eşcinsellikle ilgili ruh sağlığı çalışanlarının bilinçli-bilinçsiz, yanlış ya da yetersiz uygulamalarına karşı mücadele etmemiz gerekiyor, diyerek bu girişimi başlattık. Bizler, çalışma alanımızda ayrımcılığın son bulmasının kazançlısının yalnızca eşcinseller olmayacağına inanıyoruz. Bunu başarmanın da bizler bir araya gelmedikçe ve ruh sağlığı alanında çalışan topluluklar içinde sesimizi yükseltmedikçe mümkün olmayacağına inanıyoruz. İşte bu gerekçelerle, ruh sağlığı alanında çalışanlar olarak (psikiyatristler, psikologlar, psikolojik danışmanlar, sosyal hizmet uzmanları vb) “ortak neler yapabiliriz”in yanıtlarını arıyoruz.
- Eşcinselleri ruh sağlığı hizmetleri konusunda bilgilendirmek: Psikiyatrist, psikolog, psikolojik danışman ya da sosyal hizmet uzmanlarına başvuranları bilgilendirecek, hasta hakkı ihlallerine, ayrımcılık, aşağılama ve “tedavi etme” girişimlerine karşı duracak bir donanım kazandıracak etkinliklerde bulunmak. - Homofobik çalışanlara karşı eylemler düzenlemek: Medya organlarında homofobiyi destekleyen, bilimsel görüşün aksi açıklamalarda bulunan meslektaşlarla ilgili meslek örgütlerinin etik kurullarına başvurmak; bu kişileri şikayet ve rapor etmek; onların aksi yönünde açıklamalar yapmak. - Kaos GL özel sayısı çıkarmak: Türkiye ve dünyadaki örnekleri, sorunları ve çözüm önerilerini bir araya getirmek, konuyla ilgili duyulan Türkçe kaynak eksikliğini gidermek amacıyla “Kaos GL PsikiyatrikPsikolojik Homofobi Özel Sayısı” çıkarmak. - Web sitesi kurmak: Ruh sağlığı alanında çalışanlara kaynak olabilecek, kendi aramızda iletişimin kurulabileceği, sorun ve aksaklıkların paylaşılabileceği bir site düzenlemek. - Mesleki toplantılar düzenlemek: Ruh sağlığı alanında uzmanların biraraya geldiği bilimsel toplantılarda, konuyu gündeme getirmek; panel, konferans, atöye çalışması gibi etkinlikler düzenlemek. - Farklı disiplinlerle bir araya gelmek: Farklı disiplinlerde çalışan uzmanların bu konuyla ilgili etkileşimde bulunabileceği toplantılar düzenlenmek. Girişim kimlerden oluşuyor? Girişime katkıda bulunanlar arasında psikiyatristler, psikologlar, psikolojik danışmanlar ve sosyal hizmet uzmanları, bu alanlarda eğitim gören öğrenciler bulunmakta. Girişim, yalnızca Ankara yerelinde çalışmıyor. Farklı şehirlerden ve yurtdışından çalışmalarımıza katkıda bulunan arkadaşlarımız da var aramızda. Siz de katkıda bulunabilirsiniz! Bize anti_psychomophobia@yahoo.com adresinden ulaşabilirsiniz.
17
escinseller vardir!
eşcinselim, duy sesimi!: 0 212. 244 57 62 Lambdaistanbul Eşcinsel Danışma Hattı açıldı! Lambdaistanbul Eşcinsel Danışma Hattı, 26 Temmuz 2004 tarihinde açıldı! Lezbiyen, gey, biseksüel, travesti ve transseksüellere bilgi, öneri ve danışmanlık vermek amacıyla kurulmuş telefonla destek hattı her türlü konuda eşcinsellerin sesini bekliyor. Lambdaistanbul, “Eşcinsel Danışma Hattı ile sorunları çözebilmek, kendi aramızda dayanışma örgütlemek ve eşcinsellere yönelik olumsuz bakış açılarını değiştirme”yi amaçladıklarını belirtti.
Ne yanlış, ne de yalnızsınız!!! Lambdaistanbul’dan Hasbiye projeyi aşama aşama değerlendirdi: Duyurular 26 Temmuz 2004 günü ilk “alo” denmeden biz, 4 bin adet mavi zemin üzerine beyaz yazıyla yazılmış el ilanlarını kafelere, barlara, kitabevlerine dağıtmıştık bile. Stikerları da herkes kendi semtine göre paylaşmış, otobüs durakları, telefon kulübeleri, ilan panoları, duvarlar, görülebilecek neresi varsa hemen her yere yapıştırmıştık! Tabii, hiçbir kamu ve özel mala zarar vermemeye dikkat ederek yapıyorduk bütün bunları. Herhangi bir ilanın üzerine veya bankaların paramatiklerine yapıştırmamak gibi ilkelerimiz de vardı. Bir keresinde, caddedeki bir duyurunun üzerine ilan yapıştırdığımız için, “o ilan için para ödeyen” kişiden uyarı telefonu almıştık. Bir başka gün de, bir arkadaşımız stiker yapıştırırken yakalanıp karakola götürüldü. Basın Gazeteler röportaj vermeyi hepimiz kabul etmiştik; peki ama aramızdan kim çıkıp konuşacaktı? Konuşmak kolay; ama ya fotoğraf? Kim açık? Kimin iş, aile sorunu yok? Kim profil ya da portre fotoğraf verebilir?.. vb pek çok soru yığılmıştı önümüze. Tüm bunlar düşünüldüğünde, röportaj verebilecek isim bulmakta ne yazık ki zorlanıyorduk.
18
Neyse ki, sonunda “cesur” arkadaşlar bulundu ve röportajlar vermeye başladık bile. Yeşim ve Ayşe’nin Sabah gazetesine verdiği röportaj yayınlanmadı. Neden yayınlanmadığı soruldu; ama, dişe dokunur bir yanıt alınamadı. Gündem gazetesine verdiğimiz 4-5 kişinin olduğu fotoğraflı röportaj içeriğe müdahale edilmeden yayınlandı. Öner’in Milliyet gazetesine, Hasbiye’nin de Akşam gazetesinin Çilek ekine verdiği röportaj da içeriği bozulmadan yayınlandı. Haberimiz, Birgün gazetesinde ilan gibi yer aldı. Filiz’in attığı mesaj Hayvan dergisinde yayınlandı. Yeşim’in çabasıyla Açık Radyo’da duyuruldu. Lemanyak, Blujean, Heygirl dergilerine mektup gönderildi. Tüketici gazetesi “duyurumuza yer vermeyi” reddetti. Serdar, Esmeray ve Yeşim, Sky TV’de Rüstem Batum’un programına konuk oldu. Ağustos ayının sonlarına doğru, danışma hattını arayanlarda azalma olunca yeniden duyuru yapmak gereği hissederek “eşcinsel” kelimesinin öne çıktığı 4 bin adet daha stiker bastırdık. Onları da aynı yöntemlerle dağıttık, yapıştırdık. Radikal gazetesi yazarlarından Murat Çelikkan ile önce telefonla görüşmesi yapıp ardından kendisine danışma hattı hakkında bilgilendirici bir e-posta gönderdik.
Değerlendirme: Danışma hattının en çok SKY TV’deki yayından sonra arandığını, sonraki en çok aranmanın Akşam Çilek ekindeki röportaj sonrası olduğunu gördük. Özellikle kadınların ulaşma sıklığı Çilek ekiyle başladı ve bitti. “Eşcinsel” sözcüğünün öne çıktığı stikerlardan sonra, bize ulaşanların profillerinin değiştiğini; hemen hemen hiçbir kadının bu ilanlardan sonra bize ulaşamadığını fark ettik. Kadınlar, stikerlardaki “eşcinsel” sözcüğünü ya üzerlerine alınmıyorlardı, ya da stikerlar onların görebilecekleri yerlere yapıştırılamıyordu. Gazeteden okuyarak arayanların sohbet içeriği çok farklıyken; sokaktan, el ilanlarından öğrenerek arayanların arama nedenleri daha çok cinsellik içeriyordu.
Çelikkan, 16 Eylül 2004 tarihli köşesinde bizden söz etti: “Ne yanlış, ne de yalnızsınız' sloganıyla yola çıktılar. Temmuz ayından beri günde üç saat, dokuz kişi bu hatta çalışıyor. Toplumda kendini açık edemeyen, duygu ve yönelimlerine toplumundan öğrendiği olumsuz yargılarla baktığı için kendini yalnız, çaresiz, dışlanmış, anlaşılmaz hisseden insanlar olduğu düşüncesiyle bu işe başlamışlar. Bugüne kadar KaosGL ve Lambda'ya gelen telefonların genelde hangi sorunları kapsadığını, daha çok neler sorulduğunu, kendini eşcinsel sananların veya 'eşcinsel olmayanların' toplumsal ve buna bağlı olarak içselleştirdikleri sorunların neler olduğunu saptamaya çalışmışlar.” ATV, “hatta gelen konuşmaları kaydedip yayınlayarak program yapalım” dedi. Teklif, etiğe yeterince aykırı bulunarak reddedildi. Eylül ayının başında Filiz, Yalova’da bulunan bir yerel radyoya cıngıl gönderdi. Out-İstanbul Film Festivali’nde çalınan cıngılı da bizzat Filiz hazırladı. Stüdyo kaydı için harcanan para Lambda’dan karşılandı. Özgür Radyo, RTÜK korkusuyla cıngılı yayınlamak istemedi. Hürriyet gazetesi de röportaj önerisini “Ramazan” nedeniyle erteledi. Vermiş olduğumuz röportajlarda çok dikkat ediyorduk. Konuşma öncesi, açıklamaların dışına çıkılmaması özellikle belirtiyorduk. Ayrıca, kim daha objektif yaklaşıyor, kim daha duyarlı davranıyorsa önceliğimiz bu medya kuruluşu oluyordu.
Gelen telefonlar (26 Temmuz - 26 Ekim 2004) 26 Temmuz - 26 Ekim 2004 tarihleri arasında Eşcinsel Danışma Hattı’na 648 telefon geldi. Hattı arayan kişilere, medeni durumu, yaşı, yönelimi doğrudan sorulmadı. Yapmış olduğumuz istatistik, konuşmanın akışı içinde söyleyenlerin verdiği bilgilere göre hazırlanmıştır. Örneğin; hattı 70 evli, 39 bekar kişi aradı, diyorsak bu, bütün arayanların rakamı değil; medeni durumunu açıkça söyleyenlerin rakamıdır. İstatistik: Konuşma süresi: En çok, 55 dakika; en az 1 dakikadır. Cinsiyet: % 9’u kadın; % 91’i erkektir. Medeni durum: % 64’ü (70) evli; % 36’sı (39) bekardır. Yaş: En az 15; en yüksek 70 yaşındadır. Öncelikli arama nedenleri: 1- Sosyal-psikolojik; 2- Cinsellik; 3- Hukuk. Alt arama nedenleri: (Çok fazla çeşitlilik gösterse de) 1- Yalnızlık; 2 - Partner arama; 3 - Mekan hakkında bilgilenme.
Lambdaistanbul Eşcinsel Danışma Hattı 0 212. 244 57 62 Pazartesi, Salı (18:00-21:00); Çarşamba, Perşembe, Cuma (16:00-19:00); Cumartesi, Pazar (13:00-16:00).
19
escinseller vardir!
Ankara’da ayrımcılıkla mücadelenin ülkemize yansımaları Öner Ceylan* 11-12 Ekim 2004 tarihleri arasında Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından Ankara’da düzenlenen “Avrupa Birliği’nde Ayrımcılıkla Mücadele ve Ülkemize Yansımaları” başlıklı seminere Lambdaistanbul adına katıldım. Semineri örgütleyen AB Koordinasyon Dairesi, amatör bir ruhla çalışan, iyi niyetli bir birim; devlette böyle bir örgütlenme görmek son derece şaşırtıcıydı. Bir eşcinsel örgütü olarak davet edilmemiz ise, devlet tarafından tanınmayı işaret etmesi bakımından anlamlıydı; ve tüzel kişilik olmadan da fiili tanınırlık olabileceğini gösteriyordu. Ama yine de bir sorun vardı; çalışmalarını Ankara’da yürüten Kaos GL bu toplantıya çağırılmamıştı. Üstelik Kaos GL çatısı altında “Gey ve Lezbiyen İşçi Ağı” diye bir örgütlenme vardı; ki bu toplantının içeriğine de çok uygundu. Bunun atlanmış olması, devletin sivil toplum örgütleriyle bağlarının zayıf olmasıyla ilgiliydi. Toplantının gerekçesi, Avrupa Birliği’nin 2000 yılında yayınladığı çalışma yaşamında ayrımcılığın önlenmesine ilişkin iki adet yönerge ve bununla bağlantılı olarak 2001-2006 yılları arasında yürütülecek ayrımcılıkla mücadele kampanyasıydı. Yönergelerden ilki, (EC/2000/48) çalışma yaşamında ırk ve etnik kökene dayalı, ikincisi ise dini inanç, yaş, engelliliğe ve cinsel yönelime dayalı ayrımcılığın önlenmesi hakkındaydı. Bu yönergeler, tüm AB üye ülkelerinin iç hukuklarının uyarlanmasını içermekle kalmıyor; aynı zamanda, bunların günlük hayatta uygulanması için gerekli önlem ve çabaları da içeriyor. Türkiye de bu yönergelere geçen yıl imza atmıştı; ama gerçeği söylemek gerekirse, iç kamuoyunda bu, pek de gündem oluşturmadı. Bence bunun nedeni; ayrımcılık kavramının henüz ülkemizde yaygın olarak anlaşılamamış olmasıydı. Bunu toplantı sırasında da hissettim. Ayrımcılık söz konusu olduğunda, genelde Osmanlı’nın hoşgörü geleneğinden dem vuruluyor; ya da tartışma, insan hakları ve “herkesin insan olduğu” düzeyine indirgeniyordu. Öyle görünüyor ki; eşcinsellerin uğradığı ayrımcılığı önümüzdeki yıllarda ısrarla ve sıkça, somut istatistik, rapor ve örneklerle anlatmamız; bu konuda neden önlemler alınması ve asıl önemlisi, bilgilendirme çalışmaları yapılması gerektiğini iyice açıklamamız gerekiyor. Ancak böylelikle, devletin üst düzeyinde bir hassasiyet yaratabilir; ihtiyaç duyduğumuz düzenlemelere kavuşabiliriz. * Lambdaistanbul Hukuk Komisyonu
20
Kapitalizm Ve Burjuvazinin Artığı Eşcinseller! Özgür Azad Yazının başlığı, pek çoğunuza yabancı gelmeyecektir. Yıllardır çeşitli sol görüşteki insanlar, gruplar tarafından dilendirilen bu cümlenin hâlâ kabul edilir olduğuna, söylendiğine biz İstanbul Üniversiteli gey ve lezbiyenler bir kez daha tanık olduk. Kendi aramızda uzun süredir konuştuğumuz bir durumdu, üniversitelerdeki var oluşumuzun zayıf oluşu. Tam bu dönemde, İstanbul Üniversitesi’nin açılış şenliğine katılmanın iyi bir fikir olacağını düşündük. Hemen kolları sıvadık. Şenlik düzenleme komitesi masasından, bu sene okulun resmî şenliğinin olmayacağını, etkinliğin öğrenciler tarafından üstlenildiğini öğrendim. İsteyen her sivil toplum örgütünün masa açıp açamayacağını sorduğumda ise, “herkesin kendini özgürce ifade edebileceği, hiçbir sorun çıkmayacağı” yanıtını aldım. Lambdaistanbul olarak katılmayı düşündüğümüzü söylediğimde de aynı olumlu tavır sürüyordu.
Eşcinseller vardır! Şenliğin düzenlendiği 13 Ekim günü okula gittiğimde, şenliğin kötü hava koşulları nedeniyle Hukuk Fakültesi’nin koridoruna taşındığını öğrendim. Şenlik alanına gidip düzenleyici komiteden bir öğrenciye, masa açmak için ne yapmamız gerektiğini sorduğumda, “Lambda’nın katılmayacağı duyumunu almıştık” yanıtını aldım. Böyle bir şeyin olmadığını, katılacağımızı söylediğimde ise karşılık, hazırlıkların sürdüğü ve ortak bir masa açılabileceği, oldu. Tamam, deyip ayrıldık ordan. Bir süre sonra alana geri döndüğümüzde şenliğin çoktan başladığını ve bir çok grubun masa açtığını gördük. Biz de kantinden bir masa alıp gökkuşağı bayrağı, Lambdaistanbul pankartı ve dergilerle donattık alanımızı. Şenliğin organizasyonun sol gruplar tarafından yapılıyor olması nedeniyle, diğer kesimlerden öğrencilerin katılımının az olacağını bekliyorduk. Yanılmadık; etkinlik, bir çeşit solcu şenliğine dönüştü. Kendi aramızda, insanların her zamanki gibi çekinerek ve meraklı gözlerle masaya uğrayıp doküman almasını, uzaktan uzaktan çekingen gözlerle bakmalarını konuşurken, düzenleme komitesinden birkaç öğrenci yanımıza gelip, şenlikte masa açmak için komitedeki tüm grupların ortak kararının olması gerektiğini ama Kaldıraç Dergisi, Devrimci Mücadele ve adını hatırlamadığım bir kaç grubun, bizim burada bulunmamızın ahlaki ve politik açıdan yanlış olduğunu düşündüğünü, kendi aralarında ortaklaşamadıklarını ve şenliğin sorun çıkmadan devam edebilmesi için masamızı kapatmamız gerektiğini söyledi. Biz de, daha önceden olumlu yanıt verildiğini, söylenen gerekçelerin hiçbir anlamı olmadığını, eşcinsellerin kendilerini üniversitede de var etmelerini engelleyemeyeceklerini ve masamızı hiçbir koşulda kapatmayacağımızı söyledik. Bize uygulamaya çalıştıkları baskıyı çevredeki öğrencilerin fark etmemeleri için, sesimizi alçaltmamız gerektiğini söylemeleri ve konuşmak için avluya çıkmamızı istemeleri de yaptıkları başka bir ikiyüzlülüktü. Hiçbir şekilde masayı kapatmayacağımızı yineleyip, “Ne gibi bir yaptırım uygulayacaksınız? Yoksa şiddete mi başvuracaksınız?” diye sorduğumuzda da bize söyleyebildikleri “Böyle bir şeye izin vermeyeceğiz” oldu. Yanımızdan ayrılıp kendi aralarında yeniden tartışmaya koyulduklarında, biz de masamıza geri dönüp ne olacağını beklemeye başladık. Bir süre sonra kendilerine “Devrimci Mücadele” diyen bir grup masamızın önüne gelip, “Arkadaşlar; kapitalizmin ahlaki çöküntüsünün bir sonucu olan eşcinsellerin burada bulunmasını ve masalarını kapatmamalarını protesto edip ayrılıyoruz” diye bağırmaya başladı. Grup, daha sonra “özgürlükçü” ve unutulmayacak bir tavır sergileyerek alanı terk etti.
“Bir süre sonra kendilerine “Devrimci Mücadele” diyen bir grup masamızın önüne gelip, “Arkadaşlar; kapitalizmin ahlaki çöküntüsünün bir sonucu olan eşcinsellerin burada bulunmasını ve masalarını kapatmamalarını protesto edip ayrılıyoruz” diye bağırmaya başladı. Grup, daha sonra “özgürlükçü” ve unutulmayacak bir tavır sergileyerek alanı terk etti.” Şenlik sona erip de diğer gruplar gibi biz de tam toparlanıyorduk ki, bir grup yanımıza gelip “Bu sefer müdahale etmedik. Ama başka bir zaman ve yerde karşılaşırsak size asla izin vermeyeceğiz; hatta gerekirse fiziksel şiddet de dahil her türlü müdahalede bulunacabiliriz” dedi. Onlara, “siz de kimsiniz” diye sorduğumda aldığım yanıt şu oldu: “Parti cepheden”. Bütün bu militarist, özgürlük dışı, tam da var olan kapitalist sistemin ahlaki değerlerini savunan davranışların yanında, yanımıza gelerek okuldaki var oluşumuzun ne kadar önemli olduğunu, bize yapılanları onaylamadıklarını söyleyen öğrenciler de oldu tabii. Ama sonuçta; şenlikteki kimi gruplar bize yapılanlar konusunda kendilerine toz kondurmamaya çalışsalar da yapılanlara seyirci kalmaları ve “şenliğin sorunsuz geçmesini istiyorduk” gibi bir bahanenin arkasına saklanmaları, eşcinsellerin ilk feda edilecek kişiler olduğuna inandıkları gerçeğini bir kez daha göstermiş oldu bize.
21
escinseller vardir!
Dokundum, Dokundu, Ayy Taciz!!! KAOS GL çatısı altında, haftanın her pazar günü toplanan lezbiyenler 2004’ün Temmuz’unda ara verdikleri kadın toplantılarına Eylül ayında yeniden başladılar. 10 Ekim 2004 Pazar günü yaptıkları toplantının başlığı: ‘Dokundum, Dokundu, Ay Taciz!’di. Gül ‘Dokundum, Dokundu, Ay Taciz!’ için bazı alt başlıklar belirledik: - Kimlere dokunuruz? - Dokunmadan dokunmaya fark var mıdır? - Hangi dokunma tacizdir? 15 kadının katıldığı toplantıya, grubun kaynaşması için çember biçiminde yan yana durup sol tarafımızda duran kişinin elini tutup onu tanımaya çalışmakla başladık. Daha sonra, gönüllü kişiler hariç herkesin gözü kapatıldı ve onlardan yer değiştiren arkadaşının elini bulması istendi. Oyunda, çoğu kadın eşinin elini buldu. (Sevgili olmamalarına rağmen!!!) Buradan yola çıkarak, elleri nasıl tanıdığımız üzerine konuşuldu. (İncelik-kalınlık, sıcaklık-soğukluk, saydamlık-pürüzlülük vb) İkinci oyunumuzda ise, kadınlar müzik eşliğinde küçük bir alanda dolaştılar. Müziğin durduğu an da karşısında olan kişiye dokundular. Bu bir kaç kez yinelendi. Sonra, herkes nasıl dokunduğunu, neden öyle dokunduğunu, dokunduğunda neler hissettiğini anlatmaya başladı. Bu oyunda, herkesin bir dokunma biçimi olduğu; bunun kişiye, tanışıklık sürecine, ilişki biçimine ve kişiliklerine göre değiştiği sonucu çıktı. Üçüncü bölümde ise doğaçlama oyunlar oynadık. Birbirimizle olan çeşitli ilişki biçimlerini anlatan roller dağıtıldı ve kişilerden bunları doğal bir şekilde oynamaları istendi. Bu roller; A- İlgi duyan ve bu ilgiyi istemeyen kişiler; B- Yeni tanışan ve birbirine ilgi duyan iki kişi; C- Samimi iki arkadaş; D- İki sevgili ve bunlardan birine ilgi duyan bir arkadaşlarıydı. Bu rolleri, yalnızca oynayanlar biliyordu ve oynayan kişinin durumunun diğer arkadaşlarca tahmin edilmesi istendi. Böylece; kurduğumuz ilişkilerin dışarıdan nasıl algılanabileceğini ve dokunmanın hangi şartlar altında tacize kadar gidebileceğini knuştuk sonra. Oynayan arkadaşlar neler hissettiklerini; dokunma ile duygularını nasıl ifade ettiklerini anlattılar. Kişilerin hissettiklerine göre, dokunmanın farklı adlar alabildiği üzerine yorumlar yapıldı. Bu oyunlarla, dokunma üzerine kendimiz ve çevremiz üzerine biraz daha düşünme şansını yakalamış olduk.
22
Eşcinseller vardır.
koyu kırmızı pantolon “En büyük heyecanım, koyu kırmızı pantolonlu aşkımı takip etmekti. Okula sırf onu görmeye giderdim. O okula gelmediğinde beni de okula çeken bir şey olmazdı. Kaçıp limana giderdim gezmeye. Aylarca konuşamadan takip etmiştim koyu kırmızı pantolonlu sevgilimi.” İşte benim dokuz yaşım da seksenli yılların sonuna denk düşüyor. Küçücük Ege kasabası, zeytinlikler ve deniz... Ege sahilinde bir kasabada çocukluğumu geçirmiş olmam benim için bir şanstı belki de. Anadolu'nun diğer yerlerini kıyaslarsam hiç de tutucu olmayan bir çevrede geçmiş çocukluğum. Dıştan merdivenli üç katlı evimizin hemen yanında zeytinlikler başlardı. Uzaktan denizi görürdük. Okula giderdim. Minik dünyamı çevreleyip saran Ege kasabası her şeyimmiş o zamanlar. Limana yanaşan gemilerin düdükleri, kocaman gövdeleri beni ürkütse de sevmişim bu kasabayı. Pırıl pırıl denizi, cıvıl cıvıl neşeli sakinleri ve zeytinlikleriyle hatırlıyorum kasabamı. Arada bir gelen turist dolu gemilerini ve rengarenk bayraklarıyla yatları hatırlıyorum. Hep tatlı serin bir rüzgar olurdu kıyıdan içeriye süzülen. İnan Dokuz yaşında bir çocuk. O da her çocuk gibi bencil ve acımasız. Her çocuk gibi... Alelade... Sokakta oynuyor. Üstü başı dizlerine kadar toz toprak... Bağırış çağırış sesi kısılmış. Her çocuk gibi kendine has bir dünyası var. Her çocuk gibi cinselliği gelişiyor, bir şeyler keşfediyor minik beyni. Her çocuk gibi o da zaman zaman içli ve duygulu. Her çocuk gibi seviyor. Çocukça... Şarkılarla... Oyunlarla... Minik erkek bedeni, minik bir erkek yüreğini seviyor. O onu sevmese de. Her çocuk için hayat zorsa, gey bir çocuk için hayat belki biraz daha zor ve engebeli. Bu toplumun yasaları gey çocuklara daha sert cezalar veriyor sanki. Her çocuk şiddet görüyorsa, minik yürekleri törpüleniyorsa, gey çocuklarınki daha fazla törpüleniyor. Daha mı fazla eziliyor gey çocuklar ne? Yaşam daha zor onlar için. İçlerini saran bulutları kimseler görmüyor. Yağmur altında korunmasız çocuklar bu soğuk yağmura alışıp duyarsızlaşıyorlar galiba. Bu ayaza katlanabilenler ayakta kalıp güneşe ulaşabiliyorlar sanırım. Minik gey yürekler daha mı kırılgan ne? Bu yağmurlardan ayazdan olsa gerek. Kalplerinde kimsenin bilemeyeceği, silemeyeceği bir şeyler saklı.
En büyük heyecanım, koyu kırmızı pantolonlu aşkımı takip etmekti. Okula sırf onu görmeye giderdim. O okula gelmediğinde beni de okula çeken bir şey olmazdı. Kaçıp limana giderdim gezmeye. Aylarca konuşamadan takip etmiştim koyu kırmızı pantolonlu sevgilimi. O da dokuz, ben de. Farklı sınıflardayız ama olsun. Minik hayatımı kaplıyor, beni heyecanlandırıyordu ya, yeterdi bana. Çürük dişleri vardı. Hep balık kokardı. Ben hep onu düşünürdüm. Büyüyünce dayısı gibi çok yakışıklı olacaktı; onunla ben evlenecektim. Beni sevecekti. Çocuk aklı işte... Buna çok inanmıştım. Dayısını görmüştüm bir gün; limanda. Yabancı bir erkeğin elini tutuyordu gizlice. Nedendi acaba? O zaman çözememiştim. Önemsememiştim de. Beynimin üst raflarına, çocuk boyumla ulaşamayacağım ve içinde cinsellik olan çeşitli kavanozların da arkasına atmışım bu bilgiyi. Yıllar sonra zamanı gelip de o kavanozları aşağı indirip açınca o raftan da bu bilgi çıkıvermişti aniden. Balık kokan koyu kırmızı pantolonlu aşkımla tanışmıştım ürke ürke sonra. Çürük dişleriyle dalga geçerdim. Ama sonra benim de dişlerim çürümüş düşmüştü. Minik aşkımı daha rahat güle oynaya hayaller kurarak düşünmek için limana gider gemileri seyreder, bir yandan da limana çıkan salyangozları toplar bazılarının üstüne basardım. Mor çiçekli katır tırnaklarını koparırdım bazen. Yine böyle bir günde rüzgardan ve ufak dalgalar yüzünden sağa sola titreyen ve tepesinde Yunan bayrağı olan bir
23
escinseller vardir! yattan sarışın, ben yaşlarında, dalgalı saçlı, hatırladığım kadarıyla da koyu mavi gözlü bir çocuk çıkmıştı. Hep ne yaptığımı izleyen çocukla en sonunda tanışmış ve arkadaş olmuştuk. Ne konuştuğumuzu anlamasak da birbirimize salyangozlar toplamış, sonra da beraber denize girmiştik. Denizden çıkınca yatlarına gidip bana çikolata getirmiş dudağımdan ufacık öpmüştü hem de. Ben bu ani şokun etkisiyle çocuk beynimin minik raflarına yıllar sonra açılmak üzere kutu kutu aşk depolamıştım. Çocuk yüreği şıpsevdi... Artık okul yoktu ki. Koyu kırmızı pantolonlu çocuk okulda mıydı? Bilmemdi. Bildiğim şey ben hep limandaydım artık. Babam da babasını tanıyordu ya. Arkadaştılar. Ne güzeldi. Onun koyu mavi gözlerine bakardım. Gizli gizli minik minik öpüşürdük. Ne yaptığımızı bilmeden. Adlandırmadan. Bir gün sabah yine acele acele limana gittiğimde, gözlerim titreyen Yunan bayrağı ve ufak bir yat aramış ama bulamamıştı. Aklım çocuk da olsa olanı biteni hemen anlamış, ağlaya ağlaya eve dönmüş, uzun süre de odamdan çıkmamıştım. O burdayken bir gün gideceklerini düşünmemiştim bile. O da ayrılacaklarını düşünmemişti bence. Babam sarılıp ağladığımda beni teselli etmeye çalışmıştı: ''Üzülme aslan oğlum benim. Onlar şimdi Pire'delerdir çoktan. Seneye yine gelirler. Hem özlemiş olursun; daha iyi.'' Hiç gelmediler. Ben de çocuk yüreğimin akıntısına kapılıp koyu kırmızı pantolonlu aşkıma çoktan dönmüştüm bile. Artık zamanımın çoğu okulda geçiyordu. Yaz gelmiş okul bitmişti. Karne hediyem dayımın kızının yaz tatilini geçirmek için bize gelmiş olmasıydı. O sıralar on yedi, on sekiz yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim dayımın kızı gerçekten güzeldi. Herkesi döndürüp baktıran bir çekiciliği vardı. Upuzun saçları, diri, dik göğüsleri, uzun bacakları ile son derece alımlı ateş gibi bir kızdı. Beraber Sezen, Kayahan dinlerdik. Nilüfer dinlerken ağlardı. Niye bilmezdim. Blue Jeans dergisi alırdı. Renkli şarkıcı çıkartmalarını bana verirdi. Annem bizi beraber denize yollardı. Dayımın kızı dönerken bana karadutlu dondurma alırdı. Soyunurken onu izlerdim. Bana döndüğünde oyuncaklarımla oynuyormuş gibi yapardım. İzlediğimi fark etmezdi. Ne güzeldi vücudu. Bir gün beni denize götürmek istemedi. Ağladım. Götürdü. Dönüşte sus payı olarak karadutlu dondurmanın üstüne damla sakızlısı da eklenmişti. Yakışıklı erkek arkadaşı Özgür abiden kimseye bahsetmemeliydim.
24
O yıllarda yeşil gözleri, gamzeli gülüşüyle Tolga Savacı'dan daha yakışıklı bulduğum Özgür abi hayallerimi, küçük dünyamı dolduruvermişti bile. Onunla dayımın kızı değil ben sevgiliydim sanki. Her gün denize onunla buluşmaya gidiyor, dayımın kızını da yanıma alıyordum kendimce.
Dayımın kızının buluşma öncesi bu kadar süslenmesine içerliyordum. Onu apış aralarına ağda yaparken de yakalamış, bozulmuştum. Niyeydi bu hummalı hazırlık sanki? Bir gün ekildiğimde sinirden ağlamış, dayımın kızının güzelim şortlarına ve tişörtlerine makasla kalpli ve çeşitli geometrik desenli delikler açmıştım. Akşama çok fena azar işitsem de affedilmiş gece dayımın kızının erkek arkadaşlarıyla olan maceralarını dinleyerek ve ona sarılmış bir şekilde uyuyakalmıştım. Özgür abiyle ayrıldıklarında dayımın kızı çok ağlamıştı. Onunla birlikte ben de ağlamıştım. Herhalde Özgür'ü artık göremeyecektim, onun içindi. Dayımın kızı ise günlerce odasından çıkmamış, o yıllara ait bütün duygusal şarkıları dinleyip durmuştu. Ne kadar yaz aşkı da olsa, ayrılmış da olsalar onların aşkına imrenirdim. Çocukluğumdan kalma aşklarda iskelede, gün batımında öpüşmek vardı. El ele sevgililer vardı sokaklarda. Bu Ege kasabasını yaz aylarında sarmaş dolaş aşıklar doldururdu. Onlar için aşk neyse bugün benim için de aşk bu oldu. Seks makinesi günümüz gençliğine ayak uyduramayışım bundan belki de.
escinseller vardir!
Bocalayışlarım, üzülmelerim, kırıklıklarım da bundan. Seksenli yıllarda, çocukluğumda eller, gözler, dudaklar birleşiyorken bugün cinsel organlar mı birleşiyordu sadece aşk için? Ama aşkı ben böyle görmemiştim minik Ege kasabasında. Normal miydi yadırgamalarım? Yoksa ben miydim geçmişe kapılıp şu anda onu arayan, yerine koyamayınca umutlarını kıran? Acaba bir günbatımında bir Ege kasabasında iskelenin ucunda kimseye aldırmadan öpüşebilecek miydim ben de? Aşkımın kokusunu içime çekebilecek miydim? Hayır galiba. On beş yıl öncesini bugüne taşıyamazdım ki. Babam bir gün eve kara haberle geldi. Tayinimiz çıkmıştı. Bu Ege kasabasını terk etmeliydik en kısa sürede. Mahallenin kadınları gözleri yaşlı bekleşiyorlardı kapımızda. Ellerinde ufak tefek yol azıkları. Biraz zeytin, biraz börek. Onlarla birlikte biz de ağlıyorduk. Buraları bırakmak istemiyordu annem ve babam. Alelacele azıcık eşyamız toplanmıştı. Kasabanın kedileriyle vedalaşmıştım. Son kez limana gitmiş Ege'yi anlamsızca süzmüştüm. Çocuk aklım bir şeyleri anlamlandıramıyordu henüz. O gece hiç dönmemecesine kasabayı ardımızda bıraktık. Bir ilk yaz günü otobüsün penceresinden şöyle bir bakmıştık Ege'ye son kez. Arkamızda ne iz kaldı bilinmez. Ayak izlerimiz silinmiştir çoktan. Duvara yazdığım ismim boyanmıştır. Belki de duvar yıkılmıştır kim bilir. Kedilerim ölmüşler midir? Ya koyu kırmızı pantolonlu aşkım? Yokluğumu hissetmiş midir? Hayat kimi nereye savurdu bilinmez. Kasabada kim kaldı kim gitti bilinmez. Bir süre mektuplar geldi. Mektup gönderdik. Mektuplar kısaldı. Araya haftalar, sonra da aylar girdi. Çok sonra yılda bir kart geldi. Gelen son kart neydi hatırlamıyorum. Soyut izler kaldı düşümüzde. Orda vardık; artık yoktuk. Yoksa var mıydık? Varmış gibi değildik bile. O Ege kasabasına bir daha hiç gitmedik. İmkanımız olsa da gidilmedi. Yıllar sonra geride bıraktıklarımızı bulamamaktan mı korktuk acaba? Yoksa kaçınılmaz değişimle yüzleşmek mi ürküttü bizi? Ora hayalimizdeki gibi kalmalıydı. Her geçen gün daha da silikleşse silüeti oranın hayali güzeldi, değişmiş gerçeği değil.
25
koyu kırmızı pantolon siyaha dönünce
İnan zaman: on beş yıl sonra. yer: İstanbul'da bir gey bar. Tıkış tıkış... Üst üste... Beden terleri karışıyor birbirine. Yüksek volümlü, içe işleyen, buram buram seks kokan davetkar müzik... Ter, parfüm kokuları, bakışlar, baş çevirmeler, aldırmaz görünmeler, dans çabası, içki, sigara, kimi zaman kahkaha... Kalabalığın, izdihamın içinde bir çift göz fark ediyorum bana bakan. Aslında sıkılıyorum. Eğleniyormuş gibi yapılmasından, takılan maskelerden usanmışım. Hayat bir şekilde İstanbul'a sürüklemiş beni. Ben de kendimle birlikte çaresizliğimi... Çocukluk yıllarım çoktan geride kalmış. Üniversite bitirmiş, hayat deneyimi kazanmış, kendimi gey diye adlandırmışım. Artık aşk demek beş dakikalık bir birleşmeye dönmüş. Çok değil; on beş yıl önce aşk için dudaklarını, ellerini birleştiren insanlar bugün cinsel organlarını birleştirir olmuş. Zaman mı değişmiş, ben mi zamanın gerisinde kalmışım? Yoksa zaman mı benden kaçmış? Anlayamıyorum.
26
Bir çift göz yavaşça yaklaşıyor. Fark etmemiş gibi yapıyorum. Rolümü iyi oynuyorum açıkçası. Kaçınılmaz konuşuyoruz. Hoşlanmış benden. Ben hoşlandım mı, bilmiyorum. Ben de mi seks makinesine dönüyorum? İstediğim seks mi, değil mi bilemiyorum. Mantıksızca, davet kabul ediliyor. Bu hengameden kurtulmak için yapıyorum belki de, bunu. Ya da; bu da bir bahane! Bu zamanda kim maskesiz ki ben olayım? Son derece zevkli döşenmiş kutu gibi bir İstanbul evindeyiz. O, mutfakta. Ben, salondayım. Gözüme çerçeve içinde mavili, yeşilli fotoğraflar ilişiyor. Kimi duvarda, kimi sehpa üzerinde. Yeşiller, zeytin ağaçları olmalı. Mavi de deniz. Loş ışıkta zor seçiyorum. Daha dikkatli baktığımda çoktan çocukluğuma dalmış, hayallerde sürüklenir buluyorum kendimi. Fotoğraftaki liman beni çocukluğumun Ege kasabasına götürüyor. - Demek sen de oralısın!' Donup kalıyor ve ekliyor: - Evet. Sen de mi? - Evet çocukluğum orda geçti. Baksana! Biz hemen hemen aynı yaşta olmalıyız. Kasabada tek ilkokul olduğuna göre. Yok, yok, şöyle yapalım! Çocukluk resmin var mı hiç, diye atılıp merakla soruyorum. - Evet var. Dur getireyim, diye cevap veriyor. Beş dakika sonra fotoğrafı elime tutuşturuyor ve ekliyor: - Gerçi şu koyu kırmızı pantolon da kötü durmuş ama çocukluk işte. Komik değil mi? Bütün şaşkınlığımla bakakalıyorum. Çürük dişler ve koyu kırmızı pantolon. Uzun süre konuşamıyorum. Kafam allak bullak. Soruyor: - Sen kimdin? Hatırlatsana kendini. Gülüyorum. - Hani tanışmıştık. Hani takip ederdim seni. Sessizdim. Sessiz... Hatırlıyormuş gibi yapıyor galiba. - Sen benim çocukluk aşkımdın biliyor musun, diyorum. - Komik... ''Komik..'' buluyor söylediklerimi. Yetmiyormuş gibi, küçük kasabamızın kocaman bir şehre dönüştüğünü, zeytinliklerin yerine otellerin yapıldığını, denizine girilemediğini, limanında çok kolay partner bulunabildiğini öğreniyorum. İçim acıyor. Çocukluğum yanıyor. Görüntüler siliniyor. Düşlerim ölüyor. Konuşmalar son buluyor artık. Zamanın kurallarına bırakıyoruz kendimizi. Tarifsiz bulantılar içinde rolümü yapıyorum. Demek kutsanılanların yıkılması böyle bir şeymiş. Belki sen de benim gibisin kırmızı pantolonlu çocuk. Makineye dönüştün mü, yoksa dönüşmüş gibi mi yapıyorsun? Sen o olamazsın zaten. Sen çocukluğumdasın. Hiç çıkmasaydın ordan keşke. Düşlerimdeki “koyu kırmızı pantolonlu çocuk” kalsaydın ne olurdu? Sen o masaldasın. Masalsın. Bu vasat öyküdeki sen o olamazsın. Bu gece bu öyküyü terk ediyorum ben de. Sen ne dersen de. Hatırlasan da hatırlamasan da o limanın fotoğrafı bende de var. Düşleriniz ölmesin.
bu çocuk benden ne istiyor? Mustafa K. hiç düşünmedim. hiç dayak yemedim annemden. alınmadım içeri hiç. ama bir çocuk var ki... şeytandan olma, melekten doğma içinden geçemedim önüme devirdiği rüzgarın. bu çocuğun derdi ne? bana bunu neden yapıyor? yedi yaşında. beden gözüyle görüyor; içinde yaşayan iki kişi, sırt sırta vermişler, önlerindeki ekrandan çocuğu seyrediyorlar. seyredilişini seyrediyor, çaresiz. elini nereye koyacağı bile tartışma konusu. KOŞMA, DİKKAT ET, ERİK ÇALMAK HARAMDIR! koş dilediğince, çık o ağaca, çal canın istiyorsa o eriği. bunalıyor çocuk, bildiği tek şarkıyı söylüyor hep “ bir mahzun mor menekşe, ağlıyor mu ne?” oyuncak alındı çocuğa. mavi bir ayı. nüfus cüzdanı çıkarttı ayısına. onunla yattı, onunla kalktı. üstüne çok düştüğünden sanırım, elinden aldılar ayısını. vitrinin en üst rafına koydular. yalnızken bile, altına sandalyeyi çekip almıyor oyuncağını. sadece seyrediyor ve ayının yanındaki tabağın üstünü okuyor. “yalnızlık, paylaşılmaz; paylaşılırsa yalnızlık olmaz.” ağlamıyor çocuk. bir gün banyodaki eşyalara “size can veriyorum, artık konuşabilirsiniz”, diyordu. çeşmeyle, aynayla konuşuyordu. kimi kötüydü. sürekli problem çıkarıyorlardı. suçlu olanlara susma cezası veriyordu. ama bir zaman sonra dayanamıyordu artık, sürekli konuşuyorlardı. saklamaya çalıştığı yerlerine bakıyorlardı. banyoya girmeye korkuyordu çocuk. nerden sardı bu belayı başına? annesi ona oyuncak traktör aldı. bir gün oynadı. ertesi gün gömdü oyuncağını. öbür bahara açıp, oynayacaktı. bir daha bulamadı oyuncağını. niye oyunun tadını çıkarmıyor bu çocuk? bir oyun buldu. çizgi film kahramanlarını canlandıracaklardı. herkes iyi bir kahraman oldu. o kötü bir büyücü. herkes kabul etti. savaştılar, boğuştular. çocuk yendi. herkes birer birer gitti: “biz iyiyiz, bizim yenmemiz gerekti” diyerek. bi şey mi ispatlamak istiyor bu çocuk? şeker portakalı’nı okurken çaydanlık yanıyor, kamyonların gölgesinde basmamaya çalışıyor, kalemlerini buzdolabının içinde buluyor, düşünmeden durmaya çalışıyor. bu çocuk nereye gidiyor?
oyun oynamıyor artık. yirmi beş çeşit çiçeğiyle konuşuyor, tek tek yıkıyor yapraklarını. canı sıkılıyor. hepsini dibinden kesip dilinin ucuyla tatlarına bakıyor. kimi tatlı kimi tatsız. ama en güzel kokulu, en güzel renkli zakkumu ağzının içini kaplıyor. eve girip ölümü bekliyor. çocuk. büyümeye başlıyor çocuk. liseye gidiyor. tren hınca hınç dolu oluyor hep. şarkı söylüyor içinden “gidelim buralardan, dayanamıyorum…”. ancak böyle taşıyabiliyor sırtındaki kocaman adam ve kadınları. bir eşya olup, üst gözde yolculuk yapmak istiyor çocuk. mastürbasyon yaparken, kendine aşık olan kızları değil, erkek arkadaşını düşlüyor. utanıyor, tövbe ediyor, namaz kılıyor. evi su basıyor, muslukları kapıyor oysa. her gün radyosunu açık buluyor, evde yine kimse yok oysa. durup dururken, birinin öleceğini söylüyor, ölüyor o kişi. kocalarını aldatan kadınların sevgililerini söylüyor kadınlara. teyzesiyle birlikte yeğeniyle seviştiklerini görüyor. niye lise aşklarıyla, arkadaşlıklarıyla doldurmuyor da en güzel zamanlarını, kürtaj salonlarındaki çocukların ruhlarını görmeye çalışıyor bu çocuk. camideki müezzinden gözlerini alamıyor. gitmiyor camiye de artık. eve gelip, kur’anı, tesbihini, şeyh bedrettin’i, kabe’yi sobaya atıp yakıyor. pişman oluyor. bir gece yataktan kalkıyor, birdenbire, “bir kurban vermek gerek”, diyor, bu yaptığıma karşılık. sezen aksu, nazan öncel posterlerini, günlüklerini, şiirlerini, hediyelerini, kasetlerini, fotoğraflarını, sadece resimlerde gördüğü babasını, sobaya dolduruyor. çırılçıplak kaldı çocuk. boş boş bakıyor. dilinde nazan şarkısı: “her şey çok kolay oldu, ne sızlandım ne de ağladım… ani bir ölüm ya da bir kalp krizi gibi gelen gidenler oldu beni anlamaya çalıştılar, bir işe yaramadı. sıkıcı ve kasvetliydim. bazen bütün gün yorganı başımdan aşağı çekip uyudum. bazen de ucuz filmler seyrettim. otuzbir çektim yattım. şimdi iyiyim. sen utanç gecelerinde ben burada. sonrası yok. unuttum gitti geberik, unuttum gitti, unuttum gitti…” hiç dövmediler beni sabaha kadar, elektriğe tutulmadım hiç. tecavüz etmediler, taş atmadılar suratıma. ama bu çocuk var ya…
27
escinseller vardir!
‘Sevgilili’ Olmak ya da Olmamak “Oysa ben, bir eşcinsel olarak kendimi yeterince tek ve çaresiz hissediyordum, diğer eşcinselleri bulduğumda da bu yalnızlık ve çaresizlikten kurtulacağımı düşünüyordum. Oysa, onlar da kendilerinden uzaklaştırıyor, beni sürekli bir yere sıkıştırıyorlardı.”
Ayşegül Arıkan Çok uzun zaman önceydi. Lezbiyen olduğumu ilk kabullendiğim dönemlerde benim için bunun kanıtı İsviçreli bir arkadaşım olan Edith'e aşık olmamdı. Çünkü; en yoğun yaşadığım duygu o’ydu. Zamanla kendime sorular sordukça, bu yoğunluktaki duyguları daha önce başka kadınlara da duyduğumu ve hayatımda çok fazla kadına duygusal ve fiziksel çekim hissettiğimi gördüm. Ama, o zamanlar bu konuda bugün olduğu gibi net değildim. Eşcinsel sevginin toplumda dışlanan, yok sayılan, kötü görülen bir şey olması kendimi kabullenmem aşamasında bana suçluluk ve yanlış bir şey yapıyorum hissini de veriyordu. Kendi içimde ise bu kendiliğinden gelişen doğal, utanılmayacak güzel bir şeydi. Sevgiydi. İçimde bunları yaşarken arkadaşlarımın erkek arkadaşlarıyla yaşadıklarına tanık oluyordum. Onlar heteroseksüeldi; yaşadıkları ilişkiler de... Yani, başrollerde her zaman bir kadın ve bir erkek vardı. Benden başka lezbiyen olabileceğini bilmediğim ve hayal bile edemediğim için hayatımı onların ilişki biçimlerine uydurmaya çalışıyordum. Eşcinsel olduğumu biliyordum; ama, toplumun, içinde ailem, arkadaşlarım ve akrabalarımların dışında tanımadığım altmış iki milyon insanlı kalabalık toplulukla birlikte eşcinseller hakkındaki önyargılarına ben de sahiptim. Bunu da, evden, okuldan, televizyondan, gazetelerden, okuduğum kitaplardan, insanların dilinden öğrenmiştim. Eşcinsellikle ilgili bir şeyler öğrenmeye çalışırken, hayat da akıp gidiyor, kadınlara karşı güzel duygular hissetmeye devam ediyordum. Aileme açıldığım (ya da açılamadığım!) fırtınalı günleri şimdilik es geçeceğim; ama, arkadaşlarıma açıldıkça, onların önyargılarını (artık ‘önyargı’ olduğunu biliyorum) “gerçekler” sayıyordum. Çok uzun süre sevgilim olmadı. Olması gerekiyor, gibi bir zorunluğum da yoktu. Ama, hetero arkadaşlarım eşcinselliğimin bir kadın sevgilim olursa kabul edileceğini, söylüyorlardı.
28
Sevgilin de yok; belki lezbiyen değilsindir", diyorlardı; sanki kendilerinin erkek arkadaşları olmayınca heteroseksüel olmuyorlarmış gibi! Kadın bedenine dokunmanın, onu hissetmenin nasıl bir şey olacağını merak etmiyor da değildim; ama bunun altında yatan asıl neden, hiçbir kadınla sevişmediğim halde lezbiyen olduğumu nerden aklıma getirdiğimi söyleyenlerdi. Günler geçti, lezbiyen olmanın hayatımda değişmeyecek bir olgu olmasını da kabullenince heteroseksüel arkadaş grubum gibi eşcinsel arkadaşlarımın da olması gerektiğini düşünmeye başladım. Nerdeydi bu lezbiyenler? Çevremde hiç kimse lezbiyen olamazdı! Bunun gibi sorularla boğuşurken bir gün bir arkadaşım, "Takıldıkları barlar var, oralara gidebilirsin", dedi. Bu dönemde bir kitapçıda Kaos GL'yle tanıştım. Lambda'yı da Kaos GL'den öğrendim. İstiklal Caddesi'nde Bekar Sokak’ta bulunan Toplumsal Araştırmalar Vakfı’nda düzenlenen toplantılarına gitmeye başladım. Orada lezbiyenlerle ve biseksüellerle tanıştım. Tam, sosyal ortamımı buldum, diye düşünüyordum ki sevgilimin olmaması burda da sorun yaratmaya başladı. Sevgilin de yok, sen lezbiyen değilsin galiba, gibi deja-vu yaşatan bu cümleyi duymak endişelendirdi beni. Sevgilim olmayınca lezbiyen olmuyor muydum? Kafam karıştı!
Eşcinseller vardır! Heteroseksüel arkadaşlarım ve babam eşcinsellik hakkında benden öğrendikleri dışında hiçbir şey bilmiyorlardı zaten. (Ben ne kadar biliyor ve ne kadarını öğrettim onlara, o da ayrı bir konu!) Eşcinsellik üstüne hiç düşünmemişlerdi. Ben konuyu açmadığım sürece ne ilgileniyorlar ne de düşünüyorlardı. Gerek bile duymuyorlardı. Kendimi onlara anlatamadığımı görüyor hepten yalnızlık hissediyordum. Onların tek düşündükleri şey, lezbiyen olmamın dezavantajı olarak çocuğumun olmayacağıydı. (Nedense!) Bir şekilde, ilişkimin uzun sürmeyeceğini ve hep "yalnız" kalacağımı söylüyorlardı. Nasıl bir yalnızlıktı bu? Bu, o zamanlar benim için korkutucu bir şeydi. Babamın "Evlen, çocukların olsun; yoksa yaşlanınca yalnız kalırsın" sözlerine içimden tepki olarak "Yalnız kalmayacağım ki, hayatımı birlikte geçireceğim bir sevgilim olur herhalde", diyordum. Sonunda bir sevgilim oldu ama bir ay gibi kısa sürede bitti. Çünkü; o bana benim ona karşı hissettiklerimi duymuyordu. Bir sene sonrasında ise ikinci ve son ilişkimi yaşadım. En uzun süren de buydu. İki sene! Tabii, heteroseksüel arkadaşlarım sevgilimle tanışınca eşcinselliğimi de akıllarına yazmış oldular. Sonra, ya internetten ya da Cumartesi günleri Taksim'de kendim gibi insanları bulmak için gittiğim cafe ve barlarda bir çok insanla tanıştım. Çok çeşitli sosyal gruptan, etnik köken ve dinden insanlardı bunlar. Onlarla yaptığım sohbetlerde de babamın söyledikleri çıkıyordu karşıma: “Heterolar evleniyor, çocukları oluyor. Yaşlanınca onlara çocukları bakıyor. Bu yüzden yalnız değiller. Ama, biz yaşlanınca kimse olmayacak yanımızda; yalnız kalacağız". Ortamda pek çok insan tek gecelik, bir kaç günlük, aylık, yıllık, uzun süreli ilişkiler peşindeydi; hep bir hareket vardı. Ve ben bu hengame içinde, yalnızsam, sevgilim yoksa tehlikeli birisiydim. Her an birinin sevgilisine göz dikebilirdim. Arkadaşlar arasında olduğumu düşünerek birinin omzuna kolumu atsam, asılıyorum zannederlerdi. Sürekli, "Sevgilin yok mu? Daha bulamadın mı?" sorularıyla karşılaşıyordum. Düşünmediğimi söylediğimde de "Niye ki?" diyorlardı.
Bir kadının kadına, erkeğin erkeğe aşık olmasında, onların birlikte olmalarında sorun yok. Tek sorun hayatı yalnızca "bir sevgili bulma ve birlikte yaşama"dan ibaretmiş gibi algılamakta. Bence bu da toplumun güçsüz ve aciz olduğunu öğrettiği ve her fırsatta kafasına kaktığı- kadına yaptığı "evlen ve çocuk sahibi ol" baskısından bir farkı yok. Evlenmekten başka hiçbir alternatif yokmuş gibi, davranılıyor. Oysa ben, bir eşcinsel olarak kendimi yeterince tek ve çaresiz hissediyordum, diğer eşcinselleri bulduğumda da bu yalnızlık ve çaresizlikten kurtulacağımı düşünüyordum. Oysa, onlar da kendilerinden uzaklaştırıyor, beni sürekli bir yere sıkıştırıyorlardı. Evlenme baskısı, dışlanma, yalnızlık, eşcinselliğini gizleme zorunluluğu ve aklıma gelmeyen daha pek çok sorun hepimizin hayatında çeşitli oranlarda mevcut. Benzer sorunları yaşayan bizlerin birbirimize daha yakın ve destekleyen olması gerektiğini düşünüyorum. Kadınların evlilikten başka alternatifleri nasıl, ekonomik ve manevi olarak bağımsız olmaları veya birbirlerine destek oldukları sosyal ortamlarda, haklarını arayan örgütlerde yer almalarıysa; eşcinsellerin alternatifi de, yalnızlığı ve sorunları paylaştıkları, dayanışarak çözüm geliştirdikleri eşcinsellerin oluşturduğu sosyal ortamlar ve örgütlerde olmaktır. NOT: Ben bu yazıyı yazarken bir lezbiyen olarak sadece kadınları düşündüğümü, erkekleri (ne hetero ne de eşcinsel erkekleri) hesaba katmadığımı gördüm. Dolayısıyla; bu sefer değişiklik olarak, "eşcinsel" deyince lezbiyen ve biseksüel kadın eşcinsel anlaşılacak.
29
escinseller vardir!
Gruplararası İlişki İdeolojisi Olarak Homofobi “Homofobi, seksizmin önemli bir silahıdır. Heteroseksüellikten farklı cinsel yönelimlere sahip insanlara karşı şiddet, erkekliğin, bir anlamda cinsiyetçi kullanımıyla ‘insanlığın korunması ve kontrolü’ için bir mekanizma haline gelmektedir.”
Doç. Dr. Melek Göregenli Eşcinselliğe ve eşcinsellere yönelik ayrımcılık ve şiddet konusu, sosyal psikoloji literatüründe, olumsuz tutumlardan davranışsal şiddet kullanımına kadar çok geniş bir çerçevede ele alınabilir. Bu bildiride bu konu, daha çok diğer bütün önyargı ve ayrımcılık türleriyle ortak ve farklı yönleriyle, sosyal psikolojik araştırmalar açısından ele alınmaya çalışılacaktır. Homofobi, daha bireysel (kişilik, benlik algısı, bilişsel yapılar vb.) olduğu düşünülebilecek süreçlerin de etkilediği, eşcinsellerin bir “dış grup” olarak kavramsallaştırılması sonucunda oluşan ve belirli sterotiplerin eşlik ettiği bir gruplararası ilişki ideolojisi olarak da anlaşılabilir ve homofobik ideolojinin kendiliğinden kişisel bir özellik olarak değil, belirli bir sosyal-kültürel bağlam içinde oluştuğu düşünülebilir.
30
Hastalık’tan ideoloji’ye homofobi kavramı Psikoloji’de homofobiyle ilgili ilk kavramsallaştırmalarda, olgu, zihinsel bir düzensizlik olarak, eşcinseller veya eşcinselliğe ilişkin irrasyonel korkularla ilişkilendirilerek anlaşılmaya çalışılırdı. Bu anlamda diğer fobi türleri gibi son çözümlemede bireysel düzeyde cereyan eden bir düşünce bozukluğu olarak ele alınabilirdi. Oysa bugün homofobi kişisel bir korku ve irrasyonel bir inanç olmanın çok ötesinde kültür ve anlam sistemleriyle, kurumlar ve sosyal geleneklerle ilişkili olarak ele alınması gereken politik bir alanda oluşan, gruplararası bir sürece işaret etmektedir. Bu anlamda bireysel ve kollektif davranışlar düzeyinde kişiler arası ilişkileri yapılandıran duygular ve niyetlerin oluşturduğu, geniş bir yelpazede ortaya çıkan bir sosyal psikolojik değişken olarak, ayrımcılık pratikleri ve şiddetle ilişkilidir; bilgi’nin iktidarı da dahil bütün iktidar biçimlerinin politika üretme süreçleriyle de doğrudan bağları vardır. Eşcinselliğe yönelik tutumların dinsel arka planları, cinsiyete dayalı ötekiler yaratma süreçleri, heteroseksüellikten farklı cinsel yönelimleri olan insanların bazı yurttaşlık haklarının inkar edilmesi, konuya, toplumun politik düzenlenişiyle ilgili boyutlar eklemektedir; dolayısıyla söylenebilecek her söz kendiliğinden politiktir ve sadece eşcinsellikle ilgili olamaz. Kültürel ve bireysel koşullar ve süreçlere dayalı bütün köklerine rağmen pek çok sosyal psikolog, homofobinin ancak ırkçılık ve seksizmle bağlantıları içinde anlaşılabileceğini düşünmektedir. Homofobi, bu anlamda seksizmin önemli bir silahıdır. Heteroseksüellikten farklı cinsel yönelimlere sahip insanlara karşı şiddet, erkekliğin, bir anlamda cinsiyetçi kullanımıyla “insanlığın korunması ve kontrolü” için bir mekanizma haline gelmektedir. Homofobi kavramının kendisi üzerinde de bazı tartışmalar vardır. Bu kavramın olguyu bireysel ve patolojiyle ilişkili hale getirdiği, kültürel, sosyal ve sonuç olarak politik boyutlarına vurguyu azalttığı savunulmuştur. Tıpkı eşcinselliğin, Foucault'nun (1980) Cinselliğin Tarihi'ine gösterdiği gibi tarihsel olarak tıbbın ve patolojinin alanı haline getirilmesi gibi, homofobi de adeta bir karşı kavram olarak patolojinin bir alanı haline getirilerek, bu alandaki her türlü şiddet, homofobiklerle farklı cinsel yönelimleri olanlar arasında yaşanması “doğal olan” adeta bir küçük gruplar mücadelesine dönüştürülmüştür.
Eşcinseller vardır! Feminist düşünürlerden bazıları ve eleştirel gey ve lezbiyen araştırmalarında heteroseksizm kavramı, hala çok temel bir kavram olarak kullanılsa da son dönemlerde “heteronormatiflik” kavramı üzerinde durulmaktadır; heteroseksizmden farklı olarak psikolojik bir zihin durumuna vurgudan çok durumun kültürel, sosyal kökenleri ve politik yanlarına vurgu yapmak üzere (Herdt ve van der Meer, 2003). Bu anlamda geylere karşı şiddet konusu da genel olarak nefret veya önyargıya dayalı suçlar kapsamı içinde ele alınabilir ve homofobi, tıpki diğer önyargıdan beslenen ayrımcılığa dayalı şiddet davranışlarında olduğu gibi hem bireysel hem kollektif düzeyde, sadece eşcinsellerin sorunu olarak görülemez. Pek çok empirik çalışmanın bulguları, ön yargı ve negatif stereotiplerin, ideolojilerin kutsamasıyla, dışlanan gruplara yönelik değişen biçim ve içeriklerde “şiddet”le hayata geçirildiğini, ayrımlaşmayı kutsayan ideolojilerin geleneksel değerlerle beslenen yeni bir tür “muhafazakarlık” olduğunu öngörmemize yol açmaktadır. Genel olarak “sağ” olarak nitelendirilebilecek dünya görüşlerinin, ayrımcılığı besleyen değerlere daha yakın olduğunu bilsek de, bir tür maço-bireycilikle beslenen “modern” yaşama ideolojilerinin de yeni bir faşizm türünün, “sembolik faşizm”in arka planını oluşturduğu ve bu dünya görüşünün sadece “sağ” ideolojileri kapsamadığı düşünülebilir. Bazen bir tür seçkincilik ve çoğunlukla, insanlar ya da gruplararası hiyerarşinin doğal olduğuna, bazı grupların diğerlerinden adeta doğal olarak üstün olduğuna ilişkin inançlar - sosyal üstünlük yönelimi- sembolik faşizmi beslemektedir. Sembolik faşizmin hayatlarımıza yansıması, ayrımcılığın ve şiddet’in politik olarak mahkum edildiği “gelişmiş” yaşama biçimleri içinde “normalleştirilmiş” yeni biçimlerle yer almaktadır. Değişen nicelik ve niteliklerle homofobik şiddeti ülkemizde, belki de empirik olarak kanıtlanmaya ihtiyaç duyulmayacak ölçülerde, her an her yerde yaşıyoruz, tanık oluyoruz. Burada, daha çok bir ayrımcılık ideolojisi olarak ortaya çıkan homofobinin, gizil görüntüleri üzerinde durarak, nasıl bir toplumsallaşma sürecinde oluştuğunu araştırmalardan hareketle, belirli yanlarıyla tartışmaya çalışacağım. Ayrımcılığın sosyalizasyonu Cullinan (2002), Oregon Üniversitesi kampüsünde rastlanan ayrımcılıktan söz ederken, farklı renklerde, hristiyanlıktan farklı dinsel inançlarda olan insanların, gey ve lezbiyenlerin, farklı tür engelleri olan insanların ve yoksulların büyük ölçüde aynı biçimlerde “ahlaksız, şiddet kullanan, tehlikeli, aptal ve tembel” olarak etiketlendirildiklerini belirtmektedir. Açık bir şiddet hatta olumsuz bir portre çizilmediği zaman bile yapılan hiç bir portre çizilmemesidir ki hiçlik de bir mesajdır; sen yoksun. Quinn (2002), gey, lezbiyen, biseksüel, travesti ve transseksüel ergenlerin, çocukları korumak amacıyla kurulmuş sosyal hizmet kurumlarında çalışanların homofobik tutumları nedeniyle yeterince hizmet alamadıklarını belirtmiştir; yapılan araştırmalar, sosyal çalışmacıların azımsanmayacak oranlarda, farklı cinsel yönelimlere ilişkin olumsuz mitlere veya sterotiplere sahip olduklarını göstermektedir. Bu olumsuz tutum ve inançlar her yerde, evde, okulda, akran gruplarında ve bütün toplumda ortaya çıkmaktadır. Aile içinde homofobi daha çok, sözel istismar, fiziksel tehdit veya fiziksel şiddet biçimlerinde yaşanmaktadır: Farklı cinsel yönelimlere sahip kadınların % 58'i bu üç tip mağduriyetin en az birini yaşadıklarını belirtmişlerdir; % 34'ü babaları, % 24'ü erkek kardeşleri, % 15'i ise kız kardeşleri tarafından, erkeklerin ise % 30'u anneleri, % 23'ü babaları, % 43'ü erkek kardeşleri, % 15'i ise kız kardeşleri tarafından şiddet görmektedirler. Cinsel yönelim anne, baba ve akrabaların istismar edici tepkileriyle cezalandırılmakta ve gey ve lezbiyen gençlerin % 26'sı evlerini terk etmeye zorlanmaktadır (Nocera, 2000). Ryan ve arkadaşları tarafından A.B.D. ve İngiltere'de lezbiyen, gey ve biseksüel gençlerle yapılan araştırma (2003), gençlerin, ayrımcılığa yetişkinlerden daha fazla maruz kaldıklarını ve saldırılara açık olduklarını göstermiştir. Son on yıl boyunca, özellikle okul ve kamusal alanlarda, mağdurların oranındaki artış, görünürlüğün artışına paralel olarak oluşmuştur. Görünürlüğün artışı, insanların kamusal alanda da diledikleri gibi var olmaya çalışmaları bir yandan özgürlüklerin artması ve şiddetle başa çıkılmasında önemli bir adım anlamına gelirken bir yandan da yerleşik erkeksilik ideolojisini tehdit ettiği için her türlü ayrımcılık ve şiddeti yükseltmektedir. Bu çocuklar cinsel yönelimleri nedeniyle ailelerinden uzakta olsalar da, çoğunlukla aileleri tarafından evde izole edildikleri durumlarda da yüksek fiziksel ve sözel istismar riski altındadırlar; ön ergenlik sürecinde akranları tarafından da istismar edilmekte, aşağılanmakta veya dışlanmaktadırlar. Doğal olarak kendilerini izole edilmiş ve reddedilmiş hissetmektedirler. Başka faktörlerle birleştiğinde eğitim sürecinin de dışında kalabilmektedirler. Oysa ergenlikte gruba aidiyet en önemli ihtiyaçlardan biridir. Kültürel ve sosyal normlar farklı cinsel yönelimleri sapkın birer yaşam stili olarak tanımlamakta ve dışlamaktadır. Yerleşik kültür, homofobik tutumları üretmekte ve farklı cinsel yönelimleri olan ergenleri marjinalleştirmektedir. Sonuç olarak bu çocuklar zihinsel sağlık, benlik saygısı ve kimlikle ilgili problemler yaşamakta, intihar riski artmakta, sokakta yaşama oranları yükselmektedir ve bu durumda sosyal hizmetlerin yokluğu yaşamsal olabilmektedir.
31
escinseller vardir!
Bu problemi ihmal etmek, onların bunu 'hakettiği' ni düşünmek veya sosyal hizmetin hedef kitlesi olarak, sadece sosyal olarak kabul edilmiş yaşam tarzları içindeki insanları görmek anlamına gelmektedir. Sosyal çalışmacılar ve bu alanda çalışan bütün profesyoneller, marjinalleştirilmiş ve damgalanmış grupların sosyal refahını, koşullarının değişmesini ve bu konuda adaletin gerçekleşmesini sağlamak için çalışma konusunda sorumluluğa sahiptirler. Sağlıklı insan ilişkilerini ve etkileşimlerini oluşturmak ve cesaretlendirmek bu süreçte gereklidir. Homofobi ve onun ergenler üzerinde etkileriyle uğraşmak her düzeydeki ve meslekteki sosyal çalışmacıların görevidir. Eğitim süreci ve okulun kendisi, yerleşik ayrımcı ideolojilerin pekişmesinin ve çoğunluğa ait olmanın, benzerliğin bir erdem ve sosyal olarak onaylanmanın adeta tek yolu olduğu yönündeki sosyalizasyonun, evrensel olarak en önemli araçlarıdır. Phoenix, Frosh ve Pattman’ın (2003), Londra'daki 12 okulda 11-14 yaş arası erkek çocukları ile yaptıkları çalışma göstermiştir ki, okul yaşantısı erkeksilik ideolojisini güçlendiren ve giderek ırkçılaştıran bir etkiye yol açmaktadır. 45 grup tartışması ve 2 bireysel görüşme biçiminde yürütülen çalışmada çocuklar, bireysel görüşmelerde, duygularını grup tartışmalarında olduğundan daha rahat açıklayabilmişlerdir. Çocukların, grup tartışması sırasında “muhallebi çocuğu” ve “yumuşak” olarak sınıflandırılabileceklerinden çekindikleri konularda yalnızken daha eleştirel ve en azından daha “ciddi” oldukları görülmüştür. Pek çok çalışma, okul yaşantısının, erkeksiliğin, dayanıklılık üzerine temellenmiş bir hiyerarşiye göre işleyen şiddet tehdidini veya gerçek şiddeti besleyen, 'zorunlu heteroseksüellik' ve onun ayrılmaz parçası homofobiyi saygın hale getiren yaygın ideolojiyi pekiştirdiğini göstermektedir. Erkek çocuklar ve genç erkekler, isteseler de istemeseler de kendilerini okul ortamlarında böyle bir durumda, "gerçek" oğlanlar ve erkeklere yönelik idealize edilmiş erkeklik kavramının atıflarını oluşturan bir eğitim süreci içinde bulmaktadırlar. Aynı zamanda bu çocuklar, çelişik bir erkeklik durumu üretmektedirler, çünkü kendilik’lerini ve hayatlarını, 'zulüm kültürü'nün bir üyesi olarak oluşturdukları, onları üzen ve yalnızlaştıran ama mutlu ve neşeliymiş gibi görünmeye iten, bir rutin olarak gerçekleştirdikleri bir performans olarak yaşarlar. Sonuç olarak çoğunlukla ortaya, diğer erkek çocuklar ve erkeksiliğin özelliklerini “başaramama ihtimali”nin oluşturduğu tehdide karşı, kendilerini sürekli olarak koruma durumunda hisseden, savunmacı bir özne durumu çıkar (Nayak ve Kehily,1996). Theodore ve Basow (2000), heteroseksüel erkeksiliğin, sosyal olarak kabul edilemez olarak görülen feminenlik etiketlenmesi korkusu olarak geliştiğini ve erkeklerin heteroseksüel olduklarının açıkça anlaşılması için, erkeksi özelliklerini olabildiğince ayırdedilebilir şekilde göstermeleri gerektiği yönündeki kültürel baskı olarak tanımlanabileceğini vurguluyorlardı. Yaptıkları çalışmada, heteroseksüel erkeksilikle homofobi arasındaki ilişkileri araştırmışlar ve gençlere kendilerinden bir erkek olarak kültürel beklentilerin neler olduğunu, bir erkeğin nasıl davranması gerektiğini düşündüklerini sormuşlar ve kendilerinin bu özelliklere ne kadar uygun olduklarını değerlendirmelerini istemişlerdir. Ayrıca homofobiyi öngörmede etkili olduğunu düşündükleri benlik saygısı değişkenini kullanmışlardır. Araştırmanın sonuçları kendileriyle ilgili çelişik atıfları olanların daha yüksek düzeyde homofobi eğilimi taşıdıkları ve düşük benlik saygısının da homofobiyi öngörmede anlamlı bir değişken olduğunu göstermiştir. Kendilik’le ilgili çelişik değerlendirmeler, eşcinselliğin tehlikeli olduğunu düşünmeye, korku, düşmanlık ve tehdit algılamaya neden olmaktadır. van der Meer (2003), geylere karşı şiddet gruplarında yer alan 30 gençle yaptığı çalışmada (Hollanda'da) farklı etnik kökenlerden gençlerin, genel bir psikolojik arka planı ve kültürel ontolojiyi paylaştıklarını göstermiştir. Düşük düzeyde bireyselleşmiş, bağımsız olmayan, benlik saygısının ya çok düşük ya da abartılı biçimde yüksek -veya ikisi deolduğu bir psikolojik ardalan, homofobi ve şiddeti beslemektedir. Bu gençlerin en büyük korkusu, bir geyin arzusunun objesi olmak; bunu onursuzluk ve efemine özelliklere sahip olmakla birleştirerek, kendileri için erkeksi statünün her şeyin üstünde olduğunu düşünüyorlar. Erkeklik ideolojisi, en çok dille kurulup pekiştiriliyor. Burn (2000), 'ibne', 'yumuşak' vb. sözcüklerin heteroseksüeller arasında bir başka kişiyi aşağılamak amacıyla kullanımının, heteroseksizmi ve geylerin damgalanması sürecini pekiştirdiğini vurgulamıştır. Üniversite öğrencileriyle yaptığı çalışmada erkeklerin kadınlardan hem geylere yönelik önyargılar hem de davranışlar açısından daha yüksek skorlar aldıklarını, heteroseksüel erkeklerin her hangi birini aşağılamak için bu sözcükleri sıklıkla kullandıklarını ve eşcinsellere karşı önyargının geylere yönelik olumsuz davranışları ve şiddeti öngörmede etkili olduğunu bulmuştur. Araştırmaya katılan gençlerin yaklaşık yarısı güçlü biçimde eşcinselliğe karşı olmasalar da, bu sözcükleri kullanmak, ait oldukları gruplara aidiyetlerini sürdürmelerinin önemli yollarından biridir. Bu sözcüklerin kullanımlarıyla ilgili farkındalık yaratma kampanyaları ve akranlarının uyarıları bu gruplarda etkili bir değişime neden olmaktadır. Fakat bu sözcüklerin kullanımını eşcinselliğe karşı güçlü olumsuz tutumları olanlarda azaltmak daha zordur. Pek çok araştırma dil-ideolojiyi ilişkisinin, homofobi ve şiddetin öngörülmesinde etkili olduğunu ortaya koymuştur.
32
Eşcinseller vardır! Speer ve Potter (2000), heteroseksizm ve önyargılı söylemin insanların tutumları, atıfları yoluyla anlaşılamayacağını, gerçek iletişimler incelendiğinde bile söylemin, önyargı etiketlenmesi korkusuyla kurgulanabileceğini, bu nedenle günlük hayattaki göreceli olarak sabit söylemsel pratikler içinde, ancak bir ideolojik olgu olarak önyargıya dayalı söylem pratiklerinin bulunabileceğini söylemişlerdir. Bu ideoloji, otoriterlik, muhafazakarlık ve insanlar ya da gruplar arasındaki doğal hiyerarşi inancı gibi her türden ayrımcılıkla ilişkili gruplararası bir dünya görüşüne işaret etmektedir. Zorunlu heteroseksüellik ve erkeksiliğin yüceltilmesine dayalı yerleşik cinsiyet kültürü sadece erkekler arasında değil, kadınlar arasında da özellikle gençlik döneminde yeniden üretilmektedir. Jackson ve Cram'in (2003) 16-18 yaşları arasındaki genç kızlarla tartışma grupları yöntemiyle yaptıkları çalışmalarında, katılımcıların, kendi cinselliklerine ilişkin duygu ve davranışlarını belirleme sürecinde, erkek akranlarının kendileriyle ilgili izlenimlerinin belirleyici olduğu görülmüştür. Kızlar heteroseksüellikle ilgili konuşurken erkek egemen heteroseksüel bir söylem kullanmakta, kendi cinselliklerini, “verici, sahip olunan” gibi kendilerini aktör olmaktan çok tabi olarak konumlandıran bir biçimde ifade etmekte, hafif kadın ya da frijit olarak değerlendirilme endişesiyle davranmaktadırlar. Kadınların, kendilerine ait söylemlerinin bireysel ve kendiliğinden olmaktan çok, kollektif ve organize olmuş söylemler olduğu açıktır. Kuşkusuz, bu kollektif ayrımcı söylemin en önemli pekiştiricilerinden biri okulla yaşanan sosyalizasyonsa diğeri de medyadır. Medya, çok açıkça görünen -özellikle ayrımcılığın yasal ya da insani, normatif bedellerinin olmadığı ülkemizde- ayrımcı ideoloji ve söyleminin yanı sıra, örtük bir söylemsel pratik kullanarak şiddeti meşrulaştırabilmektedir. Henley ve arkadaşlarının (2002) gazetelerde geylere yönelik şiddet olaylarıyla sıradan şiddet olaylarının ele alınışındaki farkları dilbilimsel olarak inceledikleri çalışmalarında, haberlerin işlenişinde, okuyucunun saldırgana, kurbana ve olayın kendisine yönelik atıflarını etkileyebilecek yanlılıklar bulmuşlardır. Örneğin geylere yönelik şiddet olayları aktarılırken “kaza, olay, vaka” gibi sözcükler kullanılırken başka şiddet olayları “saldırı” vb. nitelemelerle aktarılmaktadır; haberin aktarılma biçimi saldırganın ve mağdurun ayırd edilmesini, olayın gerçekleşmesinde tarafların sorumluluklarını okuyucunun-izleyicinin yorumlamasını etkilemektedir. Geylere yönelik şiddet olayları tek taraflı bir saldırıdan çok karşılıklı bir çatışma hadisesi olarak sunulmakta, kurbanın ve saldırganın ayırdedilmesi engellenmektedir. Özcü inançlar ve önyargı İnsanların farklılıkları algılaması ve temsil etmesi dolayısıyla gruplararası ilişkilerin oluşmasında önemli bir başka süreç de, insanların ve grupların farklılıklarının açıklanmasında kullanılan kategori ve inanç sistemleridir. Sosyal psikolojide özcü inançlar konusundaki ilk tanımlar Allport (1954) tarafından yapılmıştır. Ona göre, bir grubun özüne dair inançlar taşıma, önyargılı kişilik, katı, dikotomik ve belirsizliğe karşı toleransı düşük bir bilişsel stilin göstergesidir. Allport, önyargılı kişiliği, önyargılı bireyleri, “insan gruplarını katı sınırlarla birbirinden ayıran, kendi içinde farklılaştırmayan, ya ak ya kara, ya iyi ya kötü biçiminde ikili yapılarla tanımlayan, belirsizliğe karşı toleransı düşük, dönüşmeye dirençli olma” nitelemeleriyle tanımlar. Bu önyargı biçimi, belirli bir gruba yönelik belirli bir tutum gibi değil, daha çok o kişinin dünyanın tümüne ilişkin düşünme alışkanlığının bir yansıması olarak ortaya çıkar. Bu duruşla tutarlı olarak sosyal psikologlar ve klinik psikologları önyargıyla ilişkili olan bilişsel tonlu kişilik eğilimleri üzerinde durarak, otoriteryanizm, katılık ve belirsizliğe karşı düşük tolerans gibi kişilik özellikleri üzerinde çalışmışlardır. Allport, özcü inancı genel olarak önyargılı tutumlarla birleştirir ve şöyle tarif eder:"Her yahudide içrel olarak yahudilik vardır; oryantal ruh, zenci kanı, Hitler'in arilik ideolojisi, mantıklı Fransız, tutkulu Latin, Amerika'nın kendine özgü dehası, bunların tümü öze dair inançları temsil ederler: Bir grubun gizemli manası, onun bütün öğelerinden ve üyelerinden bağımsız olarak varolan şey." Bu pasajla Allport önyargılı bilinç durumunun bir öğesini işaret eder: Sosyal kategorilerin doğasına ilişkin inançlar. Doğuştan getirildiği düşünülen ontolojik bir inanç; bir grubu oluşturan kişilerin algılanan özelliklerinin altında yattığı düşünülen, bir kategorinin bütün üyelerinin davranışlarını açıklama gücü olan, kimliği belirleyen öze dair bir inanç.
“Homofobinin anlaşılması ve ona karşı başka bir zihniyet arka planının eşlik ettiği başka bir kültür ve karşı-ideoloji tanımlanabilmesi mümkün olabilir; dolayısıyla başka bir birarada olma, yaşama ideolojisinden beslenen dönüştürücü bir bilgi üretilebilir ve başka bir siyaset kurgulanabilir.”
33
escinseller vardir!
Haslam ve arkadaşları (2002), üniversite öğrencileriyle yaptıkları bir çalışmada, geylere karşı önyargının psikolojik olarak seksizmden ve başka gruplara karşı ayrımcılıktan farklı özellikler gösterdiğini bulmuşlardır. Bu anlamda geylere karşı önyargı, seksizm ve ırkçılıktan daha fazla, daha güçlü bir biçimde özle ilişkili inançlarla birleştirilmektedir. Çünkü eşcinselliğe ilişkin kültürel inançlar, bu durumun doğal bir özellik olmadığı düşüncesini beslemekte ve damgalama sonucunu getirmektedir. Bu bulgular geylere karşı önyargıları olan insanların erkek eşcinsellerin süreksiz, doğal olmayan, değişebilir özelliklere sahip olduğuna inanma eğilimleri olduğunu göstermektedir. Bu özcü ve özcü karşıtı inançların bir karışımından oluşan örüntü, eşcinselliğin bir günah olarak değerlendirilmesi ile de kısmen bütünleştirilebilir. Bu bulgular Whitley'in (1990), eşcinselliğe karşı önyargıların, eşcinselliğin kontrol edilebilir nedenlere atfedilmesiyle ilişkili olduğunu gösterdiği çalışmasıyla tutarlıdır. Hegarty ve Pratto (2001), geylere karşı olumsuz tutumlarla cinsel yönelimin değişebilir ve kalıcı olduğuna ilişkin inançların ilişkili olduğunu bulmuştur. Bu çalışmaların bulguları, cinsel yönelime ilişkin özcü veya inşacı açıklamaların ikisinin de farklı riskleri barındırdığını göstermektedir. Eşcinselliğe yönelik biyolojik görüş toleransı cesaretlendirebilir ama aynı zamanda eşcinsellerin kategorik olarak farklı türler biçiminde algılanmasına, dolayısıyla uzakta tutulmalarına, kaçınılmalarına ve ihmal edilmelerine yol açabilir. Ayrıca, grupları birbirinden değişmez özelliklerle ayırmaya götüren, sınırları güçlendiren ve farklılıklar üzerinde kurgulanan özcü inançlar, yalnızca ayrımcılığa uğrayan gruba karşı kullanıldığında ayrımcılık ideolojisini beslemezler. Bir grup üyelerinin tek tek kendilerinin ya da grubun kimliğini inşa etme sürecinde kendi öz’lerine dair kalıcı inançları da aynı tür ayrımcılığı besleyebilir. Sonuç olarak söylenebilir ki, homofobinin bir gruplararası ilişki ideolojisi olarak ele alınması, ayrımcılığı ve şiddeti anlama sürecinde, hepimize özgürleştirici bir çerçeve sağlamaktadır. Böyle bakıldığında, homofobinin anlaşılması ve ona karşı başka bir zihniyet arka planının eşlik ettiği başka bir kültür ve karşı-ideoloji tanımlanabilmesi mümkün olabilir; dolayısıyla başka bir birarada olma, yaşama ideolojisinden beslenen dönüştürücü bir bilgi üretilebilir ve başka bir siyaset kurgulanabilir.
Kaynaklar Burn S.M. (2000) Heterosexuals' use of "fag" and "queer" to deride one another: a contributor to heterosexism and stigma. Journal of Homosexuality, Vol. 40(2) Cullinan C. C. (2002) Finding racism where you least expect it. Chronicle of Higher Education, 5/31/2002, Vol. 48, Issue 38, 13-14 Haslam ve ark.(2002) Are essentialist beliefs associated with prejudice? British journal of Social Psychology. Vol. 41, Issue 1, 87-101 Henley N.M., Miller M.D., Beazley J.A., Nguyen D.N., Kaminsky D. ve Sanders R. (2002) Frequency and specificity of referents to violence in news reports of anti-gay attacks. Discourse and Society, Vol. 13(1), No. 75-104 Herdt G. ve van der Meer T. (2003) Homophobia and anti-gay violence-Contemporary perspectives. Culture, Health and Sexuality, Vol 5, No. 2, 99-101 Jackson S.M. ve Cram, F. (2003) Disrupting the sexual double standart: young women's talk about heterosexualty. British Journal of Social Psychology. 42, 113-127 Phoenix A., Frosh S. ve Pattman R. (2003) Producing contradictory masculine subject positions: narratives of threat, homophobia and bullying in 11-14 year old boys. Journal of Social Issues, Vol. 59, No. 1, 179-195 Quinn T. L. (2002) Sexual orientation an gender identity: an administrative approach to diversity. Child Welfare, Vol. 81, Issue 6, 913-929 Ryan C. ve Rivers I. (2003) Lesbian, gay, bisexual an transgender youth: victimization and its correlates in the USA and UK. Culture, Health and Sexuality, Vol. 5, 103-119 Speer S.A. ve Potter J. (2000) The management of heterosexist talk: conversational resources and prejudiced claims. Discourse and Society, Vol. 11(4), 543-572 Theodore P.S. ve Basow S.A. (2000) Heterosexual masculinity and homophobia: a reaction to the self? Journal of Homosexuality, Vol. 40(2) van der Meer T. (2003) Gay bashing-a rite of passage? Culture, Health and Sexuality, Vol. 5, 153-165
34
Eşcinseller vardır!
Sinemada lezbiyenlik:
“Kayıp ve Çılgın” mı? “Cennetlik Yaratıklar” mı? Mevlüde Sahillioğlu, Lost and Delirious/Kayıp ve Çılgın ve Heavenly Creatures/Cennetlik Yaratıklar adlı filmler üzerinden lezbiyen film teorisini tartışıyor. Lezbiyen film teorisine tarihsel olarak bakan Sahillioğlu, örnek aldığı filmler üzerinden ataerkilliğin lezbiyenliğe bakışı ile feminizmin lezbiyenliğe bakışını anlatıyor. Avrupa Sanat Sineması ile lezbiyen filmin ilişkisini Merck şöyle ifade eder: “Lezbiyenlik var olmasaydı, sanat sineması lezbiyenliği keşferderdi” (1998:154). 1945 sonrası başlayan, 1970’lerde başta San Francisco olmak üzere, Londra, New York, Toronto, Berlin gibi metropollerde giderek yaygınlaşan eşcinsel film festivalleri, 1969 yılında Gay Özgürlük Hareketi ve bunun sonucunda kamuoyunda yankı uyandıran eşcinsel hareket, eşcinsel filmlerin yaygınlaşmasında önemli rol oynamıştır. Girls in Uniform (Madchen In Uniform, Leontine Sagan, 1931
Mevlüde Sahillioğlu*
Eşcinsellik kavram olarak ilk kez İsviçreli bir doktor
tarafından ortaya atılmış, ancak; bu sözcük 1890’lara kadar kullanılmamıştır. Lezbiyen filmlerinin öncüleri Different From the Others (Anders Als Die Andem, 1919) ve Girls in Uniform (Madchen In Uniform, Leontine Sagan, 1931) filmleri olarak sayılmaktadır. Bu öncü filmleri, Fransız yapımı Olivia, Altın Gözlü Kız gibi filmler izlemiştir. Almanya ve Fransa’dan sonra Hollywood’da 1890-1910’da cinsel teorilerin oluşması; tıptaki gelişmelerin de etkisiyle eşcinsellik meşruluk kazanmıştır. 1930’larda Hollywood sinemasında lezbiyenlik imaları olsa da bu imalar lezbiyen izleyiciye yönelik değil; erkek bakışına yöneliktir. Katherine Hepburn, Marlene Dietrich, Greta Garbo gibi oyuncuların lezbiyen-biseksüel olup olmamalarıyla ilgili dedikodular onların yıldız olmaları sürecinin bir parçası olmuştur.
İkinci Dünya savaşı sırasında çok sayıda kadın ve askerin hemcinsleriyle aynı ortamda yaşamak zorunda kalmasıyla toplumsal düzeyde eşcinselliğin varlığı konusunda farkındalık oluşmuştur. 1940’larda San Francisco’da Dick Fontaine’nin filmleri vasıtasıyla lezbiyen filmler evlerde, kulüplerde izlenilmiş; finansal desteğin olmaması nedeniyle eşcinsel filmler ve videolar çeşitli workshoplarda gösterilmiştir. Avrupa Sanat Sineması içinde gelişen lezbiyen sinema ile lezbiyen temsili oluşmaya başlamış, kadın yönetmenlerin de etkisiyle lezbiyen sinema görünür hale gelmeye başlamıştır.
Amerikan sinemasında eşcinselliğin hayatta gerçekte aldığı yeri alması, ancak savaş sonrası ve özellikle 50’lerden sonra olacaktır. Televizyonun yaygınlaşması, evlere girmesi ve aile eğlencesi niteliğini sinemanın elinden almasıyla birlikte, sinema da her alanda (politik, toplumsal, moral) artık bir ‘yetişkin sanat’ olacak ve insanın her türlü sorununa daha bilinçli ve sorumlu biçimde yaklaşmaya çalışacaktır. (Dorsay, 2000:164) Lezbiyen filmin ilk örnekleri denilebilecek filmler; ABD’li Su Friedrich’in Damned if you don’t (1987) adlı filmi, Jan Oxenberg’in Home Movie adlı kısa filmi (1972), Barbara Hammer’in Dyketactics (1974) filmidir. (Jones, 2000: 88) Bu yönetmenler kültürel- radikal feminizmin içinde yer almış ve lezbiyenliği bireysel, cinsel bir form olarak değil; sosyal veya politik özgürlüğün bir formu olarak görmüşlerdir. Bu yönetmenler, yaptıkları kısa filmlerde lezbiyen tecrübesini, cinselliğini göstermişlerdir. (Weiss, 1993:139). Bu dönemde lezbiyen karakterlerin, ilişkilerin olduğu filmler nicelik olarak azdır, lezbiyen ilişkinin gösterildiği filmlerde ise, lezbiyenler saldırgan, mazoşist, sadist, kıskanç ve nefret dolu gösterilmiştir. Kurtuluş’a göre buna istisna olarak Radley Metzger'in The Lickerish Quertet (1970) filmi, Robert Aldriche'in The Killing of Sister George (1969) filmi, Ingmar Bergman'ın The Silence (1964) filmi ve Claude Chabrol'ün Les Biches (1968) filmleri gösterilebilir (2003). 1960'lı yıllarda Amerika’daki özgürlük arzusu ve toplumda dışlanan kesimlerin talepleri bağlamında lezbiyenlik de gündeme gelerek tartışılmaya başlanmıştır; ancak, dönemsel koşullar nedeniyle oluşan muhafazakarlığın kadın haklarına ve eşcinselliğe karşı olumsuz yansımaları sinemada da görülmüştür.
35
escinseller vardir! Lezbiyen temsillerin niteliğine bakıldığında 1970'li ve 80'li yıllarda feminist filmlerde lezbiyenliğin 'negatif' olarak temsil edildiği ve lezbiyen aşkın erkek izleyicinin bakışına sunulduğu görülür. O dönemde lezbiyen karakterlerin, vampir, canavar, sadist, katil gibi türlü klişelerle betimlenmesi eleştirilen bir konu olmuştur. Kurtuluş’a göre “vampirlerin bir canavar olarak gösterilmesi, erkeklerin lezbiyenliğin hetoroseksüelliğe bir alternatif olabileceği yollu endişelerini yatıştırır. Vampirin ataerkil toplumda bastırılan ve yok sayılan cinsel özgürlüğü simgelemesi, erkek egemen korkuları uyandırması ve sonunda ölmesiyle birlikte bu korkuların sona ermesi lezbiyen vampir filmlerinin temel izleğidir.” (2003) 1990'lardan önce lezbiyenlerin 'pozitif' bir biçimde temsil edildiği film sayısı çok az olmuştur. Lezbiyen karakterler çoğu filmde iyinin karşısında kötüyü, tanrının karşısında şeytanı, masumun karşısında suçluyu temsil etmiştir. Bu filmlerin sonunda lezbiyenler ya cezalandırılmışlar ya da öldürülmüşlerdir. Buna en iyi örnek vampir lezbiyen filmlerindeki karakterlerdir. Lezbiyen film eleştirisi için bir başka sorunsal, lezbiyen aşkın gösterimidir. Yaygın olarak porno endüstrisi, lezbiyen ilişkiyi erkeklerin fantezi dünyalarına yönelik sunarken, Hollywood sinemasındaki lezbiyen filmlerde de lezbiyen aşkın gösterilmesinde klişelerden uzaklaşmak genelde mümkün olmamaktadır. Weiss’in lezbiyen sinema üzerine tartışmasının önemli bir bölümü, heteroseksüel erkeği geleneksel heyecanlandırma işlevini üstlenmeden “lezbiyen izleyicilere haz veren kadın” merkezli, yakınlık ve sevişme sahneleri üretme sorunlarına odaklanır. (Weiss’tan aktaran Jones, 2000:93).
Halbuki lezbiyen izleyicinin talepleri farklıdır; ve, filmler genelde onların beklentilerini karşılamaktan uzaktır. Bu noktada filmlerin izleyici tarafından nasıl yorumlandığı da önem taşır. Bazen lezbiyenliği olumluyor gibi görünen temsiller, alt metin okumasıyla negatif temsil olarak yorumlanabilirken; bazen bunun tersi de mümkün olabilmektedir.
Dedikodu olgusu da 1990’larda lezbiyen film teorisiyle ilişkilidir. 1930’larda ünlü film yıldızlarıyla ilgili yapılan dedikodular da olduğu gibi 90’larda da Jodie Foster için, filmlerinde lezbiyen bir karakteri hiç canlandırmamış olsa da, dedikodular üretilmiş; Foster’ın filmlerindeki mimikleri, vücut dili lezbiyen izleyiciler tarafından dikkatle yorumlanmıştır. “Lezbiyen sinemacılar kendilerine sistem içinde bir yer bulmuşlardır; ancak kendilerinden beklenen değişimi gerçekleştirememişlerdir. Bu, bir anlamda, lezbiyen sinemanın evcilleşmesi, sisteme entegre olarak bir alt türe dönüşmesidir. Dolayısıyla 'yeni' olan bir şey yoktur. 'Eski', 'yeni'yi içine almış, onu paraya çevirmiştir”. (http://www.cinnet.org)
Kayıp Ve Çılgın - Lost and Delirious Yönetmen: Lea Pool Kanada, 2001. Senaryosunu Judith Thompson’ın yazdığı, yönetmenliğini Lea Pool’un yaptığı, 2001 tarihli Kayıp ve Çılgın adlı filmde; başrollerde Piper Perabo (Paulie), Jessica Pare (Victoria) ve Mischa Barton (Mary) yer alır. Mary’nin günlüklerine yazdıklarının Mary’nin sesinden anlatıldığı film, bir yatılı kız okulunda Mary’nin yurttaki oda arkadaşlarının (Polly ve Victoria) tutkulu ilişkilerini anlatır. Filmde gençlik aşkı, homofobi, reddedilme, aile ve lezbiyenlik gibi temaları işlenir. İki sevgiliden (Paulie ve Victoria), Victoria; Paulie’yi sevmesine karşın annesinin onun için istediği hayatı yaşamayı tercih eder ve bu muhafazakar düşünce biçimi, Paulie ile aşkını yaşamasına engel olur. Filmde; Victoria’dan ayrılmasıyla Pauline’nin yaşadıkları, Pauline’nin Victoria’yı elde etmek için kendiyle ve çevresiyle verdiği mücadeleyi anlatır. Filmin sonunda Pauline özdeşim kurduğu yırtıcı kuş gibi ‘özgürlüğü’, intiharı seçer.
36
Eşcinseller vardır!
Filmdeki feminist öğelere bakıldığında; film anlatıcısının kadın sesi olması, Paulie’nin derste hocasının kendisine çenesi düşük demesine “erkeklerin bizi aşağıladığı bir kelimeyle bizimle konuşamazsın, bu dayaktan da ağır” demesi, Mary’nin okulun bahçıvanına yardım teklif etmesiyle cinsiyetçi iş bölümünün kırılması gibi feminist öğeler görülür. Ayrıca; Victoria, “bütün erkekler göğsümden hoşlanıyor, Jack’in doğum gününe gideceğime evde matematik (en sevmediği ders) çalışmayı tercih ederim” diyerek kadının cinsel obje olarak görülmesine gönderme yapar. Ancak; filmde akıl danışılacak bilge kişinin erkek bahçıvan olması, Paulie’nin, kendisini reddeden Victoria için üzülürken yırtıcı kuşa ithafen “sen olsan pes etmezdin değil mi, bir dişi kuş seni bıraksa yığılıp kalmazdın; en yüksek dala çıkıp sevdiğini kollarına alıp onu yükseklere uçurur, olduğun yerde kalıp bir kız gibi pes etmezdin” demesi gibi feminist olmayan öğelere de rastlanılır. Ayrıca filmde sık sık Shakespeare’den okunan Lady Macbeth şiirlerinin “sütümü zehirle değiştir; tıpkı bir erkek gibi” dizesine Mary “Cesur olmak istiyor, yapması gerekenleri yapmak konusunda; ama, gücü yoktu. Sütümü zehirle değiştir derken bir erkek kastedilmiştir. Çünkü; erkekler hiçbir şeyi dert etmezler” yorumu yapar. Bunun üzerine Victoria’nın “kadınlığımı alsalar diyorum; bazen, fazla soruna yol açıyor” demesi kadın olma durumuyla bağlantılı olarak dikkat çekicidir. Film, lezbiyen ilişkinin gösterilmesi bakımından değerlendirildiğinde; kızların elele gezmesi, öpüşmesi, uzun sevişme sahnesinin olması, aynı yatakta sık sık görülmeleri gibi lezbiyen ilişkinin temsillerinin olduğu görülür.
Filmin ilk sahnesinde Paulie’nin, Bayan Mo’nun (çirkin, yaşlı, tecrübeli, anlayışlı hoca) lezbiyen olduğunu düşündüğünü söylemesi (filmde bu ima ile ilgili başka bir sahne yok), Mary’e oda arkadaşlarının ilişkilerini bir süre sonra çok doğal bir şey gibi gelmeye başlaması, lezbiyen ilişkinin olumlanması- normalleştirilmesi şeklinde değerlendirilebilir. Okulda Paulie’nin lezbiyen olduğuna dair dedikodular karşısında sınıfın en çalışkan öğrencisinin “ne olmuş benim teyzem de lezbiyen, bu bir şeyi değiştirmez. Bu doğru olsa da ‘boş ver, büyüyün biraz’ derdim” demesi, Paulie’nin Victoria’ya ilişkileriyle ilgili “21. yüzyıldayız ne olacak” diye sorması filmde lezbiyenliğin olumlandığını (Cennetlik Yaratıklar’a kıyasla) gösterir. Gece tesadüfen uyanan Mary’nin, dışarıda kızları öpüşürken görünce “erkeklere hazırlık yaptıklarını” düşünmesi lezbiyenliğin meşruluğu bakımından önemlidir. Cinsiyet rolleri bakımından Victoria güzel, duygusal, ince biri olarak kadın rolünü, Paulie ise şiddete sık sık başvurması, dış görünüşü, yırtıcı kuşla özdeşleşmesi (özgür ruh olmaları, ona uçmayı öğretme sembolleri), eskrim gibi sporlarla uğraşması, aileler gününde giyimi ve kısa saçlarıyla Victoria ile dans etmesi bakımından erkek rol kalıplarını temsil eder. Filmde lezbiyenliğin kimlik bağlamında tartışılması gereken ilginç bir sahne Mary ile Paulie arasında geçen şu diyalogtur: Mary: “O lezbiyen değil onu anlamaya çalış” Paulie: “Lezbiyen mi? Dalga mı geçiyorsun? Ben öyle miyim? “ Mary: “Sen bir kıza aşık olan bir kızsın öyle değil mi?” Paulie: Hayır, ben Tori’ye (Victoria) aşık olan Polly’im; unuttun mu? Tori de bana aşık, çünkü; o benim ve ben de onunum ve biz lezbiyen değiliz; ikimiz de...
Bu diyalogda, ergenlik dönemindeki Polly’nin kendi kimliğinin farkında olmaması, lezbiyenliğini keşfetme ve kabul etme sürecini tamamlamadığı söylenebilir. Burada bir kimlik reddinden çok, lezbiyenliğinin farkında olmama durumu söz konusudur.
37
escinseller vardir!
Ayrıca Paulie, hocası Bayan Mo’nun kendisine yardım telifini reddeder. İlişkilerinin açığa çıkması karşısında Victoria’nın tutumuna bakıldığında “annem dindar, dar görüşlü biri, ailemin hayatımdan çıkmasını istemiyorum, onları kaybetmeye dayanamam. Pauline’i seviyorum. Kimseyi onu sevdiğim gibi sevemem. Onu incitmek beni öldürüyor; ama, benim yaşamam gereken bir hayat var. Annemlerin benimle ilgili hayalleri var, bana acı verse de eskisi gibi olması imkansız. Polly bunu kabul etmekte çok zorlanacak, sadık bir dosta ihtiyacı olacak” der ve Paulie’ye onunla sadece arkadaş olmak istediğini, Paulie’nin de artık lezbiyenliğinden “kurtulmasının” zamanı geldiğini söyler (lezbiyenliğin kurtulunması gereken bir şey olduğu vurgusu dikkat çekici!) ve “normal” olduğunu kanıtlamak için bir erkekle cinsel ilişkiye girer ve arkadaşlarına erkeklere ne kadar bayıldığını, cinsel deneyimleriyle ilgili şeyler anlatır.
Filmde anne-kız ilişkilerinin sorunlu olduğu görülür. Üç kızın da annesiyle çözemediği problemleri vardır: Paulie annesini hiç görmese de, bilinçaltında onu bıraktığı için annesini suçlar; ama, bununla yüzleşir ve onu affetmeye çalışır. Victoria ise annesi hakkında “anne senden nefret ediyorum. İşin aslı ben sana çikolata gibi bağımlıyım. Sen sözlerinle ve ses tonunla beni eziyorsun, senin gibi olmamı istiyorsun. Bazen, gerçekten ölmeni istiyorum” diye düşünür. Mary ise, Victoria’ya benzer; üvey annesini sevmez. Anne-kız ilişkilerindeki problemler “kayıp kızlar” olmalarının bir nedeni olarak yorumlanabilir. Ayrıca, kızların anneleriyle olan ilişkilerini birbiriyle paylaşmaları onları yakınlaştırır; ortaklıklar kurmalarını sağlar.
38
Cennetlik Yaratıklar - Heavenly Creatures Yönetmen: Peter Jackson Yeni Zelanda-İngiltere-Almanya, 2001. Frances Walsh-Peter Jackson ortak yapımı olan, başrollerinde Kate Winslet, Melenie Lynste ve Hana Hunt’ın oynadığı gerçek bir öyküden uyarlanan 1994 yapımı Cennetlik Yaratıklar filmi Yeni Zelanda’da, 1953-54 yıllarında Chrischurch’da geçer. Filmde iki ana karakterden Pauline, çirkin, şişman, beceriksiz, asosyal, çok kitap okuyan, orta sınıftan, ailesiyle geçinemeyen bir genç kızdır. Juliette ise güzel, akıllı, ailesi ile görünürde anlaşan zengin bir genç kız. İki kızın aralarında sınıf, kültür ve fiziki farklılıklar bulunur. Juliette, okula yeni öğrenci olarak gelir; İngiltere’den geldiği için sınıfa “dünyayı görmüş” diye tanıtılır. (O zamanlar tarihsel olarak Yeni Zelanda-İngiltere çekişmesi vardır.) Ukala bir kız olan Juliete’in babası rektör, annesi evlilik danışmanıdır (annesi hastalarıyla flört ediyor). Juliet ile Pauline aralarında ortaklıklar kurar ve beraber roman yazmaya karar verirler. Juliette verem teşhisiyle hastaneye bırakılır. Kızların geniş hayal gücü vardır ve yarattıkları fantazi dünyalarında Deborah (Juliette) ve Charles (Pauline) rollerine bürünür. Bu arada Pauline, kiracıları John ile cinsel ilişkiye girer ama Juliette hastaneden çıkınca John’u unutur. Kızların yakınlaşması Juliette’in babasını rahatsız eder ve aileler kızların görüşmesini yasaklayınca Pauline hasta olur, doktora gider; doktor ona “homoseksüel” teşhisini koyar. Juliette’i, ailesi Güney Afrika’ya göndereceği için Pauline kötüleşir. Aileler kızların son günlerini beraber geçirmelerine izin verir ve kızlar ayrılmamak için bir cinayet planı yapıp Pauline’nin annesini öldürürler. Juliette, İngiltere’yi temsil ederken Pauline, Yeni Zelanda’yı, yereli temsil eder ve Pauline’nin Juliette’e olan tutkusu İngiltere hayranlığı ve Yeni Zelanda’nın lezbiyenliğe ilişkin görüşleriyle ilişkilendirilebilir. Elleray’e göre; “lezbiyenlik ile Yeni Zelandalılığın kesişmesi ve izleyicinin Pauline’nin lezbiyenliğini reddetmesi Yeni Zelandalılığı da reddetmesini ve Pauline’nin annesini öldürmesini kabullenmesiyle aynı anlama gelir” (238). Filmde lezbiyen olmak, kızların aynı zamanda ciddi hastalıklar geçirmesiyle, yani “sağlıksız” olmakla bağdaştırılır. Juliette “bütün iyi insanların kemik ve göğüs hastalıkları vardır; bence acayip romantik bir şey bu”, diyerek kendi aralarında ortaklıklar kurar.
Eşcinseller vardır! Juliette’nin annesiyse kızların rahat bırakılması gerektiğini düşünür, daha hoşgörülü yaklaşır. Filmdeki ataerkil bakış Doktor Benett ve Juliette’nin babasıdır ki; onların bakışı 1950’lerin homofobik bakışıyla paraleldir. Elleray, “Pauline’nin John’la cinsel ilişkiye girerken, John’un orgazma ulaşmasıyla Pauline’nin Juliette’i düşünmesinin eş zamanlı gösterilmesi, heteroseksüel ilişkinin koyduğu romantizm normlarını tersine çevirir” der. (231) Filmde fantazi dünyasının tehlikeli olabileceğine ilişkin göndermeler vardır. Bir başka deyişle “eğer fantaziye kapılırsanız ve fantezi ile gerçeğin sınırı bulanık hale gelirse sonunda ölüm gibi kötü şeyler olur” mesajı verilir. Nitekim; filmde doktorun muayanehanesinde arka planda “her gün meyve yiyin, sağlıklı bir kivi (kuş türü) olun” denilerek Pauline’nin lezbiyenliğinin medikal tedavisi ile sağlıklı ulus kimliği yan yana konulmaya çalışılır. Doktorun lezbiyenliği “zihinsel bir hastalık” olarak nitelendirmesi, teşhisini “Pauline yaşındaki biri için geçici bir durum ama nüksedebilir, ruhunda onarılmaz yaralar oluşabilir. Fiziksel bir rahatsızlığı yok; verem testi yaptım, kilo vermesi zihinsel bir nedene bağlayabiliriz. Güzel bir ailesi var; tıp ilerliyor, bunun da çaresini bulurlar. Büyüyünce bir şeyi kalmaz” görüşü dönemin eşcinselliğe bakışını çok net ortaya koyar. Ayrıca, doktor teşhisini ‘homoseksualite’ olarak söylerken kameranın doktorun ağzını yakın çekime alması doktoru seyirciye itici gösterir. Filmdeki lezbiyen öğelere bakıldığında; kızların öpüştükleri, elele dolaştıkları, beraber banyo yaptıkları görülür. Yarattıkları fantazi dünyasında cinsiyet rolleri vardır; Juliette “Deborah”ken, Pauline “Charles” rolüne bürünür. Kızların fantazi dünyalarındaki hayal ettikleri yaşamla paralel olarak Charles-Deborah heterokseksüelliği geçek yaşamda homoseksüalite olarak kendini gösterir. Pauline, John’la cinsel ilişkiye girerken fantezi dünyasındaki Deborah’ı (Juliette) hayal eder. Filmde Juliette’nin babası “bu arkadaşlık normal bir şey değil. Kızınız, görünüşe bakılırsa Juliette’e günahkar bir biçimde bağlanmış” diyerek gelenekleri, homofobik bakışı sembolize eder. Juliette’in babasının “başlamadan engel olmalıyız, eğer Pauline’nin duyguları böyle bir yola sapmak üzereyse arkadaşım Doktor Bannett onu normale döndürmeyi başaracaktır” diyerek lezbiyenliği bulaşıcı, tedavi edilmesi gereken bir şey gibi tanımlar.
Genel anlamda Kayıp ve Çılgın ile Cennetlik Yaratıklar filmlerindeki ortaklıklara bakıldığında ikisinde de lezbiyen ilişkinin ölüm-ayrılık getirdiğinin ortak olduğu görülür. Kayıp ve Çılgın’da lezbiyen ilişki, görece normalleştirildiği için Cennetlik Yaratıklar’a göre biraz daha olumlu sayılabilir. Cennetlik Yaratıklar’da lezbiyenlik fiziksel olmaktan çok hayalidir. Kayıp ve Çılgın’da ise lezbiyen ilişki somut olarak görülür. Her iki film de ergenlik dönemindeki kızları günlüklerinden hareketle onların dünyalarını kendi seslerinden anlatır. Lezbiyen ilişkinin temsili anlamında elele tutuşmaları, öpüşmelerinin yanında Kayıp ve Çılgın’da uzun bir sevişme sahnesi vardır. Anne kız ilişkileri iki filmde de problemli bir konudur. Cennetlik Yaratıklar’da iki zıt anne temsil vardır; ama kızların ikisi de annesiyle anlaşamaz. Her iki filmde de sorunlu anne-kız ilişkisi filmlerin kurgulanışında önemli bir yer tutar. Her iki filmde de lezbiyen ilişkideki cinsiyet rolleri vardır; karakterler bu rollere uygun davranır. Cennetlik Yaratıklar’ da farklı olarak aldatma-boşanma gibi konular da yer alır.
39
escinseller vardir! Genel Değerlendirme Eşcinseller ile sinema arasında ilişkinin önemini, İri şöyle ifade eder: “Eşcinsellerin sinema ile çok özel ilişkileri olmuştur. Çünkü; eşcinseller, sadece karşıcinsel akranlarından izole olarak gelişmiyor, aynı zamanda birbirlerinden de izole edilebiliyor. Dolayısıyla birbirleri hakkında bilgi ve fikir için büyük oranda kitle iletişim araçlarına yönelik bir biçimde yaşayabiliyorlar.” (18) Sinemada genel anlamda modern bir lezbiyen kimliği kurulmaya çalışıldığını, Yeni Eşcinsel Teori’nin de etkisiyle lezbiyen temsillerin değiştiğini söylemek mümkündür. Genel olarak lezbiyen izleyicinin taleplerini dikkate alındığını söylemek çok doğru olmasa da yine de olumlu sayılabilecek gelişmeler vardır. Russo’ya göre “1980-1990’larda ana akım Hollywood sineması, eşcinselliğin temsili bağlamında hem bir şey kazandı hem bir şey kaybetti: 14 yaşında sinemaya gidip dünyadaki tek gey olmadığını görmesi bir kazanç; ama, artık eşcinsellerin eskiden kimsenin giremediği gizli dünyası gözler önüne seriliyor. Yani her şey ortada.” Yazara göre; “lezbiyen temsili tarihi basitçe 1930’ların alt metinlerinden gay özgürlük hareketine uzanan 1980’lerin pozitif temsiline giden bir süreç değil; farklı grupların birbiriyle çelişen iddia ve ilgilerinin mücadele alanıdır”. (Russo’dan aktaran Weiss,1993: 162) Son dönemde cinselliğe, ahlaka, perdedeki çıplaklığa bakış değişmektedir; artık, farklı cinsellikler perdede temsil edilmektedir. Her ne kadar lezbiyen filmlerinin sayısı gey filmlerine göre daha az olsa da lezbiyen ilişkinin temsili perdede yerini almaktadır. Bir önceki döneme kıyasla lezbiyen temsilleri biraz daha olumlu gösterilmekle beraber var olan ataerkil bakış yine de etkisini sürdürmektedir. Bunun yanında film analizinin kavramlarının arasına lezbiyen kadınların da girmesi, bu alanda feminizmle de bağlantılı olarak akademik çalışmalar yapılması olumlu bir gelişmedir. Sonuç olarak; sinema ve lezbiyenlik arasındaki aşk nefret ilişkisi bağlamında lezbiyenliğin daha görünür hale gelmesi yönünde yapılacak filmlerin sinemaya önemli katkıları olacaktır. * Ankara Üniversitesi Kadın Çalışmaları Yüksek Lisans Öğrencisi
40
KAYNAKÇA Başaran,Yeşim (2004). “Belirsizlik = Queer = Kaçış”. KAOSGL. Sayı: 22: 15-18 Dorsay, Atilla (2000). “Cinselliğin Gizemli Yolları”. Sinema ve Kadın. İstanbul: Remzi Ficher, Lucy (1979). “Film Tradition and Women Cinema”. Shot/ Countershot, Macmillan Education: 250-269 Elleray, Michelle (1999) “Heavenly Creautes in Godzone”. Out takes Essays on Queer Theory and Film, içinde: Cellis Hanson, Duke University Press : 222-238 İri,Murat (1998) “Popüler Sinemada Eşcinsel Temsilleri Üzerine Bir Giriş Denemesi ve (Film Noir) Kara Film’de Eşcinsellik”. 25. Kare. Ekim-Aralık. 18-21 Jones, Chris (2000). Lezbiyen ve Gay Sineması. Çev. Ertan Yılmaz. Sinemasal. Bahar 2004: 86-106 Johnson, Liza (2004). “Perverse Angle, Feminist Film, Queer film, Shame”, Signs, Autumn 04 :1368-1371 Levy, E. (1999), “The New Gay and Lesbian Cinema”. Cinema of Outsiders”, New York Press : 475-479 Mayne, Judith (2000). Framed. London :University of Minnesota Kuruluş, Özgür(2003) “sansür-Vampirler”, www/2003/09/12/23604.htm. Ankara.
13/09/2003
Rich Ruby (1998) “Prologue,Softball,the Goddess and Lesbian Culture. Chickflicks, Duke Universitiy Press: 207-211 Staiger, Janet (1995). Bad Women, Regulating Sexuality in Early American Cinema, London :University of Minnesota Pres Meck, Mandy ( 1998). “Gender and Sexuality in Popular Cinema”. Working Girls, Gender and Sexuality in Popular Cinema. İçinde: Yvanne Tosker, Routledge: London and New York :150-155 Weiss, Andrea (1993). “Trangressive cinema: Lesbian Independent Cinema”. Vampires and Violets Lesbians in Film, Penguin Boks: 137-145 http://www.cinnet.org/cinaynalar/lezz.php ıÜüSinemaLezbiyen “Lezbiyen Sinema ve Popüler Kültür”
Eşcinseller vardır!
Yollarda neden portakal verilir? “Jeanette bir kadına aşık olur; yani, hiç girilmemiş yola sapar aslında. Farklı bir yaşam yaratma süreci işte tam da burada başlar onun için. Bir kadın olarak başka bir kadına aşık olmanın cezasını dışlanma, kendini ait hissedebileceği bir topluluktan mahrum kalma biçiminde yaşayacaktır.” Winterson sonraki romanları, “Vişnenin Cinsiyeti”, “Tutku” ve “Dizüstü”nde tarihten öğeler alarak bunları kendi süzgecinden geçirip dönüştürürken, “Geçmiş keşfedilen bir ülkedir; tarihte bir anın üzerine konuşlanır sonra da yeniden keşfedersiniz o anı” düşüncesini yazıya geçiriyor. “Tek Meyve Portakal Değildir” romanında üzerinde konuşlandığı tam da kendi kişisel tarihidir; anne ve babasıyla, yakın çevresiyle yaşadığı cinsel kimliğini yaşama mücadelesinin tarihi.
Mine Özyurt Kılıç “Yazmak yolculuktur; imgelemimin yolculuğu. Kitaplarımda ne varsa ruhumun çıktığı yolculuklardan alır ilhamını.” Böyle diyor Jeanette Winterson, Margaret Reynolds ile yaptığı söyleşide edebiyattan, kitaplarından ve yazmaktan söz ederken. Bunu söylerken aslında Winterson, ilk romanı Tek Meyve Portakal Değildir’in özyaşamsal bir öyküden, yani gerçekte bu hayatta aldığı yolculuktan beslendiğini başka biçimde söylemiş de oluyor. Romandaki Jeanette de, yazar Jeanette gibi ruhunun peşine düştüğü yollarda meyve diye durmadan portakal verilmesine duyduğu tepkiyi anlatıyor. Tılsımlı bir başlığı var bu romanın. Daha ilk sözle Winterson sanki “Hayır!” diye duyuruyor sesini; alternatifsizliğe öfkesini savuruyor sanki. Bu açıdan bakınca, “Tek Meyve Portakal Değildir”, her türlü farklılığı korkudan titreyerek karşılayan ve dahası bunları rendeleyerek var olan, mecazi anlamda meyve deyince hep bir ağızdan “Portakal!” diye bağıran geçerli normlar karşısında dimdik durmaya çalışmanın romanıdır.
Romanın alt başlıklarına bakınca da, bunun bir büyük anlatıyı bozup baştan anlatma macerası olduğunu anlıyoruz. Winterson, roman başlıklarını adlandırmak için Eski Ahit’teki bölüm adlarını kullanıyor: Tekvin, Eksodus, Levitikus, Sayılar, Tensiye, Yeşuva, Yargıçlar ve Ruth. Ama anlattığı aslında kendi yaşantısı. Örneğin, “Tekvin” başlığını alıyor; ama, anlattığı Adem ve Havva’dan başlayarak insanlığın yaradılışı değil, kendi çocukluğudur; kendini yaratma sürecinin özetidir sanki yazılanlar. Eksodus’da da kendi çıkış yolunu nasıl bulduğunu anlatıyor. Böyle olunca alttan alta yanan öfkeyle, bir karşı çıkışla, inceden inceye alayla kuruyor metnini Winterson. İçini yeni sözcüklerle doldurduğu bu eski biçim sonunda okura “Alın size yeni bir Ahit!” der gibidir. Tekvin bölümünde Jeanette bir kadına aşık olur; yani, hiç girilmemiş yola sapar aslında. Farklı bir yaşam yaratma süreci işte tam da burada başlar onun için. Bir kadın olarak başka bir kadına aşık olmanın cezasını dışlanma, kendini ait hissedebileceği bir topluluktan mahrum kalma biçiminde yaşayacaktır.
41
escinseller vardir!
Mecazi anlamda evsizliği “Tekvin” ile başlar yani. Olumsuzlanacak, yok sayılacaktır bundan böyle; çünkü yoldan çıkmıştır bir kez. Ama o, öz değerlerine, içindeki sezgilere kulak verir. Böylesi birinin heteroseksüelliğin dayatıldığı ataerkil düzenin kahramanlar tarihinde yer almadığını elbette bilir ve çözüm olarak Orta Çağ’da bir sadakat timsaline dönüşmüş kahraman Parcifal’ı alır kendine ve kendi öyküsünü bu zarf öykünün içine yerleştirir. Bunu yaparken öykü anlatmayı sürdürür; ama, bir yandan da anlattığı öykü aracılığıyla kendi tarihinin yazılmamasına baş kaldırır:
Zaten “Tarih Aziz George’dur” derken de yaşantısının yok sayıldığının altını çizer: Aziz George değilsen öykün hiç duyulmayacaktır. Bu yüzden, inadına paralel ama laik öyküler anlatarak İncil formatını kullanır, eleştiri aracı olarak. Kutsal geçmiş, başıbozukluğun şimdisi ile yer değiştirir. İncilce söylemek gerekirse, Winterson “eski şişelere yeni şarap” doldurur. Yeninin basıncı şişeleri kırabilir elbette, dikkatli olmalı, diye anımsatır.
“İnsanlar bir olgu olmayan hikaye anlatma işini, olgu olan tarihten ayırmayı sever. Bunu yaparlar ki neye inanıp neye inanmayacaklarını bilsinler. Doğrusu, acayiptir.Yunus peygamber hergün balinayı yutarken, nasıl olur da kimse balinanın Yunus peygamberi yuttuğuna inanmaz? Onları görüyor gibiyim, balık hikayelerinin en alıklarını alıp kabulleniyorlar ve niye? Çünkü tarih de ondan. Neye inanacağını bilmenin avantajları olmuştur....Çoğu kez tarih geçmişi inkar etmenin bir aracı olur. Geçmişi inkar etmek, onun bütünlüğünü tanımayı reddetmek demektir. Onu duruma uydurmak, zorlamak, işletmek, görünmesi gerektiğini düşündüğünüz şekilde görünene kadar onun ruhunu emip çıkarmak. Hepimiz kendimizce birer tarihçiyiz.” (104)
42
Romanı okurken Winterson, “Bu düzende yine de zavallı bir mazlum olmamanın yolu vardır elbette” düşüncesini içselleştirmemizi sağlıyor. Öğüdüne kulak verelim: “Sağlığımızı korumak için fazlasıyla rafine edilmiş yiyecekler yemektense, kendi yemeğimizi kendimiz hazırlamalıyız!”. Kısacası, çürümüş ve çürüten yiyeceklere son kampanyası açar: “Takma diş yaptırmadan ölebilmek istiyorsan, kendi sandviçini kendin yapmalısın!”. Hiç de çözümsüz değildir Jeanette gibiler. Evet, düzen onların tarihini kaydetmez ama bunu onlardan zaten beklememelidir: “Kendi tarihini kendin kaydet, sana “fastfood” halinde sunulan ‘Tarih’e güvenme.”
Jeanette Winterson, Tek Meyve Portakal Değildir. Çeviren: Sevin Okyay. İletişim Yayınları, 2000.
Eşcinseller vardır!
Bu festival çok lezzetli! !f istanbul 4. AFM Uluslararası Bağımsız Film Festivali 17-27 Şubat 2005 tarihleri arasında İstanbul’da gerçekleşti. Festival, 40 bağımsız filmlik programının bir bölümünü yine gey ve lezbiyen filmlerine ayırmıştı. Türkiye’de, programında gey&lezbiyen sinemasını özel bir başlıkla veren tek festival olan !f istanbul bu sene birbirinden güzel altı filmlik bir paketle karşımızdaydı. Bizden tavsiye: Bu filmlerin isimlerini bir yere yazın! İstanbul’da kaçırdıysanız internette, sokaklarda, orda burda karşınıza çıkar elbet bir gün. Güzel Boksör - Beautiful Boxer Yönetmen: Ekachai Uekrongtham 2003, Brezilya
D.E.B.S. Yönetmen: Angela Robinson 2004, ABD
Son derece eğlenceli bir Charlie’s Angels parodisi D.E.B.S.! Film, lise üniformalı, yere bakan yürek yakan, eli silahlı, vurduğu yerden ses getiren bir kız ajan grubuyla onlardan aşağı kalmayan, siyah derilerle dolaşan, kötülerin kötüsü Elmas Kadın’ın mücadelesini ele alıyor. Lisedeki sıradan bir sınavın içine gizlice yerleştirilmiş bir test kızların casusluk yeteneklerini ölçmektedir. Bu sınavı başarıyla geçen kahramanlarımız D.E.B.S. adı verilen özel bir silahlı gruba katılmak üzere eğitilirler. Bir noktada ajan kızlardan biri filmin kötü kadınıyla aşk yaşayınca, iyiyle kötü arasındaki denge bozuluyor. D.E.B.S. deli dolu, komik, elini attığı her şeyi aşırıya vardıracak kadar kullanan, klişelerle pervasızca dalga geçen bir film. Aksiyon, iyi/kötü karşılaşması, lezbiyen aşk gibi konuların hepsiyle fütursuzca ilgileniyor, türden türe koşuyor, görsel efektlerden geçilmiyor. Ama ne olursa olsun hep kadınlar kazanıyor.
Tayland’ın ünlü travesti Tai-boksçusu Parinya Charoenphol’ün hayat hikâyesini anlatan Güzel Boksör, kadın olabilmek için erkek gibi kavga eden bir genç adamın vurucu öyküsünü anlatıyor. Çocukluğundan beri bir oğlanın bedenine hapsolmuş bir kız çocuğu olduğuna inanan Parinya 12 yaşına geldiğinde hem hayatını kazanmak hem de bir kadın olarak yaşayabilme arzusunu gerçekleştirebilecek parayı denkleştirebilmek için dünyanın en erkeksi ve zorlu sporlarından olan Tai-boksa başlar. Yönetmen Ekachai Uekrongtham, çocukluk senelerinde bir kız çocuğu olmak için içi giden, sonrasında rujunu elden bırakmayan karakterinin yaşamına espri dolu bir bakış getiriyor. Ancak, ünlü boksörün maçlarına makyajlı çıkmaya karar verdikten sonra yaşamak zorunda kaldığı aşağılamalar ile birlikte mizah yerini hüzne bırakıyor. Güzel Boksör, son derece sıra dışı olan Nong Toom’un yaşam öyküsü, Uekrongtham’ın şaşırtıcı ustalığı ve Asanee Suwan’ın incelikli oyunculuğuyla, erkeklik ve kadınlık arasındaki çizgilerin ortadan kalktığı oldukça dinamik bir film.
Kızların Oyunu - Girl Play Yönetmen: Lee Friedlander 2004, ABD
Robin ve Lacie’nin öyküsü, bir oyunda lezbiyen aşıkları oynamak üzere rol aldıklarında başlar. Oyun süresince “içten bir temas” yakalayabilmelerini sağlamaya yönelik provalar ilerledikçe yaklaşık altı senedir bir kız arkadaşı olan Robin ile asla bir gecelik ilişkilerin hafifliğinden vazgeçemeyen Lacie arasında bir çekim oluşur. Birbirlerine karşı hissettikleri karşı konulmaz arzuya anlam vermeye çalışan ikili, yaşamlarının önemli anlarını anlatmaya başlarlar. İlişkilerin iyi ve kötü anlarında benliğimizi rehin alan iç sesler, annelerimize cinsel kimliğimizi açıklarken yaşayabileceğimiz zorlu ve bir o kadar da komik dakikalar, koltukta koyun koyuna geçirilen sıcak akşamüstleri ve istek dolu sevişmeler ortaya koyulur. Kızların Oyunu, iki kadının en mahrem duygularını en ince ayrıntısına kadar birbirleriyle paylaştıkları, akıllı, seksi ve zaman zaman da nevrotik bir film.
43
escinseller vardir! Evlenme Hakkı / Tying The Knot Yönetmen: Jim de Sève 2004, ABD
Bir Porno Yıldızının Güncesi / Adored - Diary of a Male Porn Star Yönetmen: Marco Filiberti 2003, İtalya
Filmin yazar ve yönetmeni Marco Filiberti’nin canlandırdığı sevilen gay porno yıldızı Riki, babasının cenazesinde uzun yıllardır görmediği ağabeyi Federico ile karşılaşır. Muhafazakâr bir iş adamı olan Federico cenazeden sonra birkaç günlüğüne Riki’ye kalmaya gelir. Kısa bir süre içerisinde kardeşinin mesleğini öğrenen Federico önce durumu reddetmesine karşı bu fikre alışır ve iki kardeş arasında uzlaşma başlar. Birlikte gay barlarına gidip, porno çekimlerinde eğlenirler. Bir gün tesadüfen genç ve tek başına çocuk büyüten bir annenin ölümüne tanık olurlar. Riki öksüz kalan altı yaşındaki çocuk ile arkadaş olur ve onu evlat edinmeye karar verir. Ancak çocuğun akrabaları Riki’nin mesleğini öğrenince, bu duruma engel olmak için uğraşırlar. Bir Porno Yıldızının Güncesi, porno endüstrisiyle hafiften dalga geçerken, sevginin ve ailenin değişken biçimleri üzerine de dokunaklı bir hikâye anlatıyor.
43
Amerika’da evlenmek isteyen eşcinsellerle, bunu durdurmaya kararlı olanlar arasındaki politik savaşın öyküsünü anlatan film kısa ve öz bir biçimde, eşcinseller için konunun önemini vurguluyor ve bu isteğin bir moda olmadığını, eşcinsellerin evlenmeyi sırf heteroseksüellere özendikleri için istemediklerini gösteriyor. Asıl sorun, 1996’da Bill Clinton tarafından evlenme kanununa gizlice eklenen ve evliliği yalnızca bir erkekle bir kadın arasında kurulabilecek bir bağ olarak tanımlayan “Evliliği Koruma Maddesi” yüzünden eşcinsellerin sahip olamadığı 1049 hak. Florida’da uzun zamandır polis memuresi olarak çalışan Lois bir soyguncu tarafından öldürüldüğünde 13 senelik karısı Mickie, iki kadının ilişkilerini tanıyan ancak Lois’in emekli maaşını Mickie’ye vermeyen bir polis müdürlüğü ile karşı karşıya kalacaktır. Oklohama’da 25 yıllık kocasıyla birlikte inşa ettikleri çiftliklerinde yaşayan Sam, kocası ölüğü gün, kuzenleri tarafından çiftlikten tahliye edilecektir. Evlenme Hakkı, bu gibi öyküleri, Amerika’nın politik geçmişinde önemli bir yere sahip olan ırklar arası evlenme hakkı için verilen mücadeleler, evliliğin tarihsel ve ekonomik boyutları ile iç içe anlatarak, “Ama İncil bunun günah olduğunu söyler” diyenlerin seslerini oldukça cılız bırakıyor.
Dikenli Yol - Wild Side Yönetmen: Sebastien Lifschitz 2004, Fransa
Stephanie 15 senelik bir ayrılıktan sonra Kuzey Fransa’daki köyüne geri döner. Geri dönüş, yalnız Stephanie için değil, Stephanie’nin sevgisini ve yatağını birlikte paylaşan Mikhail ve Jamel için de, birçok anıyı beraberinde getirecektir. Köyde kaldıkları süre içerisinde Stephanie bir oğlan çocuğu olarak büyüdüğü bu topraklarda yaşadıklarını anımsar, Mikhail dilini bile tam olarak konuşamadığı bu ülkeye gelmeden önce yaşadığı savaş günlerinin kabuslarını görür ve Jamel bir yandan bedenini satarak geçinmeye çalışırken, bir yandan da ailesini özler. Birbirlerinin kollarında aşkı ve arzuyu yakalayabilen bu beklenmedik üçlü, gerçek yaşama ve hatta kurgusal dünyalara ait tüm normlarının dışında yaşayan karmaşık kişiliklerdir. Yönetmen Lifschitz’in, karakterleri gerçek yaşamlarındaki kişiliklerinden koparmadan perdeye yansıtma çabası, ünlü görüntü yönetmeni Agnes Godard’ın sade ve şiirsel görüntüleriyle desteklenince Dikenli Yol, toplumun kenarında süre giden sıra dışı yaşamların zarif ve çarpıcı bir anlatısı haline gelmiş.
Eşcinseller vardır!
Madonna, Andy Warhol’un travestisi Yeni filminde, Andy Warhol yapımlarının travesti yıldızı ‘Candy Darling’i canlandıracak olan Madonna, uzun süredir hayalini kurduğu bu rol için ücret almayacak. Özellikle ‘Swept Away’ adlı yapımın başarısızlığından sonra yeniden beyazperdede görünmek için cesaretini toplayamayan Madonna, hayranı olduğu Candy Darling’i canlandıracağı filmin yapımcılarına, “Yeter ki bu rolü verin, para istemiyorum” teklifini götürerek rolü aldı. Filmin dayandığı hikayenin haklarını 20th Century Fox firmasının satın aldığı belirtildi.
JAMES L. SLATTERY <=> CANDY DARLING Film yapımcılarının ilginç yaşam öyküsü nedeniyle paylaşamadığı Candy Darling, 1948’de ‘James Lawrence Slattery’ ismiyle hayata gözlerini açtı. Gençlik yıllarında eşcinsel eğilimler gösteren ve Hollywood filmlerine büyük düşkünlük gösteren Darling, travesti kimliğiyle barlarda gezmeye başladı. Dolaştığı mekanlarda kendine farklı isimler veren Darling, ilk olarak ‘Hope Slattery’ ismiyle boy gösterdi. Daha sonra Hope Dahl, Candy Dahl, Candy Cane adlarını kullanan yıldız, sonunda ‘Candy Darling’ isminde karar kıldı. Warhol ile 1967’de Tanıştı Darling, 1967’de kendisini yaratan isimle tanıştı: Andy Warhol. Candy’nin rol aldığı ilk Warhol filmi 1968 yapımı ‘Flesh’ oldu. Darling kısa bir rolde göründüğü bu yapımın başarısı üzerine 1971’de ‘Women in Revolt’ adlı bir başka Andy Warhol filminde başrolü üstlendi. Bu iki filmin ardından bağımsız sinemanın değişik örneklerinde rol alan Darling, ‘Brand X’, ‘Silent Night’, ‘Bloody Night’ adlı filmlerde boy gösterdi. Darling, Jane Fonda ile ‘Klute’, Sophia Loren ile ‘Lady Liberty’ adlı filmlerde rol aldı. Marilyn Monroe’yu andıran platin sarısı saçları, bol rimelli kirpikleri ve bembeyaz pudraya bulanmış yüzüyle tarz yaratan Darling, 1974 yılında kanserden öldü. “Ölmekten Bile Sıkılıyorum” Lou Reed’in ‘Candy Says’ adlı parçasına da ilham kaynağı olan Darling, ölümünden önce dostlarına yazdığı şu notla dünyaya veda etti: “Siz bunu okurken ben gitmiş olacağım. Şunu bilmenizi istiyorum ki aslında yaşama isteğim kalmadı. Dostlarıma ve başarılı kariyerime rağmen boşluktayım. Her şeyden, hatta ölmekten bile sıkılıyorum. Gülünç ama doğru...”
uçan süpürge aşık edecek! 5-15 Mayıs 2005 tarihleri arasında Ankara’da gerçekleşecek olan Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali, bu sene Uçan Süpürge Onur Ödülü’nün sahibinin, biz gey ve lezbiyenlerin kült oyuncularından Sevda Ferdağ olduğunu açıkladı. Ferdağ, ödülünü açılış gecesinde alacak.
Bu arada, kulağımıza gelen bilgilere göre festivalin programında gey ve lezbiyen filmleri de varmış. Bunlardan biri de gey sineması klasiklerinden Total Eclipse! Yönetmeni Agnieszka Holland’ın da Türkiye’ye geleceğini belirten festival ekibi Leonardo Di Caprio’nun başrolünde olduğu, Rimbaud ve Verlaine’in tutkulu aşklarının anlatıldığı bu “sert film”in programlarında olduğunu şimdiden müjdeledi. Festival, ayrıca, sinemanın en ünlü lezbiyeni Greta Garbo’nun filmlerini de programına almış. Tema olarak AŞK’ı belirleyen festival bu sene kaçmaz, bizden söylemesi!
44
escinseller vardir!
Carrington
Yönetmen: Christopher Hampton Oynayanlar: Emma Thompson, Jonathan Pryce İngiltere-Fransa, 1995
İngiliz edebiyatının demirbaşlarından Virginia Woolf ve E. M. Forster'in de bulunduğu bir toplantıda, kısa saçlı ve ince hatlı bir genci gözüne kestiren eşcinsel yazar ve eleştirmen Lytton Strachey "kim bu başdöndürücü delikanlı?" diye sorar. O 'delikanlı' aslında kadın yazar Dora Carrington'dan başkası değildir ve Dora, bu eşcinsel erkeğe umutsuz biçimde aşık olmaktan kurtulamaz... Edebiyat tarihinin bu gerçek ve şaşırtıcı ilişkisini konu edinen bu 1995 yapımı film, yazar-yönetmeni Christopher Hampton ve baş oyuncuları Jonathan Pryce ve Emma Thompson adına büyük bir başarı olmuştu. Edebi lezzet taşımasıyla birlikte, aşk ve kimlikler üzerine varsa, önyargılarınızı yıkmayı başarabilen bir film.
Mutlu Beraberlik
Happy Together Yönetmen: Wong Kar-Wai Oyuncular: Leslie Cheung, Tony Leung Hong Kong, 1997
Aşk Zamanı’nı görüp, bu kadar derin kederli bir aşk öyküsü neden eşcinsel aşklar için de anlatılmıyor, diye düşündüyseniz Mutlu Beraberlik’i gözden kaçırmışsınız, demektir. Yönetmen Wong Kar-Wai’nin Aşk Zamanı’ndan bir önceki filmi Mutlu Beraberlik, eşcinsel aşkın ilişkiye dönüşmüş biçimini aynı sesszilik ve derinlikle anlatıyordu. Filmin başrolünde Wai’nin fetiş oyuncusu Tony Leung de oynuyor. Mutlu Beraberlik, eşcinsel sineması için adı sıkça anılacağına inandığımız önemli çağdaş yapıt. (Meraklısına: Kırmızı ceketli adam rolünde oynayan Leslie Cheung ise iki sene önce intihar etmişti.)
45
Yırtıcı Geceler
Les Nuits Fauves Yönetmen: Cyril Collard Oyuncular: Cyril Collard, Romane Bohringer Fransa-İtalya, 1992
Aşktan, ölümden, tutkudan genç insanların diliyle söz eden bir film. İlkin Fransa’yı, ardından bütün Avrupa’yı birbirine katan bu aykırı film, 20. yüzyıl sonu Paris’inin çocuklarını anlatıyor. Filmin kahramanı otuz yaşında. Erkekleri de seviyor, kadınları da. Ve yırtıcı gecelerin sinsi çizgilerinde fethettiği birbirinden farksız vücutları. Ayrıca AIDS’li ve ölümü bekliyor. Gösterildiği sene CESAR Ödülleri’ne boğulan filmin yönetmeni ve oyuncusu Collard, başarısının nereler vardığını ne yazık ki görememişti. Çünkü; filmde anlattığı kendi öyküsüydü. Film, eleştirmenler tarafından ‘yeni bir nihilizm’in belgesi olarak nitelendirildi.
Tuhaf İlişkiler
Bound Yönetmen: Andy Wachowski, Larry Wachowski Oyuncular: Jennifer Tilly, Gina Gershon ABD, 1996
Chicago'da bir apartman dairesi. Dairede, bir masanın üzerinde duran 2 milyon dolar... Caesar, mafya için kara para aklayan bir adam. Violet ise onun sevgilisi. Corky de yan dairenin boyasını yapmakla meşgul bir kadın. Caesar'ın başına gelebilecek en kötü şey ise; bu iki kadının bir olup mafyanın parasını çalmaya kalkışması olacak. Wachowski kardeşlerin Matrix serisinden önceki bu yapıtları, kardeşlerin gelecek vaad ettiğinin sinyallerini veriyordu. Modern bir kara sinema örneği. Sinemanın görebileceği en etkileyici femme fetallerinden birini oynayan Jennifer Tilly çok seksi; Corky rolünde Gina Gershon da yeterince sert! Sevişmeleri ise dillere destan!
escinseller vardir!
Cinsiyetçiliğe ve homofobiye karşı mücadele etmeden mi yükselecek toplumsal muhalefet?
“Muhalefet cephesinin neresinde duruyorsunuz?” Kaos GL, tabandan ortaya çıkışıyla, verdiği eşcinsel varoluş mücadelesiyle aslında ikili bir muhalefet kanalı açmak durumunda kaldı. Hem sistem hem de kendini sistem karşıtlığı üzerinden kurmaya çalışan toplumsal muhalefet hareketi, eşcinsel realitesini tanımamakta ortaklaşabiliyor.
Küreselleşme hareketine paralel bir ezilenlerin koalisyonu yaratılabilir. Bu da kolay olmayacaktır mevcut zihniyetlerle. Kaos GL iletişim ve etkileşim alanları yaratmaya çalışsa da, mevcut yapılar homofobiyle yüzleşmeye ya yanaşmıyorlar ya da hiçbir şeyi sorgulamadan samimiyetsizce bir yaklaşım geliştirebiliyorlar. Bir sendikacı Kaos GL’ye konuşma için gidiyor diye diğer sendikacı arkadaşlarınca makaraya sarılabiliyor. Toplumun diğer kesimleriyle etkileşim böyle mi sağlanacak? Kaos GL olarak mevcut partilerden bir beklentimiz bulunmuyor. Mevcut sendikal mücadelenin dönüşümü ile kapitalizme karşı toplumsal hayatın her alanında yan yana gelme ve birlikte örgütlenme becerilebilirse yeniden bir çıkış bulunabilir.
Mevcut sistem, merkezi örgütlenme üzerinden sahte bir bütün tanımladı ve bunu topluma dayattı. Etnik, dinsel gibi kanallara paralel sahte bütünü tanımlayan zorunlu heteroseksüellik ile birlikte, eşcinsellik kamusal alandan kovuldu ve sosyal hayatta telaffuz edilmez oldu. Sahte bütünün çoktandır parçalanmaya yüz tuttuğu hepimizin malumu olsa da, sisteme muhalif toplumsal hareket, eşcinsellik söz konusu olduğunda, mevcut sistemle heteroseksüel blokta yan yana durmakta en küçük bir beis görmedi. Kaos GL, on yılı aşkındır verdiği mücadele ile toplumsal muhalefetin, zorunlu heteroseksüellik üzerinden sisteme paralel tanımladığı daha doğrusu mevcut sistemden aynen devraldığı heteroseksist yaklaşımını sarstı. Yeni bir toplumsal muhalefet artık geçmişin merkezi iktidarı fethe çıkmış muhalefet anlayışı ile yaratılamayacaktır. Gerçi bu gerçeği, kendini tek doğru ve evrenin merkezinde gören bir iki çevre dışında kabul etmeyen yok gibi. Yaşanan sancı ise bundan sonra her türlü iktidar ile nasıl ilişkileneceğiz veya ilişkilenmeyeceğiz sorusuna verilecek cevap ile iğne/çuvaldızın ne kadarını kendimize batıracağımıza karar vermeye çalışmaktan kaynaklanıyor olsa gerek.
“Türkiye’deki muhalefetin neleri tükettiğini, nerelerde tökezlediğini düşünüyorsunuz?” Türkiye’de toplumsal muhalefet, haliyle sol, samimiyetinden kuşku duyulmayacak bir şekilde eşitlik, özgürlük ve adalet için mücale ettiği halde onca zulme maruz kalmış olan eşcinsellere bir kez olsun dönüp bakmamıştır bile. Arnavutluk’tan Nikaragua’ya, Eritre’den Tigre’ye kadar dünyada yüzünü dönmediği yer, el atmadığı özgürlük mücadelesi kalmadığı halde, sıra bir türlü eşcinsel kadın ve erkeklere gelmemiştir. Eşcinseller tamamen kendi özgüçleriyle söz almaya kalkıştıklarında, egemen ideolojiyi yeniden üretme konusunda mevcut sistemi bile geride bırakıp, burjuva medyası ile yarışa girebilmişlerdir.
46
Eşcinseller vardır! Toplumsal muhalefet, gey-lezbiyen realitesini tanımalıdır. Bunu da, kendini “yeniden” toparlayana kadar vitrin süsü yapmak için değil birlikte özgürleşme dışında artık başka bir yol olmadığından yapmalı. “Dünyadaki muhalif hareketlere mesafeniz nedir?” Eşcinsel Kurtuluş Hareketi tam da Batı’dan tüm Dünyaya yayılan 68 dünya devrimi kalkışmasıyla şekillendi. Türkiye’den gelişmeleri takip etmeye çalışıyoruz. Ama bu Erbakan’ın, pek çok kemalist ve solcunun söylediği gibi eşcinselliğin ve bu topraklarda varolma mücadelesi veren eşcinsel hareketin Batı’dan geldiği anlamına gelmez! (Tam tersine Türkiye’nin Batı’ya dönük yüzü, sistemiyle de muhalefetiyle de, Batı’dan homofobi getirdi.) Neo-liberal politikalar, 70’lerin sonu 80’lerin başında herkes gibi Eşcinsel Kurtuluş Hareketini de etkilemişti. Eşcinsellerin Küreselleşme karşıtı hareketin bir bileşeni olmaları, Türkiye’de bizleri hem heyecanlandırdı hem de biraz derdimizi anlatma konusunda işlerimizi kolaylaştırdı. “Muhalefetinizde öne çıkan “hayırlarınız” neler?” Öncelikle eşcinseliz, gerçeğiz ve burdayız! Varolan zihniyet, eşcinsel aşkın meşruiyeti için “eşcinselim ama…” diye ikinci bir cümle kurmamızı bekliyor. Toplumsal muhalefet bu kibirden vazgeçsin. Eşcinsel varoluş bizatihi meşrudur. Nasıl ki işçilerin, kadınların, kürtlerin, gençlerin… arasından her türlüsü çıkabiliyorsa, her çeşidinden eşcinsel de olabilir. Kimse homofobisine bahane aramasın. Kaos GL kendisini asla bir “cinsel azınlık” grubu olarak görmediğinden bir bütün olarak toplumun dönüşmesini hedefledi. Eşcinseller olarak her yerdeyiz ve mücadelemiz yasalardan sosyal hayatın her alanına kadar yayılacaktır. Anayasanın 10. maddesine “cinsel yönelim ibaresi”nin eklenmesini istiyoruz. Tüm yasaların cinsel yönelim ayrımcılığına karşı yeniden düzenlenmesini istiyoruz. Çalışma hayatında ve sendikalarda cinsel yönelim ayrımcılığına son verilsin istiyoruz. Mevcut eğitim sisteminin zorunlu heteroseksüelliğe karşı yeniden düzenlenmesini ve geylezbiyen gençliğe yönelik asimilasyon politikalarına son verilmesini istiyoruz.
Dünyada gey-lezbiyen emekçiler sendikalarda örgütleniyorlar; bizler de sendikalarla iletişim kurmaya kalktığımızda, bu olsa olsa polisin veya rakip konfederasyonun işidir diyebiliyor sendikacılarımız. İşçi sınıfını örgütlemeyi kendi işi gören solcularımız, işçi-memurları örgütlemek eşcinsellere mi kalmış, kendi işlerine baksınlar, diyebiliyorlar. Cinsiyetçiliğe ve homofobiye karşı mücadele etmeden mi yükselecek toplumsal muhalefet?
47
Eşcinseller vardır!
Kaos GL Gelecek Sayıda
"Kaos GL dergisini nasıl görüyoruz?" "Nasıl bir dergi istiyoruz?" Kaos GL dergisini mercek altına alıyoruz! Sizce Kaos GL Dergisi nasıl bir dergi olmalı? Eksikleri neler; bu eksikleri beraber nasıl kapatabiliriz? Dergide tartışılmasını istediğiniz konular neler? Süreç içinde Kaos GL dergisindeki iyi-kötü değişimler ne oldu? Dergideki çevirilerde kriter olmalı mıdır? Herkes her istediği gibi çevirip uyarlayabilmeli mi? Dergide nasıl resimler yer almalı? Tanıklıklar ne kadar ‘çıplak’ olmalı? Tek bir dergi bütün ihtiyaçlara cevap verebilir mi? Okurlarımızın, yazarlarımızın eleştirilerini, önerilerini ve yorumlarını bekliyoruz. Kaos GL Gazi Mustafa Kemal Bulvarı 29/12 Kızılay, Ankara Tel&Faks: 0 312. 230 03 58 e-posta: dergi@kaosgl.com URL: http://www.kaosgl.com
48
KÖTÜ ÖLÜ us
ERKUT DERAL okuyan
KÖTÜ ÖLÜ ERKUT DERAL
Ve ışıkla karanlığın düğünü
"18 Şubat 1997 Perşembe gecesi, İstanbul'a deli gibi yağmur yağıyordu. Soğuk kış gecesini daha da soğutmuştu bu yağmur, caddeleri boşaltmıştı. Ancak, istanbul şehri çılgınlara yurt, çılgınlıklara mekândır; bilinir bu. Ve yağmur vız gelir çılgınlıklara. 18 Şubat 1997 Perşernbe gecesinin yağmuru da vız geliyordu. Karaköy Bankalar Caddesi'nde llona, yağmurdan ve terden sırılsıklam, kazmasını betona sallıyordu. Üzerinde hiç de mevsime uymayan frapan giysisi, uzun tırnaklarında bordo ojeleri, yüzünde yağmurdan ve terden akmış aşırı makyajıyla bu kadın, gecenin bu saatinde, bu yağmurun altında, İstanbul'un bu caddesinde kaldırım kazıyordu." kitaptan
İstanbul’da başlıyor...
Tam da Koca Sayat kâbuslarıyla boğuşurken... Kara Adam Sayat'a musallat olduğundan beri, Sayat'ın babası Adruşan Bey mutsuz, yorgun... Surp Bedros Ermeni Katolik Kilisesi'nin rahibi Der Vahram Maralyan endişeli. Kara Adam kim?.. Ve nerede? Üç yakın dost: Gazeteci, yazar, sahaf Mehmet Suveren, Bankalar Caddesi'nde neler oluyor diye merak ediyor; araştırıyor, okuyor... Emniyet Amiri Arif Serdar Güresin, olayın "üstünde". Sinema yazarı Ulvi Cerrahoğlu da merak içinde araştırıyor, tartışıyor... Diğerleri: Cengiz Eralp, seçilmişlerden... Doktor Semih Karadal, seçilmişlerden... "Yüce Elçi" Stoica Vinea, beklediği gün geldiği için heyecanlı, gururlu... Alexandra, "Yüce Elçi'ye" en yakın kişi...
www.kutuolu.com Roman 320 sayfa
ISBN: 975-6287-23-3
ve diğerleri... ve diğerleri... okuyan
Okuyan Us Yayınevi Kalıpçı Sok. Uzal Apt. 152/4 Teşvikiye-İstanbul Tel: (0212) 232 5373 Faks: (0212) 231 5220 www.okuyanus.com.tr
us
I S SN 1 3 0 2 - 5 0 1 5
9 7 713 0 2 5 010 0 7