OSCAR WILDE
kEVIN SPACEY
İrlandalı yazar ve şair. 1854'te Dublin'de dünyaya geldi. Wilde'ın öğrenim dönemi çeşitli burslar kazanmasını sağlayan başarılarla geçti. 1874'te Oxford Magdalen College'den mezun olduktan sonra sanat eleştirmeni olarak çalışmaya başladı. 1881'de 'Şiirler' adlı ilk kitabı basıldı. 1884'te Constance Lloyd'la evlendi. İki yıl içinde bu evlilikten iki erkek çocuk sahibi oldu. 1890'lar boyunca Oscar Wilde İngiliz edebiyatının en üretken, en parlak yazarlarından biri olarak kabul gördü ve “Doksanlar” olarak bilinen kuşağın sözcüsü oldu. Tek romanı 'Dorian Gray'in Portresi' 1891'de basıldı ve içerdiği homoerotik öğeler tepkilere yol açtı. Aynı kitap daha sonra Wilde'ın kaderini belirleyecek davalarda kanıtmışçasına kullanıldı. Bununla birlikte aynı dönemde yazılan oyunları büyük beğeni topladı ve onu zamanının en önemli oyun yazarlarından biri haline getirdi. 1891'de tanıştığı Lord Alfred Douglas'la dört sene boyunca süren aşkları hem arkadaşlarının hem de Londra basınının öfkesini topladı. 1895'te Wilde, oğlunun kendisiyle ilişkisini tasvip etmeyen ve kendisine kamu önünde hakaret eden Queensberry Markisi'ni iftira suçlamasıyla dava ettiyse de bir süre sonra davayı geri aldı. Ancak Marki'nin Wilde aleyhine açtığı dava, yazarın "gayrıtabii davranışlar"dan iki yıl kürek cezasına çarptırılmasıyla sonuçlandı. Tutuklanmasıyla birlikte evinde bulunan her şey 25 şilinlik bir bedelle satıldı. 1897'de serbest bırakıldı. Hayatının kalan kısmında Sebastian Melmoth adını alarak Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde amaçsızca dolaştı; bu arada mahkumiyetinin geçtiği yerin adını taşıyan acıklı 'Reading Zindanı Baladı' adlı şiiri yayınlandı. Oscar Wilde 1900'de menenjit oldu ve 30 Kasım'da Paris'te kaldığı otel odasında ölü bulunduğunda yoksul ve yalnızdı.
Oyuncu. 1959'da New Jersey'de dünyaya geldi. Kız kardeşinin ağaç evini yakınca, ailesinin isteği üzerine Northridge Asker Akademisi'ne yazılan Spacey, buradaki sıkı disipline daha fazla tahammül edemedi ve akademiden atıldı. İlk kez New York Shakespeare Festivali'nde 'Henry VI' adlı oyunda haberci rolüyle sahneye çıktı. İlk filmi 1988 yılında 'Working Girl' oldu. 'Henry and June' (1990), 'Glengarry Glenn Ross' (1992) gibi filmlerde ikinci rollerde göründü. Bir yandan ilk göz ağrısı tiyatroya devam etti ve 1991 yılında rol aldığı Neil Simon'ın 'Lost in Yonkers' adlı oyunuyla Tony ödülünün sahibi oldu. Sinemada yaralı, hastalıklı rollerin kusursuz yüzü olan Spacey 'Olağan Şüpheliler'deki Verbal karakteriyle “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” dalında Oscar ödülünü aldı. Perdedeki en eşsiz performanslarından birini David Fincher klasiği 'Se7en'da verdi. 1997 yılında polis teşkilatındaki ahlaki çöküntüyü ve politik entrikaları konu alan 'Los Angeles Sırları'nda kendi çıkarından başka bir şeyi düşünmeyen bencil bir polisi canlandıran aktör, aynı yıl yönetmenliğini Clint Eastwood'un yaptığı 'Midnight in the Garden of Good and Evil' adlı filmde sevgilisini öldürmekle suçlanan bir eşcinseli canlandırdı. 1999 yılında kendisine “En İyi Erkek Oyuncu Oscar”ını da getiren 'Amerikan Güzeli'nde rol aldı. Eşcinsel olduğu iddialarını hiçbir zaman yalanlamayan Spacey, en son Bryan Singer'ın 'Superman Dönüyor'unda Lex Luthor olarak çıktı karşımıza. Empire tarafından “90'ların en iyi aktörü” seçilen Spacey, Total Films tarafından yapılan “tüm zamanların en iyi 10 canisi” sıralamasına 2 karakteri (Se7en ve Olağan Şüpheliler) ile girdi.
MURATHAN MUNGAN
CHAD ALLEN
Şair, Yazar. 1955'te Istanbul'da dünyaya geldi. Çocukluğu ve ilk gençlik yılları, memleketi olan Mardin'de geçti. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü'nü bitirdi. İlkin çeşitli dergi ve gazetelerde yazıları ve şiirleriyle görünen yazarın ilk kitabı 1980'de yayımlanan 'Mahmud ile Yezida'dır. Daha çok şiirleri, hikâyeleri ve oyunlarıyla tanınan Murathan Mungan aynı zamanda radyo oyunu, film senaryosu ve şarkı sözü yazdı. Çeşitli alanlara dağılmış yirmi yıllık çalışmalarından yaptığı özel bir seçmeyi 'Murathan '95'te topladı. Şiirlerinden yapılan bir seçme Kürtçe'ye çevrildi: 'Li Rojhilatê Dilê Min' (Kalbimin Doğusunda). Dünya edebiyatından öyküleri bir araya getirdiği seçkileri (Ressamın İkinci Sözleşmesi, Çocuklar ve Büyükleri, Kadınlığın 21 Hikâyesi) yayımlandı. Çeşitli yazı ve denemelerini 'Meskalin 60 draje' ile 'Soğuk Büfe'de topladı. 2000 öncesinde çıkardığı tüm şiir kitaplarını bir araya getiren '13+1' toplamından sonra 2001'de 'Erkekler için Divan', 2002 yılında da ilk romanı 'Yüksek Topuklar' yayımlandı. 2003'te yayımlanan seçkisi 'Yazıhane'de, dünya yazarlarının "Niçin yazıyorum?" sorusu etrafındaki denemelerini bir araya getirdi. 2004'ün son günlerinde yayımlanan 'Eteğimdeki Taşlar' geniş bir zaman diliminden şiirlerini bir araya getiriyordu. 2005 yılı için hazırlanmış özel bir basım olan 'Elli Parça', Mungan'ın henüz kitaplaşmamış çalışma dosyalarından farklı türlerde parçaları barındırıyordu. 2006'da Ajda Pekkan'dan Gülden Karaböcek'e pek çok şarkıcının söylediği Murathan Mungan sözlü şarkılar 'Söz Vermiş Şarkılar' adlı albümde toplandı. Yazar bugünlerde Elli Parça'nın parçalarını tamamlayıp okurlarıyla buluşturmaya hazırlanıyor.
Oyuncu. 1974'de Kaliforniya'da dünyaya geldi. Televizyonun evlere ilk girdiği yıllarda tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'yi de ekranlara kilitleyen 'Bizim Ev' dizisindeki rolü onu üne kavuşturdu. Sarı saçları ve mavi gözleriyle 80'lerin seks sembollerinden biri haline geldi. Pek çok 'gençkızodası'nın duvarlarını süslediği o yıllarda Blue Jean dergisinin çıkardığı “Chad Allen dosyası” hala bir efsanedir. Ancak Allen, pek çok çocuk oyuncunun kaderini yaşadı ve bir daha aynı şöhreti yakalayamadı. 'Webster' (1986), 'My Two Dads' (2001) gibi TV dizilerinde oynayan Allen sinema kariyerini daha çok TV filmleriyle sürdürdü. Allen, 2000 senesinde basına sızan fotoğraflarıyla yeniden gündeme geldi. Havuzda bir erkekle öpüşürken çekilmiş fotoğrafları karşısında menajerleri devreye girdi ve olayı reddetmesini istediler. Ancak Allen, "Ben yalan söylemek istemiyorum" diyerek cinsel kimliğini savundu. Beş sene önce Gaywired.com adlı sitede yer alan bir söyleşide genç yıldız olmakla ilgili "Ben dergi kapaklarına çıktığım o dönemden nefret ediyorum. Çünkü o zamanlar insanlar benim kim olduğumu bildiklerini sanıyorlardı. Bundan da mutlulardı. Oysa ben değildim. Kafam karışık, kayıp ve korkmuştum" dedi. Bu sefer de "Cinsel yöneliminin Hollywood'daki kariyerini engellediğini düşünüyor musun?" herkesin sevdiği soru oldu. Halbuki, onun yaşadığı bilinen bir şöhret-çocuk trajedisinin ötesinde değildi. 2005 senesinde Richard Stevenson'un popüler kitabı 'Third Man Out'un uyarlamasında gey dedektif Donald Strachey'i canlandıran Allen, son olarak, 2006 senesinde "Happy New Year, Charlie Brown!" adlı çizgi-dizide Charlie Brown'u seslendirdi.
Kaos GL’den erkekliğim benim, cinnetim uğur yüksel
Çocuktum. Evde gizli gizli aşk romanları okuyup sokakta küfrederim. Dilimi ne kadar pis, iğrenç yaparsam o kadar 'onlar'dan biri olacağıma inanırdım. El şakaları, açık saçık sohbetler, çıplak kadın resimleri… Öyle kötü bir oyuncuydum ki aralarında beni fark etmeleri çok uzun sürmedi. Sapanla kuş avına çıktıklarında onlarla gitmediğim, dahası, kanaldan topladıkları ölü balıkları ellerinden alıp gömdüğüm için benden uzaklaşmaya başladılar. Bu, benim erkeklikten de ilk sürülüşüm oldu. Ama eşcinsel olduğum için değildi sürgünüm. Erkekleri sevmem (yaman çelişki anne) onlardan daha 'ince' yapmıyordu beni. Yalnızca sır tutmayı bilmiyordum. Her erkeğin çocukluktan kalma gizi vardır, başkalarına açmaya korktukları. Biliyordum: Öldürmek istedikleri için değildi kuş cinayetleri, çünkü erkeklerin bunu yapması gerekiyordu. Arzuyu bildikleri için değildi, istemeleri öğretildiği için bakıyorlardı kadın resimlerine. Bedenleri titrediği için değil, kanıtlamak için gidiyorlardı geneleve. Gizler başkalarının önünde asla açılmıyordu. Ne gerekiyorsa o yapılıyordu işte! Sır korunmak zorundaydı. Yoksa 'erkekleri sevmedikleri halde 'ibne' denilebilirdi onlara. 'Yeterince erkek' olmadığım söylendi bana yıllarca. Sokak oyunlarında, ilkokulda aşı olurken, ortaokulda beden eğitimi derslerinde, lisede fen yerine edebiyatı seçtiğimde, üniversitede saçlarımı kırmızıya boyadığımda 'erkek' değildim. Oysa erkek olmak hayatta kalmak için gerekli olandı, başarılmak zorundaydı ve ben her sınavda 0 alıp oturuyordum. Eşcinsel kimliğimi kabul etmem, 'onlar yanlış biliyormuş' demem de yetmedi bu 'yetersizlik'ten kurtulmama. Feminizmle tanışmam gerekiyordu 'eksik' ya da 'yanlış' olmadığımı görebilmem için. O güne dek bana yaşatılanları açıkladı feminizm. 'Erkeklik' denilen şeyin nasıl kurulduğunu ve benimle birlikte kadın-erkek, herkesi nasıl hapsettiğini gösterdi. Bugün kendimi sevebiliyorsam, sesim inceldiğinde, elim kırıldığında, pembe kazağımı giydiğimde artık utanmıyorsam, sevgilimle var olan ilişkilerin dışında bir dille konuşabiliyor ve ona başka bir elle dokunabiliyorsam, filmlerden kitaplara, gazetelerden televizyona pek çok ürünü alırken aslında ne söylediklerini çırılçıplak görebiliyorsam 'erkekliğin şifresini' çözmüş olmamdandır. (Haleluya!) Matrix'te Neo'nun önünde nasıl açıldıysa 'gerçek dünya' erkekliğin kodlarını da öyle gördüm. Daha çocukken evin içinde dağıtılan roller, oynadığım oyuncaklar, istiklal marşı okunurken okul bahçesinde girdiğimiz sıralarda döktüğüm terler, pazar günleri evlerin çamaşırdan nem kokan odaları, bütün bir gün futbol izleyen pijamalı babalar… Pek çok rahatsız anı teker teker çözülüp dökülmüştü. Her şey aydınlanmıştı. Söyledim ya, bana bu cehennemi açıklamaya yetmedi eşcinsel olmam. Bugün aşık olurken, arkadaşlarını seçerken geylerin 'daha erkeksi', kırıtmayan, 'ayol' demeyen erkekleri özlemelerini, istemelerini de açıklamıyor. 'Aktif', 'pasif', 'efemine', 'maskülen' terimlerini de… Lezbiyenlerin ilişkilerinde kurdukları erkek-kadın ilişkisini de… Travesti ve transeksüellerin yeni beden ve elbiselerle kadınlık rollerini giymelerini de… Eşcinsel olduğumuzu kabul etmek, bunu yaşamak 'erkeklik'ten kurtulmamızı sağlamıyor ne yazık ki. Pek çok eşcinsel, hadi tek tek sayayım, gey, lezbiyen, biseksüel, travesti ve transeksüel, gerek özel gerekse kamusal alanda erkekliği yeniden ve yeniden üretiyor. Daha acıklısı bunu eşcinsel var oluşu üzerinden yapıyor. Bu dosya erkekliğin sorgulanmasında bir adım olsun iyi niyetiyle yaratıldı. Kaos GL “Eşcinsellerin kurtuluşu heteroseksüelleri de özgürleştirecektir” dedi yıllarca ama şunu da çok iyi biliyordu ki, erkeklik yok olmadığı sürece ne eşcinseller kurtulacak ne de heteroseksüeller özgür olacaktı. *** Bir yıldır özene bezene hazırladığımız Homofobi Karşıtı Buluşma'nın ikincisine hazırlanıyoruz. 1720 Mayıs 2007 tarihleri arasında homofobinin sona erdirilmesi için yeni yollar, çareler arayacağız. Medyanın içindekileri nasıl temizleyebiliriz, ona bakacağız. Medya konulu gelecek sayımızda buluşmak dileğiyle…
2840274012749235686 Kaos GL Gündem Güner'e özgürlük dergiye hapis!
Gökkuşağının altında…
Kaos GL dergisi beraat etti. Mahkeme, “derginin dağıtılmadığı için suç oluşturmadığı” gerekçesiyle Ankara Cumhuriyet Basın Savcısı Nadi Türkaslan tarafından açılan davayı düşürdü ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Umut Güner'in beraatine karar verdi. Derginin satılabilmesi için getirilen koşul ise, derginin poşete girmesi ve “18 yaşından küçüklere satılamaz” ibaresiyle satılması. Derginin eski sorumlu yazı işleri müdürü Umut Güner, konuyla ilgili “Biz derginin pornografik bir yayın olmadığını düşünüyoruz; bu yüzden Yargıtay'a başvurarak kararın yeniden düzenlenmesini istiyoruz” açıklamasında bulundu. Meraklısına: Kaos GL'nin Yaz 2006 tarihli 28. sayısına, Ankara 12. Sulh Ceza Mahkemesi'nin 21.07.2006 tarihli kararıyla matbaadan geldiği gün el konulmuş ve pornografinin sorgulandığı, alanında uzman kalemlerin katkıda bulunduğu dergi "pornografik" bulunarak toplatılmıştı. Derginin el konulan söz konusu sayısına dava açılmış ve derginin Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Umut Güner hakkında 3 yıla kadar hapis cezası isteniyordu.
Kaos GL, “Türkiye HIV/AIDS Önleme ve Destek Programı” kapsamında yürüttüğü 'Gökkuşağı Projesi' kapsamında düzenlenen eğitimlerine devam ediyor. Cinsel sağlık alanında çalışan sivil toplum örgütlerine yönelik eşcinsellerin cinsel sağlık alanında yaşadıkları sorunlar hakkında bilgilendirmeyi amaçlayan bu eğitimlerin sonuncusu 23 Mart'ta İstanbul Bilgi Üniversitesi Kuştepe kampüsünde yapıldı. Melek Göregenli, Ali Erol, Mahmut Şefik Nil'in ve Özlem Altıparmak'ın eğitimci olarak katıldığı eğitimde homofobiden hukuksal ayrımcılığa eşcinsellerin yaşadıkları sorunlar konuşuldu.
Kaos GL, Dünya Bankası'nın desteğiyle yürüttüğü anket çalışmasını tamamladı. Eşcinsellerin aileleriyle ilgili yaşadıkları sorunları tespit etmek amacıyla yapılan anket sonucunda toplanan deneyim ve öyküler bir kitapçığa dönüştürülecek ve anneler gününde dağıtılacak. “Canım Ailem Öyküleri” adını taşıyacak bu kitapçık annenize vereceğiniz en güzel hediye olabilir.
“Hep Birlikte” yüzleşiyoruz
6
Kaos GL, gençler tarafından yürütülecek bir projeye imza atıyor. Dünya Bankası'nın "Gençlik Gruplarının Güçlendirilmesi için Vatandaş Katılımı"nı amaçlayan hibe programı kapsamında desteklediği “Hep Birlikte” adlı proje Haziran'da start alacak. Gençlerin eşcinselliğe yönelik önyargılarıyla yüzleşmelerini ve homofobilerinden arınmalarını amaçlayan proje, gençler tarafından yürütülecek. Proje kapsamında, gençlerin eşcinselliğe yönelik önyargılarını tespit etmeye yönelik bir anket çalışması düzenlenecek. Anket, Ankara'da okuyan 500 üniversiteli gençle yüz yüze yapılacak.
“Canım Ailem” öyküleri kitap oldu
Şiddete ve ayrımcılığa karşı broşür Kaos GL, Mamacash Vakfı'nın desteğiyle eşcinsellere yönelik ayrımcılık broşürü hazırlıyor. Lezbiyen, gey, biseksüel, travesti ve transeksüellerin uğradıkları ayrımcılık ve şiddet konusunda bilgilenmelerini hedefleyen broşür, 2. Uluslararası Homofobi Karşıtı Buluşma'da ücretsiz dağıtılacak.
Meraklısına: Anket verilerine göre üniversiteli gençlere ve gençlik alanında çalışan sivil toplum kuruluşlarına yönelik bir dizi insan hakları eğitimi düzenlenmesi planlanıyor.
Biz bu haberlerde neredeyiz? Kaos GL, British Council'in “Toplumsal Katılımın Sağlanmasında Medyanın Rolü” adlı projesi kapsamında 17-18 Mart 2007 tarihleri arasında medya eğitimi düzenledi. Sivil toplum örgütlerinin medyayla ilişkisini güçlendirmeye yönelik eğitime eşcinsel örgütlerinin yanı sıra çocuk hakları ve kadın örgütlerinden temsilciler de katıldı. Eğitimde, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyelerinden Doç. Dr. Mine Gencel Bek geçtiğimiz yıl yaptığı ve çarpıcı sonuçlar içeren “Medya ve Toplumsal Katılım” konulu araştırmasını anlatırken Halkla İlişkiler Uzmanı Claire Doole ile BBC gazetecilerinden Tony Howson medya deneyimlerini paylaştılar.
Eşcinsel kadınların da broşürü var Kaos GL, lezbiyenlere ve biseksüel kadınlara yönelik bir broşür hazırlıyor. Eşcinsel kadınların görünürlüğü artırmak ve sorunlarını tespit etmeyi amaçlayan broşür için tasarımından içeriğine önerilerinizi bekliyoruz. Çalışma grubuna katılmak ve ayrıntılı bilgi almak için Burcu Ersoy'la iletişime geçebilirsiniz: oyaburcu@kaosgl.org
2840274012749235686 Kaos GL Gündem
kendi haberlerimizi yapmak istiyoruz! Kaos GL'nin düzenlediği Yerel Gey-Lezbiyen Muhabir Ağı Projesi'nin eğitimi 14-15 Nisan 2007 tarihleri arasında Ankara'da gerçekleşti. Adana, Ankara, Antalya, Denizli, Eskişehir, İstanbul, İzmir ve Van'dan katılan muhabir adayları iki gün boyunca, haber yazma teknikleri ve hak temelli haberciliğe yönelik eğitim gördüler. Radikal İki ve Milliyet Sanat dergisinin Genel Yayın Yönetmeni Tuğrul Eryılmaz'ın medya sohbeti muhabirlerden büyük ilgi gördü. Eryılmaz, “Haberin nasıl yazılacağı her yerde öğretiliyor; asıl mesele sizin haberleri nasıl yazacağınız” dedi. Gazeteciliğin üç günahını da (Irkçı olmayacaksın, seksist olmayacaksın ve her türlü ayrımcılık konusunda duyarlı olacaksın) hatırlatan Eryılmaz, yaygın medyaya haber gönderirken yumuşak dil kullanılmasını, eşcinsel medyada ise militan bir dil yaratılması gerektiğini söyledi.
muhabirler atölye çalışmasında
aksu bora
İnsan Hakları Ortak Platformu (İHOP) Genel Koordinatörü Feray Salman, haber yaparken hak temelli yaklaşımın ve insan haklarının nasıl gözetileceğini anlattığı sunumunda “Kendinize özgü haklar yaratmaya çalışmayın. İnsan hakları içerisinde kendi özgün durumunuzun yerini saptamaya çalışın” dedi. Ankara Üniversitesi Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi (KASAUM) Uzmanı Aksu Bora, medyada kadın görünürlüğünün son yıllarda arttığını ama ayrımcılığın dolaylı ya da doğrudan sürmekte olduğunu söyledi. Medyanın kamusallığın en önemli alanlarından biri olduğunu söyleyen Bora, moda, yemek ve magazin sayfalarında sıkça görünen kadının spor ve ekonomi sayfalarında yer almadığının altını çizdi. Bora, medyanın yarattığı ayrımcılığı görmenin haberi doğru okumaya da yardımcı olduğunu belirtti.
selen doğan
Uçan Süpürge editörü Selen Doğan, iki gün boyunca verdiği eğitimlerde muhabirlerin haber yazarken nelere dikkat etmeleri gerektiğini anlattı. “Benim için bu haber ağının en önemli özelliği; dili, kurgusu, yaklaşımı ve habere biçtiği değerle meşhur o büyük Türkiye medyasına, eşcinsel perspektifinden bir alternatif geliştirecek olması” diyen Doğan, gey-lezbiyen haber ağının, medyanın yüz vermediği, haber olarak görmediği, görse bile kendini kaçırdığı haberleri görünür kılacağını belirtti.
ehl
mathilda pi
Kom Ut'un yazarlarından Jonas Hansson ve proje koordinatörü Mathilda Piehl yayıncılık deneyimlerini aktarırken İsveç'te LGBT haklarının hangi süreçlerle elde edildiğini ve RFSL'nin bu zaferdeki rolünü anlattılar. Kaos GL'den Ali Erol, eşcinsellikle ilgili terimlerin dünden bugüne nasıl kullanıldığının tarihçesini anlatarak muhabirlerin haber yazarken kullanacakları dilin çok önemli olduğunu söyledi.
jonas
hanss
on
Kaos GL editörü Uğur Yüksel, Kaos GL dergisinde ve web sayfasında hak haberciliği yaptıklarını ve 'eşcinsellerin insan hakları' tabirinin dile yerleşmesi için çalıştıklarını anlattı. “Taraflı haber yapıyoruz; eşcinsellerden yana tarafız” diyen Yüksel, “Türkiye ve dünyada eşcinsellerin gündeminde olan her konuyu taşımaya çalışıyoruz” dedi. Muhabir adaylarını “Haber size gelmeyecektir” diye uyaran Yüksel, “Bunun için örgütlenmeniz çok önemli. Örgütlendiğinizde haber sizi bulacaktır. Eşcinsel bireyler ve örgütleri sizin en önemli haber kaynağınız olacaktır” diye konuştu. Şimdi sıra muhabir adaylarından gelecek haberlerde. Muhabirlerimizin haberlerini Kaos GL'nin her gün güncellenen web sayfasından okuyabilirsiniz.
kaos gl istanbul muhabiri
bawer çakır
7
LGBT Gündem Herkesin kazandigi bir oyun mumkun!
2. ULUSLARARASI HOMOFOBİ KARŞITI BULUŞMA Neden 17 Mayıs? Dünya Sağlık Örgütü'nün eşcinselliği, hastalıklar listesinden çıkardığı tarihe işaret eden 17 Mayıs, tüm dünyada 'Homofobi Karşıtlığı Günü' olarak anılmakta ve cinsiyet seçimi veya cinsel yönelimlerle ilgili tüm fiziksel, ahlaki ve sembolik şiddete karşı eylem ve karşı durma günü olarak kutlanmaktadır. Neden “Homofobi Karşıtı Buluşma”? Hayatın her alanında homofobik tutum ve davranışlarla karşı karşıya kalmamız bu Buluşma'yı başlatmamızda hareket noktamız oldu. Homofobi probleminin sadece gey ve lezbiyenlerin değil aynı zamanda heteroseksüel kadın ve erkeklerin de meselesi olduğunu düşünüyor ve bunun bilince çıkarılmasını hedefliyoruz. Çünkü eşcinsellerin ve heteroseksüellerin birlikte özgürleşeceği bir dünya istiyoruz. Neden uluslararası? Homofobinin küresel bir mesele olduğunu biliyoruz. Bu gerçekten hareketle Ortadoğu'dan Balkanlar'a, Avrupa'dan Amerika'ya dünyanın her bölgesindeki geylerin ve lezbiyenlerin homofobiye karşı mücadele deneyimlerini öğrenmek ve paylaşmak istiyoruz.
8
Kaos GL'nin düzenlediği Uluslararası Homofobi Karşıtı Buluşma bu sene 17-20 Mayıs 2007 tarihleri arasında düzenleniyor. Bu sene ikincisi gerçekleşece k olan Buluşma'nın teması “Medya ve Homofobi” olarak
Bu sene neredeyiz? Bu sene ana mekanımız geçen yıl olduğu gibi Ekin Kültür Merkezi. Ayrıca, 14-18 Mayıs 2007 tarihleri arasında Ankara Üniversitesi Cebeci, Hacettepe Üniversitesi Beytepe ve ODTÜ kampüslerinde üniversite gençliğiyle buluşacağız. BULUŞMA'NIN FORUMLARI: AÇILIŞ KONFERANSI İnsan hakları, çoğulculuk ve eşitlik kavramları eşcinsellerin haklarını savunmada nasıl kuruluyor ve eşcinsellerin insan hakları için yeni olanaklar yaratabilir miyiz? Türkiye'den ve dünyadan aktivistler bu sorulara yanıtlar arayacak. HOMOFOBİYE KARŞI MEDYA Türkiye'den ve dünyadan gazeteci ve akademisyenler, medyanın homofobik dilini, gey-lezbiyenlerin temsilini ve taktiklerini tartışıyorlar. HOMOFOBİYE KARŞI ULUSLARARASI LGBT MEDYA Çeşitli ülkelerden LGBT yayıncılığı yapan kurum ve örgütlerin katılacağı bu forumda deneyimler konuşulacak. HOMOFOBİYE KARŞI TÜRKİYE'DE LGBT MEDYA Fanzin, dergi, blog ve İnternet sitelerinde gey-lezbiyen kültürün matbuu ve sanal medya serüvenini takip edeceğiz ve "Homofobiye Karşı LGBT Medya Ağı" oluşturmanın olanaklarını arayacağız.
HOMOFOBİYE KARŞI ALTERNATİF MEDYA Türkiye'de yaygın medyaya 'alternatif' duran medya yayınları söz konusu 'eşcinsellik' olduğunda ne kadar alternatifler? Bu forum bunu tartışıyor. HOMOFOBİYE KARŞI VİDEO ART Çağımızın bağımsız ve politik dili video sanatı eşcinseller için nasıl kuruluyor? Türkiye ve dünyadan sanatçılar videolarıyla bu forumda. HOMOFOBİYE KARŞI SİNEMA Peki ya sinema? Eşcinsellerin öyküleri nasıl kurgulanıyor ve oynanıyor? Filmler eşliğinde sinemada homofobiyi konuşuyoruz. HOMOFOBİYE KARŞI FEMİNİZM Feminist hareket ve yayınlar homofobiyle de mücadele ediyor mu? HOMOFOBİYE KARŞI LEZBİYENLER ve BİSEKSÜEL KADINLAR Lezbiyenler ve biseksüel kadınlar homofobinin hangi yüzüyle karşılaşıyor. Eşcinsel kadınlar toplanıyor. TRANSFOBİ Travesti ve transeksüellere yönelik önyargı ve nefreti anlatan transfobi, kahramanlarının ağzından anlatılıyor. HOMOFOBİYE KARŞI GÖKKUŞAĞI Eşcinsel örgütleri ve oluşumları eşcinsel varoluşu, pratikleri ve homofobiye karşı mücadelelerini konuşuyor. HOMOFOBİYE KARŞI KAMPÜS 14-18 Mayıs 2007 tarihleri arasında Ankara Üniversitesi Cebeci, Hacettepe Üniversitesi Beytepe ve ODTÜ kampüslerinde üniversite gençliği homofobiyle yüyüze geliyor. HOMOFOBİYE KARŞI ÖĞRENCİLER Öğrenciler homofobiye karşı bir araya geliyorlar! Buluşma boyunca çalışmalarını sunuyorlar ve örgütledikleri “Homofobi Karşıtı Kampüs Forumları”nı değerlendiriyorlar. HOMOFOBİ KISKACINDAKİ BEDEN: ERKEKLİK&KADINLIK Heteroseksüel erkeler de dahil herkesi kıskacına alan 'erkeklik' masaya yatırılıyor ve değişen/dönüşen erkeklik ve kadınlık süreçlerinde beden politikaları tartışılıyor.
Ayrıntılı bilgi ve Buluşma programı için:
www.kaosgl.org
LGBT Gündem Amerikalı transeksüel, gey ve lezbiyen emeklileri hedef alan ilk ucuz fiyatlı toplu konutu Hollywood kasabasında açılıyor. Toplu konutlar, 104 daire, engelliler merkezi, yüzme havuzu ve kültür merkezinden oluşuyor. Bu evlerin üçte biri HIV taşıyan düşük gelirli yaşlı eşcinseller için ayrılmış durumda. 'Yaşlı Gey ve Lezbiyenler için Konut' isimli grup tarafından yapılan açıklamaya göre, Los Angeles kentinde gey, lezbiyen, biseksüel ve transeksüeller hayatlarının son günlerinde yalnız kalma ve izole olma tehlikesi ile burun buruna yaşıyorlar. Yaşlı eşcinseller huzur evlerinde partnerleri ile birlikte aynı odada kalamıyorlar. Hayatlarının son günlerinde önyargılarla daha fazla boğuşuyorlar ve heteroseksüel akranları gibi aile desteğine de sahip değiller. Yıllarca açık olarak yaşayan eşcinseller, bakım evlerinde kalmaya başladıktan sonra yeniden cinsel yönelimlerini gizlemeye başlıyorlar.
Karayip Adaları'ndan Tobago'da Nisan ayında düzenlenecek caz festivalinde konser vermesi planlanan Elton John'un programı, eşcinselliği teşvik edebilir gerekçesiyle iptal edildi. Eşcinselliğin yasalarla 'yasaklandığı' Tobago'nun başrahibi Philip Isaac, “Konserinden etkilenen insanlar onun yaşam tarzını taklit etmek isteyebilir. John eğer günah çıkartmak isterse dinleyebilirim” dedi. Meraklısına: Elton John, 25 Mart'ta 60 yaşına girdi. Kutsal Aziz John Katedrali'nde düzenlenen doğumgününe Pierce Brosnan, Donna Karan, Donatella Versace, Bette Midler, Richard Gere, Yoko Ono gibi pek çok ünlü katıldı.
ABD Kongresi'nde, Silahlı Kuvvetler'de görev yapan eşcinsellere getirilen yasağın kaldırılması yolunda adımlar atılırken, Genelkurmay Başkanı General Peter Pace, Chicago Tribune gazetesine yaptığı açıklamada, eşcinsel personelin açıkça görev yapmasının hoşgörülmemesi gerektiğini kaydetti ve eşcinselliği zinaya benzeterek her ikisinin de "ahlaka aykırı" olduğunu belirtti. Peter Pace, "Ahlaksızlığa olur demenin A B D ' ye h i z m e t e d e c e ğ i n e inanmıyorum" dedi ve bu görüşlerine yetişme biçimi ile sahip olduğunu ifade etti. Pace, açıklaması için özür dilemezken, öfkeli eşcinsel örgütleri 12
Oyuncu Angelina Jolie, gazeteci Kathleen Tracy'nin kaleme aldığı 'Angelina Jolie' adlı kitapta kadın aşkları hakkında konuştu. Kitapta Jolie, “Gerçeği söylemek gerekirse, erkeksi kadınlardan, kadınsı erkeklerden hoşlanıyorum. Kendimi hem kadın hem de erkek hissediyorum. Bir erkeğin mizacını taşıyorum” dedi. Kısa bir süre önce Jenny Shimizu'nun “lezbiyenim” açıklamalarında da adı geçen Jolie, “Tam 10 yıl boyunca Shimizu'yu sevdim. İlk kez film çekimlerinin ikinci haftasında öpüştük. Onu öpmek muhteşem bir duyguydu. Shimuzu'nun dudakları tıpkı iki su yastığı gibi, inanılmaz sıcak ve yumuşaktı. Jenny ile evlenmek istiyordum. Ben sevgiye inanan bir kadınım. Hangi cinsiyetten olursa olsun bir kez seversem tam severim” itirafında bulundu.
Mart'ta Times Meydanı'ndaki Asker Toplama Merkezi önünde gösteri düzenledi. Eşcinseller, 'Pace'i kovun', "Pace Ahlaksızdır, Eşcinseller Muhteşemdir' yazılı pankartlar taşıdılar. Meraklısına: ABD Silahlı Kuvvetleri'nde halen "sorma söyleme" diye adlandırılan politika uygulanıyor. Buna göre, askeri personele cinsel yöneliminin ne olduğu sorulmuyor ve kimse de cinsel kimliğini dışa vurmuyor. Ancak, eşcinsel olduğu açığa çıkanlar ordudan atılıyor. İki yıl önce yapılan bir çalışma 10 bin askeri personelin eşcinsel olduğu için ordudan atıldığını gösteriyor.
LGBT Gündem Bilgi Üniversitesi Gökkuşağı Kulübü:
“Artık yaptığımız işlerle anılmak istiyoruz” Şubat ayında Bilgi Üniversitesi'nde kurulan Gökkuşağı Kulübü'nü duymuşsunuzdur. Türkiye'nin ilk resmi eşcinsel kulübü olan Gökkuşağı gerek medyada gerekse kampüste büyük ilgi gördü. Kulüpten İzlem'le bu süreçte neler yaşadıklarını konuştuk.
10
Türkiyeli eşcinsel öğrencilerin üniversitelerde buluşturan, bir araya getiren Legato geçmişi var. Kulübünüz bu geçmişten nasıl faydalandı? Aramızda Legato, Lambdaistanbul gibi eşcinsel örgütlerinde geçmişte çeşitli kanallardan katkı sunmuş ve halen sunmakta olan kişiler bulunmakta. Elbette ki bu tecrübeler, nerede ne yapılması gerektiğine dair yaklaşım geliştirirken bize ışık tutmakta. Konu eşcinsellik olduğunda örgütlenmenin zorluklarını, insanların yaşadıkları çekinceleri biliyor ve anlayabiliyoruz. Benzer süreçlere kulübün kuruluşu aşamasından önce tecrübe etmiş olmak, insanların bizlere yaklaşımlarında yaşadıkları çekinceleri veya var olan homofobiyi anlamamızda ve uzun vadede sürecin neler getirebileceğini kestirebilmemiz anlamında bizlere yardımcı oluyor. Bu kulüp neyin ihtiyacı olarak doğdu? Bilgi Üniversitesi'nde eşcinseller ne istiyordu da Gökkuşağı Kulübü'nü kurdular? Günümüzde, LGBT bireyler gerek kamusal gerekse özel alanlarda cinsel kimlik ve yönelimlerini istedikleri biçimde ifade etme araç ve kanallarından çoğunlukla yoksunlar. Kampüse baktığımızda da eşcinsel var oluşuna dair herhangi bir sinyal bulunmamakta. Bu da “Eşcinseller var biliyoruz ama neredeler?” sorusunu aklımıza getiriyor. Kulübü kurarken amacımız, bu alttan alta üstümüzde baskı kuran yapıyı deşifre etmek, insanlara yaklaşımlarında sorunlu bulduğumuz noktaları tercih ettiğimiz fanzin, film gösterimi, broşür gibi araçlarla anlatmak, kısacası eşcinsellik hakkında konuşulup tartışılabilmesini sağlamaktı. Girdiğimiz derslerde ilişkiler hakkında verilen örneklere bakıldığında fiks bir kadın-erkek mutlaklığı söz konusu. Arkadaşlar arası sohbetlerde “nonoş, top, ibne” gibi yakıştırmaların olduğu espriler sıklıkla kullanılmakta. Bu yaklaşım da insanların aklında eşcinselliğin nasıl şekillendiğinin bir göstergesi. Sonuçta bu tarz sıfatları ya da eşcinselliğe dair olumsuz yaklaşımları duyan ve gören gizli bir eşcinsel, elbette ki bunlarla özdeşleşmek istemediği için açık bir biçimde kimliğini yaşamaktan çekince duyacaktır. Bu bağlamda, insanların okul içinde cinsel kimlik ve yönelimlerini özgürce yaşayabilmeleri için gerekli olan ortamı yaratabilmek adına bu kulübü kurduk. Bunun yanında beraber sosyalleşebileceğimiz alanları yaratmak, kişilerin açılma süreçlerine ışık tutmak, kendini yeni yeni tanıyan arkadaşlarımıza destek olabilmeyi istedik.
“'Öcü' eşcinsel imajı silinip normalleşecek” Kulübün kurulması medyada da geniş yer buldu. Hem üniversite yönetimi hem de öğrencilerden nasıl tepkiler aldınız? Evet, bu kulüp medyanın ilgisini çok çekti. Bildiğiniz gibi eşcinsellik, hakkında haber yapmaya elverişli olan bir konu. Ama ne yazık ki bu haberler genelde magazinleştirme veya komikleştirme gibi unsurlar üzerinden yapılmakta. Bu bağlamda seçici olmaya ve temkinli yaklaşmaya dikkat ettik. Beklediğimiz gibi olumlu ve olumsuz tepkiler aldık. Bizleri kutlayan birçok insan oldu. Bazı velilerin okul yönetimini arayıp “nasıl izin verirsiniz böyle bir şeye, çocuklarımızın istikbaliyle oynuyorsunuz” gibi yaklaşımlarının olduğunu da duyduk. Hiç kimseden doğrudan olumsuz bir tepki almadık. Sonuçta tartışmak ya da çatışmak isteyenler için bizi hangi gün, nerede, saat kaçta bulabileceklerini duyuran afişlerimiz de vardı. Ama kimse, eğer varsa, olumsuz fikirlerini bizlerle tartışmak için toplantılarımıza gelmedi. Ara sıra basında fotoğraflarıyla yer alan arkadaşlarımızı görenler “aa bu o çocuk” biçiminde tepkiler veriyorlar. Bazı çet kanallarında da olumsuz yorumlarda bulunan insanlar oluyor. Verilen bu tepkilerin görünürlüğümüz arttıkça azalacağını düşünüyoruz. Okul idaresi, kurulum için başvurumuzu yaptığımız andan itibaren bize destek oldu. Sadece, atmosferin biraz sakinleşebilmesi için bir süre ağırdan gitmemiz önerisinde bulundular ve medyayla olan bağlantımıza biraz ara vermemizin daha iyi olabileceği önerisini getirdiler. Tam olarak bu gerekçeden kaynaklı olmasa da, hızlı başlayan süreç bizleri de oldukça yormuştu ve bu nedenle bir ay kadar vitesi küçültmeye, birbirimizi daha iyi tanıyıp ihtiyaç duyduğumuz sohbetleri derinlemesine yapmaya karar verdik. Bu kulüp kampüste neleri değiştirecek? Aslında bu soruyu gelecek zamanda değil bugün cevaplamak daha doğru olur. Çünkü eşcinsellik gözle görülür anlamda gerek öğrencilerin gerekse akademisyenlerin gündemine girdi. Mesela, bizi destekleyen bir akademisyen arkadaşımız artık öğrencilere eşcinsel temalı ödevler verdiğini ve sınıfta sürekli eşcinselliğe dair konular açtığını söyledi. Sonuçta, kurulum sürecinden bugüne, konuya merak duyan birçok insanla sohbet ettik. Hocalarımızı var olan gelişmelerden sürekli haberdar ediyoruz. Artık insanların kullandıkları dil konusunda daha dikkati olmaya başladıklarını düşünüyoruz. Salı günleri yaptığımız toplantılara zaman içinde katılımın artacağını düşünüyoruz. Bir şeylerin yavaş yavaş değişeceğini biliyoruz. İnsanların konuya ilgi duyup, merak edip tartışmak, konuşmak istemeleri bizler için çok sevindirici bir adım. Süreç içinde insanların kafalarındaki “öcü” eşcinsel imajının silinip normalleşeceğini düşünüyoruz. Bunun en güzel göstergesi de, insanların sanal alanlarda ya da okul idaresine tepki vermeyi bırakıp, toplantılarımıza katılıp “sizi burada istemiyoruz”ı yüzümüze söylemeleri olacaktır. Bunun hiç konuşulmaması ya da bilgisizlikten kaynaklı olumsuz konuşulması yerini normalleşmeye ve olumsuz düşünmemeye bırakacaktır.
Bilgi Gökkuşağı LGBT Kulübü, salı günleri Kuştepe kantininde saat 18:00'de bir araya geliyor. İletişim için: bilgi.lgbt@gmail.com
LGBT Gündem Eurovision şarkı yarışmasında Ukrayna'yı temsil etmek üzere travesti Verka Serdyuchka'nın aday seçilmesi ülkede tepkilere ve "Yarışmadan çekilelim" çağrılarına yol açtı. Ülkenin en popüler komedyenlerinden biri olan Serdyuchka'yı kaba ve bayağı bulan muhalifler Serdyuchka'nın kuklasını yakarak seçimin iptalini istediler. Meraklısına: Verka Serdyuchka karakteri aslında bir televizyon şovu için yaratılmıştı. Sovyet döneminde doğan, orta yaşlı kadınlarla dalga geçiyordu.
Eşcinsel yayıncılığına yeni bir kardeş geldi: Lubunya. Pembe Hayat LGBTT Dayanışma Derneği'nin çıkardığı, travesti ve transeksüellere yönelik hazırlanan bültende tanıklıklar ve haberlerin yanı sıra cinsel sağlık hakkında bilgiler de bulunuyor.
2 Nisan'da CNN Türk'te yayınlanan ve "Eşcinsellik" konusunu işleyen Cosmopolis programının 9 Nisan'da gösterilecek ikinci bölümü gerekçe gösterilmeden yayınlanmadı. CNN Türk yetkilileri, "ara verdik" dışında açıklama yapmazken, eşcinsel örgütleri ve bireyler gönderdikleri şikayet epostlarına da yanıt alamadılar.
Meraklısına: Sevim Gözay'ın sunduğu programın ilk bölümünde kadın eşcinselliği konuşulmuştu.
9 Mart'ta İzmir'in Buca ilçesinde Şirinyer'deki evinde, boğazı kesilerek öldürülen işadamı Saim Kayhanmete'nin zanlısı 25 yaşındaki inşaat işçisi F.O. ifadesinde “Bana ilişki teklif etti. Ben de çok sinirlendim. Boğazını kestim ve kalbinden bıçakladım" dedi. Cinayet üzerine araştırma başlatan polis, Kayhanmete'nin işyerindeki bilgisayarını incelemeye almıştı. Kayhanmete'nin öldürülmeden bir gün önce bir arkadaşlık sitesinde, "Zilli Sultan" ve "Kleopatra" rumuzlarını kullanarak bir kişi ile konuştuğunu belirleyen polis, zanlının bilgisayarının IP numarasının peşine düşmüştü. F.O. ile birlikte ona yardım eden bir kişi daha gözaltına alındı.
Geçen sene Ankara'nın Eryaman semtinde travesti ve transseksüellere yönelik düzenlenen şiddet olaylarının sanıklarından Şammas Taşdemir'in yargılanmasına Sincan 1. Asliye Ceza Mahkemesi'nde başlandı. 26 Nisan 2007 tarihinde görülen duruşmaya Pembe Hayat ve Kaos GL derneklerinin yanı sıra Küresel Eylem Grubu (KEG) da katıldı. Davacı Dilek İnce ve Arzu San'ın araçlarını gasp edip ölümle tehdit ettiği iddia edilen sanık Taşdemir, suçlamaları reddetti. Meraklısına: Mahkeme giriş ve çıkışında travestileri ölümle tehdit eden sanığın yargılanması 14 Haziran'a ertelendi.
Lambdaistanbul LGBTT Dayanışma Derneği'nin geleneksel olarak düzenlediği Eşcinsel Onur Haftası bu sene 27 Haziran 1 Temmuz 2007 tarihleri arasında İstanbul'da gerçekleşecek. Bu sene 10.su yapılacak olan Onur Haftası'na dünyanın dört bir yanından lezbiyen, gey, biseksüel, travesti ve transeksüel katılacak. Film gösterimleri, forumlar, partiler, konser ve atölyelerin düzenleneceği Hafta'nın en beklenen anı hiç kuşkusuz eşcinsel onur yürüyüşü ve sonrasında düzenlenecek Hormonlu Domates Ödülleri töreni olacak. Bu senenin en homofobikleri kimler seçilecek merakla bekliyoruz. Meraklısına: 2005'ten beri dağıtılan Hormonlu Domates Ödülleri, Türkiye'de homofobik söylemler üreten kişi ve kuruluşlara veriliyor.
11
Erkeklik
Erkeklerin şefkati Fatih Özgüven Son zamanlarda erkekler ve erkekler hakkında bir şey zaman noktasında durmakla birlikte, adı inceden inceye yazmak istiyordum. Çünkü Marguerite Yourcenar'ın telaffuz edilmiş fakat kadın-erkek ilişkisine uydurularak Alexis'i ile Alan Hollinghurst'ün son romanı The Spell'i sınırları katı biçimde belirlenmiş ilişkilerinde bir strateji (Büyü) bir arada okuyorum. Yourcenar'ı tarife gerek yok; tedirginliği taşıyorlar: "Acaba bana ne zaman Hollinghurst ise Türkçe'de henüz yayınlanmadı ama dokunacak? Ben ona ne zaman dokunmalıyım, ne özellikle ikinci romanı The Folding Star ile İngiliz zaman okşamama izin verecek?" Tekrar birbirini edebiyatının gerçekten 'Avrupalı' birkaç yazarından biri... seven erkeklerin fotoğraflarına döndüm. Bu Fakat iki kitap da işime yaramadı. Yourcenar'ın ilk fotoğraflardaki erkekler, yaşadıkları yüzyıl ya da yıllar, romanına, genç bir erkeğin ayrıldığı karısına yazdığı itiraf birbirlerine besledikleri sevginin niteliği ne olursa olsun mektubu olan Alexis'e Türkçe'de elbette bir kere daha kaybetmekten ya da acı çekmekten -en azından içinde hayran oldum. Hollinghurst'ün İngiliz dilinin bulundukları anda- korkuyor gibi görünmüyorlar. bakımlı bahçesinde gezinen, birbirleriyle Onları Alexis'e, Justin, Robin, Alex ve girift romantik bağlar içindeki Justin, Danny'ye tercih etmemek mümkün Erkeklerin belki biraz değil. Önemli olanın erkekler ve haz, Robin, Alex ve Danny'sini de takdir ettim. Ama sonuçta iki kitaptaki 'hayat erkekler ve erkekler, erkekler ve kadınlar parlak bir alev gibi bilgisinden de bunaldığımı fark ettim. değil, erkekler ve şefkat olduğunu yanıp sönüveren, İnsan bu kadar hayat bilgisi düşündüm. bütün duyguları, biriktirmişse, bütün cevapları biliyorsa, hiçbir şey onu şaşırtamıyorsa roman Genellemeyse genelleme; erkeklerin heyecanları gibi yazmaya, hatta yaşamaya ne gerek var belki biraz parlak bir alev gibi yanıp sömürülmeye, 'gibi oldum'. (Son zamanlarda sönüveren, bütün duyguları, heyecanları kullanılmaya Türkçemize giren güzel bir tabir.) gibi sömürülmeye, kullanılmaya -bkz. -bkz. futbol maçları- futbol maçları- daha yatkın şefkatleri Yourcenar ile Hollinghurst'ü kristal kusursuzluklarıyla başbaşa bırakıp daha yatkın şefkatleri gene de iyi bir şeydir. Bazen insanlığın yazıdan vazgeçmeye karar vermiştim... daha 'akılcı yarısı' olduğuna inanasım gene de iyi bir ki, pek de sahip olmadığım bilgisinden gelen kadınların şefkatlerinden farklı, şeydir. çok tesadüfleriyle beni sevindiren hayat, çocuksu, besleyici bir şey. Ayrıca karşıma çok daha alçakgönüllü bir kitap büyütmeyin, haz da o kadar ciddi bir çıkardı; Affectionate Men adında bir fotoğraf sorun değil. Ne de ıstırap. Ruhtur kirlenir, Omo ile albümü. (Sevecen Erkekler ya da Müşfik Erkekler deyince temizlenir. Birbirlerini hangi biçimde olursa olsun çok Türkçe'de kitabın iması çıkmıyor, bu sıfat bu dilde her seven bütün erkekler; birbirinize, -geyik dışında,- en son şeye rağmen/ hâlâ/ henüz erkeklerden o kadar da ne zaman kuvvetle, şefkatle sarıldınız? uzaklaşmış değil anlaşılan.) Bu başlığı, kitabın imasına da (Bu yazı Ömer, Yıldırım, Selim için) uygun düşecek biçimde, 'Birbirini Seven Erkekler' diye 30 Mayıs 1999, Radikal İki çevirmek isterdim. Çünkü kitapta fotoğrafın icadından bu yana çekilmiş sayısız fotoğraf içinden seçilmiş yüz yirmi kadar kol kola, elele, omuz omuza, kucak kucağa, baş başa -bunların hepsi aynı şeyler değil- erkek arkadaş fotoğrafı var. Albümdeki erkeklerin birbirleriyle ilişkilerinin niteliği bazen cinsel, bazen değil, bu fotoğraflar bazen 'askerlik hatırası' gibi bazen gizlenmemiş bir tutkuyla dolu, bazen tatlı biçimde mahçup bazen komik biçimde yırtık, bazen aslında masum bir kucaklaşma bazen çok erotik bir resmiyet kılığında... Bu fotoğraflarda belli ve önemli olan tek şey, bu her sınıftan ve yaştan bir sürü erkeğin birbirlerine değişen ölçülerde 'muhabbet besledikleri'ni görmek. Ne var ki ciddiyeti önemserim. Yeniden Yourcenar'ın şiddetle analitik kahramanı Alexis'e döndüm. Alexis, öncelikle kendine ait bir 'durum' saydığı erkekleri sevmeye karar verişini bir 'vahiy' gibi anlatıyordu: "... O sabah güzellikle karşılaştıysam bu benim kabahatim değildi". Ya da, daha ileride: "Daha o zamandan seziyordum ki, haz ciddi bir konudur: insana ıstırap verebilecek olan şeyi ciddi bir biçimde ele almak gerekir." Yourcenar'la tartışmak ne haddime. Ama alçak sesle söyleyebilirim ki hayat bilgisi bir fetiş, bir dikiz aynası nazarlığı haline gelebilir, ya da bir ruh prezervatifi haline. Nitekim Hollinghurst'ün Robin, Justin, Alex ve Danny'si de Alexis'in durduğu noktanın çok ilerisinde bir Amerika 1940'lar; sokak ortası.
13
ErkeklikGündem LGBT Erkeklik bir
TABUDUR
Aliye'de temsil edilen kadınlık, çoğu izleyici için güçlü bir kadın olmanın erdemleri üzerine kurulmuştu.
14
Asmalı Konak'ta 'ağa' kocasının yüzünü gözünü morarttığı Bahar'ın gözyaşlarını her gün kaç kadın kendi yanağından siliyor, bilen var mı?
Bedeninin sınırları törenin bayrağıyla çizilen kadınlara yalnızca 'dizi kahramanı' deyip geçebilir miyiz?
Selen Doğan Bir zamanlar pek çok kadını ekrana kilitleyen bir dizi vardı: Aliye. Kocası tarafından aldatılan, kaynanasından şiddet gören, çocukları elinden alınan bir kadındı Aliye. Başının üstünde bir mağduriyet halesiyle dolaşan bu kadına seyirci acıdı, onu bağrına bastı. Aliye'de temsil edilen kadınlık, çoğu izleyici için güçlü bir kadın olmanın erdemleri üzerine kurulmuştu. Başına gelen onca felakete rağmen ayakta kalabilmesi gücünün bir ifadesi miydi, yoksa katlanmak zorunda olduğu bir durum muydu? Kendisine tecavüze yeltenen kocayı bile “çocukların hatırına” affedebilme becerisi nasıl bir kadınlık bilgisi gerektiriyordu? Fedakar anne şapkasının altında daha ne kadar ezilebilirdi bir kadın? Dizideki koca Sinan'ın iki çocuğunu kalkan gibi kullanıp Aliye'yi elinde tutmaya çalışması, başaramayınca da “ahlaksız” kadın vurgusunu devreye sokarak ortalama seyircinin de kafasını karıştırması neydi peki? O iki çocuk nasıl oldu da travmaların ardından hala sağlıklı-mutlu çocuklar olarak gülümseyebildi hayata? Aliye nasıl kanser olmadan, kalp krizi filan geçirmeden yaşamaya devam edebildi? Güvendiğin dağlara yüzlerce kez kar yağsın, içine olmadık acılar düşsün, sen kalk, yine de yürümeye devam et! En azından şiddetli kocana müşfik gözlerle hâlâ bakabiliyor ol! Onu affetmeyi dene ki örnek alsın seni kadınlar! Kocaları ne yaparsa yapsın “çocukları için” dayansınlar. O çocuklar da görsün ve öğrensin erkekliğin ve kadınlığın o kadim bilgilerini, o çerçevenin içindeki berbat resmi! Televizyon dizilerinin seyirciye sunduğu hayal dünyası, elbette ki arkası boş bir dekordan ibaret değil. Bize izletilen tüm o öykülere yanı başımızda ya da bizzat içimizde rastlamak mümkün. En 'melek' haliyle, 'canavar' kaynanasını ya da kaba kuvvetten medet ummakta bir sakınca görmeyen kocasını affedebileceğini düşünen yalnızca Aliye mi?.. O dokunulmaz 'töre'nin, o demir leblebinin dilinde bıraktığı pasla ne yapacağını bilemeyen Sıla'dan ne kadar uzağa koyabiliriz kendimizi? Bedeninin sınırları törenin bayrağıyla çizilen kadınlara yalnızca 'dizi kahramanı' deyip geçebilir miyiz? Adını bile akılda tutmadığımız gelmiş geçmiş pek çok dizide, dövülen, sövülen, tecavüz edilen, öldürülen ya da süründürülen kadınlar da içimizden birileri değil miydi? Asmalı Konak'ta 'ağa' kocasının yüzünü gözünü morarttığı Bahar'ın gözyaşlarını her gün kaç kadın kendi yanağından siliyor, bilen var mı? Yıllar önce Flash TV'nin 'kült' yapımı Gerçek Kesit'te 'oyun'laştırılan gerçek yaşam öyküleri üçüncü sayfa haberlerinde her gün karşımıza çıkmıyor mu? Binbir Gece adlı dizide, patronunun birlikte geçirilecek bir gece karşılığında 150 bin, ikinci bir tur içinse 300 bin dolar teklif ettiği Şehrazat'ın öyküsü nikah masasında nihayete ererse kaç kişi ayaklanır? En fazla kaç kişi vicdanın o ılık rehavetiyle “Oh be, sonunda evlendiler” demeyi kendine yedirebilir? Bütün bu öykülerdeki o korkunç erkek rolleri acıklı öyküler, sevdalı diyaloglar, iç sızlatan yalvarışlar, af dileyen bakışlar ya da hıçkırıklarla süslendiğinde nasıl da kabul edilebilir, anlaşılabilir, hoşgörülebilir oluyor, değil mi?
“erkeklik” olduğuna inanacak. Aliye'nin, kocasının üniversiteli bir kızı hamile bıraktığını, kızın da intihar Öğrenilmiş erkekliğin dünyadaki bütün kötülüklerin ettiğini öğrenmesiyle bir anda parçalanan mutlu aile sebebi olduğuna inanın ya da inanmayın, erkekliğin tablosunu, tam da kendinden beklendiği gibi onarmak sonradan edinilen 'bir şey' olarak, varoluşun o kaygan yerine, çocuklarını da alıp başka bir hayatı seçmesine zemininde yalpalarken tokat gibi kadınların yüzünde anlam veremeyeceği gibi, bin bir özre “rağmen” defalarca patladığını gözden kaçırmanız imkansız. A l i y e ' n i n k o c a s ı n a n i ç i n d ö n m e d i ğ i n i d e Kadınlığın o incelikli bilgisini hepten yok etmeye anlayamayacak. Şehrazat'a “bir gece” için yüzlerce yetecek kadar büyüyüp güçlensin diye bizimki gibi banknot öneren patronun, bir zaman sonra, bu yaralı toplumların cilalayıp durduğu o erkeklik nasıl böyle kadına masal okuyarak aşkını itiraf edip evlenmek kural tanımaz, sınır bilmez bir halde parlayıp duruyor istediğini söylerkenki o makul, haysiyetli, aşık ve çocuk diye sormayalım kendimize. Yanıtı bilsek de bilmesek halini görüp televizyon karşısında sinirden tırnaklarını de biz o erkekliği çeşitli biçimlerde üretmeye devam yemeyecek. Çünkü aklının bir köşesinde o bozulmaz edeceğiz nasılsa! Erkek çocuklarımızın henüz el kadar ezber, kaidesi sağlam bir heykel gibi duruyor ve sık sık çınlıyor olacak: “Erkektir, yapar!” Ve bebekken çırılçıplak fotoğraflarını biz kadınlar, evde, sokakta, işte, çekip gururla eşe dosta okulda karşılaştığımız, toprağı, göstereceğiz; olmadı, “Kendin havayı ve suyu paylaştığımız göster” diyeceğiz. Kızlarımızı erkeklerle tehlikeli bir oyun odalara çekip “orasını” oynadığımızı bal gibi biliyor kimselerin görmesine izin olacağız. Erimez bir katılıkta vermemesini tembihleyeceğiz; sürüp giden roller ayrılığının belli regl olduğunda bunun ne noktalarda güç bela uzlaşması olduğunu ona fısıldayarak bu bile, bu oyundaki ezberimizi durumu evdeki erkekler dahil bozmaya yetmeyecek. Zira, biz herkesten saklaması gerektiğini değilsek annemiz, o da değilse anlatacak, ona kadınlığı kapalı büyükannelerimiz kadınlara da kapılar ardında öğreteceğiz. Bir erkeklere de önce “erkekliğin” ne oğul doğurduğumuzda onun demek olduğunu öğrettiler, hem bütün öyküsünü “Aslanlar gibi bir de yüzlerce örnekle. evlat olacak, askere gidip vatana 'Binbir Gece'de, borcunu ödeyecek, evini patronunun birlikte Sonra kendimiz yaşayıp gördük: geçindirecek parayı kazanacağı geçirilecek bir gece Erkeklik bu tabudur. Sanıldığının iyi bir iş bulup göğsümüzü karşılığında 150 bin, ikinci aksine, kadınlıktan daha fazla kabartacak, 'temiz' bir kız bulup bir tur içinse 300 bin dolar kapanmıştır kendi üzerine. Yasak evlenecek…” diye yazmaya teklif ettiği Şehrazat'ın bölgeleri daha çoktur erkekliğin, başlayacağız. Kızımız öyküsü nikah masasında ve ya s a k l a r d e l i n d i ğ i n d e , doğduğunda ise tek derdimiz nihayete ererse kaç kişi egolardan kurulu o kat kat ona çeyiz hazırlamak ve bir ayaklanır? En fazla kaç kişi auradan sızan güç, erkekliğin kocanın soyadını alacağı güne kan kaybı olur. Mesela, “erkek vicdanın o ılık rehavetiyle kadar “namusunu” korumak dediğin” pembe gömlek giymez, “Oh be, sonunda evlendiler” olacak. Biz kızımıza hayırlı bir sevdiğini belli etmez, süt içmez, kısmet ararken, oğlumuzu, demeyi kendine ağlamaz ve gülmez, dedikodu evleneceği kadının karşısına yedirebilir?” yapmaz, bakımlı olamaz, yemek daha “deneyimli” çıksın diye yapmaz, temizlik hiç yapmaz!.. “provaya” göndereceğiz. Kız Bunları yaparsa da erkek olmaz! çocuklarımızı hanım hanımcık, erkek çocuklarımızı hercai yetiştireceğiz. Biri bütün gün sokakta gezip tozacak, diğeri bakkala bile giderken Felsefeci Myriam Miedzian, “Boys Will Be Boys” (Anchor azarlarımızı yanında taşıyacak. Biri dövmeyi, sövmeyi Boks, 1991) adlı kitabında, bir araştırmacının öğrenecek; diğeri boyun eğmeyi, “kader” demeyi. görüştüğü bir annenin, kendisi gibi erkek çocuk sahibi Birini okullara göndereceğiz, diğerine evde kadın birçok anneyle ortak kaygılarından söz ettiğini aktarır. rollerini ezberleteceğiz. Kızlarımıza diyeceğiz ki Bu genç anne, bir yandan oğlunun oyuncak silahlarla “Erkektir, yapar”. Oğullarımıza diyeceğiz ki “Erkeksin, oynamasından hoşlanmazken, diğer yandan, eğer silahlara ilgi duymuyorsa oğlunun belki de “ileride yaparsın”. eşcinsel olacağından” endişe ettiğini söylemektedir. Sonra büyüyecek bu çocuklar, kadınlığın ve erkekliğin Miedzian bu görüş üzerine psikanalist Charles W. nasıl da ayrı, nasıl da kesişimsiz iki dünya olduğu Socarides'in “eşcinsellik eğilimi gösteren çocukların bilgisiyle. Tüm güçlerin kendinde toplandığını babalarından yeteri kadar sevgi görmemiş çocuklar zanneden (nasıl zannetmesin, biz verdik ya bütün o olduğu” savına yer verir ama kitabına aldığı bu görüşün güçleri eline) erkekler listesine adını ekleyecek hiçbir şekilde eşcinselliğe dair bir yargılama olmadığını oğullarımız. Bizzat görüp öğrendiği ne varsa hepsinin bir dipnot olarak açıklamayı da ihmal etmez. sağlamasını bir bir yapacak. Sevgili olduğu kadına kısa Socarides'in savı, erkekliğe dair ezberin yüzyıllardır etek “giydirmemesi” gerektiğine inanacak mesela; korunagelmiş halidir aslında: Babalar erkek onun “namusunu” koruması gerektiğine inanacak. çocuklarına erkekliği öğreten figürlerdir!!! Kadının “dövülebilir” olduğuna inanacak. Evlendiği kadını aldatacak, ama karısı başka bir adamın elini Erkeklerle değil, erkeklikle derdi olan bir feminist tutarsa onu sokağa atacak... En fecisi de bunları erkek olarak şimdi sormam lazım kendime: İyi de, “erkeklik” olmaktan aldığı güçle yapacak. Bütün bunların aslında nedir? Tehlikeli bir oyun
15
Erkeklik Erkeklik ve futbol
Tanıl Bora Futbol dünyasının nasıl erkek bir dünya olduğunu uzun uzun tasvir etmeye hâcet var mı? Oyunun kendisinden çok, oyun etrafında kurulan dünyadan söz ediyorum. Futbol maçı izleyen erkeklerin gümbürtülü beraberliği, erkekçe bir otarşi idilidir. Başka herkese ve bütün dünyaya karşı, iyi ihtimalle koyu bir kayıtsızlığın, o kadar iyi olmayan bir ihtimalle saldırgan bir meydan okumanın dumanı tüter o idilin üstünde. Futbol üzerine tatlı tatlı veya asabiyetle atışan erkekler, erkek gürültücülüğünün temel birimlerindendirler. Mütehakkim jestler, çalımlar, kabarmalar, iri iddialarla, horozluk talimi yapılır buralarda. Tribünler, zaten bu narsistik ve homososyal cezbenin doruğa ulaştığı ortamlardır. Yakın zamana kadar, oğlan çocuğunun abi/amca/dayı tarafından 'ilk maçına' götürülmesi, neredeyse ilk genelev ziyaretine denk bir 'erkekliğe geçiş' ritüeli olarak yaşanırdı zayıflasa da süren bir gelenek. Sözün özü: Futbol dünyasına katılmak, erkek dünyasına girmenin, erkek olmanın ana yollarından biri. Futbol muhabbeti içinde nasıl yeniden üretildiğine, nasıl biçimlendirildiğine bakarak, erkeklik hallerinin bir çözümlemesini yapabiliriz.
16
Futbolun “erkek oyunu” olarak takdis edildiği, malûm. Oğlanlar bunu daha ufacıkken, okulda, mahallede top oynarken işitmeye başlarlar. -Oyun kuralları itibarıyla nizamî ya da gayrınizamî- darbelere maruz kaldıklarında, yere yıkıldıklarında, suratlarına, böğürlerine, pipilerine okkalı bir top yediklerinde, özellikle kendilerinden büyük çocuklar, Danyal Topatanvârî naralanırlar: “Erkek oyunu oğlum bu!” Futbol oyunu, gerçekten sert bir oyundur. Sporun, özellikle futbolun medenîleşme ve şiddetin ehlîleştirilmesi sürecindeki rolü üzerine düşünen sosyolog Norbert Elias, bu oyunun kontrollü güç kullanma ve şiddeti 'ayarlama' mahâretini geliştiren etkisini önemser. Erkek çocuklar futbol oynarken, bir bakıma, insanlığın bu medenîleşme ve şiddeti ehlîleştirme sürecini bireysel deneyimlerinde yeniden yaşarlar! Gerçekten de yapıcı bir deneyimdir öyle olabilir. Aynı zamanda kendini sertlikle, sertliğe dayanıklılıkla kanıtlama deneyimi olarak, onların Yakın zamana kadar, erkek kimliğini tesis eden ve 'sınayan' bir deneyim oğlan çocuğunun olarak yaşanır bu. abi/amca/dayı Buradaki 'ölçü' de önemli. tarafından 'ilk Klaus Theweleit, maçına' götürülmesi, n a s y o n a l - s o s y a l i s t hareketin psiko-sosyal neredeyse ilk dinamiğini incelediği genelev ziyaretine Erkek Fantezileri adlı denk bir 'erkekliğe etkileyici eserinde, sertlik takıntısının, benliğin geçiş' ritüeli olarak s ağlıklı biçimde yaşanırdı zayıflasa oluşamamasıyla ilgili da süren bir gelenek. olduğunu anlatır. Anneden
kopamayan, dünya ve başkaları ile kendisi arasındaki ayrımları kuramayan, omnipotenz (her şeye kâdirlik) fantezilerini aşamayan, böylesi bir iç içelik, akışkanlık içinde ilişkilerini ve kendini konumlandırmakta güçlük çeken erkek, bilinçdışı bir tepkiyle sertlik imgelerine sarılarak ve yumuşak görünen her şeye, yumuşaklık imgesine savaş açarak bu zaafını örtmeye çalışır. Futbol da, sert oyun olarak, olgunlaşamayan erkeklerin yaralarına merhem çalar. Oğlanlar ve ergenlerin futbol oynarken ölümcül bir endişeleri, “beşlik yemek”tir: topun bacak aralarından geçmesi! Futbol folklorunda 'delinmeyi', 'namusun gitmesini' simgeler bu; 'folloş oldu' derler. Sanki erkekliğini kaybetmenin, karı ya da ibne durumuna düşmenin simgesidir. Bazı fırlamalar rakip oyunculara bacak arası yapmaya konsantre olarak oynar, çokları çalım veya gol yememek kadar bacak aralarının hârim-i ismetini kollamaya bakarlar. Bu provokasyonun içe işlediği ortamlarda beşlik, habis bir eril zafer sevinciyle kutlanır. Üst düzey maçlarda bile, bir bacak arasının, tribünlerde neredeyse gole denk bir sevinç dalgası kopardığına rastlayabilirsiniz. (Memleketimiz -ve galiba tüm Akdeniz havalisi- için konuşuyorum.) Erkekliğini kaybetmenin 'an meselesi' olduğu bir dünyada, cinsî kimliğinin şerefini tehditlerden korumak için her an tetik durmak gerektiği 'şuuruyla' yaşayan müteyakkız erkekliğin tipik bir simgesi gibi gelir bana bu 'beşlik yeme' kaygısı! Tribünlere geçelim… Zira erkekegemenlik oyunun kendisinden çok orada soluk alıp v e r i y o r. Tr i b ü n şarkılarının, sloganların, tezahüra t l a r ı n m a ç i s t cinsiyetçi içeriği, herkesin malûmu. Taraftarlar, hasım saydıkları herkesi (rakip takımlar, onların taraftarları, yöneticileri, hakemler, spor bürokrasisi yetkilileri, bazen de kızdıkları kendi oyuncu ve yöneticileri), her şeyden önce ona bir cinsî 'zaaf' atfederek aşağılarlar: orospu veya ibne diye küfrederler. Kendi üstünlüklerinin mecazı da erkek olmaktır. Tersi de geçerli: Erkek olmanın mecazı da, üstün olmak, yenmek, ezmek. Gol atmanın ve galip gelmenin eşanlamlıları 'sokma', 'koyma', 'girme'dir. Cinselliği bir ezen-ezilen ilişkisi, altta kalma-üste çıkma mücadelesi olarak; erkek cinselliğini sevişme değil de bir tahakküm pratiği olarak tahayyül etmenin dili, tribün tezahüratlarında, sloganlarında kendi şehvetini çoğaltır.
1970'ler ve 80'lerde kimi fanatik taraftar gruplarının itibar ettiği bir ritüel vardı: Tuttukları takımın peşinden gittikleri deplasman seferlerine kerhane ziyaretini de dahil ederlerdi. Mola yerlerinde bira parası ödemeyerek, etrafı terörize ederek, yollarına çıkanlarla dalaşarak sergilenen vandalizmin bir parçasıydı bu; aynı zamanda hasmını fethetmeyi ve aşağılamayı 'taçlandırıyordu'. Son Dünya Kupası'nda üzerine epey tartışıldı: Bütün dünyada futbol turizminin yan dallarından biri fuhuş turizmidir. Hafif azarak 'sınırları aşma' şevki veren erkek dayanışması içinde kendini muktedir hissediyorlar ve güç fantezilerini 'taçlandırmaya' ayartılıyorlar. İllâ böyle uç biçimler alması gerekmez ama istisnâî denemeyecek bir sıklıkla aldığını da görüyoruz. Futbol ortamı, erkeklere geniş bir kendini koyverme, azma sahası açıyor. Hiçbir şeyi takmadan içinden geldiği gibi davranma hissini okşuyor. 'Neşelenmenin', 'kendini iyi hissetmenin' narsist-maçist tarzını teşvik ve tahrik ederek yapıyor bunu: iddiacı, agresif bir tarz. Meydan okuma ve pervasızlığını gösterme makamında eğlenceyi 'tırmandırırken', abartmaya yatkın. Sadece neşede değil, kederde de aynı dinamik işliyor: Takımı yenilince bir yandan hemen suçlular tespit ederken bir yandan da somurtup sokurdanarak çevresindeki insanları kahreden taraftar; karşılaştığı sorunla baş edemeyen ve derdinin sorumluluğunu anne babasına ya da en yakınlarına ya da karşısına ilk çıkana yıkarak bütün âleme kin kusan ergen gibidir. Kısacası, futbolun sosyal ortamı, ergenlik aşırılıklarına, 'ileri yaşlarda' da sapılabilmesine cevaz veriyor. Böylece, (gûyâ) olgun erkeklerin, “içindeki çocuğu serbest bırakma” romantizmiyle (buna 1 Nisan tarihli Radikal İki'de Yıldırım Türker de değindi), ergenliğin empatiye kapalı kudret fantezilerini meşrulaştırmasına zemin hazırlıyor. Bir tür, ebedî ergenlik simülatörü işlevi görüyor. Futbol ortamı, erkek homososyalliğinin en güçlü kalelerinden biri. Erkek erkeğe 'takılmanın' kurtarılmış bölgesi. Erkek otarşisinin vaad edilmiş ülkesi. Cips, hamburger, pizza, çerez, kola, biranın harman olduğu sehpaların arkasında divanlara yayılmış 'geyik yaparak' maç izleyen adamların manzarası, modern şehirli orta sınıf erkekliğinin natürmortudur. Tribünde, özellikle ana kapıların üzerindeki, “demirin üstü” tabir edilen kesimde, bir halay helezonu halinde omuz omuza, göğüs göğüse, zıplaya zıplaya (bazen “zıpla, zıpla, zıplamayan ibne” diye tempo tutarak) tezahürat yapan delikanlılarınki, daha ateşli bir 'erkek-erkeğe' halidir belki homoerotik heyecanlar da tespit edenler çıkacaktır orada. Son on beş-yirmi yılda futbolun eğlence endüstrisinin iri kıyım bir parçası haline gelmesi, kadınların
futbol ortamına 'yanaşmasını' beraberinde getirdi. Özellikle Avrupa'da tribünlerin daha konforlu ve güvenli hale getirilerek ailece maç seyrinin bir hafta sonu eğlencesi seçeneği olarak pazarlanması, onun yanında futbol magazininin medyayı işgal ederek bir pop tüketim nesnesine dönüşmesi, kadınları ve bilhassa genç kızları stadlarda ve televizyonda maç seyri âyinlerine katılmaya teşvik etti. Türkiye'de de bu eğilimi gözlüyoruz. Gerçi taraftar- kadınların önemli bir kısmı, “ağza alınmayacak küfürlere” iştirak etmekte hiç de çekingen davranmıyorlar ve kadınlar için kamusal alana çıkmanın en emin yolunu bir doz erilleşmek olarak gören bir geleneği sürdürüyorlar. Ama tribünde kadın halleriyle bulunan kadınlar da var ve toplamda kadınların ortama 'sızması', usul usul da olsa terbiyevî bir etki yaratıyor. Erkeklerin kendilerinden ibaret bir dünyada yaşadıkları zannını biraz törpüleyebiliyor, oyuna ve etrafa daha değişik dikkatlerle, biraz da mizahla bakmalarına katkıda bulunabiliyor. (Eşcinsel bireylerin futbol ortamında kendi kimlikleriyle eğleşebilmesi ise, Türkiye'de hâlâ çok müşkül.) Bütün dünyada maço söylem, gerçekten “erkekliğin son kalesi” olarak gördüğü futbol ortamının homososyal arılığının bozulmasını, ciddi bir tehdit olarak algılıyor.
Futbol oyunun kendisinin, oyun dinamiğinin, -ki gerçekten güzel oyun!-, burada bahsettiğim ebedî ergenlik fantezilerini, mütehakkim erkek kimliğini ve sair habaseti dikte e t t i ğ i n i s ö y l e ye m e y i z . F u t b o l ortamından söz ediyoruz esasen, futbol endüstrisinin, medyasının ve futbol alt-kültürünün biçimlendirdiği yapılardan. O ortamın başka türlü kurulmasının da imkânları var, nitekim futbol alt-kültüründe başka politik, sosyal, kültürel değerlerin yeşerdiğine de tanığız. Sözgelimi FC St. Pauli Hamburg, skordan bağımsız olarak maçı bir ortak eğlence olarak yaşayan ve başka kimseyi değil sadece her nevi mütehakkimi hor gören taraftar geleneğiyle, 'alternatif' futbolseverlerin dünya çapındaki kült kulübüdür. Başkanı, 2003'ten beri, saklı değil deklare- gey bir tiyatrocudur. Bu arada, meraklısı, Uluslararası Gey ve Lezbiyen Futbol Federasyonu'nun (IGLFA) İspanyolca, İngilizce, Almanca yayın yapan internet sitesine de bakabilir Oğlanlar ve ergenlerin (www.iglfa.com), mesela futbol oynarken ölümcül önümüzdeki Eylül'de Buenos Aires'te bir endişeleri, “beşlik düzenlenecek olan Birinci IGLFA yemek”tir: topun bacak Dünya Kupası hakkında bilgi alabilir.
aralarından geçmesi! Futbol folklorunda 'delinmeyi', 'namusun gitmesini' simgeler bu; 'folloş oldu' derler. Sanki erkekliğini kaybetmenin, karı ya da ibne durumuna düşmenin simgesidir.
Tribünlerde yaşanan 'özgürleşme' duygusunun karnavalesk bir neşeyi tetiklediği, egemenlere karşı bir 'sınırları aşma' alanı açtığı örnekler çoktur. Daha 'rahat' bir erkeklik hali, tribünde de pekâlâ mümkündür hatta tribün sayesinde bile olabilir!
17
Erkeklik
N. Aysun Yüksel Bu çalışma, Richard Dyer'in oluşturduğu hüzünlü genç adam erkek eşcinsel stereotipinin düşündürdükleri üzerine kurulmuştur. Dyer, yeniyetmelik dönemindeki genç erkeğin genel bir bocalama yaşadığını ve onu ne yapacağı konusunda şaşırtan unsurlardan birinin de yetişkin erkeklerin dünyasının ağır sorumlulukları olduğunu ileri sürer. Kuşku yok ki, ataerkil sistem öncelikle kadını bağımlı ve güçsüz kılmaktadır. Ne var ki Dyer'ın vurgusu bizi, erkeklerin bir ödül gibi algıladıkları gücün peşinden koşarken neleri kaybettiklerini sorgulamaya yönlendirmektedir. Çalışmada, bu noktadan yola çıkarak, erkek egemenliğinin her zaman ve yalnızca kadınları mı kurban konumuna soktuğu irdelenmeye çalışılmakta ve bu doğrultuda katı erkeklik ölçütlerine değinilmektedir.
18
Toplumsal cinsiyette katı erkeklik ölçütleri ya da alacakaranlığa davetiye Toplumsal cinsiyet en temel anlamıyla, kadınla erkeği, sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik değerlerle birbirinden ayrıştıran bir sistemdir. Her kadın ve her erkek için aynı kurallarla işlemese de, toplumsal cinsiyet sistemi, yine de kadınlığa ve erkekliğe dair kimi kalıpları ve fikirleri içinde barındırmakta ve bazen dayatmaktadır. Özellikle, geleneksel, ataerkil yapısını hala korumakta olan toplumlarda kalıp ve fikirlere daha sadık kalındığı söylenebilir. Bu tür toplumlarda toplumsal cinsiyete dair keskin hatlı stereotipler kadınlığın ve erkekliğin oluşturulmasına kılavuzluk etmektedir. Burada karşımıza mutlak ve kaçınılmaz olarak bir güç ilişkisi çıkmaktadır. Pronger, toplumsal cinsiyet tarafından belirginleştirilen bir kültürde, toplumsal cinsiyetin sınıfsal yapılarla benzeştiğini ileri sürer. Ona göre erkeklere verilen güç kadınlardan esirgenir ve kişi, bu bağlamda, hayatının her aşamasında toplumsal cinsiyetinden etkilenir.[8] Erkeklere tanınan bu güç ve erkek hegemonyasına dayanan yapılarda erkekliği var eden stereotiplerin, değerlerin kadınlar gibi erkekleri de olumsuz etkileyebileceği fikri bu çalışmanın iskeletini oluşturmaktadır. Bağlı olarak, Gauntlett, erkeklerin ve kadınların kendilerini diğer cinsle daha eşit 'hissettiği' Modern dünyada erkeklerin de kadınlar gibi daha iyi yaşam koşullarını arzu ettiğini ve krize girmiş erkekliğin daha çok gündeme geldiğini vurgular [3]. Bu bakış açısı da çalışmanın yapılmasında güdüleyici olmuştur. Öte yandan, toplumsal cinsiyet kavramı, daha çok kadınlara gönderme yapılarak ele alınmakla birlikte doğrudan erkeklik olgusunu da içermektedir. Bağlı olarak, toplumsal cinsiyet üzerine yapılan çalışmalarda, kadınlar kadar erkeklere de değinmek kaçınılmazdır. Konuya Leslie Pierce farklı bir boyut katar. Ona göre, toplumsal cinsiyet çalışmalarında sürekli "kadın" kavramının kullanılması, kadınların yalnızca kurbanlar olarak görülmesine, yalnızca ataerkillik üzerinde durulmasına ve kadının öznel direnişlerinin gözden kaçırılmasına yol açacaktır.[11] Bu bakış açısına inanmakla birlikte, yine de çalışmada daha çok ataerkil sisteme değinilecek ve kadınların kurban konumuna sokulduğu durumlardan söz edilecektir. Bir erkek eşcinsel stereotipi olarak hüzünlü genç adam Stereotipler yaşadığımız evreni, içinde bulunduğumuz toplumu oluşturan insanları anlamak adına geliştirdiğimiz, bir çeşit kestirme yollardır. Yarattığımız bu stereotipler yardımıyla dünyayı daha kolay algılanabilir bir hale
getirmeye, düzenlemeye çalışırız. Stereotipler yardımıyla, dünyadan alınan karmaşık ve yeni bilgi akışı düzenlenmekte, i n s a n l a r ı n ye n i d e n s u n u m ve s ı n ı f l a n d ı r m a l a r ı sağlanmaktadır. Her zaman kesin ve doğru yargılara varmamızı sağlamasa da stereotipler, pek çok noktada toplumsal izdüşümler içermektedir. Hayatın pek çok alanında olduğu üzere eşcinsellikte de kimi stereotiplerden söz etmek olanaklıdır. Richard Dyer erkek eşcinselliğine dair üç stereotipin varlığından söz eder: Kraliçe (queen), maço (macho) ve hüzünlü genç adam (sad young man). İlk ikisinden farklı olarak hüzünlü genç adam henüz seçimini tam olarak yapmamıştır. Genç bir erkek olmakla birlikte fiziksel ve ruhsal olarak gerçek bir erkek değildir. Bu aradakalmışlığı ve yolunu çizememişliği onun hüznünün, melankolisinin birincil nedenidir. Sürekli acı çeken bir figür olarak hüzünlü genç adamın, alacakaranlığı çağrıştıran aradakalmışlığını pekiştiren kimi nedenler bulunmaktadır. Dyer, yeniyetmelik dönemindeki genç erkeğin, pek çok nedenin yanı sıra, yetişkinlerin dünyasında karşılaştığı katı erkeklik kalıpları karşısında bocaladığını ve bir arayışa yöneldiğini ileri sürer. Dyer, ortaya attığı bu stereotipin yalnız Batı toplumları için değil neredeyse tüm toplumlar için geçerli olduğunu vurgular. Katı erkeklik ölçütleri, hayatın her aşamasında erkekten güçlü olmasının beklenmesi, yeniyetmelik dönemindeki erkeği ürkütür. Tıpkı gece ve gündüzün keskin hatlarından uzak alacakaranlık gibi yeniyetme erkek de toplumsal cinsiyetin oluşturduğu kadın ve erkek dikotomisi arasında bir yolculuğa çıkar. Bunun itici gücü de zorlu erkeklik kurallarıdır. Ne var ki, bu bocalama bir başkaldırı içermez. Hüzünlü genç adamın cinsel arzu ve kimliğindeki değişkenlik ve kurallara uyum sağlayamayışı toplumsal düzene karşı koymak istemesinden değil, tamamen herşeyin belirsiz, ürkütücü olduğu gençlik döneminin o kendine özgü yapısından kaynaklanmaktadır. [2] Dyer'ın bu stereotip üzerine yaptığı açıklamalar akla, erkeklerin yarattığı, erkeklerin kendileri dışında herkesi bağımlı kıldığı mutlak iktidar içeren sistemin; ataerkil sistemin tüm erkeklere aynı 'olanak' ve gücü sağlayıp sağlamadığı sorusunu getirmektedir. Başka deyişle, erkeklere ait bu dünyanın kurbanları kadınlar kadar erkekler de mi olmaktadır? Bu sorulara yanıt aramadan önce ataerkil sistemde yapılandırılan toplumsal cinsiyetin niteliğine kısa bir değinmede bulunmak yerinde olacaktır. Hayatın her alanına yayılmış, gerçek bir denetim mekanizması olma görevini yerine getiren toplumsal cinsiyet kavramı kadın ve erkeği birbirinden ayıran derin bir dikotomiye dayanmaktadır. Biyolojik anlamda 'dişi ve erkek' olarak dünyaya gelen insana toplumsal olarak belirlenmiş roller, kalıpyargılar öğretilmekte, dayatılmakta ve 'dişi ve erkek' belli değerler yüklenerek 'kadın ve erkeğe' dönüştürülmektedir. Ne var ki, bu dikotomi iki eşit parçadan oluşmamaktadır. Levi-Strauss'un akrabalık üstüne çalışması bu dikotominin eşitsizliğini açıklamamıza yardımcı olacaktır. Evrensel bir yasak olarak ensest ilişki insanların akrabalarıyla evlenmelerini önlemekte ve kadını bir mübadele nesnesi haline getirmektedir. Kadın, bedeli ödenen ve karşılığında emeği, üretkenliği ve bedeni 'satın alınan' bir nesneye dönüştürülmektedir [5]. Günümüzde hala pek çok toplumda farklı bağlamlarda geçerliğini korumakta olan bu bakış açısı kadını erkeğe ve erkeğin sahibi olduğu sisteme bağımlı kılmaktadır. Tersinden yola çıkarsak, bağımlı kadının karşısına mutlak erke sahip bir erkek profili çıkartıldığını görebiliriz. Bu noktada daha önce sorduğumuz soruları başka bir formülasyonla tekrar soralım:
Erkeğin elinde tuttuğu bu güç nedir? Tüm erkekleri mutlu edecek ve tüm erkeklerin yararlanabileceği bir erk savaşı mıdır bu? Hepsinden önemlisi, elde edilecek gücün karşısında nelerin feda edilmesi gerekmektedir? Erkeklik idealinin oluşturulması Geleneksel anlamda ataerkillik, akrabalık ilişkisi içinde babanın üstünlüğü ve devletin otoriter, daha da çok klasikleşmiş pederşahi biçimiyle yaygınlaştırılan 'yaşlıların kuralı', 'egemen yaşlı erkekler' anlamına gelmektedir [9]. Tanımdaki 'yaşlı/yetişkin erkek' vurgusu bizi kaçınılmaz olarak erkekliğin ilk aşamalarına, çocukluk dönemine yönlendirmektedir. Erkek çocuğun sevgi nesnesi olarak anneyle ilişkisi, kız çocukların yine sevgi nesnesi olarak anneyle ilişkisiyle karşılaştırıldığında asimetrik bir tablo ortaya çıkmaktadır. Başlangıçta her iki cins için de anne ilk sevgi nesnesidir ve özdeşleşilen kişidir. Kız çocuk annesi aracılığıyla, doğru ya da yanlış, önünde var olan kadın modeline bağlı kalır, anneyle özdeşleşir. Ancak, erkek çocuğun ilk ve belki en güçlü sevgi nesnesinden ve onun ifade ettiği ev ortamından uzaklaşması, 'sürgün edilmesi' gerekmektedir. Böylece erkek çocuk hayatının en büyük çelişkisini yaşar. Cinsel kimliğini oluşturabilmek için anneden, eş deyişle, kadın figüründen ne kadar uzaklaşacağını, ne kadar farklılaşacağını saptamak ister. Dolayısıyla, kendini 'kadınsı' hissettiren duygu ve davranışlardan olabildiğince arınma yoluna gider [6] Sözü edilen tam bir bocalama sürecidir. Zira kız-erkek ayrımı olmaksızın çocuğun bakımının kadına yüklendiği ataerkil yapılarda, baba (ve babanın ifade ettiği erkeklik), çoğu zaman model alınmasına izin vermeyecek kadar uzak bir figürdür. "Bu yüzden erkeklerin kendi cinsel kimliklerinden bir türlü emin olamadıkları, bu güvensizlik yüzünden de erkeklikle ilgili kalıp yargılara (stereotiplere) daha çok bağlandıkları, her zaman erkekliklerini öne sürme gereksinimi duydukları ileri sürülmüştür" [7]. Erkek çocukların yaşadıkları bu karmaşa sırasında dört elle sarıldıkları erkeklik ölçütleri ise oldukça katıdır. Gaylin, normlara uygun olma konusunda, erkeklerin kadınlardan daha çok zorlukla karşılaştığını ileri sürer. [4]. Gilmore'a göre, erkeklik doğal bir süreç değildir ve içinde birçok garipliği barındırmaktadır. Kendini sürekli yineleyen bu erkeklik nosyonu oldukça sorunludur. Bu nosyonu kazanmak için erkek çocuğu, sosyo-kültürel gelişmenin bütün aşamalarını içeren bir testten geçmek zorundadır [4]. Başka deyişle, erkeklik, öğrenilecek ve kazanılacak bir şeydir. Oysa Gaylin'e göre, bir kızın kadın olmasına güçlü genetik emirler kılavuzluk eder. Erkek çocuğun erkekliğe geçişi ise üç basamakta gerçekleşir. Gennep'e göre bunlar; anneden ve kadın dünyasından kopmayı (1), bir ritüel yardımıyla erkekliğe geçişi (2) ve erkek toplumu içine uyumlanmayı/kabul edilmeyi gerektirir [4]. Bir ritüel yardımıyla erkekliğe geçiş erkek çocuğun erkek dünyasına geçişi anlamında sembolik bir anlam taşır. Müslüman toplumlarda sünnet, Yahudi toplumlarda 13 yaşındaki erkek çocuklar için yapılan dini törenler bu ritüellere örnek olarak verilebilir. Ancak, sünnet gibi gerçek bir kastrasyon etkinliğinin erkeliğe geçiş sürecindeki çocuğu yüreklendirmedeki etkisi tartışılabilir. Bu ritüelleri yerine getiren çocuk yine de erkek dünyasına kabul edilmez. Bunun için, hız ve özgürlük sağlayan ve biyolojik açıdan erkeksi hissettiren bir araca sahip olmak; ilk içki; ilk sigara; ilk cinsel deneyim ve kadınlarla birlikte olma sayısı; bıyık ya da sakalın çıkması; ilk tıraş; evden uzak ilk seyahat; diploma, meslek ve unvan sahibi olmak erkek dünyasına kabul edilmenin aşamaları olarak belirmektedir [4] Benzer ölçütleri David ve Brannon da ileri sürmektedir. Araştırmacıların erkekliğe ulaşma yolunda ortaya attıkları ilk ölçüt erkeğin kadına benzememesidir. Bu ölçütle fiziksel imaların da ötesinde kadına yüklenen duygulu, duyarlı, yakın ilişki kurulabilen, sıcak, hassas, işbirlikçi, destekleyici gibi değerleri yadsımak da vurgulanmaktadır. Bunu güçlü ve önemli kişi olma durumunu içeren ikinci ölçüt pekiştirir. Zira güçlü olmakla lider (ve çoğu zaman yalnız), her zaman önde, herkesin takdir ettiği, hayran olduğu kişi olmak anlatılmak
istenmektedir. Bağımsız ve yalnızca kendine güvenme üçüncü ölçüt olarak karşımıza çıkmaktadır. Erkeğin başkalarıyla bağlılık ilişkisi geliştirmesi, olumlu olumsuz duygularını belli etmesi ataerkil sistemin arzu edilen erkeklik ölçütlerine ters düşmektedir. Herkesten güçlü olma ölçütü ise bir erkeğin yaşamının her alanına yayabileceği mutlak bir erke vurgu yapmaktadır. Maddi, manevi ve fiziksel güç sahibi olma hali erkeği adeta yenilmez tanrısal bir konuma yerleştirmektedir [6]. Bir erkek olmak kişinin yaşamında sürekli bir mücadele vermesi demektir, der Norman Mailer. "Kral Arthur'un şovalyeleri gibi kendisiyle, kadınlarla, onurla sürekli savaşan, gerçek erkekliğin çağdaş koruyucuları hâlâ kişinin bir erkek gibi yaşaması için sertlik, mücadele ve zafer gerektiğine inanır. Yine Mailer'e göre erkek, 'hemen hiçbir zaman nihayet erkek haline geldiğini varsayamadığı' için sürekli savaş halindedir [10]. Ataerkil iktidarın sürekliliğini koruması sertlik ve hükmetmeye ilişkin aşırı erkeksi bir idealin kurulmasına bağlıdır [1]. Bu uğurda pek çok erkek çocuğu duygularına, hassasiyetlerine sırtını dönmek zorunda bırakılmaktadırlar. Navaro'nun deyişiyle, toplumca yüceltilen erkeklik uğruna "sürekli seferberlik halinde, insanca yaşama dürtülerine yabancılaşmış, yakınlık ve duygu ihtiyaçlarını 'erkeklik' adına ertelemiş, yaşam engellenmişi insan(lar)" yaratılmaktadır [1]. Sonuç Hiç kuşku yok ki ataerkil sistemin asıl kurbanları erkeğe bağımlı kılınan, emeği, üremesi, üretkenliği erkek tarafından denetlenen kadınlardır. Kadınların toplumsal sistemlerin her aşamasında alt kültürel (subcultural) ya da yan kültürel (cocultural) sınıflar olarak algılanmalarının nedeni ataerkil yapıdır. Ne var ki ataerkil sistemin katı yapısı yalnızca kadınları değil, kimi zaman erkekleri de madur durumuna düşürmektedir. Başka deyişle, erkek güç ve bağımsızlığa karşı pek çok insani duygudan, yakınlıktan mahrum kalmakta, sürekli ve kaçınılmaz bir mücadelenin ortasına atılmaktadır. Öte yandan erkeksi şiddetin kurumsallaşması biçiminde yaratılan devlet gücünün "en sürekli ve en genel kullanımları, erkekler tarafından erkeklere karşı olmaktadır. Devlet hem hegemonik erkekliği kurumsallaştırır hem de onu denetlemek için çok büyük çaba sarf eder. Baskı nesneleri tam da baskının failleri olan polis veya askerlerinkine fazlasıyla benzeyen bir toplumsal profille şiddet pratiğine bulaşan, genellikle genç erkeklerdir" [1]. Erkek hem erkekliğin erken dönemlerinde anneden ve bağlı olarak özel alandan uzaklaşmakta hem erkek olmak adına zorlu bir mücadele gerektiren bir rekabeti yaşamakta hem de içinde var olduğu kamusal alanı yine kendisi için bir baskı alanına dönüştürmektedir. Bu tür açmazlarla dolu ataerkil sistemin yeniyetme erkekler üzerinde Dyer'ın sözünü ettiği ürküntüye yol açması olağan gözükmektedir. Kadınları ve aslında erkekleri dar kalıplar içine sokan geleneksel katı ölçütlerin dönüştürülmesi zaruri gözükmektedir. Bu dönüşümün ise kadının olduğu kadar erkeğin de çabasını gerektireceği üzerinde düşünülebilecek bir seçenek gibi gözükmektedir
Kaynakça [1] Connell, R.W. Toplumsal Cinsiyet ve İktidar-Toplum, Kişi ve Cinsel Politika, Çev. Cem Soydemir, Ayrıntı Yayınları, İstanbul:1998. [2] Dyer, R., Matter of The Images, London-New York: Routledge,1993. [3] Gauntlett, D., Media, Gender and Identity, Routledge, London:2002. [4]Gaylin, W., The Male Ego, USA: Penguin Books, 1993. [5] Kılıç, S. "Türkçe 'kız' Sözcüğü", Varlık, sayı 1146, sayfa 5960, Mart 2003. [6]Navaro, L., Tapınağın Öbür Yüzü-Kadınlar ve Erkekler Üzerine, Varlık Yayınları, İstanbul:1996. [7] Onaran, O., Büker, S., Bir, A.A., Eskişehir'de Erkek Rol ve Tutumlarına İlişkin Alan Araştırması, Anadolu Üniversitesi Yayınları, [8] Pronger, B., The Arena of Masculinity, Summerhill Press, Toronto:1990. [9] Remy, J., "Patriarcy and Fratriarchy as Forms of Androcracy", Men, Masculinities and Social Theory, Ed. Jeff Hearn-David Morgan, Unwin Hyman, London: 1990. [10] Segal, L., Ağır Çekim-Değişen Erkeklikler Değişen Erkekler, Çev.Volkan Ersoy, Ayrıntı Yayınları, İstanbul:1992. [11]Türköne, M., Eski Türk Toplumunun Cinsiyet Kültürü, Ark Yayınları, Ankara:1995.
19
Erkeklik
Yasemin Akis “Hem dünyada hem de Türkiye'de ilk defa eşcinsel hareket tarafından heteroseksüel erkekliğin sorgulanması, erkeklik üzerine eleştirel bakışın yine erkekler tarafından geliştirilmesi açısından önemli dönüşümlerden birini oluşturmakta.”
20
Erkek üzerine yazmak zordur, diyerek başlamıştı Yıldırım Türker, “Toplum ve Bilim”in Erkeklik sayısına yazdığı yazısında. Bir kadın olarak erkeklik üzerine yazmak ise biraz daha zor mu olacak merak ediyorum. Feminist kadınların son yıllarda yükselmeye başlayan erkeklik çalışmalarına kadın oldukları için mesafeli durmaları, akademi içinde de feminist çalışmaların yalnız kadınlar tarafından yapılabileceği yanılgısını hatırlatıyor. Erkeklik üzerine daha eleştirel düşünürken bu sürece kadınların dahil olmaması veya edilmemesi ayrıca erkekliğin kurulmasında 'öteki' olarak ihtiyaç duyduğu kadının tekrar sessizleştirilmesi tehlikesini taşımakta. Bu sebeple, erkeklik çalışmalarının ister teorik isterse pratik olsun feminizmden olabildiğince faydalanarak ilerlemesinin daha sağlıklı olacağını düşünüyorum. Erkeklik derken, artık tek bir erkeklik veya erkeklik deneyiminden bahsedemeyeceğimizi, farklı sınıf, din, ırk ve kültürlere bakarak da kabaca gözlemleyebiliyoruz. Tanınmış feministlerden Sandra Harding “evrensel bir erkek olmadığını, fakat kültürel olarak farklı erkek ve kadınlar olduğunu fark etmemizin hemen ardından, 'erkek'in sonsuz yoldaşı 'kadın'ın da ortadan kalktığını 1 görürüz” diyerek aslında kadın deneyimlerinin de birbirinden hayli farklı olduğuna dikkat çekmişti. Bu anlamda feminist külliyat, 'iktidar'ın cinsiyetinin erkek olduğu teşhisini yapan ve her ne kadar farklı deneyimlere sahip olsalar da cinsiyetler arası ilişkide erkeğin gerisinde tutulan kadınların verdiği karşı mücadele olarak adlandırılabilir. Buradan hareketle feminizm, geliştirmiş olduğu eleştirel düşünce sayesinde sadece kadınları değil, erkekleri de kendi deneyimleri üzerine sorgulamaya itti. Ataerkil sistemin ve erkek iktidarın sadece kadınları ezmediği, aynı zamanda erkeklerin de yaşamlarını sürekli ispatlanması gereken bir erkeklikle derinden etkilediğini kabul etmemiz, feminizm sonrası gelişen toplumsal cinsiyet ve erkeklik çalışmalarına dayanıyor. Bu noktada hem dünyada hem de Türkiye'de ilk defa eşcinsel hareket tarafından heteroseksüel erkekliğin sorgulanması, erkeklik üzerine eleştirel bakışın yine erkekler tarafından geliştirilmesi açısından önemli dönüşümlerden birini oluşturmakta.
Peki, ataerkilliğin bir sistem olarak varlığını da unutmadan, daha mikro ve daha yakından bir bakış sağlayan 'erkeklik'i sorgulamak, incelemek ve araştırmak bize ne fayda sağlayacak? Baskın erkekliğin değişmesinin önündeki engeller neler? Ayrıca erkeklik üzerine yapılan çalışmaların feminizme bir katkısı olacak mı? Erkeklik çalışmaları feminizmden ayrı tutulabilir mi? Bu soruları merak etsem de kendi başıma cevaplamam mümkün olmadığından, cevapları daha önce akademide feminizm veya erkeklik üzerine çalışma yapan on üç erkek ile 2006 yılı Mart ve Nisan aylarında yapmış olduğum görüşmelerden bulmaya çalışacağım.2 Ataerkil bir yapıdan muaf olmayan üniversitelerde erkek olarak feminizm, toplumsal cinsiyet ve erkeklik alanında çalışmalar yapmak bir takım erkek egemen önyargı ve zorluklara 'göğüs gerebilme'yi gerektiriyor. Bu sebeple, akademi içersinde bu alanlarda çalışan erkeklerin görüşlerini öğrenmek oldukça kıymetli. Öncelikle görüşme yaptığım kişilerin bu alanlara ilgilerinin nasıl başladıklarını öğrenmeye çalıştım. Aldığım cevaplardan ise erkeklerin feminizm, toplumsal cinsiyet ve erkeklik çalışmalarına yönelik ilgilerinin kabaca üç şekilde ortaya çıktığını fark ettim. Bunlardan ilki, feminizme yakın olan erkekler, yani feminist kadınlarla iletişime girmiş ya da kadın hareketine tanıklık etmiş erkekler. Bu alanlarda çalışmaya başlayan erkeklerin diğer bir kısmı ise birebir kadın hareketi veya feminist kadınlarla karşılaşmasa bile kendi yaşamlarından, çeşitli medya yayınlarından ve öykü, roman gibi edebiyat alanlarından cinsiyetler arası eşitsizlik üzerine farkındalık geliştirerek araştırma-okuma yapan kişiler. Görüşme yaptığım son grup erkekler ise bu alanla ders veya teori kitaplarından tanışan ve bu tanışıklığı zamanla geliştiren erkekler. Örneğin feminist çalışma yapan görüşmecilerden biri bu alanla tanışmasını şu şekilde ifade ediyor: “Feminizm benim için aradığım şeyi bulmak gibi bir şeydi. Dillendiremediğimi dillendirmemi sağladı, hani rahatsızlık hissedip o rahatsızlığın ne olduğunu bilemezsin ya, bi yerin ağrıyor gibidir de, ama neresi bilemezsin, feminizm belki bana neremin ağrıdığını gösterdi, bana kavramlar verdi.” Başka bir görüşmeci ise feminizmin kendi erkeklik deneyimlerini sorgulamayı nasıl teşvik ettiğini şöyle anlatıyor: “Bütün o etkileşimde feministler ne söylüyorlarsa, ne anlatıyorlarsa orada erkek özne açısından kendime baktım ve yetersiz buldum, ihmal edilen o özneleştirilen erkeğin ya da erkekliğin de aslında özne olmadığıydı. Ne söylendiyse kendi deneyimlerim üzerinden, feminizm bana hitap etti fakat bu hitap tarzı, yani erkek cinsiyetinin içinden konuşma noktasında eksikti. İşte o eksikliği giderme yolunda kafa yorma imkanı açtı. Onu
kışkırttı, onu teşvik etti... (Erkek iktidarı,) erkeklerin sürekli kendi aralarında kendi erkekliklerini müzakere etme, kendi erkekliklerini sınavdan geçirme zorunluluğu getiriyor. Bu baskıyla da erkeğin hayatının hiç de iyi gittiğini düşünmüyorum. Yani bunun kabul edilebilir bir insanlık hali olduğunu düşünmüyorum. O yüzden bence (bu eleştirinin yolunu açtığı için) erkeklerin daha çok feminizmi düşünmeleri, feminizme yaklaşmaları ve feminist olmaları gerekiyor.” Feminizmle birlikte toplumsal cinsiyet ve erkeklik çalışmaları erkeklerin de kendi deneyimlerini görebilmesi açısından gerekli. Görüşmecilerin bir kısmı bu yüzleşme sonucunda söyledikleri ve yaptıkları bir takım düşünce ve pratiklerin kendilerine ait olmaması bir yana, sistemin ürünü olduğunu fark etmelerinden dolayı büyük rahatsızlık duyduklarını söylediler: “Yani sana da sinmiş olan bir sistemin varlığını görünce bir kere şeyden rahatsız oluyorsun, bugüne kadar düşündüğün sen aslında sen değilmişsin. Aslında senden daha üstün olan bir sistemmiş ve bu senin çok önemli bir yapıtaşınmış. Bu beni bireysel olarak rahatsız eden kısmı.” Kültürel, sınıfsal, dinsel ve benzeri kodlarla aslında nasıl yoğrulduğumuzu en parlak biçimde anladığımız ve algıladığımız zamanlar, yukarıdaki anlatıya benzer biçimde kendi içselleştirdiğimiz yapıyla yüzleşmemiz sonucunda oluyor. Bu anlamda erkeklerin kendi erkeklikleri zannettikleri şeyle yüzleşmeleri de benzer biçimde cinsiyete bağlı davranış ve beklentilerinin üzerine eleştirel düşünmeleri açısından çok önemli bir potansiyel oluşturmakta. Bu yüzleşmenin gerçekleşebilmesi için erkeklik çalışmaları, bireysel veya sosyal gruplar üzerinden öz-eleştiri taşıyan çalışmalar yapabilir. Çünkü kendini sürekli yenileyen kapitalizm ve ataerkil sistem karşısında erkekliğin cinsiyetlere verdiği zararları farklı düzlemlerde, kadın ve erkek deneyimleri üzerinden duymaya ihtiyacımız var. Öte yandan, erkekler tarafından yapılacak çalışmalar kadınların giremedikleri ve neredeyse tümüyle erkeklerden oluşan meclisler, spor alanları ve özellikle askeri kurumlar gibi kurumsal eleştirileri de oluşturma olanağına sahip. Askerliğin ne kadar eril, uç noktada disiplinli ve de sorgulanamaz bir kurum olduğu bize her defasında, 'vicdani red'de verilen tepkide olduğu gibi tekrar hatırlatılıyor. Bu şekilde kurumsal olarak erkekliği incelemek ve araştırmak yalnız kadınlar tarafından yapılamayacak araştırmaları da gerçekleştireceği için feminist teoriye, dolayısıyla da feminist harekete politik katkıda bulunacaktır. Bunlara ek olarak, erkekliği incelemek görüşmeciler tarafından ayrıca şu açıdan önemli görülmekte: “Bunları incelemenin sonucunda erkekliği ele alıp tartışabileceği, eşcinselliğin, daha doğrusu cinsellik hallerinin (heteroseksüellik, homoseksüellik, transseksüellik, biseksüellik vb.) aralarındaki farklar üzerinden de yol alınabilecek.” Şimdiye kadar anlatılanlardan erkekliği sorgulamanın birçok fayda sağlayacağı çıkarılsa da bir de erkekler adına bunlara ulaşmanın önünde duran engellerden bahsetmek gerekiyor. Görüştüğüm kişilerin neredeyse tamamına yakın bir çoğunluğu erkeklerin kendi ataerkil örüntüleri ve erkeklikleriyle yüzleşmenin çok önemli olduğunu düşünse bile bu farkındalığın kendi pratiklerini değiştirmek için yeterli olacağına inanmadıklarını söylüyor. Bunun en önemli sebeplerinden biri ise her ne kadar rahatsız olunsa da ataerkil sistemin erkeklere kurumsal, yapısal veya ideolojik birçok çıkar ve ayrıcalıklar sağlaması: “Genç bir erkek, işte kızkardeşiyle eşit şartlarda değil yani. Bulaşığı kızkardeşi yıkıyorken o, İnternette istediği gibi takılabiliyor. Bunun ataerkillikle beraber değişebileceğini düşünürse kolay kolay istemez yani (gülerek). Her ne kadar
psikolojik olarak daha rahatlayacağını düşünse de ataerkilliğin ona kazandırdığı, getirdiği somut şeyler var. Onları kaybetmek istemesi çok kolay değil, zannetmiyorum. Soyut olarak eleştirmeyi birazcık mürekkep yalamış her erkek yapabilir ama somut kazanımlardan vazgeçmek hakikaten zor. Ona gelince erkekler problem çıkarıyorlar.” Bir başka görüşmeciye göre ise toplumsal cinsiyet bilgisine ve bilincine sahip olmak erkeklerin konuşurken daha dikkatli konuşmasına ama pratikte değişmeden kalmasına sebep olabilir: “Toplumsal eşitsizlikler kendinize yöneldiği zaman, iyice kaçarsınız zaten. Şimdi bu toplumda erkeklerin egemenliklerini kırmak, benim de egemenliğimi kırmak anlamına gelmeyebilir. Ben kendi kafamda kendi eşitsizliğimi kırsam bile kendi gündelik hayatımda, yaşamımda kırmam daha zor. Kaldı ki bana verilen avantajları reddetmem daha da zor. Ben de dahil erkeklerin bunu kaybettiğini zannetmiyorum. Toplumsal ayrıcalıklarımı cebime koyuyorum, yine bu tip yorumlar yapıyorum. Bu büyük bir çelişki. Yani burada samimi olarak söyleyeyim: Kadın-erkek konusunda ne kadar sofistike olsan da toplumda var olan ataerkilliğin, yani toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin sana sağladığı avantajları ciddi olarak yok edici bir hayat tarzı ve eylemin içine girmiyorsun.” Erkeklerin toplumsal cinsiyet eşitsizliğini politik olarak kabul etmeleri, çevrelerindeki diğer kadınlar ve erkeklerle kurdukları ilişkileri değiştirmeleri için yeterli olmayabilir. Bu da erkekleri, hem ataerkilliği bilmeleri hem de onu değiştirmek için istekli veya samimi bir çaba sarf etmemeleri durumunda toplumda ikincilleştirilen cinsiyetlere karşı daha tehlikeli kılacaktır. Çünkü kibar, eşitsizliklere başını sallayan ve inceltilmiş bir erkeklik, ataerkilliğin hafiflemediğini fakat biçim değiştirdiğini gösterir bize. Bu noktada yazının başında söylediğim düşünceyi tekrar vurgulamak gerekiyor: Erkeklik çalışmalarının başta tahayyül edilmeyen bir şeye dönüşmemesi için mümkün olduğunca feminizmi bilerek, ondan faydalanarak ve feminizmden öğrenerek devam etmesi lazım. Bu da şu anlama geliyor; erkekler tarafından yapılan araştırmaların teorik çalışmalarla sınırlandırılmadan, feminist teorinin çıkışında olduğu gibi, gündelik pratiğe dönmesi ve pratikten beslenmesi oldukça önemli. Diğer bir deyişle, pratiğe yönelen erkeklerin sadece benzer düşünenlere değil, kendileri gibi düşünmeyen ama profili oluşturan erkeklere de ulaşmaları gerekiyor. Ayrıca araştırma salt erkekleri merkeze koymadan erkeklerin diğer erkekler, kadınlar ve çocuklarla vb. kurdukları ilişkileri göz ardı etmeden, kendi ilişkilerinde öz-eleştiri yapmayı unutmadan ilerlemeli. Bu sayede yalnız erkeklere odaklanıp iktidarın daha görünür olduğu cinsiyetler arası eşitsiz ilişkileri kaçırmamış oluruz. Ve son olarak, yine feminist teoriden hareketle, erkekliğin ataerkil ve kapitalist sistemler tarafından da yeniden üretildiği, biçim değiştirdiği görülerek, kurumsal ve yapısal boyutları unutulmadan ele alınması oldukça kritik. Bunları göz ardı ederek yapılan toplumsal cinsiyet ve erkeklik çalışmalarının bir yönüyle eksik kalacağını düşünüyorum. Çünkü bir görüşmecinin söylediği gibi: “Eğer ataerkilliği öğrenen erkekler, ataerkilliği ortadan kaldırmak için bir katkıda bulunmuyorsa bize kötü haber vermiş oluyorlar.”
1 Harding, Sandra “Feminist Yöntem diye Bir Şey Var mı?” içinde Çakır, S. Ve Akgökçe, N. (ed) Farklı Feminizmler Açısından Kadın Araştırmalarında Yöntem, İstanbul: Sel Yayıncılık, syf 40 2 Bu görüşmeler “Profeminist Erkekler: Akademide Feminizmin Gizli Müttefikleri mi?” başlıklı yüksek lisans tezi bağlamında gerçekleştirilmiştir.
21
Erkeklik
y ında Her Şe Annem Hakk ar (1999) dov Pedro Alma
Korku ruhu yer bitirir
22
Umut Tümay Arslan
Koruma, istikrar, güven sunan toplumsal cinsiyetlerimizin aynı anda “toplumsal cinsiyetten düşme”, “cinsiyet uçurumunun ucunda asılı kalma”, “toplumsal cinsiyet duvarına çarpma” gibi keder ve ıstırap dolu deneyimler yaşattığını kim inkar edebilir?
Ankara'yı bilirsiniz. Tumturaklı deyişler, kocaman bayraklar ve Atatürk resimleriyle bezeli devlet binalarını da. Ölüm korkusuyla değil de, ölümsüz bir Şey'in ürettiği korkuyla baş etme biçimini hatırlattıkları için olsa gerek, bugünlerde Türkiye'de erkeklik üzerine düşünürken aklıma düşen ilk imgeler bunlar. Bir türlü öldürülemeyen, yok edilemeyen, ortadan kaldırılmayan ve insana ömrü boyunca musallat olan bir Şey'in ürettiği korkuyla baş etme çabasının, güç, iktidar, bağımsızlık, özdeşlik ve sınırlar dili olarak erkeklikle, bu dilin yerleşik, sabit ve kapalı mekanıyla değil, erkekliğin kayganlığıyla bir ilişkisi olmalı. Erkekliğin arızaları ve kazalarıyla; mesela ataerkil söylemin tesis ettiği ikili karşıtlıkların işlemediği, tökezlediği, erkekliğin elinden sürekli kaçan, kontrol edemediği fazlalıklarla ... Erkekliğin peşini bir türlü bırakmayan bu korku ve bu korkuyla baş etme biçimi, erkekliğin toplumsal anlam alanını kapatan ya da sınırlayan, böylelikle de kontrol ve bütünlükle özdeş varsaydığımız iktidarının çizilmişliğini, engellenmişliğini, yani hadım edilmişliğini gösterebilir mi? Bu korkuyu sürekli kılan psişik mekanizmalar, cinsel fark'ın heteroseksüel normun bizi içine yerleştirdiği “eril” ve “dişil”, “erkek” ve kadın” kategorileri arasındaki fark değil, bir türlü çizilemeyen, sürekli aşılan ve dağıtılan bir sınır olduğunu ima etmez mi? Ya da toplumsal cinsiyetin, içine asla bütünüyle dahil olamadığımız bir maskeli balo olduğunu? Bir yandan koruma, istikrar, güven sunan toplumsal cinsiyetlerimizin aynı anda “toplumsal cinsiyetten düşme”, “cinsiyet uçurumunun ucunda asılı kalma”, “toplumsal cinsiyet duvarına çarpma” gibi keder ve ıstırap dolu deneyimler yaşattığını kim inkar edebilir?
Cinsiyetimizin biyolojik olmadığı ve doğa tarafından belirlenmediği, bu yönüyle de karmaşık bir toplumsalsimgesel iktidar mücadelesinin ürünü olduğu malum. Aslında, bir başına sinema, eril kimliğe ait korkuları, bu korkuları üreten şeylere yönelik saldırganlığı, eril kimliğin belirsizliğini ve kayganlığını giderme, sınırlarını çizme ve sabitleme çabasını, “erkek olmak” denilen şeyin kırılganlığını göstermeye yeter de artar. Eril kimliğin, maddiliği, olumsallığı ve toplumsallığı nedeniyle hiç dinmeyecek huzursuzluğunu, abartılı ve aşırı erkeklik temsillerinde/eril özdeşleşmede kolayca buluruz. Dahası, kültürümüzün tekrar tekrar kadın ve erkek imgeleri üretmeye ihtiyaç duymasının ve bizlerin tekrar tekrar kadın ve erkek imgeleriyle özdeşleşme arzumuzun kaynağı da bir erkek ve bir kadın olmanın, bir erkeğe ve bir kadına dönüşmenin içkin dengesizliğiyle ilişkili şüphesiz. Sinemada olduğu gibi gerçeklikte de (eril-) fantaziler, toplumsal cinsiyete dair korkularla baş etmenin biçimleridir. Bizi bütünüyle belirlemekte her daim başarısız olacak olan toplumsal cinsiyet kurgusunun ürettiği zulüm ve ıstırabı, korunma ve sığınma arzusuyla değiş tokuş eden, cinsiyetin ebedi, doğal ve evrensel olduğu inancıyla bağlandığımız şeylerdir bunlar. Kadınları, çocukları, ülkelerini, dünyayı kurtaran erkekler, kadınların sırlarını ortaya çıkaran erkekler, şiddetle erkekliğin sınırlarını çizen erkekler, erilliğin “en azından bir istisnası” olduğunu vaad ederler: “Bütün erkekler hadım edilmiş olsa da, en azından bir tane istisna vardır.” Erkek olmak ve kadın olmak arasındaki asimetri de çoğu zaman fantazilerde kurulur. Eril kimliğin bünyevi boşluğu perdelenir; erkekliğin kadınlık uçurumuna düşme olasılığı yok edilir. Kadınların bakışlarındaki yükseklik korkusu yaratan uçurum, kadınlar hakkındaki o hiç bitip tükenmeyen “sırrı çözdüm” cümleleriyle, gizemli, karanlık, sır perdeleriyle örtülür. Erilliğin kendisi hakkında bilmeyi reddettiği şeyleri “dişillik” olarak işaretleyen, erkeğin dilsel ve toplumsal yaşamın rehinesi değil özerk olduğu inancını üreten, erkeğin kendi sesi sandığı şeyin en başından bir başka yerden, toplumsal iktidardan ödünç alınmış bir ses, bir playback olduğunu gizleyen de eril fantazilerdir. O halde bu fantazilerdeki temel duygunun, kaybetme korkusunun, erkeğin bir başına, kendinde varolamayışıyla, onu kuran hakiki erkeklik çekirdeğinden, erkekliğin kitabından mahrum oluşuyla kanatlandığını söylemek mümkün. Abartılı ve savunmacı bir eril kimliğin varoluşunun dayanağını adece kaybetme korkusunda bulabilmesinin acıklı
hikayesi bu. Temel cümlesi de şu olmalı: “Her şeyimi kaybedebilirim ama kaybetme korkusunu asla.” Hepimizin ıstırabı olan bu kendi yerinden yoksunluk, sahici, otantik bir iç merkeze sahip olamayışımızdan türeyen yaralarımız, eril kimliğe ya da ataerkil kültüre, kaybetme korkusu olarak musallat olur. Tam olarak bu nedenle erkekliği ya da kadınlığı kaybetme korkusu, ataerkil kültürün tam, tutarlı, bütünlüklü ve evrensel olduğu inancı için kurucudur. Erkekliğe ve kadınlığa çağrılmanın içkin başarısızlığı, ataerkil kültürün yarıkları, toplumsal cinsiyetin bir türlü kapatılamayışının yol açtığı kara delik, tek bir kelimeyle Kadın, ortadan kaldırıldığında ya da sahip olunduğunda, kazanılacak tam-cinsiyeti ima eden arzu nesneleriyle yamanır. Peki ataerkil kültürün ya da heteroseksüel normun ürettiği erkek ve kadın kategorilerine direnmenin, yani eril fantazileri yıkmanın yolları neler olabilir? Reformcu gücünü yadsıyamasak da kadınlara özgü bir duyarlılık, kadınlara içkin muhalif bir kadın bakışından söz etmek pek mümkün değil bu durumda; çünkü kadınlara özgü bakış fikri, toplumsal cinsiyet kurgusunu, ikili kategorilerden oluşan bu simgesel çerçeveyi destekleyen fantazileri yıkmamıza çoğu zaman imkan tanımıyor. Sadece sahici kadınlık ve erkeklik halleri vaad eden fantazilerin çekiciliğini ve üzerimizdeki büyüleyici gücünü inkar etmeye yol açtığı için değil. İçinde konuşmaya, düşünmeye, var olmaya başladığımız toplumsal cinsiyet kurgusunun ürettiği ve kolaylıkla kurtulamadığımız haz yuvalarında kirlenmemiş bir kadın bakışı bulamayacağımız için de değil sadece. Aynı zamanda, kendimizi fail olarak hissetiğimiz yerlerin, heteroseksüel normun bizi içine yerleştirdiği “eril”“dişil” konumları olduğunu görmekten alıkoyduğu, “kadın duyarlığı” denilen şeyin bu faillik hissini, bu sahte özerklik vaadini geri çevirmemize imkan tanımadığı için, kadınlara özgü bakış fikri eril fantazileri yıkmakta işe yaramıyor. Kadınlara atfedilen “dişil öz”den nasıl vazgeçebiliriz? Eril fantaziler içinde yol alarak sır perdesinin ardındaki uçurumu, yani Kadın'ın sırrının yokluğunu göstermenin ya da bize el altından sunulan “sahici” kadınlık ve erkeklik vaatlerini reddetmenin, kaybetme korkusunu içine yerleştiğimiz toplumsal cinsiyet kurgusuna bağımlılığımızı kabulle ağır ağır değiş tokuş etmenin yıkıcı bir yol olduğuna şüphe yok. Ama nasıl yapmalı? Sinema yardımcı olabilir. Melodram, heteroseksüel
Kötü Eğitim Pedro Almad ov
Sansürlenen libidinal yatırımı görünür kılmak, iktidarın ayakta durabilmek için muhtaç olduğu arzu yatırımlarını, görüntüden uzak tutulan ve iktidarın yeraltı destekleri olan ihlalleri açığa çıkarmak (mesela Kötü Eğitim) sadece eril kimliğin saldırganlığından mustarip eşcinseller ve kadınlar için değil belki de daha çok erkekleri erkeklikten düşme korkusuna hapsedenkırılganlıktan kurtarmamıza imkan vereceği için önemli. ar (2004)
23
24
normu üreten güçlü bir anlatıdır. Bu anlatı, kadın ve erkek bedenlerini işaretleyerek, bu bedenler üzerine toplumsal cinsiyeti yazarak, “kadın” ve “erkek” olmayı sahneleyerek cinsel fark çıkmazını perdeler. Diğer bir deyişle, “kadın” ve “erkek” arasındaki sınırı çizer. İçine yerleştirildiğimiz heteroseksüel sahnede tam da müşfik, fedakar, merhametli bir kadın olmada faillik hissini, bu hazzı buluruz. Ama diğer yandan melodram, cinsel fark çıkmazıyla sürekli baş etmeye çalışmak suretiyle, dil ve toplumsallıkla örülü bir duvara çarpan, sesini bir türlü duyuramayan, hapsolmuş bedenlerin anlatısıdır. Melodram, şeffaflığın ve apaçıklığın yerini opaklığın aldığı bir evrende yaşayan, her daim engelli bir öznenin anlatısıdır. O halde heteroseksüel normun en güçlü olduğu yerde, ona içkin başarısızlık da en aşırı biçimiyle görünürdür. Fassbinder'den Almodovar'a, heteroseksüel normu ve onu ayakta tutan fantazileri yıkan yönetmenlerin melodramı kat eden, onun içinden geçen filmler yapmalarının nedeni bu sanırım. Melodram, böylelikle, kadın ve erkeğin tam ve tutarlı kimlikler olarak ayrıldığı bir fantazi olarak değil, bizi bu fantaziye muhtaç kılan içkin imkansızlığın, semptomun bakışından yıkıcı bir biçime dönüşür. Sadece bir perspektif değişimiyle, melodram anlatısının içinde ve fakat anlatının semptomunun bakışıyla yol almaktır bu. Semptom, gözyaşlarında boğulan ya da bir duvarın ardına hapsolmuş, “sesimi duyan var mı?” diye bağıran kadınlar olabileceği gibi, sadece bir an, intiharlarıyla dünyayı tersine çeviren kadınlar da olabilir; ama melodramın bu yıkıcı biçiminde artık Kadın, göçmen siyah erkek, fahişelik yapan travesti ya da kaybedilen eşcinsel aşk da olabilecektir. Kendimizi toplumsal cinsiyete sürekli musallat olan davetsiz misafirle, ikili kategorilere indirgenen toplumsal cinsiyetin ürettiği fazlalıkla, bu ölümsüz ve yabancı şeyle özdeş kılmak, heteroseksüel kimliğin lekesiz tutarlılığında ısrarı da geçersizleştirir. Bizi tekrarcı, kırılgan ve saldırgan yapan korkunun, üzerimizdeki büyüleyici etkisini bozar. Gözyaşları, boyun eğen, af dileyen, kendini iktidar karşısında aklamaya çalışan, pişmanlık duyan ya da ödüllendirilen öznenin bütün bunlardan aldığı faillik hazzından, bu sahte özerklikten değil, olumsal, maddi ve sonlu bir evrende yaşamaktan, bizi var ederken sınırlayan toplumsal normlarla zoraki yakınlaşmamızın uyardığı kayıp duygusundan akar. Sinemada olduğu gibi gerçeklikte de her özdeşleşmenin bir vaadi varsa, bir de bedeli var. Heteroseksüel norma ait ikili kategorilerle özdeşleşmek suretiyle “erkek” ve “kadın” olmak, dolaysızca erkek ve dolaysızca kadın olmaktan vazgeçmekle, tam bir erkek ve tam bir kadın olmanın kaybıyla mümkündür. Ama heteroseksüelliğin üretimi, aynı zamanda bu kaybın reddi üzerine k u r u l u d u r. H e t e r o s e k s ü e l k i m l i ğ i n l e ke s i z tutarlılığında ısrar eden bu katı kimlik biçimi, tam da bu nedenle, reddettiği kaybın sürekli tehdidi altındadır. Bu durum, erkek için “dişil olmak, dişilleşmiş olmak, artık uygun bir erkek olmamak, erkeklikten 'düşmüş' olmak ya da bir anlamda ucube gibi görülen ya da tiksinilen bir figür olmak”1 dehşetine neden olur. Öyleyse, cinsel farkı mevcut, hegemonik simgesel farklılık kipi, heteroseksüel norm olarak düşünmek yanıltıcıdır: “Cinsel fark, cinsiyetlerden her birine, diğeri karşısında
tanımlanmış olan pozitif birer kimlik atfeden (örneğin kadını, erkeğin olmadığı şey olarak gösteren) bir karşıtlık değil, sayesinde kadının hiçbir zaman tamamıyla kadın olamadığı ve erkeğin hiçbir zaman tamamıyla erkek olamadığı ortak bir Kayıp'tır dolayısıyla 'eril' ve 'dişil' konumlar sadece bu içsel engelle/kayıpla başa-çıkma kiplerinden ibarettir.” 2
n Kayıp Otoba (1997) David Lynch
Bu nedenle toplumsal cinsiyetle, erkeklikle ilgili korkular, erkek ve kadının birbirine yabancı, birbirlerine çok uzak olmasıyla değil, tam tersine, fazlasıyla yakın olmalarıyla ilişkilidir. Biri diğerinin bütünüyle kendisi olamamasına sebep olan içsel engel, davetsiz misafir işlevi görür.3 Oysa, eksiklik kökenseldir. 'Kayıp Otoban'da (Lost Highway) David Ly n c h , e r k e ğ i n i ç k i n i k t i d a r s ı z l ı ğ ı n ı n dışsallaştırılmasıyla üretilen (eril-) fantaziyi kat edip, gerçeklikte de fantazide de tam, tutarlı bütünlüklü bir Öteki olmadığını, her şeye sahip bir erkeğin, “istisna”nın yokluğunu, sonsuz hazza sahip Öteki'nin ölü ve hadım edilmiş olduğunu gösterir.4 Kahraman, fantaziden, kayıp ve yokluğun gerçekliğine hadım edilmişliğin kabulüyle döner. Dil ve toplumsallığın otobanında kayıp kökenseldir. Eril kimliği sürekli tehdit eden davetsiz misafirlerin yokluğuna, eril kimliğe sürekli musallat olan davetsiz misafirlerin eril kimliğin kendisinden başkası olmadığına işaret etmenin ya da kimliğin ıstırabının, toplumsal cinsiyetin zulmünün sona erdiği bir ölümsüzlük ütopyasını yıkmanın yollarından biri de bu. Bu bizi toplumsal cinsiyetler arasındaki asimetriyi ayakta tutan fantazileri yıkmanın bir başka yoluna, iktidar yapısının kendisinin içerden yarılmışlığını, kendini sürekli kılmak ve ayakta tutabilmek için ihtiyaç duyduğu bünyevi fazlalığı, ayrılmaz ihlalleri kavramaya götürür. Gerek Judith Butler'ın gerekse Slavoj Zizek'in verdikleri ortak örnek yeterince açıklayıcıdır. Her ikisi de homofobinin temelinde eşcinsel libidinal ekonomiyi keşfeder ve ortak örnekleri de ordudur. Buradaki psişik ekonomi, eril özdeşleşmenin abartılı ve savunmacı oluşuyla eşcinsel yatırımın haşinliği arasındaki döngüsel ilişkiyle açıklanır. Diğer bir deyişle, aşırı ve şiddetli eşcinsellik korkusu ve inkarı, bu inkarın devamlılığı için eşcinsel yatırımı zorunlu kılar. Bastırma, gücünü, bastırdığı libidinal yatırımdan alır. Eril kimliğin içinde
inkar etmek, yadsımak suretiyle korunan eşcinsel arzu, erkeklikle ilgili korkulara, bu korkular ise süreğen ve yinelenen, şiddetli ve savunmacı bir eril özdeşleşmeye neden olur. Butler'a göre, eşcinselliği inkar etme eylemi paradoksal bir şekilde, inkarın gücü olarak eşcinsel yatırımı güçlendirir. Sadece inkar etmeyi, eril tatminin amacı ve aracı haline getiren de budur: “Amerikan ordusundaki erillik gardiyanlarını bu kadar çok dehşete düşüren şeyin tam da eşcinselliğin bu inkar döngüsünden kurtulması korkusu olduğunu söyleyebiliriz. Onu oluşturan bu saldırgan inkar döngüsü olmaksızın erillik ne 'olurdu'? Ordudaki eşcinseller erilliği bozma tehdidi taşırlar, zira bu erillik inkar edilmiş eşcinsellikten yapılmıştır.”5 Zizek de aynı psişik ekonomiden bahseder: “Ordu eşcinselleri saflarına alenen kabul etmeye niye bu kadar güçlü bir biçimde direniyor? Bunun tek olası tutarlı cevabı vardır: Eşcinsellik, Ordu topluluğunun 'fallik ve ataerkil' libidinal ekonomisini tehdit ettiği için değil, tam tersine, Ordu topluluğunun kendisi askerler arasındaki erkek-bağının kilit bileşeni olarak engellenen/kabul edilmeyen bir eşcinselliğe dayalı olduğu için. (...) Aşırı ve şiddetli homofobinin engellenmiş, yani alenen kabul edilmeyen, 'yeraltı' eşcinsel libidinal ekonomi ile böyle kırılgan biçimde yan yana varoluşu, askeri topluluğun söyleminin ancak kendi libidinal temelini sansürleyerek işleyebileceğine tanıklık eder.”6 Butler, bu döngüsel psişik ekonomiyi, vatandaşlık ve vicdan formasyonuyla eşcinselliğin bastırılması arasındaki ilişkide de takip eder. Eşcinselliğin yasaklanmasıyla eşcinsel libido, suçluluğa ve toplumsal duyarlılığın temeline dönüşerek, vicdanı psişik bir olgu biçiminde kurar.7 Ulusal ideale bağlılığın yüceltimi, suçluluk hissi, ideal olanla mevcut toplum arasındaki mesafenin kapatılamamasının ürettiği tatminsizlik, bu tatminsizlikten türeyen toplumsal korkular ve ulusal özneler arasındaki erkek-bağ, inkar edilmiş eşcinsel libidinal yatırımdan yapılmıştır ya da sansürlenen eşcinsel libidinal ekonomiyle desteklenir. Amerika'nın ulusal-erkek mitini kuran westernlerden Türkiye'deki erkek filmlerine kadar birçok eril fantazide, erkekler arası bağın kuruluşunda işleyen bu gizli metni takip etmek mümkündür. Abartılı ve savunmacı bir eril özdeşleşmenin, aşırı ve şiddetli bir homofobinin, eril kimliğin lekesiz tutarlılığında ısrarın ve eril kimliğe sürekli musallat olan fazlalıkların ürettiği korkulardan türeyen saldırganlığın, eril kimliğin kırılganlığıyla nasıl yan yana durduğunu göstermenin iyi bir yoludur bu. Sinemada ilk hamile erkeği oynayanın Arnold Schwarzenegger olması, Kadir İnanır'ın Komiser Şekspir'de etek giymesi de aynı döngüsel psişik ekonominin varyasyonları olarak düşünülebilir. Hatta Zeki Müren'in kendisine neden paşa dendiği sorusuna verdiği cevap da “Her Türk asker doğar” fantazisinin içermek zorunda olduğu bu bünyevi fazlalığa ait sezgiyle ilişkili olmalıdır. Sansürlenen bu libidinal yatırımı görünür kılmak, iktidarın ayakta durabilmek için muhtaç olduğu arzu yatırımlarını, görüntüden uzak tutulan ve iktidarın yeraltı destekleri olan ihlalleri açığa çıkarmak (mesela Kötü Eğitim) sadece eril kimliğin saldırganlığından mustarip eşcinseller ve kadınlar için değil belki de daha çok erkekleri erkeklikten düşme korkusuna hapseden kırılganlıktan kurtarmamıza imkan vereceği için önemli.
Sapığın Sinema Rehberi'nde Matrix'teki mavi hapkırmızı hap, gerçeklik-yanılsama karşıtlığına dayalı o naif ideoloji algısını eleştiren Zizek, üçüncü bir hap istediğini söyler. Bu hap, gerçekliği tutarlı kılan, gerçekliğin içindeki yarılmaları kapatan fantazileri görünür kılmalıdır. Böyle bir hap olsaydı elimizde, erkekliğin tam, doğal, ebedi, evrensel olduğuna inananların fantazilerini gerçeklik içinde görebilseydik eğer, saldırganlıkla kırılganlığın, homofobiyle eşcinsel libidinal ekonominin, şiddetle iktidarsızlığın, ahlakçılıkla pornografinin birbirine aktığı arzu şelalelerini, eril mitlerle milli mitlerin üzerini örttükleri derin uçurumları, kendilerini kadınları kurtarmaya
Melodram, heteroseksüel normu üreten güçlü bir anlatıdır. Bu anlatı, kadın ve erkek bedenlerini işaretleyerek, bu bedenler üzerine toplumsal cinsiyeti yazarak, “kadın” ve “erkek” olmayı sahneleyerek cinsel fark çıkmazını perdeler.
25
adamış milliyetçi hayırseverliklerin fantazi sahnelerinde kadınlara biçtikleri boyun eğen kurban rolünü görmemiz mümkün olurdu. İşimiz de çok kolaylaşırdı. Şimdilik en kestirme yol olarak sinemayla idare etmekten ve ölümsüz Şey'den mustariplere “Korku ruhu yer bitirir” demekten başka çare yok. Bu arada, Ankara da şehre her fırsatta sirk getirmekle kalmayıp, bizzat şehri bir sirke çeviren belediyenin elinde pek bir güzelleşiyor. Erkeklik ise kendisi hakkında sıkıcı fantaziler yumurtlamayı sürdürmekte.
1 Judith Butler. İktidarın Psişik Yaşamı: Tabiyet Üzerine Teoriler. İstanbul: Ayrıntı. 2005.s. 129. 2 Slavoj Zizek. Gıdıklanan Özne: Politik Ontolojinin Yok Merkezi. Ankara: Epos. 2003. s. 326. 3 Slavoj Zizek. agy. s. 327. 4 Bkz. Slavoj Zizek. Gülünç Yücenin Sanatı: David Lynch'in Kayıp Otoban'ı Üzerine. İstanbul: Om. 5 agy. s.136. 6 “Çok kültürcülük ya da Çokuluslu Kapitalizmin Kültürel Mantığı.” Kırılgan Temas. İstanbul: Metis. 2002. s. 265. 7 agy. s.79.
Erkeklik
Anıl Üver Yazmaya koyulmadan net yanıtlar bulamadığım sorular meşgul etmeye başlıyor zihnimi önce, zira içinde olmadığım ve bir lezbiyen gözüyle dışarıdan pek de kolay gözlemleyemediğim bir kültür üzerine bir şeyler söylemek zor geliyor. Geylerin içinde yaşadıkları, taleplerini açık ya da gizli ifade ettikleri bir kültür var mıdır? Kültür sahnesinde eşcinsel erkekler hangi rolü oynamaktalar? Günlük gey yaşantısında "kültür" ne anlama geliyor? Bu kültür aynı zamanda çoğunluğun düşünüş tarzı üzerinde etkili oluyor mu? "Gey kültürü" denince yalnızca gey erkeklerin gey erkekler için ve yaşam duygularını ifade etmek için icra ettikleri sanatı mı anlıyoruz? Eserleriyle cinsel yönelimlerinden bağımsız olarak ve bireysel kimlikleri yadsımadan herkese ulaşmak isteyen kaç sanatçı vardır?
26
Gey erkekler farklı dünyalarda yaşıyorlar ve kendilerini tekrar tekrar her türlü alt ve üst kültürlerde buluyorlar. Toplumca yerleştirildikleri mekân ve konumlarda kendi yaşam tarzlarını şekillendiriyor ve yaşıyorlar. Bu mekânlar arasında barlar, sinemalar, parklar, karanlık odalar... ve bu mekânlarda arz talep çerçevesinde gizlice ve sessizce üretilen ve tüketilen geylikler... Yine toplum tarafından ressam, modacı, şarkıcı, oyuncu, yazar vb. konumunda alkışlanıp itibar görebilir geyler. Hatta "Sir" bile olabilirler. Ama bunun için de çok çalışmak ve kendilerini kanıtlamak zorundalar. Önceleri sanat ve edebiyattaki gey unsurlar geleneksel değerleri sorguladığı için provokasyon olarak değerlendirildiğinden kamufle edilmişti. Şimdi Batı dünyasında, kimliklerini saklayıp kabul görme adına kendilerini kurban eden sanatçı sayısı azalmaktadır. Geyliklerini açık bir şekilde yasayan sanatçıların ünü pek az zedelenmekte, hatta gey sanatçılar böylelikle daha geniş özgürlükler ve yaratıcı güç kazanmaktalar. "Coming out"lar, yani açılmalar, bir bakıma sanatçıların başarılarını artırmaktadır. Jean Genet, Hubert Fichte ile bir konuşmasında yeni eserlerin ortaya çıkabilmesi için toplumun sanat ve kültürden önce değişmesi gerektiğini ifade etmişti. Sanatçı zamanın imgelerinin resmini çizen ve kuşaklara devreden bir sismograftır. Peki, bu sanat, zamanının ilerisinde mi?
Ve Perde... Gey hayatı resmi tarihte hiç bir zaman yer almamıştır. Böylesi bir hayatın izleri, resmi tarihçe dikkate alınmayan "sözlü tarih"ten birer parça olarak kabul edilir. Baskıcı bir toplumun yasalarına karşı verilen amansız mücadele aynı zamanda, 'her şeye rağmen karşı koymanın estetiği'ni gösteren gey sanatçıların yaşam yollarını da etkilemiştir. Fakat bu noktada televizyon, algıları değiştirdi: Geyler toplumda kabul görmeyi artıran sansasyonel resimleri ekranlara yansıttılar. Daha önce bir fısıltıdan ibaret olan ya da tezgah altından satılan şeyler artık ayarı yüksek altın misali pahaya bindi. Bu alış-veriş güç meydanından en yüksek ödülü alan eserler ortaya çıkmaya başladı: 'Brokeback Dağı' (Brokeback Mountain, Ang Lee), 'Capote' (Bennett Miller), 'Transamerica' (Duncan Tucker), 'Veda Vakti' (Le Temps qui reste, François Ozon) gibi filmler ya da 'The Line Of Beauty' (Alan Hollinghurst) gibi romanlar 'gey camiası' için önemli birer meydan okumadır. Eskiden kişilerin ve eserlerinin gizlenmesi, toplumda kabul edilme ve sosyal alanda hayatta kalmanın önkoşuluydu; geçmişteki bu baskıların dolaylı bir sonucu olarak geyler yenilikler yaratma açısından daha aktiftirler, daha sağlam konuşabilirler ve gey bakışıyla gerçeklikleri yansıtabilirler. Aktif mi pasif mi? Geyler hangi rolü oynuyorlar? Başrolü mü, misafir oyucuyu mu, yapımcıyı mı, yoksa sahnedeki bir dekorasyonu mu? Gey erkeklerin ezelden beridir sorula gelen ve can bezdiren -her ne kadar kesin ve kalıcı yanıtlar verilmesi mümkün gözükmese de- bu ve benzeri soruları yeniden sormaları ve sorgulamaları ve bu sorulara daha net yanıtlar verebilmeleri için kültür ve toplum içindeki rollerini tekrar gözden geçirmeleri gerekir.
Erkeklik Fırat, kendini 2006 senesinde fesh eden Anadolu Ayıları'nın kurucu üyelerinden. Grupla yollarını 2003 yılında ayıran Fırat, 2004'ten beri İngiltere'de yaşıyor. Fırat ile Türkiye'deki ayıların erkeklik algısı üzerine konuştuk. Ayılık toplumsal erkekliğe bir övgü mü? Yoksa alternatif bir erkeklik mi? Bu soruların yanıtı Fırat'ın cümlelerinde gizli. Söyleşi:
2002 senesinde Amerika'dan Türkiye'ye döndüğümde büyük bir tedirginlik içindeydim. Bu tedirginliğin en büyük sebebi Türkiye'deki LGBT hareketinden bihaber olmam ve kendime bir hayat arkadaşı bulamamaktan korkmamdı. Fakat daha ilk haftamda İzmir'de gerçekleşen bir Anadolu Ayıları toplantısına davet edildim ve gerisi çok kolay geldi. Her şey çok güzel başladı; geniş bir arkadaş çevresi ve bir hayat arkadaşı buldum kısa zamanda. Fakat ne yazık ki her şey güllük gülistanlık değilmiş, gördüm. Ama bu sadece Türkiye'de olan bir şey değil. Dünyanın her köşesinde herkes alt gruplarını oluşturuyor ve beğenisine göre gittiği mekanlar da değişiyor ne yazık ki. Ben bu hareketliliğin devamında, çok kısa bir süre sonra Türkiye'deki ayı hareketinin beni temsil etmediğini fark ettim. (Bu çok sancılı bir dönemdi benim için, çünkü 2002'deki tedirginliklerimi yeniden yaşamak istemiyordum.) Türkiye'deki ayı hareketi 'kilo ve sakal' fetişizminin ötesine geçemedi ne yazık ki. Görüntüde muhteşem şeyler yapılsa da altı hep boş kaldı söylemlerin. Benim duygularımı temsil eden hareketin söylemi “Kendin gibi ol ve aynada kendinle göz göze gelmekten korkma”ydı. Ben sadece hissettiğim gibi davrandım ve hala da öyleyim. Hiçbir şekilde kendimi feminen olma korkusu ile engellemedim. Herkes hoşuna gidecek insanları görebileceği mekanlara ilgi gösterir sanırım; bu heteroseksüeller için de böyle lezbiyenler ve geyler için de... Belki de bu yüzden Türkiye'de yılda bir bara gidiyorsam Kulüp 20 yerine Tekyön'e gitmeyi tercih ediyorum. Ama ne yazık ki artık Tekyön'de bile sadece jigololar ve oğlancı diye tabir ettiğimiz, kendiyle yüzleşemeyenlerden oluşan bir kuru kalabalık hakim. Ama orda kimi durdurup sorsan erkekliğine söz söyletmez ve herkes aktiftir ortamda.
Umut Güner
Erkekliğin ölçütü dürüstlüktür Erkekliğin ölçütleri kıllı ve göbekli olmak değildir. Benim için erkekliğin ölçütü kendine ve çevrene dürüst olman demektir. Görünen erkekliğin ardında ataerkil sistem içinde gelişen kurallar var aslında. “Erkek adam kırıtmaz”, “Erkek adam yüksek sesle gülmez” gibi efemine hareketleri dışlayan, küçümseyen kurallar silsilesi… Ben arkadaşlarımla telefonda ya da yüzyüze konuşurken 'Abla nasılsın' diye hatır sorabilirim ve arkadaşım da bana 'İyiyim abla, ne olsun' diye yanıt verebilir ama bu, ikimizin de ne kadar erkek olduğunun bir göstergesi değildir ve öyle de görülmemeli. Ben kendimi daha çok 'iyi bir insan' olarak görmeyi tercih ederim; gerisi boş kalıplar ve öğretilmiş klişelerden ibarettir. Türkiye'de ne yazık ki “Kaos GL'li lubunya”, “Lambdalı pasif kadın” gibi gereksiz tabirler kullanılıyor ama yatakta kimin ne yaptığı o insanin özel hayatıdır. Bu, kimseyi ilgilendirmez ve kimseye isim takma hakkı da vermez. Ayrıca, erkeklik erkeklere mahsus bir durum değildir. Erkeksi olan lezbiyenler de erkektir bir bakıma. Biraz ayılık propagandası gibi gelse de kulağa Pınar Selek'in şu sözünü önemsiyorum: “Eşcinsellik topluma yıllardır bir Zeki Müren veya Bülent Ersoy gibi prototiplerin ardından, yazılı ve görsel basının da yorumlarıyla 'efemine pasif erkek' tanımlarıyla gösterildi. Fakat sakallı, erkeksi birinin çıkıp da 'Ben bir erkeği seviyorum' demesini toplumun ve medyanın suratına koca bir şaplak olarak görüyorum.” Ben de inanıyorum ki nasıl davrandığın değil, nasıl hissettiğin ve kendinle nasıl barışık yaşadığın önemli. Erkeklik en basit tabiriyle penisi olan insanoğlu olarak görülse de ameliyat sonrası kesilen penisler kimi kadın yapıyor'u tartışmak gerekiyor. Kişiyi kadın ya da erkek yapan içindeki hislerdir bence ve her şeyin çözümü kendini ve diğerlerini sevmektir.
27
Bu metin, performatif araştırma modeliyle tasarlanmış “Bıyık içinde bıyık, Kopenhag2007” adlı işin notlarından alıntılanarak kurgulanmıştır.
NOTLAR: Kopenhag'taki residansım süresince, iş olarak bıyık bıraktım. Ama bıyıklı bir resmimi sergilemeyi (filan) düşünmüyorum. İşin performatif bir araştırma olarak tasarlanmasının amacı daha önce kullanılmış bu kültürel klişenin temsili sınırlarını aşmak. Temsili sınırlar derken, sanatın -bugünkü sunum ve dolaşım politikaları içinde- kendini nasıl tekrar ürettiğinden ve bu üretimin kendini tekrarından bahsediyorum. O nedenle performatif araştırma derken derdim şu: zira bunun beni götüreceği yeri ve malzemeyi baştan bilmek ve ona göre durumu kurtarmak istemedim. Yakın dönemden bıyık üstüne yapılan işlere bakınca (literatür), özellikle Nasan Tur'un bıyık bırakarak (ve otoportre olarak) ürettiği ve sergilediği “Pasaport” işinin temsilikavramsal gelenekle performatif gelenek arasında refleksif bir köprü olduğunu düşünüyorum. Bıyık bırakmanın kendisini (ucu hem kendim hem de çevredeki kalabalık için açık) bir performans olarak konumladığımda, yani klişeyle başeden metodolojiyi değiştirdiğimde sürecin nasıl bir malzemeyle-hangi formatla belgeleneceğinin de cevabını bulacağımı biliyordum. Dokümantasyonun diliyle işin dili arasındaki kurgulayıcı ilişki, bu noktada önemli. Performatif araştırma, performatif dokümantasyon. Bu sürecin sonunda elimde Kürt bir berberle beraber yaşadığım bir karar sürecinin kaydı* ve internet profilleri var. “Bıyık içinde bıyık” işinin araştırma sürecinde, insanlardan data toplamak ve iletişime geçmek için (Kopenhag'ta en çok kullanılan) internetteki profil siteleri (myspace.com, boyfriend.dk, dating.dk, gaydar.co.uk...) kullanıldı; ben de 20 gün, 24 saat internet profili olarak (sanal) performans yaptım. Bıyık bırakırken Kopenhag'taki Türk azınlığın yaşadığı bölgede, özellikle berberlerle konuşarakgörüşerek bıyıkla ilgili epey data topladım. Danimarkalıları, (yakın
dönemde Stockholm'de ve Berlin'de de uzun süre gözlem yapma fırsatı bulduğumdan) hadi Avrupalıları diyelim kebab salonlarında görmek mümkün ama Avrupa'daki Türk berberlerini daha çok yine Türkler kullanıyor. Berber dükkanları, Avrupa'nın kültürel sınırlarını araştıranlar için eşsiz bölgeler, buralar kültürün etkileşime girmeye direnen dışarıya daha kapalı (mahrem) alanları. Avrupalı erkeklerin berber-bakım kültürü oldukça farklı. Buna dayalı olarak, performatif araştırmamın sonunda seçtiğim berberi sürece davet ederek, bıyığı tutma ya da kesme kararını ona bırakmaya karar verdim. Kopenhag'ta Türk berberlerinin yığıldığı Istedgade'de (benim gibi) Konya'ya yakın bir yerde doğan, meslek kursunu bitiren ve sonra Kopenhag'a göçen bir berber buldum. M. Bey'i seçmemin nedeni muhtemelen dükkanında asılı Barış Manço posteriydi. Ama asıl, onun ısrarla Türkçe konuşmaması benim içimi burktu. Bıyığın etrafında dolaşırken taşa çarptım. Türkçe bilip bilmediğini- biliyorsa neden konuşmadığını ısrarla sorunca, cevabı netti; -Kürt'üm. Avrupa'daki Türklerle Kürtler arasındaki ilişkiler önemli bir siyaset araştırması. M.
Bey'in ısrarla Türkçe (bilip) konuşmadığını çevreden duymuştum, ama dükkandaki kitaplar ve posterlerden anladığım kadarıyla Türkçe'yi iyi biliyordu. M. Bey, neden Türkçe konuşmuyor ısrarla; kimbilir 80'lerde tam da göçüp geldiği dönemde- ne yaşadı, Türkiye demokrasisinin orta çağında? (bkz. Yakılan, yer değiştiren köyler) Sürecin başında, bıyık bırakırken birkaç nedenim vardı. M. Beyi'in neden Türkçe konuşmadığıyla ilişkili olarak onların üzerinden geçmem gerekiyor: a) Bir residans davetinde bıyık bırakmanın, residans kurumunun kendisine eleştirisi var. Residans sanatçısı residans yaparken, dinlenmeli mi yoksa 'network' yapmaya devam mı etmeli? Yüzünü nasıl kullanmalı? Yoksa ve illa kendi kültürel kimliğinden beklenen işi, her türlü ulusal kimliği eriten melez güncel sanatçı profiliyle mi üretmeli? b) Yani, bıyığın kendisinin Türk erkeği stereotipine göndermesi son derece kuvvetli. İnsan bıyıklıyken daha mı “Türk” hisseder? Ona daha mı “Türk gibi” bakarlar? Ya da “doğulu” diyelim, soruya devam edelim; bıyık, sakaldan farklı olarak
neden daha çok ideolojiyle ve siyasi kimlikle ilişkili? Bıyık bıraktığım süre içinde, bıyık kısmı sakaldan görünür şekilde ayrışmaya başladı. Bıyık sakaldan ayrışmaya başlayınca (milli ve dini olmak üzere sadece bayramlar değil, kıllar da ikiye ayrılıyor; buna kısaca bıyık-sakal-kıl geleneğinin çakışması ya da menfaaat uyuşması diyoruz) bıyığımın içinde saklı-gizli olan arketip bıyığı gördüm. Nazi bıyığımı. Bıyığın geldiği en tehlikeli minimalizm. Başka bıyıkların kamuflajını bozmak için, onu (Gerald Spelsberg ve Elmas Deniz'in yardımıyla-malzemesiyle) daha da görünür kıldım. Severek giydiğim eşofmanın kapişonunu da bu kompozisyona ekleyince bıyığın aile tarihi biraz ortaya çıktı. Rap ve hiphop kültürünün milliyetçi gelenekle sıcak ilişkisini düşününce, son dönem milliyetçiliğin nosyonu biraz daha kendini ifşa ediyor. Nazi bıyığı, Bolşevik bıyığı, ülkücü bıyığı ve komünist bıyığı derken; bıyıksız ama kapşonlu bir hip/hop ama popmilliyetçilikle karşılaşıyoruz. Milliyetçiliğin yeni kimliği ise bugün çıkmazlarından biri. M. Bey, bıyığımı kesmeye karar verip, bir de genel bir “saç-sakal düzeltmesi” yaptı. O bunları yaparken, gözüm masadaki gazetedeki Türkiye haberine kaydı. Erdoğan aday olacak mı? Düşündüm: kimse Atatürk'ün bıyığını neden kestiğini ve bunun cumhurbaşkanı olmasıyla arasındaki ilişkiyi sormuyor(?), nedeni belli: Bizde politika geleneği, yakın siyasi tarihine uzak. Bugün bıyıksız cumhurbaşkanlarının iktidarsız olduklarını ve pasif-agresif politikaların işlemediğini şaşkın bir ranlantı olarak görüyorum. Bizde cumhurbaşkanlığı pozisyonu “babalık müessesesiyle” (herşeyden çok) yakından ilişkili. Bıyıksız cumhurbaşkanları, emekli babalar gibi -var ama yok, ancak misafir gelince bizimle konuşuyor; asker dayının sözünü dinliyor, çocuklarla ilişkisi yok gibi bir şey. Büyük ağabeyin yani başbakanın
her yaptığını eleştiriyor; ağabey genç ve hırslı, oysa onun da sonu babasına benzeyecek. Erdoğan da siyasi kimliğini yüzünde alenen belgeleyen bıyığıyla cumhurbaşkanı olursa, gelenek olarak her zaman “nötr” bir pozisyon olan cumhurbaşkanlığı kurumuna ne olacak? Özal ve Demirel bile o koltukta ne kadar devletleştisekülerleşti/ emekli askere döndü. Morissey, “America” şarkısında Amerika'yla ilişkisinin başkanın siyah, kadın ya da gey olana kadar değişmeyeceğinden bahseder. M. Bey'in konuşmaması gibi. Ceviz Kabuğu ve muadilleri boşuna soruyor, “Özal Kürt müydü?” diye; öyle olsa M. Bey bugün Türkçe konuşurdu.
ŞİMDİLİK SONUÇ: Peki yeni cumhurbaşkanı kim olacak, bıyıklı/kapşonlu, bıyıklı/tespihli, bıyıksız/şortlu, bıyıksız/botlu...? Ben lezbiyen bir cumhurbaşkanımız olana kadar konuşmuyorum. Sözlük: Residans: Sanatçıların ve bilimadamlarının-bilimkadınlarının araştırma odaklı olarak, belli süre için başka şehirlerde -davetle ya da paraylakaldıkları süreç. Bıyık: Çok çeşitli şekillerde, fallik yapının (genelde ulusal-milliyetçi/ideolojik düzeyde) nasıl şekillendiği bireyin yüzünde, burnunun altında işaretleyen kıl bölgesi/formu. Sakal: Bıyıktan farklı olarak daha çok kafalardaki muhafazar bağlama işaret eden, daha çok din ve tutuculukla ilgili görünen, yüzü kaplayan kıl formu. Kapişon: Eşofmanın uzatısı olarak bir çeşit melez-afro etki yaratan, yeni muhafazakar ya da tersine yeni anarşist bağlama farklı şekillerde duyarlı, hip-hop bir stile işaret eden moda detayı; küllah. NOT: Aday, Abdullah Gül olmuş, ne farkı varsa, bıyık aynı bıyık?!? * Bu metnin Danimarkaca versiyonu, Kopenhag tv-tv'de, Kopenhag Şehir gazatesinde ve DR (p2) radyosunda yayınlanacaktır. Küratör Lotte Juul Petersen, 27 Nisan 2007'de-Kopenhag, Factory of Art and Design'da Adnan Yıldız'la işiyle ilgili olarak bir söyleşi gerçekleştirecektir. Öncesinde, video dokümantasyon gösterimi yapılacaktır.
Erkeklik
“Erkek fahişeler
için
büyük pazarlar yaratılıyor”
30
Bir süre önce kitap raflarında yerini alan 'Satılık Erkeklik', adıyla dikkatimi çekmişti. Ayak üstü şöyle bir karıştırmış, evde birikmiş, okunmayı bekleyen kitaplarımı düşünüp alışımı ertelemiştim. Kaos GL, dosya konusunu “Erkeklik” olarak belirlediğini söyleyince de almak farz oldu. Doğan Kitapçılık'tan çıkan 'Satılık Erkeklik'in yazarı Ayşe Kudat, 'erkeklik' denilen o derin mevzuya fuhuş sektörünün içinden bakmış. Kitap, bugüne dek yalnızca kadınların var olduğu bir alanmış gibi gösterilen fuhuş sektörünün başka oyuncuları olduğunu da anlatıyor. Kudat'la çok izlenen ama adı nerdeyse hiçbir kitapta geçmeyen oyunun oyuncularını konuştuk. Söyleşi:
Barış Sulu
Erkek bedeninin satılması üzerine kıtalar arası bir araştırmaya imza attınız. Sizi bu konuya yönelten şey neydi? Bu araştırmaya, 1972 yılında Berlin Bilim Merkezi'nde Sosyal Araştırmalar Merkezi direktörlüğü yaptığım sırada Türkiyeli ve diğer yabancı işçilerin konut sıkıntılarını incelerken başladım. Başlarını sokacak yerleri olmayan çok sayıdaki genç erkek, aşırı yaşlı Alman kadınlarla soruna geçici bir çözüm arıyordu. Başlangıçta ‘satılık erkek’ kavramını jigololukla özdeş saydığımdan konuyu çok ciddiye almıyordum. Aradan 20 yıl geçip de 20 farklı ülkede, farklı konularda araştırmalar yürütürken ‘satılık erkeklik’ konusunun çok kapsamlı, sorunlu ve çığ gibi büyüyen bir sosyal sorun olduğunu gördüm. Ayrıca, 1985’te Birleşmiş Milletler Dünya Kadın Konferansı’nın koordinatörü idim. Bu bağlamda ileriye dönük stratejiler ve kadın ve kalkınma konularında binlerce sayfa yazı yazdım. Kadın kuruluşları kadınları sürekli olarak mağdur ve erkekleri suçlu göstermekteydi. Ben de bu şekilde davranıyordum. Aradan 10 yıl geçti ve 1995’teki kadın konferansına gene aynı ülkeler katıldı ve yalnızca kadınların mağdur olduğu anlayışı değiş-memişti. Irzına geçilen, dövülen, sövülen, çocuklara bakıp hakkını alamayan hep kadınlar görüldü. Bunun üzerine erkeklerin de mağdur olduğunu gösteren bu ilk kitabımı yazmayı aklıma koydum. Eğer fahişelik kötü bir şey
ise erkek fahişelerin daha fazla ve farklı biçimlerde, hem kadın hem de erkeklere bedenlerini seks için sattığını göstermek, bu soruna birlikte bir çare aramayı denemek istedim. Çok daha önemlisi, erkek çocuklara yapılanlara kimsenin kılının kıpırdamamasına dayanamadım. Her yıl milyonlarca çocuk seks piyasasına sürülüyor ve UNICEF’in verilerine göre bunların önemli bir bölümü erkek çocuklar. Tarih boyunca ve her ülkede oğlancılar parayla erkek çocuk satın almışlar, hala almaktalar ama bizler suskun kalıyoruz. İşte, bu kitabı yazmamın en önemli nedeni bu. Pek çok kişi için fuhuş kadınları ve kız çocuklarını hatırlatıyor. Siz bu çalışmayla erkek bedenlerinin ve oğlan çocukların da satıldığını gösteriyorsunuz. Dünya erkek bedeninin satıldığını görmekte, duymamakta niye ısrarcı davranıyor? Bunun pek çok nedeni var ve bence kitabımı okumak bu nedenle önemli. Öncelikle, tüm toplumlarda ve tarih boyunca erkeklerin cinsel deneyimlerine, her türlü taşkınlıklarına doğal olarak bakılmış, “erkek adamdır” denmiş. Bu nedenle, bir çok kültürde evli erkekler başka erkeklerle ve gerektiğinde parasını vererek sevişmiş. Kimsenin kılı kıpırdamamış. İkinci olarak, aktif/pasif gibi acayip ve bilimsel bir dayanağı olmayan hikayelerle ne
erkeklerin başka erkeklerle ilişkilerinin üstünde durulmuş ne de erkeklerin kadınlara sattıkları seks hizmeti ‘erkeklik’e karşı görünmüş. Erkekler arasında olup bitenler aralarında kalmış. Üstelik alıcıların çoğunlukla daha seçkin, zengin vs. olması da statükoyu korumak için önemli bir neden olmuş. Erkekliğin onurunu korumaya çalışırken ‘erkeklik elden gitmekte’, birçok erkek çocuk ve delikanlı çocuk pazara sürülmektedir. Erkek ‘güçlüdür’, ‘iktidarlıdır’, ‘gerçek bir maçodur’ diye mitolojilerle oyalanıp, bu maçoların oğlan çocuklarıyla cinsel ilişkiye girmesiyle ortaya çıkan çelişki göz ardı edilmektedir. Bu maçoların bazen bir dilim ekmek, bazen daha rahat bir ev, yatak veya geçim için kendilerini kadınların hizmetine, geçici zevklerine veya metresliğine sürüklediklerini de görmek gerekmektedir. Kadın ve erkeği, insanlığı aşağılamaya, insanı bir meta haline getirmeye dayanan bu kurumun erkekleri nasıl içine çektiğini anlamak, fuhşa karşı mücadelenin ilk adımını oluşturur. Erkek fahişeler için büyük pazarlar yaratıldığını görmezden gelmek, bu olgunun aslında tüm insanlığı tehdit ettiğini görmeyi zorlaştırır.
“‘Emekçi’ veya ‘işçi’ yerine ‘esir’ demek daha doğru” Erkekliğin yüceltildiği bir dünyada fuhuş sektöründeki erkeklere ulaşabilmek ve onlarla konuşabilmek kolay olmadı sanıyorum. Kadın ve erkek fahişeler genellikle aynı sayfalarda ilan verip, hizmetlerini benzer biçimde pazarlamaktalar. Büyük kentlerde erkekler striptiz barlarında veya gece kulüplerinde tüm veya yarı soyunan kadınlara ağız sulandırırken, benzeri açıklıkta erkekleri seyreden erkek ve kadınları da görmek aynı derecede kolaylaşmıştır. Bu tür erkekleri özel seanslarda, video dehlizl erinde de görmek son derece kolaydır. Nasıl kadın fahişelerin yerleri yurtları belli ise, erkek meslektaşları için de bu böyledir. Tüm kentlerde, elit (kibar) kadın fahişelerin, genelevlerin, nataşaların hangi semt ve sokakta olduğunu arayan kolaylıkla bulabilir ve hatta istemeyen bile görür. Aynı şekilde, şık jigoloların, eşcinsel erkeklere hizmet veren erkek fahişelerin de pazar yerleri bellidir. Yalnız, kadın fahişeliğin sosyal coğrafyası üzerine yazılmış birçok eser aynı mesleği yapan erkeklerin üzerine hiç eğilmemiştir. Bazı seçkin çalışmalar, kentler değiştikçe kadın fahişelerin ve genelevlerin konumunu, bu kadınların oturdukları evlerin ve katların kiralarındaki değişikliğe kadar incelemiş, fakat ay n ı m e s l e ğ i ya p a n e r ke k l e r d e n s ö z etmemişlerdir. Bütün bunlara rağmen, böyle bir araştırma çok zor olduğundan yıllarımı aldı. Seks için satılan erkeklerin tarihsel ve güncel yaygınlığı bu konuları çok daha iyi inceleme şansına sahip erkek biliminsanlarının sessizliklerini daha hızlı bozmalarını gerektirmektedir. “Seks işçisi” tabirinin kullanılmasına karşı çıkıyorsunuz. Neden? Kuşkusuz, hayatını cinsel hizmet vererek, bedenini cinsel amaçla kullanmak için satan insan bu konuda emek harcamakta, müşteri bulmak ve müşteriyi memnun etmek için belli bir gayret göstermektedir. Bu nedenle bunlara ‘seks işçisi’ veya ‘cinsel emekçi’ denilmesinde fazla bir sakınca olmayabilir. Yalnız bu kullanım, hem satılık kadınları hem de satılık erkekleri gereksiz bir biçimde onurlandırmakta ve aklamaktadır ki, böyle bir gereksinimin evrensel bir geçerliliği yoktur. Ayrıca bedenini satanlar ille de bu işi yoksul olduklarından yapmamakta ve bu yola dökülüp de yoksulluktan kurtulanların çoğu da sonradan, yani refaha kavuştuktan sonra, bu yoldan vazgeçmemektedir. Bir de global seks ticareti çerçevesinde yüzbinlerce gencin bu işe zorlandığı düşünüldüğünde, bu insanlara ‘emekçi’ veya ‘işçi’ yerine ‘esir’ demek daha doğrudur. Afrikalı kadın için geçerli olan ‘işçi’ kavramını, çoğunluğu çocuk yaşta olan satılık erkeklere yakıştırmak, onların bu konumlarının da doğal ve kabul edilir olması demektir. Aynı nedenle de seks işçilerinden hizmet almak, örneğin 14 yaşında bir oğlan çocuğuna cinsel hizmeti için para vermek de inşaat işçisine para vermek gibi doğal hale gelmektedir. Belli bir yaşa kadar satılık kadın veya erkeğe başka bir sözcük kullanmaya, 18 yaşından sonra da ‘seks işçisi’ demeye kalkarsak da sorunları daha da karmaşık hale getirmiş olacağımızdan, ‘satılık’ veya ‘kiralık’ kullanımını sürdürmekte yarar vardır. Bir doktora nasıl sağlık işçisi demiyorsak, bir fahişeye de emekçi
veya işçi demek doğru değil. İşin en önemli tarafı da eğer fahişe işçi ise, onlardan hizmet alanlar işveren mi? Veya onları zorla pazarlayanlar, piyasaya sürenler, onlara müşteri bulanlar iş ve işçi bulma kurumu üyeleri mi? “Eşcinsellerin gizli saklı olmadan, haklarının peşinde koştukları ortamlarda, erkek bedeni daha yaygın bir biçimde pazarlanmaktadır” diyorsunuz. Eşcinsellerin görünürlüğüyle erkek bedeninin satılması arasında bir ilişki var mı gerçekten de? Bu konuda kitabımın okunması gerçekten de gerekli. Erkek bedeninin seks için satımı çok eskilere gider ve de günümüzde çok yaygındır. Bu durum yurt içi ve uluslararası göçler, turizmin gelişmesi, kadınların erkeklerden çok daha uzun yaşaması, kadınların da artık eline para geçiyor olması gibi bir çok faktörle açıklanabilir. İletişim devrimini de bunun içine katmamız gerekir. Müşteri bir çok nedenle pazara girmektedir. Eşcinselliğin yaygınlaşması ve sayıca çok önemli boyutlara ulaşması onları da pazara alıcı olarak yönlendirmektedir. Hatta bazı ülkeler, aslında halleri vakitleri daha iyi ve aile bakımı açısından sırtlarındaki yük daha az olduğundan eşcinsellerle özel olarak ilgilenmektedir. Arjantin gibi ülkeler onları rahat ettirmek için özel turizm pazarı geliştirmekteler. Bizim gazetelerde de bu konuda yazılar çıktı. Böylece, çeşitli sanal reklamların da etkisiyle, eşcinseller de başka erkekleri satın alabilmektedir. Üstelik, ben evli olup aynı zamanda erkeklerle ilişkisi olan, yani çift seksli erkekleri de bu kapsamda bir müşteri grubu olarak ele aldım. Kitabımda eşcinsellere karşı olumsuz bir tavır takınmadığım gibi, kitabın eşcinsellikle hiç bir şekilde ilgili olmadığını, yalnız ‘satılık erkekler’ üzerine yoğunlaştığını okuyanlar görecektir.
“Erkeklere hizmet veren pek çok Türk genci var” Fuhuş sektörünü anlayabilmek için öncelikle müşterileri anlamak gerektiğini düşünüyorsunuz. Müşteriler bize ne anlatacak sizce? Erkek fahişeliği anlamadaki en zor sorun, müşteriler hakkında bilgimizin olmamasıdır. Konuyu jigololar açısından düşündüğümüzde, belki de birçok müşteriyi iyi tanıdığımızdan, sorun hafiflemekle birlikte, karısına ve çoluk-çocuğuna giderken bir bara uğrayıp da erkek fahişelerle birlikte olan müşterileri pek iyi tanımıyoruz. Amerika’da yapılan demografik bir çalışmada, her 100 bin kişiden 23’ünün fahişe olduğu saptanmıştır. Benzer çalışmalar da fahişelerin yıllık ortalama müşteri sayısını 863 olarak saptamıştır. Bundan da anlaşılabileceği gibi her 100 bin kişiden 20 bini fahişelerle birlikte olan insanlardır. Bu sayının inanılmaz büyüklüğü bize müşterileri anlamanın ne denli önemli olduğunu göstermektedir. Bir de işe birey açısından baktığımızda ve yaşamı süresince en az bir kez fahişe ziyaret etmiş insanların sayısını düşün düğümüzde, sorunun gerçekten önemli olduğu daha da iyi anlaşılabilir. Eğer, minicik oğlan çocuklarını seks için kullanan, hem kadın hem de erkek fahişeye gidip de bir de üstelik evli olan insanları gizlemeye devam edersek, davranışları ve düşünceleri değiştirmek şansına da sahip olamayız. Kadın fahişelikten çok daha karmaşık olan ‘satılık erkeklik’ olayını iyi anlamadıkça bu önleyici tedbirleri de alamayız. Araştırmanız pek çok ülkeyi kapsıyor. Peki, Türkiye’deki tablo ne? Eğer gerçekten küreselleşmeye inanıyorsak, orada burada milyonlarca görünen satılık erkeklerin ülkemizde de var olduğuna kuşku duymamalıyız. Zaten bu hem biliniyor hem de Hilton gibi seçkin otellerin yatak odalarına bırakılan reklam içerikli tanıtım dergilerinde de ilan ediliyor. Erkeklere hizmet veren pek çok Türk genci var. Türkiye’de jigololuk hem iyi bilinen hem de erkekliğin şanına gölge düşürmeyen bir olgu olarak rahatça konuşulmaktadır. ‘Gelişmiş’, ‘modern’ metropollerimizde travestiler yaygın olmakla birlikte bunların cinsel hizmetlerinden yararlanan evli veya bekar erkekler üzerinde fazla kafa yormamaktayız. Aile içinde, kurumlarda ve organize yasa dışı örgütler yoluyla çok sayıda çocuğun cinsel saldırıya uğradığı artık açıkça gündeme getirilmekle birlikte sorun kız çocuklarına odaklanmıştır. Oysa erkek çocukların sorunlarını da artık ortaya çıkarmamız gerekir. Toplumsal yaşamda böylesine erkek yoğunluğunun olduğu ülkelerde gençlerin ve erkek çocukların başına hiç kimsenin fark etmek istemediği sorunların gelebileceğini unutmamalıyız.
31
Erkeklik Sürmelican
32
Yıl 86. Sünnet oldum. Benden kopacak bir parça için korkulu ve bir o kadar heyecanlı bir bekleyiş içerisindeydim. Milimlik bir kaymayla olası erkekliğimin benden kopma ihtimaliydi. Ama gerçekleşmedi. Beni erk yapan tek ve yegane organ bacaklarımın arasında kaldı. Şimdilerde onsuz bir hayatın hayalini kuruyorum. Belki bir gün kurtulurum diye. Bize kadınlık erkekliğin karşıtıdır, diye öğretildi. Halbuki gerçek bu kadar basit değildi. Her erk dışılık, bir kadınlık teşkil etmiyordu. Aynı eşcinsel olduğunuz savıyla erkeklikten muaf tutulmayışınız gibi. Şimdilerde bunun tartışmalarını yaşıyoruz. Cinsiyet kimliği nedir? Nedir bu toplumsal cinsiyet? Ya da aslı var mıdır bu kimliğin? Konu karışık ve bir o kadar kapalı. Din ve bilim insanları üreme ve soyun devamı diye bir şey tutturmuş gidiyor. Basite indirgenmiş her şey gibi cinselliğin de altı boşaltılıyor. Çünkü her soru işareti yeni bir sorgulamaya yelken açıyor. Bir ebeveyn edasıyla uzmanlar parmak sallıyor, eli şeyinde çocuk misali halkına. Ve kızıyorlar neden bu kadar soru soruyor diye. Böylece bir öğretilmişlik inşa ediliyor. Adı erkeklik olan miladı dolmuş ders kitabından. Elbette en büyük yarayı kadınlar alıyor. Gittikçe gömülüyorlar bu bataklığa. Sırasıyla eşcinselleri ve travestileri de yanlarına alarak. Artık kimse için bir kurtuluş yok. Bataklığı kurutacak okaliptüs ağacı da kalmayınca kaderlerine boyun eğiyorlar. Zaman gelir, elbet aydınlanma adına bir güneş doğar üzerlerine. Şimdilerde bu bataklığın içinde çırpıyoruz. Belden aşağısı görünmeyen bedenlerimizle birbirimizi dibe çekiyoruz kurtulma adına. Bu kadar
“Türkiye'de kadın olmak adamlık inşasını ayakta tutmaktır. İcabında doğayı katletme pahasına nükleer enerjiye geçme butonuna basmaktır. İşte bu iktidar anlayışı kadınlığımızdan feragat etmemize neden olur. En nihayetinde bizi bir peruk ve bir çift topuklu ayakkabıya talip bırakır.”
metafor niye mi? Bu hayatta özdeşlik kuracak başka metafor mu bıraktılar? Kaldı ki durum çok vahim. Bir haykırış bir diğerini susturuyor. Ve umuyoruz birileri bizi duysun diye. Tanrım bize bir mucize!.. Erkeklik bir futbol maçı hezeyanı mıdır? Yoksa bir düşünüre sıkılan tabanca mı? Ya da çok masum görülen ince alaylar mı? Hepsidir. Hepsi başlı başına bir habistir. Aile ise en çekirdek tehlike. Elin gavuru boşu boşuna eşcinsel evlilikleri tartışmıyor. Onlar da kendi adamlıklarıyla yüzleşiyorlar. Türkan Sabancı'yla yapılan bir söyleşide, Türkiye Sanayici ve İş Adamları Derneği'nin (TÜSİAD) başkanının kadın olmasından dolayı derneğin isminin değişip değişmeyeceği soruldu. Verilen “gerek yok” cevabı ufak bir tebessümle noktalandı. Çünkü o da biliyor ki oralarda yarışmak zaten bir kadınlık kaybı. Adı değişse kaç yazar! Aksine Türkiye'de kadın olmak adamlık inşasını ayakta tutmaktır. İcabında doğayı katletme pahasına nükleer enerjiye geçme butonuna basmaktır. İşte bu iktidar anlayışı kadınlığımızdan feragat etmemize neden olur. En nihayetinde bizi bir peruk ve bir çift topuklu ayakkabıya talip bırakır. Belki bu yüzden İstanbullu travestiler Lambdaistanbullu lezbiyenlerle tüm çelişkileri bir yana bırakarak 8 Mart yürüyüşüne katılıyorlar. “Diyalektik materyalizm, içindeki bütün öğelerin çelişki içinde oldukları karmaşık (ikilikçi olmayan) bir yapıdan hareket eder, bu çelişkiler bir noktada birleşebilir, patlayabilir ve aşılabilir; ama yeni bileşim bu kez de başka bir karşıtlıkla çelişkiye girecektir, insan toplumu çelişkilerle doludur ve hep böyle kalacaktır” dendiğine göre travestilerin erkeklik sorgulamasından muaf tutulup 8 Mart'a katılmaları makul bir karardır. Siz hiç merak etmeyin. Biz yaşadığımız sürece erkeklik denen bu habisle mücadele edeceğiz. Önemli olan o sırada sizin nerde olacağınız?
Erkeklik “Hayatımızın her alanında kadınlığımız teraziye konuyor”
Kadın kimliğini kabul etme sürecin nasıl gelişti? Erkekliğin önemli olduğu bir ülkede kadınlığımı kabullenmek ve bunu dışa vurmak çok oldu. Aile ve toplum baskısı erkek olmanın ne kadar önemli olduğunu çocuk yaşlarımda bedenimde sürekli hissettirmişti. Kendimi kabul etmem de çok zordu. Ama bu sorunları ve gerçekleri bir şekilde kabul etmek zorundaydım. Duygularımdan kurtuluş olmadığını gördüğümde bu sorunlarla nasıl başa çıkacağımın yollarını aradım. Kadınlığımı keşfetmemle birlikte ilk etapta kendim gibi olan insanlara ulaşmak, onları bulmak ve onlarla birlikte olmak istedim. Erkek bedeninde yaşamak istemediğinde toplum, ailen bu konuyu nasıl karşıladı? Ailemin tek erkek çocuğu olduğum için kadınlığımdan vazgeçmenin imkansız olduğunu onlara anlatabilmem de kolay olmadı. Ancak tüm zorluğuna rağmen bunu aileme kabul ettirdim. İlk dönemler bunun psikolojik bir sorun olduğunu düşünen aileme kendi kimliklerini sorgulatmaya başladım. Annem ve ablalarım bana, “Yavrum kadın olma yeter. Erkek olarak cinselliğini istediğin gibi yaşa, biz bunu kabul ederiz” diyorlardı. Ailem için önemli olan şeyin benim kadınlığım üzerinden şekillendiğini görmek beni daha da üzmüştü. Peki transeksüel kadınlar ile travestiler arasında toplumsal erkekliğe sahip çıkma açısından bir fark var mı? Elbette var. Transeksüel kadınlar kendi bedenlerinde yabancılaşma süreci yaşarken travestiler bedenleriyle mutlu yaşıyorlar. Travesti kadınlar, penisi reddetmeden yaşayabiliyorlar ama transeksüel kadınlar için bu, vücutlarını tümden bir reddediş olabiliyor. Transeksüel ve travesti kadınlar cinsiyetlerini ve kıyafetlerini değiştirirken toplumsal kadınlığı da sorguluyor mu? Bütün bu değişikliğin aslında toplumsal erkeklikten kopuş olduğunu düşünüyorlar mı? Bir transeksüelin ameliyat olması ve öncesinde yaşadığı süreç gerçekten de çok zor. Ancak hayatımızın her alanında kadınlığımız teraziye konuyor. Benim kendi kadınlığımla ilgili bir derdim olmasa da Türkiye'de erkek ve kadına bakış, erkeklik ve kadınlığın kurallarının netliği kadınlığımızın toplum tarafından sorgulanmasına neden oluyor. Biyolojik kadın ve erkeklerin bile çıkamadığı, ataerkil sistemin kendince yaratmış olduğu rollerden travesti ve transeksüel kadınların bir anda çıkmasını beklemek haksızlık olur. Yine de travesti ve transeksüel olmaya karar vermekle beraber kadınlığımızı da sorgulamaya başlıyoruz. Kimimiz toplumun bizden beklentilerini yerine getiriyor ve salt kadınlık üzerinden travesti ve transeksüel olup topluma yenik düşebiliyor. Kimilerimiz de toplumsal cinsiyeti sorgulayıp kadınlığını kendisi şekillendirebiliyor, insanların bize inatla kabul ettirmek istediklerini ret edebiliyor. Hem toplumsal kadınlığı hem de toplumsal erkekliği ret edebiliyoruz ve sonrasında kendimizce bir kadınlığı var etme çabası başlıyor.
Buse Kılıçkaya, 30 yaşında. Kendini transeksüel heteroseksüel olarak tanımlıyor. Pembe Hayat LGBTT Derneği'nin kurucu üyelerinden Buse ile travesti ve transeksüel yaşamlarda toplumsal erkekliğin nasıl kuruluğunu ya da yıkıldığını konuştuk. Söyleşi:
Umut Güner
“Erkek zihniyetinden uzaklaşmak istedikçe toplum buna izin vermiyor” Travesti ve transeksüellerin uğradıkları şiddeti toplumsal erkeklikle değerlendirdiğinde nasıl bir fotoğraf görüyorsun? Seks işçiliği yapan travesti ve transeksüeller heteroseksüel seks işçisi kadınlara göre şiddeti daha yoğun yaşıyorlar. Polis bize daha fazla işkence yapıyor, çete daha çok kaba kuvvet uyguluyor, bizi daha çok baskılıyor. Bunun yanında heteroseksüel kadınlar bedenleriyle ilgili bizim yaşadığımız sorunları yaşamıyorlar. Onlar toplum içinde kaybolabiliyorlar. Evlerine gittiklerinde çocuklarının annesi, ev hanımı olabiliyorlar ama transeksüel kadınların böyle bir şansı yok. Biz sürekli fuhuş ortamının içinde yaşamak zorundayız ve erkeklerin erkekliklerini her anlamda sergileyecekleri açık bir hedefiz. Biz erkek zihniyetinden uzaklaşmak istedikçe toplum buna izin vermiyor. Sürekli taciz ediyor, yok sayıyor, cinsel bir obje olarak görüyor. Çünkü toplumun kendilerine göre yaratmış olduğu zihniyet ancak homofobiyi sorguladıklarında karşılarına çıkacak. İnsanlar kendi var oluşlarını kendileri yaratacağına inanıyorum. İnsanlar hayatlarının her alanında her şeye zaman ayırabiliyorlar ama kendilerini sorgulama süreçlerini sürekli erteliyorlar. Bunun nedeninin kendine yabancılaşma ve dürüstlüğü sorgulama korkusunun içselleştirilmesi olduğunu düşünüyorum. Her insanın dönüp kendini sorgulamasıyla düğümlerin çözüleceğini inanıyorum. İlk etapta bu çok korkunç, zor ve imkansız gelse de sonrasında 'gerçek'i seveceklerinden eminim.
33
Erkeklik
Sinem/Sinan Göknur:
Translığım kusurum değil, rengim “İzmir Fen Lisesi'ni bitirdikten sonra Amerika'ya taşınıp lisans ve master'ını Sistem Mühendisliği üzerine tamamlamıştır. Aslen 27 yaşında bir araştırma mühendisi olan arkadaşımız şu sıralar kendini Türkiye'deki LGBTT ve kadın hareketlerine adamış bulunuyor. Transgenderdır, iyi oğlandır, yakın gelecekte Amerika'ya dönüp doktora yapmayı, uzak gelecekte ise bir balıkçı köyüne yerleşip edindiği akademik deneyimler paralelinde ordinaryus balık tutup, kalifiye peynir üretmeyi düşlemektedir.” Sinem/Sinan Göknur'la erkekliği konuştuk.
Kadın bedeninde yaşamak istemediğinde toplum, ailen, ve arkadaşların bunu nasıl karşıladı? Ben doğduğum günden beri 'kadın bedeni'nde değil, 'benim bede-nim'de yaşıyorum. Yaşadığım bedenin bir özerkliği var, herşeyden önce bana ait, tüm karmaşıklığıyla beni ben yapan parçalardan oluşuyor bedenim. Ya ş a d ı ğ ı m ı z b e d e n l e r i n s ü r e k l i Ka d ı n / E r ke k d i ye ay r ı ş t ı r ı l m aya zorlanması, trans veya intersex b i r e y l e r i n , ke n d i b e d e n l e r i n d e n uzaklaşmasına ve yabancılaşmasına sebep oluyor diye düşünüyorum. Ben salyangoz veya yengeç değilim, bu yüzden de içine girip-çıkabileceğim arketipik bir kabukta yaşıyormuşum gibi konuşmayı reddediyorum. Kaldı ki bedeni sadece penis veya vajinanın varlığı/yokluğu üzerinden mi algılıyoruz? Bedeni neye göre tanımladığımıza bağlı olarak, kadın bedeni, erkek bedeni dediğimiz bedenlerin çok içiçe geçebileceğini düşünüyorum.
Mesela bedeni göğüslerin varlığı ve şekli, vücudun kıvrımlığı ve yuvarlaklığı üzerinden değerlendirirsek, çok şişman bir erkek bedeni ile çok zayıf bir erkek bedeni arasındaki fark, çok zayıf bir kadın ile çok zayıf bir erkek bedeni arasındaki farktan daha büyük olabiliyor. Herşeye rağmen, yine de eğreti genellemelerin hükümdar-lığına geri dönecek olursak, ben hala bir kadın bedeninde veya bir erkek bedeninde yaşamıyorum, bir trans olarak, bir trans bedeninde yaşıyorum. Peki bir trans olarak içine doğduğun bedenle aranda problemlerin yok mu? Beden sadece translar için değil, toplumun pek çok kesimi için hassas bir konu. Bir çok insanın ağzıyla, burnuyla, boyuyla, kilosuyla vs. problemleri olabiliyor. Bu belki biraz da toplumun yarattığı ideallerle ilgili. Mesela ideal kadın görünümüne dair toplumda ve medyada çok belli diretmeler mevcut;
Ben salyangoz veya yengeç değilim, bu yüzden de içine giripçıkabileceğim arketipik bir kabukta yaşıyormuşum gibi konuşmayı reddediyorum.
Söyleşi:
Burcu Ersoy
trans olsun veya olmasın kadınların kendilerini bu dayatmalardan sakınabilmeleri kolay olmasa gerek. Erkek transların da başka ideallerin etkisinde olmaları elbette kuvvetle muhtemeldir. Soruya dönersek, ben şu noktada bedenimle aramdaki bağı problemli bulmuyorum. Bedenimi, trans erkek olmamdan da kaynaklanan bir algılayış biçimim var; giyimim, kuşamım, kendimi taşıyışım, ve dış dünya ile bedenim arasına koyduğum kişisel sınırlar hep bu algı çerçevesinde çiziliyor. Aslında belki bu sadece bana değil, niteliği değişmekle beraber herkese özgü bir durum. Trans algı, trans olmayan algıdan farklı olmasına rağmen, aslında daha az gerçek, daha az samimi, veya daha çok sorgulanabilir bir algı değil. Bu bağlamda, ben kendi bedenimde ve bedenimi algılayış biçimimde, ameliyat gerektiren yönleri, ve gerektirmeyen yönleriyle birlikte huzur buluyorum. Bir de şu konuya değinmekte yarar görüyorum: Trans olarak sürekli bedeninizin sizinle çeliştiğini düşünmeye itiliyorsunuz, hatta toplum bedeninizi cinsiyet kimliğinizi anormal kılabilmek adına sürekli aleyhinizde delil olarak gösteriyor. Diğer bir deyişle, bu ele avuca sığmaz bedenlerle asıl problemi olan heteronormatif ideolojiyken, transların sanki tanımı gereği bedenleriyle problemleri olan bireylermiş gibi lanse edilmelerini haksız buluyorum. Bugün translığın klinik tanımı “Kadın bedeni içine hapsolmuş erkek” veya “Erkek bedeni içine hapsolmuş kadın” gibi söylemler içeriyor. Ben kadın bedenine hapsolmuş bir erkek olmadığımı, Kadın/Erkek ikilciliğine hapsedilmiş bir trans olduğumu anladığım zaman farkedebildim. Böylelikle de bu anlayış benim için bedenimle aramdaki hapis/mahpus ilişkisinin kırılabilmesine olanak sağladı. Heteronormatif ideolojiyi sorgulamaya başlamak aynı zamanda translığımın cefasını çekmek zorunda olduğum İlahi bir hata, veya fizyolojik ya da psikolojik bir bozukluk olmadığını da anlamama yardımcı oldu. Bilakis, trans'lığımın bana dünyayı ve içinde yaşadığım sosyal yapıyı değişik çerçevelerden algılayabilmem için ilham sağladığını farkettim. İnsanların translıklarıyla barışmaları değişik biçimlerde gerçekleşebiliyor. Terapiye katılan bazı arkadaşlarım, translıklarını doğum hatası olarak görüyorlar ve bu hatanın ameliyatla düzeltilebileceğini, bu sayede de benliklerinin derinlerinde yatan “normal kadın” veya “normal erkeğe” dönüşebileceklerini düşünüyorlar. Ben buna saygı duymakla beraber, bu görüşün alternatifi olmaksızın her transa diretilmesine karşı çıkıyorum. Transları tahtaya çivi çakar gibi heteronormatif ideolojiye uydurmak yerine, egemen ideolojileri esnetmeye çalışmak daha anlamlı geliyor. Benim için translığımla barışmam, translığımın kusurum değil, rengim olduğunu düşünmek oldu. Utanacak, saklayacak bir sırrınız kalmadığı ve 'bu bedene sahip olmasam, bu deneyime sahip olamazdım' diye düşünmeye başladığınız zaman elbette bedeninizle daha olumlu bir bağ kurabilme şansını yakalıyorsunuz. Ben bugün ameliyat olmamış halimle herhangi bir erkekten daha az erkek olmadığımı biliyorum; bunun yanında, ameliyat olma arzusunun “normal erkeğe” veya “normal kadına” dönüşme isteğinden daha karmaşık olabildiğini de biliyorum; bu anlamda, trans bireylerin bedenleriyle barışabilmelerinin bu tip ameliyat olma veya olmama hiyerarşilerinden uzak zeminlerde mümkün olabileceğini düşünüyorum. Trans olman toplum, ailen, ve arkadaş çevren tarafından nasıl karşılandı? Davul zurna eşliğinde halay çekilerek, horon tepilerek karşılandı diyebilmeyi isterdim ama ne yazık ki pek böyle olamadı. Kişilerin bana yakınlık-uzaklığına ve elbette görüşlerinin esnekliğine bağlı olarak çok değişen tepkiler aldım. Duyunca çok şaşıranlar da oldu, ben her zaman biliyordum zaten diyenler de... Doğaya aykırı olduğumu söyleyenler de çıktı, olduğum gibi yaşayabilmek adına verdiğim mücadeleyi çok cesur ve onurlu bulanlar da... Kendini kabul etme ve başkalarına kabul ettirme sürecinde şiddet ve izolasyona maruz kalmak hemen hemen her
eşcinselin başından geçiyor. Burada “Eşcinsel” sözcüğünü heteronormatif'liğin dışında kalan bütün bireyleri kapsayan bir şemsiye terim olarak kullanıyorum. Translığın ve bilakis kadından erkeğe translığın, bu süreçleri bazen daha kolay, bazen daha zor kıldığı noktalar oluyor. Türkiye'de kadından erkeğe trans kimliğinin görünürlüğü neredeyse yok denecek kadar az. Bunun sebepleri arasında kadın görünürlüğünün tartışılırlığı, ve kadın cinselliğinin ciddiye alınmaması gibi etmenler sayılabilir. Bunun haricinde, kadından erkeğe translar belki de şimşekleri üzerlerine çekmektense, görünmezliğin gölgesinde yaşamayı yeğliyor olabilirler. Türkiye'deki eşcinsel hareket içerisinde kadından erkeğe trans örgütlülüğüne çok büyük ihtiyaç var. Bir araya gelmeden yalnızlık, yabancılaşma, içselleştirilmiş transfobi, erkeklik şovenizmi, homofobi, seksizm ve kadın düşmanlığı gibi konularla mücadele etmek de imkansızlaşıyor ne yazık ki. Benim toplumda kabul edilip edilmemem konusuna geri dönersek, insanlar bazen kabul etmek ile halı altına süpürmeyi birbirine karıştırabiliyorlar. Benim gözlemlediğim kadarıyla, “ben senin bu yönünü unutabildiğim sürece kabulümsün” gibi bir yaklaşım oldukça yaygın. Tabi, trans'lar icin pek böyle bir seçenek yok. Annem bana bir keresinde “normal lezbiyen olamaz mısın?” diye sormuştu. Diğer bir deyişle, annem için benim toplumsal cinsiyet kimliğim, cinselliğimden daha büyük bir sorun teşkil ediyor. Annemin bu sorusunun altında çok boyutlu kaygılar yer alıyordur mutlaka. Herşeyden önce bir anne olarak, benim güvenliğimi sağlamak istiyor. Dünya genelinde farklı çıkan sesleri dinleyip diyaloglara zemin hazırlamak yerine, zorbaca bastırmanın meşrulaştırıldığı bir dönemden geçiyoruz. Elbette annem de, toplumsal kadın kimliğine aykırı durmamın güvenliğimi tehlikeye atacağını düşünüp, endişeleniyordur. Bunun haricinde, aman akrabalar, komşular ne der korkusu var. Annem belki de bir kadın olarak üzerinde kurulan baskılar neticesinde en birincil görevinin çocuk doğurup, bu çocuğu toplum normlarına göre kusursuz yetiştirmek olduğuna inanıyor; ve ne yazık ki beni de bu en birincil görevinde başarısızlığa uğramışlığının bir belgesi olarak görüyor. Belki de babamın bana benim istediğim çerçeveden bakabilmesi, bu baskılara daha az maruz kalmasıyla ilgilidir. Acaba gey erkek olsaydım, ya da erkekten kadına trans olsaydım, babam bu durumun kendi erkekliğini de sorgulanmaya açabileceğinden korkup bana daha mı farklı yaklaşırdı? Bu sorunun cevabını hiçbir zaman tam anlamıyla öğrenemeyeceğim, ama babama hakettiği krediyi verebilmek adına, açıldığımda bana söylediği sözleri yazmak istiyorum: “Şu an senin yerinde ben de olabilirdim, peki bu benimle ilgili neyi değiştirirdi? Hiçbirşeyi! O noktada en önemli şey senin beni nasıl karşılayacağın olurdu, bu durumda bana düşen de sonuna kadar yanında olmaktır”. Babamın bu sözlerle o an için bir çok toplum normunu, norm baskısını, ve herşeyden önce erkeklik kaygısını bir tarafa bırakabilmiş olması, üzerimde “karşılıklı dayanışma ve birbirini anlama”ya dair çok güçlü ve çok olumlu bir etki bırakmıştı. Erkek egemen bir toplumda, erkeklerin “kadınsılaşması” aşağılanır, alay konusu edilirken, kadınların “erkeksileşmesi” yüceltilen bir durum olabiliyor. Örneğin “maşallah erkek gibi kadın” cümlesi övgü amaçlı kullanılan deyimlerden sadece biri. Sen bu konuda ne düşünüyorsun ve sana yönelik yaklaşımlarda böyle bir eğilim söz konusu oldu mu? Bir kadına “maşallah erkek gibisin”demek, bir yandan erkekliği yüceltirken, bir yandan da kadının elde edebileceği en yüksek titrin hepi topu bir yakınsama olduğu sinyalini veriyor. Ataerkil düzenin, erkek egemenliğini sağlamak ve garanti altına almak adına kadına ve erkeğe atfettiği belli özellikler var. Mesela ataerkil düzende “cesaret” erkeklik ile özdeş-leştirilen ve erkeklik üzerinden tarif edilen bir özellik. Hal böyleyken, bir kadının “erkek gibi” olmayan cesaret sergileme şansı elbette olamıyor, çünkü böyle bir kavram
35
yok. Dolayısıyla da bir kadının sergilediği cesareti ancak erkeklik üzerinden değerlendirip, anlamlı kılabiliyoruz. Bu 'güçlü olmak', 'rasyonel olmak', 'başat olmak', 'analitik olmak' vs. gibi hiyerarşi yaratma özelliğine sahip bütün kavramlar için geçerli olabilen bir durum. Kadının “erkeksileşmesi”nin kabul edilebilir sınırları da yine aynı egemen sisteme hizmet edebilme ve varolan düzeni sürdürebilme kaygılarıyla çizilmiş durumda. Mesela, otoritelerce kadın olarak addedilmeme karşın, “ben erkeğim” dediğim anda, erkeklik ve kadınlığın yaygın tanımını tehdit ettiğim için heteronormatif ideoloji beni anında sapık kategorisine yerleştiriyor. Erkek egemen toplum her ne kadar erkekliği idealize edip, küçük kız çocuklarının “erkeksi” tavırlarını sempatik bulsa da, bu tip sınır ihlalleri heteroseksizm ve heteronormativizmin hudutlarını da zorlamaya başladığı anda bütün sempatisini yitiriyor, ve o noktada homofobi ve transfobi sirenlerini avaz avaz öttürerekten devreye giriyor. 'Erkek bedeninde yaşamak istiyorum' dedikten sonra giysilerinden konuşmalarına hayatında neler değişti? Erkek bedeninde/görünümde olmak, toplumun erkekler için belirlediği rolleri üstlenmeyi de beraberinde getiriyor mu? Erkek bedeninde/görünümünde olmanın, toplumun erkekler için belirlediği rolleri üstlenmeyi gerektirmediğinin en güzel örneğini bazı geyler ve feminist erkekler teşkil ediyor olsa gerek. Hatta feminizmden bağımsız olarak toplumsal cinsiyet rollerini sorgulamaya ve eleştirmeye başlayan erkekler de bu dayatmaların pek çoğundan arınmış bir biçimde yaşayabiliyorlar. Bu bağlamda, ben kendi erkekliğimin miladını erkek görünümünde yaşamaya başladığım günden ziyade, translığımla barışıp, feminizmle tanıştığım zamanlar olarak belirlemeyi tercih ediyorum.
36
bu dostlar olmasa ben ayvayı yemişim. Neyse, konuya geri dönersek: toplumsal cinsiyeti irdelemek, feminist bir bakış açısı kazanmak, homofobi, transfobi, seksizm gibi mekanizmalar hakkında bilgi edinmek bana kendi toplumsal cinsiyet gerçekliğimin başka herhangi birininkinden daha az doğal, daha az sağlıklı, veya daha az samimi olmadığını fark ettirdi, ki bu bana aklıma getirmekten bile çekindiğim pek çok konuyla yüzleşebilme cesareti sağladı. Biyolojik olarak erkek doğmuş olmakla, cinsiyetini değiştirerek erkek olmak arasında “erkek olmak” anlamında ne gibi farklar/benzerlikler olduğunu düşünüyorsun? Ben kadından erkeğe transım, onlar ise erkekten erkeğe trans mı desem, ne desem... Açıkçası bu sorunun biraz abesle iştigal olduğunu düşünüyorum, ya da hangi amaca hizmet edebileceğini pek kestiremiyorum. Sanki iki grubu bu şekilde birbirine kıyaslamak zaten var olan meşruluk hiyerarşilerini güçlendirmekten öteye gidemeyecekmiş gibime geliyor.
Bu sorudaki amaç ataerkilliğin bu iki grup üzerinde nasıl işlediğini anlamaksa, unutulmaması gereken birşey, biyolojik olarak erkek doğmuş bireylerin de erkek egemen sistemin mağduru olabildiği gerçeğidir. Neticede yine soruda ifade edildiği şekliyle kullanıyorum- “biyolojik olarak erkek doğmuş olmak”, erkek egemen sistemin idealize ettiği erkek tanımını doldurabilmek anlamına gelmiyor. Kaldı ki Ideal Erkek'i statik bir kimlikten ziyade, dinamik yapısıyla çok güçlü bir manipülasyon aracı olarak da görmek lazım. Demek istediğim “idealize edilen erkek” dönemsel, coğrafi, politik, vs etmenlere bağımlı olarak, sınıfsal ayrımcılık (bkz: Elit Erkek), ırkçılık (bkz: Beyaz Erkek), heteroseksizm (bkz: Eşcinsel Olmayan Erkek), militarizm (bkz: Asker), şovenizm (bkz: Kodu muydu Oturtan Deliyürek Erkek) gibi çeşitli ideolojilere hizmet eden yüzlere bürünebiliyor. Mesela ben Translığımla barışmadan önce, “erkekliğimi” sürekli Türkiye'ye döndüğümden beri, ortaokul-lise çağlarındaki kendime ve çevreme ispatlamak zorunda hissettiğim için, ergen oğlan çocuklarının kafa tokuşturma ritüelini eskiye çok seksist, çok şovenist söylem ve hareketler içerisine nazaran çok daha yoğun ve yaygın bir biçimde pratik giriyordum. Şimdi de seksizm veya homofobi gibi ataerkil ettiklerini gözlemliyorum. Çocuk cinsiyet kimliklerinin toplumun hepimiz üzerinde çok güçlü şekillerde direttiği nispeten renkli oyun bahçesinden, Kadınlık ve Erkekliğe mekanizmalardan tamamen arınmış olduğumu iddia etmek kapıda hayal güçlerini çıkarmak suretiyle- davet edilen bu gibi bir derdim yok, ancak geriye baktığım zaman hayatımın çocuklar, geçirmekte oldukları bedensel ve hormonal bir döneminde bu derece kadın düşmanı söylemler içerisine değişimleri ataerkil bir çerçeveden anlamlandırmaya girebilmiş olmamın cinsiyet kimliğimin kırılganlığı ile birebir çalışırken şu sıralar şovenist ülkücü ritüellere girmeden bağlantılı olduğunu görebiliyorum. Bu kırıl-ganlığın yeterince erkek görünemeyeceklerini düşünüyorlar. Bu boyutlarını ifade etmek gerekirse, çevremdeki tanıdık veya oğlanların birbirlerini yanaktan öpmeye çekinmesinde tanımadık herkes, tek bir sözü veya hareketleriyle bana “kız hayatlarının çok büyük ve çok önemli bir bölümünü yeni yeni olduğumu” hatırlatıp, erkekliğimi yerle kaplamaya başlayan erkekliklerinin bir edebilme ve benim gerçekliğimi kırılganlığı yatıyor olabilir mi? Vaktiyle bana yalan kılabilme gücüne sahiptiler. Meşolmuş olduğu için söylüyorum: Bence Ben kadın bedenine olabilir. Demek ki günümüz Türkiye'sinde ruiyetimi bu derece tehdit altında hissetmek çeşitli ve ne yazık ki oldukça ergen oğlanların erkeklik idealini yükselen hapsolmuş bir erkek milliyetçi talihsiz savunma mekanizmaları dalga şekillendiriyor ve erkeklik geliştirmeme sebep oldu herhalde diye idealine ulaşamayıp “topoş olmaktan” ve olmadığımı, düşünüyorum. Bu durumun en “güdük kalmaktan” korkan yavrularımız da Kadın/Erkek karikatürize örneklerinden biri, mutfak bir anda kendilerini kaynamış yumurta temizliği konusunda oldukça titiz bir kişi gibilerinden takır tukur tokuşurken ikilciliğine olmama rağmen, bulaşık yıkarsam kız bulabiliyorlar. hapsedilmiş bir olarak algılanmaya başlarım diye kendimi uzun yıllar bulaşık yıkamaktan Son olarak, ben yine de bu sorunun soruluş trans olduğumu alıkoymuş olmamdır. b i ç i m i n d e n ra h a t s ı z l ı k d u yd u ğ u m u anladığım zaman belirtmekte yarar görüyorum. Cinsiyet Amerika'ya taşındıktan sonra tanıştığım kimliklerini, farklılık ve benzerliklerine farkedebildim. ve bugün en yakın arkadaşlarımdan biri odaklı bir biçimde karşılaştırmalı analiz Böylelikle de bu olan oda arkadaşım “erkeklik” rol ve etmektense; erkek egemen ideolojiyi, bu kalıplarını, benim daha önce alışık ideolojinin katı kural ve tanımlarına anlayış benim için olmadığım bir biçimde kırmayı başaran odaklanarak analiz etmek daha yararlı olur bedenimle aramdaki diye düşünüyorum. i n s a n l a r d a n d ı r. M e s e l a , o n u n l a yaşamak “anaçlığın” aslında ne kadar hapis/mahpus maskülen1 bir özellik olabileceğini g ö r m e m e y a r d ı m c ı o l m u ş t u r. ilişkisinin 1 Burada maskülen yerine erkeksi sözcüğünü Feminizm'le tanışmamın da yine en kırılabilmesine kullanmadım, çünkü kadın maskülenliği diye bir olgu yakın arkadaşlarımdan başka bir tanesi da var. aracılığıyla olduğu düşünülürse, demek olanak sağladı.
Erkeklik
Toprak 31 yaşında, Ankara'da yaşıyor. Erkek transeksüel. Pembe Hayat Derneği'nin kurucularından. Selin Berghan'ın yakın zaman önce çıkan kitabı "Lubunya: Transeksüel Kimlik ve Beden" adlı kitabının 11 kahramanından biri. Toprak, erkekliğin dayanılmaz ağırlığı altında bir erkek transeksüel olarak nasıl ezildiğini ve ordan nasıl sağ kurtulduğunu anlattı. Söyleşi: Kadın bedeninde yaşamak istemediğinde toplum, ailen ve arkadaşların bunu nasıl karşıladı? İlk mücadelemi aileme karşı verdim. Aslında ailemde bir tek annem çok zorladı beni, hiç kabul edemedi. Benimle savaşmaya başlaması hayatımdan da birçok güzel şeyi götürdü. Kendini ifade edişin ve annenin buna yaklaşımını biraz açar mısın? Annenin "kızı" olduğunu reddediyorsun sonuçta. Buna karşılık onun tavrı nasıldı? Ben çocukluğumdan beri kız çocuğu gibi değildim, ama ne zaman bir kız arkadaşımla samimi bir şekilde yakalandım olayın da rengi değişti onlar için. Kız arkadaşımdan uzaklaştırmak için önce okuldan aldılar, sonra evden çıkışlar yasaklandı. Sonunda psikiyatra götürmeye karar verdiler. Bunu ben de istedim, uzman kişilerin yardımıyla o n l a ra d u r u m u m u a n l a t a c a ğ ı m ı düşünüyordum. Ama öyle olmadı; gittiğimiz doktorlar onlara istediklerini söylemediği için doktora gidişler de kesildi. Geriye tek yol kalmıştı, o da bir adamla evlendirmek ve çocuk doğurtmak. Evlenmek istemiyordum ve bir gün gizlice evden kaçtım, ama çok
fazla uzaklaşamadan yakaladılar ve bahçedeki kömürlüğe kapatıldım. Günlerce elim ayağım bağlı, dayak yedim. Bu arada, beni evlendirme hazırlıkları başlatılmış. Sonunda mahalleden yaşça benden büyük bir adamla evlendirildim. Dayak, işkence, şimdi de bir adamın yatağındaydım. Hangisi beni daha fazla yaralamıştı hatırlamıyorum. Ailem dediğim insanların benden hemcinsimle aynı hayatı paylaşmamı istemesi mi, yoksa biranda devrilen hayallerim mi. Neyse böyle işte. Anladığım kadarıyla o dönemde ailenle ne hissettiğin ve nasıl yaşamak istediğin hakkında karşılıklı oturup konuşma şansın olmamış. Peki, sonraki süreçte bunu anlatabilme olanağı bulabildin mi? Evlendirildiğim adam da dahil hepsiyle konuşuyordum. Artık maçoluk dönemine girişim diyorum buna, asileşmiş ve daha da hırçınlaşmıştım. Elimde bir tespih, aileme yapamadığım baskıyı evlendirildiğim adama yapıyordum. Beni boşaması gerektiğini söylüyor, onun anlayacağı dilde kedimi ifade etmeye çalışıyordum. Ama olmadı tabi ki.
Burcu Ersoy
Annemle de defalarca iletişim kurmaya çalışmama rağmen, ona ulaşamıyordum ve daha da uzaklaşıyorduk birbirimizden. Bir gün aniden, adam kalp krizi nedeniyle öldü ve bu benim hayatımın dönüm noktası oldu. Şimdi daha fazla incitilmeden kendim için bir şeyler yapmaya çalışmam gerekiyordu ve de yaptım. Malatya'ya babaannemin yanına gidiyorum dedim ve bir daha dönmedim eve. "Artık maçoluk dönemine girişim" diye belirttiğine göre, "maçoluk döneminde olmadığın" bir zaman da var. "Maçoluk" hayatında nasıl yer aldı? Maçoluk benim için bir dönemdi gerçekten de. Çünkü maçoluğum ve hatta fevri tavırlarım evlendirildiğim adamı bir biçimde uzaklaştırıyordu benden. Benim de işime geliyor ve bunun dozunu artırıyordum. İnsanlar sürekli değişip dönüşüyor. Ben de maçoluk ve baskıcı adam çizgisinden kurtuluyorum. Değişmek beni rahatsız etmiyor; aksine, bana ve yaşantıma güzel yönde bir sürü şey katıyor.
Erkek egemen bir toplumda, erkeklerin “kadınsılaşması”
37
38
aşağılanıp alay konusu edilirken “Sonunda mahalleden yaşça Mesela? kadınların “erkeksileşmesi” Biyolojik bir erkeğin yaptığı birçok benden büyük bir adamla yüceltilen bir durum olabiliyor. hatayı yapmıyorum. Bu, benim özel ve evlendirildim. Dayak, Senin hayatında, özellikle h a t a ya p m a ya n b i r i o l d u ğ u m u 'maçoluk dönemi' dediğin işkence, şimdi de bir adamın göstermiyor tabi. İlişkilerimde seçici zamanlarda erkekliğin desteklendi yatağındaydım. Hangisi beni olmam, hayata bakışım, kadınlarla mi? ilişkilerim, sosyal yaşantım, yani bir çok daha fazla yaralamıştı Aslında çocuklukta aile açısından pek şey. Böyle uzayıp gidiyor, farklıyız işte. hatırlamıyorum. Ailem fark etmiyor. Mesela küçükken 'erkek gibi' olmam onları rahatsız etmiyordu. Kadından erkeğe transeksüel dediğim insanların benden Ayrıca bir oğlan çocuğuna da kız elbisesi olman ve bir kimlik mücadelesinde hemcinsimle aynı hayatı giydirip “çok güzel oldu” deyip gülen kendini var etmen 'toplumsal paylaşmamı istemesi mi, aileler var. Ama büyüdüğün zaman, erkeklik' algısını sorgulamanda, yoksa biranda devrilen erkekten kadına transeksüellere yapılan eleştirmende yardımcı oldu mu? her türlü şiddeti ailenden görüyorsun. Şu anda kimlik mücadelesi vermiyorum, hayallerim mi.” Toplumda yaşanılanların da bundan o dönemi atlatalı yıllar oldu. Şu andaki farkı yok. Dış dünyada bunu çok fazla mücadelem kimlik mücadelesi değil, yaşamadım ama birçok kadından insanların özgürleşme mücadelesi. Bir erkeğe transeksüel de aynı ayrımcılığa ve şiddete maruz kadın için, bir çocuk için, eşcinseller için, kısacası bu kalıyor sanırım. Bu da kendini koruma mekanizmasını toplumda azınlık olan, şiddete maruz kalan, kendini yalnız beraberinde getiriyor. hisseden herkes için mücadele ediyorum. Ayrıca bir mücadele alanında olmam ve benim gibi düşünen insanların Nasıl bir mekanizma? arasında var olmam bende birçok şeyi etkiledi ve değiştirdi. Maçoluk. Sert olmak. Ama bu değişim çok önce, Selin Berghan'ın 'Lubunya' kitabını yazma sürecindeki deneyimlerimle başladı. 'Erkek bedeninde yaşamak istiyorum' dedikten sonra giysilerinden konuşmalarına hayatında neler değişti? Peki ya diğer erkek transeksüeller? Erkek bedeninde/görünümünde olmak, toplumun Erkek transeksüeller bu toplumda kendilerini görünmez erkekler için belirlediği rolleri üstlenmeyi de sanıyorlar. Çok fazla arkadaşım var ama iş bir örgüt çatısı beraberinde getiriyor mu? altında toplanmaya gelince tıkanıyoruz. Bu konuda biraz Aslında öğretilmiş erkeklik üzerinden gidilmesi hassas ve kırgınım. gerekmiyordu. Ancak öyle yetişiyor ve öyle şeyler yaşıyorsun ki… İşte bu yüzden 'savunma mekanizması' diyorum. İlk Örgütlenmek istememe nedenleri bu görünmezlik ve gördüğün sert ve maço erkeği örnek alıyorsun. Bu denli maço trans kimliğini kabul etmemeleri mi aynı zamanda? olmamın, zamanında bana yaşatılanlarla ilgili olduğunu Evet, öyle. En basit örneği benim ailemle kurduğum düşünüyorum. Ayrıca konuşmamda bir değişiklik yok ve gecikmeli iletişimim işte. Beni zamanla kabullendiler, hiç çocukken ne giydiysem şimdi de aynı şeyleri giyiyorum. sorun yaşamadım, sevgilimle tanıştılar falan ama ne zaman ki gazetede röportaj verdim, herkes bir anda tepki gösterdi. Bu soruları, genel toplumsal cinsiyet rolleri “Biz biliyor ve kabul ediyoruz yetmez miydi? Gazetelere beklentileri üzerinden kuruyorum, biliyorsun. çıkmana ne gerek vardı” diye konuştular. Birçok erkek transın Hepimiz cinsiyetçi kalıpların dayatması ile karşı ailesiyle yaşadığı da bu. Onlar da dört duvar arasında karşıyayız ve bunlardan sıyrılıp kendi kimliğimizi kabullenmiş görünüyorlar ama sıra bu konuyu konuşmaya oluşturmamız kolay olmuyor. “Erkek şöyle konuşur gelince susuyorlar. giyinir, kadın böyle konuşur giyinir" gibi kalıplar, sınırlar senin kendi toplumsal cinsiyet kimliğinin Bu ülkede erkekler ataerkil sistemin kendilerine oluşumunu nasıl etkiledi? dayattığı toplumsal rollerin baskısını yaşadıklarını Az önce de söyledim ya, öğretilmiş benim için bir savunma söyleseler de bununla mücadele içine girmekten mekanizmasıydı ve olumsuz şeylerden sıyrılmamı kaçınıyorlar. Bu sanki rahatlarının bozulmasını kolaylaştırıyordu. Bunun dışında, yapışan bir karakter halini istememelerinden kaynaklanıyor. Bu durum erkek alıyor, birileri sürekli maço olduğunuzu tekrarlıyor. Maçoluk translar için de geçerli mi? halinden çıktığımı anlatamıyorum mesela kimseye. Çünkü Hürriyet gazetesinde söyleşim çıktığında* yaşadıklarımı istesem de, istemesem de bana yapıştı ve ben ne yaparsam okuyup, “ben bunu asla anlatmazdım” diyen arkadaşlarım yapayım kimsenin bu düşüncesinden vazgeçeceğini oldu. O zaman anladım ki onlar ortak yaşadığımız şiddeti sanmıyorum. Yine de tekrarlıyorum, ben maço değilim. içlerine atmışlar ve benim bunu kabul edip insanlarla Maçoluğun tek olumlu etkisi evlendirildiğim adamın buna paylaşmam onların gözünde farklılaştırmış beni. Mesela sırf o daha fazla dayanamamasıydı ve başka da bir katkısı olmadı. söyleşi nedeniyle bir arkadaşım benimle konuşmuyor. Çünkü hayatımı anlatmam onu rahatsız etmiş ve Belki birçok insan için "maço" olmak onun benimle paylaştığı şeylerin olması bir savunma mekanizmasının nedeniyle onu da örnek göstereceğimden yansımasıdır. Bu anlamda baktığımızda korkmuş. Oysa benim yaptığım doğruydu. birçok kadın veya erkek hayatının bir Keşke başka translar da benim gibi çıkıp yerinde bu "abartılmış erkeklik hayatlarından bir şeyleri paylaşsalar. Belki vurgusu"nu kullanıyor. Peki, buradan bir kaç kişi için örnek teşkil eder ve devam edersek, biyolojik olarak erkek çocuklarıyla daha doğru iletişim kurmalarını doğmuş olmakla, cinsiyetini sağlar. Ama maalesef kolay olmayacak bu değiştirerek erkek olmak arasında ne süreç. Bu, başaramayacağız anlamına gibi farklar/benzerlikler olduğunu gelmiyor. Önce bu zincirler kırılacak ve kendi düşünüyorsun? içimizde özgür olacağız ki daha sonra En büyük fark, benim bu kimlik için mücadele hayatın her alanında özgürlüğe kavuşacağız. veriyor olmam. Onun dışında çok fark yok. Ama şunu da söylemem gerekir, fikirlerimiz uymuyor olabilir. Uyuşmayan fikirler neler? Biyolojik bir çok erkeğin kalıp haline gelmiş fikir ve tavırları vardır, bunlar yani.
*Toprak'ın söyleşisi 18 Mart 2007 tarihli Hürriyet gazetesinin Pazar ekinde yayınlanmıştı.
Erkeklik Ataerkillik ve kapitalizm karşısında eşcinsellik,travestilik ve transeksüellik Mehmet Bozok Ataerkillik, kadınlar, eşcinseller, travestiler, transeksüeller ve ataerkil söylemin dayattığı erkeklik imgesinden farklı bir biçimde erkekliğini yaşayan heteroseksüel erkeklerin, bu kimliğin taşıyıcısı olan erkekler tarafından ezilmesi, ikincilleştirilmesi ve erkeklerin toplumsal iktidarı anlamına gelir. Eşcinselliğin ve eşcinsellerin toplum tarafından ezilmeleri, dışlanmaları ve ikincilleştirilmeleri, kadınların ezilme ve ikincilleştirilmeleriyle birlikte ataerkilliğin temelini oluşturan en önemli unsurlardandır. Bir toplumsal yapı olan ataerkillik, sürdürülebilmesi için erkeklerin eşcinseller ve kadınların heteroseksüel erkekler tarafından ezilmesi ve ikincilleştirilmelerine gereksinim duyar. Bu nedenle her iki cinsiyetten bireyler tarafından yaşama geçirilen ataerkil söylem ile kimlik ve rol modellerine başvurur. Ataerkillik her şeyden önce cinsiyetçiliğe dayandığı için, her yönüyle yeniden üretimin kaynağı olan aile büyük önem taşır. Zira aile, biyolojik ve toplumsal yeniden üretimin gerçekleştirildiği “meşru” alan olarak görülür. Türkiye'de çocuklar doğduktan çoğunlukla- evlenene değin aileleriyle birlikte yaşar. Toplumsal cinsiyet kimlikleri ve rolleri, toplumsal ilişkilerin tüm çıplaklığıyla yaşandığı ailede yeniden üretilir ve yeni nesillere aktarılır. Bu nedenle aile, toplumsal cinsiyetin beşiği olması itibarıyla, ataerkillik açısından vazgeçilmezdir. Çocuklar, yaşamları boyunca kimliklerinin ayrılmaz bir parçası olacak olan ataerkillik, cinsiyetçilik ve homofobiyle ailede başlayan sosyalizasyon sırasında tanışırlar. Ev işlerini -çalışıyor olsalar bile- anne ve evdeki kadınların yapması, babanın anne ve hanehalkının diğer üyeleri üzerindeki egemenliği, baba sözünün belirleyiciliği, babanın kimliğindeki sert, şiddete eğilimli, homofobik ve cinsiyetçi özellikler ile kullanılan ataerkil söylem ve davranışlar, her iki cinsiyetten çocukların oluşturdukları toplumsal cinsiyet kimlikleri üzerinde büyük ölçüde belirleyicidir. Ataerkillik, aile içindeki ataerkil söylem ve davranışlardan beslenir ve gündelik yaşam sırasında yeniden üretilir. Kadınlık ve erkeklik cinsiyetçi ve homofobik olmalıdır ki erkeklerin iktidarı sürsün. Kadınlar, eşcinseller, travestiler ve transeksüeller söylem yoluyla ezilmişliklerini ve ikincilleştirilmelerini çocukluktan başlayarak içselleştirmelidirler ki yetişkinlikte de bu böyle süregitsin. Çocukların kimliklerini halihazırdaki toplumsal cinsiyet normlarını sorgulamaksızın inşa etmeleri istenir; çünkü toplumsal cinsiyet alanındaki özerkliğin, kişisel özgürlüğün anahtarlarından biri olduğu bilinir. Anneler ve babalar çocuklarını homofobik ve transfobik yetiştirmelidirler ki maazallah eşcinsel, travesti veya transeksüel olmasınlar; aksi takdirde kendi nesillerini sürdüremeyeceklerini, toplumsal kabul gören bireyler olamayacaklarını ve gözlerini kapayıp vazifelerini yapamayacaklarını düşünürler. Bu yüzden ataerkillik, toplumsal cinsiyet kimlik ve rollerinin doğrudan ya da dolaylı baskılanmasına gereksinim duyar. Kapitalizm ise ataerkilliğe gereksinim duyar. Kapitalizmde birileri daha az kazanmalıdır ki başka
birileri daha çok kazansın. Birileri sömürülmelidir ki, birileri refah içinde yaşayabilsin. İşte kapitalist toplumlarda ötekileştirilenler, kadınlar, eşcinseller, travesti ve transeksüellerdir. Kapitalizmde bu gruplar baskı altında tutulurlar ki, heteroseksüel erkekler daha çok kazanabilsin ve iktidarları devam etsin. Gerek işveren ve/ya patron, gerekse de çalışan erkek ve kadınlar açısından bu durum geçerlidir. İşverenler daha çok kazanç sağlamak için çalışanları sömürür; ama kadın, eşcinsel, travesti ve transeksüeller bu baskıyı daha yoğun yaşarlar. Kadınlar kendileriyle aynı konumdaki erkeklerden daha düşük ücret alırlar ve/ya
39
daha ağır çalışma koşullarına mahkum edilirler. Eşcinseller, travesti ve transeksüeller ise Türkiye'de kendi toplumsal cinsiyet kimliklerini gizlemedikçe iş bulamazlar veya işveren konumundaysalar iş yapamaz hale gelirler. Zira bu “ötekiler” tam anlamıyla özgür olurlarsa, ataerkil kapitalist sömürü zorlaşır. Ataerkil kapitalizm, sömürü ve heteroseksüel erkeklerin iktidarı için, daha kötü koşullarda yaşamaya razı olabilecek “ötekiler” olarak kurgulanan kadınlar, eşcinseller, travestiler ve transeksüellere gereksinim duyar. Son dönemde kadınlar, eşcinseller ve transgenderlar için sunulan “özgür alan” ise, kimlik imgelerinin metalaştığı alanlar, diğer bir deyişle satın alınabilinenlerdir. Kadınlar eşcinseller, travestiler ve transeksüeller son dönemdeki ataerkil kapitalizmde, kendilerine düşen ışıltılı yaşam olanaklarına erişebilirlerse ki bu çoğu zaman olanaksızdır- göreli olarak da olsa rahat yaşayabilirler. Oysa ki ne ataerkillik, ne de kapitalizm insanlık için tek seçenektir. Heteroseksüeller, eşcinseller, travestiler ve transeksüeller için özgürce yaşam ancak ataerkil kapitalizme direnerek mümkün olabilir.
Erkeklik
"HER TÜRK ASKER DOĞAR" Umut Güner
40
Kendimden utandığım haftasonu Bizlere hep sorarlar, eşcinsel olduğunu ilk ne zaman fark ettin, diye... İlk ne zaman fark ettiğimi Askerlik anıları gibi eşcinsellerin de rapor alma süreçleri hatırlamıyorum ama eşcinselliğimin benim için ne kabuslarla dolu sanırım. “Hastaneye gitmeden efemine zaman sorun olacağını daha küçücük bir çocukken fark gösterecek bir şeyler giy”, “ayva tüylerini kes”, “kadın gibi etmiştim. "Her Türk Asker Doğar" naralarını ilk davran” önerilerinin işe yaramadığını düşünen biri olarak duyduğumda bir gün askere gideceğim gerçeği ile cumartesi sabahı “vücudumun kıllarından nasıl karşılaşmıştım. Sanırım ilkokuldaydım. İlkokuldan kurtulabilirim” diye uyandım. Lokman Hekim'den aldığım üniversiteye gittiğim ilk güne dek hamamotu ile bütün vücudumu "askere alınıyorum" hissi peşimi hiç t e m i z l e d i m . Te m i z l e n d i m m i , bırakmadı. Bunları yaşarken kendimden mi uzaklaştım Kaos GL'de çalışmaya eşcinsellerin askerlikle ilgili kötü bilmiyorum. Sevgilimin görmesine deneyimlerinden haberim yoktu. izin vermedim önce. Benim bu başladıktan sonra, Hatta eşcinselliğimin kimliğimin bir rahatsızlığımı gören sevgilim ise eşcinsellerin şehir parçası olduğundan da... yalnız olmadığımı, yanımda olduğumu efsanesine dönüşen Eşcinselliğimi mahallede komşunun kanıtlamak istercesine vücudundaki askerlik öyküleriyle oğlu ile yaşadığım güzel bir kaç bütün tüylerini kesti. Evet, yalnız tanıştım. Bu öyküler dakikadan ibaret sanıyordum. değildim. Büyüdükçe, eşcinselliğim benim pornografik fotoğraf Hava hastanesinden rapor değil dışımda bir soruna dönüştü ve verenlerden anal hava aldık komşunun oğulları ile arkadaşları, muayeneye girenlere ailem ile arkadaşları, öğretmenlerim Pazartesi sabahı askerlik şubesine kadar çeşitleniyordu. ile arkadaşlarının derdi olmaya yaptığım ziyaret yıllanmış askerlik başladı. Üniversite yıllarında da korkusu ile bir kez daha yüz yüze Karşılaştığınız psikiyatrın sanırım benim arkadaşlarımın derdi getirdi beni. Askerlik şubesindeki homofobisi ile yaratıcılığı olmuştu. Eşcinselliğimle yüzleşmem d o k t o ra “ P s i k i ya t r i ye s e v k i m i harmanlanıyordu bir gün askere gideceğim gerçeği ile istiyorum” dediğimde yanımda iki bedeninizin üstünde... yüzleşmemden daha kolay oldu ama. asker adayı daha vardı. Doktor, neden 'Askerlik meselesi'ni hep öteledim diye sorduğunda “Ben eşcinselim, o çünkü. Kendimden, bütün yüzden” dedim. Birkaç dakika gerçeklerimden uzak tuttum. Sanki beklettikten sonra benimle özel hiçbir zaman o askerlik yaşına gelmeyecektim. görüştü ve Hava Hastanesi'ne sevkimi verdi. Hava Kaos GL'de çalışmaya başladıktan sonra, eşcinsellerin Hastanesi'nde aynı gerginliği yeniden yaşayacağımı düşüne şehir efsanesine dönüşen askerlik öyküleriyle tanıştım. durayım, hastaneye girerken sevgilimden ve travesti Bu öyküler pornografik fotoğraf verenlerden anal arkadaşım Buse'den kimlik alınması ve benden alınmaması muayeneye girenlere kadar çeşitleniyordu. beni iyice dehşete düşürdü. O an itibariyle ordunun bir Karşılaştığınız psikiyatrın homofobisi ile yaratıcılığı askeriydim artık. harmanlanıyordu bedeninizin üstünde... Hava Hastanesi'nde doktorla ilk karşılaşmamız oldukça kötüydü. Neyin var, diye sordu, eşcinselim, dedim. Hayırsız cuma Eşcinsellik de neymiş, dedi bu kez de. Ben yanıt vermeden Bugüne dek rapor alma sürecindeki pek çok eşcinsel, Buse araya girdi ve “Ne diyor o, eşcinselliği bilmiyor cinsel ilişkiye girerken çekilmiş olması şart koşulan muymuş?” dedi. Bu kısa görüşmenin arkasından ertesi gün fotoğraflarda oynayacak birini bulmak ya da ailesine tekrar aynı doktorla görüşmek için hastaneye gittik. Doktor mektup gidip gitmeyeceğini öğrenmek için çaldı Kaos bu sefer bir gün öncesine göre oldukça “kibar ve GL'nin kapısını. Bu karşılaşmalarda onlarca eşcinsele anlayışlı”ydı. Gülhane Hastanesi'ne sevk edeceklerini askerlik raporu alma sürecinde neler söyledi. Böylece, Hava Hastanesi'nden raporumu değil yaşayabileceklerini anlatan ben kendi raporumu alma havamı alarak Gülhane serüvenim başlamış oldu. sürecimi yaşadıktan sonra anlattığım/anlattığımız her Gülmeyenhane şeyin ne kadar boş olduğunu fark ettim. Karakolun bıraktığı not kağıdından öğrendim yoklama Gülhane'de psikiyatri kliniğine gider gitmez meraklı kaçağı olduğumu ve bir panik hali sardı beni. Bir cuma hemşire ve sivil erkek memurların ezici bakışlarıyla günü gittim askerlik şubesine ve beni hemen alıp asker karşılaştım. Sevk kağıdımı görünce servise haber vermeleri ocağına yerleştirmeyeceklerini öğrendim. Öğleden de gecikmedi. Serviste eşcinsel olduğu haberini duyan sonra olduğu için ancak gerekli belgeleri hazırlamakla herkes gelip magazin programı izlermişçesine büyük bir geçti zaman. iştah ve zevkle beni gözlediler.
İlk gün iki psikiyatr ile görüştüm; birincisi son derece kibar ve nazikti. Tam işlerim iyi gidecek diye düşünürken ikinci psikiyatr “kötü polis” rolüne çoktan bürünmüştü ve sorgusuna başladı. “Senin eşcinsel olduğun belli olmuyor” kuşkusuna “Eşcinsellik dışarından belli olmaz”, “Kıyafetlerin erkek giysileri ama” memnuniyetsizliğine “Ben size travesti veya transeksüel olduğumu söylemedim” dedim. “Eşcinselliğini gösteren belge var mı?” sorusuna da Kaos GL dergisini ve hakkımda açılan dava hakkında çıkan haberi gösterdim. Bunları yeterli bulmayıp “eşcinsel olduğum anlamına gelecek” başka bir belge istediğinde ise “Nasıl bir belgeden bahsediyorsunuz, açık konuşun” diye sordum. Her soru iki ya da üç kez soruldu ama “Başka belgen var mı” sorusunda daha ısrarcı davrandılar ve ben de onlara aynı soruyu sordum: “Nasıl bir belge?”. Elbette biliyordum
“Başka belgen var mı” sorusunda daha ısrarcı davrandılar ve ben de onlara aynı soruyu sordum: “Nasıl bir belge?”. Elbette biliyordum benden ne istediklerini: Cinsel ilişkide pasif rolünde oynayacağım bir resim. benden ne istediklerini: Cinsel ilişkide pasif rolünde oynayacağım bir resim. Ancak o görüntüyü verdiğiniz zaman eşcinsel olduğunuza inanıyorlardı ama bunun ahlaksızlığı altında kalmamak için de bu sefer “Bunlar senin özel hayatın bizi ilgilendirmez” diyebiliyorlardı. Oysa onca senenin deneyim aktarımı ile çok iyi biliyordum ki, rapor alacaksanız vesikalık fotoğraf vermeniz yeterlidir. Reha Muhtar tadında homofobik show Ertesi gün konseye girmek için yeniden hastanenin yolunu tuttum. Konsey için tam iki buçuk saat bekletildikten sonra nihayet içeriye girebildim. Bir gün önce görüştüğüm o iki psikiyatrın dışında üç kişi daha vardı. Bu beş kişi bana sorulmuş bütün o soruları yeniden ama yeniden sordular. Ben de yeniden ve yeniden aynı yanıtları verdim. Son olarak “Neden askere gitmek istemiyorsun?” diye sordular ve ben de “Şiddete ve ayrımcılığa uğrayacağımdan endişe ediyorum” dedim. Sanırım bunun ötesinde bir cümle kurmak anlamsız olacaktı. Konsey nihayetinde “ileri derecede psikoseksüel bozukluk” olduğu kanısına vardı ve heyete gönderilmek üzere bir rapor hazırladı. Son Cuma Cuma günü saat 13'te heyetin kapısındaydım. İçeri girdim, bir doktor kimlik bilgilerimi doğruladı, askere alınmayacağımı ve dışarıda beklememi söyledi. Dışarıda iki saat bekledikten sonra raporumu aldım. Bir hafta önce korka korka gittiğim askerlik şubesine bu sefer koşa koşa gittim ve raporumu teslim ettim. Her şey bitmişti, evet. Artık benim de bir “çürük raporum” olmuştu ve şimdi sıra bir haftada 'çürümüş' biri olarak hayata kaldığım yerden nasıl devam edeceğimdeydi.
41
Erkeklik Toplumun Aynası:
Mariecke Van Den Berg Çeviri: Erdal Matur
42
Eğer reklamlar toplumun aynası ise, İsveç televizyon kanallarının, onyılların eşitlik politikalarının kıskacında olanları da temsil etmesi beklenir. Eşitlik politikalarının öncüsü olarak bilinen İsveç değil midir; özgürlük, eşit ücret ve iş bölümü konularında en iyi istatistiklere sahip ülke? 2003 yılında Stockholm Üniversitesi'nden doktorasını alan Anders Björkvall'ın cinsiyet ve yaş perspektifinden İsveç reklamları üzerine yaptığı araştırmalarının sonuçlarından biri, yukarıda bahsedilen üne rağmen İsveç'in reklam konusunda politik olarak bir sürü yanlış barındırdığıdır. Björkvall'ın araştırması kalıplaşmış erkek ve kadın imgelerinin reklamlarda halen varolduğunu göstermiştir. Erkekler çevik, enerjik ve başarılı olarak gösterilir ve onlardan toplumsal erkek imgelerini onaylayan ürünleri almaları beklenir. Bu kalıplaşmış tipler, Resumé dergisinin editörü Stefan Wahlberg için sıradışı değil. Wahlberg “Reklamların amacı iyi tanımlanmış bir hedef kitlesine yönelik ürünleri daha etkili bir şekilde satmaktır ve toplumsal cinsiyet, yanıtın ne olacağının karar vermede önemli bir değişkendir” diye ifade ediyor. Wahlberg'e göre erkek erkektir, kadınsa kadın ve hiçbiri daha iyi ya da daha kötü değildir, bu yüzden reklamlarla ilgili neden bir yanlış olsun ki? Wahlber'in bu demeci beni iki sebepten rahatsız ediyor. İlki kadın ve erkek arasındaki farkın yadsınamaz ve değiştirilemez olduğu savunusudur. Bu düşünce, Mars sakinlerinin Venüs sakinlerini hiçbir zaman anlayamayacağıdır. Her erkeğin içinde saklanan “eski avcı ve fatih” kendini göstermek için dört yılda bir Dünya Kupası bekler ya da daha şanslıysa düzenli olarak cumartesi geceleri ortaya çıkar. Erkeklere özgü erilliğin, sosyalizasyon sürecinin bir sonucu olduğuna inanıyorum. Biyolojik cinsiyet doğumla yalın bir halde gelir. Ardından, vücudunuzla gelen ve maalesef ona iliştirilmiş bir fiyat etiketine sahip toplumsal cinsiyet rollerini öğrenme süreci gelir. Bu, içine sürüklendiğiniz kalıpların size uymadığını hissettiğinizde kişisel bir şey olabilir. Bu çok düz anlamlı bir şekilde, toplumun cinsiyetinize göre belirlediği standartlarla yaşama güvencesi sözünü veren ürünleri satın aldığınız zaman da olabilir. Sonuç olarak bu toplumsal cinsiyetin aslında ne olduğudur: Bir ürün. Sadece medya ve reklamların değil yetişmenin ve eğitimin ürünü. Wahlberg'in demecinden duyduğum rahatsızlığın bir diğer sebebi ise birilerinin gerçekten iyi/kötü sınırlarının içinde olduğudur. Anders Björkvall'ın araştırmaları, İsveç reklamlarında sadece erkeklerin değil kadınların da kendilerine önceden biçilmiş cinsiyet rollerini oynadığını gösteriyor. Onlardan, kendi görünümlerini pekiştiren değil, onu geliştiren ürünleri almaları beklenir. Kadınlar pasif rol oynarlar ve genellikle reklamlarda erkek gözüne hitap eden bir nesnedirler. Belki de Wahlber gerçekte aktif ve pasif olmanın aynı şey olduğunu kanıtlamaya çalışmak istemiştir. Bu, kişinin hali hazırda başarılı bir öz görünümünün olduğuna ya da satın alınacak belirli bir ürüne bağlı
olduğuna bakılmaksızın sorun olmaz. Eğer değilse, benim için çok nettir ki, reklamlardaki geleneksel bölünme, eşit olmayan toplumsal cinsiyet rollerine yol açar. Daha kötü olan sadece kadınlar değildir. Kadınların ve erkeklerin gerçekten farklı oldukları iddiasının arkasında, aynı zamanda kadın ve erkeğin birbirini arzulaması varsayımı da yatar. Judith Butler'in Gender Trouble'ı (1990), kadın ve erkek cinsiyetleri arasındaki geleneksel bölünmelerin aslında onların ne kadar heteroseksüel oldukları inancını barındırdığını gösteren bir örnektir. Birçok reklamda kadınların erkeklerin bakış açısından verilmesi, bu arzuların medyada nasıl sunulduğunun ve yeniden üretildiğinin bir örneği olabilir. Bu sebepten sadece erkek egemenliği değil aynı zamanda heterono rmculuk da basmakalıp reklamlarda üretilmektedir. İsveç hükümeti televizyon aracılığı ile reklamlarda cinsiyet eşitliğini (İsveççe jämställdhet) teşvik etmeye çalıştı. Bu reklamlardaki erkekler, Dünya Kupası'nın özlemini çeken avcı-toplayıcı değil de babalığın sorumluluklarının farkında olan ve ev işlerini yerine getiren modern şehir erkekleri olarak gösterilirken, kadınlar kariyer ve mülk sahibi bağımsız bireyler olarak kurulmuştur. Bir bakıma bu reklamlar erkeklerin ve kadınların zıt cinsiyetçilik rolünü oynayabildikleri fikrini satmaya çalışmıştır. Kültürel antropolog Ulrika Dahl devletin bu politikasını analiz etmiştir. Dahl, Queer Sverige (Eşcinsel İsveç, 2005) dergisinde toplanan bir dizi makalesinde, basmakalıp cinsiyet rolleri fikrinin bu reklamlarda giderilemediğini vurgulamıştır. Başka bir ifade ile erilliğin ve dişilliğin ne olduğunun sorgulanmadığını sadece rollerle oynamak fikrine dayandırılmıştır. Bir yandan bu, geleneksel erkeklik ve dişilik görüntüsünün baskınlığı ile kendini sıkıştırılmış hisseden erkek ve kadınların bir inancı olabilmekte, diğer yandan, genellikle toplumsal cinsiyet stereotipiyle el ele giden heteroseksüel yönelim varsayımı problemini çözememektedir. Stereotiplere sunulan ürünlerde her zaman için bir etiket vardır ama aynı zamanda bu fiyat etiketleri değişiklikler ihtimalinde tekrar konumlandırılabilecek yerdedir. Erilliğin ve dişilliğin, eşcinselliğin ve heteroseksüelliğin hayali ayrımında size 'doğru' tarafta olduğunuzu gösteren ürünlerdense sizi temsil eden 'doğru' ürün tercihiniz vardır. Böylece kadınerkek, eşcinsel-heteroseksüel kategorilerinden hangisinde olduklarından emin olmayanlar bunun bedelini ödeyebilirler. Nihayetinde, reklamlar onları (ve paralarını!) geri isteyecektir. Bu isteyişin sonucunda farklı bireylerin farklı yollarla kimliklerini ortaya koymaları tercihlerine saygı duyulmuş olur. Reklamlar toplumun aynasıdır ancak aynı zamanda toplumu oluşturan ve şekillendiren bir parçadır. Umarım reklamlar, toplumun seksizm ve heteronormculuktan arınmasında kendine düşen görevi yerine getirir. Bu durumda, hem param hem de benliğim konusunda yatırımda bulunmaya gönüllü olurum.
LGBT Tarih Türkiye Tarihinde Eşcinselliğin İzinde EŞCİNSEL-LİK HAREKETİNİN TARİHİNDEN SATIR BAŞLARI-3: 2000'ler-I Deniz Yıldız 15 Ekim 2000'de Türkiye'de bir hayal daha gerçek oldu. Kaos Kültür Merkezi açıldı. “Okurlarımızı çay-kahve içmeye, sohbet etmeye beklediğimiz Kaos Kültür Merkezi1'nde ayrıca herkesin yer almak isteyeceği etkinlikler de başladı… Olanaklarımız ve yaratıcılıklarımız ölçüsünde sürekli zenginleşecek olan programlar ile mekanımızı adına yaraşır bir kültür merkezi haline getireceğiz. Artık sadece seyretmek ve okumakla kalmayın, gelin birlikte üretelim… Kaos Kültür Merkezi bünyesinde artık bir kütüphanemiz de var. Kütüphanemizi sadece GL konularıyla değil, her konudan kitap ve süreli 2 yayınla zenginleştirmeyi istiyoruz.” (Kaos GL y.n.) Bir buçuk yıl bütün güçlüklere karşın varlığını başarıyla sürdüren Kültür Merkezi bu sürenin sonunda “ruhsatsız bir pastane” olduğu gerekçesiyle kapatılmak istendi. “Kaos Kültür Merkezi olarak kullandığımız mevcut mekanımız, Kaos GL Dergisinin emniyet basın bürosuna, maliyeye ve belediyeye kayıtlı resmi bürosu aynı zamanda. Bu haliyle adı geçen kurumlarla bir sorunumuz bulunmuyor… Ama mekanımızın salon kısmına masa sandalye koyarak çay kahve servisi yapmamıza apartman yönetiminin şikayeti sonucu Çankaya Belediyesi izin 3 vermiyor.” (Kaos GL y.n.) Kaos GL, kafe kapatılmasına rağmen yerini değiştirmemeye karar verdi. 4 Kaos Kültür Merkezi'ni Lambdaistanbul Kültür Merkezi ve Lambdaistanbul Eşcinsel Kütüphanesi izledi (2002 Mayıs ayının üçüncü haftası5). Kültür Merkezleri eşcinsel-lik görünürlüğü ve örgütlülüğü açısından çok büyük bir adımdı. Bu yöndeki çabalar 2 3 Aralık 2000 tarihlerinde Ankara Çağdaş Sanatlar Merkezi'nde düzenlenen İkinci Avrupa Gençlik Festivali'nde açılan Kaos GL6 ve 9 12 Aralık 2000 tarihlerinde SODEV'in (Sosyal Demokrasi Vakfı) İstanbul TÜYAP'ta düzenlediği Birinci İnsan Hakları Fuarı'nda açılan Anadolu Ayıları, Boğaziçi LeGaTo, GayAnkara, Lambdaistanbul ve Türkiye Ayıları'nın gerek temsilcileri gerek dergileri, broşürleriyle; Kaos GL ve Sappho'nun Kızları'nın ise sadece dergi ve bültenleriyle 7 katıldığı “Türkiye Eşcinsel Oluşumları” stantları ile sürdü. Güztanbul ve BaharAnkara'lar bir yanda sürerken diğer yanda “buluşmalar konusunda gruplar arasında fikir ayrılıkları olduğunu gösteren tartışmalar yaşanmaya” başladı.8 “Eşcinsel kelimesinin tek tip bir insanı anlatmadığı artık apaçık ortada. Kimse böylesine bir birlik hayali kurmuyor, hatta tek tipliğe doğru yol alan eşcinsel yaşam tarzı birçoğumuzun kabusu oluverdi… Birbirimizden farklıyız. Bunu kabul etmeden birlikte olmamıza imkan da yok… Buluşmaların işlevi ve yararlılığı ile ilgili tartışmalar geçen BaharAnkara'da bayağı tartışılmıştı, hatta istendiği kadar tartışılamamıştı bile. Ama gene bir buluşma yapıyoruz ve ben iyiye değil kötüye bile gittiğimizi düşünüyorum… Bunların bir ev sahibi bir de katılımcıları vardı… Ortada zaten bir etkinlik var ve biz de 'misafir' olarak çağrılmışız gibi geliyor… Oysa bana geçen buluşmalardan kalan en önemli ders buluşmaya diğer gruplar sadece izleyici olarak gelirse bunun buluşmayı zorlaştıran, gerçekten iletişime geçmemizi kolaylaştırmayan bir şey olacağıydı…
Yani bu bir Lambdaistanbul organizasyonudur. Türkiye 9 eşcinselleri gibi bir sahiplenme hissetmiyorum.” (78 Ekim 2000'de yapılan “Güztanbul üzerine”, Ankara'dan Koray y.n.) “Pazar günü yaptığımız Lambdaistanbul olağan toplantısında da altı bir kere çizildiği üzere Lambdaistanbul bahar buluşmalarından yalnızca grupların buluşmasını değil, 'heteroseksüel olmayanların buluşmasını' anlamaktadır. Lambdaistanbul grupların buluşmasını son derece önemseyerek, buluşmanın bu yönünü bahar toplantılarının çok önemli bir parçası olarak 10 görmektedir.” [aynı tarihli buluşma üzerine, Lambdaistanbul Organizasyon Alt Grubu Lambdaistanbul'un, buluşmalardan 'heteroseksüel olmayanların buluşmasını anladığı' Lambdaistanbul'un değil, Organizasyon Alt Grubunun 'kararı'dır. Konu, ilk gündeme getirildiği andan itibaren tartışılmış ve Deniz Yıldız'ın başı çektiği bazı katılımcılar 'heteroseksüel olmayan' tanımının çok ucu açık olup koprofili, nekrofili, zoofili gibi (üzerinde uzlaşılmak bir yana tartışma gündemine bile alınmamış) cinsellikleri de içerebileceği fikri ile bu konudaki bir grup kararını engellemiştir. Tartışmanın, Kaos GL'deki bu açıklamadan sonra da sürmesi ve sonuçlan(a)mayacağının anlaşılması üzerine konu 'halının altına süpürülmüştür' y.n.] “Defalarca out olmak ve out olmamak (açılıp açılmamak y.n.) konusunda düğümlendik. Vakıf olayının (Lambdaistanbul'un 2001'deki “açılmak zorunda kalmadan” başka bir ad altında vakıflaşma planları y.n.), kültür merkezi olayının, diğer var olan ve var olacak projelerin gerçekliği nedir, out olacak mıyız, ne kadar ortaya çıkacağız, ne kadar ortaya çıkamayacağız… bu sorularda düğümlendik… Bir arkadaş, 'Gazete, dergi, kültür merkezi ya da vakıf gibi şeylerin etrafında birleşmek biraz ticari, biraz da kapalı bir örgütlenme sistemidir. Daha geniş tabanlı bir sivil toplum örgütü oluşturulmalıdır' dedi.” 11 (21 23 Nisan 2001 tarihlerindeki BaharAnkara üzerine, GayAnkara'dan Onur y.n.) “Tek tipleştirme ile dışlama aynı konu. Kafamızda %100 lezbiyen, %100 gey gibi imgeler var. Aramızda biseksüeller ya da farklı özelliklere sahip kimsenin olmadığını var sayıyoruz. Biseksüeller açılamıyor. Lezbiyenler arasında da roller ve bu rollere bağlı ayrımcılık yaşanıyor. Biz toplum tarafından ötekileştirildiğimiz için, bir başkasını toplumun daha uzağına koyarak ötekileştiriyoruz ki topluma 'Bak beni/bizi kabul edebilirsin' mesajı veriyoruz… 'Lezbiyenler nerede?' Lezbiyenler ve de geyler tarafından her zaman, her yerde sorulan bu sorudan da anlaşılacağı gibi ortada bir örgütlülük sorunu var. Üretimden, dolayısıyla düşünsel üretimden ve de böylelikle yaşamımız üzerine söz söylemek demek olan politikadan da dışlanmış olan; eh haliyle kamusal ve sosyal alanda da zaten çok kısıtlı var olan kadın ve onun sözü, eşcinsel harekette de 'nadide bir parça'. Bunlar zaten bilinen şeyler ama bununla da bitmiyor, biraz da dönüp biz kendimize bakalım dedik ve
43
44
örgütlenme önündeki engellerden, belki de en önemlisinin kendimiz olduğu sonucuna vardık.” 12 (26 29 Ekim 2002 tarihlerindeki Güztanbul üzerine, Pembe Üçgen'den Armağan y.n.) “Her hareket içinde olabilecek mücadele yöntemleri farklılıklarını savaş sebebi olarak ilan ettik ötekileştirdik sonra da onları suçladık bizi ötekileştirdiler diye. Fedakarlık etmekten kaçındık ama fedakarlık edip hareket için bir şeyler yapmak isteyenlere saldırdık… Bu kişisel gibi gösterilmeye çalışılan ama hareketin akışını, başarısını direkt etkileyen bu gibi ve bunlar gibi daha birçok tavırlar sebebiyle koşu bandında yerimizde sayıyor 13 gibi hissediyorum sık sık. Sürekli hareketle küsenlerle karşılaşıyorum: eski Lambda'lı, eski Kaos'lu, eski Türkiye Ayısı, eski Anadolu Ayısı… İçinde bulunduğum hareket 'Eşcinsel Hareket', inandığım yol ise Ayı Hareketinin çizdiği yol. Farklı yollar ve farklı mücadele yöntemleri, beraber projeler üretebildiğimiz sürece bizleri daha iyiye götürecektir inancındayım. İnandığım ve takip ettiğim yol hakkında biraz detay vermem gerekirse 'Sadece kendin gibi ol, yeter' fikrinin savunucusuyum.” (26 29 Ekim 2002 tarihleri arasındaki Güztanbul'un ardından, Penche're, Fırat y.n.) 2001'in 1 Mayısında, Kaos GL tek başına mitinge katıldı (İstanbul'da Lambda'nın el ilanları ile yetinilmişti) “'Ne hasta ne sapık; Eşcinseliz. Maskeleri attık, yüz yüzeyiz!' diye 1997 1 Mayısında Sıhhiye'den Tandoğan'a kadar aşk ve özgürlük için yürüyen bir grup eşcinselin sesini belki de bayraksız ve pankartsız olduklarından Cumhuriyet gazetesi haricinde duyan olmamıştı… Sokaklarda 'ibne' diyerek ardından gülünen, fıkralara konu edilerek aşağılanan, dayak atılan, kendini saklamak, heteroseksüel rolü yapmak zorunda kalan eşcinseller hiç uzakta değiller… Alışveriş yaptığınız bakkal ve pazarcının, çocuğunuzun öğretmeninin, yemeğini yediğiniz aşçının, bindiğiniz belediye otobüsünün şöförünün, okulda sınıf arkadaşınızın, yanı başınızdaki iş arkadaşınızın eşcinsel olabileceğini hiç düşündünüz mü?... Eşcinselliği yargılamak ve aşağılamakla bütün eşcinselleri bir yalan perdesinin ardına hapseden, okullarında zorunlu heteroseksüelliğe tabi tutarak hayatı zehir eden, metropollerde katleden bu sistemin sözcülüğünü ve ikiyüzlü ahlakının bekçiliğini yapmış olmuyor musunuz? Sizce de eşcinsellere yönelik ilan edilmemiş bir savaş yok mu? … Bütün etnik, kültürel ve cinsel farklılıkları yok ederek hepimizi birbirimize benzetmeye ve dolayısıyla bizi öldürmeye çalışan bu 14 sisteme karşı beraber mücadele edelim.” Kaos GL'nin 1 Mayıs'taki çağrısını medyanınki izledi(!) “1 Mayıs'tan sonraki haftanın en fazla reyting getirecek konusunun eşcinsellik olacağı düşünülmüş olmalı ki, kanal kanal dolaşan, reytingine reyting katan Hulki Cevizoğlu, bir programını eşcinselliğe ayırdı, program sonrasında hızını alamadı ikinci programı da eşcinsellik hakkında yaptı. Program öncesinde hafta boyunca 1 Mayıs'taki eşcinsellerin görüntüleri eşliğinde programın reklamını yapan Cevizoğlu, bizimle yaptığı görüşmede programın dünyada ve Türkiye'de eşcinselliğin durumunun ne olduğu üzerine eğileceğini, demagoji yapmak gibi bir isteklerinin olmadığını, 'tarafsız' bilim adamlarıyla konuyu tartışacaklarını, bizden de 'iyi konuşan' biri katılmak isterse sevineceklerini belirtmişti. Kulağa ne kadar hoş geliyor olsa da bu söylenenler, biz
programa katılmayı kabul etmedik.” 15 (Murat Yalçınkaya y.n.) “Kaos GL, eşcinsellerin özgürleşmesi ve toplumsal hayatta görünür olabilmeleri için medyanın tek yol olmadığını, bununla birlikte haklı medya eleştirisinden hareketle medyanın toptan inkarının da doğru olmadığını vurguladı.” 16 Teklif Lambdaistanbul'a yapıldığında Deniz Yıldız'ın kendisinin katılması gerektiği yönündeki telkinleri de kesin bir dille reddeden olumsuz tavrına rağmen programa katılınmasına karar verildi. “Bu fırsat kaç(ırıla)mazdı! Çıkılmayacaktı da ilk kez milyonlarca insanın izleyeceği bir canlı yayında eşcinsellik hakkında ileri geri konuşulmasına izin mi verilecekti! Meydan bütün gece boş mu bırakılacaktı!” “Onca eşcinsellik haberinde bir şeyler eksikti, yetmeyen ve doyurmayan bir yön vardı… Çoğu eşcinsel için memleket henüz hazır değildi, 'ben bir eşcinselim' diye ortaya çıkmaya… Medyanın ve medyada görünmenin tek yol olduğunu düşünenler de oluyordu. Yine bazıları medyada görünmediği sürece gerçek olduğuna inanmıyordu ama medya geldiğinde de en önce 17 kaçıyordu.” Programa, kendisinden başka bir aday bulun(a)mayan, Umut Koray katıldı. “İlk programa sorunlu iki psikiyatrist (Haydar Dümen ve adını anımsayamadığım tanınmamış asker emeklisi), 'İslamda Cinsel Yaşam' kitabının yazarı Radikal İslamcı Ali Rıza Demircan ve Lambdaistanbul grubundan Umut Koray katıldı. Programa her zamanki gibi telefon ile izleyiciler ve konunun uzmanları(!) katıldı. Bizlere de ya sabır çekmek 18 düştü.” (Sami Batur y.n.) “ Ta r a f s ı z b i l i m a d a m l a r ı n ı n kafalarımızda şimşekler yakan saptamalarıyla eşcinselliğin nasıl da sapkınlık olduğunu, dinin nasıl eşcinselliğe karşı çıktığını ve daha önce yukarıda eşcinsellerle ilgili kurgulardan söz ederken sıraladığım diğer yaftaları (kısaca toplumun her kesiminde egemen olan erkeklik mitleri ve namus algısı y.n.) dinledik durduk. Tüm bunların karşısında ise, programa katılmayı kabul eden Lambdaistanbul grubundan bir arkadaşımız vardı. Bilimsel sıfatlarıyla karşısına heyula gibi dikilen ve her söylediklerini bilimsel doğrular olarak dikte eden üç adamın ve tarafsızlığını 'peki eşcinsellikten kurtulmanın hiç mi yolu yok?' gibi sorularla ortaya koyan Cevizoğlu'nun karşısında bir başına kalmanın nasıl da ağır bir deneyim olduğunun farkındayım. Ancak katılan arkadaşımızın zorluğunu anlamam, tüm gece boyunca eşcinselliğe ve dolayısıyla kendisine hakaret edilirken, küfredilirken saygı duyuyorum bu düşüncelere demesini anlayışla karşılamam anlamına gelmiyor. Her konuda bilgi sahibi olmak zorunda olmadığı için, programcının ısrarla kendisine soru sorduğunda, 'bu konuda bilgim yok' demesini de anlıyorum. Anlamadığım ise eşcinseller olarak hepimizin bir şekilde yaşadığı şu tavırsızlık meselesi. Ya da başka bir deyişle celladına aşık olma tavrı… 'Ayrımcılık yapmayın lütfen' gibi bir söylem de politiktir elbet, ama karşıdakinin egemenliğine boyun eğen, celladından biraz daha vakit isteyen gözü yaşlı bir politik söylem.” 19 (Murat Yalçınkaya y.n.) Programın Cevizoğlu'nun söylediği gibi gideceğine inananlardan(?) Umut Koray katılma gerekçelerini ve “aşk hayatını” şöyle açıklıyordu: “Makyajlı, kırıtarak veya manikürlü tırnaklarla sahneye
çıkan sahne starları değil, mimar eşcinsel de var demek istedim. Elinde diploması, iyi aile terbiyesi olan, iyi gün görmüş evlatlar da eşcinsel oluyor. Bunları göstermek istedim topluma.” 20 “Oradaki amaç heteroseksüellere, bu işin onların düşündüğü gibi makyajlı veya kadınsı olmadığını kanıtlamaktı. Bunu başardığıma inanıyorum. Aileler, 'Bakın ne kadar efendi çocuk, sokakta görsen kondurmazsın' demişler. Tabii ki bunun yanında, toplumda beni istemeyenler, günahkar olduğumu düşünenler, yok olmamı dileyenler de oldu… Bir hafta boyunca evden dışarıya çıkmadım. Ev arkadaşım ihtiyaçlarımı getiriyordu… Kalın gözlüklerle sokağa 21 çıkarak, yavaş yavaş aştım” Koray, programdan sonra aralarında Lambdaistanbul katılımcılarının da olduğu çok sayıda kişi tarafından eleştirildi. “Eşcinsellerin tepkisi çok değişikti. Yadırgadılar. Konuşmak istediklerim anlaşılmadı, bilgisizlikle, orada pasif kalmakla suçlandım. Eşcinseller tamamen bu 22 programa ve bana karşı çıktı diyebilirim.” “Dünyada en zor (kadınlardan bile zor) beğenen, en zor kabullenen toplum olan” 23 eşcinsellerin beğenisinden o da payını almıştı(?!) Lambdaistanbul'u feminenfobi(si) ve transfobi(si) ile yüzleştiren Koray çareyi kısa bir süre sonra örgütten ayrılmakta buldu. “Programın neden yapıldığı anlaşılamadığından ve hasta eşcinseller kurtarılamadığı için bis yapıldı ve ikinci programda değişmeyen tek konuk kafir (küfreden) Demircan Hoca ve U. Koray' ın saygısı oldu. Diğer konuk ise eşcinsellik konusunda sağlam temellere oturduğu hayli şüpheli, toplumsal önyargıları besleyen, derme çatma 'derleme' kitabı olan İstanbulluların yakından tanıdığı Ali Kemal Yılmaz idi… İkinci programdan sonra emin olduk ki Hulki'nin niyeti eşcinselliğin ne olduğunun anlaşılması değilmiş. İlk programda bir tespit yapılmaya çalışıldığına dair verilmeye çalışılan imaj bu hafta maskelerin düşmesi ile homofobinin ne denli yaygın bir hastalık olduğunu ortaya çıkarttı… Türkiye gibi az gelişmiş bir ülkede yaşıyorsanız bu ülkenin gerçeklerinden hareketle durduğunuz nokta ya da gittiğiniz yolu 'saldım çayıra mevlam kayıra ruh halinden' sıyrılarak netleştirmeniz gerekecektir. Sistemin çarkları sizi istediği gibi öğütürken atacağınız çığlıkları sağır kulaklara duyurmak için ceviz kabuğunu dolduramayan programlarda saygı duruşunda bulunmak 'azınlığın' içindeki 'mutsuz azınlığı' acı acı 24 güldürmekten başka bir şeye yaramayacaktır.” (Sami Batur y.n.) 2002'de “Güztanbul'da hepimizi heyecanlandıran ve ön plana çıkan toplantı ise hiç şüphesiz 'Bilen Aile' toplantısıydı.” 25 (Umut Güner y.n.) “Ailelerimizle ilk defa bir araya geldik. Ailelerimizin ne yaşadığını ilk kez dinledik. Artık ailelerimiz de bizim neler yaşadığımızı daha iyi anlıyorlar ve kendileri gibi insanların olduğundan haberdar oldular.” 26 (Kaos GL y.n.) Güztanbul'un ardından “Dokuzuncu Eşcinseller Buluşması Basın Açıklaması” yapıldı. Açıklamada sırasıyla, yasalardaki 'genel ahlak', 'yüz kızartıcı suç' gibi muğlak ifadelerin eşcinsellik aleyhinde kullanılmakta olup anayasanın vatandaşların yasalar önünde eşitliğini vurgulayan 10'uncu maddesine 'cinsel yönelim' ibaresinin eklenmesi, diğer yasalarda gerekli düzenlemeler yapılarak bu değişikliğin hayata geçirilmesi; boşanma davalarında anne eşcinselse kız çocuğun velayetinin babaya verileceği yönündeki Yargıtay kararının kaldırılması; transeksüel ve travestilere yönelik suç ve cinayetlerin soruşturma, yargı süreçlerinde yanlı tutum gösterilmemesi; eğitim kurumlarındaki ayrımcı uygulamalara son verilip bu tutumların haklılığını savunan müfredatın değiştirilmesi; psikiyatrist ve psikologların bilimsel temeli olmayan, önyargılarına dayanan neden ve yöntemlerle eşcinselliği
tedavi etmeye çalışmaktan vazgeçmeleri, sağlıkla ilgili meslek kuruluşlarının ayrımcı uygulamalara karşı yaptırımda bulunup eşcinsel-lik örgütleriyle işbirliği içinde eğitim çalışmaları yapması; transeksüel ve travestilere can güvenliği ve sosyal haklar sağlanıp seks işçiliği dışındaki meslek olanaklarının artırılması; eşcinselliğin askerlik muayenesinde genel psikiyatri uygulamalarının aksine hastalık olarak kabul edilip anal seks sırasında (“pasif halde” y.n.) çekilmiş fotoğraf istenmesi, makattan muayene gibi keyfi uygulamalara son verilmesi; medyada transeksüel ve travestileri canavar ya da seks objesi olarak sunan, eşcinselliği salt magazin malzemesi olarak kullanan, eşcinselleri hedef gösteren, nefret yayan, karikatürize eden ya da belli bir kalıba oturtan 27 yayınlara son verilmesi talepleri yer aldı. “Eşcinsel hareketin dönüm noktalarından biri olan bu basın toplantısı yazılı ve görsel medyada yankısını buldu. 'Askerlik'le ilgili taleplerin yer aldığı bölüm medya kuruluşları tarafından bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde yanlış duyuruldu. Metinde geçen 'Eşcinsellik, askerlik muayenesinde genel psikiyatri uygulamalarının aksine hastalık olarak kabul ediliyor. Ordu eşcinsel erkekleri çürük sayıyor. Üstelik kişisel beyan kabul edilmeyip, fotoğraf ve makattan muayene gibi keyfi uygulamalar yapılıyor, buna son verilmesini istiyoruz' cümlesi medya tarafından, yurt dışındaki bazı gey örgütlenmelerin taleplerinden hareketle olsa gerek 'Eşcinseller askerlik 28 istiyor' şeklinde yorumlandı.” 1 Mart 2003'de Ankara'da düzenlenen “Savaşa Hayır!” 29 eylemine Kaos GL ile Lambdaistanbul da katıldı. Kaos GL, “İnsan Hakları Derneği'nden sonra politik gruplara ve partilere belli bir mesafede durdu. Kendi 30 başına olmayı seçti. Yan yana durmayı öne çıkardı.” Lambdaistanbul ise yan yana gelebildiği örgütlerle ortaklaşma çabası içine girdi. Gelecek sayıda: 2000'lerde Türkiye'de eşcinsellik II
1
Nihayet Eşcinsel Kültür Merkezi, Özgür EREN, Parmak, Şubat 2001, s. 1 Kaos GL'den, Kaos GL, Aralık 2000, s. 2 Kaos Kültür Merkezi Kapatılmak İsteniyor!, Kaos GL, Mart Nisan 2002, s. 3 4 Düşündük, Taşınmadık!..., FİLİZ, Kaos GL, Yaz 2002, s. 3 5 Lambdaistanbul'un Kendi Mekânı Oldu, BERKAY, Kaos GL, Yaz 2002, s. 5 6 Kaos GL 2. Ankara Gençlik Festivali'ndeydi, UĞUR & BARIŞ, Parmak, Şubat 2001, s. 5 7 İnsan Hakları 2000 Fuarı'nda Eşcinsel Oluşumlar, CAN, Parmak, Şubat 2001, s. 5; Olay Mahalli, HUSBEAR, Parmak, Şubat 2001, s. 5 8 Türkiye'de Eşcinsel Hareketin Kısa Tarihinde 'Buluşma'nın Gelişimi, s. 3 9 Güztanbul Üzerine, KORAY, Kaos GL, Aralık 2000, s. 56 10 Güztanbul Üzerine, Lambdaistanbul Organizasyon Alt Grubu, Aral ık 2000, s. 56 11 Eşcinsel Hareket Nereye, Nasıl?, ONUR, BaharAnkara Türkiyeli Eşcinsellerin Altıncı Buluşması, Kaos GL, Yaz 2001 sayısının eki, s. 17-18 12 Güztanbul'dan Notlar ve İzlenimler, ARMAĞAN ( İzmir-Pembe Üçgen ), Kaos GL, Ocak 2003, s. 11 13 Problemleri Halının Altına Süpürerek Nereye Kadar?, FIRAT, Kaos GL, Ocak 2003, s.42 14 “Eşcinsellerin 1 Mayıs'ta İşi Ne?”, Ali EROL, Kaos GL, Mayıs Haziran 2004, s. 48 15 Kabahatlerimiz Ortaya Dökülürken: 1 Mayıs, Ceviz Kabuğu ve Tarkan, Murat YALÇINKAYA, Kaos GL, Yalçınkaya, Yaz 2001, s. 5 16 Türk Medyasında Eşcinsellik ve Eşcinseller, s. 23 17 a. g.y., s. 23 18 Ceviz Kabuğunu Doldurmayanlar!, Sami BATUR, Parmak, Haziran 2001, s. 4 19 Kabahatlerimiz Ortaya Dökülürken: 1 Mayıs, Ceviz Kabuğu ve Tarkan, S. 5 20 'Eşcinsel Olduğumu Açıklayarak Kendi Sorunum Olmaktan Çıkardım', Eşcinsel Erkekler içinde, s. 151 21 a.g.y., s. 154-155 22 a.g.y., s. 155 23 a.g.y., s. 155 24 Ceviz Kabuğunu Doldurmayanlar!, s. 4 25 Merhaba, Umut GÜNER, Kaos GL, Ocak 2003, s. 2 26 Bilen Aile Toplantısı, Kaos GL, Ocak 2003, s. 25 27 9. Eşcinseller Buluşması Basın Açıklaması; Bağımsız Eşcinseller, Anadolu Ayıları, Kaos GL, Lambdaistanbul, LeGaTo, Pembe Üçgen İzmir Eşcinsel Kültür Oluşumu, Türkiye Ayıları; Kaos GL, Ocak 2003, s. 8 28 Lambdaistanbul'dan Haberler, Berkay Y. BOSTAN, Kaos GL, Ocak 2003, s. 6 29 Lambdaistanbul'la 2003'ün Ardından, Cihan HÜROĞLU, Kaos GL, Mart Nisan 2004, s. 40 30 “Kaos GL Grubu Adına Konuşan Murat Yalçınkaya”, Eşcinsel Erkekler Yirmi Beş Tanıklık içinde, s. 75 2
3
45
LGBT Öykü Kaos GL'li Kadınlar'ın düzenlediği 'Mutlu Aşk Vardır!' konulu Kadın Kadına Öykü Yarışması'nda üçüncü seçilen Hasbiye Günaçtı'nın “Vapurdaki Kadın” adlı öyküsünde sıra. Mansiyon alan öyküler için adresiniz: www.kaosgl.org
Vapurdaki Kadın Hasbiye Günaçtı
46
- Hoşcakal anne görüşürüz. Durağa doğru yürürken fark ettim, sırt çantamı yine tıka basa doldurmuşum. Minibüsün de çantamdan bir farkı yok, önümde durdu, ben de bindim. Hareket halindeyken cüzdanımdan para çıkarıp ileri sunmam olanaksız, her frende fırlayarak ön koltuğa ilk çarpan ben oluyorum. Bir belgesel güzelliğindeki ovanın ortasından hızla akıyor tren. Pencere kenarını seviyorum. Sanki bir film sahnesinde, Brahms'ın keman konçertosu eşliğinde yemyeşil ovalara bakarak, ağaçlar arasındaki yoldan giden sevgiliyi düşünen bir yolcuyum. Sevgilinin saçları hafif dalgalanıyor, topuklarına değiyor elbisesi. Ağaçlı yoldan yürüyerek göl kenarına ulaşıyor. Orada durup uzak karşı kıyılara bakıyor… Elinde kır çiçekleri… Uzak, benim iki yıldır bu trenlerin pencere kenarlarına dökülen hayallerimin adı mıdır? Uzak, ne istediğimi bilemediğimden bildiklerimi istediklerim sanmak mıdır? Yemyeşil ovalardan, küçük kasabalardan, deniz kenarlarından nihayet beton yığınları arasından kampanaların ritmik sesini dinleyerek geçiyorum. Trenle bütünleşmişim Cuf cuf trak trak, tark! Çuf çuf trak trak, tark! Adapazarı Ekspersi Haydarpaşa Garında duruyor. Bir rüyadan uyanır gibi pencereden yüzümü alıyorum. Uyuşmuş bacaklarımın üzerine yavaşça kalkıyorum, bazı yolcular ceketlerini giyerken, bazıları valizlerini kompartıman tavanındaki bölmelerden indirmeye çalışıyorlar. “Pardon” diyorum koridordan geçerken, koltukların arasına çekilip yol veriyorlar. Marmara'nın rüzgârı karşılıyor beni, garın iskele tarafındaki kapısına yürüyorum, merdivenlerden inip sağ köşedeki kulübeden jeton alırken vapur saatini soruyorum. Kadıköy'den kalkan vapur buraya da uğruyor. Bu iskelede yolcular genellikle az olduğundan hınzırca “bu vapur benim için uğradı” diyorum. Üst katta yolculuk etmeyi severim, merdivenlerden çıkıp yolcu salonunun girişindeki koltuklara otururum. Oturduğum yerden Sarayburnu taraflarını, Çengelköy'den Kuleliye kadar boğazın güzelliklerini seyrederim. İhtişamsız güzelliğiyle yalnızlığa direnen Kız Kulesine bakarım. “Kadın yalıtılmışlığının simgesi” diye geçirim içimden. Dünya Kadınlarının, Kız Kulesine ulaşsın diye denize çiçekler atmalarını hatırlarım. Çevreyi seyrederken bir an başımı yana çevirmiştim ki, iki kişilik mesafede; kollarını göğsünde bağlamış oturan dalgın bir yolcunun hırkasına takıldı bakışım. Ya da onun hırkası benim bakışıma takıldı. Bu bilge rengin kadınlar için anlamını düşünerek, vapurun denizle dansının ahengine bırakıp kendimi onu izlemeye devam ettim. Kolyesinin siyah ipi hırkanın yakası ile boynu arasındaki açıklıktan görünüyordu. Başını arkaya kaldırsa kumral düz saçları omuzlarına değebilirdi. Beyaz tenli narin boynu, kulağında hırkasının renginde taşı olan minik küpesi görüş alanım içindeydi. Kaç saniye baktım bilmiyorum. Hani siz görmeseniz de arkanızdan birinin dikkatle baktığını hissedersiniz ya, o da hissetmiş gibi döndü, göz göze geldik. Belki suçüstü
yakalanışımın yüzüme yayılan şaşkın ifadesine belki de gözlerimin hâlâ onda olmasına bakıp, dünyayı değiştirecek güzellikte gülümsedi. “Aslında kız kulesine bakıyordum, manzarama gölge ettiğinizden bakışlarım size düşmüş” der gibi ben de gülümsedim. Bir şey söylemedi. Gülüşünü alıp, dalgın yüzünü diğer tarafa çevirdi. Karşı kıyılara bakıyormuş gibi onu izledim. Vapur iskeleye yanaşırken telefonum çaldı, çantamın hangi gözüne koyduğumu hatırlayamamanın telaşıyla aradım… - Alo, Dilek vardın mı, merak ettim, iyi misin? - Anne vapurdan şimdi iniyorum, eve varınca arayacaktım, iyiyim… Göz ucuyla baktım, vapur tamamen yanaşana kadar bekledi, sürme iskele verilmeden inmedi. Arkasından adımlarımı sıklaştırıp omzuna dokunsa mıydım? Gittikçe uzaklaşıyordu. Açık kumral saçları, farklı renkteki hırkasıyla onu seçebiliyordum. Ardından bakakaldığımdan habersiz, siyah gri kalabalığın içinde kayboldu. Bir iki denedim, anahtar kilitte dönmedi. Yanlış anahtar mı diye baktım. Hayır, doğru anahtardı. Tekrar çevirmek isterken kapı açıldı. - Sen evde miydin Reyhan? - Ayol arkada anahtar var diye sesleniyorum duymuyorsun - Affedersin yorgunluktan herhalde. - Hoş geldin, nasıl geçti… Daha çantamı bırakmadan kucaklaştık, “iyi geçti”. Odama girdim, çantamdakileri yerleştirdim, sonra duş aldım. Reyhan erken gelmiş, yemek hazırlamış. İşleri sıraya koymuştuk ama Reyhancığım erken geldiği için hem kendine hem bana iyi davranmış. Öyle dedi. Balkonda oturuyoruz, çay harika olmuş. Ayaklarımı da sandalyeye uzattım. İç içe geçmiş evlerin çatılarını görüyorum. Uzaklarda denize yansıyan kıyı ışıkları, karanlıklar, aydınlıklar… Tepemizdeki ampul geceyi hissetmemi engelliyor, Reyhan bunu anlamış gibi kalkıp balkonun lambasını söndürüyor. - Dilek neyin var senin geldiğinden beri dalgınsın, Düşündüğümü fark ediyorum. Kollarını göğsünde bağlamış halini, hırkasını, kumral saçlarını, gözlerini, bir an gülümseyip kafasını yana çevirişini… - Ne! Ben mi? Yok canım iyiyim... Bir şeyim yok, gecenin sesini dinliyorum. - Doğru söyle, trende birine mi rastladın? İnce bir gülümsemeyle, “Evet! Trende birine rastladım” diyorum. Oturduğu yerden kalkıp yanıma çömeliyor. “Anlamıştım” diyor. Bir şeyleri doğru anlamasından korkarak: “Neyi anladın” diyorum. “Ne bileyim, sen böyle yanındakileri unutacak kadar dalıp gitmezdin. Seni düşündürecek birine mi rastladın ?” Evet, beni düşündürecek birine rastladım, ama senin kafandaki gibi değil, diyemiyorum. Ertesi gün kahvaltı yapmadan okula gidiyorum. Ders anlatırken zaman akıp geçiyor. Akşamları kendimle baş başa kaldığımda düşünüyorum. Ah, o kalabalık arasında kayboluşu geliyor gözümün önüne, içim burkuluyor. Bir daha nasıl görürüm, nerede rastlarım, kime sorarım? Nasıl böyle oldum, neden onu görmek istiyorum, ne oluyor bana, gözlerini gülüşünü unutamamak da ne demek Dostlarımızla hafta sonu yemeği için bizim
balkondayız. Ufuk'un kahkahaları, şerefe çınlayan kadehler, Reyhanla Selma'nın hararetli sohbeti. Kendimi bir an ortamın dışında buluyor, karşı kıyılara gidip dönüyorum. İşte düşünce yumağına sarıldığım bu anda onu aramaya karar veriyorum. Kadıköy-Haydarpaşa vapuruyla karşıya geçtim, tarihi yolcu salonunda ona rastladığım saatte kalkacak vapuru bekliyorum.. Tekrar görebilme ihtimalim ne kadar olursa olsun bunu denemeliydim. İçimden geçen bin türlü olasılıkla cümleler kuruyorum. Şimdi görürsem ne derim; “Ne tesadüf yine siz”. Bu olmadı. “Şey, geçiyordum sizi gördüm”. Bu da olmaz. Omzuna dokunup “Sizinle arkadaş olmak istiyorum” desem. Ne arkadaşı, niye arkadaş, ne alaka... Evli mi? Evsiz mi? Bir kadının bir kadını unutamamasına dair ne düşünüyor… Ne unutamaması, ne kadını, ne, kim… niye… Tanrım neler düşünüyorum. Bu iskelede ne yapıyorum? Nasıl ilişkileneceğim onunla. Hiç kimse bana; “Bir gün bir kadına rastlarsın, hoşlanırsın” gibi bir olasılıktan bahsetmedi. Ben kendime de bahsetmedim... Nedir beni çeken, unutmadığım, peşinden gitmek istediğim nedir. Nedir? Bütün geçerli nedenlerim geçersizleşiyor. Onu görmek istiyorum, ötesi yok. İşte köpükler saçarak geliyor Karaköy vapuru. Bazı yolcular, hangi tarafta otursak kararsızlığından sonra merdivenlere yöneliyorlar, ben üst katın sağına… Hareket ettikten sonra yolcu salonlarına, küpeşteden denizi seyredenlere, güvertede sigara içenlere tek tek bakıyorum. Yok, yok, yok… Hiç kimse ona benzemiyor. Nerede? Adapazarından dönerken, ona bu saatte vapurda rastlamamış mıydım? Çaresizim, moralsizim, yalnızım... Hatta umutsuzum. Yavaş yavaş kıyıya yanaşıyoruz. Sakin adımlarla yürüyorum denizle iskele arasındaki yolda Kadıköy Vapurunu bekleyenler, bekleme salonunu tıka basa doldurmuşlar. Halen daha ona rastlama olasılığım varmış gibi önlerinden geçerken, kocaman camlı kapının ardındaki insanlara bakıyorum. Gözüme takılan birinin o olabileceğini sanmak bile kalbimin hızla çarpmasına neden oluyor. Koşarak öne dolanıyorum, jeton atıp turnikeden geçiyorum, kalabalığın arasına karıştığım anda kapılar açılıyor, insanlar kitle halinde ilerlemeye başlıyorlar. O sandığımı kaybetmemek için bir kaç metre geriden takip ediyorum, mavi penye tişörtünü, omzuna çapraz asılmış çantasının sapını görebiliyorum. Yukarı çıkmadı, alt salona girdi. Herhangi bir yolcuymuşum gibi yanına oturdum. Şimdi ne yapsam da konuşabilsem? Kitaplarımı yere düşürsem beraber toplasak, yürürken çarpışsak, bir vitrinde aynı kazağa bakarken tanışsak... Ah ah! Etrafını izlerken başını çevirmesini fırsat bilerek ona doğru hafifçe eğildim,“Sizi arıyordum” dedim. “Ne oldu ki” diye telaşla çantasını açtı, içine baktı. Sanki cüzdanı çalınmış, bulmuşum da vermek için onu arıyormuşum gibi. - Telaşlanmayın, ben, şey, ben! Konuşmak istedim sizinle… Yine o akşamki gibi gülümsedi. Ben de gülümsedim. Bir saniyenin yarısı kadar bir zamanda baktı “Sizi hatırladım” dedi. Kalbim yerinden çıkacak gibiydi. “Evet” dedim. Lafın
3. 2006
gerisini getiremedim. Bal rengi gözleri üzerindeki tişörtün mavisinden etkilenerek yeşile dönüyordu. - Şimdi nereye gidiyorsunuz? - Hayır, şey, ben size rastlamak için… Sizi aramak için. Sizi. Sustum kaldım. İkimiz de uzaklara bakarak vapurun kıyıya yanaşmasını bekledik. Beraber indik, Haldun Taner Tiyatrosunun iskeleye bakan tarafındaki çiçek satıcılarının yanına kadar yürüdük. Aklımıza bir şey takılmış gibi aynı anda kabalığın ortasında durduk. O sessiz duraksayış anında: “Bir yerde oturalım mı?” dedim. Etrafına bakındı, biraz düşündü .”Şimdi olmaz, evden bekliyorlar. Gecikirsem merak ederler. Ama yarın işten çıkınca buluşabiliriz” Elini uzatıyor, “İyi akşamlar, görüşürüz” diyor, sıcacık, yumuşacık eli… Eve geldiğimde epey geç olmuştu, külçe gibiydim. Reyhanın bütün ısrarlarına rağmen neden geciktiğimi anlatamadım. Bir akşamda dört defa vapura bindiğime kim inanırdı ki. Gecem yarın buluşacağımızı düşünmenin heyecanıyla geçiriyor. Sabah yine kahvaltı yapmadan okula gidiyorum. Bazen öğrencilere, öğretmelere bakarken “Acaba aralarında derdini kimselere söyleyemeyen benim gibi biri var mıdır?” diyorum. Son ders bitiş zili çalar çalmaz aceleyle çantamı toplayıp kararlaştırdığımız yere koşuyorum. Bu küçük çay bahçesindeki akasya ağacının duldasında kalan masaya oturuyorum. Garsona “Arkadaşım gelecek sonra sipariş veririm” diyorum. Saatime bakmak yerine, alışkanlıkla defalarca cep telefonuma bakıyorum. İşte tam zamanında geliyor, etrafa bakındı, gördü; peşinden gittiğim gülümsemesi yanağında. Beşiktaş da bir şirkette çalışıyorum. İş yerimden erken çıktığım zamanlar buraya uğrayıp vapur saatine kadar oyalanıyorum. Bu akasya ağacının -kafasını kaldırıp henüz çiçeğe durmamış, su yürümüş yeşiliyle gülümseyen ağaca bakıyorverdiği serin duygu”… Başladığı cümleyi yarım bırakıp “Bu masada beklemen ne tesadüf... Deniz ulaşımını seviyorum, trafiğe takılmak diye bir şey yok. Aynı saatlerde işten çıkıp aynı yöne gidenlerle hiç konuşmadan aynı vapuru paylaşmak. Benim için bu tarafa geçmek il değiştirmek gibi. Başka bir çevre başka bir hava… Buralarda olduğum zaman ailemin denetiminden de uzaklaştığımı hissediyorum. Fakülteyi kazandığım yıl Kırşehir'den onlar da taşındılar. Kendilerine sormadan kararlar almama izin vermiyorlar. Denetimlerine karşı çıksam da ailemden kopamadım” diyor. Konuları tamamlamadan başka konuya geçtiğini fark ediyorum. Cam fincanlardan çayımızı içerken, “Hep ben konuştum” diyor. Oysa hep o konuşsun istiyorum. Kelimelerin dudağından dökülüşünü, sesinin kulaklarımdan beynime varışını hissediyorum. - Şey, ben de burada lise öğretmenliği yapıyorum. Okul arkadaşımla aynı evi paylaşıyoruz. Bazen Adapazarı'na annemlere giderim. Dönüşte trenden inip hemen yanındaki iskeleden vapura binmeyi çok seviyorum. Size bu yolculuklarımın birinde rastladım. O akşamdan beri, şey, ben o akşamdan beri sizi unutamadım… - O saatte rastlamanız tamamen tesadüf. İşyerinden arkadaşım telefon ederek; “Biz ayrıldık, iyi değilim, sana ihtiyacım var, akşam bana gel, yarın işe buradan gideriz” demişti. Nişanlısıyla tartışmış, telefonda ağlıyordu. Bir ayrılıyor, bir barışıyorlar. Patolojik ilişkiler yani… Böyle durumlarda hep beni çağırır. Siz beni izlerken ben onun telefonda ağlayışını düşünüyordum. Gözlerimle karşılaşmamak için, konuşurken başka tarafa bakıyor. Başını kaldırıp akasya ağacına ya da çay bahçesinin uzağında bir yerlere, masadaki boş bardaklara, klasöre, ellerime, çantama bakıyor. Birden saatine bakıp “Geç kalmamalıyım” diyerek cüzdanını arıyor. Elimi uzatıp ellerini engelliyorum. “Ben öderim, ne de olsa sen bu yakadasın.” Gülümseyerek cüzdanını çantasına koyuyor. “Telefon numaranı artık alabilir miyim” diyorum .“0 53…” Söylerken, “Vapurdaki Kadın” diye kaydediyorum. Çok mu şey söyledi, hiçbir şey söylemedi mi...Ben onu buldum, o beni anladı mı?. Düşünüyorum, ne olacak şimdi? Eve gelince üzerimi değiştirip, daha oturmadan
telefon açıyorum. - Ben Dilek, merak ettim eve vardın mı, annen bir şey demedi değil mi? , - Şimdi geldim. Sabah gecikeceğimi söylemiştim, sorun olmadı. Sevindim seni tanıdığıma.. - Bundan sonra da hep sevinmeni istiyorum. Tam da cümlem bitince, hayranlık ve şaşkınlıkla fark ediyorum ki, adını bilmiyorum, o da söylememiş. - Ay! Şimdi fark ettim adını sormamışım, bu başıma ilk defa geliyor. Telefonu açtığımda ”Ben Dilek” dedin ya, o zaman anladım... Adım Aysel. Artık, her akşam buluşuyoruz. İstanbul un güzelliklerini beraber yaşıyoruz. Birlikte olduğumuz süre biraz daha uzasın diye, bazen onu yolcu ederken dayanamayıp karşıya geçiyor, sonra aynı vapurla geri dönüyorum. Reyhanın Uzunköprü'ye gittiği hafta sonlarında, bize geliyor. Beraber kahvaltı etmekten, film izlemekten, bunlar üzerine tartışmaktan keyif alıyoruz. Bir pazar günü Reyhan evde iken Aysel de geldi. “Nereden tanışıyorsunuz” diye sordu Reyhan: “Vapurda rastladım, kaybettim, sonra buldum” dedim. - Nasıl yani. Aysel'in gözlerine baktım, gülümseyişinden aldığım güçle “ Biz birbirimizi seviyoruz” dedim. Bir anda yerinden fırlayıp odasına koştu. - Reyhan lütfen! Ben de anlayamadım, ilgimi çeken bir insanı düşünmekten öteye geçmeyecek bir şey sanıyordum sonra aşık oldum, sevdim..sevdik…” - Dilek odamdan çık, dinlemek istemiyorum. Aysel pencereden dışarı bakıyor, üzgün… Arkasından ona sarılıyorum. Kolyesinin ipinin geçtiği yerden boynunu öpüyorum. Dönüp bana sarılıyor. Saçlarını kokluyorum. Yüzümü öpüyor, “Üzülme, O şimdi ne yapacağını bilememenin paniğini yaşıyor” diyor Aysel gidince Reyhan salona geliyor. Öfkeli mi, üzgün mü anlayamıyorum. - Aptal seni, bana daha önce neden söylemedin, neden bu denli önemli sırrını benimle paylaşmadın Dilek! - Korktum, anlamayacağından korktum. Göze alamadım. - Benden saklarken nasıl bunaldığını, daraldığını anladığım için şaşkınım, kendine yakın hissedip konuşamadığın için suçluluk duyuyorum. Yalanlar uydurduğunu fark ediyordum. - İnanamıyorum Reyhan, bunları sen mi söylüyorsun? Ufuk'a “hayır” dediğim için beni eleştiriyordun, “Trende yakışıklıya mı rastladın” diyordun, o yakışıklının bir kadın olacağını tahmin edemiyordun. Bir kadınla buluşmamdan “önemli sır” diye bahsediyorsun… Bütün bunları sadece senden değil ki, kendimden de saklıyordum. Yüzleşmekten korkuyordum. Aysel ile tanıştıktan sonra kendimi sorguladım. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Hem onu görmek istiyor hem de başkaları anlamasın diye çabalıyordum. Sevgimi paylaşmak istemez miyim? Bir kadını sevdiğimi söylemeyi istemez miyim? - Bak benim için sorun yok ama herkes adına sana garanti veremem… Dışlanmayı göze alabilecek misin? Aysel alabilecek mi? - Neden sen birini sevince bir şeyleri göze almak zorunda kalmıyorsun? Sarılıp uyurken belli bir saatten sonra gideceğini düşünmek istemiyorum. Akşam buluşmalarına, hafta sonlarından çalınmış zamanlara sıkıştırılmışız… Huzurlu sessiz bir dinginlik içinde bir yaşantımız olabilir oysa. - Aysel ben artık seninle aynı evde yaşamak istiyorum. Seninle uyumak, seninle uyanmak, hayatımı paylaşmak istiyorum. Saklanmaktan yoruldum. Alt dudağının yan tarafını ısırarak susuyor. Ne diyeceğini merakla bekliyorum. - Ben gelemem Dilek. Evine taşınamam, birlikteliğimizi kimseye açıklayamam. Böyle sürsün işte. Ben senin evine taşınamam, bu evimiz değil. Senin evin. - Seviyorsan gelirsin... - Sevgimizi pazarlık konusu yapma Dilek, bunun sonu yok. Kendime bile anlatmak da zorluk çekiyorum. Ortaokulda iken sınıf arkadaşıma âşık olmuştum ama o zamanların ergenlik sorunu sanıyordum, üzerini kapatmıştım. Hiç sorgulamadım. Sen çıktın karşıma hissettiklerimi yaşadım. Şimdi bu öneriyi getirerek, beni
kendimle hesaplaşmak zorunda bırakıyorsun. - Ailenle sen konuşamıyorsan ben konuşayım. - Bunu aklından bile geçirme. Aileye bir şey anlatılacaksa bunu ben anlatmalıyım. - İyi o zaman bir an evvel anlat! - Bana yaptırım uyguluyorsun, irademi yok sayıyorsun. Kolaysa ailene sen anlatsana, geçen hafta Adapazarı'na gittiğinde neden söyleyemedin? - Aysel bu aynı şey değil, “Her gün karşıya geçmekten bıktığını, eski bir arkadaşına rastladığını ve onun yanına taşınmak istediğini” filan söyleyebilirsin, daha kolay olmaz mı? - Sesini yükseltme Dilek, yalanlar söylemekten bıktım. Yoruldum başka birisiymişim gibi davranmaktan. Yine de aileme anlatamam. Üstüme gelme lütfen! Sesimi yükselttiğimi fark etmemiştim. Garsonu çağırdı, şaşkın bakışlarım arasında hesabı ödedi ve kalktı gitti… Öylece kalakaldım. Telefonlarıma cevap vermiyor. İlk defa bu kadar uzun süre görüşmüyoruz. Özlüyorum. Onsuz hayal bile kuramıyorum. Bazen iskeleye iniyorum, beni görüyor, yokmuşum gibi önümden geçip gidiyor. “Aysel bir dakika konuşmak istiyorum” diyorum. Suratı bir karış, turnikelere yöneliyor. Reyhan ise bana kızıyor, “Dünyanın sonu mu, ayrıldıysanız ayrıldınız. Başka birini bulursun, keşke üzerine gitmeseydin, keşke gizli kalsaydınız” diyor. Gizli olduğumuz sürece sorun yokmuş gibi davranmamı istiyor. Yaşamayı ertelediğimizin farkına varamıyor. Cumartesi akşamı Reyhan'a adeta yalvarıyorum; “Ne olur sen ara, ben arayınca açmıyor, özür dilediğimi söyle, çok bunalmıştım, bir an evvel yanımıza taşınmasını istedim, onunla insanlar arasına karışmak istedim, korkularını hesap edemedim, gerildim sesimi yükselttim” Reyhan beni susturdu. Problem çözen bilirkişi edasıyla telefonun tuşlarına bastı. Salonu baştanbaşa gezerek konuşurken, ben de kulağını dikmiş küçük köpek gibi arkasında yürüdüm. Muzaffer bir edayla telefonu kapattı ve; - Yarın iskelede bekleyecekmiş. - Hangi iskelede, saat kaçta? - Sen biliyormuşsun. Ne düşünerek kabul etmişti, neler söyleyecekti. Olumlu muydu? Olumsuz muydu? “…Annemle konuştum yanına taşınıyorum… Bitti, seninle yeni sabahlara uyanmak istemiyorum. Bu konuşmayı uygarca ayrılmak için kabul ettim. Yaşadıklarımı seviyorum ama öğretilenlerin dışında bir hayatı kaldıramam. Yanına taşınmaya karar verdim... Sensiz hiçbir şey düşünemiyorum…” Hangi cümle dökülecek dudaklarından? Buluşma yerine gelecek mi. Hayır, Evet, hiç biri. Düşünmekten yorulan beynim, acıyan ruhumla sabaha karşı uyuya kalmışım Ne giyeceğime karar veremiyorum. Kaç tane gömlek, kaç tane tişört denedim akıl alır gibi değil. Sonunda onun sevdiği leylak rengi gömleğimi giyiyorum, böyle daha hoş oluyor dediği için saçlarımı salıyorum. Reyhana ”o bilir” dediği saatte, o bildiğim yere gitmek için evden çıkıyorum. Vapurumuz Marmara'nın mavi sularını köpürterek güzergâhından ilerliyor. O sevimli limana, ne limanı, minik iskeleye… Aşk filmlerinin hangi sahnesine gittim yine, yanaşıyoruz, az kaldı. Güverteye çıkıyorum. Gözlerimle, projektör gibi kıyıyı, iskeleyi, taksi durağını, garın merdivenlerini tarıyorum. Karmakarışık duygular içindeyim. İşte orada. Gar tarafındaki siyah ferforje demir kapının yanında duruyor. Üzerinde ilk günkü mor hırkası, elinde bir demet çiçek, gülümseyerek bana el sallıyor. Kalbim, kalbim yeter artık… Koşarak aşağı iniyorum, sürme iskele verilmeden atlıyorum, ona koşuyorum. Sarılıyoruz, sarılıyoruz, sarılıyoruz. Omzumdan fısıltısını duyuyorum. “Sen benim canımsın Dilek” Ayağım yerden kesiliyor gibi. “Sen de benim canımsın Aysel”.
47
Kült Filmler Kaderciliğin yanına uğramadan, kantarın topuzunu kaçırmadan, görüntülerin, dolayısıyla göstergelerin anlamıyla meşgul iki film var. Yani izleyicinin yarattığı anlamlar ve izleyicide verili olan konvansiyonlarla derdi olan iki filmle karşı karşıyayız. Aykan Safoğlu Takmış koluna elin adamını beni orta yerimden çatlatıyor. Ağzında sakızı şişirip şişirip arsız arsız patlatıyor. Seni gidi fındıkkıran…yakalarsam…
48
Yukarıdaki sözler, Tarkan'ın 1997 senesinde Orta Doğu'da şiddetli, Avrupa'da ise yer yer hissedilen kasırgası Ölürüm sana dan Şımarık'a ait. Bu sözlerin hepimizin popüler kültür dağarcığında görünüleri farklıdır elbet, yalnız bu sözlerin Cibuti'de lejyonerlerin eğlendiği bir diskoda erkeklerin kadınlarla flört ettiği bir ortamda çınladığını hayal etmenizi istesem… Claire Denis'nin Cibuti'deki Fransız lejyonerlerin hikayesini anlattığı filmi 'İyi İş' (Beau Travail, 1999) işte böyle açılıyor. Mizanseni tahayyül etmekte zorlanmayacaksınız, kendi topraklarında yabancı askerlerin, mühimmatın konuşlanmasına izin vermiş, izin vermeye zorlanmış her ülkede bu asker üslerini barındıran şehirler var, misal Adana. Böylesi şehirlerde askeriye iktisadın olduğu kadar gündelik yaşamın da içine zerk ediyor, toplumsal yaşamı biçimlendiriyor. Kadın erkek ilişkileri, erkeklerin erkeklerle ilişkileri de bundan nasipleniyor. Çoğunluk askeriyenin dayattığı hiyerarşiden, içselleştirdiği şiddetten, menkul olduğu erkek egemenlikten feyz alınıyor. Toplu bir içtima hali belki… Bir de zamanında bu sözleri söyleyen şarkıcının askerliğini yapması doğrultusunda yapılan, yazılı ve görsel medyayı işgal eden çığırtkanlıkları hesaba katarsak hayal gücümüzü pek zorlamadan atmosferi algılayabiliriz. Dolayısıyla ister askere gidişi bir toplumu uzun süre meşgul etmiş Rizeli bir delikanlı, ister Cibuti'de eğlenmeye gitmiş Fransız delişmen lejyoner söylesin, yukarıdaki şarkı sözleri mizansen ve oyunculuk değişmediği sürece aynı etkiyi yaratıyor, diyebiliriz. Evrensel bir duruştan bahsediyoruz sanki, bir duruş bozukluğu… Esas duruşta rahat denmesini bekleyenlerin 'Hazır ol' rahatsızlığı… 'İyi İş'; diyaloglara fazla yer vermeksizin, düsturunu izleyiciye yavaş yavaş aktaran filmlerden. Bir anti
kahramanın, sabık teğmen Galoup'un (Denis Lavant) iç sesi anlatıcılığı üstlenmiş. Teğmenin şimdiki zamandan asker geçmişine belirli bir düzen ve formül izlemeden yönelen itirafları, pişmanlıkları, günah çıkarışı Fransa'dan yol alıp Cibuti kıyılarına vuruyor. Bir nevi sayıklama olan sözler çokluk yerini görüntülere bırakıyor. Böylece geçmiş ile şimdiki anın kesişmesi üzerinden akan hikayeyi görüntülerin dilinden dinliyoruz. Söz ile burada tarif edilmesi mümkün olmayan bu görsel anlatım ile film bütünlüklü bir manayı dayatmaktan çok, parçaların çoknesak, değişken bir anlam yaratmasına el veriyor. Bu izafiyeti muştularken, yönetmen de görüntülerin ilksel anlamları üzerine bir deneme yapmış oluyor. İzleyicilik konumu üzerinden meramını anlatan bir film, görecelik kavramını devreye soktuğunda göstergebilimci Roland Barthes1'i anımsamakta fayda var. Barthes gündelik yaşamdaki rastgele öğelerden yüksek sanat yapıtlarına kadar her şeyin bir gösterge olarak analiz edilebilir olduğunu söyler. Onun gösterge dizgelerini anlamak, işleyiş yapılarını çözmek ve dolayısıyla anlam dünyasının yapısını açıklamak çabası olarak betimlenebilecek bir göstergebilim anlayışı vardır. Burada Barthes'in metinin yazar ve okur tarafından birlikte oluşturulduğu durumlar için kullandığı yazarsıl metin kavramı da aynı ölçüde önemli oluyor. Bu kavramla öne çıkan yan anlamın oluşumunun yazar kadar, okuyana bağlı oluşudur. Sinema da nihayetinde bir metindir. Patriyarki ve militarizm söylemleri de İyi İş de olduğu gibi sinemanın nesnesidir, 'İyi İş' de bunlarla meşgul bir yazarsıl metindir diyebiliriz. Şiddetin, militarizmin ve erkek egemenliğin 'İyi İş'te olduğu gibi işlenişi, akıllara aynı sularda yüzen başka bir filmi getirebilir: Gus Van Sant'ın yönetmenliğini yaptığı 'Fil' (Elephant, 2003). Bu film de izleyiciye yaşattığı deneyim
'İyi İş'; diyaloglara fazla yer vermeksizin, düsturunu izleyiciye yavaş yavaş aktaran filmlerden
üzerinden aynı doğrultuda değerlendirilebilir. İzleyiciye anlam dayatılmaz. 20 Nisan 1999 tarihinde Columbine Lisesi'nde yaşanan vahşeti kurmaca alanda konu edinen film, meramını anlatırken, döngüsel bir zaman anlayışı vesilesiyle izleyiciye olayların gidişatı üzerinden başka bir perspektif sunuyor. Tamamen amatör oyuncuların hikaye düzleminde de gerçek ön isimlerini kullanarak yer aldığı; yine diyaloglara fazla bel bağlamadan, görüntünün gücüne sırtını yaslayan bir film var ortada. Neredeyse uzun bir plan sekans gibi çekilen film olan bitenden epey sarsılmış ve yaşanan travmanın nedenlerini bulmaya yemin etmiş bir topluma, ardına düştüğü cevaplar mahiyetinde genel bir ABD manzarası sunuyor. Bu filmi izlediğimizde artık olayların bir anda ortaya çıkan canilerin eseri olduğuna inanmamız kolay değildir. Tüm kültür, içinde yaşadığımız çağın önemsediği değerler yaşanmış olan vahşete suç ortağı. Tabi tüm bu anlam, izleyicide olaya şahit oluyormuş hissi uyandıran anlatım sayesinde çıkıyor. Anlatım, izleyici bu anlama vakıf olurken erki tekelinde bulundurmuyor, izleyiciyi ortak bir anlam yaratımı için yüreklendiriyor. 'İyi İş' kadar 'Fil' de mutlu bir hikaye anlatmıyor. Kaderciliğin yanına uğramadan, kantarın topuzunu kaçırmadan, görüntülerin, dolayısıyla göstergelerin anlamıyla meşgul iki film var. Yani izleyicinin yarattığı anlamlar ve izleyicide verili olan konvansiyonlarla derdi olan iki filmle karşı karşıyayız. Şiddetin egemen olduğu, militarist politikalar ekseninde savrulan karakterlerin öykülerine nail oluyoruz. Üstelik bu öykülerden biri gerçekten yaşanmış bir olaya sırtını yaslarken, gördüklerimiz karşısında kayıtsız kalıp aymazlığın sınırlarında gezinmemiz ne kadar mümkün? Bütün bu filmler, biz onları kurmaca anlatının alanında terk edip yolumuza devam edip vicdanlarımıza su serpelim diye yapılmıyor herhalde. Alenen söylenmek istenen bir şeyler var bu filmlerle. Sanırım Virginia Teknik Üniversitesi'nde yaşananlar henüz tazeyken, Hrant Dink suikastı ve Malatya'daki katliam ile asaplar iyice gerilmişken bahsi geçen filmlerdeki bu aleniyet sorununu daha yakından ele almamızda hayır var. 'İyi İş'te artık bir meditasyon şekline bürünmüş, askerlerin ibadeti halini almış eğitimler, idmanlar; kadınların olmadığı bir düzlemde erkek bedenlerinin esneyip gerildiğini gördüğümüz, erkek bedeninin kutsandığı dakikalara tekabül ediyor. Bu sahnelerin MTV kliplerinden tek bir farkı var, o da sadece erkek bedeninin estetize ediliyor olması. Biz, olanlara sadece dakikalar süresince ve izleyici mesafesini koruyarak şahit oluyoruz, film düzlemindeki askerler ise buram buram testosteron kokan bu ortamda kayıtsız şartsız benimsedikleri aktiviteleri uzun zaman dilimlerine yayarak ve tekrarlayarak yerine getiriyorlar. Askerler, koşulları itibariyle gladyatör dövüşlerini andıran bu idmanları eylerken, savaşın tatbik edilmediği hallerde bile şiddetin bir erkek sporu olduğunu
düşündürtüyorlar. Nitekim doğaya meydan okudukları ve bedenlerini ön plana çıkardıkları bu anlarda belli belirsiz bir esrimeyle kendilerinden geçiyorlar. Tabi tüm bunlar olurken hiyerarşinin egemen olduğu bir alanda olmamız bu erkekler arasında egemen olan- biat eden ilişkisi üzerinden eşitliksiz bir aşkın da örtük olarak sunumuna imkan tanıyor. Nitekim ast-üst ilişkisi herhangi türden bir ilişki biçiminden farklı olarak öznelerini gayr-ı insani kılıyor. Bu bağlamda konu edilen aşk olduğunda da aşkın niteliği değişiyor. Heteroseksizm kendisinden olmayanlara aşağılık seçenekleri dayatırken hiyerarşinin de müdahil olmasıyla aşkın tanımı imkansızlaşıyor. 'Fil'de motivasyonsuz sayılamayacak bir nefreti yanlış yönlendirerek akranlarını delik deşik eden iki yeniyetme erkek, sadakat fikrine bağnazlıkla bağlı militer gelenekten şiddetle beslenmiş duruşları ile sunulurken birbirlerine ihanet ettiklerinde, aralarındaki gayr-ı insani ilişki ve fikir dünyalarının çarpıklığı da daha belirgin oluyor. 'Fil' ve 'İyi İş'teki antikahramanların, erkek egemen ve şiddet kültüründen beslenmiş olmalarını bir yana bırakırsak; hayatlarını bu alışkanlıklar doğrultusunda idame ettirmiş olmaktan pek karlı çıkmıyorlar diyebiliriz. Patriyarki ve şiddet düşkünlüğünü vardırabilecekleri en üst noktada fark ediyorlar ki, meğer bu hikayelerde 'mutlu son' dedikleri uzak diyarlarda bir dağ geçidiymiş. Kadınların olmadığı, erkeklerin egemenliğindeki bu dünyada bahsi geçen deformasyonların sadece heteroseksüel erkeklerin sorunu olduğunu veya başka cinsel kimliklere sahip insanların da bu zihniyetin kırıntılarını taşıyamayacağını söylemek safdillik olur. Nitekim bu izan ve çevresinde şekillenen kültür içindeki tüm bireylere de önemsediği değerleri aşılıyor. Erkek gibi erkek, adam gibi kadınların yüceltilmesi; bunun karşısında kadına atfedilen özelliklerin esamilerini barındıranların dışlanması yukarıda tasvir edilen dünyaların alamet-i farikalarıdır. Yaşadığımız dünyada bunların olmadığını söylemek kötü niyetlilik olacaktır. Kadınlık ve eşcinsellik, vs… askere alınmama nedeni olarak sunulurken, vicdani ret de sadece erkeklerin tekelinde değildir. Olmamalıdır. Aksi takdirde erkek egemenliği, militarizmi sadece heteroseksüel erkeklerin tekelinde gören, birlikte yaşadığımız dünyayı yanlış tarif eden bir zihniyetin kurbanı oluruz; nefret cinayetlerini tanımlayamayız… Unutmayalım ki eşcinsellerin kurtuluşu heteroseksüelleri de özgürleştirecektir. 1 Barthes, Roland (2002). S/Z.İstanbul: Yapı Kredi Yayınları Barthes, Roland (2003). Çağdaş Söylenler. İstanbul: Metis Yayınları
'İyi İş' kadar 'Fil' de mutlu bir hikaye anlatmıyor.
49
Satır Arası "Bedendeki heves dindikçe ruhumuz sızlamaya başlıyor" 1984'te İzmir'de dünyaya geldi. 2002'de Dokuz Eylül Üniversitesi Dramatik Yazarlık Ana Sanat Dalı'nda yazarlık eğitimine başladı. İlk şiiri Varlık dergisinde yayımlandı. Daha sonra Hece, Yasak Meyve, Rüzgâr gibi çeşitli edebiyat ve sanat dergilerinde şiirleriyle görünen Yeşil, 'Erdişi' adlı dosyasıyla 2004 Yaşar Nabi Nayır Şiir Ödülü'nü kazandı. İlk kitabı da olan 'Erdişi', Varlık Yayınları tarafından aynı yıl yayımlandı. 2005'te Suat Taşer Kısa Oyun Yarışması'nda 'Zifir ile Şevder' adlı oyunuyla birinci olan Yeşil, aynı ödülü 2006'da 'Ben Şahsen Biraz Kadın' adlı oyunuyla aldı. Yeşil'le homo-erotik öğelerinin şiirle buluştuğu 'Erdişi'nin yaratılma sürecini ve yazma serüvenini konuştuk.
Söyleşi:
50
Çık İçimden
Salih Canova
Öncelikle kitabın adıyla başlayalım istersen? Erdişi. Neden? Dosya kitap haline gelene kadar, aklımda hiçbir ad yoktu. Bu süreçte şiirimin biçem ve çağ açısından iki ayrı yolda yürüdüğünün de farkındaydım. Ya tüm şiirler Er bölümündeki kompozisyona uygun olacaktı ya da Dişi. Güzel bir tesadüf sonucu, yine çalışırken, 'erdişi' sözcüğüne rastladım. Elbette ki 'erdişi' sözcüğüyle ilk karşılaşmam değildi bu. Sözcüğün çeşitli anlamları ve göndermeleri (din, tıp, mitoloji vb.) üzerine düşününce kitapla birebir örtüşen bir kurgu yakaladığımı fark ettim ve sözcüğü eşit olmasa da iki parçaya ayırdım. Gerisi pek de zor olmadı. Kimi şiir kendini ele verdi, kimisi sakladı. Sonuç itibariyle uzun bir emek sonucunda Erdişi kendini var etti. Kitap yayımlandığında 20 yaşındaydın ve Erdişi barındırdığı homo-erotik öğeler göz önünde bulundurulduğunda Türkiye edebiyatında neredeyse bir ilk. Bu kadar cesur şiirleri yayımlatmak korkuttu mu seni? Yaşa değil, yaşa(n)mışlığa inanıyorum ben ve yaşadığını sanata dönüştürebilme marifetine. Homo-erotik öğelere ben zaten divan edebiyatından ve çağdaş edebiyattan aşinaydım. Evet, bir ilk ama şu yönüyle: Homo-erotik öğelerin bizim coğrafyamızdaki inanç sistemiyle olan bir harmanı, Erdişi. Kimi yerde baş kaldıran trajik bir kahraman, kimi yerde boyun eğen kaderci bir beşer olarak görüyorum Erdişi'deki şiirlerimi. Yazarken değil de dosya oluşurken kafamda soru işaretleri oluşmaya başlamıştı. Yayımlanma aşamasında da Tanrıyla yüzleşme söz konusuydu sanki. Korku demeyelim de merak vardı içimde. Olması gerekene gelecek yorumları merak ediyordum. Geçtiğimiz yıl Kaos GL'nin pornografiyi tartışan sayısı erkekerkeğe cinselliği resmeden bir tabloyu yayınladığı için “pornografik” bulunarak toplatıldı. Benzer bir durumun kitabının başına da gelebileceğini düşündün mü? Resim sanatı tamamen görselliğe dayalı bir sanat. Resimde insan görebildiğini yorumlar. Edebiyatta görsellik kelimelerin gücüyle yakalanıyor. Bir resimde soyutlamaya gitmeden iki erkek öpüşüyorsa bu hemen bellekte konumlanır ama bunu imge yardımıyla, sözcüklerle yapıyorsanız algının zarını biraz daha zorlarsınız. Bu konuda hiç böyle bir endişeye kapılmadım çünkü Kaos GL'nin pornografiyi tartışan sayısını toplatanların ya da bu tarz -işi gücü olmayan- insanların, Erdişi'yi anlayabilecek derinliğe sahip olmadığının bilincindeyim her zaman. Yoğun olarak tasavvufa dair öğeler yer alıyor kitapta?
I gittin erkekliğinin izi kaldı bedenimin karanlığında II kavranır iki bilek aniden saten çarşaflı döl yatağımda bir elle sıyrılmış çoktan gümüş kılıç kınından dingin akıyor sırtımda araf'ta bekler gibi dilde, kalemde, ruhta akıyor yalnızca akıyor kan karanlığınca saplanmıyor en derinime kasıklarında yatmayan imansız hacı III ruhum! yanıyor ellerimde göğsümden topladığın acı laleler IV yıkıntılarımda boz yel içimde patladığın günden beri kara su yıkıntılarımda V artık kanayarak siliyorum her şeyi boz yellere inat ya gir içime ya da çık içimden
Şiirlerinde aşık olunanı Tanrıyla (Allah'la) özdeşleştirdiğin dizeler var. Aşk tanrı kadar yüce bir kavram mı? Çıkış noktamı özet olarak şöyle anlatacağım: Tasavvufta aşk, ilahi bir aşktır. Herhangi bir sınıflandırmaya gidilmez. Allah'ın kullarını yaratırken ruhundan da bir şeyler kattığını biliyoruz zaten kutsal kitaptan. Bu nedenle kul aşık olduğunda Tanrıya biraz daha yakınlaşır; belki de Tanrıya olan inancı daha da pekişir. İşte bu yüzden aşk her zaman ilahi olmuştur. Aşık olduğumuz kişide sevdiğimiz, bir nevi Tanrının gölgesidir. Bir iç içe geçmişlik hali söz konusudur bu noktada. Yunus'un 'Yaratılanı severim, yaratandan ötürü' sözü bu sorunun tam karşılığı bence.
“Erdişi ile günah çıkardım” Er'de bir erkeğin Dişi'de bir kadının dizelerini okuyor okur. Ama sonuçta aşkı okuyor. Aşkın cinsiyetsizliğine dair bir vurgu mu yapmak istedin kitabı kurgularken? Evet. Kitabın içindeki şiirler Er ve Dişi olarak iki bölümde kendilerine yer bulsalar da Erdişi adı altında toplanıyorlar. Özellikle ilk bölümdeki şiirlerde yaşanmışlıklardan hareketle bir umutsuzluk hali var gibi, umut yok mu? Elbette umut var. Ben, her zaman kelimelerin gücüne ve zamana inanmışımdır. Erdişi ile bir nevi günah çıkardım, hepsi bu.
bedenin elime düştüğünde fark etmiştim: girinti çıkıntılarımız aynıydı
Dağ
seviyorum, dedin usulca yıktım dağımı! sonra beni terk ettin iki dağ bir araya gelince aralarından bin nehir akar, deyip
Şiirlerinin yüzü doğuya dönük. Doğu'nun erkekleriyle Batı'nın erkekleri birbirlerini başka başka mı seviyor? Sanki daha hüzün dolu Doğu'nun erkekleri? Öyle mi sence de? Cinsiyetin biyolojik bir şey olduğuna inanmıyorum. Bizim coğrafyamızda roller önceden belirlenmiş. Her şey ezbere, erkeklik de. Doğu ya da Batı erkeği diye ayrım yapmak hoş olmaz belki ama şiirim gibi yüreğimin de yüzü Doğu'dan taraf. Doğu bana daha sahici, daha el değmemiş ve daha kendiliğinden geliyor. Batı'da insanlar egolarıyla var olurken Doğu'da yürekleriyle kendilerini var edebiliyorlar. Bu çok ürpertici geliyor bana. “Bedenin sönmesiyle başlar ruhun yangını” derken aşk ve cinselliği birbirinden ayırmak mı istedin? Beden, ruhun kölesi olmuştur her zaman. İnsanlar da tutkularının. Bu nedenle bedendeki heves dindikçe, ruhumuz sızlamaya başlıyor. Daha çok trajik bir olgu bu. Aşk söz konusu olduğunda cinselliğin gücünü kaybettiğine inananlardanım, ben. Belki buna en güzel cevap Alev Alatlı'nın sevdiğim bir dizesi: 'Sevdiğim erkeklerle sevişemedim, seviştiğim erkeklerle sevgili olamadım'.
51
“Herkesin bir hikayesi, 'ötekiler'in de bir dramı var” Şiir dışında tiyatro oyunları da yazıyorsun ve iki yıl üst üste Suat Taşer Kısa Oyun Yarışması Ödülü'nü aldın. Bu ödülleri aldığın oyunlarında da eşcinsel öğeler ya da toplumsal cinsiyet ön plandaydı? Bundan sonra da eşcinsellik olacak mı yazdıklarında? 2006 yılında Özdemir Nutku Sahnesi'nde sahnelenen Zifir ile Şevder adlı oyunum bir töre hikayesiydi, 2007'de sahnelenen Ben Şahsen Biraz Kadın adlı oyunumun baş kahramanı bir transeksüel idi. Oyun boyunca sahnedeki kadının bir transeksüel olduğunu bir sır gibi saklayıp oyunun sonunda açık etmek istedim; çünkü toplumumuz iki yüzlü bir toplum. Bir nevi seyirciyi kandırdım. Seyirci, oyunun başından sonuna kadar bir kadının dramını izledi. Kimi ağladı, kimi anlamadı bile. Finalde de bu kadının bir zamanlar erkek olduğunu vurgulayarak seyircide bir tokat etkisi yaratmak istedim. Gerek tiyatro gerek diğer sanat kollarında eşcinsellerin, travestilerin, transeksüellerin vb. bir komedi unsuru olarak kullanılmasından çok rahatsızlık duyuyorum. Her insanın bir hikayesi olduğuna göre, toplumun öteki kıldığı bireylerin de bir dramı var. Tiyatronun büyük kitlelere ulaşabilme gücü de bu dramı yaşanabilir kılıyor. Bir sanat eserini yaratan, yaratıcısının yaraları, dertleridir. Tek derdim bu değil elbette. Söyleyecek çok başka şeyler de var. Zaman ne gösterecek bilmiyorum ama dediğim gibi zamana inanıyorum. Okuduğum yazıların birçoğunda senin için “marjinal şair” ifadesine rastladım? Marjinal bir şair misin sence de? Hayır, değilim.
Eksik Erkek Şiiri I tarih kadar eskil olsa da beden barındırır el değmemiş yerleri deniz yoksunu ten II kimsenin öpmediği yerlerini duduklarımı değdirerek eksiltiyorum seni III ki bilirsin, erkekler öpülerek eksiltilir
es "Ben buyum..." İlk albümü “Ben Bu Şarkıyı Sana Yazdım”ı 2005 yılında piyasaya süren ve o günden bu yana sesinin gerçekte kaç oktav olduğuna dair birçok şehir efsanesinin döndüğü Cem Adrian'la yeni albümü 'Aşk Bu Gece Şehri Terk Etti'yi ve yaraları konuştuk.
Söyleşi:
52
Uğur Yüksel
Radyo stüdyosunda kaydettiğiniz şarkılar, Mystika grubu, Fazıl Say'ın davetiyle özel öğrenci statüsünde Bilkent Sahne Sanatları Fakültesi'nde eğitim, demolardan ve Say'la birlikte verdiğiniz konserin kayıtlarından oluşan "Ben Bu Şarkıyı Sana Yazdım". Bu albümün Türkiye'de yarattığı etkiyi de düşününce müzikal serüveniniz bir kitap kahramanının başından geçebilecek olaylarmış gibi geliyor. Herkesin hayatında kitap olabilecek serüvenleri vardır. Önemli olan o kitabı yazım şeklinizdir. Bazen de tek bir domino taşına benzer hayat. Tüm taşları yerleştirdiğinizde birinin gelip ilk taşı itmesi gerekebilir. Burada taşı iten kadar o taşları dizen kişi de önemlidir. Sesiniz vokal görevini üstlenirken koroya da hizmet ediyor. Bu pek alışık olmadığımız bir yöntem. Hele enstrümanların azaltıp yalnızca sizin seslerinizden müzik yaratılması ve bununla baş başa kalmak çok etkileyici. Bu, sesimle oynamayı sevmemle ilgili bir şey. Tabii ki ilk yıllarda bilinçsizce entrumansızlıktan yapılan bir teknikti. Ama şimdi imkanlarım varken neden profesyonelce kullanmayayım? İnsan sesi doğadaki en müthiş sestir. Bazen bir insanın sadece konuşmasına, sesine bile aşık olabilirsiniz. Müzik yaşantımda değişik teknikler denemeyi seviyorum. Yenilikçi olmak ve istediğini yapmak çok güzel bir özgürlük.
“Aşk Bu Gece Şehri Terk Etti”yi Ankara'da kaydettiniz. Ankara'da müzik yapmak başka şehirlerde 'olmak'tan farklı mı? “Ankara'da aşık olmak zor” demişti bir şarkısında Vedat Sakman. Her şehrin kendine özgü hikayeleri, kokusu var. Ankara'da olmayı çok seviyorum. Bu, İstanbul'u ya da başka bir şehri sevmediğim anlamına gelmiyor tabii ki. Sadece Ankara'da kendime çok daha fazla zaman ayırabiliyorum. Bu şehirde hayat biraz daha yavaş geçiyor. Böylece parçalanmak zorunda kalmıyorsunuz. Ekip olarak da çok profesyonel ve genç bir kadroya sahibim. Belki de daha küçük bir şehirde olsam daha da fazla yaratıcı olabilirim. İmkanlar küçüldükçe kişi de kendince bir şeyler yaratma çabasına girişiyor bence. Benim müziğe ilk adım atışım gibi... Bir de kitabı var bu albümün. Şarkıların öykülerini, sırlarını anlatan. Nedir sizdeki bu anlatma ya da anlaşılma telaşı? Aslında şarkı söylemekten çok yazmayı seviyorum. Kelimelerle oynamayı… Müziğim yazdıklarımı sesle ifade etmemdir. Yazdıklarınızda samimiyseniz onların dokunacağı yürekler muhakkak vardır zaten. Ben yaşadıklarımı yazdığım için bunları sese dönüştürmem daha bir özel oluyor. Anlaşılma telaşım yok aslında. Anlaşılmayı isteseydim çok daha basit işler yapar, çok daha fazla para kazanırdım. Şunu demek istiyorum sadece: “Ben zaten buyum...” Olduğu gibi kabul etmek ya da kabullenmek. Metropol yaşantımızda en zor başa çıkabildiğimiz şey bu. Kendimce natürelim. Dışarıdan bakınca karmaşık gözüküyorsam bu benim problemim olmaktan çıkar. Başkaları beni anlayabilsin diye sıradanlaşamam.
....ve önümde devrilen her kalp, taştan bir merdivene dönüştü... adım adım yükseliyorum. her kalp daha yukarı, ışığa uzanan bir merdiven şimdi... bense; ışığın o merdivenlerin en sonunda olduğunu bilenim.
Kabuk bağlayan yara iyileşmeye başlayan yaradır Albümün kapağı ve fotoğrafları şarkıları ne güzel taşıyor. “Yaralarını kendi diken” Cem Adrian'ı da… Bu albüm yaşadıklarımın bir kısmıdır. Özeti değil asla. İnsan yaradılışı gereği kendi ayakları üzerinde durmayı zamanla öğrenir. Kendi düşer, kendi düştüyse de kalkmayı başarabilmelidir. Başka biri itse dahi kalkabilmelidir. “yalnız da ayağa kalkabilirim” adlı şarkım albümü ifade eder mesela. “düğüm” gibi özel şarkılarım var. Belki yalın olmalarını seviyorum onların. Gerçek olmalarını. Ve son bir soru: “Dikmek yok etmek değil. Saklamak da... Dikmek; kapatmak, sarıp sarmalamak sadece” diyorsunuz güncenizde. Dikilen yer iyileşiyor mu peki? Yara kabuk bağlamıyor mu? İyileşmesini isterseniz yaranın üzerine bastırırsınız. Biraz daha kanasın derseniz ve durdurmak için çaba sarf etmezseniz metanetinizi yitirirsiniz; yaranız da iyileşmez. Kabuğu da koparabilirsiniz. Böylece bir kez daha kanar. Acı sıcaktır bilirsiniz. Daha fazla acı da isteyebilirsiniz. Kabuk bağlayan yara iyileşmeye başlayan yaradır. İzi kalır ya da kalmaz...
53
Bir Garip Aşk Öyküsü 3. Sınıf Hamur Kağıda Matbaa Mürekkebi Hayatlar Barbaros Şansal İnkılâp Yayınları, Anı Türkiye'de toplumun olduğu kadar eşcinsellerin de ezberini bozan Barbaros Şansal'ın yarım asırlık bilgi birikim ve gözlemleri kitap oldu. Anılarının yanı sıra sosyal konulara ve Türkiye'nin yüksek sınıfının sosyal hayatına eleştirisel bakış açısıyla yaklaşan Şansal'ın dili hem eğlendirici hem de keskin. "Korkmasını gerektirecek hayatlar yaşayanlar, bu kitaptan korksun" diyor Şansal. Önümüzdeki günlerde çok eğleneceğiz anlaşılan.
Carl-Johan Vallgren Çeviri: Ali Arda, Metis Yayınları, Oyun 19. yüzyılın başlarında, Königsberg'deki bir genelevde bir hilkat garibesi doğar. Doğarken annesinin ölümüne sebep olan bu canavarımsı yaratık sağır, dilsiz ve ürkütücü bir şekilsizliktedir. Ne var ki çok gizli bir yeteneğe de sahiptir: İnsanların zihnini okur, kalplerinin en derininde olup biteni bilir. Herkül adı verilen bu bebeğe hayatın bahşettiği en büyük armağan, onunla aynı gün genelevde dünyaya gelen güzeller güzeli Henriette Vogel ile birbirlerine duydukları kopmaz aşktır. Güzel ve çirkin, saygın ve alçak, yüce ve düşük gibi kavramlarımızı yerinden oynatan, aşkın, nefretin ve duyguların gücünü vurgulayan kitap parmakla gösterilen 'öteki' olmanın da romanı.
Hür Doğdum Hür Yaşarım Ajda Pekkan Kitabı Naim Dilmener Everest Yayınları, Biyografi
Virginia Woolf - Yaşam Bir Rüyadır, Uyanmak Öldürür Ouentin Bell Çeviri: Zehra Savan, Alfa Yayınları, Biyografi “Canım, Yine delirdiğimden eminim. O korkunç zamanları bir daha yaşayamayacağımızı düşünüyorum.Ve bu sefer iyileşemeyeceğim. Sesler duymaya başlıyorum ve dikkatimi toplayamıyorum. Bu yüzden en doğru görünen şeyi yapıyorum. Sen bana mümkün olan en büyük mutluluğu verdin. Her bakımdan, elinden gelen her şeyi yaptın. Bu korkunç hastalık gelene kadar, iki insanın bizden daha mutlu olabileceğini zannetmiyorum .” Virginia Woolf'un yeğeni Quentin Bell tarafından kaleme alınan bu biyografi dalga seslerini duymak ve çakıl taşlarının ne kadar ağır olabileceğini anlamak isteyenlere…
Buket Uzuner Everest Yayınları, Roman 2005 yılının yazında İstanbul Atatürk Havalimanı'nda yolu kesişen 15 kişi ve aşk, kentli olma, eşcinsellik, sanat, edebiyat ve azınlıklara dair pek çok hikayenin ötesinde, her şeye ve herkese meydan okuyarak büyüyen Belgin ile Ayhan'ın aşk öyküsü. İstanbullu olmanın ya da olmamanın, öteki olmanın ya da olmamanın dayanılmaz hafifliği ya da ağırlığı üzerine yazılmış bir Buket Uzuner romanı.
Ninni Chuck Palahniuk Çeviri: Funda Uncu Irklı, Ayrıntı Yayınları, Roman Gazeteci Carl Streator, ani bebek ölümleri üzerine bir yazı dizisi hazırlamakla görevlendirilir. Araştırmaları sırasında, ölümler arasında meşum bir bağ keşfeder: Ölüm Şarkısı. Aklından geçirildiğinde bile ölümcül bir silahtır bu. Şarkının hakimiyetine giren Streator, istemese de bir seri katildir artık. Amacı ise daha fazla insanı öldürmek değil, şarkının yayılmasını engellemektir. Çağdaş Amerikan edebiyatının rahatsız çocuğu Chuck Palahniuk'tan bir tahrip kitabı daha.
56
54
Ajda Pekkan'ın 1 numaralı hayranı Dilmener'den bir Ajda biyografisi. 40 yılı aşkın kariyerinde defalarca düşüşe geçen ama her seferinde yeniden zirveye, ait olduğu yere geri dönen süperstar'ın “yıkılmayan, başı hep yukarda, meydan okuyan” hayatının, hayranlarının, hayranlıklarının müzikli öyküsü. Naim Dilmener'in Ajda Pekkan hayranlığını cümle alem biliyordu. Türkiye'nin belki de en büyük 'gay ikonu' Ajda Pekkan'ın biyografisini ondan daha tutkulu yazabilecek kimsenin olmadığını da biz biliyorduk. Doğruymuş!
İstanbullular
Kâğıt Taş Kumaş Murathan Mungan Metis Yayınları, Oyun
Murathan Mungan yeni bir oyun kitabıyla okurun karşısında. 'Kâğıt Taş Kumaş' hem tek başına hem arka arkaya oynanabilecek üç oyundan oluşuyor. Kitabın isminden de anlaşılacağı üzere oyunlar kâğıt, taş ve kumaş temaları üzerine kurulu. Her biri tek başına birer performans metni olarak da adlandırılabilecek olan Kâğıt Taş Kumaş'ta yer alan oyunların ilki, "Sayfadaki Gibi", daha önce Danimarka ve İngiltere'de sahnelenmiş ve yazarın Elli Parça kitabı içinde yayımlanmıştı.
Zifaftan Önce Melih Cevdet Anday (Murat Tek takma adıyla) Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Roman
Lubunya: Transseksüel Kimlik ve Beden Selin Berghan Metis Yayınları, Araştırma Transeksüellerin toplumsal cinsiyet kimliklerini ve bedenlerini inşa ederken, mevcut ataerkil sistemi hangi noktalarda dönüştürdükleri, hangi noktalarda yeniden ürettiklerini soran Lubun ya, Selin Berghan'ın on bir kişiyle yaptığı röportajlardan oluşuyor. Türkiye'de trangendar üzerine yayımlanmış kitapların azlığını düşündüğümüzde Lubunya, büyük önem taşıyor ve “arşivlere mutlaka girmeli” dedirtiyor.
Genç ve güzel bir kadın olan Jale, evlendirilmek istendiği Doktor Veysel Karkara'ya mahcup olmamak için akla hayale sığmaz bir şey yapar. Yaptığı, hayatını ve etrafındakileri çok etkileyecek bir şeydir. Özellikle de kendisini çocukluktan beri seven kuzeni Ressam Vamık'ı. Jale, basit bir amaçla ve pek de düşünmeden attığı bu kördüğümü nasıl çözecek? Ona annesi ve annesinin sevgilisi Salim Kural yardım edecek mi? Yoksa çözüm hiç tahmin etmediği bir kişiden mi gelecek?
Başka Sesler Başka Odalar Truman Capote Çeviri: Ülker İnce, Remzi Kitabevi, Roman
Annesinin ölümünden sonra doğduğu günden beri hiç görmediği babasının yanına gönderilen Joel Knox'un, kendini birdenbire farklı bir ortamda, hiç tanımadığı, fazlasıyla ilginç insanların yanında bulmasını ve masumiyetini yitirme öyküsünü anlatıyor. Truman Capote, yayımlanmış ilk romanı olan Başka Sesler Başka Odalar'da yenilikçi üslubu, çarpıcı betimlemeleri ile edebiyat dünyasına yeni bir soluk getirmekle kalmamış, farklı tarzı ve güçlü kalemi ile 20. yüzyıl edebiyatına damgasını vuracağının ipuçlarını da vermişti.
lezzetli tümörler lokantası küçük İskender Sel Yayıncılık, Şiir
küçük İskender'in 'Dicle ile Fırat', 'Gözyaşlarım Nal Sesleri', 'İpucu Bırakma Sanatı' kitaplarını bulamayanlara 'lezzetli' bir haber. Sel Yayıncılık bu üç kitabı 'lezzetli tümörler lokantası'nda topladı. Aşkın, mücadelenin, algının en ayağı yere basanından başlayıp en uçtaki ruh kırıntılarına kadar inen şiirler küçük İskender'in sırları ya da ona fısıldayacaklarınız…
55
albüm Back to Black Brokeback Dağı Brokeback Mountain Yönetmen: Ang Lee Oyuncular: Jake Gyllenhaal, Heath Ledger 2005, ABD Türkiye'de 18 yaş sınırlamasıyla gösterime giren Brokeback Dağı'nın DVD'sinden umudumuzu kesmiştik. Türkiye dışında nerdeyse bir yıl önce çıkan DVD'sinin Türkiye'ye gelmiş hali beklediğimize pek de değmedi doğrusu. Filmin ekstralarında bulunan “Bir Kovboy Olmak” (5 dk.), “Yürekten Yönetmek” (7 dk.), “Senaristlerle Söyleşiler” (11 dk.) ve “Yapım Belgeseli” (21 dk.) bizi tatmin etmedi. Oysa çıkarılmış sahnelerini düşünmek bile heyecanlandırıyordu. Çift disklik baskısı gelene kadar idare edeceğiz artık, ne yapalım!
Amy Winehouse Universal Sophia Loren'in dişiliği, Edith Piaf'ın sokak tavrı, Billie Holliday'in devrimciliği ve Cher'in androidliğinin birleşimi Amy Winehouse, 'Back to Black' adlı albümüyle kimsenin cesaret edemediği sularda yüzüyor ve olmadık tarzları karıştırarak bizleri bambaşka alemlere götürüyor yine. Sıra dışı düzenlemeleri, jazz, blues, R&B, hip hop ve pop karışımı “tanımsız” soundu ve Amy'nin kendinden emin ve bir o kadar da kırılgan sesi albümü eşsiz kılıyor. İngiliz müzik endüstrisinin “arıza” kadın şarkıcı listesinin tepesine konan ve bu alandaki namıyla bilinen Lily Allen'ı bile “ak pak” kılan Winehouse, bütün marazlarına rağmen Brit Ödülleri'nde “En İyi İngiliz Kadın Şarkıcı” ödülünü alarak büyük yankı uyandırmıştı.
Ay'da Yürüdüm Aşk Kural Tanımaz Unconditional Love Yönetmen: P.J. Hogan Oyuncular: Kathy Bates, Rupert Everett, Lynn Redgrave ABD, 2002 Grace, birlikte geçirdikleri 25 yılın sonunda eşinin kendisini terk etmesi üzerine şoka girer. Hayranı olduğu Victor Fox'un konserine kazandığı biletin, kendisini bu bunalımdan kurtaracağına inanmaktadır. Ancak kader ona kötü bir oyun daha oynar ve Victor, seri bir katil tarafından vahşice öldürülür! Bunca yıl sıradan bir hayat süren Grace, Victor'ın katilinin peşine düşerse ne olur? Hem de Victor'ın erkek sevgilisi Dirk'le birlikte… 'En İyi Arkadaşım Evleniyor'un yönetmeni P.J. Hogan'dan yine eşcinsel karakterli ve Rupert Everett'lı bir komedi. Bu kez kadroda lezbiyen oyuncu Kathy Bates de var.
Göksel Sony BMG "Çocukken kurduğum hayallerin peşine düştüm. Aklıma koymuştum bir kez; en iyi ihtimali gerçeğe çevirebilirdim. Dağları aştım, tehlikeli suları aştım… İçimdeki yabani otları kopardım, şarkı yaptım. Belki de, beni acıtan neyse işte onu unutmak için şarkı söyledim. Öyle mutlu oldum ki! Ayaklarım kesildi yerden, sanki Ay'da yürür gibi…" diyor Göksel 5. albümü için. Onu acıtan ve mutlu eden her neyse bu albümde onu duymak mümkün. Eski Türk filminde oynarmış bakışlarıyla gönlümüzde ayrı bir yer edinen Göksel'in albümü yaptıklarının en iyisi. Özellikle "Yabani Otlar" şarkısı canınızı acıtacak, çünkü hatırlatacak.
Bir Ömür Yetmez Aldatan Yürek The Heart is Deceitful Above All Things Yönetmen: Asia Argento Oyuncular: Asia Argento, Jimmy Benneth, Ornella Muti ABD, Fransa, İngiltere, Japonya, 2004 Hollywood'un çılgın kadınlarından Asia Argento'nun filmi, 7 yaşındaki Jeremiah'ın, başı beladan kurtulmayan annesi Sarah tarafından koruyucu ailesinden geri alınmasıyla başlayan korkunç büyüme hikayesini anlatıyor. Yazar J.T.Leroy'un geçirdiği korkunç çocukluğu anlatan ve satış rekorları kırmış aynı adlı biyografiye sadık kalınarak çekilen filmden sonra, J.T. Leroy diye bir kişinin aslında olmadığı ve her şeyin kurgudan ibaret olduğu ortaya çıkmıştı. Çağımızın en büyük aldatmacalarından birini merak edenlere…
Orijinal film müziği Sony BMG Almodovar filmlerinde müzik neyse Ferzan Özpetek sinemasında da odur. Perdede anlatılamayanı anlatır, taşır. Öyküler kadar önemlidir müzik. Hamam, Cahil Periler ve Karşı Pencere'yi hala unutamıyorsak bunun bir nedeni de müzikleridir. Her yeni Ferzan Özpetek filmi de yıllarca dinleyeceğimiz bir albüm demektir. Türkiye'de “Bir Ömür Yetmez” adıyla gösterime giren ve ayrılamayan insanları anlatan son Ferzan Özpetek filmi Saturno Contro'nun albümünde Neffa, Sofia Loren, Gabriella Ferri ve Carmen Consoli gibi Ferzan Özpetek takıntılarının yanı sıra Nil Karaibrahimgil'in “Pırlanta” adlı şarkısı da bulunuyor. Özpetek'in fetiş şarkıcısı Sezen Aksu ise bu kez Işın Karaca'nın söylediği “Bitmemiş Tango” ile yer alıyor.