KaosGLD99

Page 1

eşcinsellerin kurtuluşu heteroseksüelleri de özgürleştirecektir

KAOS GL Eşcinsel Kültür/Yaşam Dergisi

MART - NİSAN 2008

eşcinsellik ümit ünal’la ‘ara’ ve ‘pembegri’ oyun lar y r&junius fo e k r a p n ke benzersiz mü nzevi: morrise y

dosya: ingolar

kült film: pembe flam

37

5 YTL




KRISTANNA LOKEN

FREDDIE MERCURY

Biseksüel oyuncu. 1979'da New York'ta dünyaya geldi. Norveç asıllı ailesinin New York dışındaki çiftliğinde büyüdü. Babası yazar ve aktör, annesi ise manken olan Loken, daha 13 yaşındayken ailesini, kendisini New York'a götürmesi konusunda ikna etti. Loken, babasının aktörlük yaptığı dönemde bağlı olduğu ajansla kontrat imzalayarak, 'Dünya Döndükçe' dizisinde oynadı. 15 yaşındayken mankenliğe başladı ve "Elite Look Of The Year" yarışmasında üçüncü oldu. İlk oyunculuk deneyiminden üç yıl sonra Los Angeles'e yerleşen Loken televizyon dizileriyle oyunculuğunu geliştirdi. 'Academy Boyz' ve 'Panic' gibi vasat filmlerin yanı sıra 'DC', 'Mortal Kombat', 'Wings Of Gold', 'Just Shoot Me' gibi dizilerde oyunculuk şansını zorlayan Loken, beklediği asıl çıkışı 2003'te oynadığı 'Terminator 3: Makinelerin Yükselişi'yle (Terminator 3: Rise Of The Machines) yakaladı. Loken bu filmde John Cannor'ı öldürmek için programlanan T-X Cyborg'u canlandırıyor ve Arnold Schwarzenegger'dan rol çalıyordu. 10 bin aktrisin arasından sıyrılarak aldığı bu rol Lokan için bulunmaz bir fırsattı, ancak oyuncu bunu çok da iyi değerlendiremedi ve 'BloodRayne' (2005), Lime Salted Love (2006), In the Name of the King: A Dungeon Siege Tale (2007) gibi vasat sinema filmlerinde oynadı. Yeniden TV dizilerine dönen Lokan, geçtiğimiz sene lezbiyenlerin pembe dizisi olarak bilinen 'The L Word'de göründü. Paige Sobel karakteriyle diziye konuk olan oyuncuyu 2008'de de izlemeye devam edeceğiz.

Gey şarkıcı. 1946 Tanzanya'nın Zanzibar adasında Farrokh Bulsara adıyla dünyaya geldi. Sekiz yaşındayken ailesinin daha iyi bir eğitim alması için gönderdiği Panchagni'ye St. Peter's School'da piyano dersleri aldı. Zanzibar'daki 1964 devrimiyle birlikte, 17 yaşında ailesi ile birlikte İngiltere'ye taşındı. İngiltere'de Sanat ve Grafik Tasarım alanında diploma aldı. Londra'ya taşındı ve “Larry Lurex” adını kullanarak 'I Can Hear Music' adlı albümünü çıkardı. Ses getirmeyen bu albümün ardından yakın arkadaşı Roger Taylor ile birlikte küçük bir mağaza açtı. Roger'ın da elemanı olduğu “Smile” adlı grubun ayrılan solistinin yerine geldi. Bir süre sonra John Deacon'ın da bas gitarist olarak gruba katılmasıyla 'Queen' kuruldu. Grubun isim babası olan Freddie Mercury, aynı zamanda sahne kostümlerini ve grubun logosunu da tasarladı. 1973 yılında ilk albümleri 'Queen'i çıkardılar. Mercury, Queen grubunun hit olmuş sayısız şarkısını ve Greatest Hits" albümündeki 17 şarkının 10'unu yazdı. Şarkılarında farklı müzik türlerini bir arada kullanması onun müziğinin karakteristik özelliklerinden biriydi. 70'li yılların sonlarında uzun yıllar birlikte olduğu kız arkadaşı Mary Austin'den ayrıldı ve eşcinsel olduğunu açıkladı. Hatta verdiği bir röportajda gazeteciye "Bir nergis kadar geyim" dedi. Queen ile yaptıkları çalışmalara ilaveten iki de solo albüm çıkardı: 'Mr. Bad Guy' (1985) ve 'Barcelona' (1988). 1983'te tanıştığı Jim Hutton'la ömrünün sonuna kadar birlikte oldu. 1987 ilkbaharında konan AIDS teşhisini kamuoyundan sakladı. İngiliz basını, inkarlarına rağmen Mercury'nin sağlığı ile ilgili olarak yayılan dedikoduların peşini bırakmadı. Ölmeden yaklaşık 24 saat önce bir basın açıklamasıyla HIV pozitif olduğunu söyleyen Mercury, 24 Kasım 1991'de yaşama veda etti. Vasiyetinde yazdığı gibi yakıldı ve küllerinin nerede olduğunu birkaç kişi dışında hiç kimse bilmiyor.

JEANETTE WINTERSON

BRIAN MOLKO

Lezbiyen yazar. 1959'da İngiltere'nin Lancashire kentinde dünyaya geldi. Yoksul ve dindar bir aile tarafından evlat edinildi. İleride Hıristiyan misyoneri olacak şekilde bir eğitim aldı. 16 yaşında ailesine lezbiyen olduğunu açıklayarak evinden ayrıldı. Oxford Üniversitesi'nde İngiliz edebiyatı okudu. Londra'ya taşındıktan sonra, 23 yaşında, ilk romanı 'Tek Meyve Portakal Değildir'i yayımladı. Büyük ölçüde otobiyografik özellikler taşıyan kitap, 1985 yılında "En İyi İlk Roman" dalında Whitbread Ödülü'nü kazandı. Kitap 1990 yılında Winterson'ın uyarlamasıyla televizyona uyarlandı. İngiltere'nin Oscar'ları sayılan BAFTA'da 'En İyi Drama' ve 'Kadın Oyuncu' dallarında ödül alan film, San Francisco Gey ve Lezbiyen Film Festivalleri'nde 'Seyirci Ödülü'nü, TV Filmi dalında GLAAD Medya Ödülü'nü kazandı. 1987'de yayımlanan Napolyon dönemi Avrupa'sında geçen kitabı 'İhtiras'la John Llewellyn Rhys Ödülü'nü alan Winterson, 1989'da eşcinsel ve feminist edebiyatın klasiklerinden biri haline gelen 'Vişnenin Cinsiyeti'ni yazdı. The New York Times Winterson'ın kitabını “Swift'in keskin hicviyle Garcia Marquez'in sihirli inceliğini bir araya getirme becerisine sahip” sözleriyle övdü. 2000 senesinde akademisyen ve BBC radyosu yayıncılarından Peggy Reynolds'la 12 yıllık ilişkisini sonlandıran Winterson, 'The Powerbook' (2000) adlı kitabını yayımladı. Onu 'The King of Capri' (2003), 'Lighthousekeeping' (2004), 'Weight' (2005), 'Tanglewreck' (2006) izledi. Winterson geçtiğimiz sene 'Jackanory Junior' adlı TV dizisinin bir bölümünü yazdı ve 'Stone Gods' (2007) adlı kitabını yayımladı. Halen Doğu Londra, Spitalfields'de giriş katını organik gıda satan bir dükkana dönüştürdüğü müstakil evinde yaşamaya devam ediyor.

Biseksüel şarkıcı. 1972'de Belçika'nın Brüksel kentinde dünyaya geldi. Bankacı babasının kariyeri nedeniyle Lübnan, Lüksemburg, Liberya ve Belçika gibi birçok farklı ülke dolaştı. Babası Brian'ın kendisi gibi bankacı olmasını isterken annesi onun bir rahip olmasından yanaydı. Brian ailesinin eğitimsel, ruhsal ve dinsel baskısı yüzünden bunalımlı bir çocukluk geçirdi. 17 yaşında Londra'ya yerleşti ve Goldsmiths College'da oyunculuk eğitimi aldı. Bir gün metroda Stefan Olsdal'la karşılaşması ve aynı gece müzik yapmaya karar vermeleri ile Placebo'nun temelleri atılmış oldu. “Astray Heart” adlı bir grup kuran ikili davulcu olarak Steve Hewitt'i de aralarına alarak Placebo'nun bugünkü kadrosuna kurdular. Molko'nun biseksüel, Olsdal'ın eşcinsel ve Hewitt'in de heteroseksüel oluşu, özellikle grubun ilk çıktığı yıllarda cinsel kimliklerinin sıklıkla konuşulmasına yol açtı. 1996 yılında 'Placebo' adlı albümleriyle büyük başarı elde ettiler. Bu sayede U2, Weezer ve Sex Pistols gibi gruplarla turnelere çıktılar. Kırılgan ve depresif şarkılar içeren albümleri 'Without You I'm Nothing' (1998) ile hayran kitlelerini genişleterek listelerde ilk sıralara yükselen Placebo, Todd Hayes'ın glam rock temalı filmi 'Velvet Goldmine'da “Flaming Creatures” adlı bir grubu canlandırdı. Üçüncü stüdyo albümleri 2000 tarihli 'Black Market Music'teki politik şarkı sözleriyle dikkat çeken Placebo, 2003'te 'Sleeping with Ghost', 2006'da 'Meds'i yayınladı. Brian Molko bugün fotoğrafçı sevgilisi Helena Berg ve çocukları Cody'le birlikte yaşıyor.


5 kaos gl'den 6 lgbt gündem 10

12ara, sinema&eşcinsellik ümit ünal

16

ev gibis sürmeli

i y ok

17evim, memleketim, kendim can

ayşe düzkan

18gacı evleri 20yırtılmaz bir zarf 22 yurt koridorlarından eve

54

belgin

salih ca

nova

begüm&esra

51

25 bir mayın tarlası olarak ev

56 birlikte

nazım&salih

ünzevi benzersiz m morrisey

52

26

tarkan,

golar mbe flamin kült film: peğlu

umut güner

28

artık y aşıtız evren

a

güven nne soy

fotoromanfoğlu aykan sa

30

50 sinema

dvd'ler, klasikler...

inde ntü’nün peş

27

klaus nomi, xiu xiu, adele...

inas musikiş yıldız tilbe...

selen doğan

‘o görü

sinema

likten ev-ci sulu

48

aykan safo

45 kitap

46 ken parker&junius foy ilham tekcan

ev ödevi, nurdan

i ğe

gürbilek...

lı kokus u ve eş 44 ik si e c ün g n 43 nil’i 40‘pembe gri’ oyunlar

ev-lil

halil, ha

erdal m a

barış

“benim evim senin evin”

tur

m 31 er elliği s n i şcinsell e c z ş u e s t r u am, yersiz y , b ab 39 m e 32 ann k iran’dan ev özgür 3 5 kanada’y lü k d e m 3 endin a ek 8 e ait b ir ev 34 alon od a 1 s 3 36 mathilda piehl

ismail al ac

arsham pars

aoğlu

i

çakır bawer



GL Kaos

hibi na S a ği adı u Ersoy Burc .org

Derne

rc oyabu

osgl

u@ka

rü ve Müdü ı İşleri önetmeni z a Y Y lu SorumGenel Yayın ğur Yüksel U sgl.org ugur@

ka o

u Kurul Yayın foğlu, n Sa a k y ı A l, ak r Ali Ero lu, Bawer Ç , Su nova a C Barış ih r , Sal Ersoy Umut Güne Burcu ları ışman m, k Dan Huku kan Y1ld1r1 a .H 1n, Av a Ayd Av.Oy in Öz m e s a Av.Y ım Tasar Sayfa Birant Emir .org emir@

kaosg

l

rü rdinatö lu s Koo Finan ail Alacao rg m .o l 0s aosg ismail@

k

u umlus e Sor Abon emih Varol S sgl.org

@kao

semih

r nanla a bulu , Katkıd , Aral Tolga z a Yılm zkan, r, Anıl ir, Ayşe Dü cu, re a V em Son Adnan Aylin D erk, Barış rabi, eh ır B Bahad ş, Behruz M unç, aT Başda , Dery Begüm e Kılıçkaya Güvensoy, n Bus can, , Evre m Tek y, Matur Erdal catürk, İlha ge u T n o K aru Fatih oğlu, K ilda Piehl, Alaca th İsmail nt Sağ, Ma s Özcan, e v Le r, Meli n, t Güne , Nil Sorgu e m h ğlu L, Me t, RFS Mıhçıo Murat embe Haya elican, p, P ürm y Cele Can, S mit Ünal, Ogeda ğan, Sera ,Ü im o c a az, D Selen da Benan, T sin Erkaym n Şey z, Ya nep Özca Ö in m y e Yase nsal, Z Yiğit Ü m Yeri Yöneti s GL Kao 29/12 ulvarı emal B - ANKARA K a f a t us ılay 58 Gazi M 06440 Kız 30 03 312. 2 77 n: +90 12. 230 62 o f e l e T gl.org +90 3 Faks: ditor@kaos org osgl. ta: e E-pos p://www.ka htt elik URL: Abon eli bed bone YTL a ) 1 y sa 45 l1k(6 deli i 1 y1l ne be Yurt iç 1k abo da 70 $ ll 1 y 1 a _1 y 1 d € 5 rt 4 Yu ar s 1 ye 70 $ a llowing r o € fo 45 r e fe th t s riod to ank accoun e, tran Pleas scription pe b ubesi ^ r sub i h 4 eni_e kas1Y 11 629705 t i B an 4 Garan TL Hs. No: o: 9089309 N s. 34 USD H . No: 90903 s EUR H 5 1 0 5 1302 ISSN i Resm Kapak nhaal e ll y ke G r & Ja Lee, 2005) Ledge g Heath ountain, An M back Tarihi (Broke Basım 2008 bat 25 ^u Baskı mevi ı Bası si t n rı y A lge ö B i y na ize Sa : 105 Organ 0. Sok. No ra 7 İvedik 7 d. Anka 28. Ca Ostim 5 90 45 9 3 . 2 1 n: 0 3 Telefo Türü Yayın lık) ay reli (2 ü s l re 008 Ye isan 2 Mart-N m Dağıtı t A.^ . a s y a Y

HIV

e teklerd yılık is z. Tek sa u gönderini l sta pu 'lik po e 5 YTL ilere v mültec erilir. d klara, Tutsa cretsiz gön re ü GL, nselle Kaos en + eşci biy e Lez ma Gey v ış Kaos r ve Dayan dır. ı la ın a y ştırm süreli ya in rel Ara Kültü Derneği'n

Kaos GL’den evden kaçamamak uğur yüksel ev sözlüğü akşam: “akşam erken gel eve / mıknatısa tutulmuş demir gibi / kendi zamanını istiyor bizden / hikayemiz” murathan mungan anne: “sarnıçlarda yağmurlar dinlenirken senin için / anne, gül et beni kederine” kaan ince balkon: “herkese bir üşüme kalır kendine düştüğünde / evler yıkılır ve balkon kalır: kötülük / böyle yükseldi” haydar ergülen çatı: “her çatı ev / çadır da / bitmez tasaları / taşıyın sırtınızda” behçet necatigil döşek: “geleceksen / yeni döşekler / sereyim yerlere / dinlenesin diye” sappho duvar: “bakıyorum duvara:/ duvarda bir yara/ duvarda bir resim- / vefat edenin, elimle çizmişim” nazım hikmet eşya: “evlerdesin, dışarılar hüzün, eşyalar ayakta / senden ayrılanı seviyorum, sana kavuşanı seviyorum” şükrü erbaş ev: “kendinin zalimi bir ev / kendinin zalimi bir kadınla / nasıl arkadaş olabilir / biri su diye uzandığında / öteki kül dokunulmazlığında” gülten akın evlilik: “yani işte ocağı her daim tüten bir evliliği de / saygıyla değil, ama hayalle, yenilgiyle istedim” özlem sezer ışık: “ve bu şiirin çağrıldığı çocuk odasında ışıklar yanıyor birden / ölü ev ölü ev ölü ev / şiirden başka bir şey olamaz / bu eve beni döndüren” mehmet yaşin kapı: “mucizeler yaratır zaman / ama gelirse uygunsuz anda / suçluluğun sesiyle kapıyı çalarak / evde yokuzdur” ingeborg bachmann kedi: “Uykusuzluk ve pencerede bir kedi / Gece boyu hiç konuşmadan durdu” özdemir asaf kış: “ben bu kış öyle üşüdüm ki sorma / oysa güneş pek batmadı senin evinde / söyle / ben seni uzun bir yolda yürürken gördüm müydü hiç?” edip cansever minder: “birden hepimizin aklına o denizler gelirdi / ayakta durmayı istemezdik / serin örtülü minderlere otururduk” turgut uyar pencere: “pencerenin lekesiz belleğinde yanan o mor yalaz / lambanın masum düşüncesinden başka bir şey / değildi” furuğ ferruzzad sedir: “büyükannemizin kocaman bakla bir evi, / uzun pencereleri vardı, sedirinde / ölü doğmuş fareler pembeliği” nilgün marmara sofa: “evimizi bağışla tanrım n'olur / dokunma sofamıza / orada gülebiliyoruz ancak / orada adamakıllı susuyoruz / orada ağzımız bizim oluyor / dokunmasak da” bejan matur yatak: “seninle ayrıldığımız günden beri / bunun için yatak odalarımızda / başuçlarımızda su dolu bardakların yanında / mumların yanması gerekmiyor” lale müldür *** Kapağa 'Brokeback Dağı'nı koymamızın nedeni duygusal olduğu kadar politikti de. Duygusaldı: 'Ennis del Mar' Heath Ledger ölmüştü ve filmin bizde bıraktıkları bir yara gibi açılmıştı. Ledger'ın gencecik yaşında gitmesi kadar o yalnız, üzgün ve sevdiği adamın gömleğine sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlayan Ennis'i oynayışını hatırlamak çok dokundu bize. Politikti: Ledger'ın cinsel yöneliminin ne olduğu ilgilendirmiyordu bizi; asıl önemli olan, kariyerinin çok başında Hollywood gibi homofobik bir dünyanın içinde tutunmaya, yükselmeye çalışırken pek çok oyuncunun reddettiği bu rolü kabul etmesi, dahası bir erkeğe aşık bir erkeği öylesine samimi, abartmadan, bozmadan oynamasıydı. Ardından yazılıp çizilenler de onun filmin son sahnesinde gömleğe sarılışının bıraktığı izi anlatıyordu zaten. Pek çok kişinin kafasında eşcinsellikle ilgili yargıları nasıl kırdığını, aşkın yalnızca heteroseksüellere ait olmadığını, homofobileriyle yüzleştiklerini vb... Bir filmin neler yapabileceğinin, dünyayı nasıl değiştireceğinin en iyi örneklerindendi 'Brokeback Dağı'. Zamanında kapak yapamadığımız için çok üzülmüştük ama şimdi Ennis'in gidişinin anısına Ledger'ı özlemle taşıyoruz kapağımıza. *** Gelecek sayı bizim olduğu kadar tüm Türkiyeli eşcinseller için de çok önemli bir sayı olacak. Çünkü yasal süreçle birlikte çıkardıklarımıza öncesini de ekleyince Kaos GL 100. sayısına ulaşacak! Dile kolay: 14 yıl, 100 sayı. Şimdiden çalışmalarına başladığımız, pek çok edebiyatçı, sanatçı ve aktivistten yazı sözü aldığımız 100. sayıyı sizler kadar biz de heyecanla bekliyoruz. Peki ya bu sayıda? Onu da kendiniz bulun artık! Biz size en sevdiğimiz dizelerden bir sözlük yapıp verdik. Kalan bütün ipuçları 'içeride'. 100. sayıda görüşmek üzere…


LGBT Gündem ne dediler? Joker öldü ama kimse gülmüyor Ayşe Özek Karasu Hürriyet Cumartesi, 2 Şubat 2008

ennis artık yok

6

Brokeback Dağı filmindeki Ennis Del Mar rolüyle hafızalara kazınan Avustralyalı oyuncu Heath Ledger 22 Şubat'ta Manhattan'daki evinde ölü bulundu. 28 yaşındaki Ledger'ın ölüm nedeninin aşırı dozda ilaç alınması sonucu kaza olduğu açıklandı. Emily Bronte’nin ‘Uğultulu Tepeler' adlı kitabının kahramanından esinlenerek konulmuş adıyla Heathcliff Ledger 1979'da Avustralya'nın batısındaki Perth'de dünyaya geldi. İlk kez 10 yaşında yerel bir tiyatroda Peter Pan rolüyle sahneye çıktı. Ülkesinde 16 yaşındayken filmlerde oynamaya başlayan oyuncu, 19 yaşında Los Angeles'a taşındı. '10 Things I Hate About You' filmindeki rolüyle dikkatleri çeken oyuncu 'Brokeback Dağı'nda canlandırdığı eşcinsel kovboy rolüyle Oscar'a aday gösterilmişti. 'I Am Not There' adlı filmde Bob Dylan'ı canlandıran aktör, son alarak Batman uyarlaması 'The Dark Knight'da Joker'i oynadı.

“türkiye'de eşcinsel olmak" başlıyor Kaos GL, Mart ayından itibaren "Türkiye'de Eşcinsel Olmak” başlıklı bir söyleşi dizisine başlıyor. 14 hafta boyunca sürecek olan programla, hayatın her alanından ve toplumun her kesiminden lezbiyen, gey, biseksüel, travesti ve transeksüel bireylerin çeşitliliğini ortaya çıkarmak amaçlanıyor. Her ay iki kez Ankara'da gerçekleşecek olan söyleşilere işçi, modacı, öğrenci, sanatçı, HIV +, gazeteci, Kürt, azınlık, yoksul, mülteci, tutsak eşcinseller konuşmacı olarak katılacak. Katılımcının şartlarından dolayı bazı söyleşilerin kapalı tutulabileceğini belirten Kaos GL, program bitiminde bütün söyleşileri bir kitapta toplayacak. Meraklısına: Söyleşi programına dâhil olamayan LGBT bireyler kendi "eşcinsel olma" hallerini yazılı olarak anlatabilecekler. Bu söyleşiler ve söyleşi konuları kapsamında LGBT bireylerin yazılı gönderdikleri tanıklıklar www.kaosgl.org adresinde yayınlanacak.

Bir erkeğin başka bir erkeğe aşık olabileceğine o sahnede inandım. Brokeback Dağı'nın aşık kovboyu Ennis del Mar'ın sevgilisinin gömleğine sarılıp, kokusunu içine çektiği sahnede. Ve ağladım. Bazı homofobikler hikayenin gerçekçi olmadığını söyledi, ama o filmde kurgunun kendi realitesi aşk kokuyordu. Brokeback Dağı'ndaki Heath Ledger, aşık bir erkekti. Başka bir erkeğe aşık bir erkek. O hazin hikayeyi inandırıcı kılan Jake Gyllenhaal'dan çok Ledger'in oyunuydu. Bu da Brokeback Dağı'nı "gey kovboy" filmi değil, bir aşk filmi yapıyordu.

Ennis del Mar öldü... Fatih Özgüven Radikal, 24 Ocak 2008

Evinde uyku hapları almış ya da aşırı doz, öyle bir şey. Orta sınıf tarafım, 'Eyvah şimdi onu buna karşı kullanacaklar' diye alarm verdi. Öyle olmayan tarafımsa, onu hemen 'Brokeback Dağı'nın son sahnesinde ölmüş sevgilisinin gömleğine yüzünü bastırmış ağlarken gördü; sürüyle erkek mutabakatı filmine oranla sayısı çok az olan erkek aşkı filmlerinden birinde unutulmaz bir imge olarak... Eşcinsel olsun ya da olmasınlar, kuşaklarca insanın Ennis del Mar rolündeki Heath Ledger'i bu sahnenin tarif edilemez duygusuyla hatırlayacaklarını, bu imgenin insanların içine işleyeceğini, ola ki bir şeyleri değiştereceğini, bu ince uzun, saz benizli, hep biraz dalgın görünüşlü delikanlının 28 yıllık genç ömrünün de belki sadece bu işe yaradığını düşündüm. Yazılmamış bir Borges hikâyesindeki gibi...

İnsan hakları meselesi kolay hallolur diye düşünüyorsanız ben de size 'Önce eşcinsellerin problemlerini halletmeliyiz. Hani şu yoklarmış gibi saydıklarımızın' derim. Bana göre asıl bölücü olan eşcinselleri saymayanlar. Bunun başörtüsünden ne farkı var ki! Başörtülüler üniversiteye giremiyor. Eşcinseller ise hiçbir yere. İş bulamıyorlar, onlara yaratık gözüyle bakılıyor, arkadaşlık etmek bile ayıp karşılanıyor. Hülya Avşar, 'Hülya' dergisindeki köşesinde…


3. kez homofobiye karşı buluşuyoruz Kaos GL'nin düzenlediği 'Uluslararası Homofobi Karşıtı Buluşma' üçüncü kez homofobiye karşı durmaya çağırıyor.

Kürşad Kahramanoğlu

Aksu Bora

Bu sene 1219 Mayıs 2008 tarihleri arasında Ankara'da gerçekleşecek olan Buluşma'nın teması “İnsan Hakları ve Ayrımcılık” olarak belirlendi. 13-15 Mayıs tarihleri arasında, sırasıyla Hacettepe Üniversitesi Beytepe, Ankara Üniversitesi Cebeci, Orta Doğu Teknik Üniversitesi kampuslarında yapılacak etkinliklerin ardından, 16-19 Mayıs tarihleri arasında ise yine Ekin Sanat Merkezi buluşmaya kapılarını açıyor. Türkiye ve dünyada eşcinsellerin insan haklarının hukuktan sanata, eğitimden sosyal yaşama, her alanda nasıl yok sayıldığının konuşulacağı Buluşma'ya Türkiye'den Aksu Bora, Ayşe Gül Altınay, Hande Öğüt, Kerem Altıparmak, Kürşad Kahramanoğlu, Melek Göregenli, Murat Çelikkan, Murathan Mungan, Oya Aydın, Özlem Altıparmak, Pınar İlkkaracan, Senem Doğanoğlu, Serpil Sancar, Yakın Ertürk, Yıldırım Türker konuşmacı olarak katılacak. Yurt dışından konuklar arasında ise, feminist edebiyatın klasiklerinden 'Utanç Bitti' kitabıyla tanıdığımız Anja Meulenbelt ve AB parlamenteri Michael Cashman bulunuyor.

Melek Göregenli

Murathan Mungan Anja Meulenbelt

Buluşma programı ve ayrıntılı bilgi Nisan ayından itibaren www.kaosgl.org adresinde yayınlanacak. Meraklısına: Buluşma, Dünya Sağlık Örgütü'nün eşcinselliği, hastalıklar listesinden çıkardığı tarihe işaret eden “17 Mayıs Uluslararası Homofobi Karşıtlığı Günü” nedeniyle düzenleniyor.

haklarımız rapora dönüştü Kaos GL kitaplığı genişlemeye devam ediyor. Daha önce aile, lezbiyenler ve biseksüel kadınlar, cinsel sağlık alanında kitaplar çıkaran Kaos GL son olarak Türkiyeli lezbiyen, gey, biseksüel, travesti ve transeksüel (LGBTT) bireylere yönelik ayrımcılığı belgeleyen iki rapor yayımladı. Raporlar Milletvekillerine gönderilecek. LGBTT Bireylerin İnsan Hakları Raporu 2007 Kaos GL, Kaos GL İzmir, Lamdaistanbul, Mor EL Eskişehir ve Pembe Hayat'tan oluşan LGBTT Bireylerin İnsan Haklarını İzleme ve Hukuk Komisyonu'nun, 2007 yılı boyunca lezbiyen, gey, biseksüel, travesti ve transeksüel (LGBTT) bireylere yönelik hak ihlallerini, medya takibi ve komisyon üyesi dernek ve inisiyatiflere yapılan başvurulara dayanarak hazırladığı rapor 'LGBTT Bireylerin İnsan Hakları Raporu 2007' adıyla yayımlandı.

Michael Cashman

Cinsel Yönelim Ayrımcılığı ve Hukuk Raporu Avukat Oya Aydın tarafından hazırlanan 'Cinsel Yönelim Ayrımcılığı ve Hukuk Raporu' ise Kaos GL'nin internet üzerinden ve yüz yüze görüşmelerle düzenlediği “Haklarımız” anketinin sonuçlarını değerlendiriyor. Raporda, Türkiyeli eşcinsellerin yönelimleri yüzünden ayrımcılığa uğradıkları ama ceza, haksızlığa uğrama gibi korkular yüzünden haklarını arayamadıkları belirtiliyor.

Hande Öğüt

Yakın Ertürk

"Bu açıklamalar hakaret içermektedir. Çünkü eşcinseller ve eşcinsellik eylemi Allah tarafından yasaklanmıştır. Bu sözleri söyleyenler haddini aşmıştır. Eşcinselle türban takmayı benzeştirmek akıl, hatta insanlık dışı bir söylemdir. Bu söylemleri dile getiren klinik vakadır. Böyle yorumlarda bulunanlar kendi ruh sağlığını kontrol ettirmeli. Ben bütün Anadolu kadınlarını bu açıklamayı protesto etmeye çağırıyorum. Prof. Dr. Bayraktar Bayraklı, Hülya Avşar'ın yazısına karşılık…


LGBT Gündem 'morel'den fanzin Eskişehir'deki eşcinsel örgütü MorEl Eskişehir LGBTT Oluşumu'nun hazırladığı 'MorEl' adlı fanzinin ilk sayısı çıktı. Fanzine ulaşmak için morel.eskisehir@gmail.com adresine mail atmanız yeterli.

31 ocak'tan mart 2008'e 'ahlaks1z kahraman1m1z art1k yok Her yaptığı, söylediği olay olan, Türkiye'de ahlak kavramını bir oyuncağa dönüştürüp dilediği gibi oynayan, ömrümüzün en güzel Türkçe şarkılarının pek çoğunun sözlerini yazan 'kahramanımız' Aysel Gürel 17 Şubat'ta yaşama veda etti. Gürel, geçtiğimiz yıl Kaos GL'nin düzenlediği “Türkiye'nin 'Gay İkonu'” anketinde dördüncü seçilmişti.

8

çok yönlü bir sanatçıydı 7 Şubat 1928'de Denizli'de dünyaya gelen Aysel Gürel, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi bölümünden mezun oldu. Şarkı sözü yazarlığının yanı sıra, Türkolog, edebiyat öğretmeni, tiyatro oyuncusu ve şairdi. Şarkıları arasında Firuze', 'Ünzile', 'Yalnızca Sitem', '1945', 'Ne Kavgam Bitti Ne Sevdam', 'Değer mi?', 'Zor Kadın', 'Aşk', 'Yanarım', 'Vur Yüreğim', 'Abone', 'Gençlik Başımda Duman' (Ateş Böceğim) bulunuyor.

31 Ocak 2008 Türkiye LGBTT tarihi açısından önemli bir gündü. İstanbul'da Lambdaistanbul LGBTT Derneği'nin kapatılma davası görülürken, Ankara'da travesti ve transeksüelleri haraca bağlamaya çalışıp, evlerini basan, “çete kurarak örgütlü suç işlemek” suçuyla tutuklu yargılanan dört sanık, hakim karşısındaydı. Lambdaistanbul davası bilirkişi raporunu hazırlayacak kişiye ilgili materyallerin mahkemeye ulaşmaması nedeniyle 6 Mart 2008 tarihine, Ankara'daki “resmi olarak çete” davası ise sanıkların tutukluluk hallerinin devamına karar verilerek, dosyaların incelenmesi için 18 Mart 2008 tarihine ertelendi. Meraklısına: İstanbul'da hakim, erteleme kararını ilettikten sonra avukata “Daha önce basın açıklaması yapmışsınız; haberlerini alıyorum, yapmayın öyle şeyler” uyarısında bulunarak “Camları, çerçeveleri de indirmeyin” dedi. Ankara'da ise manzara değişmedi: Sanık yakınları davacı yakınlarına sözlü saldırılarda bulundu. Davacı yakınları başka bir kapıdan, polis koruması eşliğinde adliyeden ayrılmak zorunda kaldılar.

burhan kuzu'ya kart atıldı Antalya Gökkuşağı, Kaos GL, Kaos GL İzmir, KAOSİST, Lambdaistanbul, MorEl Eskişehir ve Pembe Hayat'tan oluşan Anayasa LGBTT Komisyonu 16 Şubat'ta, yeni anayasada “Kanun Önünde Eşitlik” başlığı altında düzenlenecek ilgili maddeye 'cinsel yönelim' ve 'cinsiyet kimliği' ibarelerinin eklenmesini talep eden bir basın açıklaması yaptı. Açıklamada “Hükümet önce, “toplumun her kesimini kapsayan bir anayasa” yapacağını ilan etti. Ardından, Anayasa önerisinin Meclis'e sunulması öncesinde, “toplumun tüm kesiminden sağlanacak katkıları” beklediklerini açıkladı. Fakat biz LGBTT örgütleri olarak taleplerimizi ilettiğimizde özgürlük ve eşitlik için 22. yüzyılı beklememizi söyleyerek, LGBTT bireylerin temel insan haklarını yok saydılar” denildi. Açıklamada ayrıca, LGBTT örgütlerinin Burhan Kuzu'nun, anayasal eşitlik ve özgürlük taleplerini birbirine şart koşarak haklar hiyerarşisi dayatmasını olarak kabul etmedikleri de belirtildi. Ankara'da Kızılay, İstanbul'da Galatasaray postanelerinin önünde yapılan açıklamanın ardından Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu'ya üzerinde “Anayasa'ya 'cinsel yönelim' ve 'cinsiyet kimliği' ibareleri eklensin” yazılı kartlar postalandı.

İnsanların talepleri bitmez. Ama, devlet yönetiminde insanların her talebinin karşılanması mümkün olamaz. Anayasa değişikliği çalışmaları sırasında eşcinsellerin de talepleri oldu. Halen de geliyor. İstiyorlar diye verecek miyiz? Şu anki koşullarda mümkün değil, kamuoyu buna hazır değil. TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı AKP Milletvekili Burhan Kuzu.


gecelerin adamı artık yok Türkiye'ye underground kulüpleri ve gey barları getiren Ceylan Çaplı, efsane mekânı 2019'a adını veren seneyi göremeden 6 Şubat akşamı evinde vurulmuş halde bulundu. 80'lerde eğlence hayatında yaptığı cesur girişimlerle adını duyuran Çaplı'nın mekânlarının müdavimleri arasında Zeki Müren başta olmak üzere çok sayıda ünlü bulunuyordu. Ceylan Çaplı, çalışma hayatına Mersin'de amatör tiyatroyla başlamıştı. 1970'te İstanbul'a geldikten sonra, Ali Poyrazoğlu, Tuncay Özinel gibi isimlerle tiyatro çalışmalarına devam etmiş, 1984'te gece hayatına geçiş yapıp işletmeciliğe başlamıştı. İki yıl Tekila ve Cumba adlı mekânları işlettikten sonra, 1986'da o dönem insanların yürümekten korktuğu, karanlık bir bölge olan Talimhane'de Club 14'ü açtı. 14, Talimhane'nin gece hayatındaki 'ilk ışık' olmuştu. Zeki Müren başta olmak üzere çok sayıda ünlü müdavimi kendine çekiyordu. Çaplı'nın bu yıllarda yaptığı Avrupa seyahati, hem kendi işletmecilik anlayışında hem de Türkiye'nin eğlence sektöründe yeni kapılar açtı. 'Underground' bir kulüp açma fikriyle ülkeye dönen Çaplı, kafasındaki planları 1989'da açtığı Twenty'de (Club 20) hayata geçirdi. 1991'deyse gece hayatında başka bir unutulmayan olan ve Twenty'yi bile geride bırakan Club 19'un kapılarını açtı. Daha büyük bir mekân arayışıysa, onu Maslak'taki 2019'a götürdü. Yakın dostu DJ Mehmet Cavcı'yla bir oto hurdalığını, akla gelmeyecek kaynakları kullanarak dönemin en parlak gece kulübüne çevirdi. 2019, Avrupa'nın da en büyük gece kulübü oldu. Ancak sonrasında yaşadığı sıkıntılar, kulübün 1997'de kapanmasına uzandı. 2005'te kulüplerinin hepsi yıkılan Çaplı'nın, eski Twenty ve 14 adlı kulüplerinin hemen arkasındaki sokakta kendisine ait bir binası vardı. Burada hem DJ'lerine hem de çalışanlarına oturmaları için ev sağlamıştı. Çaplı'nın son dönemde en üst kattaki evini satıp, Beykoz'da bir yere taşınacağı biliniyordu.

Peluş ayı ‘Kraliçe Raquela’ya 58. Berlin Film Festivali Berlinale'de eşcinsel temalı filmlere verilen 'Teddy Bear Ödülleri'nin bu seneki sahipleri belli oldu. En İyi Film Ödülü'nü İzlandalı yönetmen Olaf de Fleur Johannesson'un yönettiği 'The Amazing Truth about Queen Raquela' alırken, İran'daki cinsiyet değişim operasyonlarını çarpıcı bir dille anlatan 'Be Like Others' Jüri Özel Ödülü'ne değer görüldü. Festivalde En İyi Belgesel 'Football Under Cover' (David Assmann, Ayat Najafi) seçilirken En İyi Kısa Film ödülü de ‘Tá'ya (Felipe Sholl) verildi.

istanbul'da hukuk zaferi Beyoğlu Cumhuriyet Başsavcılığı'nın fuhuş yaptığı iddia edilen beş transeksüel hakkında TCK'nin 227/8 maddesindeki "Fuhşa sürüklenen kişi, tedavi veya terapiye tabi tutulur" hükmüne dayanarak açtığı davanın ikinci duruşması 29 Ocak'ta görüldü. Mahkeme, Başsavcılığın talebini geri çevirdi.

türkiye'nin % 88'i homofobik 1981 yılında dünyanın birçok ülkesinde başlayan ve toplumların zaman içindeki değişimini karşılaştırmalı olarak araştıran 'Dünya Değerler Araştırmaları'nın Türkiye ayağının sonuçları açıklandı. Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırma Merkezi'nin yaptığı 'Türkiye Değerler Araştırması' çarpıcı sonuçlar içeriyor. Yapılan araştırmada 'Nasıl bir komşu istemezsiniz?' sorusuna verilen yanıtlar bir hayli düşündürücü. Yüzde 88'i eşcinselleri komşu olarak istemiyor. En basit açıklamayla bu, Türkiye'de yaşayan 70 milyon insanın 60 milyona yakınının homofobik olduğunu gösteriyor. Ankete yanıt verenlerin yüzde 65'i 'nikâhsız yaşayan çiftleri', yüzde 63'ü 'tanrıya inanmayanları', yüzde 30'u 'oruç tutmayanları', yüzde 25'i 'başka anadili olanı', yüzde 9'uysa 'tesettürlüyü' komşu olarak istemiyor. (Şubat 2008)

9


hadise avşar kızının aklından geçenler Hülya Avşar'ın kendi adıyla yayımlanan dergideki köşesinde ettiği laflar bizi önce bir sarstı, sonra da korkuyla karışık bir kuşkuya düşürdü. Ünlüler kervanında homofobisiyle tanıdığımız, hatta üstüne 'Hormonlu Domates Ödülü' bile verdiğimiz Avşar'ın aklından neler geçiyordu da o sözleri söyledi bilemedik. Sözleri samimi mi yoksa yine bir şeylerin peşinde mi diye merak ettik, sorduk: Hülya Avşar bu sözlerle bizim ne kadar yakınımızda duruyor? Bawer ve Sürmelican da yazdı.

bir kırık bebek: hülya avşar sürmelican “Zevkleri başkasının iznine bağlı kişi, ne zavallıdır.” Madonna Fatma Girik'in başrolünde oynadığı bir Türk filmi geldi aklıma. Adını hatırlamıyorum. Girik boşanmış bir kadını canlandırır. Kapıcılık yapmaktadır. Dört çocuğu vardır ve haliyle zor şartlarda yaşamını sürdürür. Her ne kadar alın teriyle para kazansa da çocuklarını bir türlü tatmin edemez ve gün gelir hepsi bir tarafa savruluverir. Her Türk filmi klişesinde olduğu gibi bütün çocukları “kötü yola” düşer. Bunlardan biri zengin bir adamın metresi olur. Günün birinde sevgilisiyle lüks bir lokantaya giden kız, kapıcısı olduğu eski apartman sakinlerini görür. Masaya oturduklarında garsona, keleğinden bir karpuz getirmesini söyler. Adam şaşırır. Sevgilisi kıza sorar: “Neden bunu yaptın”, diye. Kızın cevabı hazırdır: “Onlar bize vaktiyle hep kullandıkları eski püskü eşyalarını verdiler. Ben de onlara layığını veriyorum.” İşte Hülya Avşar'ın bütün alıp veremediği de budur aslında. Çünkü o hiçbir zaman bir orta sınıf olmadı, olamayacak da. Çözümü de eksik gördüğü, bünyesinin hazmedemediği insanlara söverek buluyor. Tacını kimseye kaptırmama pahasına bir taç giyme kriziyle tanıdığımız Avşar kızı, bu keleğin verdiği kuyruk acısıyla saldırır bize yıllarca. Evinde hala o yarışma anının asılı oluşu da bunun somut bir göstergesidir. Tutunma uğruna sivrilttiği tırnaklarını sırtımıza batırarak daha kaç merdiven atlayacağı ise muğlaktır.

10

işti? ne dem “İnsan hakları meselesi kolay hallolur diye düşünüyorsanız ben de size 'Önce eşcinsellerin problemlerini halletmeliyiz. Hani şu yoklarmış gibi saydıklarımızın' derim. Bana göre asıl bölücü olan eşcinselleri saymayanlar. Bunun başörtüsünden ne farkı var ki! Başörtülüler üniversiteye giremiyor. Eşcinseller ise hiçbir yere. İş bulamıyorlar, onlara yaratık gözüyle bakılıyor, arkadaşlık etmek bile ayıp karşılanıyor. Başörtülüler de iş bulmakta zorlanıyor. Çoğu laik; başörtülü arkadaş edinmiyor. Bazıları için insanlıktan çok, görüntü önemli oluyor. İnsan olduğum için hem başörtülülerin hem de eşcinsellerin arkasındayım. Bu iki durum da bence eşit şartlarda yaşıyor. Türkiye'de eşcinseller bedenlerini satacak duruma geliyorlar. Başörtülüler evlerine kapanıp asosyal ve kıt kanaat geçiniyorlar.”

Onun bu oyundan vazgeçmeyeceği kesin ama bizim de en az onun kadar bu oyunu iyi oynadığımız su götürmez. O yüzden sözde jestlerine karnımız tok. 90'ların başında Cem Özer, Hülya Avşar'a veryansın edercesine “Madonna mı ki bu kadar hava yapıyor” demişti. Oysa o yıllarda çekilen 'Berlin in Berlin' filminde canlandırdığı mastürbasyon sahnesiyle yeteri kadar Madonna'ya gönderme yapmıştı. Aynı yıllarda Madonna'nın 'Arzulu Sarışın' turnesinde gösterdiği mastürbasyon performansı ise Hülya'ya jest niteliğindeydi. Hülya Avşar kazandığı paralarla ve bir şekilde bizi kendisine alet etmesiyle hiç kuşkusuz 'Türkiye'nin Madonna'sıdır. Belki sırf bu paslaşmalarla o sıfatı hak ediyor. Hâlbuki iki ülke arasındaki farklılıkları yok saydığımızda, birinin astarının diğerinden farkı olmadığını görürsünüz. Madonna gibi olmak elbette onu affettirmeyecektir ama var oluşunun temelinde aynı kaygı ve arzuların açığa çıkacağı kesindir.

Eşcinseller ise tüm pop ikonları için sadece malzemedir. Ama bu malzemeyi fark etmek ayrı bir zekâ işidir. İkisine tüm takdirim bundandır. Aynı takdiri fındık fiyatlarını dibe düşürüp de yine o yerden oy alabilme başarısını göstermiş mevcut iktidara da gösteriyorum. Çünkü hepsi attığı kazıkları unutturabilme kurnazlığına sahiptir. Aynı kurnazlığı bizim kullanamayışımızı ise dürüstlüğümüze yoruyorum. “Güzellik ise aradığın yerdedir. Sadece yıkıp geçtiğin değil.” O vakte kadar, “o pozda kal!”


hülya neden böyle? bawer çakır takvimler 2005 yılını gösterdiğinde, ülkenin en güzel ve akıllı kadını olduğunu her seferinde iddia etmekten çekinmeyen süper ego hülya avşar, perihan mağden'in ses getiren kitabı 'iki genç kızın roman'ından sinemaya uyarlanan kutluğ ataman filmi 'iki genç kız'da oynamış ve yine… yeni… yeniden… ülke gündemine oturmuştu. bu, avşar kızı'nın yabancısı olduğu bir durum değildi elbette. ancak filmle ilgili açıklamalar yapmaya başladığında işin rengi hem kendisi hem de bizler için değişmeye başladı. avşar, üçüncü bir cinsin geldiğini ve bundan endişe duyduğunu söylüyordu. elbette ki bu bahsettiği “üçüncü cins”, lezbiyen, gey, biseksüel, travesti ve transeksüel bireylerden başkası değildi. elimde net bir istatistikî bilgi yok; ancak, avşar gibi ünlü birinin ağzından çıkan bu cümlelerin kaç kişinin hayatını olumsuz etkilediğini kestirebilecek kadar deneyim ve öngörü sahibiyim. avşar'ınki değilse bile daha önce bu tip çamlar deviren insanların benim hayatıma etkisini anımsıyorum. bu açıklama çok ilginç bir şekilde o yıl ilk kez verilecek olan 'hormonlu domates homofobi ödülleri'ne denk geldi ve avşar bu açıklamasıyla “en homofobik oyuncu” dalında açık ara birinci olarak ilk 'hormonlu domates'in sahipleri arasına adını yazdırdı. ödül törenine gelmediği için adına ödülü özlem adlı arkadaşımıza vermiştik. kendisi bir süre sonra vefat etti. (yeri gelmişken onu da analım. nur içinde yatsın…) hiçbirimiz avşar kızı'nın sözlerine şaşırmamıştık ama işte yine de içimiz acıyor, canımız sıkılıyordu. umudumuz 'hormonlu domates'in işe yaraması ve beklenen değişimi başlatmasıydı… hülya derdini(mi) söyle… başlattı da… medyada, lgbtt camiada ve birçok alanda homofobi gündem olmaya başlamış, bir çok gazetede konuya dair olumlu yazılar çıkmış ve az da olsa bir pozitif dönüşüm başlamıştı. 'hormonlu domates ödülleri' ve r i l m e ye , o n u r y ü r ü y ü ş l e r i ve e t k i n l i k l e r i düzenlenmeye, homofobiye karşı buluşmaya, d e r g i l e r i m i z l e , ya y ı n l a r ı m ı z l a , s i t e l e r i m i z l e , sözlüklerimizle bu illete karşı argüman geliştirmeye, bireylerin oluşturduğu koca bir kitle olduğumuzun idrakine varmaya başlamıştık. başlamıştık ki hülya avşar bir kere daha geldi ve “hoop!” diyerek gündemimize oturdu. bu gündem hem ülkenin, hem de lgbtt camianın gündemiydi tabii ki. avşar kızı önce, “hülya avşar stüdyosu” adlı programına ilga eski genel sekreteri ve birgün gazetesi yazarı kürşad kahramanoğlu'nu ve eşcinselliğin idamla cezalandırıldığı iran'dan kaçarak ülkemize sığınan emisa adlı transeksüeli çıkartarak

“gündem” yaratmış ve ardından hepimizi şaşırtan açıklamalarda bulunmuştu. ancak avşar kızı bu kez öyle bir şey söylemişti ki hepimizin yüzünde çiçekler açmasına sebep oldu. kendi adını verdiği ve bu alanda da bir ilke imza atarak bu tarz yayınların önünü açtığı dergisi hülya magazin'deki köşesinde yer alan “insan hakları meselesi kolay hallolur diye düşünüyorsanız ben de size 'önce eşcinsellerin problemlerini halletmeliyiz. hani şu yoklarmış gibi saydıklarımızın' derim” cümleleri bir anda hepimizin gözünü bir kez daha, ama bu kez daha öncekilere benzemeyen bir yerden hareketle sarf ettiği sözlerine çevirtti. avşar kızı bu sözlerle “hormonlu domates”in işe yaradığını, dönüşüm umudunun çok da uzak olmayan bir yerde olduğunu müjdeledi. hülya gönlümü eyle… avşar'ın bu açıklamasının ardından kimileri zil takıp oynarken, kimileri de tedbiri elden bırakmadı ve sakinliğini koruyarak “hım…”ladı. ancak, avşar'la aynı yıl hormonlu domates almış olan takvim gazetesi yazarı prof. dr. bayraktar bayraklı köşesinde avşar'a ateş püskürdü ve 'nasıl olur da başörtüsü ile eşcinselliği aynı kefeye koyarsın' diyerek homofobisini kustu. avşar kızı için başlayan dönüşümün takvim gazetesi için yakın tarihlerden birinde başlamayacağı çok açıktı. anaakım medyada kendine yer bulmakta güçlük çeken, rtük yollu sansür nedeniyle sesini, varlığını ekranlardan ya da gazete sayfalarından topluma ulaşma imkanı olmayan bizler için avşar'ın sözleri nereden bakarsak bakalım çok önemli. lezbiyen, gey, biseksüel, travesti ya da transeksüel olduğu bilinen ama bu konuya dair bir kelam etmekten imtina eden sayısız ismi düşününce hele daha bir anlamlı. tedbirli olmalıyız muhakkak ama bu değişime de sırtımızı dönmemeliyiz derim. 365 gün 6 saatlik bir zaman diliminde duyma olasılığımızın pek de çok olmadığı cümleler bunlar ve söyleyen kadar söyleteni de önemli. yaratacağı etki de… oldukça özgürlükçü bir pencereden bakan avşar'ın sözleri bize tutunacak bir dalımızın olduğunun da işareti olabilir. ve bundan sonrasında bizler avşar'ın bu cümlelerinin ardının gelmesini, sözlerin yanında icraatlarını de beklediğimizi kendisine ifade etmeliyiz. çünkü lgbtt bireylerin kendi seslerinin yanı sıra bu mücadeleye ve varoluşa destek veren başka seslere de ihtiyacı var ve bu, gün gibi ortada. sırf popüler diye bize uzanan bir eli sıkmamak ise ne adabı muaşerete ne de tahayyül ettiğimiz hoşgörülü dünyaya uyar. şimdi artık avşar'ı 29 haziran 2008 pazar günü istiklal caddesi'nde dalgalanacak olan gökkuşağı bayrağımızın ucundan tutmaya davet etmek ve gelmesini ummak kalıyor geriye. gelmemesi olası ama davet etmek bizlere bir şey kaybettirmez değil mi? hem bardağın dolu tarafına bakmak ve umutlanmak varken, boş tarafına bakıp ümitsizleşmek niye?

11


antrakt

12

ğil; e d in iç k a r alm e y a d a m e in “eşcinsel s kendi derdimi anlatmak için Ümit Ünal 2007'nin Mayısında bir film çekti: 'Ara'. '9' adlı filmini gösterdiğimiz Onur Haftası etkinliklerinde çekimlerine devam ettiği bu filminden bahsettiğinde çok heyecanlanmıştık. Nihayet filmin bittiği haberini alır almaz, ellerimizde sarımsak turşusuyla kapısında belirdik. Ünal, bizi kırmadı ve filmini bu kez de bizimle izlemeye oturdu. 'Ara' kaybedecek bir şeyi olan insanların hikayesini anlatıyor. Lafı fazla uzatmadan sizi Ünal'ın sözcükleriyle baş başa bırakıyoruz. aykan safoğlu & bawer çakır

kullanıyorum eşcinselliği” Boşluğun hikayesi Arada kalma hissini anlatabilmek için başladım yazmaya. 'Ara' sözcüğü Türkçe'de pek çok anlama gelmekte. İngilizce'de de bir sürü kelime ile karşılanabilir bu anlam. Filmde de pek çok sahnede her anlamıyla kullanıyorum ve hissettiriyorum 'ara'yı. Evliyken sekiz sene boyunca oturduğum evden taşınırken, bu evde neler yaşadığımı düşündüm. O evdeki sevişmelerin öncesi ve sonrasından bile bir film çıkabileceğini sonra... Bu, aklıma gelen ilk fikirdi. Fakat beni bu senaryoyu yazmaya iten asıl şey; bizim kuşaktan itibaren Türkiye'nin çok acayip bir şekilde değişmesiydi. Daha zenginleşti, daha atıllaştı ve daha kolaylaştı her şey. Oysa bizim çocukluğumuzda her şey daha mütevazıydı. Filmde de söz ediliyor zaten; elektriklerin kesildiği, haftada bir tavuk yenilen ve muz satın alınamayan bir ülkeydi. Bir kuşak sonra ülkemiz çok değişti ve zenginleşti. Bununla birlikte insanların hayatı da... İnsanların yoksul ve orta halli hayatlarının inanılmaz hızlı değişimler geçirdiğini gördüm. Bir anda zenginleşen, hırs


yapıp, daha çok kazanacağım ve daha çok tüketeceğim diyen insanlardı onlar. Her şeyin sonunda kırk yaşına geldiklerinde “Ben kimim, ne yapıyorum?” diye sordular kendilerine ve hayatlarına anlam verecek bir şey bulamadılar. Benim kuşağımın çok ciddi manevi boşluklar yaşadığını düşünüyorum. Önceki kuşaklarda siyasetle doldurulan boşluk, bizim kuşağımızda yerini hiçbir şeyle doldurulamayan bir hisse bıraktı. Bir kısmı bu boşluğu seksle doldurmaya çalıştı, bir kısmı dine döndü, kendini eşyaya ve paraya vuranlar oldu. Tabii intihar edenler de... Ölenler, kalanlar, alkolle ve uyuşturucuyla geçiştirenler… Biraz bunu anlatmaya çalışıyorum 'Ara'da. Filmdeki 4 kişi arasında bir aşk alışverişi var. O, onu seviyor; o, diğeriyle sevişiyor. Lakin bu aşk döngüsü, anlatmak istediğim konunun sadece fonu. Asıl anlatmak istediğim hayatımdaki boşluğun hikayesi. Filmdeki iki çocukluk arkadaşı adam, 40'lı yaşlarına geldiklerinde bir masanın etrafında hayatlarının muhakemesini yapıyorlar. Biri yenik çıkıyor bu sorgu-savaştan. Filmde anlatmak istediğim şey o aslında. Bir nevi filmin özeti gibi… Geri kalan her şey asıl konunun fonu. Dengelerdeki mecaz İyi yazılan her şey zamanını aşıp, gelecek nesillere ulaşıyor. Edebiyatta da oluyor bu. 19. yüzyılda yazılan bir kitap 20. ve 21. yüzyıllarda da kendini var edebiliyor. Ben de buna dikkat ediyorum elimden geldiğince. '9'da da hem çok kişisel hem de çok yerel olduğunu sandığım bir meseleyi anlatıyordum. Ama öyle bir hale geliyor ki, o hikayeyi okuyan birisi çok evrensel bir hikayeyi de anlayabilir. 'Ara'da bu ne kadar olur bilmiyorum, ama yapmaya çalıştığım, umduğum böyle bir şey yaratmaktı. İzleyen, okuyan bir yandan çok kişisel ve çok yerel bir konu görebilirken, dıştan bakan birisi oradaki dengelerde, ilişiklerde bir tür mecaz bulabilsin istiyorum. Bunun en güzel yanı, senin yazdığın sırada doğan insanların yıllar sonra gelip yazdığınız şeyi çok beğendiğini söylemesi. 'Teyzem'de böyle olmuştu örneğin. 1986'da yazdığım bir senaryoydu 'Teyzem' ve 1985'de doğmuş biri gelip senaryoyu çok beğendiğini iletmişti bana. Yapmak istediğim de bu. 'Ara' böyle olabilir mi? Keşke olsa… 'Ara', Türkiye'nin son 30 yılına göndermeler içeriyor '9' tek mekan değildi, neredeyse tek açı filmiydi. Tek açıdan görüyorduk filmi. Kameranın açısı dahi değişmiyordu neredeyse. Hep aynı ışık, hep aynı kadraj… Biraz yakınlaşıyoruz, biraz uzaklaşıyoruz. Arada da küçük amatör kamera görüntüleri vardı. '9'da yapmak istediğim, o kadar mikro bir bakış açısından geniş bir yere ulaşmaktı. Filmde her karakter bir grubu temsil ediyordu bir şekilde veya bir grubun

metaforuydu. Eski solcu, dindar baba, gey bir esnaf, serseri bir çocuk, bir anne, deli bir kadın gibi insanlardan oluşan bir topluluk. Filmin iki kadın karakteri de bir şekilde canavarlaştırılmış ve ötekileştirilmiş karakterlerdi aynı zamanda. Biri Yahudi, sokaklarda çıplak gezen ve herkesin tecavüz ettiği bir kadın, diğeri de eve kapatılmış, başı örtülmüş, cinselliği yok sayılmış bir kadındı. Filmde bu dar delikten bakıp bir panorama bakışı elde etmek istemiştim. 'Ara', o anlamda daha anlaşılır diyebilirim, ama kendi kişisel tarihim üzerinden… Çünkü 'Ara', Türkiye'nin son 30 yılına göndermeler içeren bir film. 'Ara'daki maço karakter de gey karakter de benim! 'Ara'daki bütün karakterlerin ağzından sanki kendim konuşuyorum. Oradaki maço karakter benim, gey karakter de benim. Hatta kadının “Arada kaldım” dediği sahnelerde bile kendim konuşuyormuş gibi hissediyorum. Orda da dediğim gibi, o odanın perspektifinden bütün bir ülkeye göndermeler var. Hikaye 10 yıl içerisinde geçiyor ama onun ötesinde 30 yıla bakmaya çalışan bir hikaye aslında. Ben sonuçta biseksüelim. Ama bunu reddetmek için gençliğimde bir sürü şey yaptım ve mutsuz da oldum. İlk ilişkimi bir erkekle yaşamıştım. 1 yıl sürmesine rağmen bunun geçici bir şey olduğunu kendime kabul ettirebilmek için çok uğraştım. Bir yandan kadınları da çok sevdim. Evlendim, çocuklarım oldu. Çok da aşıktım. Filmdeki karakterim aksine bir maske olsun diye değildi. Ama karımdan ayrıldıktan sonra bir erkek arkadaşım olduğunda ilk önce kendimi çok garipsedim. Bununla da barışmam bayağı bir zaman aldı. Ben yine de kendimi bir sürü insana göre çok şanslı sayıyorum. Çünkü filmdeki karakter gibi, ikiyüzlülük içerisinde yaşayan insanlar oldu etrafımda. Misal, gey karakterin karısı kendisini sevmeyen bir adamın bebeğini doğurmak istiyor. Ben biraz şanslıydım. Kendi işimden ve çevremden dolayı bir şekilde bir şansım vardı. Ama kendi içimde çok büyük şeyler yaşadım. Ben de gerçekten 35 yaşımdan sonra 40'ıma gelirken bu konuyla barıştım. Biraz onu anlatmaya çalışıyorum. O adamın masa başında söylediği şeyler aslında kendime dair söylediğim şeyler. Bir hikayeyi kurcalama hissiyatı Filmin aslında en maço karakteri Ender. Kendimce ona bir ceza kesiyorum. Onun gibi hissettiğim zamanlar da oldu. Tam tersine, gizli gey karakter gibi hissettiğim de... İkisini birden anlatmaya çalıştım. Ama aslında gey karakter en acımasız karakter bir manada. Aynı zamanda da kendince çözüm oluşturabilmiş, hayatını kurabilmiş tek karakter. Mutlu mu bilmiyorum ama filmin asıl sorunu onda yatıyor. Maço karakter ve onların

13


ilişkilerinden çok, neden böyle olduğunu kurcalama derdi var filmin. Hepimiz aynı sapıklığı yaşıyoruz Doğamızda var biraz bu. Benim için filmin önemli diyaloglarından biri şuydu: Adam sevgilisinin kendisini aldattığını biliyor. Sevgilisi olan kadını elde edemeyeceğini düşünüyor ve o da bir başka kadınla sevişiyor. Seviştiği bu kadın ise en yakın arkadaşının karısı. Ona şu soruyu soruyor: “Başkasını sevmezsin değil mi?” Kadın, “Kimi?” diye soruyor. Adam “Beni” cevabını veriyor. Hani kadın sevse, diğer kadından vazgeçecek ve belki de birlikte takılacaklar. Bence biraz bunun üzerine kurulu ilişkiler. Ben gey ilişkileri de bundan ayırmıyorum. Bence hepimiz aynı şeyleri yaşıyoruz. Her iki cinsle de uzun ilişkilerim oldu. (Gülüyor.) Filmdeki karakterlerin dördü de erkek olsaydı bir şey fark etmeyecekti. Kadın da olsalar aynı şeyler cereyan edecekti. Çok benzer bir his bu sahiplenme ve sahiplendiği şeyi hayatında tek kılma. Bu nedendir bilemiyorum. Belki de insanlığın sapıklığı…

modda yaşıyor. Fakirlerin sınıf atlama imkanı daha zor. Ama misal, bir öğretmen çocuğuysan “yırtman” daha kolay… Ama asıl sorun daha iyi yaşayayım, daha çok kazanayım derdinde. Örneğin görgü kuralları kitabında “Balık ancak elle yenebilir. Eğer elle yiyemeyeceğiniz bir sofradaysanız balığı yemeyin” denir. Ama bunlar tam da orta sınıf kaygıları. Çok zenginler ya da çok fakirler bu görgü kurallarını umursamazlar. Bir şey olmaya çalışmazlar. Kaybedecek bir şeyleri olmadığı için. Ama orta sınıfın kaybedecek bir şeyi vardır. Sırf onlar için de bu görgü kuralı diye bir şey yaratılmış. 'Onur haftası'nda filmimi göstermek olumlu bir deneyimdi Ben aslında bir şemsiyeye girmek için yapmıyorum filmlerimi. Benim derdim tamamen kendi dertlerimi bir şekilde dillendirmek. Ta 22 sene önce bir senaryo yazdım: 'Teyzem'. Teyzem filminde çok ciddi bir şekilde kendi hayatımdan bahsediyordum. 20 yaşındaydım. O dönem, sinemanın ya da senaryonun tekniğini bilmiyordum ama benim canımı çok acıtan bir şey yaşamıştım. Onu insanlarla paylaşma, bir şekilde “Böyle bir şey oldu, siz ne

'Ara'daki bütün karakterlerin ağzından sanki kendim konuşuyorum. Oradaki maço karakter benim, gey karakter de benim. Hatta kadının “Arada kaldım.” dediği sahnelerde bile kendim konuşuyormuş gibi hissediyorum. ara

Erkeklerden hoşlandığımı biliyordum ama… Zaten karakter yıllarca annesinin öleceğini, asker babasının bunu kaldıramayacağını düşünerek kendine de itiraf edememiş yıllarca. Ettiği zaman da sadece saklamayı tercih etmiş. Bunun gibi bir sürü insanla tanıştım. Kendim de öyleydim. Erkeklerden hoşlandığımı biliyordum ama bunu hiçbir zaman kendime yediremedim. Kendime dürüst olamadım. Olamadığım için de doğru dürüst yaşayamadım gençliğimde. Bence bu, ülkemizin bir gerçeği. Sadece bu ülkenin gerçeği de değil. Özgür dediğimiz Avrupa ülkelerinde bile orta sınıf olduğunuz zaman bu gerçekle karşı karşıyasınız. Çok yoksullar ve çok zenginler cinselliklerini çok rahat yaşıyorlar. Ama orta sınıf olduğunda, orta sınıf değerleri insanın hayatını mahveden mekanizmalara dönüşüyor. Onu anlatmaya çalışıyorum. Orta sınıfın kaybedecek bir şeyi var Yırtmak fikri orta sınıfa ait bir şey. Zenginlerin ya da yoksulların bu konuda bir gayesi yok. Memur, asker ya da esnaf çocuklarının birbirine o kadar benzeyen kaygıları var ki, hepsi aynı yere sıçramak istiyor. Çok daha zenginler ya da çok daha yoksullar başka bir

diyorsunuz?” deme derdim vardı. Ve yıllar içinde ben de sahte, ticari işler yaptım. Ama yıllar sonra bakınca en çok hatırlanan işlerim 'Teyzem' ve '9' oldu. '9'da da hemen hemen her karakterin ağzından bir takım canımı acıtan şeyleri söylemeye çalışıyordum. Tam olarak ne yaptığımı bilmeden bir şeyler yaptım. Kimseyle oynamadan, kimseye gösteriş yapmadan gerçek bir dert anlatmaya çalıştım. Hayatta asıl yapmaya çalıştığım da böyle bir şey. İçerik temelli dersek 'Ara' çok daha gösterişli çekilebilirdi. Çok daha para kazanmaya çalışılıp daha sinemaya dair usturuplu şeyler yapılabilirdi. Ama beni işin tekniğinden çok içeriği ilgilendiriyor. Kendime dair ilginç bir şey söylüyorsam ki birçok şeyi ben de yazdıktan sonra keşfediyorum-, o söylediğim şey, ne anlatmak istediğimi aynı şekilde yazdıktan sonra bulduğumu gördüğüm şeyler. Beni rahatsız eden olaylar, imajlar var. Bunlar beni neden rahatsız ediyor diye bakıyorum. Eşcinsellik bunun sadece bir parçası. Eşcinsel sinema çerçevesinde yer almak için değil, kendi derdimi anlatmak için kullanıyorum eşcinselliği. '9'u çekerken evliydim ve çocuğum vardı. Orda yazdığım karakter tam da o sırada kendi içinde bulunduğum durumu anlatıyordu. Eşcinsel olmak tam bir kabustu. Üç sene önce kendi kendime itirafta bulundum ve ilk defa uzun bir ilişkiye başladım erkek arkadaşımla.


Ben de bir sürü şeyi bu süreçte kabul edebildim. Misal 'Onur Haftası' etkinliklerinde filmimi göstermek, orda bulunan LGBT seyircilerin önünde konuşmak benim kendimi aştığım bir noktaydı. Kimse fark etmemiş olabilir ama benim için büyük bir açılımdı. Bir yandan da çok olumlu bir deneyim oldu benim için. Hem kendimi açma hem de olumlu tepkiler alma anlamında çok anlamlıydı. Kendi dertlerinden bahseden insanlar… Çocukluğumuzdan beri “Çocuklar her şeye karışmaz!”, “Sen sus, sen anlamazsın!” diye büyütülüyoruz. Dolayısıyla sanat da öyle bir noktaya geliyor ki Türkiye'de, çok kendi içinde mız mız bir şey oluyor. Gerçekten de suya sabuna dokunmuyoruz, hiçbir şey söylemiyoruz. Ya da tam tersi soytarılığa dönüşüyor. Ama aslında yine bir şey söylemiyor. Kendi dertlerinden bahseden insanların başka insanların dertlerine de ışık tutabileceğini, sanatın da kendi aramızda bir sohbete dönüşebileceğini düşünüyorum. '9'da yapmaya çalıştığım şey buydu: İnsanlara bir şeyler anlatmak ve onlardan da bunun karşılığını beklemek... 'Ara'yı çok maço insanlar da izledi. Gey seyircinin de hoşuna gidebilecek bir filmken geylikle uzaktan yakından ilişkisi olmayan insanlar da izledi ve çok da s e v d i l e r… Ç ü n k ü o n l a r ı n d ü n y a s ı n d a n bahsediyordum. Ama mesela bu insanlara bunu anlatacak başka bir film yok.

yıllar önce benim yaptığım bir kısa filmi izlemiş ve Adorno'dan bir alıntı yaparak, “Bu çocuklar mutsuz ama mutsuzluğunu bilmek de bir mutluluktur” demişti. Kafka'yı okursanız, belki de dünyanın en karanlık hikayelerini yazdığını görebilirsiniz. Bir yazarın bu denli mutsuz olduğunu görmek büyük bir mutluluk benim için. Bu denli sahte mutluluk hikayesinin arasında gerçek bir mutsuzluk görmek... 'Ara'da umut yok belki; sonunda kötüler kazanıyor, çıkışsız bitiyor ama yeter ki seyirci, birileri bunu anlamış, fark etmiş diye düşünsün. En büyük umut… Hayatımda yazmanın yeri çok büyük. Çocukluğumda hayatı gerçek ilişkilerden önce kitaplardan, sonra filmlerden anladım. Dünyada doğuyorsun, hiçbir şey bilmiyorsun. Birisi geliyor ve onu keşfediyorsun. Orda bambaşka bir dünya olduğunu görüyorsun. Ben tamamen sanat aracılığıyla hayatı anladım ve yazmaya başladım. Dünyada en büyük umut yazmak, çizmek... En azından seni anlayacak birilerinin olduğuna inanmak. Şimdi yoksa bile ilerde olacağına inanmak. İnsanlık ne kadar kötü durumda olsa bile, aslında “insanlık” denen şeye inanmak bir anlamda da. Böyle bir derdim var işte hayatta. Böyle bir şeye ulaşmak… Bir şekilde umuttan bahsedeceksek en derin anlamıyla böyle tanımlanabilir.

'Anlatan' filmler Filmlerim ticari filmler olmadığı için çok büyük kitlelere ulaşamadı. Ama yine de '9', Türkiye'nin en zengin insanlarından Yapı Kredi Bankası'nın önünde dilenen çocuklara kadar çok farklı kesimler tarafından sevilen bir film oldu. Yolda durdurup, evine yemeğe çağıran, hayran olan insanlar vardı. Hayran olmak için de anlamak gerek zaten.

Gerçek bir mutsuzluk görmek, gerçekten mutluluk verici 'Bilincine varma' bile bir şey aslında. Ünsal Oskay

Ümit Ünal kimdir? 1965'te İzmir, Tire'de dünyaya geldi. Dokuz Eylül Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema-TV bölümünü bitirdi. Okul sırasında yaptığı kısa filmler çeşitli ödüller aldı. İlk senaryosu 'Teyzem'le, Milliyet Gazetesi Senaryo Yarışması'nda 'Birincilik Ödülü' aldı ve senaryo, Halit Refiğ tarafından filme çekildi. 'Milyarder', 'Hayallerim, Aşkım ve Sen', 'Arkadaşım Şeytan', 'Piano Piano Bacaksız', 'Berlin in Berlin', 'Amerikalı', 'Yaz Yağmuru' filmlerinin senaryolarını yazdı. İlk filmi '9'u 2001'de yönetti. Pek çok festivalden ödüller alan film, 2003 yılı Yabancı Film Oscar'ı için Türkiye'nin adayı seçildi. 2004 yılında senaryosunu yazdığı 'Anlat İstanbul' adlı filmi 4 farklı yönetmenle birlikte yönetti. Üç kitabı yayımlandı. Son filmi 'Ara' 14 Mart’ta gösterime girecek.

15


yazıhane

ev gibisi yok sürmelican canyaman787@hotmail.com

Günün birinde Amerika'nın Kansas eyaletinde büyük bir fırtına kopar. Belli ki Orta Amerika'nın o meşhur hortumlarından biri etrafı tozu dumana katacaktır. Ancak herkesin saklandığı bir ortamda küçük bir kız dışarıda kalır. Hâlbuki kızımız Dorothy o gün evden kaçmaya karar vermiştir. Bunun hata olduğunu anladığındaysa iş işten çoktan geçmiştir. Koca bir kasırganın ortasında kalan kız, eve vardığında kimseyi bulamaz. Tam o sırada hortum tüm gücüyle evi yerinden söker ve bilinmez bir diyara götürür. Dorothy artık başka bir yerdedir. Orası, gökkuşağının üzerindeki ülkedir.

16

Ev ve yol kavramlarının olağanüstü metaforlarla süslendiği bu küçük hikaye, çocukluğumun en sevdiğim romanlarından biri olan 'Oz Büyücüsü'nden bir alıntı. Her ne kadar bir eve dönüş hikâyesi gibi görünse de, yazıldığı dönem itibariyle Amerika'nın yaşadığı büyük buhrana bir gönderme aslında. Romanın ilerleyen bölümlerinde Dorothy'nin tanışacağı bostan korkuluğu, teneke adam ve korkak aslan, dönemin çiftçisi, işçisi ve işvereninin ironik bir dille tasviri; elbette altının ve umudun simgelendiği sarı tuğlalı yolla birlikte. Bu hikâyede bir başka özdeşim yapılan kitle ise hiç kuşkusuz eşcinseller. Eşcinsellerin kimlik arayış sürecini çağrıştıran ve önlerine çıkan engellerden tutun da birlikte yol aldıkları insanların en az kendileri kadar hayata yenik başladığını gözler önüne seren roman ve daha sonra çevrilen filmi, ABD'li eşcinseller tarafından eşi bulunmaz bir kurtuluş manifestosuna dönüşmüştür. Öykü o kadar derin bir iz bırakmıştır ki Dorothy'yi canlandıran oyuncunun (Judy Garland) ölümüyle, eşcinsel mücadelenin isyan bayrağını açışı aynı güne denk gelmiştir. Bizim hikâyemiz ise ne Dorothy'den ne de Amerika'daki eşcinsellerden farklıdır; hep aynı arayış, hep aynı beklenti üzerinedir. Ne ilginçtir ki kaçış psikolojisi ve aidiyet hissi hepimizi aynı yerde birleştirmiştir: Gökkuşağı bayrağının altında. Dorothy eve dönüş yolunda gökyüzünün masmavi olduğu, tasa ve kederin olmadığı bir yerden bahseder. Beni evden ayrılmaya iten de o yerdi. Ancak orada

göreceklerim hayallerimin bile üstündeydi. Belki de o yüzden Lambdaistanbul günlerim, bana yuva özlemimi sık sık anımsatıyor. Daha sonra bu beklentilerin yeni bir yuva kurmak için yeterli olmadığını anladım. Pek çoğumuz bir daha dönmemek üzere evimizi terk ettik. Birçoğumuzsa gökkuşağını göremeden kaybolduk. Lambdaistanbul'da çalıştığım dönemde bize müracaat edenlerin çoğunun Taksim'e “takılan” değil de, evlerini terk eden arkadaşlar olması ilginç bir ayrıntıdır. Demek ki mücadeleyi gerekli kılan biraz da bu ev arayışıymış. Onları geri dönmek için ikna etmek bir yana, onlarla konuşmakta bile yetersiz kaldık. Bir zamanların Ferdi Tayfur klasiği sayılan “Hadi gel, köyümüze geri dönelim!” şarkısının videosunda şarkıcının bir travestiye bakarak, şarkıyı söylemesi de ironik bir nokta tabi! Çünkü bazı gidişler artık geri dönülmezdir. Bizim o arkadaşlara eve dön ikazımızdaki en temel neden, beklentilerini karşılayamamamız ve onları yeteri kadar koruyup kollayamamamızdan ileri geliyordu. Bense kendimi hep şanslı gördüm. Vardığım yer ise gökkuşağının üzerindeydi. Her ne kadar barınma koşulları zor olsa da, orada olmak ayrı bir güven, ayrı bir sıcaklıktı. Lambdaistanbul gerçek bir ev gibi görünmeye başladığında ise, sarı tuğlalı yoldan sapmam kaçınılmazdı. Çünkü ev dediğimiz şey biraz bizdir. Hâlbuki bu durumu ne arkadaşlara anlatabiliyordum ne kendime. Sanırım en büyük hatayı da burada yaptım. Bağlılık bir süre sonra kopuşu getirdi ve en az onun kadar sert oldu. Başladığım yere dönmem her ne kadar buruk olsa da, bazı şeylerin fazlasıyla değişmiş olduğunu görmek beni sevindirdi. O zaman anladım ki aslında ev dediğim şey hep benle olmuş. Zaman içinde değişmiş ve gelişmiş. Dönüp baktığımda ne o eski can kalmış ne o eski ev. Peki, bütün bir yolu eve dönmek için mi kat etmiştim? Kendimle onca yüzleşmem bir hayal miydi? Ya da hayalimi çoktan gerçekleştirmiş miydim? Hepsini öğrenecek vaktim vardı artık. Eve dönüş yolunun kırmızı pabuçlarımı birbirine vurmaktan geçtiğini anlamamsa zaman almıştı. Hâlbuki ihtiyacım olan biraz akıl, sevebilen bir kalp ve cesaretti. ‘Oz Büyücüsü’ (The Wizard of Oz, 1939) filminde Judy Garland


yazıhane

ayşe düzkan ayseduzkan@hotmail.com

ingilizcede “ev” ve “memleket” aynı kelime; “home”. hani, “home sweet home”daki ve “go home yankee”deki gibi. ev, yani sığınak ve cehennem. işyerinde bitmek bilmeyen işler, o işleri yetiştirebilmenin derdi, kendini sözü dinlenir, azarlanması güç, kabul edilebilir, mümkün olduğu kadar az sorgulanır biri haline getirme telaşı. derken, dışarıda gürültülü, eğlenceli, korkutucu sokaklar, yalnızlığın kardeşliğiyle omuz omuza durulan mekânlar, başkalarının gören, değerlendiren, beğenen, burun kıvıran gözleri, değerli neyin varsa, paranı, canını, benliğini kollayarak, şeytanla, şeytanlıkla kâh pazarlığa, kâh düelloya oturduğun şehir. bütün sokakları, sevinçleri ve sıkıntıları dönüp dolaşıp tek bir mekâna, evine çıkar. benim de… sokakta çok zaman geçirdim, sokakta öğrendim, güçlendim, mutlu-mutsuz oldum, eğlendim. ama huyumu, huysuzluğumu, beni benim gibi düşünen başka insanlardan ayıran benliğimi evde buldum. o kadar ki, rüyalarımda, evim, şimdi oturduğum değil, dokuz yaşımdan 19 yaşıma kadar yaşadığım, büyüdüğüm ev. 'ben'i yaptığım ev yani… kendimize bir an kilit vuralım ve dışarı bakalım. evle sokağın bu şekilde birbirinden ayrılması, kopması da şehirle birlikte mümkün oldu. bir köyde, kim kime telefon ederek uğrar ve kimin evinde cenazesi ancak kokunca bulunur? sokakta bizi sonsuz ihtimaller bekler, istediğimizi olabilir, istediğimiz kılığa girebiliriz. kendimizi daha güzel, daha zengin, daha yoksul, daha akıllı hale getirebiliriz. bir başka cinsiyetin kıyafetine ise evde bürünmemizin bir faydası olmaz. kadın ya da erkek olmak, ancak göründüğü zaman bir işe yarıyor. eğer şuh, işveli, bıçkın, çapkın, utangaç, zampara olacaksak bunu sokakta gerçekleştirmemiz icap eder. evde, kendimizle baş başa kaldığımızda ise bütün foyamız ortaya çıkar. sokakta, klozetin üstüne koruyucu kağıdı yerleştirmeden burnumuzu bile silmeyebiliriz. ama evdeki küçük alaturka tuvalette daha rahat etmemizi engellemez bu. bildiğimiz gibi işediğimiz, canımızın çektiği gibi yemek yediğimiz, kendimiz gibi koktuğumuz yer; evimiz işte. o yüzden evimiz neyse biz de aslında oyuz. sokakta bilicimizle hareket ederiz, evde ise dürtülerimizle. o yüzden sokak eviniz neyse siz de osunuz. bilinçle düzenlenir, ev ise bilinçdışı. değiştiren bizi ikna edecek ingilizceniz türkçenizden bilincimizi bilgilerdir; biri bir şey söyler aklımız güçlü olabilir, placebo'nun yatar, bir kitap okuruz, bakış açımız değişir. bir politik gösteri izler, bütün şarkılarını bilip bir söylenenlere hak veririz. ama bu tane bile sanat müziği noktadan annemiz yemek oturduğumuz için şarkısı bilmiyor hazırlığındayken suçluluk duymaya giden yol epey uzun olabilirsiniz; ama en çok ve dolambaçlıdır. bu tuvalette rahat olmak istediğin şeyi sokakta olursun; özgür, akıllı, cazip, mutlu. evde kendinle ediyorsanız iş bitmiş baş başa kalır, sokağın sağlamasını demektir: siz batılısınız. yaparsın. sokak faça; ev sen!

evimiz neyse oyuz. bu odada istediğiniz kadar yoga yapın, huzurlu olmanız mümkün mü?

azıcık teori evle sokağın, şimdilerde, başka bir bağlamda kulağımıza çok gelen tabirle kamusal alanın birbirinin içine geçtiği durumlar da var tabii. cinsellik bunlardan biri. kamusal alanda eş seçeriz ama vuslat, pek aceleci değilsek genellikle evde ya da evleştirdiğimiz bir ortamda gerçekleşir. lgbtt hareket esas olarak sokakla yani kamusal alanla uğraşıyor. feminizm ise aynı zamanda özel alana da müdahale etmeye çalışıyor. sembollerimi hoşgörün. eve giderken koluna girdiğiniz insanın kadın mı erkek mi olduğuna kimsenin karışmaması ne güzel. ama biz burnumuzu evin içine de sokup burada yemeği kim yapıyor, yatak odasında herkes zevk alıyor mu diye soruyoruz.

17


kahvehane

18

abanoz'dan zafer palas'a Herkes kendi İstanbul'unu yaşıyor işte. Transeksüellerin İstanbul'unda ise göçebelik var. Hikâye Abanoz Sokağı'nda başlıyor; bugün ise Bayram Sokağı ve onlarca sokakta devam ediyor. Lambdaistanbul'dan Belgin, İstanbul'un evlerinin 30 yıllık öyküsünü anlattı. 30 yıllık öykü bir ezberimizi daha bozdu. “Yatak odanda ne yaparsan yap beni ilgilendirmez” tavrının da kocaman bir yalan olduğunu gösterdi. 1970'den 2008'e polis hâlâ transeksüellerin yatak odasında! umut güner

abanoz sokağı'nın çocukları 1970'li yıllarda kimse bize ev vermezdi. Yedi sekiz lubunya bir evde, bir odada kalırdık. Bulduğumuz evlere de ev denmiyordu. Kendimize ait bir oda değil, kendimize ait bir kupamızın bile olmadığı zamanlardı. Tarlabaşı'nda bir sokak Abanoz. 1970'lerde İstanbul'un ilk genelevinin olduğu sokak. İlk başlarda “madam” olarak tabir edilen Ermeni, Rum Ve Rus gacılar çalışmış. Ondan sonra Zürafa Sokağı'na taşındı genelev. Hatta Abanoz kapandıktan sonra kadınlar Galatasaray meydanında çark atıyorlardı. Abanoz'da yavaş yavaş, 61 anayasasının da etkisiyle pansiyonlar şeklinde evler açılmaya başladı. İlk pansiyon 1974'de açıldı. Travestiler, transeksüeller, has gacılar, İtalya'dan Rusya'dan, Bulgaristan'dan, Yugoslavya'dan, Kıbrıs'tan, Yunanistan'dan lubunyalar gelip sokakta hep birlikte çalışıyorduk. Kör Leyla, Hatice, İlyas, Sok Sok Meral, Sidikli Leyla, Yücel Anne evlerin sahipleriydi. Bundan 24 sene önce polisin baskısı bu kadar şiddetli değildi ama. O zaman sokakta 'erkete'ler (gözcü) dururdu. ‘Engin’ aramızda parolaydı. Engin dendiği zaman kapılar kapanırdı. O dönemde yeni bir ekipler amiri geldi. Aksilik bu ya amirin adı da Engin'miş. Engin bu durumdan çok rahatsız oldu ve ciplerle kapılarımızı kırıp evin içine girmeye başladı. 'Sarı' diye bir patron vardı. Çok kaşardı. Amire gidip “Ben seni trans kolisi” yapacağım dedi ve o ekipler amiri bir numaralı trans kolisi oldu. Ondan sonra baskılar iyice azaldı.


siyasetin gölgesinde 1974'te, Ecevit başkanlığındaki Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Milli Selamet Partisi'yle (MSP) koalisyon hükümeti kurdu. Abanoz kapandı. 'Kırbaç' diye bir ahlak baş komiser geldi. Diğer ahlak komiserlerine nazaran çok dinci ve eli sopalıydı. Biz de “vur kaç” çalışıyorduk. Kapı aralıklarında çalışıyorduk. Çatıların üstüne çıkıyorduk. Muhtar gelirdi, diğer evlerin kırılan kiremitlerin parasını bizden tahsis ederdi. 1975'de Demirel hükümeti geldiğinde ise, artık daha çok özgürdük, evler çalışıyordu. Biz de rahat yaşıyorduk. Gayet rahattık. O zaman travestiler görünür değildi. Herkes dört duvar arasında çalışıyordu. Sokağa çıkmak gibi bir derdimiz yoktu. Şimdilerdeki gibi sokaklarda boy göstermek zorunda kalmıyorduk. O zaman da vardık. Herkes işine gücüne giderdi. Sonrasında her birimiz evlerimize dönerdik. 70'li yıllarda daha özgür yaşayabildiğimizi düşünüyorum. Sadettin Tantan dönemi… Şube başkanı olarak göreve başladı. O zamanki Tepebaşı Gazinosu'nda bütün patronları topladı ve “Gece 12'ye kadar çalışacaksınız, 12'den sonra kapatacaksınız” demiş. O zaman Elmadağ'a kadar her yerde pansiyonlar vardı ve kırmızı ampuller hepsinde yanardı. Patronlar birkaç gün saat 12'ye uydular. Daha sonra 'aman' dediler. Gece sabahlara kadar evler çalışmaya devam etti. Bir gün Tantan genel bir baskın yaptı. Belediye otobüsleri ile sokakları kesti. Bütün müşterileri otobüslere doldurdular ve Sansar Han'a, yani Sirkeci Emniyeti'ne götürdüler. Abanoz dönemi böylece kapanmış oldu. dolapdere'nin gecekonduları Patronlar Abanoz'dan sonra boş durmadılar ve hep birlikte Dolapdere'ye geçtik. Elmadağ'dan aşağıya inen yolun orası çöplüktü. Tek bir arabanın geçebileceği bir yol vardı. Gecekondularda, barakalarda çalışmaya başladık. Eski patronlardan Kör Hatçe, Sidikli Leyla, Kör Meryem, hep birlikte orda yer açtık. Bir Abanoz devri kapandı Dolapdere devri açıldı. Rüşvet her zaman vardı ve orda da devam ediyordu. Evleri briketlerden yapıyorduk. Polis geliyor yıkıyordu, biz yeniden yapıyorduk. Çalışmaya devam ediyorduk. Geliyorlardı yıkıyorlardı, biz de yeniden yapıyorduk. Dolapdere'de uzun süre çalıştık. Sonrasında bir daha oturamayacağımız ve yeniden inşa edemeyeceğimiz şekilde evleri yıktılar. ülker sokağı, bildik hikâye Dolapdere'den sonra, Ülker Sokağı ve Bayram Sokağı açıldı. Ben 80 ihtilalinden sonra Ankara'ya geldim. Ankara'da durum iyiydi. Hepimiz rahattık. Ülker Sokağı ise, bildiğimiz hikaye: On yılı aşkın bir süre aynı mahallede oturan komşular bir gün uyandılar ve transeksüellerin ahlaksız

Kör Leyla, Hatice, İlyas, Sok Sok Meral, Sidikli Leyla, Yücel Anne evlerin sahipleriydi. Bundan 24 sene önce polisin baskısı bu kadar şiddetli değildi ama.

En son şubat ayının ilk haftasında Zafer Palas'ta yeniden evleri bastılar. Polis izne gerek duymadan evlerimizi basabiliyor. Sanki 11 Eylül zanlılarını yakalamış Amerikan polisleri gibi bütün apartmanı sarıyorlar, evlerin altını üstüne getiriyorlar.

olduğuna, onlarla aynı mahallede yaşamak istemediklerine karar verdiler. Ülker Sokağı'nda bir direniş yaşandı. Transeksüellerin evleri basıldı, yakıldı, yıkıldı. Mahalle esnafı tehdit edilerek transeksüellere mal satmaları engellendi. Ve transeksüeller teker teker sokağı terk etmek zorunda kaldılar. suç unsuru: kondom Bugün ev baskınları daha şiddetli devam ediyor. Fuhuş suç olmadığı halde evlerde kondom bulunması 'suç' sayılıyor, evlere keyfi baskınlar yapılıyor. Kapılar balyozlarla parçalanıyor. Ve bunlar şov amaçlı, medyanın gözleri önünde yapılıyor. Geçen sene İstanbul'da her transeksüel 'evim ne zaman basılacak' korkusunu yaşadı. Bir sürü apartman, ev basıldı. Onlarca transeksüel sokakta kaldı. Bayram Sokağı'ndaki ev baskınlarının artistik fotoğrafları gazetelere de yansıdı. En son şubat ayının ilk haftasında Zafer Palas'ta yeniden evleri bastılar. Polis izne gerek duymadan evlerimizi basabiliyor. Sanki 11 Eylül zanlılarını yakalamış Amerikan polisleri gibi bütün apartmanı sarıyorlar, evlerin altını üstüne getiriyorlar. Fuhuş yapıldığı gerekçesiyle ev basılırken ne arıyorlar? Polis en son ev baskınında, transeksüellerin evleri yanında, şikâyetçi olan “güya” aile evlerini de arattılar. Evlerde bir şey bulunmuyor tabi. Suç unsuruna rastlanmıyor. Ama sadece transeksüellerin yaşadığı huzursuzluk yanlarına kalıyor… Esnaf transeksüelleri mahkemeye vermeye başladı. Sürekli polis baskınına maruz kalıyorlar. Polis baskın yaptığı zaman sadece transeksüeller değil mahalle esnafı da rahatsız oluyor. Ancak onlar faturayı polise değil, transeksüellere kesiyorlar ve bizlerden şikâyetçi oluyorlar. evlerimiz için mücadele ediyoruz Eskiden evler basılacağı zaman bir gün önceden gelir haber verirlerdi. Şimdi ise ellerinde mühürlerle geliyorlar. Sen de gündelik kıyafetinle, terlikle sokakta kalıyorsun. Örneğin 64 yaşında bir transeksüel arkadaşımız sokakta terlikle kaldı. Evcil hayvanlar, kuşlar, balıklar evde bırakıyorsun. Evin mühürlerinin açılması, yeniden evine kavuşabilmen için de en az birkaç hafta sokakta kalıyorsun. İstanbul'un her yerinde transeksüeller var; ancak, ev baskınlarının Beyoğlu bölgesinde yoğunlaştığını görüyoruz. Aslında bunun sadece transfobiyle açıklanabileceğini düşünmüyorum. Beyoğlu'nun giderek kıymetlenmesiyle birlikte transeksüeller, fuhuş yaptıkları gerekçesiyle yıldırılmaya çalışılıyor. Ev herkes için huzurlu bir yer olması gerekirken transeksüeller için artık, güvenli, huzurlu olarak nitelendirilemeyecek bir hal aldı. Biz kendi hayatlarımız için, güvenli, huzurlu ve mutlu evlerimiz için mücadele ediyoruz.

19


kuş evi

yırtılmaz bir kağıt zarf salih canova koygocuren@gmail.com

önce elif’e beni mektupsuz bırakmadığı için,sonra bilge’ye, tezer’e, nilgün’e ve diğerlerine… beni sözcüksüz bırakmadıkları için…

hiç uyunmamış bir gecenin buğulu sabahı. son sigaramı da içiyorum. boş paketi buruşturuyorum avuçlarımda ve bakkala gitmek, bir paket sigara almak üzere yola koyuluyorum. biraz da sabahı koklamak istiyorum aslında. serinliğini hissetmek istiyorum sabahın. evden çıkarken on sekiz yaşımın bütün özlemleriyle karşılaşıyorum. “gitmek gitmek gitmek” dolu özlemler… kapıyı çekiyorum sessizce. dışarıdayım! ev insanın kendiliğidir. insanın kendine en yakın olduğu yerdir ev. evimizle kurduğumuz ilişki kendimizle kurduğumuz ilişkidir büsbütün. insan, evinden dışarıya çıkarken, kendi içinden de çıkar. kendiliğini, onca yıl uğraşıp durduğu (uğraştıysa tabi) kurmaya çalıştığı kendiliğini evinin duvarlarında bırakır.

uzun, serinliğiyle ürperten bir yürüme sonrası ulaşıyorum bakkala. köydeki tek bakkaldan bir paket kısa samsun alıyorum. geldiğim yoldan geri dönmek üzere bakkaldan çıkarken genç bir çocuk elime mektubunu tutuşturuyor. doğru ya! bugün cuma…

20

biri daha giriyor yaşamıma. yavaş yavaş. usulca yarıyor tüm duvarlarımı. aşk, kilitli sandığından çıkıyor yeniden. bir kere daha yeniliyorum kendime. kendiliğime…

ne güzel yazmışsın zarfın üzerini yemyeşil bir kalemle. baharın yeşili mi doğsun istedin çöl sarısı bozkırıma? doğdu da bilesin. nasıl da özenle katlamış, yerleştirmişsin mektubu zarfa. açsam içinden yeryüzü çıkacak sanki. açmaya, yırtmaya elim varmıyor, kıyamıyorum emeğine. “özgürlük yırtılmaz bir kağıt zarftır” değil mi?...

dayanamıyorum. eve kadar yürümeye, zarfı orada açıp okumaya sabrım yok. evde kalan (bıraktığım mı demeli?) kendiliğime erteleyemiyorum yazdıklarını. belki de, okuduktan sonra kendimi bütünüyle içinde hissettiğim, içinde kendimi bulduğum, bıkmadan okuduğum satırlarının büyüsü bu. zarfı açar açmaz gülüşün vuruyor yüzüme… neden mi söyleyemedik gelip boğazımıza düğümlenenleri birbirimize? neden bir masanın etrafında “ısmarladıklarımızla” birlikte yuttuk sözcüklerimizi de? ben, kendi adıma dilin bir yılan gibi aramıza serilmesini seçmek yerine sessizliğin dilegetiremezliğine sevgiyi bırakmayı yeğledim diyebilirim ancak şimdi… önce “dilin ağına dolanır” insan, sonra koca bir yeryüzünün.

bir çocuğa anlatır gibi, tane tane, sabırla ve emekle kurduğun cümleleri yazışın geliyor gözümün önüne. her cümleden önce durup uzun uzun düşüdüğünü görüyorum kağıda yansıyan suretinde. soyunur gibi, hep nasıl daha çıplak olabileceğimizi düşünerek… giysilerimiz bedenimizle birlikte, cinsiyetimizi, sınıfımızı, cinselliğimizi etnik kökenimizi de örterek (ya da açığa çıkararak), tüm bu kimliklerimizi evinden yerinden ederek bizi çıplaklığımıza yabancılaştırırken, bilincimizle bilinçaltımız arasındaki uçurumu da derinleştiriyor. giyinip toplumsal birer varlığa dönüşürken, çıplak bedenimizi unutup ikiyüzlü varlıklara dönüşüyoruz. oysa insan çırılçıplak gelir dünyaya. öldüğümde üstümde bir giysiyle

gömülürüm korkusuyla cesedimi yaksınlar istiyorum.

elimde mektubun, eve doğru yürüyorum. içime uzaklığın, uzakta olmanın derin, anlatılmaz açısı çöküyor. insanların “özlem” dediklerine benzer bir şey ama özlemden öte, sözlüklerde karşılığı ancak yaşayana görünecek, anlamını ancak yaşayanın bilip bulabileceği bir şey bu. senin de çok iyi bildiğini bildiğim bir şey. yakınlık her iki anlamıyla da temel bir belirleyici ilişkilerimiz için. “mesafesizlik” olarak birinci anlamıyla da, “aynı yaşama ilgisi/bilgisiyle dünyaya bakmak” olarak ikinci anlamıyla da... kendine yakın bulduğunu daha çok seviyor insan. ama ya insan kendine bile yakın değilse? kendine yaklaşmayan kendini sevemez. başkasını da…

tam sokağın köşesini dönecekken, bana seslenen birinin sesiyle irkiliyorum. karşımda “onun” yüzü. sırası mı şimdi? yüzü şefkatle karışık bir acıma hissi uyandırıyor bende. istediklerim, aradıklarım, bulamadıklarım, bulup yitirdiklerim… hepsi bir “yüz”de toplanarak, hiç istemediğim, hiç beklemediğim bir zamanda, beklemediğim bir yerde gelip buluyor beni. insan genç, diri, aydınlık bir yüzle ne kadar avutabilir kendini? bu yüzle ne kadar aklayabilir her yanına bulaştırdığı karayı? aşkı iktidarın çirkefine düğümleyenler yanıtlayabilir mi bunu?

“merhaba” diyor tok sesiyle, sesi de yüzü kadar güzel. elimdeki zarfı gizli bir şey yapıyormuş da yakalanmışçasına cebime sokuşturuyorum. kendimi saklıyorum sanki ondan. sevmek dediğimiz, aşk dediğimiz, durmadan yinelediğimiz bu sözcükler, kimi zaman yenilgilerimizin ince kılıfı yaptığımız bu sözcükler, yaşamı nasıl kavradığımızın, nasıl yaşadığımızın da birer göstergesi. sevmeyi, aşkı “anlamaya çalışmak” olarak tanımlardım; oysa böyle bir tanımla giriştiğim sevmenin daha ilk karşılaşmasında kendimi saklayarak nasıl gerçekten sevebilirim? kendini anlamayan, kendini sevmeyen, kendini kendinden saklayan başkasını sevebilir mi?

“merhaba” diyorum ben de. sesim kısılıyor, küçülüyorum sanki karşısında. yüzüne bakıyorum; yüzünde hamlığın, olmamışlığın, henüz hiçbir yenilgiyle (yengiyle belki) karşılaşmamışlığın, büyük şehirlerin kalabalık sokaklarında, sağından solundan, önünden-ardından kara bir yığın akarken yapayalnız kalmamışlığın acemiliği var. yüzü, henüz, yaşamayı biriktirmemiş kendinde… ne bükülen bel, ne ağaran-dökülen saçlar, ne incelen, inceldikçe kırışan deri biriktirebiliyor yaşamı. bunların hepsi olsa olsa insanın doğal yaşam sürecinin, ölümlülüğünün birer sonucu olarak “sona yaklaşma”nın belirtileri olabilir. yaşamı biriktiren “yüz”dür. (tek çıplak kalan, çıplak bıraktığımız yanımız olduğundan belki? kim bilir?) hafıza, bellek (adına ne dersek diyelim) gibi araçlar yaşamı biriktirme işlevini yitirse de (çokça da yitirir) yüz, yaşamayı biriktirmeye devam eder. yüzlerimiz, yaşamlarımızın bir günü bile atlanmadan yazılmış günceleri değil midir?

“sabah sabah ne aradığımı” soruyor bana; “kendimi” diyesim geliyor. “cebime ne sakladığımı” soruyor; yine, “kendimi” demek istiyorum… ne zaman kendimizi aradığımız bir yolculuktan kendimizi


bularak dönsek, ilk işimiz yine kendi ellerimizle bulduğumuzu gömmek oluyor. öyleyse neden bu zorlu yolculuklara çıkıyoruz bıkıp usanmadan? neden aradığımızı buldukça daha derine gömüyoruz? bir oyun mu bu? ama yaşamak bir oyun değil ki? insan bir oyunu yaşamının gerçeğine dönüştürecek kadar güçlü değil ki? (iyi ki de değil!)

kalbim daha hızlı çarpıyor, beni böylesine heyecanlandırması neden? adına “aşk” diyerek bir yenilgi daha mı yaratıyorum kendime? hiç uslanmayacak mıyım? kaç zaman oldu ki onu tanıyalı? bunca yıl kurcaladığım kendimi bile tanıyamıyorken neye dayanarak onu “sevdiğimi” söylüyorum kendime. onu sevdiğimi…mi? onu sevdiğimi… onu sevdiğimi… kimimiz de böyle alıyor işte her şeyin alınıp-satıldığı bir dünyanın tezgahındaki yerini. kutsal sözcüklerden dikilmiş incecik elbiselerle, içimizin görünmesine hiç aldırmadan, giyinmiş sanıyor/sayıyoruz kendimizi. tümüyle örtünmeye de, çırılçıplak kalmaya da biçilmiş bedeli ödemek istemediğimizden, çıplaklıkla giyiniklik arası transparan bir kurnazlıkla belirliyoruz fiyatımızı. ne gam!

ısrarla cebime ne sakladığımı soruyor. söylemiyorum. söyleyemiyorum. şımarıklıkla yakınlık (?!) arası bir hamleyle elini cebime sokup zorla almaya çalışıyor cebimdekini. ne cüret? korkuyorum. oysa istediğim bu değil mi? onun bana uzanması, beni istemesi, beni alması. cebimdeki o mektup benim kendiliğim değil mi? kimden kaçıyorum? niye? neyi gizliyorum? ona, onun anladığı, benimle anlaştığı dille cevap veriyorum, sertçe elini itiyorum. boşlukta kollarımız sallanıyor… sıkça içine düştüğümüz-düşürüldüğümüz yanılgılardan biri daha işte. “karşıtına dönüşmek!” karşımızdakini kendimize dönüştüremediğimiz, bu dönüşüm için gerekli çabayı harcamadığımız, gerekli emeği sarf etmediğimiz, gerekli sabrı göstermediğimiz zaman nasıl da kolayca sığınıyoruz bu küçülmenin uzun gölgesine… karşıtımıza dönüşüp onun diliyle konuşarak, ortak bir dil yakalamış olmanın sahte huzurunu ediniyoruz. kimi zaman şiddete-zora, şiddetle zorla, kimi zaman sevgisizliğe sevgisizlikle karşılık vererek her koşulda karşıtımıza dönüşüyoruz aslında. karşımızdakini dönüştürmenin yolu onun yanında durmak, onun gibi olmak mı? kahramanlarla kahramanlık, ezilenlerle ezilen postumuzu kuşanmak yerine bir üçüncü yol bulamaz mıyız?

elini böyle pervasızca cebime daldırabilecek cüreti/samimiyeti nereden bulduğuna şaşarak, (itiraf etmeli, sevinerek biraz da) ayrılıyorum oradan. ayrılırken elini sıkıyorum bir dahaki görüşmeye kadar ki iyi dileklerle. biraz önce çarpışan iki el şimdi birbirini kucaklıyor. eve ulaşıyorum sonunda. uykum var. ceketimi çıkarıyorum önce. “kendi çöplüğümdeyim” şimdi. evimdeyim. benim olan, başka kimsenin görmediği, içinde ne olup bittiğini bilmediğini, kimsenin karanlığından da, aydınlığından da nasiplenmediği evimde. ev bana güç veriyor, daha güçlü hissediyorum bu evin içinde kendimi, daha güçlü… “birbirimize gücümüzü göstere göstere, bu gücü karşılıklı olarak ayarlaya ayarlaya alışıyoruz birbirimize” diyor b.k.. her evin birer tapınağa dönüşen kırkıncı odası misafir odaları… o kocaman vitrinler, koltuklar, örtüler… asla el sürülemeyen eşyalar. annemin başka kadınlarda sınadığı güçtü sanki misafir odalarının görkemi, başka annelerin annemde sınadıkları güç. o anneler ki o evlerin kapısı çaldığında içerden “evde kimse yok” diye seslenirler dışarıya. “evde kimse yok!” annelerin kimsesizliğinden başka…

üstümü değiştiriyorum hemen, “hafif bir şeyler” giyerek hafifliyorum. toplumsallığımı atıp üzerimden bireyselliğimi kuşanıyorum. bana daha hafif daha taşınabilir gelenini. ağırlıklarla hafiflikler arasında beni utandıran bir durak çıplaklığım. bir kez daha okuyorum yazdıklarını. uyku bastırıyor. yatağa uzanıyorum. yatak! yastıklara konan başlara ağır geleni süzen, dinlendiren döşekler. yorganların korunaklığında biriken ter. sevişirken bile birbirimizi kirlettiğimiz yer. yatağı temizlemekten başlamalı işe, kokudan, terden, pislikten arındırmalı yatağı. yatak birimizin diğerini altına alarak kendini güçlü hissettiği bir alan oldukça, her bir bedenin diğerini kemirdiği-sömürdüğü-ezdiği-yok ettiği bir yer olmaktan çıkmadıkça, bedenin bedene değmesinin, etin eti bulmasının, sarmasının, sevmesinin mabedine dönüşmedikçe o yatağa kimseyi almamalı insan. yatakta başlayan tahakkümün paslı zinciri kırılmadıkça tek başıma yatacağım bu yatakta.

geceyi uykusuz geçirdiğimden olacak, bedenim beni uykuya çağırırken, beynim berraklaşıyor. bir düşünceden diğerine,,, birinden diğerine… kendimi, seni, sevdiklerimi, sevdiklerimizi, sevmediklerimizi, aynı suda akan özlemlerimizi, yalnızlığımızı, mutsuzluğumuzu düşünüyorum. çelişkilerimizi, korkularımızı kaçışlarımızı, “içindeyken kaç ayrı insan” olduğumuzu ayrımsayamadığımız kimliksizliğimizi, çok kimlikliliğimizi. her insanda bir parçasını bulan paramparça varoluşumuzu… “oraya alıştın mı?” diye sormuşsun ya… evet! eve de, bozkıra da, yalnızlığa da alışmaya başladım. belki de dinlenmeye ihtiyacım vardı, orada yaşadıklarımın acısından bir yaşam damıtmak için biraz dinlenmek. nedeni her ne olursa olsun burada olmaya alıştım. alışmak, kimsesiz hayatlarımızın acizliği. susulmuş uzun günlere alışmak, başkası olmaya alışmak, erkek olmaya, kadın olmaya, güçlü, güçsüz olmaya alışmak, aşksız yaşamaya alışmak, alışmak alışmak alışmak… neye? neden alışmak zorundayız ki? neden kendimizi alıştırarak avutmaya çabalıyoruz? neden alışamadığımızı, alışamayacağımızı söyleyemiyor, yaşamımızı bir alışkanlığa dönüştürüyoruz. neden kaçtım oradan? neden buradayım? hep uzağa daha uzağa giderek bulacağımızı düşündüğümüz “mutlu yaşam” neden orada ya da burada olmasın? biz uzağa yürüdükçe onu da kendimizden uzaklaştırdıkça o “mutlu yaşam” bulunabilir mi? kendimiz olmadıkça, kendimiz gibi yaşamadıkça mutlu olabilir miyiz?

yazdıkların dolanıyor kafamda diğer taraftan. sadece kafamda değil yüreğimde de… dışarıdan bir seyyar satıcının sesine karışıyor bir an her şey. mevsimin sebze-meyvalarını sıralıyor seyyar satıcı. bahar gelmiş… söğüt ağaçları, yol kenarlarında güneğikler yemyeşil, dallarda salkım salkım badem çiçekleri, kayısı çiçeği kokusu… bir düş!apansız! ölü bir ışık demetine bir dalıp bir kaybolan iki ateşböceği. günlere sığdırılmış ömürlerinin kısalığına inat uçuşuyorlar. bir karanlığı bölüp parçalayarak koşuyorum bir yerlere. nereye? o iki ateş böceğini öyle kıskanıyorum ki, öyle kıskanıyorum ki… bu karanlıkta bir kez çakıp sönmek için ömrümü günlere sığdırabilirim.

uyku ağırlaştırdı her şeyi. göçük altında gibiyim. ışığı seçemiyorum artık. seni yeniden görebileceğim, iki ateşböceği gibi karanlık ortasında çakıp söneceğimiz güne kadar uyumak istiyorum. “...ve yaşam yalnız rüzgar, yalnız gökyüzü, yalnız yapraklar ve hiç değil mi?” nisan 2003 - konya / şubat 2008 - izmir

21


kahvehane İki buçuk sene öncesine uzanıyor karşılaşmaları. Begüm ve Esra'yla, yurt koridorlarında başlayan, bugün güvenli bir eve uzanan yolculuklarında yaşadıkları şiddeti ve verdikleri mücadeleyi konuştuk. burcu ersoy

22

Ne zamandır birlikte yaşıyorsunuz? Esra: Bir buçuk senedir aynı evde yaşıyoruz; daha öncesinde bir sene aynı yurtta birlikteydik. Aynı odayı mı paylaşıyordunuz? Begüm: Hayır, aynı katta kalıyorduk. E: Tanışmamız da yurt hayatımızın hemen başında olmadı zaten. Ne zamandı? E: Okul takvimine göre söylersek; ilk dönemin sonları gibiydi. Nasıl tanıştınız? Eve çıkmayı düşünürken mi? Yani eve çıkacak arkadaş ararken mi birbirinizi buldunuz? B: Aynı katta kaldığımız için bir süre sonra samimi olduk; derken ilişkimiz başladı. Beraber yaşamak istediğimiz için yıl bitiminde eve çıkmayı planlamıştık. Aa ne ilişkisi? Samimiyetinizin mahiyeti değişmeye başladı yani. B: Evet, pek bir samimi olduk. (gülüyor) Nasıl yani? Biraz anlatır mısınız bu samimiyeti? Arkadaştınız sevgili mi oldunuz? Bu kadar mıdır? E: Aslında şöyle oldu; ikimiz de birbirimizi daha iyi t a n ı m aya b a ş l a d ı ğ ı m ı z s ı ra b i r b i r i m i z d e n etkileniyormuşuz... Daha sonra, önce kendimize, sonunda birbirimize açılmamızla ilişkimiz başladı diyebiliriz. Kasıtlı olarak yalnızca birbirimize açıldık.

“homofobinin yakınlıkla ilgisi yokmuş” Sanırım özellikle de oda arkadaşlarınızı sormam gerek… B: Ben arkadaşlarımın anlamayacağı ihtimalini hiç düşünmedim, o kadar yakın hissediyordum onları; ama homofobinin yakınlıkla ilgisi yokmuş. E: Oda arkadaşı! Benim en şanslı olduğum nokta

buydu. Hatta benim değil, bizim. B: Oda arkadaşım benim dostumdu ve önem veriyordum; aşkımızı anlamasını istiyorduk. O her surat astığında Esra ve ben inanılmaz geriliyorduk. Bir de Esra sadece benim için sabrediyordu. Bir süre sonra ben de çok yoruldum. Tek istediğim özgür ve rahatça Esra'yla olabilmekti. Güzel bir noktaya geldik. Özgür ve rahatça birlikte olabilmek... B: Esra ve beni kabullenmiş göründü bir dönem. Bana kendimi suçlu hissettiriyordu, onunla ilgilenmiyorum, sadece Esra var, ben ona yanlış yapıyorum diye. Psikolojik şiddeti inanılmazdı. Diğer insanlar nasıldı? Yani sizi bilen başkası var mıydı? Ve eğer bilenler varsa, tepkileri nasıldı? E: Bir gün bir filmi izledikten sonra (ben baya fazla ağlamıştım da) Begüm beni teselli etmek için dudağıma küçük bir öpücük kondurdu. Bu arada film 'Brokeback Dağı'ydı. (Burdan Heath Ledger'ı anıyoruz.) Bu öpücüğü biri görmüş. Nerden biliyorsunuz? Birine mi söylemiş? Yani başınıza bir iş mi açıldı? E: Evet, kulaktan kulağa dolaşmış bu. B: Yurtta konuşulmaya başlandı ve benim arkadaşlarıma kadar geldi. Onlar bizi anladıklarını söyleseler de homofobik toplumun baskısından korkuyorlardı ve toplumun homofobisini bize yaşatmış oluyorlardı. Biz de homofobinin bizi üzmesini önlemeye çalıştık. Yemeğe indiğimizde, asansörden çıktığımızda, televizyon izlerken karşılaştığımız, daha önce bizimle yiyip içen, gülen, sevdiğimiz insanlar bizimle konuşmamaya başladılar. Gergin bakışlar, fısıldaşmalar... Şimdi gülebiliriz bunlara ama o zaman çok acıydı. E: Evet öyleydi. Yurtta kulaktan kulağa yayıldığını öğrendiğimizde sürekli uyumak istemiştim. Hiç yataktan çıkmadan…


‘evlenince kocana, çocuklarına ne diyeceksin?' dedi

müsaitti ve bir buçuk ay gibi bir süre için onun yanına çıktım. Ailemi de başka bahanelerle ikna edebildim.

Bu yüzden yurttan ayrılmayı düşündünüz mü? E: Sene sonunda ayrılmayı düşünüyorduk zaten. Begüm'le birlikte eve çıkmayı… Ama sene sonunda işte. Bu deminden beri bahsettiğimiz fısıltılar nihayetinde yurt müdiresinin kulağına kadar gitmiş. Müdire de temizlikçilere bizi izlemesini söylemiş olmalı, doğal yollarla olmayacak şekilde bizi özel an'ımızda (!) görmüş temizlikçi. Görünce de hemen aşağıya haber göndermiş. Gece müdiresi geldi hemen. Odanın kapısını açmaya çalıştı, kilitli olduğundan yumruklamaya ve bağırmaya başladı, “açın, siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz” diye. Sonra açtım kapıyı, “Sakin ol bağırma, ortalığı ayağa kaldırma” diyerek odaya soktum onu. B: İki gece önce sabaha kadar beraber oturup bizi nasıl sevdiğini anlatan birinden bahsediyoruz bu arada. E: Başta inkâr etmeye çalıştık ama çok açık bir şekilde gözetlenmişiz, her şey belliydi yani, yalanlamanın bir anlamı yoktu. Asıl müdire geldi sonra, sordu “Var mı böyle bir şey? Sizden duymadan inanmam” dedi. Ben de “Evet” dedim, “yalan söylemeyeceğim sana, var”. B: “Esra sen ne kadar güzel bir kızsın, neden böyle bir şey yapıyorsun, evlenince kocana, çocuklarına ne diyeceksin? Hayatınızda kara bir leke olarak kalmayacak mı bu? Begüm, sen sözlüydün, ona bunu

“yurt müdiresinin her cümlesi tehditti” Bu erken çıkış nedeniyle yurt yönetimiyle sorun yaşadınız mı? E: Evet, haksız yere paramıza el konuldu. Kalmadığımız ayların parası alındı, depozitolar geri verilmedi. Sene başında senet imzalanmıştı; aslında babam 10 aylık değil 9 aylık imzalamıştı senedi. Ama nasıl olduysa onuncu ayın da senedi çıktı. Para ödendikten sonra senedi almaya gittiğimde imza kısmını "az önce" yırttıklarını söylediler (!). Ben babamın aslında bunu imzalamadığını söyleyip itiraz ederken de tam olarak "o zaman arayalım babanı istersen şimdi" cümlesini sarf ettiler. Ben de sustum. Hala saklarım o imza kısmı yırtılmış senedi. B: Biz yazın ev ararken yurt müdiresi beni arayıp Esra'ya ulaşamadıklarını, parayı ödemezse evi arayacaklarını söyledi bana ve hemen arkasından “eve çıkıyormuşsunuz” gibi bir şeyler söyledi, her cümlesi tehditti yani. Şöyle diyebilir miyiz? Her ne kadar "öğrenci yurdu" olsa da, orası sizin ortak yaşam alanınızdı ve belki de birlikte yaşadığınız kocaman bir "ev"... Ancak o "ev"den dışarı atıldınız. Hayatlarınızın, özel hayatlarınızın tecavüz edilmesine kadar uzanan ciddi bir şiddete maruz bırakılarak… Tekrar birlikte bir

“O sırada oda arkadaşım Nihan geldi. Beni o vaziyette görünce 'Ne oldu' diye sordu. Ben de 'Begüm'le ilişkimiz olduğunu öğrendiler' dedim. Direkt sarıldı. Uzun uzun... Ağladım öyle…” nasıl yaparsın?” Homofobiyi anlatan bir konferansta kullanılan örnek cümlelerin hepsini kurdu kısacası. Daha sonra “Ailenize haber vermem lazım” dedi. Benim ailemin çok sert bir tepki vermeyeceğinden emindik ama Esra'nın ailesinin ne yapacağını hiç kestirememiştik. O yüzden benim ailemi aramaları için yalvardım, müdireyle aramın iyi olmasına da güvendim sanırım. Hemen o gün yurttan çıkacağımı, ailemi arayabileceğini ama Esra'nın ailesine haber vermemesini istedik. E: Begüm'ün ailesi direkt o anda arandı. Ama benim ailemin aranmayacağını söylemiyordu hiçbir şekilde... O da ne yapacağını bilmez bir halde idi... B: Benim de bir saat içinde eşyalarımı toplayıp çıkmam gerekiyordu. Yanında kalacağım arkadaşımı ararken, odaya gelip beni Esra'nın yanından aldılar ve Esra'ya odadan çıkmamasını söylediler. E: Böyle bir baskı kurabiliyorlar üstümde çünkü ellerinde aileme söyleme kozları var. B: İki yıldır Ankara'daydım ve iki yıllık eşyamı tek başıma toplayıp tek başıma çatı katından aşağı indirdim ve herkes beni izledi. Annem aradı sonra, eve gelmem için çok ısrar etti, tek isteği beni görmekti. E: O sırada oda arkadaşım Nihan geldi. Beni o vaziyette görünce “Ne oldu” diye sordu. Ben de “Begüm'le ilişkimiz olduğunu öğrendiler” dedim. Direkt sarıldı. Uzun uzun... Ağladım öyle… Sonuç olarak benim ailem öğrenmedi ama yurttan çıkmak zorundaydım ben de. Neyse ki bir arkadaşımın evi

"ev"i paylaşma hayaliyle, bu sefer, sadece ikinize ait olan ve kimsenin sizin hayatlarınızı, ilişkinizi gözetlemeyeceği "rahat ve özgür" olacağınız bir "ev"in hayaliyle yola koyuldunuz. B: Evet hayalimiz ve tek amacımız buydu.

“orada fısıltı yoktu, korku yoktu” "Yurt"tan "ev"e geçiş sürecinde yaşadıklarınız eminim hayatınızın en unutulmaz ve yoğun aylarıydı… E: Kesinlikle. Bir kaç yaş birden yaşlandığım, hayatın bana "merhaba işte ben" dediği ilk zamandı. Bu sürecin ardından "tek amacınız"a ulaşmanıza gelelim mi? Yaz geçti diyeceğim ama "nasıl geçtiğini" anlatıp anlatmamayı size bırakarak... B: Yaz bunlarla geçti ama arada görüştük tabii. Nasıl oldu bilmiyorum, yaz bitti, ailelerimizi ikna ettik ve ev tutmak için Ankara'ya geldik. "Rahat ve özgür" oldunuz mu bari? B: Evde ilk gecemiz o kadar güzeldi ki; o huzur, o özgürlük… Sığınaktı orası olanlardan sonra, dünyanın en güzel yeriydi. Orada her şey yapılabilirdi; fısıltı yoktu, korku yoktu, hepsi çelik kapının kapanmasıyla uzaklaşmıştı. Bütün ev bizimdi, bizim! Daha ötesi olabilir miydi? İşkence görmüş ve şimdi böbreklerimiz ısınsın diye bekliyorduk. Paranoyalarımızdan uzaklaşmaya çalışıyorduk ve bunu sağlayabilen tek yer o evdi.

23


E: Zorunlu dışarı çıkışlarımızda tek amaç bir an önce eve geri dönmekti artık. B: Artık 'eve ne alsak, ne assak, nasıl yapsak'la geçiyordu günler. Bunlar o kadar güzeldi ki; evden çıkmadan, yemek yapıp film izlemek, odalarda -bizi biri izliyor mu korkusu olmadan- dolaşmak, özgürlük… E: HUZUR! Halen aynı evde mi yaşıyorsunuz? E: Hala birlikte misiniz, diye sorsan önce; onun ardından bu soru daha iyi olur. (gülüyor) B: Biz ayrıldık ama bu kötü değildi; çünkü bizi insanlar ayıramadı, biz istediğimiz için bitti. Ama hala aynı evde yaşıyoruz çünkü öyle şeyler yaşadık ki gerçek huzuru, güveni, sevgiyi başka şeylerle karıştırmıyoruz, evimiz hala bizim huzurumuz.

24

benzer şeyler yaşamış zamanımızda yanımızda olduğunu öğrendik.

olduğunu, kötü bir durabilecek insanlar

“herkes için sadece 'ev arkadaşı'ydık”

Bu ev yaşantınızı da etkiledi mi? Öyle sanıyorum ki, daha öncesinde siz sadece aynı evde yaşayan iki kadındınız ve cinsel yöneliminizi, aranızdaki ilişkiyi çok fazla kimse bilmiyordu? Sanki biraz "kapalı" yaşıyordunuz? E: Evet şimdi herkesler biliyor vallahi... Bir coming out, bir coming out ki sorma! (gülüyor) Birçok kişiye göre sadece "ev arkadaşı" mıydınız? B: İki arkadaşımız dışında evet, herkes için sadece “biten bir aşka ağladık” “ev arkadaşı”ydık. E: Başta öyleydi; Begüm Şimdi eski sevgililer arkadaşlarıyla paylaşıolarak aynı evi payyordu ama ben hiçbir laşıyorsunuz yani? arkadaşıma bunu söyleB: Hayır, çok yakın iki dost miyordum ve ortak arkaolarak aynı evi paylaşıdaşlarımıza da söylemeyoruz aslında. mizi istemiyordum. Bu Zorlukları, güzellikleri? yüzden pek çok kişiye göre E: Zorlukları şöyle var: biz sadece ev arkadaşıydık. Alışkanlıkları ilk bırakabilen Fakat sonra bunun benim daha rahattı; ama sonraya bir gerçeğim olduğunu ve kalan biraz acı çekmek beni bu şekilde kabul durumunda kaldı. Ama bu etmeyecek insanların da kopmayışı sağlamak her zaten beni kabul etmemiş türlü acıya değer! olacaklarını, dolayısıyla B: İki yakın dostun aynı hayatımda yerleri olmaevde yaşarken yaşadığı yacağını anladım. Teker zorluklar var şu an sadece; teker yakın arkadaşlarıma ama hemen bu noktaya kendimi anlatmaya baş“Evde ilk gecemiz o kadar güzeldi ki; o gelinmedi. Tabii ki ikimiz de ladım. huzur, o özgürlük… Sığınaktı orası çabaladık, mücadele ettik. Peki, bu ev yaşantınızı olanlardan sonra, dünyanın en güzel Daha farklı zorlukları aştık. nasıl etkiledi? E: Mesela ben her ne kadar B: Çevremizdekiler de yeriydi. Orada her şey yapılabilirdi; ilk bırakan olduysam da, homofobik olmadığı için fısıltı yoktu, korku yoktu, hepsi çelik Begüm beni ilk defa evde bence daha da güzel oldu. yalnız bırakıp başkasına E: Daha rahattık. Birlikte kapının kapanmasıyla uzaklaşmıştı. gittiğinde çok ağlamıştım. uyumak istemelerimizi, Bütün ev bizimdi, bizim! Daha ötesi B: En zor dönemimiz yaptığımız saçma sapan buydu sanırım, ayrı ayrı kavgaları artık anlamolabilir miydi?” hayatlara başlamamız. landırabiliyorlardı. Evde ilk yalnız kalan Esra B: Hatta ilişkimizin bitmeolsa da, onun öncesinde de sine üzülen bile oldu. birçok şey yaşandı. Ama benim başkasıyla olmam E: Olduğumuz gibiydik sonuçta ve bu, ilişkileri daha artık ikimizin de ayrı bir hayatının tam olarak samimi kıldı. başlamasıydı sanırım ve bu yüzden ağladı Esra belki de, ben böyle düşünüyorum. Ben de o, evde yalnız Evde odalarınız ayrı ama, değil mi? Sonuçta olduğu için kendimi kötü hissettim ama biz gizleyebilmeniz için de bu şekilde olması birbirimize sarılıp ağladık sonra, biten bir aşka gerekiyordu. Ayrı odalar, ayrı yataklar? ağladık. Daha sonra zorluklar azalmaya başladı E: Evet, öyleydi ve her seferinde birileri bizde kaldığı çünkü yeni dostlar edindik ve görmeye başladık ki, zaman bir bahane bulup birlikte uyuyabiliyorduk. biz yalnız değiliz! B: “Gizli” yaşamak çok zor durumlarda bırakabildiği Yeni dostlar? gibi, psikolojik olarak da sorunlar yaratıyor. B: Evimize yerleştikten ve bizi de yerleştirdikten Sevdiklerinizle beraber iyi vakit geçiriyorsunuz, o sonra Kaos GL'ye gitmeye başladık. Sürekli anda sevgilinizin elini tutmak, öpmek istiyorsunuz internetten takip ediyorduk zaten. mesela; ama yapamıyorsunuz, sürekli bahaneler E: Benim korkularımdan kaynaklı tabularımı da yaratmak zorundasınız. Homofobinin yaşattığı aşmamı sağlayan yerdi Kaos GL. Yaşadıklarımızda travmadan dolayı hem kendine hem de ilişkisine yalnız olmadığımızı, pek çok insanın aslında buna haksızlık edebiliyor insan; önemli olan sabretmek.


kuş evi selen doğan maskelidunya@yahoo.com

“Ancak bir ağaç kuruyuverir, bir ev yıkılıverir, bir makina duruverir, bir pabuç aşınıverir, ansızın bu anlaşıverir ve hiç önemli değildir bu. Öncesiz ve sonrasız, bağlantısız ve belgesiz tükenivermek bir ağacın, bir evin, bir pabucun hakkıdır.” Tante Rosa

bir mayın tarlası olarak resim: aynur ekmekçi

Bir ev bir insanda nasıl durur? Bir ev o insanda nasıl büyür? Bu ev bende bir ur gibi büyüdü. Sırrını baca deliğine fısıldayan hikaye kahramanı gibi, ben de ruhumun ak ak nefesini kara kara deliklere birer birer gömdüm. Dört duvarın sedasız eczası nasıl iyileştirirse açık yaraları, öyle iyileştiğimi sandım: sessizlikle. Sessiz bir odayı gürültülü bir ormana dönüştürmeye yetecek kadar ses biriktirmek zordu. Bu ev benim ten kafesim oldu. Bir ev bir kadında böyle durdu. Kapının bu tarafında, kendini yok etmeyi seçmiş bir hikaye vardı. Yazılmış ve yazılacak tüm yeminler bu hikayenin bir yerinde öylece asılı kaldı. Bazı yalanlar bazı gemilere binip gitti. Bazı ayaklar bazı yolları yürüdü gitti. Bazı rüyalar bazı uykulara dalıp gitti. Bu evden, imkanı imkansızlıkla sınanan bir aşk geçiyor şimdi. Zaman bir kalbin ipini bütün gücüyle çekti. İnsanın insanı bir ten gibi taşıma bilgisi hayatın hiçbir yerine sığmıyor. İnsan insanı bir hasret gibi taşıyor. Yüzündeki bir ben gibi, hiç bitmeyen bir dert gibi taşıyor. Taşın kendi sertliğini, suyun kendi deliliğini taşıdığı gibi. İnsan ki aşkla taşıyorsa başkasını, tüm bilmecelerinden sıyrılmış bir kara delik gibi taşıyor. Taşıdım. Çatıların, kuralların, korunaklı kararların, ölü bir hayvan gibi duran yalanların ve pek acemi bir kadınlık bilgisinin başa çıkamadığı bir tuzaktı bu. Neresinden tutulduysa elde kaldı. Emniyeti kabuğunda aramayı öğrenmiş sürüngen nasıl çatısını bir zırh gibi giyiyorsa bedenine, ben de evimi başıma yıkan kaderi giyindim. Tükenmenin o kadar da berbat bir şey olmadığına ikna edebilirdim kendimi. İmkansızlığı da sevebilirdim. Evin bir zindan mı yoksa bir lunapark mı olduğu sorusuna verilecek yanıtlar, evin içinden törenle gelip geçenlerin ayak izlerine göre, o izlerin sabitliğine veya uçuculuğuna göre, o ayak seslerinin tende sebep olduğu kesiklere göre değişmeyebilirdi. Ne ki ev, ya bir zindan ya bir lunaparktı: O gelince neşeli oyuncaklar, o gelmeyince sıkıcı salıncaklar. Bütün sıvıları kıyılarından çekilmiş bir beden gibi boş, bomboş odalar. Bereketi olsa ne olur olmasa ne olur sofralar. Ha kapanmış ha aralık kalmış ne fark eder kapılar… Kalbimin yüzeyindeki suret oydu. Etimi parçalayan hançeri parlatan da oydu. Bir gözyaşı gibi taşıdığım da. Ev, ki bir mayın tarlasıydı son bakışta, bende öylece kaldı. Her an savurup dağıtabileceği ihtimalini saklı tutan, sonsuz, sessiz, yalnız, yekpare bir alan… Yıkılabilen, aşınabilen, ama anlaşılmayan kadınlar için ev budur: İçinden yar geçerken lunapark, geçmezken zindan. Mayınlar mı? Onlar kendinden desenli kumaşlar gibi tenimizde. Evimizde. İçimizde.

25


sandık odası ‘o görüntü’nün peşinde umut güner umut@kaosgl.org

26

İlkokula başlamamıştım bile. Oturduğumuz evin yakınında iki erkek çocuğunu birbirine dokunurken görmüştüm. 'O görüntü' on yıl boyunca zihnimde eşcinselliğe ilişkin tek görüntü olarak kaldı. “kendi evimiz” İlkokula başladığımda kendi evimize taşındık. Kendi evimiz. Bu kavramı ilk defa yedi yaşında duymuştum. Annem bize bir ev almıştı ve artık orada yaşayacaktık; ama bu ev kendime ait o tek görüntüden uzaklaştırmıştı beni. Neyse ki teyzemler halen o görüntünün olduğu mahallede oturuyorlardı ve onlara her gittiğimizde 'o görüntü'yü arıyordum. evden kovulmak Lise bitene kadar 'kendi evimiz'de oturduk. Okul-ev, evokul dışında sadece eski mahalle gezmeleri vardı. Evden dışarı çıkmadığım, hep kızlarla oynadığım için, iyi niyetli teyzemler “ne biçim erkek çocuğu hep evde ve kızlarla oynuyor” cümlelerini kurdular. Annem, teyzelerimin ve babamın “iyi niyetli” fişeklemelerinden etkilenerek ev dışında zaman geçirmeye zorladı beni. Ben de eski mahallemizde 'o görüntü'yü aramaya gittim. Ama nafile! Ben de 'o görüntü'yü kendim çekmeye karar verdim ve evimize birkaç arkadaşımı davet ettim. evde olmayacak şeyler Evde annemler olmadan başka bir erkekle yalnız olmam annemin dikkatini çekti. Beni kenara çekip iki erkeğin birlikte “bir şey” yapmasının yanlış olduğunu, bunu bir daha yapmamam gerektiğini söyledi. Verdiğim söze benim gibi o da inanmamış olacak ki beni psikiyatra götürdü. Neyse ki psikiyatr ne dediyse beni kendi halime bırakmaya karar verdiler. İyi ama ben kiminle oynayacaktım şimdi? Ne kızlar, ne de erkekler doğruydu. Ben de yalnız kalmaya karar verdim. Ama bu sefer de hiç arkadaşımın olmaması dert olmuştu aileme. geceleri her yer ev Liseyle birlikte geceyi keşfettim. Sadece geceyi değil, erkek olduğum için güneş battıktan sonra da dışarıda olabileceğimi ve karanlıkta bir şeyler yapabileceğimi de… Ama lisede çocukça oyunlar oynayabileceğim birini bulmam zordu.

abim, annem ve ben (1982)

evimin ilk oyun arkadaşı Üniversiteyi kazandım. Tek başıma amcamların evinde kalmaya başladım. İlk defa kendime ait bir evim oluyordu. İstediğim gibi sığınabileceğim, istediğim zaman taşacağım, istediğim kişiyle istediğimi yapabileceğim. Ama bu sevinç kısa sürdü, anneannem geldi, evime yerleşti. Neyse ki okuldan arkadaşlarımla “olmayacak şeyler” yaptığımızı düşünmüyordu; zaten yapmıyorduk. Ve sonra oyun arkadaşımı bulduğumu sandım. Bazen birlikte uyuyorduk, bazen hiç konuşmuyorduk. Ama 'o görüntü'yü bir türlü yakalayamıyorduk. Kendim gibileri aramaya başladım sonra. Ama liseden kalma alışkanlıkla sadece geceleri yaşamak istiyordum. Sokakta, orda burada, ama evde değil! Benimle sosyalleşmeye çalışan geylerle ilişki kurmayı reddediyordum. Güneş battıktan sonra ise, sürekli 'o görüntü'yü yakalamaya çalışıyordum. evden kaçmak Anneannemden sonra ilk önce annem geldi, sonra babam… Annem yeni bir “kendi evimiz”i daha aldı. Kendimize ait bir evin içinde kendime ait hiçbir şeyin olamayacağını anladığım zamanlardı. Bu yüzden evden bir kaç kere ayrıldım. Ama her ayrılışımda annem, “tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer kürkçü dükkânıdır” diyordu. Ve ne yazık ki uzun süre hep haklı çıktı, her seferinde ben eve geri döndüm. Sevgilimle “kendi evimiz” Dört buçuk yıl önce sevgilimle tanıştım. Altı ay orda burada, arkadaşların evlerinde kalarak günlerimizi geçirdik. Sevgilimin sürekli dışarıda kalmasının sorun olması ve ardından ailesine açılması ile birlikte -bir de artık liseli aşıklar gibi kaçak yaşamak yerine- kendimize ait bir evimizin olmasına karar verdik. Oradan buradan alınan borçlarla 16 Ekim 2004'te “kendi evimiz”e taşındık. İki çöp torbası eşyayla çıktığımız bu evden bir kamyonet eşya ile taşındık bir sene sonra… ailemin reddettiği evim Bütün bu süreçte sevgilim de ben de ailelerimizden destek görmedik. Her ikimiz de ailemize açık olmamıza rağmen, bir arada yaşıyor olmamıza, sevgili olmamıza ve daha da önemlisi kendimize ait bir evimizin olması fikrine o kadar çabuk alışamadılar. Annem, 13 yaşımdayken eşcinsel olduğumu öğrendiği halde, onlarca sene, inatla benim için yaptığı çeyizi bana vermedi. Abim bir kere kapının önüne kadar geldi ama eve girmedi, giremedi. annem son evimdi 2002 yılında annemin kanser olduğunu öğrendik. Ve 11 Nisan 2007'de annem ağırlaştı. Hastaneye kaldırıldı. Yanında bir gün kaldım. Uyumak için eve geldim. 24 saat uykusuz geçen nöbetin sonrasında uyurken annemin öldüğü haberini aldık. Sevgilim bu sürecin her anında yanımdaydı ama acımı sevgilimle paylaşamadım, ona sarılarak ağlayamadım, kendim gibi acı çekemedim ve o an anladım: “Annemin evi benim evim değildi artık”. Sadece annem ölmemişti, herhangi bir zor anımda sığınabileceğim o tek kale de yıkılmıştı. Daha acısı ne biliyor musunuz: Annemin benim için yaptığı çeyizler evin her yerinde ama annem bunu göremedi; ömrü yetmediğinden değil, homofobisi ile yüzleşemediğinden! Annemi özlüyorum, ama bir yandan da ona kızıyorum; çünkü evimize gelmemesinin tek nedeni benim eşcinsel olmamdı.


sevgilim ve ben (2007)

annemin ev borcu Annemin ölmesinden birkaç ay sonra abim evlendi. Abimin düğününe bütün aile geldi. İki teyzem, üç kuzenim, yengelerim ve çocukları düğünden sonra evimize geldiler. Annemin yapamadığını teyzelerim yaptılar. Teyzem, “siz evlenemiyorsunuz bari bir ev hediyesi alalım” deyip bize bir kanepe aldı. Teyzelerim bana, sevgilime ve evimize sahip çıkarak annemin borcunu ödemeye çalıştılar. babam evimizde Benim bir babam var. İlginç değil mi, evin kırk halinden bahsettiğim halde babamdan hiç söz etmedim. Çünkü babam benim hayatımda yoktu, olmadı. Gerçi ben de onun hayatımın içinde olmasını istemiyordum. Babam, annemin ölmesiyle birlikte abimle birlikte yaşamaya başladı. Ama bir süre sonra kavga ettiler ve otelde kalmaya başladı. Sürekli davet ettiğim halde bir türlü gelmiyordu evimize. Ve nihayet direnci kırıldı bir gün ve geldi. Evimize ilk girdiğinde nereye gideceğini, ne diyeceğini bir türlü bilemedi. Eşcinsel olduğum için beni yıllarca görmezden gelen babam kendi yarattığım bu kalede savunmasız kalmıştı. Bir ay birlikte yaşadık. Artık babamın Ankara'da gelebileceği bir evi var. bize ait bir ev Evimizi çok seviyorum. Evden dışarı çıkmak istemiyorum. Evimizi herkesle paylaşmak da istemiyorum. Ev tamamen kendimize ait bir şey; sevgilimle bana… Homofobisini paspasa silmeden kimsenin giremeyeceği “kendi evimiz”de istemediğimiz tek şey ise “rol yapmak”.

evren güvensoy

artık yaşıtız anne

ekaryabaros@hotmail.com

Bu yazının bana ait olduğunu anlayınca gözlerinden sırça bilyeler yuvarlanmaya başlayacak biliyorum. Çünkü ben sadece senin değil, tüm sülalemin tek erkek evladıyım. Sana söylemiştim bir çocuk daha yap diye ama hiç zamanın olmadı buna. Doğduğum günü hatırla. Bir kaç gözyaşından sonra gülmeye başlamışım katıla katıla. Kimileri için bu, ölmüş büyük dedemin ruhuyla dünyaya gelmem demekti. Benim içinse yaşama sevincimin ilk mitingiydi. Hodri meydan demişim dünyaya, “Ne kadar acı olsan da seviyorum seni”... Benim, ben olmama karar vermeden herkes bir misyon yüklemiş sırtıma. Küçücük bedenimi, ruhumu eğip bükmüşler demirci ocaklarında. Şekil vermeye çalışmışlar bana kendi kafalarınca. Kimine göre bir devrimci, kimine göre büyük bir dini öndermişim. Sormamışlar ki bu çocuk ne olmak ister. Hangi duygularla, hangi limanlara yelken açar. Koparmışlar kucağından, sahiplenmişler doya doya sevememişsin beni. Bir yandan babamın çalkantılı siyasi yaşamı, diğer yandan belimizi büken yoksulluk. Tüm gücünü bunlara harcamışsın. Beni sevmeye, beni tanımaya, beni anlamaya gücün, zamanın, takatin kalmamış. Hatırlar mısın ilkokulda Samet'le Huysuz Virjin'in taklidini yapardık. Bütün okulda nam salmıştık “küçük ibneler” diye. Hatta bir gün topuklu ayakkabılarınla rujunu okula götürdüm diye öğretmenimden dayak yemiştim. Düğünlerde senden gizli kına yakardım ellerime. Banyo yaptırırken fark ederdin de kızardın. Hiç düşünmedin mi anne neden yapar bu çocuk bunları diye. Hiç sormadın mı kendine. Hiç tanımadın mı beni? Aslında ben de seni tam olarak tanıyamamışım.

Tanısaydım sen katran denizlerinde can çekişirken ben iki elim cebimde öylece, duyarsız kalmazdım. Bir sabah yatağıma gelip “Babandan ayrılıyorum!” dediğinde beni uyandırmak için şaka yapıyorsun sanmıştım. Çünkü bir kere bile olsun hissettirmedin bana 17 yıllık mutsuzluğunu, kapılar ardındaki ağlayışlarını. “Bu kadın sabır küpü olmalı!” derdim babamın hakaretlerine karşılık vermediğinde. O zaman tanısaydım seni sarılıp omuzlarıma ağlamanı isterdim, anlatmanı isterdim içinde sakladıklarını. Babamdan ayrılma sürecin, geç de olsa seni tanımamı sağladı. Tedavi gördüğün hastaneye, seni ziyarete geldiğimde “Merhaba ben Zeren, memnun oldum” demiştin gülümseyerek, o gün ilk kez sohbet etmiştik seninle. İlk kez konuşuyorduk sevdiğin müziklerden, kitaplardan, eski sevgilinden, erkekten. İlk kez anlatıyordun içindeki yalnızlığı. İlk kez ana oğul oluyorduk. Geç de olsa hızlı ilerliyordu tanışmamız. 16 yaşımda üniversiteyi kazanıp da Ankara'ya geldiğimde ne demiştim telefonda: "Anne ben sizden kurtulmak istemiyorum!!!" Çünkü artık her gün kavga edebileceğim bir annem yoktu yanımda. Yoktu sinirle camını çerçevesini indirebileceğim bir evim. Biliyorum hiçbir zaman tam anlamı ile anne oğul olamadık, aile olamadık ama "yoklukta kurtlu darı" misali hiç olmaması yarım olmasından daha kötüydü, anladım. Bunları anladıkça seni tanımaya başladım. Daha doğrusu tanımaya çalıştım. Çocukken “Anne yaşın kaç?” diye sorardım “20'lik dişim daha çıkmadı, 19” derdin. İşte ben de o yaşa geliyorum. Yakında yaşıt olacağız. Beraber gezmek, beraber eğlenmek, beraber düşünmek zamanıdır şimdi. Oğluyla aynı yaşta bir anne olarak beni daha iyi anlayacağına inanıyorum. Sırtımdaki ağır misyonları attım. Ben artık ne mürebbiyim ne de siyaset çocuğu… Anne ben artık benim. Ben bir eşcinselim. Ben oğlun Avedis'im. Tanı beni anne tanı, geç olsa da tanı!

27


II “Akşama taze fasulye mi…

III Veyahut kıymalı patates mi pişirsem”

IV diye düşünürken hasta bulmuştun kendini

I sıradan bir gündü, sıradan dairende

yine de pencereyi kapama… aykan safoğlu

XIII Bıraks kendin

XV Hatırlasana, bir zamanlar karnavaldı her yer.

XVI Seni yerine mıhlamadan önce XVII Talan,

XVIII Sen hep annenin kızıydın.

XIV Hayır, hayır, a

XXII Sokaklarda

XX Tanırdın sevgiyi XXI Sevişirdin doya doya IXX Kaçardın bir ağızda ve


V Hiçbir ziyarete de gönül indirmeyecektin.

VIII O en zor yemini ettiğin günden beri

VII Hapsetmiştin kendini eve

VI Yaran derindi besbelli

i.

sa mıydın ni çatıdan?

XI Rutubet,

IX çöpü atmak için bile X kafanı uzatmıyordun dışarı. XII Kirliler(i) yettiydi…

açma sakın televizyonu…

XXV Bilirsin sokulmazsa aşk kapısından

XXVI o ev hasta bir evdir.

XXVII Yine de pencereyi kapama…

XXIII Sevginiz mahalleyi işgal ederdi.

XXIV o günler, sadece fotoğraf olmadı hiç,

XXVIII gök dolabilir içeri…

arkadaş z. özger anısına...


sandık odası

-cilikten

-liliğe yorgun bedenim

barış sulu baris@kaosgl.org

30

“Ev-cilik” oyunlarına geri döneceğim biraz, çocukluğumda kendime ait bir odamın olmamasından ve 80 metrekarelik bir evde yalnız yaşamaktan, evdeki kalabalıklardan, kalabalıklardaki evlerden, ev arkadaşlığının dostluğa neler yapabildiğinden ve “ev-lilik”ten bahsedeceğim. Öyleyse başlayalım. bağarası: evciliğin ilk evi Küçük mü küçük bir kasaba, ne tarafa dönsen üzüm bağları, yemyeşil, tertemiz: Bağarası. Çocukluğumun geçtiği yer. 8 sene, en can alıcı dönemlerimde, bu kasaba beni evlat edinmişti. Oyunlarımız için birçok mekânımız vardı Bağarası'da; müstakil evimizin bahçesi, evin karşısından yaz-kış demeden inadına akan derenin kıyısı, pazar yerinde pamuk balyalarının üstü, altı, kenarı, kasabanın en gizli köşeleri, terkedilmiş zeytinyağı fabrikası, babamın öğretmenlik yaptığı bu kasabanın tek lisesinin dört bir köşesi... Mekânlar değişse de oyunumuz hiç değişmezdi; evcilik. Kasabada "kız gibi" olmak bana küçücükken "evimin kadını" olabileceğimi göstermişti. Evcilik oyununda mahallenin tüm erkeklerinin karısı oluyordum, abimin bile. Evimde, işten dönmesini beklerdim tüm mahalle çocuklarının; kocalarımın. Sobanın üzerinde annemin bize yaptığı gibi kestane pişirmek isterdim onlara. Onlar da yadırgamazlardı kendi önlerindeki çıkıntının aynısına sahip bir karıları olmasını ve kendilerine “hizmet” etmesini ki, kapıyı ağızlarıyla "tak tak" diye çalıp "karıcım ben geldim" diyerek evin içine girdiklerinde, iki öpücük kondurunca yanaklarına, mutlu olurlardı. Erkekliğe birinci adım bu kasabada gerçekleşti; o topraklarda bıraktım giden çükümün yarısını. Pamuk b a l ya l a r ı n ı n a ra s ı n d a o p e ra s yo n l u b ö l g e m i arkadaşlarıma gururla gösterişlerimi ve ilginçtir ki bundan sonra biraz daha müstehcen rollere büründüğümü hatırlıyorum. Başlı başına başka bir yazı

konusu, atlıyorum o yüzden. nazilli: evciliğin ergenlik kılavuzlarının keşfi Babamın tayini çıktığı için 11 yaşımda, Bağarası'da 'sevgili'lerimi bırakarak, 'dul bir kadın' edasıyla Nazilli denilen ilçeye taşındık. Ayakları toprağa basmaya alışmış bir çocuktan beklenmeyecek bir performansla alışıverdim bu taşlı ve çok binalı kente. Ne bağların arası kalmıştı artık ne de balyaların arası ama evcilik her yerde evcilikti. Oyuna ergenlik döneminin erkekleri katılmaya başladı artık. Evciliğin nasıl oynanacağını gösteren kılavuzları buldular önce: Porno kasetleri ve dergileri. Aman biri gelecek diye yüreğimiz ağzımızda annebabaların yatak odalarını deşer, kutsal görüntüye kavuştuğumuzda zevkten titrerdik. Ekranda ve dergide görünenleri taklit eder, küçük bedenlerimizde yasakları ve gizlenenleri denerdik. turuncu öpüşme Farkında olarak ilk ateşli öpüşme: Turuncu saçlı ve çilli oğlan çocuğu. denizli: evciliği anlatan dergi Babamın göçebe mesleği bu kez bizi Denizli'ye taşıdı. Gördüğüm ilk büyük, kalabalık kentti burası. Kocaman apartmanlar, caddeler, sinemalar, parklar, kitapçılar… İşte o kitapçılardan birinde hayatımı değiştireceğini görür görmez anladığım dergiyle, Kaos GL'yle karşılaştım. Sene 96, kitabevi Kelepir. Satın almadım, hayır ama bir gün sayfalarını karıştırıp her satırını içeceğimi bilmenin özlemiyle oradan uzaklaştım. milas: evciliğin yorgan altı hikayesi Üniversite sayesinde yeniden şehir değiştirdim. Bu sefer Muğla'nın Milas ilçesindeydim. Kendime ait ilk evim. Eski, yıkık dökük, tuvaleti ve mutfağı dışarıda bir ev ama ilk evim. Eşcinselliğimi kendime ve başkalarına açtığım ilk evim. Evcilik oyunu kaldığı yerden oynanmaya devam eti. Bir erkekle aynı yorganı paylaşma, heyecandan öleceğimi hissetmek... Bu sırada, Nazilli'deki evcilik oyunlarımın arkadaşı, üniversite için gittiği Ankara'da ilk sevgilisini bulmuş, kendine eşcinsel evcilik arkadaşları edinmişti. Bense kendimi heteroseksüel arkadaşlarıma açtığım için “Merak etme ileride düzelirsin” sohbetlerine maruz kalıyordum. Beni anlamıyorlardı. Yapamayacaktım bu yerde, tekrar sınava girecek, O'nun yanına gidecektim: Ankara'ya. ankara: çocukluktan kalma evin hayali İ l k t e r c i h i m i , Ha c e t t e p e Ü n i ve r s i t e s i S ı n ı f Öğretmenliği'ni kazanarak Ankara'ya geldim. Şimdi sırada, O'nunla çocukluktan kalma 'ev' hayalini gerçeğe dönüştürmek vardı. O, bir kadın ve ben… Bir ev. Herkesin kendine ait odasının olduğu bir ev. Arkadaşlarla aynı eve çıkmanın nelere varabileceğini ilk anladığım ev. Faturaları kim ödeyecek, bulaşık sırası kimde, temizlik gününde uyuyamazsın, sevmesen de arkadaşım gelecek… Büyüdükçe şekil ve içerik değiştiren bu evcilik oyunu çok yorucu ve yıpratıcıydı ama.


Ve bir gün… Kadın evcilik arkadaşının bir erkek sevgilisi olur, onunla evlenir; sen o mutlu yuvanın üvey evladısındır artık. Evcilik oyunlarının iki kişilik olduğunu anladığım zamanlardı. Yeni bir eve, O'nu da alıp gitmenin vakti gelmişti. Depresyonlarla, okula uğramamalarla, sabahlara kadar gey barlarda zaman geçirmelerle, bu gün de “dağıttık” cümleleriyle günler hızla geçiyordu yeni evimizde. Çocuklukta oynadığım oyunlardan daha fazlasını oynuyordum erkeklerle ama masumiyet kısmı olmuyordu. (Kardan adamlar yaptım hepsi elimde eridiler.) Erkekleri tüketmek olmadığını bal gibi biliyordum eşcinselliğin ama oyunlara ara vermek için henüz çok erkendi. Evcilikten evliliğe “Doğru erkek”i bu kadar arayıp bulamamaların ardından, burnunuzun dibine bakmayı unuttuğunuzu fark edersiniz, işte tam da öyle oldu çocukluktan gelenle bir sevgililik halinin başlaması. Uzun süre direnç göstermiştik, belki de hiç aklımıza gelmemişti, belki de hep aşk vardı ama adı bu değildi; sonra bir anda ve hızla kırılmıştı bu direnç. Bir aşk halinin içine atılıvermiştim ve gayet de iyi gelmişti bana bu durulma, durulanma. Ömrümün sonuna kadar devam edeceğini sandığım bir birliktelik başlamıştı ve yıllar yılları kovalamıştı, altı senelik evcilik oyunu ardından evcilik durumu evliliğe dönüşünce de uçup gitmişti birlikte büyüdüğüm adam... istanbul ve mardin: göçebe hayat Antalya geçti bir dönem hayatımdan, sonra İstanbul, sonra Mardin'de otel odaları. Bir eve ait olma isteği. Artık sürüklenmeme isteği, biraz durup “ne yapıyorum”u düşünme süresine ihtiyacım vardı. Bana en çok güven veren kente Ankara'ya dönüşüm de bundandı. O'ndan ayrılınca başka bir eve yerleşmeliydim artık. Yapayalnız evcilik oynamak da marifet isterdi. Öyle de olmadı, hayatıma evcilik kurallarının değişeceğinin habercisi olan yeni bir dost ve onun şirin evinin girmesiyle ilk dönemlerde kendimi gayet huzurlu hissettim. Hata yapmaya çok meyilli olduğum dönemdeydim ve hatalarım oldu, eve sevgili niyetine birini davet etmek ve çakılıp kalması gibi. Dedim ya hata yapmaya çok meyilli bir dönemdeydim diye, bunun bir bahane olmadığını da biliyorum. Evdeki kalabalık günden güne arttı. Böylece tüm huzur kırıntıları bir bir gitmekteydi. Bitmekteydi. yeniden ankara: evcilik oyununun sonu Aynı hızla da ev boşalmaya başladı aniden. Ve kala kala koca evde yalnız başıma kalışım işte şu andır. Gitmesini istediklerim elbette oldu. Ama gitmesini hiç istemediğim, hayatımda uzun zamandır ilk kez kazanım olarak adlandırdığım da gidince doğum anıma dönüverdim. Şimdi O, kendi evinde, ben kendi evsizliğimde dolanıp durmaktayım. Hiçbir yere, hiçbir şeye ait olmama, sırt çantamı alıp gidecek kadar az eşyaya sahip olma halim hiç değişmedi. Evcilik oyununun sonu buydu işte; O, köklerini sağlamlaştırdıkça sağlamlaştırdı, terk edemeyeceği koskoca bir ev kurdu. Ben ise yeni evcilik oyunları için yeniden bağlara, balyaların arasına daldım.

”benim

im senin

mathilda piehl

indir” diyebilmek

mathilda.piehl@rfsl.se

Evde olmak, güvende olmaktır. Bir yolculuk sonrasında, kokusu çok iyi bildiğim yatağıma döndüğümde tekrar enerjimi topladığım yerdir evim. Ben kendi evi olan az sayıda şanslı insanlardan biriyim. Kiramı öderim ve evime kimin girip giremeyeceğine ben karar veririm. Ama birçok insan için durum tamamen farklıdır ve ev onlar için güvenlikle eşanlamlı değildir. Genç ya da yaşlı olmak, aileye ve akrabalara açık bir queer olmak çoğu zaman büyük bir tehlikede olmak demektir. Bazı aileler fiziksel olmasa bile psikolojik olarak çocuklarına şiddet uygular. Aileler, kız kardeşler, erkek kardeşler, amcalar, halalar, tehdit olabilir bazıları için. Heteroseksüelliğinizi doğrulayamazsanız, ekonomik olarak sizi desteklemezler, üniversite harcınızı ödemezler, yemek vermeyebilirler hatta evde uyumanıza bile izin vermeyebilirler. Bazen sizi eve kilitlerler. Evlenmeye bile zorlayabilirler. Bu tarz olaylara dünyanın her yerinde sıkça rastlanır. Uganda'daki bir kadın arkadaşım, erkek kardeşinin inisiyatifiyle, kardeşinin en yakın arkadaşının kendisine nasıl tecavüz ettiğini anlatmıştı bana. Ve kardeşinin bunu, onu heteroseksüelliğe döndürmek için “iyileştirici ve doğru bir tecavüz” olarak adlandırdığını. Arkadaşım elbette heteroseksüel olmadı; bu olay olsa olsa ailesinden ve evinden soğuttu onu. Aile içi şiddet ne yazık ki dünyanın birçok yerinde LGBT bireylerin çok sık karşılaştıkları bir durum ama partneri tarafından hırpalanmak veya yatağını paylaştığı kişi tarafından suiistimal edilmek de LGBT bireylerin ender de olsa karşılaştığı bir başka şiddet. Partnerler arasında yaşanan bu şiddetin heteroseksüel ailelerde yaşanandan tek farkı, böyle bir durumla karşılaştığınızda yardım almanın daha güç olmasıdır. Çünkü günün sonunda geri dönmeye korktuğunuzda size yardım edecek herhangi bir kurum yoktur. Şiddet, ister ebeveynden isterse partnerden gelsin, evi güvenli bir yer olmaktan çıkarır. İşte bu yüzden, LGBT bireyler için güvenli yerler yaratmak, LGBT hareketinin en önemli önceliklerinden biridir. Ancak böyle yerlerde LGBT bireyler, kendileri gibi deneyimlere sahip diğer insanları bulma şansı elde edebilirler. Kaybedilen bir evin telafisi kolay değildir, küçük kaynaklarla da yapılamaz, ama önemli bir önceliktir. Mücadeleye devam edebilmek için güvenli bir yerde nefes almaya, enerji toplamaya ve dinlenmeye ihtiyacımız var. Ama o güvenli yer, LGBT topluluğunun şartlarından dolayı, çoğunlukla bireylerin endi evleri değildir. Bundan dolayı hepimiz, güvenli yerler yaratmak için birbirimize yardım etmeliyiz. “Benim evim senin evindir” sözü gittikçe özel bir anlam ifade etmeye başlıyor. (Çeviren: İsmail Alacaoğlu)

31


misafir odası evlilik baskısı

annem, babam,

eşcinselliğim İster ekonomik bağımlılık ister güven isteği deyin aileyle yaşamak arafta kalmak gibidir. Ne öteye ne de geriye gidemediğiniz bir yerdesinizdir. Hele bir de o çatının altında eşcinselliğinizle yaşamaya çalışıyorsanız… Cehenneme ramak kalmış demektir. Ailesiyle yaşayanlara sorduk: Aynı çatı altında eşcinselliğimiz bir yalan mıydı?

aral tolga 24, erkek, gey, istanbul Ailem eşcinsel olduğumu bilmiyor; fakat hâl hareket ve davranışlarımdan dolayı çocukluğumdan beri anlıyorlardır. 14 yaşımda açılmaya çalışmıştım. İlk söylediğimde tepkileri çok sert oldu. İnkâr etiler. Hastalık ya da ergenlik çağındaki kimlik arayışı olarak yorumladılar. Gizlenmek zorunda olmak çok kötü. Hep tedirginim. Dertlerimi, sorunlarımı paylaşamadığım, kendimi ifade edemediğim için sık sık karamsarlığa düşüyor ve bunalıma giriyorum. Açılmayı düşünüyorum ama bunun için ayrı bir eve çıkmam, çok güvenebileceğim bir partnerimin olması ve ekonomik olarak tamamen bağımsız olmam gerekiyor. Sonuçta açılmazsam evlenme baskıları ve diğer baskılar da artacak. Ama bu açılma sadece ailemle sınırlı kalacak. Dışarıdaki insanlar, kısaca Türkiye buna hazır değil. Hâlâ eşcinselliği hastalık olarak görüyorlar. Birilerinin çıkıp da gündemi sarsacak şekilde bu insanlara eşcinselliğin hastalık değil kimlik olduğunu anlattığı gün, ben de gökkuşağı bayrağına sarılıp gezeceğim sokaklarda.

32

yoruldum saklanmaktan begüm başdaş 31, kadın, lezbiyen, istanbul/londra Senelerdir ailemden ayrı olduğum için İstanbul'da olduğum zamanlar adaptasyon sorunu yaşıyorum. Annemi çok seviyorum ama çok farklıyız birbirimizden. Kâh çok iyi anlaşıyoruz, kâh çok kavga ediyoruz. Özel hayatımı annemle uzun zamandır konuşmuyorum, bu da tabi hayatımın neredeyse tümünü ölçülü konuşarak paylaşmama neden oluyor. Hep söyleyemediğim bir söz kalıyor içimde. Özel hayatım iş hayatım ile de çok ilişkili olduğu için hep bir tutukluk oluyor anlattıklarımda, şöyle doya doya hiçbir şeyi paylaşamıyorum annemle ki eskiden lüzumlu lüzumsuz her şeyi anlatabilirdim. Sanırım çok az görüşüyor olup da hayatımı annemle eksik paylaşıyor olmak beni çok üzüyor ve evden uzaklaştırıyor. Gizlenmek zorunda kaldığında ya yalan söylüyorsun ya da eksik söylediğin için ifadelerin bazen anlam bozukluğu taşıyor ve gerginlik yaratıyor. Daha çok yalan söylememek için konuşmamayı tercih ediyorum. Son zamanlarda fark ettim ki bu beni çok derinden etkilemeye başladı. Annemi çok sık rüyamda görüyorum ve hep kavga ediyoruz. Bir gün anneme yüz yüze açılmak istiyorum, ama o gün ne zaman bilmiyorum. Çünkü bilmek annemin hakkı, açılmak da benim hakkım... Ayrıca yoruldum saklanmaktan ve sonuçlarından korkmaktan.


onların küçük çocuklarıyız bahadır berk 23, erkek, gey, edirne Gizlenince, kendin olamıyor, rahat hareket edemiyor ve ailenin kuralları içinde yaşamak zorunda kalıyorsun. Rol yapman, yalan söylemen, özel eşyalarını gizlemen gerekiyor. Onlarla eşcinsel temalı film seyredemiyorsun mesela. Onların küçük çocukları olarak yaşamaya devam ediyorsun. Bizi halen koruyorlar, gizli gizli yönlendiriyorlar. İnandıkları ve yaşadıkları hayata uyum sağlamamızı bekliyorlar.

sevgililerimi bile konuşur olduk yasin erkaymaz 29, erkek, gey , istanbul , Annem eşcinsel olduğumu en başından beri biliyor. Ama karşılıklı konuşmaya başlayıp dillendirdiğimiz yıl 1998'di sanırım. Klasik “ah evladım vah evladım” durumları bende de oldu. Ama zaman içinde anladı ki, erkekler de erkeklere aşık olabiliyor; o zamandan beri sevgililerimi bile konuşur olduk.

bir anda benden soğudular barış soncu 23, erkek, gey, izmir Üniversite 3. sınıf öğrencisiyim. Aileme 2005 yılında açıldım ve bana karşı davranışları, hareketleri çok değişti. Bir anda benden soğuduklarını düşündüm. Belki bir yanılgıydı ama aynı masada yemek yiyemez olmuştuk. Okulumun yanı sıra verdiğim özel ders sayesinde maddi gücüm olduğu için 2006 yılında ayrı eve çıkma kararı aldım. Bunu aileme söylemedim, çünkü beni kaybetmekten korkuyorlar ama bir yandan da bana eskisi gibi davranmıyorlar. Açıkçası onlar da bu açılmadan sonra ne yapacaklarını şaşırdılar.

annem bir erkeğin bir erkeği sevebileceğine inanmıyor fatih kocatürk 21, erkek, gey, bursa Annem eşcinsel olduğumu ilk öğrendiğinde beni görmek istememişti bir süre. Ama bunlar çok çabuk aşılabiliyor. Annem en çok görünür olma isteğime takmıştı. Bunu da şimdilerde aştık gibi. Sadece, bir erkekle beraber olmamı anlamıyor sanırım. Bir erkeğin bir erkeği sevebileceğine inanmıyor. Bu da, benim sevdiğime inansa bile diğerlerinin benim gibi olmadıklarını düşünmesinden kaynaklanıyor.

bazı fedakarlıklar yapmam lazım yiğit ünsal 20, erkek, gey, istanbul/ankara Ailemde aşırı bir şeffaflık takıntısı var, her şeyin şeffaf olmasını istiyorlar. Bu da telefon konuşmalarımdan internet yazışmalarıma kadar birçok şeyi kısıtlıyor. Eşcinsel olduğumu bir tek annem biliyor. O da inanmıyor ya da inanmak istemiyor. Ayrıca psikoloji mezunu olduğundan, eşcinsel özellikleri göstermediğimi, bunları -onun deyimiyle- "anne baba düşmanı" ve arsız olduğum için yaptığımı söylüyor. Açılmayı şu an düşünmüyorum. 20 yaşındayım ve İstanbul'da üniversitede okuyorum. Ekonomik özgürlüğüme sahip değilim. Öğrendiklerinde beni reddedeceklerini ya da kapı önüne koyacaklarını sanmıyorum ama paradigmanın negatif ucunu düşünürsek, arkama bakmamam için önce ekonomik özgürlüğüme kavuşmam ve bazı fedakârlıklar yapmam lazım. Her şeyin bir zamanı var. Ailemin öğrendiğinde Ankara'ya dönmemi isteyeceğini düşündüğümden buradaki mutluluğumun bozulmasını istemiyorum.

en zoru yalan söylemek zorunda kalmak şeyda benan 25, kadın, lezbiyen, ankara Ablamın bizimle yaşadığı dönemde cinsel yönelimimi henüz keşfetmemiştim ve onunla her konuyu konuşabiliyordum. Çoğu konuda annemle konuşmakta da sıkıntı yaşamıyordum. Ablamla çok fazla şey paylaştığımız ve birbirimizi arkadaş gibi gördüğümüzden, artık onunla eskisi gibi konuşmadığım için üzüldüğünü fark ediyorum. Annem de sık sık “eve gelir gelmez odama kapandığımı ve ona hiçbir şey anlatmadığımı” söylüyor. İlk zamanlar annemle tartıştığım ve hakkımda düşündüklerinin yanlış olduğunu söylediğim için, şimdi bu yalanı sürdürmek zorunda hissediyorum. Açıklarsam annem (ve muhtemelen ablam da) karşıma din ve ahlak kavramlarıyla gelecektir. Hem onları üzmemek ve kendi huzurumu bozmamak, hem de sevgilimi ailem karşısında zor durumda bırakmamak için, gizlenmeyi daha mantıklı buluyorum.

33


misafir odası çöplüğümü seviyorum

kendine ait bir Kendine ait evin, televizyonun, boş zamanların, dağınıklığın, uykuların , sessizliğin olması demektir yalnız yaşamak. Bazen bir sese ihtiyaç duyulsa da en çok sessizliği sevmek demektir. Yalnız yaşayanlara sorduk: Tercih mi kader mi? ruh halim ne diyorsa onu yaşamak yasemin öz

34

34, kadın, lezbiyen, istanbul Genelde yalnızlıktan memnunum ama bazen birinin olmasının konuşmak ve paylaşmak anlamında iyi olacağını düşünüyorum. Aileden ancak kardeşimle yaşayabilirim; anne ve babamla yaşarsam cinsel kimliğimle ilgili sorunlar olabilir. Eğer sorun etmeyeceklerini bilsem onlarla da yaşayabilirdim. İyi anlaştığım ve bencil olmayan bir arkadaşla, evde kesinlikle kendi özel alanlarımız olması kaydıyla yaşayabilirdim. Sevgilimle yaşamayı pek istemem, ilişkiyi tüketebilir diye düşünüyorum. Ama güven ilişkisi kurulmuşsa o da olabilir. Dilediğim zaman dilediğim şeyi yapmak ve kontrol edilmemek, ruh halim ne diyorsa başka birini rahatsız etme riski olmadan gerçekleştirmek iyi kısımları. Ama bazen konuşacak, sarılıp uyuyacak birini özlüyor insan veya ekonomik olarak hayatı paylaşacak. Bunlar olumsuz yanları.

hasta olduğunda hissedilen yalnızlık aylin demir 33, kadın, lezbiyen, istanbul İsteseydim yalnız yaşamayabilir, en iyi arkadaşımla mesela, bir sistem kurabilirdim ama yalnız yaşamayı tercih ettim. Sevgilim olursa bilmiyorum, kararım değişebilir belki. Genel olarak, yalnız yaşamanın olumlu tarafları daha çok benim için ama hasta olduğunda biraz yalnız hissedebiliyor insan.

eşcinsel olduğum için seçmedim yalnızlığı karun tugey 21, erkek, gey, istanbul Yalnız yaşamak elbette tercihim. Eşcinsel olmak ya da toplumda çoğunluğun yaşadığı durumun dışında bir durum yaşamanın yalnız yaşama tercihinde etkili bir ayrıntı olduğunu düşünmüyorum. Komün bir yaşantının içinde tek gey olmayı da seçebilirim. Sevginin ve huzurun açıkça paylaşıldığı bütün mekânlarda yaşamak isterdim elbette. Tek kanallı sevgiler tercih sebebidir. Tek bir arkadaş, ya da sevgili… Aile ise saçma. Aile hafta sonlarına ya da bayram tatillerine

ogeday celep 19, erkek, gey, lille - fransa Yalnız yaşamamın tercih mi kader mi olduğunu söyleyebilmem çok zor. Ailem, geleceğim için yurtdışına gitmenin daha iyi olacağını söylerken benden kurtulmayı düşünmüş de olabilir, bana daha iyi olanaklar sunmayı da... Türkiye'de kalsaydım ailemle yaşayamazdım, onlar da bunun farkındaydı. Fransa'ya gelmeden önce altı ay evden uzakta yaşadım ve bir gün dahi annem ya da babamla konuşma gereği duymadım. İletişim çok öncesinde kopmuştu çünkü, aynı evde kalmanın anlamı yoktu. Daha sonraları bu benim için bir kadere dönüştü. Babama “dönmek istiyorum” dediğimde “dönmemem gerektiği” cevabını aldım. Kendi sözleriyle “aynı coğrafya içinde olmak” istemiyordu benimle. Bunu “ailenin adını kirletebilme” olasılığını ortadan kaldırmak için de söylemiş olabilir. Yazdıklarımı okuyanlar “Fransa'dasın, daha ne istiyorsun, özgürlüğünü yaşa” diyebilirler ancak özledim. Lille şehrine ilk geldiğimde gençler arasında yaygın olan colocation (fr. Beraber yaşama) ilanlarına bakmak için birkaç siteye üye oldum. Ne yazık ki ev arkadaşı seçme kriterlerinde sigara içmek, eşcinsel olmak ve de uyruk çok önemli. Bundan dolayı kendi başıma geldim, evimi buldum, kiraladım. Evde yalnız olmak benim için bir zevk. Bütün perdeleri kapatıp çıplak dolaşıyorum. Evin kaloriferlerini istediğim gibi ayarlayarak optimal bir sıcaklıkta yaşayabiliyorum; ne çok sıcak, ne çok soğuk. Kıyafetlerim yerlerde yığınlar oluşturabiliyor ya da mutfakta bir düzen olması gerekmiyor. Amerikanvari bir tavır ile: Evet, çöplüğümü cidden seviyorum. Eve bağlı bir insan olarak, bu belirlediğim alan içinde istediğim gibi davranmak benim için çok önemli. Bir kimsenin olması bile o evi artık 'benim' olmaktan çıkarıp 'bizim' haline getiriyor. Aslında hepimiz içimizde bir getto, bir yuva özlemi çekiyor olabiliriz. Hasta olduğumda kimin bana bakacağını çok merak ediyordum. Öğrendim. Sevgilime hasta olduğumu söylediğimde o gün gelmesi için önceden konuşmamıza rağmen 'hastaysan gelmeyeyim dinlen' cevabını suratıma yedim. Benim için kabul edilemez bir durum bu ama Fransızlara göre bir kişi hasta olduğunda yalnız kalmak ister. Bu cevaptan sonra çok korktuğum günler oldu; evde felç geçirsem ya da bunun gibi ciddi bir olay olsa beni kim kurtaracak?

ait bir kavramdır. İnsanın en temel ihtiyaçlarından biri korunmak ve sahiplenilmek; yalnız yaşamaya karar verince bundan vazgeçiyor insan. Tam anlamıyla yürüyebilmek biraz zaman alıyor ama sonucunda özgürlükler okyanus gibi uzanıyor önünde. İstediğim hareketi yapabileceğim büyük bir oyun alanı oluyor hayat.


yazıhane

demek özgürlük demektir ismail alacaoğlu ismail@kaosgl.org

Herkesin hayalidir bir gün “ev”lenmek. Ama bizim geleneklerimizde evlenmeden “ev”lenmek pek mümkün değildir. Önce her yeri bizimdir ailemizin evinin. Zaten küçücük olduğu için bedenlerimiz, bir o kadar büyüktür o iki oda, bir salon evimiz; koştura koştura bitiremeyiz. Büyüdükçe, kendimizi keşfettikçe, diğerlerinden farklı olduğumuzu kavradıkça iyice odamıza çekiliriz, artık odamızdır evimiz. Büyümüştür bedenlerimiz bu arada ve büyük de olsa dar gelir bize bir kapı, bilemedin bir pencereli o dört duvar. Bazıları şanslıdır; üniversiteyi kazanır, ailesinden uzakta “ev”lenebilme ihtimalleri doğar; şanssız olanlar içinse yeni evleri ya yurttur ya da gidilen şehirdeki akrabaların yanıdır. Tabi azımsanmayacak kadar büyük bir grup içinse bir an önce evlenmektir “ev”lenebilmenin tek yolu. Sanırım en fazla “ev”lenme hayali kuranlar da eşcinsellerdir. Çünkü ev demek özgürlük demektir. Özgürlük demek, eve istediğin zaman gelip istediğin zaman çıkabilmektir, ortalığı dağınık bırakabilmektir. Özgürlük, televizyonda istediğin kanalı izleyebilmek, yüksek sesle müzik dinleyebilmektir. Özgürlük, sabah biri tarafından uyandırılmamak, ders çalışıp çalışmadığının kontrol edilmemesi demektir. En önemlisi özgürlük “Yer var mı?” sorusuna “Evet” diyebilmektir… Ben, son özgürlük tanımı hariç hepsine zaten sahiptim. Laf aramızda, o zamanlar son özgürlük tanımından da bihaberdim zaten. Kimse sormazdı bana derslerimin nasıl gittiğini. Odamı toplamam da söylenmedi bana hiç; hiç odam olmadı çünkü… Her şeyin sesi hep yüksekti evde; ailenin diğer fertlerinin sesini bastırabilsin diye. 'Nereye gidiyorsun'u bırakın, kimse bana nerede kaldığımı bile sormadı. Kalabalık bir ailenin yalnız bireyleriydik hepimiz; herkesin kendi halinde olduğu ama kendi halinde olurken bile diğerlerini huzursuz etmekten kaçınmadığı, daimi bir iç savaş halindeki bir ev. O yüzden tek bir nedeni vardı benim ev hayali kurmamın: Huzur… Çünkü benim evim, kendimi hiç ait hissetmediğim, nam-ı diğer “baba evi” bir an önce uzaklaşılması gereken saatli bir bombaydı. Aklım başıma gelir gelmez şükür çok uzun sürmedi- terk ettiğim, terk etmekten hiç pişmanlık duymadığım bir evdi. Ev arkadaşlarıyla da paylaştım evimi, sevgiliyle de. Hatta uzun bir aradan sonra kısa bir süreliğine annem ve kardeşimle de… Ama çoğunlukla yalnızdım evimde. Üniversitede ev arkadaşlarıyla paylaşılan ev, kelimenin tam anlamıyla bir karnaval yeriydi. Kimin girip kimin çıktığı belli

olmayan, kalabalık akşam yemeklerine ev sahipliği yapan, kahkahaların havada uçuştuğu, sabahlara kadar oyunların oynandığı, yapılacak hiçbir şeyin olmadığı o küçücük şehirde, okuldan kalan zamanın neredeyse tamamının geçirildiği ve en güzeli, içinde kendime ait bir odanın olduğu bir evdi. Şimdi düşünürken bile gülümsetiyor beni o kalabalık ev hali. Ama sanırım yaşla tahammül arasında ters bir ilişki var. Çünkü yaşım yükseldikçe insanlara tahammül sınırım da düşüyor; tabi tahammül edilme sınırım da beraberinde. Kendimi evimde en mutlu hissettiğim anların, evimle baş başa geçirdiğim anlar olması da bu yüzden belki. Yalnızlığıma duyduğum sevginin günden güne artması da... Benim evim… Tek bir kelimeyi karşılıyor benim sözlüğümde bugün: Huzur. Bırak içine girmeyi, büyüdüğüm evin kapısından bile geçmemiş, hatta mahallede birkaç komşunun evinde olan şey sadece. Çocukluğumun özlemi... Bazen kendimi eve koşturur buluyorum, hızlı hızlı açıyorum kilidi bir an önce atmak için kendimi içeri. Kapıyı kapatıp arkamda bıraktığımda üzerime üzerime yürüyen insanları, susmak bilmeyen korna seslerini, çığlık çığlığa koşturan çocukları, onlara hiçbir şey demeyen annelerini ve babalarını, sokak satıcılarının gürültüsünü, sokakta, metroda sağa sola yerleştirilmiş hoparlörlerden gelen avaz avaz ezan sesini, minibüste arkamda oturan sarhoş iki adamın yüksek sesli sohbetini, yüzümü dalayan soğuğu, koltuk altımı terletmesinden nefret ettiğim güneşi, minibüs kuyruklarını, toplanmamış çöplerin leş gibi kokusunu, serseri bakışları, tespih sallayan adamları, bokunda boncuk var sanan kendini beğenmiş insanları, bulunduğum yerlerin her bir metrekaresinde solumak zorunda olduğum sigara dumanını; evet en çok da sigara dumanını bıraktığım için arkamda, huzur buluyorum evimde. Çok evcimen biri olduğum söylenemez aslında ama düşkünümdür yine de evime. Gecenin bir yarısı da olsa, 'evime gideceğim ben' diye tutturmam bu yüzdendir. En sevdiğim tatil yerinde bile evimi özlememin nedeni de bu. Bu dünyada sadece bana ait ve en çok hükmümün geçeceği tek mekân, evim. Sırf bu cümle bile yeterli aslında insanın evini sevmesi için. Obsesif görünmüş olabilirim konu evim olunca ama 'sadece ben istediğimde bozulacak sessizlik' var ya, işte o huzur veriyor bana. Hayatta tek istediğim şey bu aslında. Sanırım duygusal bir bağ var evimle aramda, ona iyi bakmam gerek bana huzur vermesi için. Ona iyi bakabilmek için de evde olmam gerek. Geç oldu, artık benim eve gitmem gerek…

35


kuş evi

3 oda 1 salon bawer çakır bawer@kaosgl.org

n

erede olduğuna dair hiçbir fikri yoktu. tek bildiği, çok içtiği ve eve gitmek istiyor oluşuydu. oysa ki ne o masadan kalkmaya hali vardı, ne caddeye kendisini götürecek adımları atmaya… ve biliyordu ki siroz olmasına sebep olacak kadar çok içki içtiği o mekandan evine giden yol(culuk) birkaç adımdan ibaret değildi.

b

ir gayretle hesabı istedi, hesaba baktı ve hesabı ödedi. bahşiş bırakacak bozukluklar aradı, ama bulamadığı için cebinde bütün para olabileceğini düşünerek üzüldü. bahşiş bu seferlik bütçesinde bir kalem olmayacaktı. sigara dumanına boğulmuş izbe mekândan çıkmak üzere kapı kulpunu tuttuğunda ayakları ona geri dönmesini, bir bira daha söylemesini ve orada uyumasını emrediyordu. ama asilik asaletti. her koşulda hem de… yıllarca annesini dinlememişti. bir iç ses'e itaat edemezdi. sigara dumanlarının arasından bir kahraman edasıyla süzüldü ve kapıyı kendisine doğru çekti. ilk adım önemliydi. başlamak bitirmenin yarısı idi. yani ona öyle demişlerdi. o an buna inanmak işine geldi.

36

s

erin bir rüzgârla merhaba dedi kapının dışı/hayatın içi. adımları yavaş yavaştı ama ritim tutturması zaman almadı. yaptığı şey yürümek değildi. rock'n roll gibiydi: sallanıyor, yuvarlanıyordu… mp3 çalarını cebinde aradığı 7 dakika boyunca hep yolu düşündü. o ince ve uzun yolu. eline değen metalik zımbırtıyı kulağına götürmesi, “open” tuşuna basması, “volume”e tıklaması yaklaşık 4 dakikasını aldı. ve işte kulakları müzik denen o tapılası şeyle buluşmuştu. köşedeydi…

k

öşeyi döndü ve kendisini cadde-i kebire attı. kalabalıkta birilerine çarpmamaya özen göstererek ama herkese çarparak yürümeye başladı. bir sürü güzel çocuk dışarıdaydı ve herkes ona yakışıklı geliyordu. yoksa ruslar haklılar mıydı, çirkin erkek değil de az votka mı vardı? ama o gece az votka içmişti. vücudunun üçte biri bira ile kaplıydı. bu önermede bir terslik vardı ama kendi ruh hali son günlerde deve gibiydi. iki tersten bir düz ilmek alınabilirdi. alınsındı.

i

stanbul denen cangılın varoş sayılan 3. bölgesinde yer alan evi, sokaklarını arşınladığı 2. bölge ilçesine 1 saat kadar uzaklıktaydı. yolu uzun ve meşakkatli, süreç sancılı ve gergindi. e, vaktiyle ülkenin politikacı babası yolların yürümekle aşınmayacağını söylemişti. yürünsündü… yürüdü. yürümek bir anlamda düşünmek demekti onun için. otomatik pilota bağlanan uçak gibi o da yürümeye başlar başlamaz düşünmeye başlıyordu. yaklaşık 1 saat sonra gideceği evini düşündü. hiçbir zaman kendisine ait olmayan, her daim misafir gibi hissettiği ve misafir muamelesi gördüğü o

evi. annesiyle, babasıyla, kardeşiyle kavgalar ettiği, kendine ağlayacak, kitap okuyacak, müzik dinleyecek, mastürbasyon yapacak alan bulamadığı, asla ve asla hoşlandığı, sevdiği, aşık olduğu adamı getirip, dudaklarını öpemediği evini. düşünürken de bir yandan hayallerini kurduğu evini tasarlıyordu. semtine, oda sayısına, duvarlarının rengine, perdelerine, çalınacak müziklerine, çağırılacak arkadaşlarına, içilecek içkilerine çoktan karar verdiği evini düşündü. içinde pembe panjur, sadık bir eş, şen çocuklar olmayan, kendisi ve kendisiyle kalabilmeye tahammül edebilecek olan “adı belirsiz”lerle fotosentez yapacağı evi bir anlamda yanlarında mutsuz olduğu, yokluklarına tahammül edemediği ailesinden “kurtuluş” demekti. halbuki annesi onsuz bir gelecek planlamıyordu. zor olacağı aşikardı. ama buna değecekti…

b

arda, kafede, sokakta, hamamda, parkta gördüğü, beğendiği, flört ettiği, ancak anahtarıyla kapısını açtığında içeride olanlardan endişe duymadan adımını atacağı bir evi olmadığı için vücut ısılarını ölçemediği sayısız adamı düşündü. ve aynı (ya da farklı) adamlarla yapabileceklerini… gözünde parlayan ışık bir anda kendisin batman'deki joker gibi hissettirdi. durumun joker'le hiçbir alakasının olmadığı biliyordu ama soru işaretlerini seksi buluyordu.

k

oca caddenin en başına, meşhur meydana metreler kala sola dönmesi gerektiğini, kendisini eve götürecek sarı dolmuşların durağına gideceğini anımsadı. uygun adım sol dedi ve sola döndü. o hızlı düşünüp, karar verdiği ve birkaç saniye içinde gerçekleştirdiği sola dönüşünü tahrik edici buldu. hareketlerine 10 üzerinden seksi puanlar vererek dolmuş durağına geldi ve uzun kuyruğun sonuna geçti. beklemek bazı zamanlarda işkenceydi ve ayaklarının altında dünya oynayan biri için o esnada dik ve ayakta durmak en adi suçtu. kulağına değen şarkıya tutundu. takribi 17 dakika sonra dolmuş durağındaki muavin eliyle 1'i gösterip sarı dolmuşta bir kişilik yerin olduğunu işaret etti ve ön sıralardaki “çift”lerin binmemesinden doğan “hakka” talip olan olup olmadığını sordu. cevval bir hamle ile adımını attı ancak 2 önünde bulunan çocuk daha atik davranmıştı. “yine” geri adım attı ve hayatında defalarca tekrarladığı işi yapıp yerine döndü.

n

eyse ki ilk araca bineceği duygusu içine tarifinin zor ve dinlediği şarkıya da bakınca anlamsız olduğu bir huzur verdi. bekledi ve bu bekleyişi 3 dakika sürdü. 1, 2, 3, 4… ve enginin tonunu çok da sevmediği dolmuşa binmişti. cebinden parasını çıkartmak için girdiği çaba bir türlü sonuç vermiyordu. sarhoşluktan sandığı paraya erişememe halinin ciddiyetine vakıf olduğunda ar-ge işlemini daha ciddi yapmaya başladı ve kaçınılmaz sonuçla yüzleşmesi tamtamına 4 dakikasını aldı. cebinde şoföre verecek parası yoktu. bu kaynar suların kafasından aşağıya dökülmesiydi. soğuk terler döktü… ekstradan atılacak bütün adımları hesaplayıp, kendisine 'ne salaksın' dedi demesine ama bu sonucu


değiştirmeye yetmedi. 40 salak 3 ytl'lik dolmuş ücreti etmemişti. indi… oysa ki hala minibüslerde indi-bindi 1.2 ytl'ydi. allahtan bindiği minibüs değildi. sevindi… saçma bir iyimserlik vardı ve o da anlam veremiyordu bu duruma… alkol bütün pozitifliklerin anasıdır diye düşündü. iyi olan bir şeye “anne” demek kadar güzel bir duygu yoktu o an zaten.

s

eksi bir dönüşle girdiği yolu, çok da seksi olmayan bir vücut diliyle gerisin geri yürüdü ve meydanın öbür yanındaki elmalı bankaya gitti. para çekeceği atm'nin dolu olduğunu seçmişti uzaktan. yaklaştıkça da boşalmıyordu önü. atm'de işlem yapan ve arkadan gördüğü ve çok yakışıklı olduğu çocuğu süzmekle vakit öldürebilirdi. yaptı da… ensesine, saçlarının kıvrımlarına, paltosuna, boyuna, ayakkabısının topuklarına, paçalarına baktı. bakmak o an eve gitmekten daha güzel gelmişti. boş zamanlarını bakarak geçirebileceğini düşündü. nasılsa kitaplarını hep dolu anlarında okumuştu. bir boş zaman aktivitesi edinmesi şarttı. çünkü anket kitaplarında bu soruyu hep boş geçmek zorunda kalmıştı. atm'deki çocuk işlemini bitirdiğinde seyrinin bittiğini anladı ve boşalacak yere yerleşmek ve tuşlara basmak için adımını atmıştı ki yüz yüze geldiği surata takıldı. alkolün etkisi olamayacak kadar çok sarhoşlaşmıştı. bir çift gözde donmuştu. ama bu donuş buz içermiyordu. yakıcı ve eriten bir hisse gark olmuştu hücre hücre… az önce bir magazin izleyicisi gibi süzdüğü ve şık mı, rüküş mü diye notlar verdiği adam da kırmızı ışığa takılmıştı. ama o dururken geçen bir yaya henüz ortada yoktu. bir “merhaba” ile irkildi. kendinden çıkmadığına emindi. şu durumda sahibinin gözlerine takılıp kaldığı adamdan çıkması muhtemeldi ve birkaç saniye içinde bu akıl yürütmesinin doğruluğuyla kendine geldi. kendine geldi ve merhaba deyiverdi. adam kendisine sırasını verirken adımını atmakla atmamak arasında tereddüt etti. atması gerekliydi, attı. işlem yapmak için kartını makineye soktuğunda kafasını arkaya çevirdi ve yavaş adımlar, çivi gibi bakışlarla giden adamla bir daha göz göze geldi. gülümsedi… o an aklına yapacak daha cazip bir şey gelmedi. şifre > para çekme > miktar > makbuz isteğine hayır > parayı alınız > kartınızı alınız'dan sonra hızla arkasını döndü ve aynı gözlerin aynı yerden kendisine baktığı gördü. ve bir kez daha gördüğüne sevindi. heyecanla adımlarını koordine etmeye ve sarhoşluğunu belli etmemeye çalıştı. çalıştı ve ilerledi. ilerledi ve yanına vardı. yanına vardığında elini uzattı ve adını söyledi: ben mevlüt. aynı sıcaklıkla bir el ve yanıt aldı: memnun oldum, ben de umut. nasılsınlar, iyi misinler, ne yapıyorsun'lardan sonra nereye gittiklerini sorular birbirlerine. “eve” ikisinin de ortak yanıtı idi. mevlüt oturduğu uzak semti söyledi. umut da yakın semti. ve ekledi: bu saatte oraya gitmen zor değil mi? eğer istersen bana gelebilirsin. gözleri parladı, kalbi hızlandı, adrenalin yükleniyor, heyecan salgılıyordu. düşündü mahsusçuktan. sonra sanki buna birkaç dakika düşündükten sonra karar vermiş gibi “evet” dedi. umut evinin yakında olduğu, gidecekleri istikameti ve gitmeden önce bir portakal suyu alabilmek için meydandaki büfeye uğramak istediği içeren bir cümle kurdu. mevlüt ise başının, ortasının ve sonunun ne olduğuna aldırmadan “tamam” dedi. yürümeye başladılar… ikisinde de garip bir heyecan vardı ve bunu saklamak siyah olduğunu saklamak

gibiydi. portakal suyu alınan büfe, sigara alınan büfe derken geniş kapılı bir binanın önünde durdular. umut cebinden anahtarları çıkardı ve kilide soktu. sola çevirdi ve binaya adım attılar. 3. kat, 7 numaralı dairenin önünde de bir anahtar seremonisi gerçekleşti. ve evdeydiler… mevlüt'ün gitmek için alkolü sonlandırdığı ev değildi burası. ama mevlüt bundan şikayetçi de değildi hiç. umut da biriyle girebilmeyi tahayyül etmediği evinin girişinde başka bir nefesin olduğu bilmekten dolayı çocuklar gibi şendi. günler sonra… haftalar sonra… aylar sonra… yıllar sonra biri içinde sevdiği, sevdiği içinde öldürdüğü umudu diriltmişti. oscar wilde “insan sevdiğini öldürür bazen” derken haklıydı belki ama reenkarnasyon wilde'ın ölümünden yıllar sonra “icat” edilmişti. ölüler dirilebilirdi. hele hele bir erkeğin bir erkeği sevebileceğine dair bir umut yeşermeye mecburdu da… umut gevrek bir gülümseme ile “sevgili Oscar eksik söylemişsin, insan öldürdüğünü diriltebilir de bazen…” dedi içinden.

b

ir şeyler içer misinler, aç mısınlar, üstüne rahat bir şeyler ister misinler derken esneyen ağızlarını yarıştırdılar. ama konuştular da… umut'un evi sohbet derinleştikçe ikisinin evi gibi davranmaya başlamıştı. çocukluk hikayeleri, okul anıları, “karı gibi güldüğü” için yenilen azarlar, ilk öptükleri erkekler, bara ilk gidişler, kırıttığı için yenilen tokatlar, haklarında terennüm edilen hakaretlerden yapılan top 10'lar, kaos gl dergisi'ndeki yazılar, lambda'nın yaptığı onur yürüyüşü, yalnız yaşamak, aile, sevgililer, aşk… ama en çok da aşk… üç harften sayfalar dolusu sohbet çıkardılar. arada ellerini buluşturdular, geri çektiler. “ilk aşk” günleri gibi çocuktular, toydular. bir erkeğin bedeninde kaybolmak ve bulunmamak istiyorlardı. bir yandan da eve dönmek gibi güvenli bir hisse kapılıyorlardı. esnemeye direnemediler… direnmemeliydiler belki de… nihayet adile naşit'in kuzucukları uykuya gitmeliydiler. birbirlerini gördükleri andaki şehvetli çağrılma yerini kendilerine benzettikleri ya da kendilerinin benzediği eve bıraktı. bir çok canlı için huzur, güven, emek olan haneye dönüştüler. ikisi de cereyanları giden karanlık bir mahallede hiçbir yere bakmadan, hiçbir ışıktan yardım almadan uyudukları evin kapısını bulmuş gibiydiler. kapıyı açıp içeri girmiştiler. o kadar evlerinde gibi hissediyorlardı ki uyunabilecek bir sürü yatak varken aynı yatağa uzanıverdiler. ahmet'in mehmet'i seveceğine inanmayan bir dünyaya rağmen birbirlerini sevebileceklerini hissettiler. o hisse “yeniden” güvendiler. güvendikçe evdeydiler. evde oldukça da güvende… ama bu güven sokaktan elini ayağını, varlığını ve görünürlüğünü kesmekle eş değildi. ama o an ev de başka bir şeydi, evde olmak da… sorgulamak yarının işi idi ve bekleyebilirdi… dudakları öpmek istiyordu birbirlerini. gençlere mani olmadılar… gözleri yarın umutla açacakları yeniliğe doğru kapanırken mevlüt arasında kaldığı ev'lerini, umut ise yalnız geçen uzun zamanların kendisine benzettiği evine gelen “yaşam”ı düşünüyordu. çok hızlıydı, çok saçmaydı, çok çoktu ama oluverdiğinde buna mani olunmuyordu. ikisi de uyurken artık biliyorlardı: ev her zaman 3 oda, 1 salondan müsemma değildi. ev bazen huzurla uykuya dalabildiğin birinin göğsü de olabilirdi… şubat 2008

37


kahvehane 1980'de İran'ın Shiraz kentinde dünyaya geldi. 2001'de kurulan 'Persian Gay And Lesbian Organization' adlı eşcinsel örgütünde aktivist olarak çalıştı. Aldığı tehditler nedeniyle 2005 senesinde Türkiye'ye kaçmak zorunda kaldı. İki sene önce de Kanada'ya iltica etti. Bugün, İranlı eşcinsellerin yaşadıkları şiddetin kamuoyunda görünür olması için mücadele veren 'Iranian Queer Organization' (IRQO) adlı örgütün başkanlığını yürütüyor. Arsham Parsi'yle İran, Türkiye ve Kanada üçgeninde yaşadıklarını konuştuk.

mehmet güner

arsham parsi:

bir gün anavatanıma geri döneceğim Eşcinsel olduğunu ilk ne zaman fark ettin? 8, 9 yaşlarındayken. O zamanlar kendimi diğer erkeklerden farklı hissediyordum çünkü kadınlardan hoşlanmıyordum, erkekler ilgimi çekiyordu. İlk zamanlar “bende bir problem var” diye düşündüm çünkü İslam dininde bunun yanlış olduğunu duymuştum. Bu yüzden kendimi günahkâr olarak düşünmeye başladım ve dine biraz daha yaklaştım. Ama her şeyin sonunda bunun bir gerçek olduğunu anladım.

38

O dönemlerde eşcinseller hakkında olumsuz şeyler duymuş muydun? Evet, özellikle de annemden. Kuzenimle ilişki yaşadığımı anlamıştı ve bana bu konu hakkında çok acı verici, beni çok üzen hikâyeler anlatmıştı.

Google'dan araştırdım ve benim gibi birçok kişinin olduğunu gördüm. Buna çok sevinmiştim çünkü dünyada artık yalnız olmadığımı biliyordum. İran'da hiç erkek arkadaşın oldu mu? Hayır olmadı. LGBT örgütlenmesine katıldığımdan beri özel yaşantım için vakit bulamadım. İran'da eşcinsel örgütü kurmayı nasıl başardınız? İlk önce 2001'de küçük bir mail grubuyla başladık işe. Grubumuzun ismi de Gökkuşağı’ydı. Gruptaki üyelerimize e-postalar gönderiyorduk ve bazen de makaleler... Bir kaç yıl sonra “İranlı gayler” adında bir web sitesi kurduk. (Bu site şimdi kapalı.) Gün geçtikçe daha da güçlendik ve 2004'de adını PGLO (Persian Gay And Lesbian Organization) diye değiştirdik. Bu grubun katılımcıları devlet tarafından hedef haline geldiklerini söylüyorlar. Bu doğru mu? Evet ama bu konu hakkında daha fazla detaya giremem çünkü ailem hala İran'da yaşıyor.

Bu hikâyeler sende nasıl bir etki bıraktı? Her şeye rağmen kuzenimle seksüel ilişkimi bitiremedim, ama bunu bırakmamız gerektiğini düşünüyordum ama yine de bırakamadım. Senin gibi başkalarının da olduğunu ne zaman fark ettin? Çok sonra, interneti kullanmaya başladıktan sonra.

“kaçarken çok ağladım” İran'dan nasıl kaçtın? 2005'in Mart'ıydı. Günlerden de Cuma. Saat öğleden sonra bir buçuktu. İran'dan Türkiye sınırına gizlice kaçtım. İran'a geri dönmeyi düşündün mü hiç? Kaçarken çok ağladım ve kendime söz verdim, “bir gün anavatanıma geri döneceğim” diye. Nasıl ve ne zaman olacağını bilmiyordum ama

söz vermiştim. Türkiye'de ne kadar kaldın? 2005 Mart'tan 2006 Mayıs'a kadar… Yani 13 ay falan… Kanada'ya gelmeden önce başka ülkelere gitmeye çalıştın mı? Aslında çok çalışmadım. Sadece bir seferinde, 2002 yılıydı, İngiltere vizesine başvurdum ama iş içindi. Arkadaşlarımla modayla alakalı bir iş yapmayı düşünüyorduk ama vize vermediler. Kanada'ya da gelince… Kanada'yı Birleşmiş Milletler İltica Ofisi seçti, çünkü çok bilgim yoktu Kanada hakkında; ama inan bana, burası benim için en süper seçim oldu. Çok mutluyum burada olmaktan. Peki, Kanada'ya geldiğinden beri hayatında ne gibi değişiklikler oldu? O kadar çok ki… Birinci olarak, burada korkusuzca her türlü aktivite yapabiliyorum. özgürlüğü tattım ve burada sonsuza kadar yaşayabilirim. Kendi ülkemde de özgürdüm ama burada daha farklı. Mesela dünyanın her yerinde homofobik insanlar var; eğer bunlardan biri bana saldırırsa, hemen polisi arayabilirim burada ve bana kesin yardım ederler, ama İran'da böyle değil, üstüne üstlük beni tutuklarlar.


misafir odası

yersiz yurtsuz eşcinseller Mülteci eşcinseller... Ne İran'da, ne Türkiye'de evi olmayanlar… Türkiye'ye can güvenliği olmadığı için kaçan diğer İranlılar arasında bile tutunamayanlar… Kayseri'de, buradan da gitmek için gün sayan Emisa, Yaşar, Hamidreza, Muhammedreza ve Mehdi evsizliği anlattılar.

behruz mehrabi evin zindandan farkı yoktu

evin sokaktan bir farkı yoktu

mehdi habi agahi Yaklaşık üç ay önce ülkemi terk edip Türkiye'ye geldim. Ev ortamı bütün insanlar için güvenilir bir ortamdır, maalesef bizim gibi eşcinseller için bu tamamen imkânsızdır. Toplumdaki bütün sorunlarımdan kaçarak kendimi odama kapatırdım; yani evin benim için zindandan bir farkı yoktu. Hatta evimize erkek arkadaşımı bile çağırmaya cesaret edemezdim. Anne ve babama hesap vermemek için onlardan bile kaçardım. En sonunda ben de diğer arkadaşlar gibi ülkemi terk etmek zorunda kaldım. Türkiye'nin anne, babam ve İran gibi baskıcı bir rejimi olmadığını düşündüğüm için artık rahatça yaşayabileceğimi düşünmüştüm. Maalesef böyle olmadı. Türkiye'nin İran'dan pek bir farkı yok. Burada eşcinsel birinin ev tutması hemen hemen imkânsız; her zaman kendinizi gizlemek veya saklamak zorundasınız. Yoksa komşular veya ev sahibi eşcinsel olduğunuzu anlayınca evi terk etmenizi istiyorlar. Kısacası insanların her zaman özlediği ya da sahip olduğu bir eve hiçbir zaman kavuşamadım.

yaşar Sokaklardan, okuldan, seni anlayamadığını düşündüğün herkesten ve her şeyden kaçarken sığınabileceğin en güzel yerdi ev. Duygularını gizlemek zorunda kalmadığın, ikiyüzlülüğün olmadığı, maskeni rahatça korkmadan çıkarabildiğin, kendinle yüzleşerek değişmeye çabaladığın ama her seferinde başaramadığın, sonunda kendinle barıştığın, farklı olmayı öğrendiğin tek yerdi ev. Her zaman arzu ettiğim, hayalini kurduğum ama hiç bir zaman sahip olamadığım ev buydu. Benim için ev hayatının dışarıdan hiçbir farkı yoktu. Evde anne ve babamla yüzleşmemek için hep odama kaçardım ama orada bile benim özelime karışıp beni huzursuz ediyorlardı. Türkiye'ye geldik. Bir ev kiraladık. Burada bile komşuların, kapıcının hakaretine maruz kaldık. Evimize arkadaşlarımızın gelmesini yasakladılar. Bütün apartman bir kâğıt imzalayıp bizi atmak istiyorlar. Bunun tek nedeni var; eşcinsel olmamız.

evde hep yalnızdım hamidreza Partnerim Muhammad'la geçici olarak Türkiye'de kalıyoruz. İran'da Şii Müslüman olan, aşırı derecede tutucu bir ailede büyüdüm. Ailem beni hiçbir zaman kabul etmedi. Hayatım boyunca anlamamışlardı. Evde hep yalnızdım. Dışarıya zaten çıkamazdım, yani evimizin hapisten bir farkı yoktu. Annem ve babamla hep tartışıyorduk, ne yapsam da onların gönlünü alamadım.

evlere kapanarak yaşamak emisa feracullahzade İran'da hep evdeydim zaten. Ailem, transeksüel olmama rağmen, dışarıya erkek kıyafetiyle çıkabileceğimi söylüyorlardı. Bu benim için inanılmaz zordu; bu yüzden evde hapis hayatı yaşamayı seçtim. Ev içerisinde bile davranışlarım ve hareketlerime dikkat etmek zorunda kalıyordum. Gizlice annemin elbiselerini giyip makyaj yapardım ama her seferinde yakalanırdım. Annem sürekli eşyalarımı karıştırırdı. İran'da evin benim için anlamı zindandı. Türkiye'ye geldikten sonra İran'da televizyondan izlediğim Türkiye'nin o renkli görüntüsünün yalan olduğunu anladım. Burada da eve kapatıyorum kendimi. Hiç dışarı çıkmadığım halde evimizin suyunu ve elektriğini kestiler. Bizi tehdit ederek kaçmamıza neden oldular. Ankara'ya gelerek benim gibi transeksüel arkadaşlarla tanıştım ve onların evine sığındım. Orada kendimi daha rahat hissediyordum ama maalesef ikamet yerim İçişleri Bakanlığı tarafından değiştirildiği için Kayseri'ye geri döndüm. Ev sürgünü devam ediyor…

tabağımı, bardağımı bile ayırdılar mohammadreza İran'da evimde akla gelmeyecek şiddet ve hakaretlere uğradım. Su bardağımı ve yemek tabağımı bile ayırıyorlardı. Başka bir bardaktan su içsem, onu bile yüz kez yıkarlardı. Diğer çocuklardan ne farkım olduğunu hiçbir zaman anlayamadım ama sanki çok büyük bir günah işlemişim gibi davranıyorlardı bana. Türkiye'ye Muhammad ve Hamidreza'yla birlikte geldik, artık birlikteyiz. Rahatça, hiç korkmadan bir eve yerleşip arzu ettiğimiz şekilde yaşayabileceğimizi düşünmüştük. Ama komşularımız eşcinsel olduğumuzu anlayınca evimize saldırdılar. Kapımıza idrarlarını yapıp kaçıyorlardı, dışarı çıkarken yüzümüze tükürüyorlardı. Evde hep titreyerek, korkarak oturuyorduk. Bütün bunlara Muhammad yanımda olduğu için dayanabiliyordum. O kadar sıkıntılı bir dönemdeydim ki bir kez kendimi öldürmeye çalıştım.

39


sahne

'pembe gri' oyunlar

40

40 dakikalık bir oyun 'Pembe Gri'; ama o 40 dakikaya neler sığdırmıyor ki! Travestilerin ve transeksüellerin uğradığı ayrımcılıktan toplumdan dışlanmaya, aile baskısından tutun da uğradıkları fiziksel şiddete ve hatta ölüme kadar... Zorunlu seks işçiliği yapmak zorunda olan ikisi travesti üç kadın, kardeşinin travesti olmasını içine sindiremeyen ve onun ölmesi gerektiğini düşünen bir abi, üç perdede içindeki kadını bulan bir eşcinsel, evleri basıp haraç isteyen, şiddet uygulayan ve öldüren, namus bekçileri sıfatının arkasına saklanmış şehir eşkıyaları… 'Pembe Gri', dışarıdan bakıldığında pembe görünen hayatların içinde barındırdığı griyi izleyicisinin önüne seriyor. Bilenlerin kendilerinden bir şeyler bulduğu, bilmeyenlerin silkelenip kendilerine geldiği, ışıl ışıl görülen hayatların aslında birer yaşam mücadelesi olduğunu anlatan; bunu anlatırken de kimi zaman yüzlerde tebessüm, kimi zaman gözlerde yaş bırakan, bazen salonu kahkahalarla doldururken, bazen de sessizliğe büründüren hayatımızın içinden bir oyun. Medyada büyük ilgi gören, her oyunda salonları dolduran 'Pembe Gri' ekibine uzattık mikrofonumuzu…

“transeksüellerin tiyatro oyuncusu da olabileceğini gösterdik” melis özcan / oyuncu “bizi kim insan yerine koyuyor ki. Şikayet etsek, birlik olsak ne olacak.” Tanıştığımız günden beri dernekteki arkadaşlarımla çok şey paylaştık. Sırf cinsel yöneliminden dolayı insanların dışlandıklarına, hor görülüp aşağılandığına, hatta kaçırıldığına, dövüldüğüne, gasp edildiğine tanık olduk. Yapılan haksızlıklara karşı her zaman alanlarda birlikteydik. Ama daha farklı bir şekilde sesimizi duyurmak niyetindeydik. Ablam, travesti yaşamını her yönüyle anlatan bir oyun yazdı. Oyunu beş arkadaş sergiliyoruz İstanbul'da ve Ankara'da. Bu oyunla en basit işin bile verilmediği transeksüellerin tiyatro oyuncusu da olabileceğini insanlara gösterdiğimize inanıyorum.


Benim rolüm kanserli bir zorunlu seks işçisi kadın. Melis adlı karakter, ailesi tarafından dayakçı kocasına teslim edilen, sonunda seks işçisi olmak zorunda kalan biri. En yakınları, evlerine sık sık gittiği iki transeksüel arkadaşı. Gece sokaklarda kadın olmanın yarattığı zorluklar, onları birbirine sıkıca bağlamış, kader yoldaşı yapmış. Biz Pembe Hayat Tiyatro Topluluğu olarak 'Pembe-Gri' ile ve yeni oyunlarımızla her zaman sesimizi sahnelerde de duyurmaya devam edeceğiz. Her türlü ayrımcılığa, ırkçılığa, milliyetçiliğe karşı; insan onurunu koruyan ve savunan herkesi yanımızda görmekten mutlu olacağız.

“bu oyunla, 'biz de varız ve bunları yaşıyoruz' diyoruz” derya tunç / oyuncu “Asıl bana dayattığınız gibi yaşasaydım ölecektim. Kadınım ben. Hep kadındım! Hep bildiniz! Sustunuz! Görmezden geldiniz. Utandığınız yok saydığınız ibnenizim değil mi? Bak hayattayım. Siz beni yok etmeyi başaramadınız!” Ben zaten en başından beri Pembe Hayat LGBTT Derneği'nin içerisindeyim. Eryaman olayları sonrasında başlattığımız oturma eylemlerin ardından daha farklı, daha etkili bir şeyler yapma fikrinden çıktı tiyatro grubu. Tabi benim polis tarafından uğradığım şiddet de bunda etkili oldu. Buse'yle paylaştım bu fikri ve ne yapabiliriz diye düşünmeye başladık. Bunun üzerine bir geyin ailesi tarafından maruz bırakıldığı şiddeti konu alan 15 dakikalık bir skeç yazdım. Ankara'da Kaos GL Derneği'nin düzenlediği 'Homofobi Karşıtı Buluşma'da sergiledik oyunumuzu, oldukça beğenildi. Ben, Hayat ve Toprak, birlikte oynamıştık o oyunda. Toprak'ın tanıdığı ve bize yardım eden iki arkadaş vardı; Zeynep ve Melis. O skeç sonrasında bu topluluğun oynayacağı bir oyun yazalım ve sahneye koyalım dedik. 'Pembe Gri' oyununu yazdı Zeynep ve geçen yıl, haziran başında provalara başladık ve oyunu ilk kez İstanbul'da Lambdaistanbul'un düzenlediği 'Onur Haftası' etkinlikleri sırasında sahneye koyduk. Oldukça beğenildi, ayakta alkışlandı. Benim daha önce tiyatro deneyimim yoktu, o yüzden sahneye ilk çıktığımda çok heyecanlıydım ama sonra heyecanımı yenip oyuna odaklandım. Oyun sırasında ağlayanları görünce çok duygulandım. Yaşadığımız sorunları böyle bir oyunla insanlara aktarabiliyor olmak beni çok mutlu etti. Çünkü biz bu oyunla, “biz de varız ve bunları yaşıyoruz” diyoruz. Oyunda seks işçiliği yapmak zorunda olan bir travestiyi oynuyorum; vurdumduymaz görünen, gelecekten pek umutlu olmayan, yaşadığımız hayatı kaderimiz sayan ve değiştirme gücümüzün olmadığına inanan birini... Abisiyle yüzleşmesi, yıllarca haykıramadıklarını dile getirmesi ve en önemlisi en yakın arkadaşının öldürülmesiyle yaşadıkları hayatı değiştirmeleri gerektiğini anlayan birisi. Benim gibi hayatlar süren arkadaşlara verebileceğimiz en önemli mesaj bu aslında: Birlikte olursak, bir şeyler yapmaya gönüllü ve istekli olursak yaşantılarımızı değiştirebiliriz. Bu hayat kaderimiz değil!

“önyargılarla mücadele etmek istiyorduk” sera can / oyuncu “hiç birimiz isteyerek seks işçiliği yapmıyoruz. Ama aç kalmamak için, ölmemek için buna mecburuz. Yapabileceğimiz başka iş olsa ne diye fahişelik yapalım ki? Her gün karakollara düşmek, gasp edilmek, şiddet görmek, aşağılanmak, dışlanmak, en iyi ihtimalle hor görülmek çok mu hoşumuza gidiyor sanıyorsun?” Benim daha önceden tiyatro deneyimim vardı. Lise yıllarında amatör bir toplulukla çalışmıştım. Bekir Yıldız'ın 'Sahipsizler' oyununda dört rolüm vardı, bu oyun ile dokuz ili kapsayan bir turneye çıktım. Daha sonra 'Yunus Emre' adlı oyunda yer aldım. Yıllar sonra Pembe Hayat Tiyatro Topluluğu ile tiyatroya yeniden başladım. Pembe Gri'yi ilk okuduğumda ağladığımı hatırlıyorum. Arkadaşlarım da bende çok fazla fedakârlık yaparak bu oyunu sahneye koyduk. Uykusuz kaldığımız, sağlığımızın bozulduğu, keyifsiz olduğumuz, birbirimizle didiştiğimiz günler de oldu ama provalara devam ettik. Sonuçta hepimiz aynı şeyi istiyorduk; kendi sorunlarımızı anlatan bir oyunda rol almak ve önyargılarla mücadele etmek! Bu anlamda başarılı bir ilk adım attığımızı düşünüyorum. Benim rolüm, başına gelen her şeyi olduğu gibi kabullenip oturmayı seçmeyen, sürekli arkadaşlarını örgütlemeye çalışan, onlara yaşadıklarının kaderleri olmadığını; şiddetle, nefret cinayetleriyle, transfobiyle ve her türlü önyargı ile mücadele etmeleri gerektiğini anlatmaya çalışan bir kadın; Destina. Bu rolü kendime çok yakın hissediyorum çünkü benim de oldukça mücadeleci bir ruhum vardır. Beni, ay pardon bizi izlemeye devam edin şeker kutularım.

41


“tiyatro kapıları açabilecek güce sahip”

“daha çok heteroseksüelin izlemesi gerekiyor” ismail alacaoğlu / oyuncu

barış sulu / oyuncu “Aaaa bu bana geçen gün ateş veren abla değil mi? Niye ağlıyorsun?”

42

'Pembe Gri'yi 'Eşcinsel Onur Haftası' etkinliklerinde ilk kez sahnelendiğinde izlemiştim. Aklımın ucundan 'bu oyunda ben de yer alabilirim' diye bir düşünce kesinlikle geçmemişti. Zeynep'in “Sana da rol yazayım oynar mısın?” diye teklifte bulunmasını “Neden olmasın?” diye yanıtladım. Sonradan öğreniyorum ki, Zeynep bunu teklif ederken rolü yazmış bile. Sonra provalara katıldım ve Ekim ayında oyunun Ankara galasında yer aldım. Önce alkışlarken sonra alkışlanan olmak kesinlikle inanılmaz bir duygu. Çok güzel tepkiler almamız, genelde tiyatro salonlarının Türkiye'de boş olmasına rağmen bizim izleyici kitlemizin her seferinde bizi yalnız bırakmayıp salonu doldurması beni doğru yolda, emin adımlarla ilerlediğimiz konusunda ikna ediyor. Oyunu daha çok heteroseksüel bireyin izlemesini istiyorum; biz yıllarca kendi sorunlarımızı kendi kendimize tartıştık ama “sorun yaratanlar”la karşı karşıya gelip tartışma fırsatımız çok olmadı. Birçok insana sorunlarımızı anlatabildiğimiz bir kapı olduğunu düşünüyorum tiyatronun. Başka kapıları da açabilecek güçlü bir kapı.

“O benim kardeşim falan değil ve hiçbir şeyi hak etmiyor. Ailemizin namusunu iki paralık etti. Dönme oldu, onunla bununla yatıyor para için!” Benim bu oyunda yer almam biraz tesadüf biraz da zaruri. Oyunun Ankara'da sahnelenmesine kısa bir süre kala, oyunda benim oynadığım rolü oynayan Toprak'ın bir toplantıya katılmak üzere Almanya'ya gitmesi g e r e k t i ğ i n d e n e k s i l e n k a d r oy u tamamlamak için birileri aranırken çarptım Zeynep'in gözüne. Zeynep'in ve diğer arkadaşların ısrarı ve biraz da gazıyla 'tamam' dedim yapılan bu teklife. Provalar sırasında birkaç kez “yok ben yapamıyorum”, “yerime başkasını bul”, “ben okul müsameresine bile çıkmadım” gibi serzenişlerime, isyanlarıma aldırmadı Zeynep ve beni çalıştırdı, sonra da sahneye salıverdi. Benim için oldukça heyecanlı bir durumdu bu; hatta oyundaki şarkıyı söylerken dizlerimin zangır zangır titrediğini biliyorum. Ama oyun bitip de o alkışları duyunca, insanların duygulandıklarını, mutlu olduklarını görünce çok gurur duydum bu topluluğun bir parçası olduğum için. Tiyatro çok güzel ve etkili bir araç aslında yaşadığımız sorunları dile getirebilmek için. Her oyunda dolan salonla da basılı medyada ve internette çıkan olumlu haberlerle de bu etkiyi gördük zaten. Oyunda Derya'nın onu öldürmek için gelmiş, yaşamaması için çok geçerli nedenleri olduğunu düşünen, çünkü Derya'nın travestiliğinin ailesinin onuruna leke sürdüğünü, ailesinin namusunu iki paralık ettiğini düşünen, ama bir yandan da kardeşine duyduğu sevgisi hissettikleriyle, daha doğrusu hissetmesi öğretilenlerle çelişen bir abi. Oyun başlarında kardeşiyle nefret dolu karşılaşmasından oyun sonunda kardeşine ilk kez 'Derya' ismiyle hitap etmesine kadar geçen süreçte kendisiyle, transfobisiyle, toplumun değer yargılarıyla yüzleşiyor. Oyunda canlandırdığım karakter aslında hiç yabancı olmadığımız, her gün otobüste, yolda, iş yerlerimizde, alışveriş merkezinde karşılaştığımız insanlar. İşte bu yüzden oyunumuzu mümkün olduğunca daha çok heteroseksüelin izlemesi gerekiyor ki derdimizi anlatalım, gördüklerinin aslında onların gördüklerinden nasıl farklı olduğunu gösterelim.

“kendi doğrularımızı sorgulamayı amaçlıyoruz” zeynep özcan / yönetmen 'Pembe Gri', ikisi transeksüel üç seks işçisi kadının hayatından yola çıkarak ayrımcılığı, transfobiyi, önyargıları, şiddeti, nefret cinayetlerini, aileyi, çevreyi ve hatta kendi doğrularımızı sorgulamayı amaçlıyor. Sonunda ise ağabeyi peşinde olduğu için Derya, kanser hastası olduğu için de Melis ölümü beklerken Destina'nın ölmesi, zorunlu seks işçiliğine mahkûm edilenlerin, transeksüellerin, eşcinsellerin tüm “öteki”lerin ölüme en uzak durdukları noktadan bir süre sonra en yakınına geçebileceklerini göstermeye ve bununla mücadele etmek gerektiğini vurgulamaya çalışıyor. 'Pembe Gri' Mayıs ayında '3. Homofobi Karşıtı Buluşma'da sahnelere veda edecek. O veda etmeden biz 'Eşcinsel Onur Haftası'na hazırlayacağımız yeni oyunumuzun provalarına başlamış olacağız. Durmak yok yani!


Günce

nil'in güncesi - III nil sorgun leipehilenil@gmail.com

Sayfa 10 İstanbul'a veda ve yine ailem, yine yutulan cümleler, hiç duyulmayan, görülmeyen, isyanlar, imalar… İki gündür evdeyim. Annemden çok, telefonda Burcu'yla ve İris'le -efendisiyle kavga etmişler, çok kötüymüş, sesini duyduğuma çok sevindim ama bir yanım çok acıdıkonuştum. Daha doğrusu ben konuştum, Burcu dinledi. En güzel cümlesi; “Keşke demektense en kötüsünü yaşamayı göze almalı” deyişiydi. büyüdüğünü bile hissedebiliyorum. Koşuyorsun Annem dün gece bir anda odama girdi, daha doğrusu arkasından, kanatlarını tamir etmeye çalışıyorsun, daldı. Üçüncü defa gece kulağımda telefon görünce sonunu bir an bile düşünmeden. Kandırıyorsun kendini gerilimli konuşmamız başladı yine: hep, yine… Onun gelip gidişlerine alışmışsın sen ve Kiminle konuşuyorsun kızım hala bu saatte? (Gözler geçmişe bağlılığı oyunu onun istediği gibi oynamayı istemeni sağlıyor. Görmüyorsun, duymuyorsun, sonuna kadar açılarak sorulur bu soru.) hissetmiyorsun acını, kaçışını. Uzaklaşıyorsunuz beraber, Arkadaşımla anne. dokunamıyorum, gelemiyorum sana. Korkuyorum yolunuz kızılın evi diye. Yokum ben sende. Kulağımda Kimmiş o arkadaş?! soğuk, cızırtılı bir fısıltı: “Kelem, natyeş sen misin, o mu?” Burcu. Geri dönüyorsun; gözyaşların yok gözlerin akıyor, göğüslerin sarkıyor, ellerin yanıyor, saçların yere düşmeye Burcu kim? Yeni mi çıktı? başlıyor parça parça… Olmuyor, duymuyorsun, Evet, anne, indirimdeydi, aldım. görmüyorsun, benim de seninle yok oluşumu. Doğru konuş, yat hadi artık, kapat şu telefonu, bilgisayarı, Aynı kabus iki gündür, Burcu'nun sırtı, vazgeçemediğinin yeter! kırık kanatları, gri, kırmızı, kızıl… Uyumak istemiyorum Bir yerlerde hissediyor ama susturuyor tüm ona kabus artık. gibi gelen düşünceleri biliyorum. Burcu bu aralar kötü, konuşmak istemediğini söyledi. Yatmadan babamın bilgisayarını kullandığım için yine o Günlerdir sesini duymadım. Merak edişimi anlıyorum; hiç sevmediğim kontrolleri yaptım. Msn iletileri kayıt ama neden bu kabus? Anlamıyorum, bilmiyorum, çözmek edilmemiş, tamam. Geçmişe bak, bu adresler görünürse, istemiyorum. her şey anlaşılır. Geçmişi sil! İstemiyorum, seviyorum ben o geçmişi. Kapıyı açıp hole bağırmak istiyorum tüm ev duysun diye; o geçmiş benim ve hiçbir anından pişman Özlemek. Özlediğinin ne olduğunu düşünmek… Burcu'yu değilim! Bir gün bunu yapacağımı hayal ederek tabii hole düşünmemek için, özlemediklerini düşünmek… Özlemek, çıkıp bağırarak değil sıkıcı bir yaz sabahına uyanmak için bu yaz sıcağında sonbaharın son günlerine uyanmayı. bırakıyorum kendimi uykuya. Atthis'in ruhu olsa benimki Hava kapalıdır, sakinlik, huzur verir. Yağmuru beklersin ve uykumda gelse kraliçe liriyle fısıldasa ruhuma: “Seni her an, içine çekebilmek için toprakla karışmış kokusunu. yıllar önce, sen daha yaramaz bir çocukken sevdim.” Dışarı çıkarsın, herkes hüzünlüdür, içlerinin sıkıldıklarını söylerler, sen en çok yaprağın öldüğü yeri ararsın, hevesle. Büyük bir mezar bulursun sonunda, en güzel Çıplak sırtına bakıyorum. Her yer gri. Sadece oturduğun ceset renklerini görürsün. Akşamüstü yağmur başlar, tabure koyu kahve. Omurgalarına dokunmak istiyorum, neredeyse yere değecek olan atkınla bir kafeden içeri kaç omurga oluyordu insanda? Senin yüzünde çıplak bir girersin ve çok şekerli bir kahve içersin. Sade kahve içeni sırta bakıyor ama o kırmızı. Saçları sırtını kapatıyor, ateş özler, gülümser, boş sayfaya, yeteneğin olmadığın halde kızılı saçları. Sadece oturduğu tabure koyu kahve. bir şeyler çizersin. Onun, üşüyen burnuna uzanan hayali Kendimi görmek istiyorum, rengim ne? Ellerimi ellerini öpersin herkes kaçarken yağmurdan, dinginsindir, kaldırıyorum ama göremiyorum, yokum ben. Siz varsınız ıslanırsın. Yapış yapış yaz sıcağını bu kadar değerli yapan sadece; gri ve kırmızı. Kırmızının kırık kanatlarına bu zamanlar değil midir? dokunmaya başlıyorsun. Bağırmak, sarsmak istiyorum seni. Sesim çıkmıyor… İki kelime, bağırmak istedikçe Tek kişilik aşkıyla o kadar kendi ve o kadar mutlu ki birine içime, bağırmak istediğim şiddetle saplanıyor: “KELEM, aşık olmaktan hiç bu kadar korkmamıştım. NATYEŞ!' Öpüyorsun onun kanatlarını, dönmüyor sana Burcu. Belirsizlik. Bencillik. Boşluk. Bitik. yüzünü. Ellerini görüyorum, benimkilerden daha büyük. Kalbi? Kolları, elleri havada, dudakların soluğunu üflüyor Bozgun. Bekleyiş. Beklenen. Bekleyen. koltuk altlarına. Ben hala içime bağırıyorum: “KELEM, SENCİLLİK. NATYEŞ!” Uzaklaşmaya başlıyor senden, cesareti yok aşkını yaşamaya, ellerini hep tutmaya; ama titriyorsun Hem belirsizlik, hem suskunluk, hem sıcak… Bu kadarı hala, sırtının ürpermesinden göz bebeklerinin fazla.

Sayfa 12

Sayfa 11

43


erdal matur erdal_matur@yahoo.com

Dedik ki: “Ey Adem! Sen ve eşin cennete yerleşin. Orada dilediğiniz gibi bol bol yiyin, ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.” Tekrar tekrar yankılandı ses. Rabbi karşısında iki büklüm olması öğütlenmişti hep. İki büklümdü. Dökülmüş pencerelerinden izbe mescide arada bir hafif bir rüzgar esiyordu. Rüzgarın gelgitleriyle içinde kusma isteği uyandıran halı kokusu yine yükselmişti. Vaazın bitmesini beklemeden kendini dışına attı mescidin. etrafım sarılı kirli tellerle, insanları bu tellerin ardından izledim hep, kirlenmiş, kirletilmiş herşey kalpler için sargı?

44

Dedesiyle beraber yedi yaşından beri geliyordu tarikatın sohbetlerine. Dedesinin ölümüyle, ona olan sadakatinin emaresi olarak katılmaya devam etti sohbetlere. Derken, şeytan ayaklarını oradan kaydırdı. Onları içinde bulundukları konumdan çıkardı. Bunun üzerine biz de, “Birbirinize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde belli bir süre barınak ve yararlanma vardır” dedik. Mescitten eve giden yolda ayetin devamı ve gözyaşları karışıyordu. Üzerine bastığı toprak kayıyordu. Cürm-ü cezası neydi, yaşadığı acı yetmez miydi? tanrı hep yanıbaşımdaydı, ve sınadı kulluğumu, savaş hem içimdeydi hem dışımda Annesinin onu Mahmud ile beraberken görmesi, başlangıçtı. Geçen onca zamana direnmiş, tek bir kelime bile konuşmamıştı onunla. Dedesinin her zaman oturduğu yere, dedesinin ölümünden sonra annesi oturmaya başlamış, ölüm için sırasını bekler olmuştu. Eşikte duran bir ruh gibiydi. Halil'in Mahmud'a olan

sevgisini anlar mıydı? Anlamasa bile neden gittikçe daha dayanılmaz oluyordu, neden unutmamaya direniyordu annesi? unutulmamaya direnen yaralar, zamanlar, geniş avlular, ihtiyarlar şimdi tüm vücudlar ve gömülmeli artık herşey eski cevizden sandıklara Terk-i mekan zamanı, tarik almanın vakti. Eve giden yoldan saptı. Bırakıp gitmekti herşeyi belki tek çare. Ne kadar yürüdüğünü hatırlayamayacak durumda, Halil uzanmış şimdi, gözlerini açamıyor, güneş tepede. Kendinden geçiyor, garip bir zevk alıyor bundan. Annesini hatırlıyor, bütün eşiklere lanet ediyor. Halil şimdi yalnız, gözlerini açamıyor, güneş nerede? Köyde güneş tepede değil henüz. Halil doğusunda olmalı köyün. Köyün meydanı sessiz. Herkeste bir uyuşukluk var, evlerindeler insanlar, kerpiçlerin serinliğinde onlar da gözlerini açamıyor, ama güneşin nerede olduğunu biliyorlar. Bu serinlik güneşin tepeye yaklaştığını, birazdan yükselecek uyku kokusu güneşin tepede olacağını ve sonrasında eve dolacak yemek kokusu güneşin tepeden uzaklaşmaya başladığını anlatacak onlara. Sadece gölgede oynayan birkaç çocuk var evlerin dışında; köyün en dingin zamanlarından biridir güneşin tepeyle oynaşması. Ve onlar da yeryüzündeki çoğu çocuk gibi büyüklerin kısa ölümlerinden elde edebilecekleri en büyük ganimetleri toplamaya çalışıyorlar. Halil'in annesi eşiğin öte yanına geçeceğini biliyor. Odada bir kaç yastık var, bir kaç tane de eski halı. Tavanın ortasına asılmış mavi pervane dönüyor. Sinek vızıltısı… Tütün kokusu sinmiş odanın her köşesine. Ama yine de bugünkü halı kokusunu bastıramıyor, Halil'i Mahmud'la yakaladığı zaman burnunu kaşırcasına ortaya çıkan o bastırılamaz halı kokusu. Perdelerin arasından sızmış güneşte toz zerrelerine bakıyor. Gözleri oğlunu arıyor, gitmeden önce söylemek istediği tek/her şey, sevgi üstüne. Az önce çocuklara ait olan köy meydanı, kendini büyüklere teslim ediyor. Güneşin başka yerlere gitme zamanıdır. Meydan sıkılmış çocuklardan, onun bir çorba kaşığı toza, bir çay kaşığı dedikoduya ve bir bardak serinliğe ihtiyacı var. unutmak en güzel zaferiydi belki de ahirin evvele karşı, şimdi savaş tekil… tanrıysa çoğul…


kütüphane kitaplık

keditörün kitabı

Uluma

Ev Ödevi

Allen Ginsberg Altıkırkbeş, Şiir

Nurdan Gürbilek

Kentsel umutsuzluk, yoksunluk, delilik ve kutsallık, eroin ve kimyasallar, eşcinsel aşklar… Beat kuşağının şiiri.

Anarşizm Colin Ward Dost Kitabevi, Politika

Anarşist ideallerin tutarlılığını İspanya İç Savaşı'ndan Seattle'a dek türlü yönlerde sınayan bir bütünlüğün aykırı, renkli, meydan okuyan resmi.

Suat Derviş - Efsane Bir Kadın ve Dönemi Liz Behmoaras Remzi, Anı Gazeteci, yazar, militan bir kadın. Efsane bir kadının eserleri, fotoğrafları ve anıları arasında dolaşmek isteyenlere…

Dışa Yolculuk Virginia Woolf İletişim, Roman

Woolf'un 1908'de tasarlamaya başladığı ve 1913'te tamamladığı, ama ağır bir ruhsal çöküntü geçirdiği için 1915'te yayımlatabildiği ilk romanı.

Kabul Edilmiş Dualar Truman Capote Sel, Roman

Capote'nin son romanı, edebiyat salonlarından pahalı genelevlere, zamanının sosyetesinden ve alt tabakasından yüz kızartıcı portreler sunuyor.

salih canova koygocuren@gmail.com

Metis Yayınları, Deneme “En azından birkaç kuşağın evle ilişkisinde derin izler bırakmış ev ödevi aynı zamanda insanın yazıyla, harflerle, kitaplarla kurduğu ilk ilişkinin de merkezinde de yer almıyor mu?” diye sorarak başlıyor Nurdan Gürbilek ve Oğuz Atay, Tezer Özlü, Bilge Karasu, Latife Tekin gibi hem kendisinin hem de Türk Edebiyatı'nın bu kült yazarlarının yapıtlarından hareketle “ev ve yazı” arasındaki ilişkiyi sorguluyor, bu ilişkiyi anlamaya ve anlamlandırmaya çalışıyor 'Ev Ödevi'nde. Oğuz Atay'ın sefil bir renklilik taşıyan gecekondu evlerinden Latife Tekin'in kat kat yükselip bulutlara değen evlerine, Tezer Özlü'nün ağır ve bunaltıcı bir havaya sahip orta sınıf evlerinden Bilge Karasu'nun “Karanlık Yalısı”na Türk Edebiyatı'nda evin nasıl yer aldığını, anlatıyı nasıl şekillendirip neyi temsil ettiğini sorguluyor Gürbilek. Kitabın sonunda yer alan 'Kendine Ait Olmayan Bir Oda' başlıklı denemede ise “evsizlikle ilgili metinlerde nasıl olup da kendimizi bu kadar evimizde hissettiğimizi” anlamaya çalışıyor ve okurun okuduğu kötü yazgının içine güzelce yerleşmeden önce, o yazgıdan topladığı “içini ısıtan” parlak imgelerle geçinmek yerine ne yapıp da o kötü kokuyu duyabileceğini soruyor? Bu sorularla yola çıkan Gürbilek'in denemelerinde görüyoruz ki ev Türkiye'deki roman geleneği için kimi zaman bir sığınak, kimi zaman içinden çıkıp bir daha dönülmek istenmeyen bir tutsaklık alanı, kimi zaman yoksulluğun/sefaletin simgesi, kimi zaman da sıkıntı oluyor; ancak hepsinden önemlisi ev, romanın, edebiyatın en kişisel ve anlaşılması en güç anlatı alanı... 'Vitrinde Yaşamak', 'Kötü Çocuk Türk', 'Yer Değiştiren Gölge' gibi kitaplarla Türkiye gerçeğini Türkiye gerçekliğinden hareketle anlamaya/kavramaya çalışan Gürbilek, 'Ev Ödevi'nde de içinde yaşadığımız toplumun gerçeklerini bu toplumun gerçekliğinden beslenen yazarların aynasından yansıtmaya çalışıyor. Her zamanki gibi “kavramsallığa” düşmeden, anlatmak yerine anlamaya çalışarak ve sıradan bir roman okurunun bile anlayabileceği bir dille gerçekleştiriyor bu zor işi.

Her çocuk ergeç aynı şeyi yaşar: Bir zaman gelir onun için ev olmaktan çıkar ev. Ne erken çocuklukta olduğu gibi keşfedilecek bir dıştır artık, ne de dış dünyaya karşı sığınılacak bir iç. Tam olarak ne zaman yaşarız bunu: Evin dışarıya karşı bir sığınak olduğu kadar bir engel de olduğunu fark ettiğimiz an mı? Evin geçici, ana babamızın güçsüz, ölümlü olduğunu sezdiğimiz an mı? Yoksa evin bize bir iç dünya bağışlarken aynı zamanda büyük bir iç sıkıntısı da verdiğini, bir iç dünyası olmanın bedelinin bu iç sıkıntısı olduğunu fark ettiğimiz an mı? Bu duygunun zamanı, yoğunluğu, katlanılabilirliği evden eve, çocuktan çocuğa değişir kuşkusuz. Tek bir şey dışında: Ömür boyu bize eşlik eden mutluluk imgelerimizin olduğu kadar, kurtulmak için hep çaba harcayacağımız korkularımızın, dağıtmak için her yolu denediğimiz iç sıkıntımızın da kaynağı, kaynağı değilse bile ilk sahnesi burası. Evden söz edeceksek mutlaka buraya, bu mutluluk mekânının arka bahçesine, birçok düşün olduğu gibi birçok şiirin, öykünün, romanın da imgelerini topladığı bu arka bahçeye uğramamız şart. (Pazar Öğleden Sonraları, sayfa 64)


çizgi FARKLI CİNSEL YÖNELİMLERİN “YAŞANABİLİR” BİR DÜNYA İÇİN İTTİFAKI:

KEN PARKER & JUNIUS FOY DOSTLUĞU ilham tekcan ilham.tekcan@gmail.com

46

Heteroseksüel, Türk, Sünni ve erkek iseniz, ya empati gücünüz çok yüksek olmalı, ya da çocukken aklınıza bir şeyler düşmüş olmalı. Aksi halde imkanı yok, mecbur tutulduğunuz büyüme sürecinde farklılıklara ürkekçe bir şüpheyle yaklaşırsınız. Olaylara ve kavramlara başkalarının gözünden bakmanız zaman alır. En kötüsü, bazılarına zaman da yardımcı olmaz ve kendi durdukları yeri dünyanın merkezi algılarlar ömür boyu. Çocukken belli ki aklıma düşmüş bir şeyi, bu yazıyı yazmadan önceki gün “keşfettim”. Yeni Ken Parker kitabının üstünde “Ters-Yüz” ismini görünce, hafızam kıpraştı önce. Kitabı bitirince, tamam dedim: Ta çocukluğumda, ağabeyimden devrolmuş eski baskısını okumuştum. O günkü kafamla ne kadarını anladım veya anladığım kadarını neye yordum, bilemem. Ama bugünkü aklımla bana, “birlikte yaşam” ve “bireye saygı” gibi, savunucusu ve uygulayıcısı olmaya çalıştığım değerlerin aslında ne kadar uzun yollardan gelmiş ve ne kadar “yol yorgunu” olduklarını hatırlattı. Az değil, 27 yıl önce yazmış bu çizgi romanı Berardi. Anlatılan dönem ise çok daha eski, 19. yüzyıl sonları. Belki kendi kayıp tarihçeme egoistçe bir milat koyma çabasıdır. Yine de, o çizgi romanı ilk okuyuşumu, “anlamaya çalışıp saygı duymak” yolundaki bilinçsiz (ama kesinlikle “şanslı”) başlangıcım kabul edeceğim bundan böyle. Montana'daki bir kentte, bir çeşit tiyatro gösterisi ile açılıyor macera. Sahnedeki aktörün ağzından duyduğumuz ilk sözcük, “SON”. Uzun bir sığırtmaçlık işini tamamlayıp medeniyete yeni döndüğü anlaşılan Ken Parker da izleyici olarak giriyor salona. Boş loca ararken, bir cinayete tanık oluyor. Suç onun üstüne atılınca, tiyatronun içinde kızılca kıyamet: O kaçıyor, şerif ve galeyana gelmiş halk kovalıyor. Bir revü kızı yardım ediyor Ken'e, odasında saklıyor onu. Üstünü değiştirirken görüyoruz ki, Junius adlı bu yardım meleği aslında bir erkekmiş. Kaçak durumundaki Ken, hem şaşkın hem minnettar, tiyatrodan çıkabilmek için Junius'un yardımıyla kadın giysileri giyip makyaj yapıyor. Topuklu ayakkabılarla yürümenin zorluğunu ilk kez yaşıyor ki bu aslında “Junius olmanın”, yani “kabul görmek uğruna gerçeği saklamanın” Ken üzerinden sunulan ilk metaforu. O gece, Junius'un ağzından, bir eşcinselin 19. yüzyıl Amerika'sında ne tür zorluklar yaşadığını öğreniyoruz. Bugünün Türkiye'sinde de yaygın bir algı çeşidini, şu ifadelerdeki naif samimiyetle açıklıyor Junius: “Daha aklım ermeye başladığında anladım ki, insanlar

karşılarındakini sadece dış görünüşüne göre yargılıyor. Sesinin tonu biraz ince olsun veya biraz kırıtarak yürüsün, vahşi kurtlar gibi üstüne atlıyorlar! Biraz farklı biri oldun mu hemen yanlış anlaşılıyorsun… Duyguların, coşkuların son derece doğal da olsa, bir kusur sayılıyor. Böylece sen bile, hayatını sürdürebilmek için 'farklı' oluşunu kullanmaya başlıyorsun.” (Şov dünyası dışından birinin eşcinselliği, demek ki her devirde diğerlerinden daha ciddi bir kafa karışıklığı yaratmış!) İkili arasında karşılıklı bir sığınma durumu ve güven sağlandıktan sonra yaşanan her şey, “rollere dayalı” toplumsal yapıda “görünen” ile “gerçek” arasındaki keskin farka dair. Eşkâli polise dağıtıldığı için kılık değiştirmeyi sürdürmek zorunda olan Ken, bu kez saç boyatıp bıyık takıyor, kadın görünümlü Junius'la birlikte gazeteci rolüne bürünüyor. Sonra yeri geliyor, durumu kurtarmak için “mutlu ve evli bir çift” gibi davranıyorlar. Kanıt niyetine (veya belki, Junius Ken'e yönelen duygularını bir seferlik bastırmadığı için) öpüşüyorlar bile. İkilinin, “gerçek katilleri” bulmak için kendi çaplarında sürdürdüğü çalışma, toplumda maktule dair ne çok meraklı göz olduğunu, herkesin hiç tanımadıkları biri hakkında nasıl rahat hüküm verebildiğini gösteriyor. Bu süreçte Junius'u hoş bir kadın olarak algılayan erkekler, iltifatı eksik etmiyor. Ken'in de gerçekte


olduğundan farklı göründüğü o bölümlerde, mizah hiç eksik değil. Yazık ki, maceranın sonlarına doğru “Junius gibilerin” şakaya gelmeyecek trajedisiyle içimizde bir şeyler kararır: Bu bölümde, iki arkadaşı esir eden bir grup eşkıya, Ken'den adeta söküp kopardıkları Junius'a fiziksel (ve muhtemelen cinsel, burası örtülü) şiddet uyguluyor. Kimseye zarar vermemiş, bırakın bunu, hakkını arayacak kadar bile sesini çıkartmamış Junius'un, kan revan içinde sığındığı Ken'e kollarında anlattıkları çok tanıdık: “Tanrım, seni ne hale sokmuşlar böyle! Üstelik bir damla suyumuz bile yok! Elbiselerin parçalanmış! O alçaklar sana ne yaptı?” “Hiç… Canımı yakacak hiçbir şey… Beni bağırtma zevkini onlara tattırmadım… En büyük acı yalnızlıktır, onu hep içinde taşır ve asla üstünden atamazsın. Willie de böyle derdi hep… New York'ta, üç yıl önce, birlikte çok mutluyduk. Sonra insanlar dedikodu etmeye başladı. Willie çok utanıyordu… Bu yüzden buraya, batıya geldi… Bir süre yazdı bana, sonra arkası kesildi… Akşamları temsil sırasında hep seyircilerin arasına bakıyorum. Günün birinde onu mutlaka göreceğime eminim… Çünkü odama gelecek cesareti gösteremez… Anlıyor musun?” Junius, yıllar önce toplumsal baskıya dayanamayıp ilişkisine son vermiş olan (ve kim bilir, belki şimdi sahte bir heteroseksüel hayatı yaşayan) Willie'den bu yana kimseden gerçek sevgi görememiştir. Masumiyetine koşulsuz inandığı Ken'e böyle bağlanması, Willie'den doğan boşluğa kalbinde Ken'i yerleştirmesindendir. Maceranın ilerleyen bölümlerinde, gizem örtüsü kalkar. Adalet, yerini bulur ya da bulmuş görünür. “SON”la başlayan öykünün “başlığını” göreceğimiz final sayfasına yaklaşmaktayızdır. Dış dünyanın algısına teslim olmayıp birbirlerine güven ve destek veren ikili, öğle vakti kasabanın sakin sokaklarında kestane yiyerek gezerken konuşur:

“Gitmekte kararlı mısın, Ken?” “Çalışmak zorundayım. Güneyde iş bulmak daha kolay.” “Eğer mesele buysa, tiyatroda sana bir iş ayarlarım.” “İstemem, sağol!... Beni dans ederken düşünebiliyor musun?” “Doğrusu, hayır. Ama son günlerde bana öyle iyi davrandın ki…” “Sen de öyle. Ama ben sana sadece dostluğumu verebilirim. Anlıyorsun, değil mi?” Ken bir heteroseksüeldir ve öyle kalacaktır. Tıpkı, Junius'un bir eşcinsel olması ve (saklayarak da olsa) öyle kalacağı gibi. Hayat her ikisi için de zorlu geçecektir, çünkü toplumla çatışmak pahasına kendi doğrularıyla yaşayan insanlardır. Ama elbette ki Junius'u daha zor günler beklemektedir. Salt eşcinsel olduğu için değil, yaşadığı çağ kendi konumundaki insanların hak ve örgütlenmelerine henüz çok uzak olduğundan. Ama işte o zorluklar içinde dahi, “en büyük acı olan yalnızlık” Ken sayesinde bir süre dinmiştir… Mesajı bu kadar net hikayelerle değil belki ama ötekileştirmeler, her hayata az çok dokunarak, bugünün Junius'larını, hak etmedikleri, hiçbir canlının hak edemeyeceği şiddetlere maruz bırakarak sürüyor. İster istemez sorguluyorum: Mademki kahraman olmanın yolu yürekten geçer ve mademki böyle bir dünyada herkese bir parça kahramanlık ve sorumluluk düşer, ben çocukluğumda tanıştığım Ken Parker kadar yürekli olabildim mi? Yakından veya uzaktan tanıklık ettiğim duygusal, hatta fiziksel linçlere karşı, eşitim ve dostum bildiğim Junius'ları ne kadar savunabildim? Sınıfta mı kaldım, yoksa rahat edebilir mi vicdanım? Kitapları bitirip kapatıyoruz ama hayat hep açık kalıyor, suçsuzlar ceza çekiyor. O cezaların en ağırı da, bugün bile çokça eşcinsel için, heteroseksüel kimlikli dostlarının belki de asla kavrayamayacağı kadar keskin bir “yalnızlık”.

47


kült filmler birileri ahlakıma mukayyet olsun!

48

Bu topraklarda yaşayan bireyler olarak türbanın üniversitelerde serbest bırakılmasını öngören yasa tasarısı, anayasa değişim süreci gibi hararetli gündemlerle hayatımızın erkek egemen bakış tarafından şekillendiriliyor oluşuna bir kez daha şahit olduk. Daha önceleri de kadınların nasıl giyinmesi gerektiğine dair birtakım kararlar alınmıştı; bu sefer de batı cephesinde değişen pek bir şey yok. Düzeltilen (!) anayasa ile kadınların nasıl giyinmesi gerektiği yine dikte ediliyor. Karar alanların, bu konu etrafında fikir ileri sürenlerin çoğunun erkekler olduğunu şaşırmayarak fark ettiğimizde bir klasikle tekrar karşılaştık; temcit pilavı gibi önümüze sürülen genel ahlak mevzuu ile… Kamusal alanın parçası olan yüksek öğrenim kurumlarına giriş çıkışlarda bir kadının nasıl giyinmesi gerektiğine dair sarf edilen sözlerde konu dönüp dolaşıp bir yerinden genel ahlaka uygunluk kıstasına bağlandığında, bu tartışmanın meşruiyetinin bunun üzerinden şekillendirilmekte olduğu acı gerçeğini fark ettik. Aslında üniversite kapılarında mağdur edilen türbanlı kadınlarla ilgilenen yoktu, başı açık kadınlarla da ilgilenilmiyordu. Çünkü AKP'nin bir ara sürçerek dillendirdiği “genel ahlaka uygun olduğu sürece giyim/kuşam üniversiteye girişte engel teşkil etmemelidir” ibaresi, aslında kadın/erkek, türbanlı/başı açık herkesin hayatlarının mengeneye alınmak istendiğini bir kez daha açıkça gösterdi. LGBT bireyler olarak toplumsal hayatta yaşadığımız ihlaller yetkili merciler tarafından her seferinde böyle açıklanmamış mıydı? Genel ahlaka aykırı olduğumuzu iddia edenler bizi restoranlardan, sokaklardan toplarken bu belirsiz ibareye sırtını yaslamamışlar mıydı? Evet, emindik; bu, daha önceki sayısız karşılaşmamızda salonu terk etmemize neden olmuş aynı filmdi. Erkeklerin nasıl giyineceğini tartışmayan bu aymaz monologlar tartışmaya çalıştıkları zeminin meşruiyetini sorgulamazken, üstelik üniversitelerde öğrenim koşullarını iyileştirmeyi yine bir kenara atarak giyim kuşam ölçütlerini ISO 9001 onaylı meşhur 'genel ahlak' ile örtüştürmeye çalışıyorlardı. Anayasanın 10. ve 42. maddelerinde düzenlemeye giden değişiklik meclis tarafından kabul edilerek cumhurbaşkanına sunulurken LGBT bireylerin anayasa önünde eşitliği düzenleyen 10. maddeye “cinsel yönelim” ve “cinsiyet kimliği” ibarelerinin eklenmesini talep eden ısrarları ise göz ardı edildi. Özgürlükler yine bir önem sırasına konuldu, özgürlükleri tartışmak yine uzak diyarlarda bir köy ismi olmaktan öteye gidemedi. Yine, yeni, yeniden… Yoksa meclis topyekûn Nilüfer mi dinliyordu? Uzun bir girizgâh oldu, ama iyi de oldu; çünkü yoğun gündemin bize sunduğu gelecek tasvirinden hareketle

kamusal/özel alan ayrımının da çokça popülerlik kazanması aklıma 1972 tarihli John Waters filmi ‘Pembe Flamingolar’ı (Pink Flamingos) getirdi. Üstelik bu ayın konusunun yukarıda imlediğim ayrımda özel alana denk düşen 'ev' kavramı olması bu seçtiğim filmi daha da manidar kılıyor. Nitekim dünyanın en pis, ahlaksız ve kötü şöhretli insanı olmak için yarışan karakterlerin macerasını anlatan film, yoğunlukla konuştuğumuz gündemin aslında neyi hiç tartışmadığını, tartışmak istemediğini ortaya harika bir şekilde koyuyor. 1

“anne ben ahlaksızım” John Waters açıkça gey olduğunu söyleyen, 60'ların sonlarından beri üç kuruşu yan yana getirerek “genel ahlak” dediğimiz şeyi ti'ye alan, çoğunlukla epey politik olduğunu düşündüğüm filmler yapan Amerikalı bir yönetmen. Yaptığı filmleri ana akım Hollywood üretimlerinden ayıran yegâne unsur da burada yatıyor. “Trash Triology”2 (çöp üçlemesi) denilen filmleriyle trash türüne adını veren yönetmen, seyircilerini ana akım sinemanın vaat etmediği bir deneyime ortak olmaya çağırıyor. Belki de bu yüzdendir ki, 'Pembe Flamingolar' aynen 'Rocky Horror Picture Show'3 gibi filmin oynadığı salonlara filmi yeniden canlandırmak üzere doluşan azimli bir seyirci kitlesi tarafından tekrar tekrar izlenmiş bir kült filmdir. Bütün bunlara filmin Avustralya ve Norveç gibi ülkelerde uzun yıllar yasaklı olduğunu da eklersem, filmin 'ahlaka mugayir' olanla ilişkisi açığa çıkacaktır. Film o belirsiz genel ahlaka aykırıdır aykırı olmasına ama bu ahlaksızlığı sahiplenir, bunu eğlenceli bir şey olarak yeniden dolaşıma sokar. Ayrıntılarda kaybolmadan 'Pembe Flamingolar'ın bu meramını, yönetmenin fetiş oyuncusu Divine'ın transvestisizmi4 ile anlatan bir film olduğunu söylemeliyiz. Polis kamusal alanda çıkardığı daha önceki rezaletlerden dolayı Divine'ın peşindedir. Bu yüzden Divine, Babs Johnson takma ismini kullanarak yumurta bağımlısı geri zekâlı annesi, sado-mazo eğilimleri olan zoofil oğlu ve yardımcısı ile bir karavanda ahlaksız bir ev yaşamı sürdürmektedir. Elbette tabloid basın da kendisinden dünyanın en ahlaksız insanı olarak bahsetmektedir. Divine ahlaksızlığını kamusal veya özel alanda trans bir kimlikle bağdaştırırken, film bu unsuru camp5 bir estetik içine yedirir. Yani film Divine aracılığıyla ahlaksızlığın sahiplenilmesini mümkün kılar. Böylesi bir şöhret de Zeki Müren'in en sevdiği atasözlerini akla getirecektir: “Taklitler aslını yaşatır, meyveli ağacı taşlarlar ve yıldırımlar yüksek tepelere düşer…” Nitekim Divine'ın bu haklı kibrini duyup bundan rahatsız olan, dünyanın en ahlaksızlarının asıl kendileri olduğunu iddia eden bir çift de böylece Divine'a musallat olur: Raymond ve Connie Marble…

john waters


Gençlere eroin satan teşhirci Raymond, karısı Connie ile birlikte genç otostopçu kızları kaçırıp, evlerinde esir edip hamile kalmalarını sağlamaktadırlar. Geçimlerini bu hamile otostopçu kızların doğurduğu bebekleri evlat edinmek isteyen lezbiyen ve gey çiftlere satarak kazanmaktadırlar. Heteroseksüel bir çiftin evlerini böylesi ahlaksız, gayr-ı insani uğraşlara tahsis etmiş olması, Divine'a rakip olabilecek kadar pis olduklarını düşündürtebilir. Ama Marble çiftinin Divine'ın oğlu Crackers'ı baştan çıkartması ve kendileri için ajanlık etmesi için tuttukları Cookie'nin başına gelenler kimin ahlaksız olduğuna, hatta ahlaksızlığın sınırlarının nerede çizildiğine karar vermekte zorlanmamıza neden olacaktır. Crackers Cookie'yi kümeste tavuklarla birlikte iğfal ettiğinde, evde verilen bir partiye anüsüyle şarkı söyleyebilen birinin davetli olması, yumurta karşılığı ruhunu satabilecek geri zekâlı bir anne evde yapılabilecek ahlaksızlıklardan sadece birkaçıdır. Connie Marble'ın iş görüşmesi için evine gelen insanlara

“Hayatta iki tip insan vardır. Bir benim gibiler, bir de sizin gibi g…delikleri… Artık hangi kategoriye girdiğinizi siz düşünün” demesi bile yeterli olmayacaktır. Nitekim Divine ve oğlu, Marble çiftine müthiş bir ceza vermek üzere evlerini bastıklarında hiçbir misafire yakışmayacak davranışlar sergilerler. Evdeki tüm eşyaları yalayıp intikam yeminleri ederken Divine, gaza gelip ona ne kadar müteşekkir olduğunu göstermek uğruna oğluna oral seks yapar. Bizim özel alan algımızla, hatta o alandaki kutsal figürlerimizle açıkça dalga geçen bütün bu detaylar dışında Divine'ın süpermarketten aldığı biftekleri apış arasında taşıması, yolda bulduğu köpek dışkılarını, hatta bir polisi yemesi ise kamusal alandaki 'ahlaksızlık' pratiklerinden sadece birkaçıdır. seni ahlakımla döverim! 'Pembe Flamingolar', evde veya kamusal alanda olsun türlü 'ahlaksızlığın' sergilendiği bir film olarak Birleşik Devletler'de ancak 17 yaş ve altı izleyicilere yasaklanarak sinema salonlarına girebilmiştir. Bunun muhtelif nedeni vardır, ama başta bahsettiğimiz muğlâk genel ahlak ölçütlerinin belirleyici etkisi de aşikârdır. Tüm toplumun ortak bir değerler bütününden müteşekkil olduğunu iddia eden bu düşünce biçimi, aykırı bulduğunu çoğunluğun ortaklaştığı bir değerler bütünü varmışçasına yok sayma eğilimindedir. 'Pembe

Flamingolar', genel ahlakın olanaklarını zorlaması hatta bunu abartılı bir şekilde yapmasıyla, aslında çoğunluk tarafından ahlaksız bulunanı meşru kılmaya çalışmaktadır. “Çok kötü olan aslında iyidir” gibi bir düsturdan bahsedebiliriz. Ayrıca film, ahlaksızlığı ev ve hatta kamusal alanda tekrar üretilebilen bir pratik olarak kodlayarak çok önemli bir şeyi de açık etmektedir: LGBT hakları ve türban gibi mevzularda itilmeye çalışıldığımız tartışmayı hatırlarsak, bizi toplumsal alanlarda ahlaklı olmaya ve özel alanlarımızda serbest bırakmaya meyleden zihniyetin ikiyüzlülüğünü görünür kılmak. Nitekim film, özel alanda var olmayan bir ahlaksızlığın kamusal alanda da uygulanma ihtimalinin olmadığını söyler. Başka bir deyişle “özel alan politiktir ve kamusal alanı yakından ilgilendirir” der. Hem de kamusal alanı tektipleştirmeye yönelik böylesi uğraşların, genel ahlak gibi müphem kavramların bizi her şeyden çok özel alana iten, marjinalleştiren bir doğasının olduğunu açık eder. Üstelik genel ahlak gibi bir kıstasın arkasına sığınarak yasaklanan filmler, evlerde izlenmeye zorlandığında, sistem kendi çemberini de üzerine kapamış olur. İnsanların sadece evlerinde “genel ahlak” a uygun olmayan pratikleri uygulamasına izin verir bu tavır sinemanın toplumsal olma özelliğini gözden kaçırmasının yanında, evlerimizi ahlaksızlığın başladığı yer olarak imler. Demek ki kamusal alanda tahammülümüzün olmadığı ahlaksızlık evimizde başlıyor. Böylesi bir dizgeyi oluşturduğumuzda ise yapabileceğimiz muhtemel çıkarım da şu olabilir: Genel ahlak gibi bir ölçüt var olmaya devam ettikçe, hiçbiriz evimizde güvende olmayacağız. 1 'Pembe Flamingolar' ismi, filmin başkarakteri Divine'in ailesiyle birlikte yaşadığı karavanın önünde bulunan flamingo figürlerinden geliyor. 2 'Pink Flamingos', 'Female Trouble' (Dişi Bela) ve 'Desperate Living' (Umutsuz Yaşam) filmleri yönetmenin “Trash üçlemesi”ni oluşturur. 3 1975 yapımı, uzaydan gelmiş Transilvanyalı bir travestinin hikayenin ana ekseninde olduğu Jim Sharman filmi. 4

5

Travestilik.

Abartılı, niteliksiz, bayağı olan kitsch öğeleri bilinçli kullanan anlamında. Susan Sontag'ın 1964'te yayımlanan deneme kitabı 'Notes On Camp'da (Camp Üzerine Notlar) açıklanır. Eşcinsel estetikten ilk kez söz edilen kitapta popüler kültür üzerine o güne dek edilmemiş laflar edilir. "Çok kötü olan aslında iyidir" bile denir... Ayrıca 'camp' kavramı eşcinsellikle yakından bağlantılıdır. ABD'de bu kavram, 60'larda, yani eşcinsel hareketin sesini duyurmaya başladığı, liberal bir dönemin mevzu bahis olduğu bir dönemde ortaya çıkmıştır. Sinemada 'camp' kendini ciddiye almayan filmler için kullanılır.

49


uğur yüksel ugur@kaosgl.org

keditörün DVD’si

DVD

Pedro Almodovar Box Set (3 DVD)

Yaşamın Kıyısında

Çıplak Ten / Tutku Kanunu / Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar

Auf Der Anderen Seite Yönetmen: Fatih Akın Oyuncular: Nurgül Yeşilçay, Patrycia Ziolkowska Almanya-Türkiye, 2007

İspanya sinemasının medarı iftiharı eşcinsel yönetmen Pedro Almodóvar'ın ikisi daha önce yayımlanmış, biri de sansürden nihayet kurtulmuş üç filmi box set olarak huzurlarınızda. Benzersiz mizahı ve her filminde seyirciyi hipnotize eden öyküsü ve kurgusuyla kendi sinemasını yaratan bu çılgın adamla hala tanışmamış olanlar varsa bu filmleri “yeni başlayanlar için Almodovar seti” olarak da görebilirsiniz. İki sene önce yayımlanmak üzereyken “genel ahlak”a uymadığı gerekçesiyle yasaklanan ve geçtiğimiz ay Ankara 10. İdari Mahkemesinin kararıyla çıkabilen 'Tutku Kanunu' (La Ley Del Deseo, 1987), eşcinsel aşka dair yapılmış en güzel filmlerden biri. Antonio Banderas'ın Hollywood sularında yüzmeye başlayıp maço rollerde görünmeden önceki halini görmek için bile izlenmesi gereken film Berlin'den 'Teddy Ödülü', San Francisco Uluslararası Gay ve Lezbiyen Filmleri Festivali'nden de 'Seyirci Ödülü'nü almıştı. 'Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar' (Mujeres Al Borde De un Ataque de Nervios, 1988) ise adından da anlaşılacağı üzere yönetmenin en eğlenceli ve çılgın filmlerinden biri. Yalanlarla çevrili birkaç kadını aynı evde buluşturan Almodovar'ın “kadın filmleri yönetmeni” unvanı almasına neden filmlerinden de ilki. Setin en yakın tarihli filmi ise yönetmenin pek sevdiği karışımı (polisiyeyle erotizm) uyguladığı 'Çıplak Ten' (Carne Tremula, 1997). Birkaç sene önce 'Karanlıktan Önce'de eşcinsel şair Reinaldo Arenas'ı canlandıran Javier Bardem'in başrolünde oynadığı film, şehvetle başı dönmüş kahramanların peşinden giderek karanlık sonlara varıyor. Almodovar filmde İtalyan oyuncu Francesca Neri'yi fetiş kadınlarından birine dönüştürürken Bardem'e de ilk önemli rolünü oynama fırsatını veriyor. Almodovar'ın kırmızı ve pembe başta olmak üzere canlı renkler içinde boğulmadan önce nasıl girdaplara daldığını görmek için de önemli bir fırsat sunan set, arşivin olmazsa olmazlarından. Şimdi sıra 'Matador' ve 'Pepi, Luci, Bom ve Diğer Kızlar' başta olmak üzere ilk dönem filmlerinde…

Nurgül Yeşilçay oynadığı karaktere lezbiyenliği konduramasa da film, Kaos GL okurlarınca yılın LGBTT Filmi seçilmişti. Başka söze ne hacet!

Henry ve June Henry And June Yönetmen: Philip Kaufman Oyuncular: Uma Thurman, Fred Ward ABD, 1990

Biseksüel kadın yazar Anais Nin'in kitabından uyarlanan ve Nin'le Miller çiftinin üçlü aşk öyküsüne odaklanan film nihayet DVD'siyle huzurlarımızda.

Gündüz Güzeli Belle de Jour Yönetmen: Luis Bunuel Oyuncular: Catherine Deneuve, Michel Piccoli Fransa-İtalya, 1967

Gündüzleri bir fahişe, geceleri ev kadını… Kadın fantezileri Bunuel'in sıra dışı senaryosuyla ilk kez sinemada. Müjde Ar'lı 'Kupa Kızı'nın aslını merak edenler için.

klasik

Maurice Yönetmen: James Ivory Oyuncular: James Wilby, Hugh Grant, Rupert Graves İngiltere, 1984 Ne anlatıyordu: “Mutlu son zorunluydu. Yoksa bu kitabı yazmazdım. Hiç değilse edebiyatta, iki erkek birbirlerine âşık olsunlar ve edebiyatın izin verdiğince sonsuza dek öyle kalsınlar istedim.” Edward Morgan Forster'ın 1914'te yazıp ancak ölümünden sonra yayımlanmasına izin verdiği aynı adlı kitabından uyarlanan film, İngiliz orta sınıfından varlıklı, ayrıcalıklı genç bir erkeğin eşcinselliğini keşfetmesinin uzun ve zorlu hikâyesini anlatıyordu. Neden izlemeliyim: Eşcinsel edebiyatın köşe taşlarından olan bir kitabın, eşcinsel sinemanın klasiklerinden birine dönüşmesini görmek; dönemin ahlakçı ve homofobik İngiltere'sine tanık olmak; eşcinsel yönetmen Ivory'nin inceliğine ve ayrıntıdaki kusursuzluğuna hayran olmak; Wilby'nin etkileyici oyunculuğu kadar Hugh Grant'ı vefasız sevgili Clive rolünde izlemek için… Filmin Venedik Film Festivali'nden Grant ve Wilby'e 'En İyi Erkek Oyuncu' ödülü; Ivory'e de 'Gümüş Aslan' getirdiğini de hatırlatalım.

Yanıtla birlikte adınızı, soyadınızı ve adresinizi yazıyor, editor@kaosgl.org adresine gönderiyorsunuz. Biz de soruyu doğru yanıtlayan 2 kişiye Claudette Kulkarni’nin ‘Kadın Eşcinselliği’ adlı kitabını hediye ediyoruz. Geçen sayının talihlileri: Olga Selin Hunler, Selim Özlü


musikişinas

bawer çakır bawer@kaosgl.org

albüm değil deyimler sözlüğü tarkan / metamorfoz türkiyeli lgbtt bireylerin en ilginç ilişkilendiği sanatçıların başında gelen mega starımız tarkan, malumunuz akla ziyan açıklamalarıyla hormonlu domates ödüllerine aday olmuş ama kıl payı ödülünü ebru gündeş'e kaptırmıştı. kendisi bir zamanlar eşcinsel olduğunu ve tedavi olarak “iyileştiğini” belirterek hepimizin sinir katsayılarını yükseltmişti ancak, işte nedenini bu noktadan sonra anlamadığım bir şekilde kendisini dinlemeye devam etmiştik. ama elbette ki derinlemesine işleyeceğimiz bu hadisenin yeri, bu köşe olmamalı. derdimiz yepisyeni tarkan albümü “metamorfoz”. tarkan'ın 4 yıllık aradan sonra kaydettiği türkçe albümü, ingilizce albümle yaşadığı hayal kırıklığının üstüne inşa edilmeye çalışılan, ancak zemindeki hasar nedeniyle sağlam durmayan şarkılar içeriyor. tarkan'ın değişimden anladığı sadece justin timberlake'e benzemek olmuş. kendisi yememiş, içmemiş ve sound'undan görüntüsüne kadar” made in turkey bir timberlake” çıkarmış. haa çıkardığı şey iyi olmuş mu? hayır. kocaman bir hayır. içinde yeni hiçbir şey barındırmayan, fazlasıyla eski duran şarkıların hepsinde tarkan ve ozan çolakoğlu var. ancak daha

önceki gibi bu iki ismin karakterleri, ruhları albüme yansımamış. daha çok tarkan timberlake ve ozan timbarland olmuşlar. o elbiseler de üstülerinde sakil durmuş. klasik tarkan ikilemeleriyle dolu 10 şarkı. müzikal hiçbir ufuk açmayan, insana iyi ki dinledim dedirtmeyen, deyimler sözlüğünün bestelenmesinden oluşmuş 10 adet yeni görünen ama eskilerde kalmış tarkan şarkısı. gey barların play list'lerine girmesi, herkesin hoppidi hoppidi dans etmesi, albümün 2 haftada 400.000 satması, tarkan'ın trt'de tdk'den tebrik alması, ülke gündeminin zirvesine oturması bu gerçeği değiştirmiyor. sezen'siz, nazan'sız pek de bir şey olamadığının el kitabı gibi bir albüm bu ve maalesef ki 'karma', 'acayipsin', 'ölürüm sana'yı mumla aratan, kendini tekrar eden ve türkiyeli dinleyicilerin yurtdışında yapılan müzikleri takip etmediğini sanan bir albüm. megastarlık hanesinden yemeye devam eden tarkan'ın sırtını tdk'ye dayamış ve risk almamış albümü asla yılın ilk bombası değil. imaj ise kötü şarkılar, düzenlemeler ve iyi bir nokta bulmak için el fenerine ihtiyaç duyan benim için teferruattan öte bir şey olamıyor yazık ki…

senin sözün güzel ondan hayat güzel yıldız tilbe / güzel bir arkadaşım “yıldız tilbe konusunda çok muhafazakarım, kimse kötü bir şey söylemesin istiyorum” demişti. yıldız tilbe'nin bir geyin hayatına yapabileceği etkiyi kestirmekte zorlanan ben için zihin açıcı bir andı bu. çünkü ben de yıldız tilbe konusunda muhafazakar bir eşcinselim, onu çok seviyorum… her yaptığı şarkıyı seviyorum da… bazılarını daha çok... her albümü beni heyecanlı kılıyor. dinlerken bazen titriyorum bile. o derece yani. bir erkeği sevmeye başladığım ilk zamanlarda 'delikanlım'ını kaç kez dinlediğimi, o kasetin ne hale geldiğini bir ben bir de siemens marka teybim biliyor. işte o tilbe, yine bir çok anıma fon müziği olacak bir albüm yaptı ocak ayında. adı: güzel. bu ismi duyduğum anda ben heyecanlanmaya ve meraklanmaya başlamıştım bile. tek kelimesiyle kalbimi vurmuştu. güzel, tilbe'nin başka şarkıcılara verdiği ancak bu isimlerce beğenilmeyen şarkılarıyla oluşmuş bir albüm. gülben ergen, seda sayan gibi isimlerin reddettiği şarkıları tilbe kendisi söyleyerek bu isimlere koca bir nanik yapmış diyelim, siz anlayın! 16 şarkılık hediye paketi olan bu albümde tilbe, eski tilbe değil tabii ki. ve albüm tabii ki bir 'delikanlım', bir 'dillere destan' ya da 'aşkperest' değil; ama ne önemi var ki? ben her albümünü sevdim. her albümünde sevecek şarkılar bulabiliyorum kendime… bu albümdeki gözdem ise albümle aynı taşıyan şarkı 'güzel'. gerek sözleri, gerek tilbe'nin şarkıyı okurkenki ruh hali çok güzel. birine söylenecek en saf kelamlardan biri onun ağzında daha da manalı olmuş. “bir pop ozanı olarak yıldız tilbe” başlıklı makaleler yazılası kadar bilge bu kadın, yine bildik kaygıları, tanıdık duyguları, söylenenin aksine yerlerden söylemiş… sevmiş, açık olmuş, aşktan, ilişkiden korkmuş herkesin göremediği yerleri görmüş, bilmiş ve bu bilgiyi kendisine saklamak yerine biz fanilerle paylamış gibi. ciğeriyle söylediği, ruhunu kanırttığı, ölüp ölüp dirildiği tansiyonu yüksek şarkılarıyla tilbe yine yapacağını yapmış ve her dem titretmeye hazır olduğunu haykırmış. aşklı, aşka aşık bir kadın, yaralı ve deli ve masum ve hırçın ve kontrolsüz ruhlara reçetesiz alınabilir bir ilaç hazırlamış. e, ruh aşık, doktor da yıldız hekim olunca yaranın iyileşmesi zor tabii ama olsun her ilaç iyileştirmeli mi ki zaten? alın! alın! alın! alın!

51


diskopavyon

tacim açık tacimsuede@gmail.com

parmak izi

klaus nomi: kaybedenler için ağıt Androjen görüntüsü, cinsiyetsiz vokali, teatral sahne performansları ile Klaus Nomi müzik dünyasının ayrıksı isimlerinin başında geliyor. 1944'te, Nazi Almanya'sının son demlerinde Klaus Sperber adıyla dünyaya gelen şarkıcı, Berlin gey kulüplerinde sahne aldıktan sonra 70'ler ortasında New York'a geçip varyete müziği ile kabare şarkıcılığına devam etti. Kısa sürede yeraltı oluşumunun ilgisini çeken, ayin havasında geçen performanslarıyla, izleyen herkesi büyüleyen Nomi, giderek kült bir ikona dönüştü. 1979'da David Bowie'yle birlikte 'Saturday Night Live' programında sahne aldı. Ana akımın dışında sürdürdüğü müzisyen kimliği ve skandallarla dolu hayatı onu çoğu çağdaşından ayrı tutmaya yetti. New-wave yapan bir opera sanatçısı, kaçık bir fahişe, sayılı glam figürlerinden birisi olan Nomi, 'Cold Song', 'Death', 'Total Eclipse', 'Simple Man' ve daha birçok şarkıyla unutulmazlar arasında yerini aldı. Dışa yansıttığı gösteriş ve parıltıyı hayatından eksik etmeyen Nomi, 1983 yılında AIDS nedeniyle yaşama veda etti. David Bowie, Morrissey başta olmak üzere Marc Almond, Brett Anderson, Antony Hegarty ve Patrick Wolf gibi nice isme model oldu. kalbimizde yaşıyor Her fırsatta ona olan hayranlığını dile getiren Morrissey, sevdiği şarkıcılardan derlediği 'Under the Influence' (2003) adlı albümde Nomi'den bir şarkıya da yer verdi. 2004 yılında Andrew Horn, Nomi'nin hayatını anlatan 'The Nomi Song' adlı bir belgesel çekti. Antony Hegarty: 'Klaus Nomi' adlı plağı beni sanatçı olmaya özendiren plaktır. Klaus Nomi, o kadar kafa karıştırıcı ki, plak dükkanları onu hangi kategoriye koyacağını bilemiyor. Benim takıldığım plakçıda Diamanda Galas, Lydia Launch ve Christian Death gibi punk gruplarının arasında yer alıyordu. Klaus Nomi'nin ne söylediği pek önemli değil; ne söylerse söylesin her zaman çok dramatik ve harikulade.

52

kehanet Adele İsminin geçtiği her yerde Amy Winehouse ile kıyaslanan 19 yaşındaki İngiliz şarkıcı güçlü vokali, cesur sözleri ve şarkıyazarı kimliği ile 2008'e damga vuracak gibi. Genç şarkıcının '19' adlı ilk albümü, caz ve soul müziğin popüler melodilerle harmanlanmış şekliyle bir hayli doyurucu. Duffy Galler'den Duffy, debut albümünü Bernard Butler ile kaydetmekle meşgul. 1984 doğumlu şarkıcı Dusty Springfield'in en güzel versiyonlarından biri. Yürek burkan sesi ile kederi içselleştiren şarkıcı günümüzün en iyi yeni sesleriden. The Gadsdens 2006 yılı sonlarında

2008'de LGBT müzik Amerika'da kurulan The Gadsdens'in en büyük artısı kuşkusuz solist Jody'nin androjen vokali. Tracy Chapman ve Michael Stipe'ı aynı ruhta buluşturan Jody, hikayeleştirdiği şarkılarda gey hayatına bolca göndermeler yapıyor. Henüz bir plak şirketiyle masaya oturmayan grup 2008'in gözdelerinden. Goldfrapp Alison Goldfrapp'ın makyajsız vokali ve ilk albüm 'Felt Mountain'ın ruhu, yeni albümü 'Seventh Tree'yi 2008'in en iyilerinden biri yapmaya yetiyor. 'Felt Mountain' sonrası glam ve elektroclash'a fazlaca kendilerini kaptıran ekip 'Seventh Tree'de köklerine geri dönüyor. Tam da onları sevdiğimiz hallerine. Alison yineyeniyeniden vokali ile çarpıyor. Cat Power Lezbiyen mi değil mi dedikoduları ayyuka çıkan Cat Power, gerilim dolu vokali yine çoğunluğu cover'lardan oluşan 'Jukebox' adlı albümüyle geri döndü. Joni Mitchell cover'ı olan 'Blue' adlı şarkıda tüm hünerini gösteren müzisyen en iyi kadın vokaller arasında başucu isimlerden sayılıyor.

Beach House Nico'dan yadigar taş vokali ile Victoria Legrand harikalar yaratıyor. 'Devition' adlı yeni albümlerinde koyu depresyonu şarkılara aktaran grup, şarkı söylerken yürekleri çizip geçiyor. Hercules & Love Affair Brooklyn gey diskolarında formasyonunu tamamlayan DFA dj'lerinden “Andy Butler Hercules & Love Affair” adlı projesinde son olarak 'Blind' adlı şarkısını Antony'e söyleterek yılın dans başyapıtını yarattı. LCD Soundsystem'i tahtından edeceğine kesin gözüyle bakılan Hercules & Love Affair melek sesli Antony desteği ile dans müziğinin farklı yüzünü işaret ediyor.


ajans

diskotek

2000'lerin en tılsımlı işlerinden birisi

Women as Lovers ile Xiu Xiu 2000'lerin başyapıtlarına bir ekleme daha yapıyor.Ölüm, AIDS, savaş, uyuşturucu lirikleri Jamie Stewart'ın yüreğinden akıyor.

Xiu Xiu - Women as Lovers Homoerotizm ile depresyon sınırında asılı Xiu Xiu solisti Jamie Stewart ayrıksı kimliği ile 2000'ler çöplüğünde başka bir yolun ucundan bakıyor. Jamie'in çizdiği 'sınırda' imajı ekibi Xiu Xiu'da bir dolu gelgit ve rahatsızlıkla kendisini belli ediyor. Araf yerlisi Jamie, Xiu Xiu'su ile göklerde salınırken kanatları her defasında gökkuşağının yakınlarında dolanıyor. Bu kanatlar ki tüyleri kasvetten, dokus u satenden. Joy Division, Klaus Nomi, Talk Talk ve benzeri isimlerin yürek burkan silüetleri Jamie'de can buluyor. Üstüne de giymesi en kolay ama yakıştırması bir o kadar zor- Morrissey'in ruhu eşlik edince Jamie'nin fotoğrafı için alt okumalar yoğunluk kazanıyor. 'Women as Lovers' adını taşıyan 6. albümünde de gelenek değişmiyor; Jamie yine tedirgin, Jamie yine huzursuz, yine patlamaya hazır. İlk şarkı 'I Do What I Want When I Want'taki manik depresif hava devamında gelen 'In Lust You Can Hear the Axe Fall'da ağdalı bir depresyona kapı açıyor. İlk şarkıdaki kışın ilkbahara çalan ayarı atmosferi mahşere çeviriyor. 6. şarkı bir David Bowie & Queen cover'ı olan 'Under Pressure' dışında 'Women as Lovers'ı oluşturan tüm parçalar ıslah olma ile tedavi arasında gelip gidiyor. 'Child at Arms'ın Patrick Wolf'u, 'White Nerd'ün Björk'ü hatırlatan deli melodi ve düzenlemeleri ve kapanışı alan -dünyalar güzeli- Gayle Lynn'deki gösterişli buhranın görkemi 'Women as Lovers'ı sadece yılın değil 2000'lerin en tılsımlı işlerinden birisi yapmaya yetiyor.

öyle okşuyorlar ki...

Müziğin ikonlarından Marianne Faithfull, 3-5 Mart tarihleri arasında İstanbul'da Babylon'da sahne alacak. “Songs of Innocence & Experience” turnesi kapsamında gerçekleşecek konserlerin bilet 100,00 YTL'den satılıyor. Antony and the Johnsons sonbaharda 'The Crying Light' adını taşıyan yeni bir albüm yayınlıyor. Grubun albümünde birçok şarkıcının destek vereceği konuşuluyor. 18 Mart'ta New Yorklu bir grup şarkıcı ve prodüktör “Peace In Iraq And Justice At Home” adı altında Irak'a yardım gecesi düzenliyor. Gecenin konukları arasında Scissor Sisters, Norah Jones, Damian Rice, Blonde Redhead, Bill T Jones, Laurie Anderson, Lou Reed ve Antony de bulunuyor. Perry Blake yeni albümü için sürpriz isimlerle çalışacağını duyurdu. ,

2000 yılında çıkardığı 'Invincible Summer'dan bu yana sesi soluğu pek çıkmayan lezbiyen şarkıcı k.d. Lang, şubat başında yayınlanan son albümü ' Wa t e r s h e d ' i n t a n ı t ı m turnesine başladı.

The Magnetic Fields - Distortion 1999'da yayınlanan '69 Love Songs' adlı albüm homoerotizmin başucu albümlerinden biriydi hatırlarsanız. Tek bir erkek için yazılan 69 şarkının zihinlerde bıraktığı tat, albümü 90'lı yılların son başyapıtlarından birisi yapmaya yetmişti. Albüm boyunca kimi zaman bir tiyatro sahnesinde, kimi zaman zifiri karanlığın vurduğu bir parkta hissediyordunuz kendinizi. Kuşkus uz, The Magnetic Fields alamet-i farikası solist Stephin Merritt'in dahiyane, şairane söz yazarlığı bu görkemin oluşmasında bir hayli etkiliydi. Ekibin 'Distortion' adını taşıyan yeni albümünde gürültü ve melodi iç içe geçip, tamamı distorsiyonla cilalanmış şarkılardan oluşuyor. Her şarkı geride hikayesini bırakıyor. Kapanışı ise Magnetic Fields ironisi ile yüklü 'Zombie Boy' alıyor. Tok ve yaralayıcı sesi ile ovan, cesur sözleri ve yakalayıcı melodileri ile dinlerken başka ruhlara yelken açan grup 'Distortion'da da doz aşımını arttırıyor. Sound yoğunluğu grubun sade güzelliğini ilk planda gölgelese de uyuşuk eğlencesi ile dinlerken yarı ayık oluyorsunuz. Magnetic Fields da bu değil mi zaten; öylesine okşuyorlar ki, dinlerken yarı sarhoş bırakıyorlar.

“Final Fantasy” sahne adıyla bilinen Owen Pallett ile kısa dönem ilişki yaşayan Patrick Wolf, ayrıldıktan sonradaha iyi dost olduklarını açıkladı.

53


Sadece 80'lerin değil, müzik tarihinin de önemli gruplarından biriydi 'The Smiths'. Çağdaşı gruplara göre şarkıları oldukça naif ve melankolikti, ayrıca insan haklarına, cinsiyetçiliğe duyarlı sözlere sahipti. Ama ne yazık ki ömürleri kısa sürdü ve 80'lerin sonuna doğru grup elemanlarının yolları ayrıldı. Grubun en önemli ismi sayılan Steven Patrick Morrissey de diğerleri gibi yoluna tek başına devam etti. Artık daha az görünüyor, ender söyleşi yapıyordu ama bu, isminin etrafında yeni efsaneler yaratılmasına engel olmuyordu. Dahası gizemi artırıyordu. Onu aykırı bir kişiliğe dönüştüren sadece sesinin güzelliği ve şarkı sözlerinin durduğu yer değildi; Morrissey bir tür derviş hayatı yaşıyor, uyuşturucu, sigara ve alkol kullanmıyor, et yemiyor ve İngiliz hükümetinin politikalarına karşı radikal bir duruş sergiliyordu. Eşcinsel olduğuna dair pek çok söylenti çıkmasına rağmen o, susmayı tercih ediyor; cinsel yönelimi hakkındaki muğlaklığı saflaştırmak için hiçbir çaba göstermiyordu. Mahremiyetin nerdeyse yok olduğu çağımızda, sırlarını koruyabilmiş Morrissey'in Şubat ortasında çıkardığı 'Greatest Hits' albümünü fırsat bilip, müzik dergileri L'Indic ve Blitz'den derledik.

54

benzersiz münzevi: morrissey Medyada çok az görünüyorsunuz. Bir dönemler çok görünmüş olmanıza karşı bir tepki mi bu? Kesinlikle. 80'lerde İngiliz basınında o kadar çok göründüm ki, 10 yıl sonra çok kötü bir hayata katlanmak zorunda kaldım çünkü sürekli aynı sorular soruluyordu ve ben de aynı cevapları vermekten yorulmuştum. Röportaj vermekten ziyade kendimi “sorgulanıyormuşum” gibi hissediyordum. Gazeteciler değişiyordu ama sorular hep aynıydı: “The Smiths birleşecek mi?”, “Johnny Marr ile görüştünüz mü?” vb. Bu şartlarda oyuna devam etmek istemeyişimi anlıyorsunuzdur. Solo kariyerime başlamış olmama rağmen geçmişimle ilgili kaba sorulara maruz kalıyordum. Röportajlar sadece The Smiths ile ilgili sorulardan oluşuyordu. İlk zamanlar sakince cevaplıyordum hepsini, sonraları yalnızca “evet” ya da “hayır” diyordum ama bir yerden sonra tepkimi koymam gerektiğine karar verdim. Ama basından kaçarak bir gizem yaratıyorsunuz ve gizemler mitleri yaratır. Morrissey miti yaratmak istemiyorum. Olaylar doğal bir akışta gerçekleşir ve ben onları etkileyemem. Basına çok konuşmadığımı biliyorum, ama albümlerim var. Az sattığımın da farkındayım; radyolar şarkılarımı çok çalmıyor, MTV hiçbir klibimi yayınlamıyor. Ama garip bir şekilde herkes Morrissey hakkında bir şeyler biliyor. Her zaman kendi yöntemlerimle ilerledim. Hangi şirketle çalışırsam çalışayım hiçbiri bana gelip de “Dinle Morrissey, yeni single üzerinde çok çalışmalıyız. Şunları, şunları yapacağız... Şu yöntemi deneyeceğiz!” diyemez. Bugün bile yeni bir albüm yapmak ya da turne düzenlemek kişisel bir şeydir. Belki de ayakta kalabilmenin ve kaybolmamanın en iyi yolu budur. İnsanlar çok sade bir hayat yaşadığınızı düşünüyor. Bu söylentiler doğru mu yoksa kafalarda böyle bir

imge yaratarak kendinizi mi koruyorsunuz? Gerçekten doğru ama insanlardan arınmış bir hayat değil bu; arada sırada yaşadığım bir hayat var. (gülüyor) Örneğin spor yapmayı severim. Oscar Wilde değilim; bütün zamanımı bahçemde çiçeklerime bakıp varoluşçu sorular sorarak geçiremem. Hayattan zevk alırım! Hayat korkutmuş değil beni. Hatta hiçbir şeyden korkmuyorum. Hakkımda o kadar çok şey söylendi ki, söylentileri reddetmek bile gereksiz. Tepki verdiğim zaman, eskisinin yerine yeni bir iddia atılıyor sadece.

“en iyi dünyalar, benzersiz olanlardır” Gerçekten de yanlış anlaşılmak mı istiyorsunuz? Yanlış anlaşılmayı seviyor musunuz? Herhangi bir sahneye ait olmak istemiyorum yalnızca. Ama bugün tecrübe ettiğim, aidiyetsizliğimi daha da güçlendirmiş olduğumu fark etmek. Indie müziğininin, yani yaygın ve dünyevi olanın tamamen dışındayım. Çok az sanatçı var bu davranışı sergileyen. Dediğim gibi bu bir


tür yaşam biçimi benim için. Hayırsever festivaller bana göre değil. Böyle festivallere çağrılmaktan nefret ediyorum. Böyle bir dünyaya ait olmadığımı ve ismimin böyle yerlerde anılmasını istemediğimi herkes bilir. İnsanlar nefret etsin ya da tapsın bana, umrumda değil! Nadir olmak ve yaygın olanın dışında olmak en önemli şey benim için. En iyi dünyalar benzersiz olanlardır. Benim için çok zor ve zararlı bir tutum olduğunun da farkındayım. Söylediklerinizi dinleyince “Karşımda çok ağır krizler geçirmiş biri var” diyorum. Tam olarak değil. Duyduğum özlemler, yaşadığım ya da nasıl yaşamak istediğimi hesaba katınca çok güçlüydü. Temel olarak, ben bunu “bir pop hayranının trajedisi” olarak isimlendiriyorum. Dinlediğiniz ya da okuduğunuz kişiyi kutsarsınız. Ama söz konusu kişinin kutlu olması çok nadir görülür. Ne zaman televizyonda ya da sahnede görseniz, çok büyük ve muhteşem olduğunu düşünürsünüz. Ama gerçekten o kişiyle tanıştığınızda aslında düşündüğünüz büyüklüğün aldatıcılığı konusunda hayal kırıklığına uğrarsınız. Yalnızlık mefhumunun bir sığınak olduğunu söylüyorsunuz ama şuanki yalnızlığınızla yirmi yaşındayken hissettiğiniz bir değil.

“bush, blair ve göremiyorum”

saddam

arasında

fark

Politikaya gelirsek, onca politik tepkilerinize rağmen politik olmadığınızı söylüyorsunuz. Yazdıklarımın ya da şarkılarımın politik içeriğine rağmen kendimi politik biri olarak görmüyorum. Politik düşüncenizin kanıtı tavrınızla ölçülebilir. Bütün politikliğim barbarlığın karşısında durmaktan ibaret. Bush ve Blair gibi insanlar politikada başarılı olabilmek için ahlaki bir iflas içinde ve zalim olmak gerektiğini kanıtladılar. Bush, Blair ve Saddam arasında bir fark göremiyorum; hepsi de bencil birer diktatör. Belki de tek fark Bush ve Blair, eylemlerinde gülen bir yüz takınıyorlar. Cinayet ve tebessüm! Shakespeare'in dediği gibi… İyi insanlar siyasette başarılı olamazlar, bu imkansız. Ayrıca çoğu insanın politikaya olan inançlarını ve güvenlerini yitirdiklerini düşünüyorum, çünkü seçtikleri kişiler seçmenlerini hor görüyor. Blair, Bush İngiltere'ye ziyarete geleceği zaman, Bush karşıtı insanları “onlar” diye tanıtıyor; “onlar”ın sıradan İngilizler olup yüksek bir ihtimalle Blair'e oy veren insanlar olmalarına rağmen... Ama Blair, kendi insanlarını Bush'u üzmemek adına feda edebiliyor. Tam da anti-demokratik ülkelerde olduğu gibi…

55

Gençken yalnız olmaktan korkarsınız, yalnızlık bir yüktür ve ondan kaçmaya çalışırsınız. Yalnızlığın ne zaman geleceği ve biteceği sizi telaşlandıran şeylerden biridir. Bazen kurtulamazsınız bu yükten. Ama şu yaşta hissettiğim yalnızlığı başka bir şekilde kullanıyorum. Yalnızlıkla nasıl baş edebileceğimi öğrendim ve kurtulmak için yol aramıyorum artık. Bu değişikliği teslimiyet olarak isimlendirebilirsiniz ama bunun zararlı olduğunu düşünmüyorum. Durup da kendime, acı içinde kıvranarak, “Ben neden yalnızım, neden dışarı çıkmıyorum?” gibi sorular sormuyorum. Yalnız yaşamak hiçlikte yaşadığınız anlamına gelmiyor. Dinleyenlerinizin duygularını ve davranışlarını kışkırttığınızın farkında mısınız? Evet, çok güçlü görünüyor. Bence bu, şarkılarımı söyleme yöntemimle ilgili bir şey. Belki gerçek ve samimi bir şeyler duydukları içindir. Çoğu pop sanatçısı yapaydır, kabadır ve bağımlı değişkenlerdir. Çoğu, yatak odalarındaki aynaların karşısında pratik yaparcasına bir sahne performansı sergilerler. Endişelendiğim sürece doğru kişi olacağım ve bu yüzden radyolarda çalmayacağım. Bugün moda olan ne? Herşey parlak, ışıltılı ve sentetik. Ne olduğumun ve sadece ne olduğumun şarkısını söyleyeceğim.

“her şeye açığım” Bazı sorunların ve cinselliğinizin doğası şarkılarınızın anlamı konusunda bize bilgi veriyor mu? Ne demek istiyorsunuz? Cinsel kimliğiniz hakkında bir sürü tahmin var ve gözüken o ki çalışmalarınızda oldukça önemli bir yeri var bunun. İnsanlar bazı cevaplar bulmak için uğraşıyor ve nokta tahminler yapıyorlar. Belki de cevap yoktur. Söylemek zorunda hissediyorum kendimi ki kaç defadır söylüyorum; kendimi herhangi bir şeyden çok transeksüelliğe yakın hissediyorum. İdeal cinsel deneyiminiz ne? Neredeyse böyle bir görüm yok. İnsanlar neden hep buna benzer sorular soruyorlar bana? Mutlak bir şekilde açık biriyim. Eğer yarın biriyle tanışsam, kadın ya da erkek, eğer o bana aşık olursa ve ben ona aşık olursam, ona açıkça aşık olduğumu söylerim; ne olduğunu umursamadan. Bence cinsiyetlerine, yaşlarına bakılmaksızın insanlara aşık olunabilir. Ben her şeye açığım. (çeviri: erdal matur)


Birlikte en güzel masal onunla yaşlanmanın masalı “… tek tek dururken onlar, öbürü henüz yanına gelmemiş olanı çağırıyor: o ikisi yan yana, altalta geldiklerinde dünya böylece daha geniş oluyor…” Birhan Keskin Y'ol

Eşcinsel çiftler de var ve yalnızlığa inat bir aradalar. Onların deneyimleri “yalnızlığın” bir yazgı olmadığına dair umut versin hepimize… 6 Şubat'ta ilişkilerinin üçüncü yılını kutladılar. Aynı evde yaşıyorlar ve birlikte yaşlanmanın masalını yazıyorlar. Salih ve Nazım'la, birlikte yaşamanın, yaşlanmanın bıraktıklarını konuştuk.

karar anı

56

Salih: İlk karşılaşmamızdan itibaren aramızda güven dolu bir ilişki gelişti; henüz sevgili olup olmadığımızı bilmediğimiz bir dönemde Nazım'ın evine gelmiştim ancak anahtarım olmadığı için uzunca bir süre kapıda onu bekledim ve bunun üzerine Nazım bana evin yedek anahtarını verdi. Sonrasında ben zaten eve çıkma planları yaparken ilişkimizin de yönü belli oldu ve Nazım'ın evine taşındım. Benim onun evine taşınmış olmam, dolayısıyla kendimize ait mekanımızı ortak kurmamış olmamız, başlarda bir başkasının hayatına uyum sağlamak noktasında bana çeşitli güçlükler getirdiyse de zamanla Nazım'ın da benim yaşam biçimime uyum sağlama çabası bu “sonradan taşınmışlık” halini ortadan kaldırdı ve her şeyi en başından beri birlikte kurmuşuz gibi hissetmeye başladım. Nazım: Bence birlikte yaşamaya karar verilmez hissedilir. Onunla hayatımı paylaşabileceğimi hissedebildiğim için hayatımı paylaşıyorum. Mantıki bir karar değil benimkisi. Samimi bir hayat arkadaşı arıyordum ve onu bulduğumu hissettim.

aileler Nazım: Eşcinsel kimliğimle hiçbir zaman bir sorunum olmadı ama sorulmadığı sürece de ne aileme ne de çevreme eşcinselliğimle ilgili açıklamalarda bulunmadım. Ailemin bildiğini hissediyorum, bazı şeyler sorulmadan hissedilir; kimse sormaz ama herkes bilir. Sorma söyleme yasası işliyor yani. Salih: Birlikteliğimizin ilk dönemlerinde benim ailem bilmiyordu ama bizim birlikte yaşamaya başladığımız günlerde

kardeşim de yakın bir şehirde üniversiteyi kazandı ve sık sık bize gelip gitmeye başladı. Her seferinde evdeki her şeyin yerini değiştirmek, evi, bir çiftin yaşadığı bir evden iki ev arkadaşının yaşadığı bir eve dönüştürme telaşı beni çok yorduğu için önce kardeşime, daha sonra da ablama açıldım ve zaten her ikisinin de en başından beri her şeyi tahmin ettiklerini anladım. Bu ilişki biraz da aileme açılma sürecimi dolaylı olarak hızlandırdı. Açılmayı eninde sonunda düşünüyordum ama bu zaman dilimi açıkçası birkaç sene sonrasıydı benim için.

an’lar Salih: Biz, eşcinsel bir çift olmanın ötesinde, birimizin Alamancı (gülüyor), birimizin Kürt olması, aramızda 13 yaş fark olması gibi bir kaç farklı noktada ilginç anılar biriktirmeye müsait bir çiftiz. Nazım 10 yıldır aynı apartmanda yaşıyor. Ben yanına taşındıktan sonra komşularla çok garip diyaloglar yaşadık. Komşularımızın bir kısmı bizi ev arkadaşı, bir kısmı da akraba sanıyor. Kimi zaman “Nazım abi” diye başlayan cümlelerle garip diyaloglar yaşıyorum komşularla, Nazım benim ona “abi” dememe kızıyor tabi. (gülüyor) Nazım: Onunla geçen her bir gün, ilginç olsun olmasın çok güzel benim için.

gelecek ve kaygılar Nazım: Benim geleceğe karşı tek bir kaygım var; o da, ilişkimizin bir gün gelip de bitmesi endişesi. Şu anda bitmesi için bir neden olduğundan söylemiyorum bunu ama eşcinsel ilişkilerin ömürlerinin kısalığı, daha önceki deneyimlerimde yaşadığım hayal kırıklıkları zaman zaman, yersiz de olsa kaygılara sürüklüyor beni. Birlikteliğimiz devam ederken ikimize ait bir ev alma hayali içindeyim. Şu anda oturduğumuz ev bizim ama bana bir şey olması durumunda ailemin ne yapacağını bilemediğimden, O'nun bir güvencesi olmasını sağlamak istiyorum. Annemde muhafaza ettiğim ve içinde benimle ilgili önemli evrakları sakladığım bir çantam var. Çantanın içinde anneme yazılı bir de mektup var. Mektupta ilişkimizi anlattım ve bana bir şey olması durumunda Salih'in bu evde hayatına devam etmesini istediğimi yazarak kendimce gerekli önlemi aldım diye düşünüyorum şimdilik. Bu yeterli mi, tabi ki değil ama şimdilik buna

güvenmek zorundayım. İçimdeki tek sıkıntı bu. Umarım yakın bir gelecekte bir ev alabiliriz ve kendimi bu konuda daha da rahatlatmış olurum. Salih: Birimize bir şey olması durumunda diğerinin ne yapacağı beni çok kaygılandırıyor. Zaman zaman Nazım'a bir şey olması durumunda bu evden çantamı alıp çıkmak zorunda kalacağımı düşünmek beni çok incitiyor. Hayatın bana böylesi bir haksızlık yapabileceğini düşünmek, buna alışmak istemiyorum. Bir de nedense onun bana göre buna daha zor katlanabileceğini düşündüğüm için, bu duruma katlanmak zorunda kalacaksak, buna katlanan ben olmak istiyorum. Ona kıyamam çünkü… Yaşlanmaya dair de kaygılarım var. Şu anda genç bireyler olduğumuz için birlikte yaşamaya dair daha az sıkıntı yaşıyor ve yaşadığımız sıkıntılarla bir şekilde baş edebiliyoruz. Ama yaşlandıkça bu durumun yaratacağı problemler de olacak ve bunlara karşı hiçbir hazırlığım yok. Örneğin on yıl boyunca aynı evde yaşarsak, anneme ya da yakın çevremden gelebilecek 'ellili yaşlarında iki erkek olarak hâlâ neden bir arada yaşamaya devam ettiğimize dair' sorulara verilecek bir cevabım yok. Bunu hiç umursamıyor görünsem de, hayat dediğimiz şey her zaman istediğimiz gibi yürüyen bir şey değil. Birlikte bir geleceğe dair düşüncelerime gelince… Hayatını çok planlı yaşayan biri değilim; şu anda birlikteyiz ve bunun tadını çıkarmaya çalışıyorum. Umuyorum ki hayatımızın sonuna kadar yan yana olacağız. Bilge Karasu, “belki de en güzel masal birbirlerini sevmiş, birbirlerini sevmekte gerçek eşitlik tansığına ulaşmış insanların masalıdır” diyor ya; benim de kurduğum en güzel masal, Nazım'la yaşlanmanın masalı işte. (BÇ)



Adem Arkadaş Adnan Yıldız Aija Salo Akın Atauz Akif Kurtuluş Aksu Bora Ali Özbaş Alper Akyüz Aygen Tümer Ayşe Gül Altınay Ayşe Karabat Ayşegül Ergül Ayten Alkan Baskın Oran Buse Kılıçkaya Bülent Danışoğlu Emine Özkaya Erden Kosova Fatma Nevin Vargün Feray Salman F. Mutlu Binark Gamze Göker Gülbanu Altunok Gülsüm Depeli Gün Zileli Güner Kuban Güzin Yamaner Hakan Ataman Hakan Yıldırım Hande Öğüt Hülya Başdoğan Hülya Gülbahar Hülya Uğur Tanrıöver Işıl Özgentürk İbrahim Zubaroğlu İlknur Üstün Jenny Sundén Kerem Altıparmak Kutluğ Ataman Kürşad Kızıltuğ Kürşad Kahramanoğlu Lale Mansur L. Doğan Tılıç Mehmet Bilal Dede Melek Göregenli Michael Cashman Mine Gencel Bek Mithat Sancar Murat Çelikkan Murat Çınar Murathan Mungan Müge İplikçi Müzeyyen Nergiz Naim Dilmener Nazik Işık Nesrin Algan Nesrin Yetkin Nüket Paksoy Erbaydar Osman Elbek Oya Aydın Özlem Altıparmak Pınar İlkkaracan Pınar Selek Ragıp Zık Selçuk Candansayar Selen Doğan Selim Badur Senem Doğanoğlu Serpil Sancar Serra Ciliv Simten Coşar Süreyya Evren Şahika Yüksel Şanar Yurdatapan Tuğrul Erbaydar Tuğrul Eryılmaz Turgut Tarhanlı Yakın Ertürk Yasemin Öz Yıldırım Türker

Yukarıda imzası bulunan bizler sizi homofobiye karşı durmaya çağırıyoruz 3. uluslararası

homofobi karşıtı buluşma 12-19 mayıs 2008, ankara

www.kaosgl.org


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.