Ve çadır kuruldu Kasrik dağlarına
Erdoğan erken seçim yok dedi
Heyecandan uzak genel kurul
S
K
D
ınır ötesi operasyonların durdurulması ve Kürt sorununun demokratik çözümü için DTP ve DTP ile enternasyonalist dayanışma içerisinde olan çeşitli kurumlar Kasrik boğazına yürüdü. 28 İlden katılımın gerçekleştirildiği eylem çeşitli engelle-melere rağmen başarıyla gerçekleştirildi. 4-6 Şubat tarihlerinde gerçekleştirilen yürüyüş önce Diyarbakır'da sonra Şırnak'ın Kasrik bölgesinde gerçekleştirilen etkinliklerle son buldu.
amuoyunun yaygın inancı odur ki, eğer bir politikacı bir şeyin olmadığını söylüyorsa o muhakkak vardır. Zam yok denilmişse, anlayacaksınız ki, zamlar kapıdadır. Radyasyon dedilerse, radyasyonlu çay içiyor, radyasyonlu fındık yiyorsunuzdur. Ücretler artacak demişlerse düşecek demektir. Başbakan Erdoğan 2007'nin Eylül ayında partisine yerel seçimlere hazırlanılması konusunda talimat gönderdi. Parti başkanlarını Ankara'ya toplayıp seçim stratejisini izah etti. Gazetecilerin sorularına karşı bakın ne demiş:
2
5
KURTULUS BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ ve EZİLEN HALKLARI BİRLEŞİN!
İSK 13. Olağan Genel Kurulu 1517 Şubat tarihleri arasında Caddebostan Kültür Merkezi'nde gerçekleştirildi. DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi'nin açılış konuşmasında “ayağa kalkma” çağrısı yaptığı genel kurulun ilk gününe konuşmacı olarak kürsüye çıkan Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik ve onun şahsında AKP karşıtı protestolar damgasını vurdu.
SAYI
02 4-18 Şubat Fiyatı 1 YTL
Mahir Sayın’ın genişletilmiş ikinci baskısıyla
9
SOSYALİST DEMOKRASİ kitabı çok yakında
3
. . . r o y ı k Çı
Oligarşiye kriz, işçi sınıfına zafer! İşsizlerin sayısı dört milyonu aştı. Enflasyon yüzde on bir. Artık minare kılıf kabul etmiyor. Enflasyon yükselirken, IMF ücretlerin düşürülmesinden söz ediyor, buna karşılık grevler birbirini izliyor Canbazın oyununa kanmayın!
15 Şubat 99'u unutma!
Malum hikayedir: sizin gözleriniz yukarda cambazın bu kez ne yapacağına yönlendirilirken cebinizden gidenlerin ancak daha sonra farkına varırsınız ama giden de gitmiştir zaten. Bizlere Türk uçaklarının sınır ötesine kaç sorti yapıp kaç “terörist” öldürdüğü saydırılırken, cepte bir şey kalması mümkün görünmüyor.
Devletin terörle mücadele “yöntem”leri içerisinde insanı şaşkınlığa düşüren yöntemler vardır. Örneğin “İslami terör” militanlarına uygulanan yöntemlerden biri tam da bu mahiyettedir. Yakalanan militanlara ilk önce tek bir şey için, Allaha küfür ettirmek için işkence yapılırmış. >> Sayfa 4
İstikrarın kanıtı nedir? Uygulanan IMF politikalarının sonucu olarak istikrar yaratıldığı iddia edilirken rakamlar tam tersini anlatmaktadır. Bahsedilen büyüme, büyüyen pastanın paylaşılması masalları işsizliğin gittikçe büyümeye devam etmesi tarafından yalanlanmaktadır. İşsizlik oranının şimdiki seviyesinde kalması bile yılda 400 bin yeni istihdamın yaratılmasına bağlı bulunmaktadır.
Yeni Anayasa Sürecinde
Kürt sorunu tartışıldı
Ama artık minare kılıf kabul etmiyor. Enflasyon yükselirken, IMF ücretlerin düşürülmesinden söz ediyor, buna karşılık grevler birbirini izliyor. Proletarya sosyalistlerine düşen en temel görev oligarşinin politikalarının bir bütün olduğu ve yaşadığımız sorunların hepsinin birbirine bağlı olduğu gerçeğinden hareketle tüm diğer devrimcilerle bu doğrultuda eylemli birlikler geliştirmenin imkanlarını yaratmaktır. >> Sayfa 5
Kadınlar neden üniversiteye gidemiyor? Özgürlüğün nalıncı keseri: Türban Dünya ekonomik krizle çalkalanıp, TC uçakları Güneyi bombalarken, açlık memlekette kol gezer, işyeri diye toplu katliam merkezleri ortalığı sarmışken türban uğruna ve ona karşı mücadele tüm gündemi doldurdu. Mahir Sayın’ın yazısı >> Sayfa 5
Kürt Sorunu'nda realist çözüm yoluna nasıl girilir? Kapitalist toplumda çağdaş anayasa yapma mantığının temelinde birey-devlet dengesini kurma, bireyi devlet karşısında koruma düşüncesi yatar. Çağdaş anayasalar yurttaşlar arasında sınıf, dil, din, cins, etnisite vb. ayrımları gözetmeyi yasaklayarak formal eşitlik sağlarlar. Erdal Kara’nın yazısı >> Sayfa 2
>> Sayfa 5
Fotoğraf: Erdal Çoban İnciraltı /İzmir 2007
Proletarya sosyalistleri göreve
Tuzla'da sektör büyüyor, işçiler ölüyor Tuzla Tersanesi'nde ambara düşerek ölen işçi Cevat Toy'dan sonra, kaynak yaparken elektrik çarpması sonucu Mikail Kavak, 7 ayda ölen 16. işçi oldu Tuzla Tersaneler Bölgesi'nde 40 civarındaki tersanede kar marjı her geçen gün yükseliyor. Bu büyüme iş saatlerini ve iş hızını artırarak, işi yoğunlaştırarak sağlanıyor. Kar adına yapılanlar, bir insanın dayanabilme sınırını çoktan aşmış durumda. Ayrıca, tersanelerde ciddi anlamda mekansal yenileme de söz konusu olmadığı için, iş yerlerinin sınırı da kar adına yapılanları kaldırabilmekten oldukça uzak. >> Sayfa 3
SAYFA 01
Türkiye Barış Meclisi'nin örgütlediği “Yeni Anayasa Sürecinde Demokratikleşme ve Kürt Sorunu” Konferansı, 9-10 Şubat tarihlerinde Ankara'da İnşaat Mühendisleri Odası'nda gerçekleştirildi. Yoğun tartışmalara konu olan Konferans'ı yaklaşık olarak 700 kişi izledi. Basın Konferansa çok yoğun ilgi göstermişti. >> Sayfa 2
Kadınlar neden üniversiteye gidemiyor? Burjuvazinin iktidarını sürekli kılmasında şiddet tekelinin yanında ideolojik hegemonya temel bir rol oynar. İdeolojik hegemonyanın kurulması için bin bir kurum oluşturulmuş ve bunlar aracılığıyla hegemonya sürekli yenilenmeye çalışılır. Ancak hegemonyayı sürekli kılma ve yenilemenin kurumlar dışında teknikleri de mevcuttu. >> Sayfa 5
2 19 Şubat-03 Mart 2008 Kürt Sorunu'nda realist çözüm yoluna nasıl girilir? Erdal Kara
K
KURTULUS
HABER
apitalist toplumda çağdaş anayasa yapma mantığının temelinde birey-devlet dengesini kurma, bireyi devlet karşısında koruma düşüncesi yatar. Çağdaş anayasalar yurttaşlar arasında sınıf, dil, din, cins, etnisite vb. ayrımları gözetmeyi yasaklayarak formal eşitlik sağlarlar. Lakin tam da formal eşitlik sağlama uğruna gerçekleştirilen bu yasaklama işlemi, gerçekliğinden koparılmış, soyut, kurgusal bir birey tanımlamasına dayanır. Çağdaş burjuva anayasalarının tanımladığı birey, yaşayan birey değildir. Bu yüzden de toplumsal bir varlık değildir. Eğer bireyin toplumsal varlığını farklı türden aidiyet ilişkileri tanımlıyorsa, formal eşitlik uğruna bireyin toplumsal varlığı ıskalanmak istenmiyorsa, soyut, kurgusal bireyden değil, yaşayan bireyden söz etmek gerekir. Örneğin İşçi Kürt Kadın… Kadındır, işçidir ve Kürttür. Kadın olarak ezilir, işçi olarak sömürülür, Kürt olarak ezilir. Gerçeklik bu iken, formal eşitlik uğruna, toplumsal bir varlık olarak kadından, Kürtten ve işçiden söz etmeyen bir anayasa, nasıl olur da, bu İşçi Kürt Kadın ile devlet arasında sorunsuz bir yurttaşlık bağı kurabilir? İdealizmin formal dünyasında bu mümkün olsa da yaşayan gerçekliğe uymaz. İşte bunun için, çağdaş burjuva anayasa yapma mantığının temelini teşkil eden formal eşitlikçi birey-devlet dengesi kurma perspektifi reddedilmeli, anayasa bütün eşitsizlik ilişkilerinin adını zikrederek, her bir eşitsizlik ilişkisi için altta olandan yana pozitif ayrımcı kurallar belirleyerek şekillendirilmelidir. Çağdaş anayasa yapma mantığının yerel-merkez dengesini dikkate aldığı söylenebilir. Yereli merkez karşısında güçlendiren önlemlerin çağdaş burjuva anayasalarının hemen hemen tamamında yer aldığı doğrudur. Bu yerinde bir gözlemdir. Lakin gözlem tarihsellik içermiyorsa hatalı yargılara yol açar. Çağdaş burjuva anayasa yapma mantığının tarihsel eğiliminin yereli mi yoksa merkezi mi güçlendirmek yolunda olduğunun tespiti burjuva anayasalarının niteliğini belirlemekte temel bir rol oynar. Sosyal bilimin laboratuarı tarihtir, yaşanmış olandır. Son 150 yıla baktığımızda ise şu gerçeği görürüz. Gerilim eşiklerinde, bunalım dönemlerinde burjuva anayasaları merkezin güçlendirilmesi yönünde değiştirilmişlerdir. İşte bu gerçek, burjuva anayasalarında yereli güçlendiren tedbirlerin geçici, konjontrüel, merkezi güçlendiren tedbirlerin ise esas doğrultuyu gösterdiğine işaret eder. Tabi ki, 150 yıllık kesit açısından burjuva anayasaları yerelin güçlenmesi yönünde gelişmişlerdir ama bunun nedeni burjuva anayasa yapıcıların yaklaşımından ziyade, alt katta olanların, ezilen, sömürülen yığınlarının mücadele ve taleplerinin bunu mümkün kılmasındandır. Bu söylediklerimizden çıkan sonuç şudur: Burjuva anayasalarının değişim yönü merkeziyetçilikten yanadır. Yereli gerçek iktidar aygıtı haline getiren örnekler ise Paris Komünü ile Ekim Devrimi ardından kurulan Sovyetlerdir. Bu devletlerde değişim yönü yerelden yana olmuştur. İlki, Alman despotlarıyla Fransız işbirlikçilerinin çizmeleri altında ezilerek 72 gün yaşamış, ikincisi ise kısa bir süre sonra dejenere olarak, merkezileşme doğrultusunda ilerlemiş, nihayetinde de yıkılmıştır. Demokratikleşme ve Kürt sorunu açısından Anayasa sorununa yaklaştığımızda ilk elde söylenmesi gerekenler bunlardır. Tabi ki, bu söylediklerimizle sınırlı kalırsak, haklı olarak 25 yıldır savaşan ve bir çözüm bekleyen Kürt halkına, bugüne dair bir şey söylemiş olmayız. İşte tam bu noktada Kürt sorununda realist çözüm yoluna nasıl girileceğine değinmenin yararı vardır. Realite nedir? Eşitsizlik ilişkileri ortamında altta olan ile üstte olanın realite dediğinde anladığı aynı şey olabilir mi? Herkes için geçerli mutlak bir realite yoktur. Bu aydınlanmacı pozitivizmin ve Türkiye'de de onun en has temsilcisi olan Kemalist elitin düşünüş dünyasıdır. Alta olan Kürt ile üstte olan Türk için aynı realiteden söz etmek, en hafif deyimle söylersek, zihnimizin egemen ulus milliyetçiliği ile lekelendiğini ortaya koyar. 25 yıldır çatışmalı bir ortam içinde yaşadığımız halde Kürt sorunu çözülemiyor. Neden? Neden silahlı bir örgütün varlığı mıdır? Sanırım sorunu aktüel hale getirenin bu örgüt olması gerçeği, sadece bu yalın neden bile, bu iddianın yanlışlığını ispatlar. Neden çözülemiyor sorun? Neden yalındır. Türkiye'nin Batı'sında sorunun çözümünü mümkün kılacak demokratik bir kuvvet merkezi yoktur. Bu şartlar altında Kürt hareketinin sözcüleri, taleplerini minimalize etmek zorunda kalıyorlar. Peki, batı'da demokratik bir kuvvet merkezi oluşturmakla yükümlü olanların, yani sorunun demokratik çözümünden yana olduğunu iddia eden siyasi partilerin, kitle örgütlerinin, aydınların, Kürt hareketi taleplerini minimalize ettikçe, örneğin son Kürt sorunu Konferansı'nda olduğu gibi, biraz daha minimalize edin ki sorun çözülsün diye serzenişte bulunmaları, bizi çözüm yoluna sokar mı? Hiç sanmıyorum. Hatta tam tersi doğru. Bu tutum, yönetici devlet elitinin geleneksel politikasına, sorunu süründürerek çürütme siyasetine farkına varmadan verilmiş destektir. Neden böyledir? Çünkü, yönetici devlet eliti katında, Kürt sorununun demokratik çözümü doğrultusunda anlamlı bir yarılma yoktur. Bu yoksa, sorunun çözümü için, Batı'da demokratik bir kuvvet merkezi oluşturmak zorunludur ve bu kuvvet merkezi talepleri maksimalize etmeksizin yönetici devlet eliti katında anlamlı bir yarılma yaratamaz. Yaratamadığı taktirde de sorunun çözümü mümkün olamaz. İşte bu yüzden, bizlerin, sorunun demokratik çözümünden yana olan Türk demokrasi güçlerinin talepleri maksimalize etmeleri zorunludur. Tabi ki, sorun sürünerek çürüsün istenmiyorsa…
BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ ve EZİLEN HALKLARI BİRLEŞİN!
Yeni Anayasa Sürecinde
Kürt sorunu tartışıldı Yoğun tartışmalara konu olan Konferans'ı yaklaşık olarak 700 kişi izledi. Basın Konferansa çok yakın ilgi göstermişti. Gösterdiği ilginin nedeninin ne olduğu da daha ilk günün akşamı televizyonlarda verilen haberler ile ortaya çıktı
Konferans'tan izlenimler
Türkiye Barış Meclisi'nin örgütlediği “Yeni Anayasa Sürecinde Demokratikleşme ve Kürt Sorunu” Konferansı, 9-10 Şubat tarihlerinde Ankara'da İnşaat Mühendisleri Odası'nda gerçekleştirildi Türkiye Barış Meclisi'nin örgütlediği “Yeni Anayasa Sürecinde Demokratikleşme ve Kürt Sorunu” Konferansı, 9-10 Şubat tarihlerinde Ankara'da İnşaat Mühendisleri O d a s ı ' n d a g e r ç e k l e ş t i r i l d i . Yo ğ u n tartışmalara konu olan Konferans'ı yaklaşık olarak 700 kişi izledi. Basın Konferansa çok yoğun ilgi göstermişti. Gösterdiği ilginin nedeninin ne olduğu da daha ilk günün akşamı televizyonlarda verilen haberler ile ortaya çıktı. Özellikle Kürt hareketi temsilcilerinin demeçlerini çarpıtarak kamuoyuna sunan medyanın büyük bir bölümü, Genelkurmay'ın tutumunu benimsediğini açık bir biçimde gösterdi. Konferans'ın açılış konuşmasını Türkiye Barış Meclisi Sözcüsü Cengiz Güleç yaptı. Sorunları tarif eden ve çözüm yolunda ilerleme iradesini ortaya koyan bir konuşma Cengiz Güleç'in konuşması. Konferans'ın ilk günü dört oturum gerçekleştirildi. “Cumhuriyetin Kuruluşundan İtibaren Kürt Politikaları” başlıklı ilk oturumun başkanlığını Prof. Dr. Mete Tuncay yaptı. Bu oturumda, Ayşe Hür, Prof. Dr. Murat Belge, Tarık Ziya Ekinci ve Prof. Dr. Cemil Koçak birer tebliğ sundular. “Anayasal Vatandaşlık” başlıklı ikinci oturumun başkanlığını Prof. Dr. Yücel Sayman gerçekleştirirken, bu oturumda DTP milletvekili Aysel Tuğluk, Prof Dr. Haldun Gülalp, eski diplomat Akın Özçer, Dr. Vahap Çoşkun birer tebliğ sundular.
Üçüncü oturumun başlığı ise “Bölgesel Yönetim” idi. Bu oturumun başkanlığını Ayhan Bilgen yaptı ve Hatip Dicle, Prof Dr. Oktay Uygun, Tarhan Erdem ve Dr. Cengiz Aktar birer tebliğ sundular. “Kadın Hareketi ve Barış” başlıklı İlk günün son oturumunun başkanlığını Prof Dr. Şebnem Korur Fincancı yürüttü. Bu oturumda, Diyarbakır Kadın Platformu'ndan Sara Aktaş, Prof. Dr. Fatmagül Berktay, SES MYK üyesi İlknur Başer, KA-DER Başkanı Hülya Gülbahar ve Şennur Sezer birer tebliğ sundular. Konferansın ikinci günü iki oturum yapıldı. “Kültürel Haklar ve Kimlikler” başlıklı oturumu Ercan Karakaş yönetti ve Kamil Ateşoğulları, Prof. Dr. Doğu Ergil, Prof. Dr. Füsun üstel, Sur Belediyesi Eski Başkanı Abdullah Demirtaş ile Prof Dr. Baskın Oran birer tebliğ sundular. İkinci günün ikinci oturumu olan “İhtilafların Şiddet Dışı Yöntemlerle Çözümü” başlıklı oturumun başkanlığını Prof. Dr. Mithat Sancar y a p a r k e n , Ay d ı n Ç u b u k ç u , B a r ı ş Meclisi'nden Seydi Fırat, Diyarbakır Barosu Başkanı Sezgin Tanrıkulu, gazeteci Ruşen Çakır birer tebliğ sundular. İki günde gerçekleştirilen altı oturumun ardından moderatörlüklerini Hakan Tahmaz ve Necmiye Alpay'ın yaptığı Forum bölümünde ise, siyasi parti, sendika ve kitle örgütü temsilcileri ile katılımcılardan isteyen kişiler ya tebliğ sundular ya da konuşmalar yaptılar.
Konferans, Necatibey Caddesi'ndeki İnşaat Mühendisleri Odası'nda yapılıyor. Mekanın bir çok yerinde sigara içmek mümkün değil. İşte bu yüzden, sık sık binanın önünde sigara içen insanlardan müteşekkil bir kalabalık toplanıyor. Konferans'ın başlamasından yarım saat önce de manzara aynı. Çok sayıda Konferans katılımcısı, ılık bir Şubat günü bir yandan sigaralarını tüttürüyorlar, bir yandan da Konferans'ın başlamasını bekliyorlar. Kapıdaki ve içerideki kalabalık Konferans yoğun bir ilginin olduğunu ortaya koyuyor. Türkiye'nin her tarafından gelip Necatibey caddesinde buluşan barış savunucuları besbelli ki, Konferans'ın bir umut olmasını bekliyorlar. Gerçekleştirilen 6 oturumdaki konuşmacılara şöyle bir göz gezdiriyoruz. Kürt hareketinin temsilcileri bir yana bırakılırsa, birkaç istisna hariç nerede ise bütün konuşmacıların liberal ve sol liberal tandanslı kişiler oldukları anlaşılıyor. İnsan ister istemez, Kürt hareketi'nin liberal ve sol-liberal aydınlar tarafından kuşatma altına alınmaya çalışıldığından kuşkulanıyor. Konferans ilerledikçe bu kuşkunun yersiz olmadığını anlıyoruz. '90'lı yılların ortalarında The Marmara Oteli'ne yapılan “Kürt Sorunu Konferansı”nı, 2000'e yaklaşırken gerçekleştirilen “Barış İçin Bir Milyon İmza Girişimi”ni hatırlıyoruz. Yıllar sanki Kürt hareketinin aleyhine işliyor. Kürt Hareketi'nin temsilcileri dışındaki neredeyse bütün Konferans konuşmacılarının en fazla tekrar ettikleri kelimeler şunlar: Realite, gerçekçi olmak, makul olmaya çalışmak… Tabi ki bu lafların hepsi Kürt hareketinin temsilcilerine yönelik olarak söyleniyor. Realist olması istenenler onlar. Söylenmek istenen şu: Taleplerinizin çok büyük bir çoğunluğunu elde edemeyeceğinizi görmüyor musunuz? Türkiye'nin koşulları belli, milliyetçilik almış başını gitmiş, Genelkurmay'ın pozisyonu ortada. Gerçekçi olun. Bu talepleri elde etmeniz mümkün değil. Size ancak kırıntıları verirler. Siz de bunla yetinmeyi öğrenin. Fazlasını elde etmeniz mümkün değil, aklınızı başınıza alın, gerçeği görün. Konferans boyunca tanık olduğumuz şu: Kürt Hareketi'nin temsilcileri her yandan ateş yiyorlar. “Bölgesel Yönetim” başlıklı
oturumda Hatip Dicle konuşmasını yapıyor. Kürt Sorunu'nun çözümüne yönelik önerisi de “idari bölgesel özerklik”. Yani aslında milli özellikleri göz önünde bulundurmayan, Türkiye'yi 25-26 idari bölgeye ayıran bir çözüm modeli sunuyor Hatip Dicle. Bu önerinin bile çözüm için yeterli olduğunu söylüyor. Aynı oturumda konuşmacı olarak yer alan Tarhan Erdem bu öneriyi nasıl karşılıyor dersiniz? Tepkisi mealen şöyle: Hatip Dicle'nin konuşmasını çok beğendim. Önerisini de olumlu. Hatta bu önerisini yazalım, çoğaltalım, her tarafa dağıtalım. Lakin bir itirazım var benim bu öneriye. Bunun adını “idari bölgesel özerklik” koymayalım. Durum bu merkezde işte… Kürt Hareketi geri adım attıkça, taleplerini sınırlandırdıkça, Konferans konuşmacılarının çok büyük bir çoğunluğu daha da fazlasını istemekten imtina etmiyorlar. Dedik ya Konferans konuşmacılarının çok büyük bir çoğunluğu liberal ve solliberal kişilerden oluşuyor. Hemen hemen tümü, özenle seçilmiş cümlelerle, PKK ile aralarındaki mesafeyi tarif etmeye çalışıyorlar ve hemen ardından da DTP'lilere seslenmeyi ihmal etmiyorlar. PKK ile aranıza mesafe koyun, inisiyatif alın, PKK'nın gölgesi olarak görünürseniz hiçbir işleviniz olmaz. Bu tutumda şaşılacak bir yan bulmuyoruz tabi ki, lakin bizi şaşkınlığa sürükleyen şu: Konferans izleyicilerinin büyük bir kısmı bu tutumu alkışlarıyla onaylıyor. Neredeyse bütün Konferans konuşmacıları kapitalizm koşulları altında demokratik bir anayasanın yapılabileceğine inanıyorlar. Bundan hiç kuşkuları yok hatta. Sanırım tek istisna Aydın Çubukçu. O konuşmasıyla böyle düşünmediğini belli ediyor. Konferans'ın bir diğer dikkat çeken yanı, neredeyse konuşmacıların hepsinin PKK'nın silah bırakmasından yana tutum takınmaları. Hatta büyük bir çoğunluğu sorunun çözümlenmemesinin nedeninin PKK'nın silah bırakmaması olarak görüyor. Bu talebe tek itiraz ise EMEP adına konuşan Mustafa Yalçıner'den geliyor. Yalçıner mealen şunlar söylüyor: “Kürt Hareketi silah bırakır ya da bırakmaz, buna Kürtler kendileri karar verir. Kürt Hareketi'nin silah bırakıp bırakmayacağını söylemek Türklerin işi olamaz.”
Başbakan insanlık suçu işliyor! Demek ki, başbakanımız yaşadığı ülkede insan gibi yaşayabilmek için insanın kendi anadilini iyi bilmesi ge rektiğini iyi biliyor. Peki Kürtler, Araplar, Lazlar, Çerkezler, Gürcüler ve ilh kendi ana dillerini iyi biliyorlar mı? Almanya'nın Ludwigshafen şehrinde 5'i çocuk 9 Türkiyeli yanarak öldü. İç parçalayıcı manzaraları hep birlikte seyrettik. Milleti azarlamanın bir belagat sanatı olduğunu söyleme aldırmazlığı içindeki Erdoğan bu kez “ananı al da ....” türünden bir belagat yerine rikkatli bir kişi kisvesine bürünerek işi gücü bırakıp Almanya'ya gitti. Devlet seferber oldu. Türk emniyet görevlileri olay yerinde araştırmalar yaptılar. Özel uçak gönderilip cenazeler Antepe taşındı. Bakanlar cenazeye katıldılar. Ortalığı Türk bayrakları sarmışken TC Başbakanı: “Bizim ısrarla vurguladığımız şudur: Entegrasyonun şartı, yaşadığı toplumun dilini gayet iyi öğrenmektir. İyi dil öğrenmenin şartı ise ana dilini iyi bilmektir. Mesela, iyi Almanca konuşamayan oradaki kardeşlerimle bir araya geldiğimizde bakıyorum ki iyi Türkçe de konuşamıyor. Evet burada bir sıkıntı var. Öyleyse önce kendi anadilini iyi öğrenecek, bunun ardından da ikinci bir dili öğrenme imkanını halledecektir'' Demek ki, başbakanımız yaşadığı ülkede insan gibi yaşayabilmek için insanın kendi anadilini iyi bilmesi gerektiğini iyi biliyor. Peki Kürtler, Araplar, Lazlar, Çerkezler, Gürcüler ve ilh kendi ana dillerini iyi biliyorlar mı? Bilemeyeceklerini hepimiz biliyoruz zira bu dillerde bırakalım eğitimin verilmesini zaman zaman kanunen yasaklanmış olduklarını da biliyoruz. Demek ki, Başbakanın kendi ifadelerine göre yönettiği devletin insanlarını birçoğu bu memlekette insan gibi yaşayamamaktadır. İnsan gibi yaşayamadığı için insanın tepesi
SAYFA 02
atar da ona göre davranışlar gösterirse kızılması gereken tepesi atan mıdır yoksa attıran mıdır? TC başbakanı Alman demokrasisinin verdiği zihin açıklığıyla bu kadar da kalmamış daha derin bir hakikatin farkına varmış: “Almanya'da yaşayan kardeşlerimiz, şimdiye kadar Almanya'nın kalkınmasına katkı sağladıkları gibi, kendi kimliklerini korumayı da başardılar. Bu vesileyle asimilasyona karşı olduğumuzu, asimilasyon ile entegrasyonu birbirinden kesin çizgilerle ayırmamız gerektiğini orada ifade ettim. Burada bir kez daha ifade etmek istiyorum; asimilasyon bir insanlık suçudur. Bu böyle bilinmelidir. Burada Sayın Merkel ile farklı düşünüyor olabiliriz ama benim düşüncem bu... Ve çok açık, net söylüyorum: Hiçbir zaman Türk toplumunu asimile etme gayreti içerisine kimse giremez.” Hiç kimse Almanya'ya “misafir işçi olarak” gitmiş olan Türkleri doğal olarak da olsa asimile edemez ama TC'de kendi toprakları üzerinde binlerce yıldır yaşamaya devam eden halkların kökleri kurutulabilir, Ermeniler, Rumlar, Süryaniler soykırıma uğratılabilir, Kürtler, Araplar, Lazlar ve ilh zorla asimilasyona uğratılabilirler! Almanların doğal yoldan asimilasyonu insanlık suçu olursa TC'nin uyguladığı zorla asimilasyona ad vermek imkansız hale gelmektedir. Yurt dışında çalışmak zorunda kalmış gözmen işçilerin başına geldik iş kalmamışken Başbakanın kılını bile kıpırdatmadığı bir hakikat iken, nasıl olmuş da bu kez yangın vesilesiyle apar topar Almanya'ya gidilmiştir.
Tayyip Erdoğan: Asimilasyon insanlık suçu Bütün gösterinin nedeninin Türk şovenizmini azdırmak için Köln'de yapılacak miting olduğu ortaya çıktı. Komplo işlerine o kadar alıştık ki, biri çıkıp da “bu yangını birileri başbakanın seyahatinin vesilesi olması için kasten mi çıkardı acaba?” diye sormaz mı? Başbakan şovenizmi körüklemek üzere de Türklük vurgusu yapacağım derken yine belagat sanatının tarihe geçecek örneklerinden
birini vermekten de geri kalmadı. Belki de her gün işlemekte olduğu insanlık suçunun utancı içerisinde nadim olup özeleştiri yaptı: “Asimilasyon insanlık suçudur!” Bizse bu suçun zorla olan türünü 85 yıldır her gün milyonlarca insana karşı işleyip durmaktayız! Bu kadar çok suça insan isyan etmez de ne yapar?
KURTULUS
Tuzla'da sektör büyüyor, işçiler ölüyor Tuzla Tersanesi'nde ambara düşerek ölen işçi Cevat Toy'dan sonra, kaynak yaparken elektrik çarpması sonucu Mikail Kavak, 7 ayda ölen 16. işçi oldu Ebru Yıldırım Tuzla Tersaneler Bölgesi'nde 40 civarındaki tersanede kar marjı her geçen gün yükseliyor. Bu büyüme iş saatlerini ve iş hızını artırarak, işi yoğunlaştırarak sağlanıyor. Kar adına yapılanlar, bir insanın dayanabilme sınırını çoktan aşmış durumda. Ayrıca, tersanelerde ciddi anlamda mekansal yenileme de söz konusu olmadığı için, iş yerlerinin sınırı da kar adına yapılanları kaldırabilmekten oldukça uzak. Sermaye sahipleri açısından görünür olan büyüme, iş güvenliği tedbirlerine herhangi bir yatırım yapılmaksızın sağlanabilmekte. Bu büyüme, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı'nın teftiş raporlarınca da tespit edilmiş. Bakanlık, seri ölümler bu seviyeye gelmeden önce Nisan 2007'de yayınladığı raporda, 44 adet tersaneden yalnızca ikisinin tüm tedbirleri almış olduğunu ve "işverenlerin iş güvenliği hakkındaki
19 Şubat-03 Mart 2008
İŞÇİ DÜNYASI
BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ ve EZİLEN HALKLARI BİRLEŞİN!
eksikliklerinin çözümünü uzun vadeye yayma eğiliminde olduğunu" ifade etmişti. Oysa son yedi ayda yaşanan on beş işçinin ölümü, kar marjının yükseltilmesi ile yaşam hakkının yok sayılması arasındaki doğru orantıyı gösteriyor. Örneğin, yetkililerin yaptığı akıl dışı 'işçiler baret, gözlük takmadıkları için ölüyor.' açıklamasının kendisi, gemi inşaat sektöründe ağırlıkların tonla değil, grosston ile verildiği; işçilerin üzerine düşen sac parçalarının 3,5 tonluk olduğu gerçeği ile değerlendirildiğinde 'baret, gözlük' gibi basit güvenlik! tedbirlerinin ne anlama geldiği daha açık ortaya çıkacaktır. Bakanlığın 'büyüyor' açıklaması ile anılan sektörde, grosstonlarla anılan ağırlıkların vinçler yerine forkliftlerle, tersanenin daracık mekanlarında, 'daha' hızlı olmak adına alelacele bir yerlere taşınması kapitalizmin mantığına gayet uygun olsa da, işçi sınıfının yaşam hakkına yönelik doğrudan bir tehdit olasılığı olarak görülmelidir. Vinçle taşınması gereken
grosstonlar forkliftten işçinin üstüne düşüp işçiyi ikiye bölebilir örneğin. Nitekim böyle ölen işçiler var. “Tuzla Tersaneler Gerçeği” adı altında Tuzla Tersaneler Bölgesi İzleme ve İnceleme Komisyonu bir rapor hazırladı. Bu rapora göre işçilerin yüksekte çalışacağı iskeleler, geminin dış yüzeyi bozulmasın, ikinci kere taşlama gerektirmesin, iş "çabuk çabuk" yetişsin diye kaynakla uygun bir şekilde sabitlenmezse, düşen işçi baretli, gözlüklü de olsa ölme ihtimalinin büyük olduğu yönünde. İş, sipariş sözü verilen tarihte yetişsin, tersane sahibi gecikme tazminatı ödemesin diye, bir yardımcı eşliğinde yapılması gereken işler tek kaynakçı, tek montajcıyla yapıldığında (az kişiyle çok iş yapmak) işçi ambara veya denize düşse, düştüğünden haberdar olunması saatler, bazen bir gün bile sürebilmekte. Ya da aynı raporda iş çabuk bitsin diye, oksijen hortumları ve elektrik kabloları birbirinden düzgünce ayrılmazsa, işçinin kaynak
Tuzla'da ana iş olan gemi yapımı bölünerek, onlarca alt işveren sözleşmesi yapılmış. Aynı mekanda çalışan 40-50 farklı firmaya bağlı işçiler var
KESK seçimlerine giderken Kadir Demir
yapacağı gemi dehlizleri fanlarla gazlardan arındırılmazsa, işçilerin patlamada ölme ihtimalinin kolaylıkla tahmin edilebilecek bir şey olduğu tespiti yer almakta.
Yine taşeron şirketler, yine esnek çalışma Tuzla'da ana iş olan gemi yapımı bölünerek, onlarca alt işveren sözleşmesi yapılmış. Aynı mekanda çalışan 40-50 farklı firmaya bağlı işçiler var. Bu durum İş Yasası'nın 2. maddesine açıkça aykırı olduğu gibi, aynı zamanda gittikçe artan iş kazalarına da davetiye çıkarmakta. Neden taşeronluk sistemi iş kazalarına davetiye çıkarmaktadır? Taşeronluk sistemi, iş güvenliği ve benzeri emek eksenli maliyetlerin, alınacak risklerle beraber, bu riskleri taşımasının mümkün olmadığı, bu yükü taşıyabilip taşıyamadığına bakılmayan küçük ve orta ölçekte işletmelere aktarımıdır. Bu durumda sorunun cevabı da kendiliğinden ortaya çıkmaktadır: Çünkü, 30 ila 50 işverenin el ele, ana işverenlerinden önce iş alanına girip, yasaca öngörülen ve iş kazasının olmaması için elzem olan tedbirleri almalarına imkan yoktur. Kabloları birbirinden ayırmak, iskelelerin sağlamlığını kontrol etmek, gaz ölçümü yapmak tersane sahibi ana işverenin, yanı tersane sahibinin sorumluluğundadır. Bununla birlikte tersane sahipleri, sipariş aldıkları bir geminin yapımında yaklaşık 1000 işçi çalıştırmak zorunda olmalarına karşın ancak 100 işçiyi çalıştırıyor göstererek de, sağlık ve sosyal güvenlik maliyetlerini azaltarak büyümeyi sağlamakta, karlarını yükseltmektedirler. Böylece aynı iş yeri sahipleri geriye kalan kadrosuz 900 işçi için istihdam edilmesi gerekli olan iş yeri hekimleri, güvenlik elemanları alımından da kurtularak maliyetlerini düşürmektedirler. Yani çoğunluğun çalışma şartları, sağlık ve güvenlik ihtiyaçları, bu daha ufak işletmelerin keyfi ve farklı uygulamalarına kalmıştır. Bütün bu riskler başka sektörlerde bu denli görünür olmamakta, taşeronlaştırma ve esnek çalıştırmanın yaşam hakkını ihlal eden sonuçları, tüm riskleri kendi bünyesinde barındıran ağır ve tehlikeli bir iş kolu olan gemi inşa sanayiinde somut bir biçimde karşımıza çıkmaktadır. Çalışma hayatıyla ilgili tüm esnekleştirme politikalarının, iş güvenliğine, işçi sağlığına olan etkileri tekrar sorgulanmalıdır. Esnek çalıştırmanın sonuçlarını ve tekelci kapitalizmin ekonomik büyümeyi hangi bedeller üzerinden kazandığını görmek gerek. Emeği ile geçinen herkese bir şeyler söylüyor Tuzla.
Heyecandan uzak genel kurul Genel kurulda konuşma yapan delegelerin önemli bir kısmı, son olarak Tuzla gemi işçilerinin ölümlerinin de ardında kendini gösteren taşeronlaşmaya dikkat çekerken, bu uygulamanın sınıfın örgütlenmesinin önündeki engelleyici sonuçları üzerinde de durdu DİSK 13. Olağan Genel Kurulu 15-17 Şubat tarihleri arasında Caddebostan Kültür Merkezi'nde gerçekleştirildi. DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi'nin açılış konuşmasında “ayağa kalkma” çağrısı yaptığı genel kurulun ilk gününe konuşmacı olarak kürsüye çıkan Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik ve onun şahsında AKP karşıtı protestolar damgasını vurdu. Bununla birlikte yurt içinden ve dışından yaklaşık 40'a yakın katılımcının olduğu genel kurulda, sınıf dayanışmasını ve 12 Eylül'ün cuntacıları karşıtlığını içeren sloganlar göze çarptı. Dünya çapında süren emperyalist işgaller, Kürt sorunundaki çözümsüzlük, yeni liberal saldırı dalgası DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi'nin yaptığı açılış konuşmasında dikkat çeken noktalardı. 'Yeniden ayağa kalkma zamanı' vurgusunun altının çizildiği genel kurulda, 'yeniden devrim, yeniden DİSK' denirken, en çok eleştirilen konu ise 10 Aralık Hareketi'nin DİSK üzerinden yürütülmek istenmesi oldu. 12 Eylül mitinginden çekilme kararı da bir diğer eleştiri konusu idi. Genel kurulda konuşma yapan delegelerin önemli bir kısmı, son olarak Tuzla gemi işçilerinin ölümlerinin de ardında kendini gösteren taşeronlaşmaya dikkat çekerken, bu uygulamanın sınıfın örgütlenmesinin önündeki engelleyici sonuçları üzerinde de durdu. Taşeron işçilerin örgütlenmesine dönük yapısal değişiklikleri hedeflemeksizin sendikal hareketin büyüyemeyeceğine dikkat çeken delegasyon, sosyal güvenlik sistemindeki değişim planının da taşeronlaştırma, esnek çalıştırma uygulamaları ile aynı kesişme noktalarına sahip olduğu vurgusunda bulundu. Bütün bu çok politikmiş ve sınıfın sorunlarına ilişkin ciddi tespitler yapılıyormuş gibi
görünen ancak yine de heyecandan uzak olduğu gözlemlenen genel kurulda, yeni yönetimin nasıl oluşturulacağına dair yürütülen gergin tartışmaların özneleri delegeler değil, sendika başkanları ve yönetim kurulu üyeleri idi. Ancak akşam saatlerini bulabilen anlaşmada, sorun DİSK tüzüğünde yapılan bir değişiklikle aşılarak!, yönetim kurulu sayısı 9 kişiye çıkarıldı. Yapılan bu tüzük değişikliğine yönelik yeterli
delegenin katılımı olmaksızın gerçekleştirilmiş olduğuna dair itiraz ise, Başkanlık Kurulunun usulüne uygun başvuru yapılmadığı yönündeki anlamlı geçiştirme ile sonuçlandı. Geç saatleri bulan uzlaşma, metnin içeriğinin ne olduğuna dair bir tartışmanın yürütülmesine izin vermeksizin jet hızıyla geçirilirken, işin ilginç tarafı delegelerin de neyi oyladıklarına dair bir meraka sahip olmamaları idi.
3
Tek kadın adayın da seçilmediği DİSK yönetim kurulu şu üyelerden oluşuyor: Genel Başkanlığa Süleyman Çelebi, Genel Sekreterliğe Tayfun Görgün (Dev. MadenSen), Yönetim Kurulu üyeliklerine; Celalettin Aykanat (Birleşik Metal-İş), Ali Cancı (Sosyal-İş), Muzaffer Subaşı (Tekstil), Nuri Serim (Lastik-İş), Ali Rıza Küçükosmanoğlu (Nakliyat-İş), İsmail Yurtseven (Genel-İş) ve Celal Ovat (Gıda-İş).
M
arks, bundan tam 142 yıl önce 1866 yılında I.Enternasyonal'in Cenevre Kongresi'nde “Sendikalar, başlangıçtaki hedeflerinden bağımsız olarak, bundan böyle tam kurtuluşlarının büyük çıkarı doğrultusunda işçi sınıfının örgütlenmesinin odak noktası olarak daha bilinçli davranmasını öğrenmelidirler. Bu hedefe yönelik her toplumsal ve politik hareketi desteklemelidirler. Kendilerini bizzat tüm sınıfın öncü savaşçıları ve temsilcileri olarak görerek ve buna göre davranarak, sendikaların dışında duranları kendilerine çekmeyi başarmalıdırlar. Çabalarının dar görüşlü ve bencil olmaktan çok uzak, daha çok ezilen kitlelerin kurtuluşunu hedef aldığını tüm dünyaya kavratmalıdırlar.”diyerek ardından da şu hatırlatmayı yapmıştır: “İşçi sınıfının mücadele konumunda, onun ekonomik hareketi ile politik faaliyeti birbiriyle kopmaz şekilde bağlıdır.” Sendikal hareketin gelecekte nasıl bir sendikal perspektife sahip olması gerektiğinin altını kalın çizgilerle çizmiştir. Marks'ın 142 yıl önce yapmış olduğu bu belirlemeler ışığında, genel olarak dünya, özel olarak da Türkiye'deki sendikal hareketin durumunu bir değerlendirmeye tabi tuttuğumuzda; kapitalizmin kendi krizini aşabilmesi için uygulamaya koyduğu yeni liberal politikalar karşısında sendikal hareketin bu saldırılara yanıt verebilecek yeni ve bütünlüklü bir sendikal perspektif ve buna uygun yeni bir örgütlenme modeli ile, uygulanan liberal politikaların ideolojik yanlarını gören bir yerden yeni bir mücadele yönelimi içine giremediğini, sendikal demokrasiden adım adım uzaklaşarak üyelerine yabancılaşmış, üyelerinin birçoğunu kaybetmiş olduğunu görmekteyiz. Sendikal hareketin, içinde bulunduğu bu çok yönlü krizini çözmeden, sermayenin kendi krizini aşmak için yaptığı yapısal değişikliklere karşı koyabilecek tarzda kendisini yapısal olarak yeni bir değişikliğe tabi tutmadan başarılı olabilme şansı yoktur. Türk ve Kürt emekçilerinin ortak kazanımı olan KESK ve bağlı sendikalar da maalesef sendikal hareketin içine düştüğü bu krizi iyi algılayıp, doğru kavrayamamıştır. Bu sendikalar dünyada ve Türkiye'de olup biteni kavrayıp genelde sınıf hareketine, özelde ise sendikal harekete yönelen saldırıları püskürtecek önlemleri almak yerine, adım adım kuruluş amaç ve ilkelerinden uzaklaşarak birer bürokratik yapılar haline dönüşmüşlerdir. Dolayısı ile bu olumsuz koşullarda KESK ve KESK'e bağlı sendikalarda yeni bir kongreler sürecine daha girilmiştir. Genel olarak sendikal hareketin, özel olarak ise KESK ve KESK 'e bağlı sendikaların içinde bulunduğu yapısal ve örgütsel kriz durumunu göz önünde bulundurulduğunda görünen odur ki, kısa vadede sorunun çözümü pek mümkün görünmemektedir. Bürokratizm bu sendikaların bütününde egemen olmuş, sendikal demokrasi, çoğulculuk rafa kaldırılmış, kongreler grupların kaç kişi ile temsil edileceğinin tartışıldığı duruma dönüştürülmüştür. Özcesi KESK' te de her şey iktidar olma ve iktidarda kalma sorununa indirgenmiş, bu yolda en temel ilkelerden bile vazgeçer hale gelinmiş, ana dil gibi en temel ilke tüzükten çıkarılabilmiştir. Bu anlamı ile daha uzunca bir süre genel olarak sınıf hareketi, özel olarak da sendikal hareketin krizine dair tartışmaların süreceği bir gerçekliktir. Ayrıştırmaya karşı ortak örgütlenme Tartışılması gereken, değişen çalışma koşulları ve sınıfın bu bağlamdaki yeni karakterine ilişkin analizlerin doğru yapılabilirliğidir. Aynı iş kolunda birbirinden bunca farklı isimle ayrıştırılan emekçilerin, farklı iş kollarını da kapsayan bir sendikal yapı içerisinde ortak örgütlülüğünün nasıl olacağına dair bir tartışma yürütülmeksizin atılacak adımlar, tekrar tekrar 'neden olmuyor?' sorusunu sormamıza neden olacaktır. Gerek iş kanunları, gerekse de kamu emekçilerinin örgütlenmesinin önündeki engellerden biri olan 657 çerçevesinin dışına çıkabilecek gözlere ihtiyaç var. Bugünkü gelinen durum, esas itibarı ile aynı mekanda aynı işi yapan, ancak birlikte hareket etmelerinin önü tıkanan emekçilerin gerçekliğine yanıt üretebilen yapılar için adımlar atabilmekten geçiyor. Yapılan bir araştırma sonucunda ortaya çıkan 14 çeşit eğitimcinin bugünkü Eğitim Sen çerçevesinde ve anlayışında örgütlenmesi mümkün görünmemektedir. Sadece eğitim iş kolunda değil, sosyal güvenlik yasası bağlamından bakıldığında bile aciliyet taşıyan, farklı iş kollarının ve memur-işçi ayrımının da yok sayıldığı bir örgüt yapısına ihtiyaç olduğu aşikâr. Kaldı ki, Davutpaşa'daki ölen işçilerin sendikasız, asgari ücretten bile yoksun, sigortasız çalışma koşulları düşünüldüğünde sadece memur-işçi ayrımından bağımsız hedeflenen bir ortak örgütlülüğün bile yetersiz kalacağı ortada. Bugün KESK yöneticilerine, yönetici adaylarına, üyelerine düşen sadece KESK' e bağlı sendikaların değil, tüm sınıfın çekim merkezi olabilecek bir perspektifle donanmak ve buna paralel örgütlü bir sendikal yapıyı bu günden başlayarak adım adım örmek olmalıdır. Henüz geç değil, hem de hiç değil.
2007'de emekçinin hafızası
'Yeniden ayağa kalkma zamanı' vurgusunun altının çizildiği genel kurulda, 'yeniden devrim, yeniden DİSK' denirken, en çok eleştirilen konu ise 10 Aralık Hareketi'nin DİSK üzerinden yürütülmek istenmesi oldu
SAYFA 03
Burjuva medyasında çıkan '2007'de ekonomi' başlıklı yıl sonu değerlendirme yazılarına baktığımızda, çetelesi tutulan olumsuzlukların, sermaye sahiplerinin kar oranlarının düşmesi, ülke ekonomisinin büyüme hızının yavaşlaması biçiminde verildiği; bunun yanında verilen olumlu 2007 değerlendirmelerinde ise yine kapitalizmin rekabet, kar, sermaye bağlamını satırlarda görmenin mümkün olduğunu söyleyebiliriz. İşçi sınıfının 2007 gündemine baktığımızda ise, burjuva medyasında pek de yer bulmayan notlar gözümüze çarpıyor. Örneğin emekçiler açlık sınırının altında ücretlerle çalıştırılıyor. Sendikasızlaştırmalar devam ediyor, taşeronlaştırma, esnek çalıştırma hızla artıyor, mevsimlik işçilerden ve Tuzla'dan ölüm haberleri eksik olmuyor. 2007'de gözümüze çarpan bir diğer sınıf gündemi ise grevler oldu. Türk Hava Yolları'nda, işverenin uzlaşmaz tavrı sonucunda alınan grev kararını Telekom işçilerinin 43 gün süren grevi izledi. Grevler zincirine Çukurova'nın tarım işçileri de katılırken 2007'yi de aşan uzunluktaki Novamedli kadınların dirençli grevi emekçilerin gündemine damgasını vurdu. 447 gün süren Novamed grevini destekleyen feministlerin aynı kararlılıktaki dayanışmacı tutumu Petrol-İş Sendikası'nın kazanımıyla sonuçlandı. Emekli-Sen'in İçişleri Bakanlığı'nca kapatıldığı 2007'de TSK'nın sendikaları fişlediği ortaya çıkarken, sosyal sigortalar ve genel sağlık sigortası (SSGSS) bir saldırı politikası olarak emekçilerin gündemine oturdu. Bir diğer göz alıcı gelişme ise TEKSİF üyesi Akyıl Fabrikası işçilerinin AKP Diyarbakır İl Teşkilatı'nı işgal eylemleri oldu. Yine Diyarbakır'da Eğitim Sen Şubesi'nin 7 yöneticisi, 7.5 ay hapis ve 600 YTL para cezasına çarptırıldı.
4 19 Şubat-3 Mart 2008
BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ ve EZİLEN HALKLARI BİRLEŞİN!
Devasa ateşler yanmış
Örgütlenme de ikili görev ve Çatı Partisi Mustafa Kahya
S
KURTULUS
HABER
osyalizm tarihinin yarattığı önemli sorunlardan biride idari ve yol gösterici örgütlenmelerin birbirine karıştırılmış olmasıdır. Yakınlarda ölen Anarşist Bookchin'in, günlük yaşamı sürdürmek üzere kendine özgü yönlerle tanımladığı ve devletin yerine geçirdiği konfederal örgütlenme, bizlerin literatürüne değişik dolayımlardan girdi. Girişi, bu konudaki Marksist öğretinin devlet konusundaki “yetersizliğine” dayandırılmakta ve bu bakış açısıyla yetersizliklerin giderildiği savlanmaktadır. Komün ya da Sovyet olarak ortaya çıkmış olan günlük yaşamı düzenleyici örgütlerin, sınıfsal karakterlerine yapılmış olan vurgu dolayısıyla, birçokları bu yapılanmaları toplum bünyesinde yer alan çeşitli sorunları ve sahiplerini içeremeyecek tek boyutlu örgütlenmeler olarak görme eğilimine sürüklenmişlerdir. Komün ya da Sovyet, temsili demokrasiyle doğrudan demokrasiyi birbirine bağlayan örgütlenmeler olarak ortaya çıkışlarıyla birlikte devletin nasıl sönümlenebileceğinin de örneğini verirken, toplumsal alanın her bir bölümünün temsilini ve sorunlarının çözüm imkanlarını içerebileceğini de ortaya koymuşlardır. Sovyet sisteminin bürokratlaşması ve komünist partisinin, toplumsal alanın her bir bölümünü denetim altına alırken asıl iktidar sahibi olan Sovyetleri de ele geçirmesiyle, Lenin'in ünlü “tüm iktidar Sovyetlere” sloganını “tüm iktidar partiye” biçimine dönüştürmüş olmasını, Marksizm - Leninizmin olması gereken ifadesi olarak kabul edenler, onu anlamamakta ısrar etmişlerdir. Elbette yaşanan zaafların ortaya çıkmasına karşı alınacak tedbirler üzerine yoğunlaşanlar, bu teorinin gelişmesine katkıda bulunurken, ne olduğundan bihaber olanlar da düzelteceğim derken horoza mahmuz takanların pratiğini tekrarlamışlardır. Şimdilerde yüz yüze geldiğimiz ifadeler de, değişik türden örgütlenmeler birbirine karıştırılmakta, bundan daha vahim olarak da Sovyet deneyinde yaşandığı üzere partinin her şeye hakim olmasının yolunu açan önermelerde bulunulmaktadır. Parti denilen örgütlenme türü, esas olarak yol gösterici bir biraraya geliştir ve bu muhtevası içerisinde de bir mücadele birliğidir. Bu yol göstericilik içinde bulunulan somut duruma göre değişir. İdeolojik, politik, iktisadi ve hatta askeri olabilir. Ancak bu yapılanmanın yol göstericilikten öteye bir konuma ulaştırılması, yaşanan pratiklerin gösterdiği gibi, partinin her bir alana ait örgütlenmelerin yerine geçirilmesi, idareyi bir yana koyalım, sanata ve genetiğe bile müdahale etme kendini bilmezliğine kadar ulaşılmasına yol açmıştır. Fantezi yaratacağım derken tekerleği dört köşeli olarak yeniden icat etmeye kalkışmamak gerekir. Seçimlerin gerçekleşmesinin ve parlamentoda DTP gurubunun oluşmasının ardından muhalefet hareketinin yüz yüze bulunduğu sorunlar, yeni bir çerçeve kazanmış ve dün ulaşılamayan çözümlerin bugün gerçekleşmesinin olanakları biraz daha artmış durumdadır. Örgütlenme alanında ikili bir sorunla yüz yüze bulunduğumuz bir sır değildir. Bunlardan biri sosyalizmi hedef olarak önüne koyduğunu açıkça beyan eden ve sınıf içinde anlamı olan bir sosyalist partinin varlığıdır; diğeri ise bugünkü parçalanmış muhalefet güçlerini bir araya getirecek ve devrimci bir demokrasiyi gerçekleştirmeyi program olarak benimsemiş olan bir çatı partisidir. Sosyalist hareketin tarihsel kökenlerinden şiddetle etkilenerek ortaya çıkmış olan parçalanmışlık, hem o temellerin taşıdığı zaaflar hem de değişen tarihsel koşullar dolayısıyla bir yeniden yapılanmayı zorunlu kılmaktadır. Daha önce yaşanmış olan deneylerin verdiği dersler ışığında bu yeniden yapılanma görevi yerine getirilmek zorundadır. Ancak bugün TC'de egemen olan koşullar ve sadece yarı askeri rejime karşı olan değil, oligarşik sisteme karşı olan muhalefetin durumu, önümüze tüm muhalefetin eylem birliğinin gerçekleştirilmesinin alanını oluşturacak bir başka yapılanmayı dikmektedir. Bir tür partisel cepheleşmedir bu. İki örgütlenmenin ne içerik olarak ne konum olarak ne de zamansal olarak birbirine rekabeti söz konusu olamaz. Tam tersine her iki alanda atılacak adımlar bir diğerinin daha güçlü ve daha hızlı bir şekilde hayat bulmasına olanak tanır.
Çadır kurulmuş dağlara… Canlı kalkanlar geceyi Kasrik'te geçirdiler. Devasa ateşler zorlayıcı doğa koşullarıyla mücadelenin baş aktristi olurken, çadırlarda dağıtılan ekmek ve helvanın ise aç karnına tadına doyum olmuyordu illerde GBT ve üst arama işlemleri çeşitli “yerel mahkeme" kararlarıyla tekrarlandı. Çeşitli arama noktalarında ise gerginlikler yaşandı. Maruz kalınan nice uygulamaya rağmen İstanbul grubu da moral ve motivasyonundan hiçbir şey kaybetmeden ve bütün kararlılıklarıyla Kasrik boğazına ulaşmayı başardılar.
Devasa ateşler yanmış…
Sınır ötesi operasyonların durdurulması ve Kürt sorununun demokratik çözümü için DTP ve DTP ile enternasyonalist dayanışma içerisinde olan çeşitli kurumlar Kasrik boğazına yürüdü. 28 İlden katılımın gerçekleştirildiği eylem çeşitli engellemelere rağmen başarıyla gerçekleştirildi. 46 Şubat tarihlerinde gerçekleştirilen yürüyüş önce Diyarbakır'da sonra Şırnak'ın Kasrik bölgesinde gerçekleştirilen çeşitli etkinliklerle son buldu.
Demokratik çözüm yürüyüşü DTP tarafından gerçekleştirilen "Operasyonlara Karşı Demokratik Çözüm" yürüyüşü Cudi ve Gabar dağının birleştiği Kasrik boğazında kurulan kamp ile dikkatleri “sınır ötesi operasyonlara” çekti. Yeniden Sosyalist Kuruluş Mecisi, SODAP, ESP, EMEP, EHP, SDP, HÖC, Kaldıraç, Gökkuşağı Kadın Derneği, Barış Anneleri, Mezopotamya Kültür Merkezi'nin katıldığı eyleme DTP grubunda yer alan çok sayıda milletvekilli de destek verdi.
İstanbul'da canlı bomba aranıyor! İstanbul Milletvekili Sabahat Tuncel ve kurum temsilcilerinin de yer aldığı İstanbul'dan hareket eden otobüsler Şırnak'ın Kasrik boğazına tam 41 saatte ulaşabildi! Çeşitli gerekçelerle durdurulan “demokratik çözüm yürüyüşçüleri" defalarca kez GBT ve aramalardan geçerek Şırnak'a ulaşabildi. İstanbul grubu 13 kez aynı uygulamalara maruz bırakıldılar. 04 Şubat günü saat 12.00'de Bilgi Üniversitesi Dolapdere Kampusu önünde bir araya gelen “demokratik çözüm yürüyüşçüleri” gerçekleştirilen uğurlamanın ardından yola koyuldular. İstanbul çıkışında gerçekleştirilen ilk durdurma daha sonrakilerin yalnızca bir haberci-siydi. Toplanan kimliklere yapılan GBT uygulamasının ardından eylemciler yollarına devam ettiler. Otobüsler Sapanca'ya ulaştığında ikinci bir durdurma ile karşı karşıya kalındı. Ancak durdurulma
gerekçesi biraz ilginçti! Şırnak'ın Kasrik Boğazı'na giden “canlı kalkanlar”ın otobüsünde “canlı bomba” aranıyordu… Yanlış duymadınız! Operasyonlara karşı gerçekleştirilen demokratik çözüm yürüyüşçülerinin arasında “canlı bomba” olduğu iddia ediliyordu. Önce bütün kimlikler sanki 20 dakika önce GBT'leri yapılmamış gibi toplanıldı. Ardından da arama işlemlerine başlanıldı. Bütün eylemciler ayakkabılarından, saçlarına kadar aramadan geçiriliyordu. Sapanca'ya en son ulaşan İstanbul Milletvekili Sabahat Tuncel ve kurum temsilcilerinin yer aldığı otobüs bu duruma tepki göstererek gerçekleştirilen onur kırıcı uygulamaya derhal son verilmesini talep ettiler. Otobüslerde aranan “canlı bomba”nın saçında ya da ayakkabısında bomba olma ihtimali sorulan sorular arasındaydı. Böyle bir uygulama karşısında üstlerini aratmayacaklarını ilan eden eylemciler otobüs içerisinden çıkmayarak tepkilerini gösterdiler. Aramaların düzelmesinin ardından “arama” işlemine geçilebildi. İstanbul'a yalnızca 1 saat uzaklıkta olan Sapanca'dan ayrılırken 6 saat geçmişti bile… Şırnak güzergâhı üzerinde bulunan bütün
Kasrik boğazında bir araya gelen yaklaşık 5000 bin “canlı kalkan”, sınır ötesi operasyonlara hayır dedi. 4-6 Şubat yürüyüşüyle operasyonlara dikkat çeken “canlı kalkan”lar, Kürt sorununun demokratik çözümü için öncelikle “çatışmasızlık” ortamının yaratılmasını talep ettiler. "Canlı kalkan”lar geceyi Kasrik'te geçirdiler. Doğa koşullarının zorlayıcı etkisine ve tüm baskılara rağmen Kasrik'te buluşan “canlı kalkan”lar bu coşkulu ve duygusal buluşmanın tadını çıkardılar. Gece yakılan ağıtlar, tilili sesleriyle, halay figürleriyle karışırken, operasyon bölgesinden operasyonlara hayır demek ilginç bir duygu karmaşasına yol açıyordu. Devasa ateşler zorlayıcı doğa koşullarıyla mücadelenin baş aktristi olurken, çadırlarda dağıtılan ekmek ve helva açlığı bastırmanın yegâne yoluydu…
Demokratik çözüm deklarasyonu Saatler sabahı gösterirken DTP otobüsünün üzerinden programın başladığı bildirildi. DTP bu kez Ankara'dan değil, Kasrik'ten seslenerek “demokratik çözüm” istedi. DTP Eş Başkanı ve Mardin Milletvekili Emine Ayna, "Demokratik Çözüm Deklarasyonu" adıyla bir açıklama yaparak, askeri operasyonların durmasının bölgede çatışmalara son vereceğini vurgulayarak, TBMM'nin sınırötesi operasyon tezkeresini geri çekmesini ve operasyonları bir an önce durdurmasını istedi. PKK'yi de "eylemsizlik konumu"na geçmeye çağırdı.
Çözüm Türkiye’de “Operasyonlara Karşı Demokratik Çözüm" eyleminin, Kürt sorunun yarattığı çatışma ortamından en çok etkilenen kentlerden biri olduğu için Şırnak'tan düzenlendiğini ifade eden Ayna, "Silahlar, kadın-erkek, TürkKürt tanımıyor. Ancak buradan, ölümlerin yürek kanattığı yerden ölerek ve öldürerek değil, yaşayarak ve yaşatarak çözmek mümkün demenin anlamı olacağına inandık" dedi. "Bir tek insanımızın burnu kanamadan diyalogla, konuşarak, tartışarak bütün sorunlarımızı çözmek mümkündür" diyen Ayna, Türkiye'nin çözümü ABD, İngiltere veya Avrupa ülkelerinde değil kendi içinde araması gerektiğinin altını çizdi. Ayna, AKP'nin Kürt sorununa ilişkin politikalarının "imha ve inkar" politikaları olduğunu vurgularken, "Kürt sorununun bir sonucu olan PKK'yı bitirmek, kökünü kazımak söylemleri çözüm değildir. Çözüm, tek millet, tek dil üzerine kurulu olan Kürtleri, inkâr ve imha politikalarından vazgeçmektir. Çözüme giden yolda Sayın Abdullah Öcalan'ın sağlığı ve yaşam koşullarının düzeltilmesi sorunun çözümüne küçümsenmeyecek bir katkı yapacaktır" diye konuştu.
Anadilde eğitim istiyoruz Kalıcı bir barış ortamının sağlanması için Kürt kimliğinin anayasal güvence altına alınması gerektiğini dile getiren Ayna, “Anayasa'nın tekçi anlayıştan kurtulabilmesi için demokratik özgür vatandaşlık yeniden tanınmalı, ortak kimlik olarak 'Türkiyelilik' kavramı vurgulanarak kullanılmalıdır. Türkiye'de farklı dillerde eğitim, farklı kültürlerin anayasal koruma altına alınması sağlanmalı, istisnasız herkesi kapsayan bir genel af olmalıdır. Kürtçe anadilde eğitim hakkı evrensel vazgeçilemez bir insan hakkıdır” diyerek sözlerine son verdi. Açıklamanın ardından, Cudi ve Gabar dağlarının eteklerinde bir araya gelen binlerce kişi, geldikleri kentlere dönmek üzere otobüslere binerek yollara koyuldular.
Kürtler demokratik çözüm için dağlara yürüyor! Kürt sorununun çözümsüzlüğü üzerine, 2007'nin son aylarında “EDİ BESE” (YETER ARTIK) diyerek, bölgenin birçok il ve ilçesinde kitlesel eylemler g e r ç e k l e ş t i r e n K ü r t l e r, D T P ' n i n öncülüğünde şimdi de operasyon bölgeleri olan Şırnak'ın Gabar ile Cudi dağlarına, “operasyonlara karşı demokratik çözüm yürüyüşü” gerçekleştiriyor. Binlerce insan bu kez meydanlara değil operasyon bölgesine yürüyecek. Bu eylemle DTP, sorunun operasyonlarla değil demokratik yollardan çözümü
doğrultusunda mesaj verecek. Kürt halkı, tüm demokratik kanalların tıkandığı, ABD ile ortak plan çerçevesinde özgürlük hareketinin imha ve tasfiyesine yönelik operasyonların arttığı, bu amaçla kandil dağının hava savaş filolarıyla bombalandığı bir dönemde, imha ve tasfiye politikalarına karşı canlarını siper etmeye hazır olduğunu bu eylemle bir kez daha gösterecek. Yeniden Sosyalist Kuruluş Meclisi, barış ve halkların kardeşliği için Kürt halkının, Kürt sorununun halkların demokratik iradesiyle eşitlik temelinde demokratik
çözüm talebini desteklemektedir. Yeniden Sosyalist Kuruluş Meclisi, Kürt halkının “operasyonlara karşı demokratik çözüm” anlayışıyla, canını siper etme iradesini ortaya koyduğu operasyon bölgesine yürüyüşünde onunla birlikte olacaktır. Yeniden Sosyalist Kuruluş Meclisinden başka katılımlar yanında yürüyüşe, Meclisi temsilen Gökhan TAŞYAKAN ve Hüseyin BEKTAŞ arkadaşlarımız katılacaklardır. Basına ve kamuoyuna duyurulur. Yeniden Sosyalist Kuruluş Meclisi
15 Şubat 99'u unutma! D
evletin terörle mücadele “yöntem”leri içerisinde insanı şaşkınlığa düşüren yöntemler vardır. Örneğin “İslami terör” militanlarına uygulanan yöntemlerden biri tam da bu mahiyettedir. Yakalanan militanlara ilk önce tek bir şey için, Allaha küfür ettirmek için işkence yapılırmış. Bunun başarılmasıyla birlikte çözülme süreci de hızla arkasından gelirmiş. Devlet, kendisini “yıkmaya, bölmeye, parçalamaya” yönelik faaliyet içerisinde olan güçlere karşı, “varlığını ve bölünmez bütünlüğünü” korumak amacıyla zor aygıtlarını sistemli olarak kullanır. Zorun, devletin ideolojik hegemonyasından kurtulmuş olan kitlelerin baskı altına alınması olarak tanımlanması doğru, ancak eksik bir tanımdır. Devletlerin zor politikası, devletin ideolojik hegemonyasından kurtulan kitlelerin baskı altına alınması ve kaybedilen ideolojik hegemonyanın yeniden tesisi olarak tarif edilirse daha doğru bir tanım yapılmış olur. Devletler bu amaçla işlettikleri zor aygıtlarını öncelikle, yöneldikleri güçlerin önder kadrolarına uygularlar. Bu, tek insan üzerinden ulaşılacak bir başarının geniş kitlelere yayılması amacını güder. Onun nezdinde mücadeleye olan inanç alınır hedefe. Çünkü şu çok açıktır ki, inancını yitirmiş bir insanın teslim alınması hatta daha da ileri bir noktada sisteme yeniden kazınılması çok mümkündür. Bugün cumhuriyet mitinglerinde boy gösterenlerin büyük bir çoğunluğunun 12
Eylül mağduru insanların olması bunun en trajik örneğidir. PKK önderinin yakalanmasıyla yaratılmak istenen etki de işte budur. Mücadeleye olan inancın yok edilmesi, Öcalan kimliğinde cisimleşmiş ulusal onurun ayaklar altına alınması ve mücadele hedeflerinin anlamsızlaştırılmasıdır yapılmak istenen. Özellikle ulusal hareketlerdeki önderlik olgusu göz önüne alındığında yapılmak istenenin çokta mantıksız olmadığını görmek gerekir. Ancak PKK önderliğindeki Kürt halkı karşılarına dikilen bu oyunu da bozmuş ve ait oldukları coğrafyanın hakim değerlerinin dışında b i r ç i z g i i z l e m i ş l e r d i r. Ü s t e l i k e n yakınındakilerin bile bu oyuna düştüğü noktada başarmışlardır bunu. 15 Şubat '99 akşamı bomba gibi bir haber düştü haber bültenlerine. Abdullah Öcalan TC devleti
SAYFA 04
tarafından Kenya'da ABD tarafından yakalanmış, TC güçlerine teslim edilmiş ve ülkeye getirilmişti. Dönemin başbakanı Bülent Ecevit haberi kamuoyuna doğrularken yaşanan bu gelişmenin öncesinden ne kadar haberdardı ve sonrasına dair ne gibi fikirleri vardı bilinmez. Ama gerçek, ayaklarımızın altındaki yeryüzü kadar katıydı. Kürt Özgürlük Hareketi'nin Önderi Abdullah Öcalan, yıllarca unutulmayacak o görüntüler eşliğinde ülkeye getirilmişti. Ecevit'in kendi başbakanlığı döneminde gerçekleşmiş bir olay için yıllar sonra “Öcalan'ın Türkiye'ye niye teslim edildiğini halen anlamış değilim” demesi, üzerine derin tahlillerin yapılabileceği bir itiraf. Devletin, onu sözde yöneten seçilmişlerin dışında bir işleyişe sahip olduğunun açık ispatı. Peki ülkenin başbakanının bile anlam veremediği bu durum niye gerçekleşmişti. Öcalan'ın yakalanması ve doğru ifadesiyle TC'ye teslim edilmesini ABD emperyalizminin Ortadoğu'ya yönelik planlarının bir uzantısı bir hazırlık aşaması olarak görmek gerekir. ABD'nin bu operasyonu gerçekleştirmedeki öncelikli amacı müttefiki TC'nin pozisyonunu güçlendirmek ve aynı zamanda bölgedeki statükoların dışında konuşlanmış PKK'nin müdahale öncesinde “kontrol edilebilir” hale gelmesini sağlamak, kendi Kürt işbirlikçilerinin önünü açmaktı.
Yani Öcalan'ın teslim edilmesini, Ecevit'in ifadelerinden yola çıkarak, “ulusal bütünlüğümüzü bozmaya” ve “bizi bölmeye çalışan” ABD'nin oyunu olduğuna yoran ulusalcı solun aksine, bölgeye yönelik müdahale sürecinin bir aşaması olarak değerlendirmek gerekir. TC hükümetinin bundan haberdar olmaması tersi bir durumun ispatı değildir. TC'nin seçilmiş hükümet dışındaki belirleyenlerinin bu planın bir parçası olduğu,
sıkı müttefikleri ABD ve İsrail ile bu süreci adım adım planladıkları, görülmesi gereken ana gerçektir. Çünkü TC açısından ABD'nin bölgeye yapacağı müdahalenin yaratacağı imkanlardan daha fazla verim almak PKK'nin tasfiyesi ile mümkündür. Bu anlamıyla PKK önderinin teslim edilmesinin anlamı büyüktür. TC devleti Öcalan'ın teslim edilmesiyle bir hayalin peşine düşmüştür. Körfez savaşında kaçırdığı bir hayalin peşine…
KURTULUS
4-18 Şubat 2008
POLİTİKA
BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ ve EZİLEN HALKLARI BİRLEŞİN!
5
Oligarşiye kriz, işçi sınıfına zafer! Özgürlüğün İşsizlerin sayısı dört milyonu aştı. Enflasyon yüzde on bir. Artık minare kılıf kabul etmiyor. Enflasyon yükselirken, IMF ücretlerin düşürülmesinden söz ediyor, buna karşılık grevler birbirini izliyor Kurtuluş Malum hikayedir: sizin gözleriniz yukarda cambazın bu kez ne yapacağına yönlendirilirken cebinizden gidenlerin ancak daha sonra farkına varırsınız ama giden de gitmiştir zaten. Bizlere Türk uçaklarının sınır ötesine kaç sorti yapıp kaç “terörist” öldürdüğü saydırılırken, “kızlarımızın eğitim sorununun nasıl türbana bağlı” olduğunun ince hesapları yaptırılıp, “laikliğin elden gitmesiyle, dinin elden gitmesi” parantezinin izin verdiği aralıktan gerçekleri izlememiz sağlanırken canımızdan, işimizden, sağlığımızdan, çocuğumuzun eğitim imkanından, aşımızdan nasıl yoksun kılınıp milyonların aç sefil bir yaşama sürüklendiğini görme,tepki gösterme şansımız bile olmuyor. Çalışabilir nüfusumuzun tam yüzde 10.1'i, yani dört milyon yirmi bini işsiz. Yani aç sefil. Bu rakam tarım dışı alanda daha da büyük: %12.6. 2006 yılında %9.6 olan işsizlik %6 büyüdük teraneleriyle avutulmamıza karşın %0.5 daha büyüyerek ve özellikle gençlerde iki kat artarak dört milyonu geçmiş durumda. 600 bin kişinin ise artık hiç iş bulma imkanı kalmamış. Uygulanan IMF politikalarının sonucu olarak istikrar yaratıldığı iddia edilirken rakamlar tam tersini anlatmaktadır. Bahsedilen büyüme, büyüyen pastanın paylaşılması masalları işsizliğin gittikçe büyümeye devam etmesi tarafından yalanlanmaktadır. İşsizlik oranının şimdiki seviyesinde kalması bile yılda 400 bin yeni istihdamın yaratılmasına bağlı bulunmaktadır. ABD emperyalizmi tarihteki tüm emperyalistler gibi başka halkların ürettiklerinden haraç alarak şiştikçe şişti ve nihayetinde artık çatlayacak noktaya geldi. Çatlamadan önce kendi sıkıntılarını dünyanın yoksul halklarını üstüne atmaya çalışıyor. Bunun için savaşlar çıkarıyor, silah
satıyor, esir ettiği ülkelerin değerlerini karşılıksız transfer ediyor. Ama bütün acıların bir dayanma sınırı vardır. Latin Amerika emekçileri isyan bayrağını çoktan çekmiş durumda. Kıtanın yüzde sekseninde sol iktidarda. ABD emperyalizmi Irak'ta tam bir batağa saplanmış ve TC'yi de bu bataklığın içine çekmek için yeni yeni oyunlar hazırlıyor. Dünyaya tak başına egemen olma hayali ABD emperyalizmine pahalıya patladı. Onun saldırganlığı başkalarını bir araya getiriyor ve karşı bloklar oluşturuyor. Doların dünya rezerv parası olması sayesinde gerçekleştirdiği soygundan dünyaya tam on trilyon borçlanmış durumda. Bu borcu ödememenin yollarını arıyor. ABD halkı üretmeden tüketmeye zorlanmış ve şimdi kredili hayat balonu patladı ve borçlar ödenemiyor. Ödenemeyen borçların getireceği iflasın sonuçları ezilen halkların sırtına yıkılmaya çalışılıyor. Türkiye'de bundan nasibini alıyor. Uluslar arası sermayenin tam bir esiri haline gelmiş olan Türkiye'nin ödemesi gereken iç ve dış borç miktarı da ödeme kabiliyetlerinin üstüne çıkmış durumda. Açığın kapatılması değil, ABD'nin krizi dolaysıyla büyümesi bir
Erdoğan erken seçim yok dedi
O halde görev başına! Kamuoyunun yaygın inancı odur ki, eğer bir politikacı bir şeyin olmadığını söylüyorsa o muhakkak vardır. Zam yok denilmişse, anlayacaksınız ki, zamlar kapıdadır. Radyasyon dedilerse, radyasyonlu çay içiyor, radyasyonlu fındık yiyorsunuzdur. Ücretler artacak demişlerse düşecek demektir. Başbakan Erdoğan 2007'nin Eylül ayında partisine yerel seçimlere hazırlanılması konusunda talimat gönderdi. Parti başkanlarını Ankara'ya toplayıp seçim stratejisini izah etti. Ancak gazetecilerin sorularına karşı bakın ne demiş: “Bizim iktidarımızın en önemli özelliği seçimleri zamanında yapmaktır. Biz 22 Temmuz seçimlerini de zamanında yapmak istiyorduk. Ama 367 kararı yüzünden seçimleri 22 Temmuz'a aldık. ... Biz, diğer iktidarlar gibi basit menfaatlerle uğraşıp seçim tarihleriyle oynamayız." Yaşanan tarihsel deneyin gösterdiği ve Başbakanın bizzatihi kendisinin söylediği gibi oda diğer bütün “basit menfaatlerle uğraşanlar gibi” seçimleri erkene almaya alışkındır. 22 Temmuz seçimlerinden önce de erken seçim yok diye güvence vermişti. Ama her şeye bir kulp uydurmak mümkün olduğu için şimdi “basit menfaatler” için belki değil ama “yüksek menfaatler” için yerel seçimler de genel seçimler gibi erkene alınabilir. Esasında bu konuda verilecek kararı bahar ve yaz aylarında siyasi ve iktisadi alanda yaşanacak olanlar belirleyecektir. Siyasi gelişmelerin eksenini Ortadoğu'daki gelişmeler ve Kürt meselesinin oluşturacağına kuşku yok. ABD'de bir türlü def edilemeyen konut piyasasından kaynaklanan mali kriz öncelikle çevre ülkelerini vuracaktır. Dolaysıyla siyasi ve iktisadi krizin derinleşip iktidarı zor durumda bırakmasını beklemektense memleketin “yüce menfaatleri” için seçimlerin erkene alınması düşünülebilir. Zaten IMF'nin hükümetin uyguladığı sadaka politikası ve enflasyonu artırıcı uygulamaları karşısında
yaptığı uyarılar da seçimlerden bir an önce kurtulup yeni bir dönemi istediği gibi kullanma ihtiyacını dayatmaktadır. Her ne olursa olsun toplumsal muhalefetin erken ya da geç yapılacak olan bir yerel seçime zaman geçirmeden hazırlanması, yerel seçim mücadele hattının ve şiarlarının şimdiden belirlenmesini zorunlu kılmaktadır. Devrimci demokrasiyi esas, alan Kürt sorunun çözümünün aciliyetini tanıyan işçi sınıfı hareketiyle tüm demokrasi güçlerinin ittifakının zemini oluşturacak bir Türkiye partisi olarak oluşturulacak olan çatı partisi bu mücadelede gerekli aracı ifade eder. Yerel iktidarların oluşturulması, halkın yönetime doğrudan müdahalesinin imkanlarının yaratılması ve doğrudan demokrasi ile temsili demokrasinin birleştirilebilmesi açısından son derece önemli bir rol oynar. Bu demokrasi okulunda eğitim gören halk kitleleri yerel iktidarların nasıl gerçekten bir iktidar merkezi haline getirileceklerini öğrenirler ve sosyalist iktidarın kuruluşunun gerekli pratiklerini gerçekleştirirler. Lenin'in “demokrasi okulundan geçmeyen proletaryanın sosyalizmi kurması olanaklı değildir” sözü bu pratikte hayat alanı bulur. TC'de varolan yerel yönetimlerin gerçek bir yerel yönetim olduğunu söylemek olanaklı değildir. Tam tersine merkezi iktidarın vesayeti altında. Yukardan müdahaleye açık ve merkezi otoritenin temsilcilerinin (valinin ve merkeze ait kurumların) denetimi altında yığınlardan gelecek tepkinin merkezi iktidara ulaşmadan hafifletilmesini sağlamanın araçları olarak görev görürler. Demokrasi mücadelesi açısından acil görev yerel yönetimlerin bu kastre edilmiş durumlarına son vererek onların gerçek bir iktidar durumuna gelmelerini sağlamaktır. Bunun için merkeze ait her türlü kurum ve kuruluş lağvedilmeli ve yerlerini seçilmiş kurumlar almalı, merkeze olan mali bağımlılığa da son verecek yeni bir şekillenme yaratılmalıdır. Böyle bütünsel bir dönüşümün devrimci amaçlara yönelmesi de yaratılan temsili yapıların doğrudan demokrasiyle birleştirilmesi olacaktır. Böyle bir demokrasinin geliştirilmesi Kürt sorunuyla birlikte tüm diğer milliyetler meselesinin de hem bölgede hem de Türkiye'nin batısında çözülmesini sağlayacak barışçı imkanları verir. Eğer bu demokrasinin barışçı çerçevede gerçekleşmesine izin verirlerse!
SAYFA 05
zorunluluk halinde karşımızda. AKP hükümetinin iktidara geldiğinden beri kararlılıkla uygulanan IMF reçetelerine uygun olarak tarım tam bir yıkıma uğratılmış ve işsizlik oranı %8 civarından %10.1'e kadar ilerlerken iç ve dış borç toplamı da 219 milyar Dolardan 408 milyar dolara yükselmiş durumda. Enflasyon yeniden iki haneli rakamlara ulaştığı için IMF ücretlerin düşürülmesinden söz etmeye başladı. Yani her anlamda çalışanların hayatının daha da kötüleşeceğine, ABD krizinin Türkiye'yi de en ciddi biçimde vuracağı ve kendi yapısal sorunlarını katmerlendireceğine kesin gözüyle bakabiliriz. Şimdiye değil piyasaların “sihirli elinden” söz edenler, devletçiliğin komünist icadı olduğunu söyleyenler zihinleri altüst edip elde etmek istediklerini aldıktan sonra yeniden devletin piyasaları nasıl düzelteceğini hesaplarını yapmaya başlamış bulunmaktalar. Bu neoliberalizmin yenilgisinin ilanından başka bir şey değildir. Yani artık eskisi gibi yönetmeye devam edemeyeceklerdir. ABD ekonomisinin içine girdiği gerileme safhasını durgunluk içindeki enflasyona verilen ad olan stagflasyonun izleyeceği bir vakıa olarak kabul edilmektedir. Onu da öncelikle en zayıfları pençesine alacak olana bir krizin izlemesinin artık kaçınılmaz olduğu konusunda gittikçe daha büyük bir görüş birliği oluşmaktadır. Bunun içindir ki, egemen sınıflar adım adım gelişecek olan halkın tepkilerinden kendilerini ve rejimi koruyabilmek için “cambaza bak!” politikasıyla, cumhuriyetin kuruluşundan beri sınır komşusuyla düşman kavramını eşitlemiş olan bir anlayışın sonucu olarak Türkleri, “dört bir yanımızın düşman tarafından çevrili olduğu” hezeyanına sürüklemeye çalışan, komşularıyla olaylar çıkarmanın Kardak Kayalıkları, Kıbrıs işgali, “terörün yuvasının Kandil olduğu” gibi bin bir bahanesini bulan , Türk halkına
Mahir Sayın
D
sorunlarının nedeninin Kürt halkının özgürlük talepleri olduğunu, bunun “teröre” tekabül ettiğini yutturarak halkları birbirine düşman eden, yetmedi mi türban, laiklik, şeriat yaygaralarıyla can alıcı sorunların üstünü örtmeye çalışmaktadırlar. Ama artık minare kılıf kabul etmiyor. Enflasyon yükselirken, IMF ücretlerin düşürülmesinden söz ediyor, buna karşılık grevler birbirini izliyor. Proletarya sosyalistlerine düşen en temel görev oligarşinin politikalarının bir bütün olduğu ve yaşadığımız sorunların hepsinin birbirine bağlı olduğu gerçeğini sınıfın kavramasını ve tüm sınıflar arasındaki ilişkiler yanında her türden ezen ezilen ilişkisine müdahale etmeye yönelik bir sınıf bilincinin geliştirilmesinin çabasına girişmek, tüm diğer devrimcilerle bu doğrultuda eylemli birlikler geliştirmenin imkanlarını yaratmaktır. Latin Amerika'da aşılan durgunluk Türkiye'de de aşılmayı bekliyor; Aşılacağı günleri karşılıyor. Oligarşiye ve emperyalizme durgunluk ve kriz, işçi sınıfına zafer!
Kadınlar neden üniversiteye gidemiyor?
Burjuvazinin iktidarını sürekli kılmasında şiddet tekelinin yanında ideolojik hegemonya temel bir rol oynar. İdeolojik hegemonyanın kurulması için bin bir kurum oluşturulmuş ve bunlar aracılığıyla hegemonya sürekli yenilenmeye çalışılır. Ancak hegemonyayı sürekli kılma ve yenilemenin kurumlar dışında teknikleri de mevcuttu. Bunlardan biri de günden yaratmak ve yığınları bu gündemler peyinde sürüklerken onların can alcı sorunları etrafında bir araya gelmeleri ve iktidara karşı bir mücadele vermeleri engellenir. Son haftalarda yaşanılmakta olan türban sorunu da tamtamına böyle bir mesele oluşturmaktadır. Kendi bağlamı içinde bile en küçük azınlığın sorunu tüm meseleleri kendisine bağlamış, tüm kavramların altüst edilmesine olanak sağlamış ve toplumu sahte bir problematik kurgusu etrafında ikiye bölmüştür. Özgürlükler dünyasının gereklerinin yerine getirildiği durumda basit bir uzlaşma ile ortadan kalkacak
nalıncı keseri: Türban
olan türban sorunu laisizm-şeriatçılıközgürlük üçlüsünün içine yerleştirilme başarısı gösterilebilmiştir. TESEV'in yaptırdığı bir araştırmaya göre kadınların üniversiteye gidemeyiş nedenlerinin sınav dışındaki en büyük engelini %14.3 ile evlenmek oluşturuyor. Ailesinin okumasına izin vermediği kadın oranı %10.5. Okul hayatından hoşlanmayan (acaba niye?) %9.8. yani üniversiteye gidebilecek olan kadınların önündeki birincil engeli %34.6 ile ataerkiliğin oluşturduğunu söylemek yanlış olmaz. Türban yüzünden okula gidemeyenler ise %1 ve neden ataerkil kaynaklı: Kadının örtünmesinin zorunluluğu. Çözüm kimin için aranıyor acaba? Kadınlar için mi yoksa erkek egemenliği için, ataerkilliğin pekiştirilmesi için mi? Herkes için hemen hemen eşit derecede olumsuz rol oynayan yoksulluğun yanında aşağıdaki verilere bir göz atmak ne için uğraşıldığını erkek egemenliğinin nasıl bir rol oynadığını apaçık ortaya koyuyor.
ünya ekonomik krizle çalkalanıp, TC uçakları Güneyi bombalarken, açlık memlekette kol gezer, işyeri diye toplu katliam merkezleri ortalığı sarmışken türban uğruna ve ona karşı mücadele tüm gündemi doldurdu. Özgürlük kavramıyla alakası olmayan, elinde sopasıyla milleti hizaya sokan azarcı başı bir başbakan MHP faşistleriyle el ele vermiş özgürlük savunucusu; diğer tarafta da ne kadar totalitarizm ve militarizm yanlısı laikçi varsa şeriat tehlikesine karşı halklarımızı korumak için cansiperane mücadele vermekteler! Bizde oturup ince ince “Türban özgürlük mü değil mi? Karşı çıkarsak acaba demokrasiye aykırı düşer miyiz? Yoksa bu türban sahiden şeriatın gelmekte olduğunun bir habercisi mi?” diye saatlerce kafa patlatalım. İki sahici soru var yanıtlanması gereken. Bu türbancı başbakan madem bu kadar özgürlük meraklısıdır acaba başka özgürlükler onu neden ilgilendirmez? Madem anayasayı değiştirecek, eli değmişken şunun diğer antidemokratik yanlarının da icabına neden bakmaz acaba? Dengeler müsait değil diyeceklerdir. Üniversiteye gidemeyen kadınlar arasında ancak yüzde bir oranını ifade eden dini inançlardan birinin yerine getirilmesine dayalı sorunu çözmeye dengeler izin veriyor ama temel insan haklarının gereği olan ve herkesi birden ilgilendiren özgürlükler sorununa cevap vermeye dengeler izin vermiyor. Buna izin vermeyen gerici kafadır; başka bir şey değil. Geçelim. Özgürlükle ne kadar alakalarının olduğunu hiç bir şey değilse Kürtlere karşı takındıkları tutumlar, 301. madde vb yeteri açıklıkla ortaya koymaktadırlar. Dini inancımızdır deyip kızların başını zorla bağladıktan sonra bal gibi siyasal mücadele aracı olarak kullanmaktadırlar onları. Olan kızlara olmaktadır. Başlarını açsalar bir yandan cehennemde yanmak korkusu var. Diğer yandan cehennemden beter olacak bir hayat bekler onları evde. Diğer yanda da bu başı değişik biçimlerde örtülü, kendi modasını da üretmiş olan kızların üniversiteye gitmesiyle şeriatın geleceğine milleti inandırmış ve şeriat tehlikesini önleme göreviyle “uyanık aydınları” oy davarına çevirmiş her cinsten totalitarizm yanlısı üniformalı, sivil öbekler ve bunlara inanmayı solculuk bellemiş Kemalizm suyunda yıkanmış “sosyalist”. Bu oyun 1923'ten beri oynanmaktadır. Bundan daha iyi tuzak kuralamaz bir toplumun ilerleyişinin önüne; Bundan daha iyi bir mekanizma bulunamaz sömürünün ebedi kılınmasına. Kemalist iktidar gerçekten çok iyi bir tahteravalli kurmuştur emekçilerin sırtına. “Laik ve modernist bir devlet kurdum; ileriye yönelik olanlar gelsin beni desteklesin feodal geriliciliğe karşı, yoksa akıbetiniz kötü olur!” çağrısını yaptığında çağdaş dünyaya ulaşma hevesinde olan kim varsa dizilmiş arkasına ve böyle bir diktatörlüğü modernizm adına gönülden savunmuş. Sosyalistler de yanı başlarında kurulan tek parti rejimine çok benzetmiş olacaklar ki, onlar da dizilmiş modernist rejimin feodalizme ve ayrıca emperyalizme karşı korunması saflarına. Devlet laik olmuş; Din ve devlet işleri birbirinden ayrılmış. Tanrının yerdeki temsilcisi devletin yerini yerdeki güç sahiplerinin devleti almış ve tanrı da onların hizmetine girmiş. Devletle din işleri ayrılmış ama din devletten ayrılmak bir yana, bu devlet için özel din haline gelmiş, devlet de bu hizmetin ücretini ödemiş. Rejime karşı olan dincilere göre devlet dini yasaklamıştı. Doğru, kendisine karşı işleyecek dini yasaklamış, kendisini destekleyecek dini üretmeye devam etmişti. Nihayetinde üreyen aynı din ama kullananlar ayrı? Mesele inanç mı? Sadece sermaye. Devlet eliyle halkı kim soyacak, devlet eliyle emperyalizmin imtiyazlı işbirlikçisi kim olacak? Bütün kavga bundan ibaret. Müthiş bir mekanizma. Devlet laik. Din devletin hizmetinde. Ama memlekette en önemli ve değişmez çatışma, laiklik şeriatçılık çatışması. Devlete egemen olan güç her duruma göre “laikliğin” ya da “şeriatçılığın” dozunu ayarlıyor. İleriye yönelmek isteyenler oldu mu kendi beslediği dinin “tehlike” olma durumunu artırıyor ve ilericiliği, devrimciliği iğdiş edip arkasına takıyor, musluğunu açtığı dincilik vanasından biraz fazla dincilik çıktı mı yine kendi iktidarını pekiştirmek üzere balans ayarı çekiveriyor. Sanki imam hatip okullarını devletten başkası açtı. Sanki 70-80 bin din görevlisinin maaşlarını devlet ödemiyor. Ortada laik olduğunu iddia eden bir devlet vardır ama dini bir iktidar aracı olarak kullanan bir devlet vardır ve arlanmadan din tehlikesine karşı mücadele vermekte olduğunu iddia etmekte ve sürekli kendisinin üretmekte olduğu bu “tehlikeden” bizleri korumak üzere de iktidarını ebedileştirmektedir. Türbanlı kızlara nemi olacak? Kadınların halleriyle bu kadar ilgiliysek öncelikle aynı soruyu, “lise mezunu kadınlar arasında oranları %10'u bulan, babalarının okula göndermediği kızlar ne olacak? Üniversiteyi kazandığı halde evlendirilen ve maddi imkansızlık nedeniyle üniversiteye gidemeyen %21ne olacak?” diye sorarak başlamak ve daha hakkaniyetli olabilmek için de, “herkes için geçerli insan hakları ne olacak diye?” sorarak başlamak gerekiyor. Özgürlük diye istedikleri kadınları bastırmanın, toplumda gericiliği beslemenin bir aracı olsa da toplum hayatı uzlaşmaları gerektirir. Dolaysıyla başkalarının özgürlük alanına tecavüz etmeden nasıl yaşamak istiyorlarsa öyle yaşayabilirler elbette ama başkalarının da aynı haklarını tanıyarak. Kendine yontan ve ötekininkini hesaba katmayan özgürlük anlayışı kesinlikle diktatörlük heveslerinin dışa vurumudur ve asla desteklenemez. Kadınların beyinlerinin içini erkek egemenliğinin esaretinde tutma arzularından başka bir şey olmayan ve ancak bir tercih meselesi olan Türbanla üniversiteye gidilmesini istiyorlarsa göndersinler ama anadilde eğitim ve fakültede Kürtçe eğitim görmek isteyenlerin doğal hakkının önceliğini tanıyarak. O zaman totalitarizme sahiden özgürlük için birlikte karşı durulmuş olunur. Bunları tanımayanların özgürlük şiarlarının arkasına geçmeye hakkı yoktur. Zaten özgürlük düşüncesiyle alakaları olmadığını kendilerin en azından muhafazakar diye tanımlarken ortaya koymuş olmaktadırlar. Gericilerle özgürlük mantığı üzerinden değil bir arada yaşamanın gerekli kıldığı uzlaşma mantığı üzerinde anlaşma olabilir. Söz konusu uzlaşmanın da zorunlu hizmet alanlarında hizmet verene özel konum sağlamaması ve hizmet alanı baskı altında tutmasına imkan verecek bur durum üretmemesi gerekir. Bunların yerine geldiği durumda elbette türbana da özgürlük!
6 19 Şubat-03 Mart 2008
KURTULUS
DÜNYADAN
BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ ve EZİLEN HALKLARI BİRLEŞİN!
American way of life çöküyor… American way of life şimdi ABD'nin başına bela olmuş durumda. Ürettiklerinin çok üstünde bir tüketimi gerçekleştirmiş olan Amerikalıların artık yaptıkları borcu ödemelerinin zamanı geldiğinde bunu ödeyecek ne tasarruflarının olduğu ne de kullanabilecekleri kredinin kaldığı ortaya çıktı Mahir Sayın İkinci paylaşım savaşı bütün dünya için bir yıkım oluştururken, ABD emperyalizmi için, sosyalist ülkelerin kazanımlarının dışında, dört dörtlük bir zafer anlamına geldi. Savaşın kendisi burjuvazi için bir Pazar oluştururken, savaşın yarattığı yıkımın ortadan kaldırılması ve hemen hemen bütün dünyanın içine girdiği yeniden kuruluş çabaları ABD burjuvazisi için akıl almaz imkanlar açtı. Sanki bütün dünya ona Pazar olarak açılmıştı. Ama ABD sadece pazarların getireceği karla yetinmedi, mali piyasaların tümünü ele geçirmek üzere Doları dünya ticaretinin temel aracı ve herkesin güvenebileceği rezerv parası haline getirmek üzere Bretton Woods anlaşmasını gerçekleştirip, ABD dışında eline her dolar alandan o kağıdın üzerinde yazdığı kadar karşılıksız ve negatif faizli borç almaya başladı. Dünya üretiminin bugün bile %25'ini yapmakta olan ABD'nin pazarı öylesine genişti ki ve giden Dolarların dünya üzerinde elden ele dolaşımı ya da kasalarda tutulması sonucu
öylesine çok dolar ihraç ediliyordu ki, her amerikalı ürettiğinin misliyle tüketim yapabilme imkanı bulmaktaydı. Amerika dünya cenneti olmuş, ifrata vardırılmış bir tüketici toplumu olarak amerikan yaşam tarzı (american way of life) sanki kapitalizmin tüm halklara vaad ettiği bir gelecek olarak görülmeye başlanmış, dünyayı küçük Amerika hevesleri sarmıştı. Bu yolla ABD emperyalizmi dış dünyadan 10 trilyon dolarlık mal ve hizmeti karşılıksız olarak alırken içeride de kredili satışlarla 40 trilyon Dolarlık bir Pazar yaratmış oldu. Dış dünyada Dolara alternatif olabilecek herhangi bir para ya da sistem olmadığı için dolar saltanatını Euro çıkıncaya kadar sürdürdü. Euro'nun kendisine geniş bir kullanım alanı yaratmasıyla birlikte ABD hegemonyasına karşı olanlar da Dolar'dan kurtulmanın bir imkanını elde etmiş oldular. Doların yerini sağlam tutmasının bir aracı da petrolu dolarla fiyatlandıran petrol karteli OPEC idi. Chavez petrol satımında artık Doları kullanmayacağını ilan ederek ABD'ye ilk darbeyi indirdi ve karşılığı da Chavez'in boşa
Yugoslavya parçalanmaya devam ediyor
çıkarmayı başardığı askeri darbe oldu. ABD'ye daha sonraki Darbe Saddam'dan geldi. O da petrolü Euro ile fiyatlandıracağını ve tüm parasal varlıklarını Euro'ya çevireceğini ilan edince onu, İran, Rusya, Kanada gibi ülkelerin rezervlerinin bir kısmını Euro'ya çevireceklerini ilan etmeleri izledi. Bu Dolar için neredeyse ölüm çanlarının çalınmasıydı. Saddam'a yanıt Chavez'e olandan daha sonuç alıcı oldu. Irak bir bütün olarak işgal edildi ve kararlılığın ifadesi olarak Saddam ipe gönderildi. Sıraya İran girmişti artık. Ancak Irak Saddam'ın devrilmesinin ardından ne çetin bir ceviz olduğunu ABD emperyalizmine gösterdi. Önce ABD dahil kimseler Irak'ın ABD için bir Vietnam olacağına inanmak istemedi. Ama hakikat öyle tecelli etti. Afganistan'ı işgal ederken “bizden yana oymayan bize düşmandır!” diyebilecek kadar pervasız olan Bush, BOP çerçevesinde Afrika'dan Asya'ya kadar uzanan bölge için tasarlamış olduğu özel “demokrasisini” öncelikle İran'a getirmek düşüncesindeyken Irak'a takılıp kaldı. Irak'ın işgaliyle artık Dolar o andaki tehlikeden kurtarılmış ve enerji kaynakları açısından dünyanın en stratejik alanı bir ölçüde denetim altına alınmış olsa da, bundan sonra cereyan edenlerin hepsi ABD emperyalizminin yola çıkarkenki konumundan daha kötü bir noktaya sürüklenmesine yol açmıştır. ABD'nin bu pervasız saldırısı karşı reaksiyonu üretmeden kalmadı; ya ona karşı bloklaşmaları yarattı ya da olanları güçlendirdi. Dahası saldırının sonucu petrol fiyatlarının neredeyse dört katına çıkmasını (bu artışta Doların değerinin düşüşünün de etkisi vardır), bundan İran ve Rusya'nın bir karşı cephe olarak şiddetle yararlanmalarını ve petrolün iyice değerli bir hammadde haline gelmesiyle de Çin'le İran arasındaki ilişkilerin güçlenmesini getirdi. Nihayetinde zaten kolay yutulur bir lokma olmayan İran çökertilmek istenirken her anlamda daha da güçlenmiş olarak ABD emperyalizminin karşısında dikildi. İran ne böyle bırakılabilirdi ne de kolaylıkla saldırmak olanaklıydı. İşgal edilmesinin konvansiyonel silahları kullanarak mümkün olmadığını herkes kabul ediyor. Ancak Bush'un sık sık 3. dünya savaşından ve taktik nükleer silahların masumiyetinden söz ediyor olması muhtemel
İçinde yalanlar da olsun ister miydiniz? bir saldırının ne türden olabileceğini k e s t i r m e m i z e o l a n a k s a ğ l a m a k t a d ı r. Konvansiyonel silahlar yanında taktik nükleer silahların kullanılmasıyla çökertilmesi hesaplanan İran böylece bölgesel bir güç olmaktan çıkarılabilir ve rejim değişikliğine zorlanabilir diye düşünüldüğüne ilişkin çok miktarda laf ortalıklarda dolaşıp durmaktadır. Bush'un İran'a karşı bir girişimi geliştirmek için zamanı ve imkanları gittikçe tükenmekte buna karşılık Dolar aynı tehditle yüz yüze bulunmaya devam etmektedir. Ne var ki, dert bu kadarla kalsa ABD belki işe bir çözüm bulabilirdi. Rakipleri de ABD emperyalizminin ani bir krize sürüklemesinden ölümcül bir korku duymaktadırlar. Bu nedenle ABD'nin uzlaşmaya yanaşması durumunda ABD'nin krizinin iyileştirilmesine herkesin bir biçimde katkılı olacağına kuşku yoktur. Ne var ki, dert bir değil. American way of life şimdi ABD'nin başına bela olmuş durumda. Ürettiklerinin çok üstünde bir tüketimi gerçekleştirmiş olan Amerikalıların artık yaptıkları borcu ödemelerinin zamanı geldiğinde bunu ödeyecek ne tasarruflarının olduğu ne de kullanabilecekleri kredinin kaldığı ortaya çıktı. Ev kredilerinin (mortgage) ödenemez hale gelmesi, ev fiyatlarının şimdilik dörtte birine düşmesine neden olup satışını da imkansız hale getirirken kredi sisteminin de tıkanmasına yol açtı. Bunun takip edecek olan
muhtemel gelişme bireysel iflasları kredi kurumlarının iflaslarının izlemesi, borsanın alt üst olması, Dolar'ın güvenilmez bir para haline gelmesiyle birlikte bu güne kadar ABD'ye bir kağıt parçasından daha fazla maliyeti olmayan ülke dışındaki Dolarların değeri düşmüş olsa bile ABD'ye hücum etmesi ve akıl almaz bir enflasyona yol açmasıdır. 10 trilyon doların geriye dönmesi demek %50'den fazla bir enflasyonun gerçekleşmesi ve bunun da genel bir dünya krizini tetiklemesi anlamına geleceği güvenilir iktisatçılar tarafından dile getirilmektedir. Düne kadar neoliberalizmin sosyalizm karşısındaki ebedi rejimi oluşturduğunu iddia edip, devletin her bir alandan çekilmesi gerektiğini öne sürerek her şeyi özelleştirenler, yani devlet eliyle gerçekleştirilmiş olan sermaye birikimini özel kapitalistlere devredenler bugün gittikçe daha fazla devletin gelişen krize karşı tek imdat simidini oluşturduğunu söylemeye başladılar bile. Komünizme karşı nihai zaferini ilan eden, tarihin sonunu geldiğini söyleyen burjuva ideologları çoktan havlu atmış ve işlerin artık varolan çerçevede yürüyemeyeceğini kabul etmişlerdir. Dünyanın eski ilişkilerinin aşılması gerektiği konusunda gittikçe büyüyen bir mutabakat ortaya çıkmakta. Mesele değişimin ne yönde olacağında! Yeni bir kapitalist politikanın, örneğin ünlü iktisatçı Stieglitz'in iddia ettiği gibi dünya çapında bir neo Keynesçiliğin mi, yoksa kendisi için sınıf olmayı başaracak proletaryanın başını çektiği bir dizi sosyalist dönüşümler mi olacağını kuvvetler çarpışması belirleyecek. Görünen o ki, öyle ya da böyle american way of life bitecek ve emperyalist zincirin kuvvetli bir gerilime tabi olduğu günler çok uzağımızda olmayacak. Zincirin zayıf halkalarından birini oluşturan Türkiye gelişecek krizde, içerisinde bulunduğu bölgedeki ülkeler arasında proletaryanın demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde ileri adımlar atmasına en yakın duran ülke konumundadır. Önümüzdeki dönemi proletarya sosyalistleri bu gerçekliği esas alarak değerlendirmek ve sınıf bilinçli proletaryanın ö rg ü t l e n m e s i n i g e r ç e k l e ş t i r m e k i ç i n değerlendirmek durumundadırlar. Ya bi ismi thawra...
Kerkük tavizleri İran için mi? TC Kerkük'ün Kürt federal devletine bırakılmasına şiddetle karşı dururken Türkmenlerin haklarının ne olacağı meselesini de Güneye muhtemel müdahale gerekçelerinin başında saymaktaydı
ABD emperyalizminin, iki sistem arasında kurulmuş dengenin gereği olarak benimsemiş olduğu başka ülkelerin iç işlerine müdahale yasağını insan haklarını kullanarak ihlal etmek üzere örnek olarak kullandığı ve atomlarına ayırmaya çalıştığı Yugoslavya'nın kalan kısmı Sırbistan'dan bir parça daha koparıldı. Kosova Meclisi, başkan Haşim Taci'nin okuduğu bildirisiyle BM denetiminde bağımsızlığını ilan etti. ABD egemenliğinin dünyaya dayatılmasının deney alanına çevrilmiş olan Yugoslavya'ya müdahaleyi baştan beri kabul etmemiş olan Rusya, yine bu bağımsızlığa karşı çıkarken Romanya,, Slovakya ve Kıbrıs Cumhuriyeti de Kosova'yı tanımayacaklarını ilan etmişlerdi. Geçen yıl Münih'te yapılan NATO Avrupa güvenliği toplantısında ABD'nin tek kutuplu dünya yaratma peşinde olmasını şiddetle eleştirerek, Rusya'yı kuşatmak üzere sınırlarına füzeler yerleştirmesini protesto eden ve bunun silahlanma yarışını yeniden körükleyeceğinin altını çizmiş olan Putin “Kosova'nın bağımsızlığını tanımak ahlaka aykırı ve yasa dışıdır. Kosova'nın bağımsızlığını tanımayı planlayan Avrupa ülkelerinin uyguladıkları çifte standarttan utanç duymaları gerekir” derken, bu çifte standartın örneği olarak da KKTC'ye işaret ederek "Kimseyi gücendirecek bir şey söylemek istemiyorum. Ancak Kuzey Kıbrıs aslında 40 yıldır bağımsız. Niye tanımıyorsunuz? Avrupalılar, çifte standart uygulamaktan utanmıyor musunuz?" diye açıklamada bulundu. ABD'nin tek kutuplu dünya yaratma ve Rusya'yı kuşatma hesapları, Balkanlardaki denge değişikliklerine karşılık Ortadoğu'da yeni dengelerin oluşturulmasına yol açma potansiyelini içinde taşımaktadır. İran'ı ABD'ye karşı güçlüce desteklemekte olan Rusya'nın bu güne kadar kimse tarafından tanınmamış olan KKTC'nin tanınmasına yönelik ifadeleri, hiç beklenmeyen bir taraftarının ortaya çıkması bu potansiyelin dile gelmesidir. Kimbilir bu potansiyel başka hangi biçimleri alacaktır?
Şubatın ilk haftası bir yandan TC uçaklarının Güneyi bombalamalarını yaşarken diğer yandan da TC'nin büyük öfkesini çeken iki meselede Erdoğan'ınABD ziyareti öncesinde öngörülemeyecek olan gelişmelere tanık olmaktaydı. TC Kerkük'ün Kürt federal devletine bırakılmasına şiddetle karşı dururken Türkmenlerin haklarının ne olacağı meselesini de Güneye muhtemel müdahale gerekçelerinin başında saymaktaydı. Erdoğan'ın ABD ziyaretiyle PKK'ye karşı gerçekleşen Türkiye, Irak, İsrail ve ABD ittifakı hava bombardımanlarının ardından Kerkük'le ilgili sonucunu da verdi: Kerkük'ün statüsünü belirleyecek olan referandum ertelendi. Rivayet Kürtlerin yeterli çoğunluk sağlayamadıkları için uzlaşmaya razı oldukları yönünde. Akabinde de Irak devlet başkana Talabani, Kerküklü Türkmenlerle görüşerek “7
SAYFA 06
Türkmen şartı”nı kabul etti. Türkmen şartları daha önceki Kürt iddialarına izafeten oldukça önemli şu maddeleri içeriyor: 1.Kürtler'in başkanlığındaki Kerkük Belediyesi Türkmenler'e bırakılmalıdır. 2.Araplar'da bulunan Kerkük Vali Yardımcılığı Türkmenler'e verilmelidir. 3.Sağlık Müdürlüğü Türkmenler'e bırakılmalıdır. 4.Karne (Ticaret) Müdürlüğü Türkmenler'e bırakılmalıdır. 5.Kerkük'te Arapça ve Kürtçe olan resmi dil kapsamına Türkçe de alınmalıdır. 6.Kerkük Merkez Kaymakamlığı Türkmenler'e bırakılmalıdır. 7.Kerkük İl Genel Meclisi yüzde 32 kuralına göre işletilmeli, meclis yüzde 32 Kürtler'den, yüzde 32 Türkmenler'den, yüzde 32 Araplar'dan ve yüzde 4 Hıristiyanlar'dan oluşturulmalıdır. Kürtler açısından oldukça ağır görünen bu
şartların içe sindirilerek mi kabullenildiği yoksa ABD'nin TC'yi yatıştırmak ve yeni maceralarında kullanabilmek için oluşturmuş olduğu özel bir taviz mi olduğu, Güneyli Kürtlerin bunu sonuna kadar benimseyip benimsemeyeceklerini zaman gösterecektir. Zira Kerkük Güneyli Kürtler nezdinde Diyarbakır'ın Kuzeyliler nezdinde taşıdığı anlamı taşır. Kerküksüz bir Güney Güneyli Kürtlerin muhayyilesine sığacak gibi değildir. Ama Ortadoğu'da hangi anlaşma kalıcıdır ki bu kalıcı olsun? Herkes köprüyü geçene kadar ayıya dayı demeyi bir varoluş felsefesi olarak benimsemiş durumdadır. Öyle görünmektedir ki, Bush giderayak Ortadoğu dengelerine bir kez daha müdahale edecek ve yeni bir denge oluşturmanın önünde en büyük engel olarak dikilen İran'a müdahalede bulunmanın vesilesini yaratacak ve bu yeni dengenin oluşmasında
da TC'yi kullanacaktır. Bunun için de TC açısından önemli olup ABD çıkarlarına zarar vermeyecek kimi tavizlerin oluşturulmasına özel önem verilmektedir. Zaten çuval olayından beri TC de kendi hareket serbestisinin ne kadar olduğunu, ABD çıkarlarına aykırı işlere girişmeye kalkıştığında zararlı çıkacağını kabul etmiş görünmektedir. ABD'de ekonomik krizin bir türlü önüne geçilememesi, ertelenenin daha büyümüş olarak sürekli geriye geliyor olması ABD emperyalizmini daha da saldırgan kılmaktadır. Her kriz döneminde olduğu gibi kendi sorununu çevre ülkelerini sırtına yükleyerek krizden kurtulma yönteminden bu kez de vazgeçilmeyeceği bir bedahattır. Yani sadece TC'yi, Ortadoğu ülkelerini değil, tüm dünyayı ciddi bir kriz, devrimcileri de krizi halkların lehine çözme görevi beklemektedir.
KURTULUS
4-18 Şubat 2008
KADIN
BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ ve EZİLEN HALKLARI BİRLEŞİN!
Sandık açıldı! Sandık açıldı! Sandık...
K
Zeynep Yalın Gece gördüğüm rüyadan az önce uyanmıştım. Annemse yanımda uyuyordu. Aslında uyumuyordu. Düşünüyordu belki de
üçüktüm. Yine ağlıyordum. Bir daha hiç yaşamak istemediğim fakat her seferinde tekrar tekrar gördüğüm bir kâbus muydu bu? Bağrış çağırışlarla, kapı çarpmalarla hep aynı şeylerle başlayan bu kâbus hep aynı mı bitecekti? Nereye kadar sürecek, daha ne zamana kadar beni geceleri uykularımdan uyandıracaktı? Küçüktüm. Yine aynı kâbusu görüyordum. Kişiler aynı, sesler aynı, hem de çok tanıdık. Babam bu, ses de onun sesi. Diğeri de annem. Ağlıyor. Babamın koca ellerinden küçücük bedenine inen her tokatta kadınlığından bir şey daha kaybediyor. Direnemiyor. Belli, gücü kalmamış. Hem yaşadığı bu kahredilesi hayatına, hem bedenine aldığı darbeler yormuş onu artık. Ağlıyor, ağlıyor… Başka yapabileceği ne var ki zaten. Terk mi etse bu adamı? Ama nereye gidebilir ki? Çalışmıyor bile, nasıl para kazanıp nasıl bakacak çocuklarına. En iyisi mi otursun
evinde. Bu düşüncelerle hıçkırıklara boğulmuşken, sızlayan bedenine son bir darbe aldıktan sonra kalakalıyor olduğu yerde. Yığılıyor. Ağlıyor, ağlıyor… Küçüktüm. Yine aynı kâbusu görmüştüm ve yine aynı bitiyordu ve o kadar gerçekti ki, ben de ağlamaktan yorgun düşmüştüm. Hala ağlıyordum ve hala dizlerim titriyordu. En sonunda, kendi üzüntüsünü küçük kızına daha fazla hissettirmek istemeyen annem, beni kollarına alıp, ağladığını duymasın diye hıçkırıklarını içine gömerek uyutmaya çalışıyordu. Hep aynı dinginlikte biten kâbus belli ki aslında hiç bitmeyecekti. Küçüktüm. Gece gördüğüm rüyadan az önce uyanmıştım. Annemse yanımda uyuyordu. Aslında uyumuyordu. Düşünüyordu belki de. Bana sımsıkı sarılmıştı. Yüzünde şişlikler vardı… Yaşadığı onca şeye rağmen, aklına getirdiği ama üzerinde hiç düşünmediği,
AKP kadınları nereye gönderiyor? Eve dönüş mü?
B
aşbakan Tayip Erdoğan türban tartışmasıyla ilgili haberler nedeniyle basına yönelttiği eleştiriler arasında “gazetelerinizin başköşelerinde bu toplumun ahlak değerleriyle ters düşen çırılçıplak kadın resimlerini basıyorsunuz. Hangi müdahale yapıldı?” diyor. Erdoğan bu sözleri medyanın kadınları cinsel nesne olarak kullandığına dair söylese “doğru söylüyor, medyanın cinsiyetçi yüzünü teşhir ediyor” derdik. Ama tersine Erdoğan'ın dikkat çektiği şey, muhafazakar ve cinsiyetçi bakışının yansıması olarak toplumun ahlak değerlerine aykırılık meselesi. Ona göre çıplak kadınlar zaten edepsiz ve tahrik eden! Erdoğan kadınları namuslu/ namussuz, iffetli/iffetsiz kadınlar diye ayırıyor. Gazetecilere ateş püskürürken kadınların ahlaksızlığı üzerinden polemik yaparak bir kez daha kadınları nesneleştiriyor. AKP en yetkili ağzı Erdoğan üzerinden topluma ahlak, namus pompalayarak, anne, eş kimliklerinin dışına çıkmamalarını sürekli hatırlatarak. Kadınları üstü kapalı tehdit ediyor. Kadınlara 'iyi aile kadınları' olmayı öğütlüyor! AKP istihdamı artırmak için hazırladığı düzenlemeler arasından kadın işçiler için öngörülen sosyal sigorta primi teşvikini çıkartıyor. Erdoğan, teşvikin "ayrımcılık yaratacağı" gerekçesiyle "istihdam paketi"nden çıkarılmasını istiyor. Oysa kadınların erkeklerle eşit olmadığı, üretim ve yeniden üretimdeki durumları nedeniyle ezilen kadınların eşitlenmek için öncelikle
pozitif ayrımcı politikalarla desteklenmesi gerekirken AKP bu durumu yine görmezden geliyor. Kadınların mevcut ezilmişlik durumunu daha da pekiştiren kararlarla erkeklere göre zaten düşük ücretle çalışan kadınları kamusal alandan dışlamanın yollarını arıyor. AKP, yine istihdamı artırma önlemlerinden birini işverenlerin yükünü azaltmak için kreş ve emzirme odası kurma yükümlülüğünün kaldırılmasını da pakette öneriyor. Tek bu örnek bile AKP'nin sermayeyi zenginleştirecek yüzünü sergilemeye yeterli. Aynı zaman da cinsiyetçi, kadınların çifte sömürü ve ezilmişliğinden yana diğer yüzünü. Türbanı serbest bırakmayı özgürlük meselesi olarak görürken, kamusal alanı örtülü kadınlara eğitim hakkı için açarken ücretli çalışan kadınları evlerine gönderecek. Örtülü ya da açık tüm kadınların toplumsal cinsiyet rolleri aynı! Özel ve kamusal alanda aynı türden cinsiyetçiliği yaşıyorlar. AKP'nin militarizmle birlikte muhafaza etmeye çalıştığı erkek egemen neo-liberal kapitalist sistemin kendisi. Bu muhafazakârlığı ve statükoculuğu içinse dini kullanıyor. Ahlak ve edep üzerinden bir taraftan kadınları çalışma yaşamından eve göndermenin yolunu arıyor, diğer yandan AB'ye uyum yasalarıyla kadınlara sözde istihdam politikası uyguluyor takiyyesi yapıyor. Buna karşın muhafakazarlığı AKP'li kadınları dahi siyasette vitrinlik konumdan öteye taşımıyor, pozitif ayrımcılığa ve kotaya “ayrımcılık”
4 ay 3 hafta 2 gün
düşünemediği ayrılığa, ancak yıllar sonra aldatıldığı zaman mecbur kaldığını hissedecekti. Büyüdüm. Geceleri hala aynı kâbusu görüyorum. Kişiler aynı, sesler aynı, hem de çok tanıdık. Uyandığımda gördüğüm kâbusun, bu sefer gerçekten, gerçekle ilgisi olmayan kötü bir düş olduğunu anlamak rahatlatıcı olsa da, içime kazınmış o görüntüleri hala rüyalarımda ve anneme baktığımda, yediği her tokadın izini yüzündeki her kırışıkta görüyor olmak da kâbustan beter! Büyüdüm. 1997'de kadınlar dayağa karşı yürümüşler. Ben annemin çığlıklarından kabuslar görürken. Annem onları duyamazdı o zaman. Ama bu sene 20. yılında kadınlar koca dayağına karşı yine sokaklardaydı. Ben de annemin elini sımsıkı tutarak aralarındaydım. Başka anneler, başka kadınlar şiddete uğramasın, dayak yemesin diye.
bahanesiyle saldırgan karşı çıkışlarına tanık olmadık mı? Biz kadınlar içinse hazırlayan cinsiyetçi kapitalist sistemin emeğimize, bedenimize ve kimliğimize yönelik tüm baskı ve denetimine karşı çıkmaktan başka bir yol yok! Kadınların kurtuluşu kendi ellerimizde… AKP ve Kemalist zihniyet arasında kadınların mevcut konumuna dair farklar var mı? Her ikisinin de kadınların ezilmişliğinden erkekler olarak ve varolan
7
sistemin devamı açısından bir aynılıkları var ki, bu da aynı cinsiyetçi bakışa sahip olunmasıdır. Ekonomik krizin yükünü ve Mevcut işsizliğe çareyi AKP ücretli çalışan kadınların istihdamını azaltarak yine kadınlara yük bindirerek çözüm yolları bulmaya çalışıyor. Ekonomik kriz kapıda! Bu yükü kadınlara yükleseniz de kriz derinleşerek sürecek. Bu da sermayeden ve erkek egemen sistemden yana olan AKP'nin sonunu hazırlamayacak mı?
p e k k e r ü m r o M AKP istihdamı artırmak için hazırladığı düzenlemeler arasından kadın işçiler için öngörülen sosyal sigorta primi teşvikini çıkartıyor
Öncül Kırlangıç
B
aşlıktaki zaman ibaresi geçtiğimiz günlerde gösterime giren bir filmin adı… Bazı filmlerde olduğu gibi sondan başlayalım: filmin adı, hamileliğinin 4. ayının 3. haftasının 2. gününe girmiş genç bir kadının kürtaj olma hikayesini anlatıyor. Yer: Romanya, zaman: 1989 yılının sonları, yani komünist rejimin son demlerini yaşadığı ve henüz kürtajın yasak olduğu yıllar… Üniversitede okuyan genç bir kadın hamile kalıyor ve film, bu genç kadının bir yurt odasında oda arkadaşıyla birlikte bavulunu toplamasını gösteren bir sahneyle başlıyor. Film ilerledikçe yavaş yavaş anlıyoruz kadının hamile olduğunu, arkadaşının yardımıyla kimselere sezdirmemeye çalışarak kaçak kürtaj yapan birini bulduğunu ve yine arkadaşının yardımıyla borç harç kürtajın parasını biriktirdiğini… Filmin başlangıç sahnesindeki bavul toplama durumunun ise kürtajı olacağı otele yerleşmek için olduğunu… Kürtaj yasal olmadığından adeta illegal bir eyleme hazırlanırcasına hazırlanıyor kadın kürtaja. Oda arkadaşı takma bir isimle otelde yer ayırtıyor, ardından kürtajı yapacak adamla gizlice buluşup onu otele getiriyor. Bundan sonraki sahnelerde ise, zaten bu zor koşullarda kürtaj olmaya çalışan bir kadının acısından daha fazlasına tanık oluyoruz. Çünkü kürtajı yapmaya gelen adam, otel odasında kürtaj olmayı bekleyen genç kadına ve arkadaşına hakaretler yağdırıyor, o an kendine muhtaç olan bu iki kadının üzerinde uygulayabileceği her türlü baskıyı uyguluyor ve son olarak da kürtaj olacak kadının arkadaşıyla beraber olmak istiyor. Teklifini reddederlerse adamın çıkıp gideceğini bildiği ve arkadaşının daha fazla zor durumda kalmasını istemediği için teklifi kabul eden kadın, arkadaşının gözleri önünde adamın adeta kendisine tecavüz etmesine razı oluyor. Elindeki erki, kendine muhtaç olduğunu bildiği kadınların üzerinde çekinmeden kullanan ve bunu aslında çok doğal bir şeymiş gibi yapan adam, hayatımızın her yerindeki erkek egemenliğini temsil ediyor. Yönetmen bu temsiliyeti en uç haliyle gerçekleştirirken bilerek ya da bilmeyerek, aslında izleyicilerin erkek egemenliğini ve erkek şiddetini iliklerine kadar hissetmesine neden oluyor… Filmin en çarpıcı sahnelerinden birinden de bahsetmeden geçmemek lazım. Arkadaşının kürtajının ardından, az önce tecavüze uğramış ve aklı kürtaj olmuş arkadaşında olmasına rağmen sırf sevgilisini kırmamak için, sevgilisinin annesinin doğum gününe giden kadının, orada nezaketen bulunduğu kısa zaman diliminde içten içe yaşadığı ve ne sevgilisinin ne de oradaki neşeli insanların anlayamayacağı, tek başına yaşamak zorunda kaldığı acısının yüzündeki yansımaları gerçekten filmin en çarpıcı sahnelerinden biriydi. Sonuç olarak genç kadın kürtaj oluyor ve izleyicinin tahminlerinin aksine herhangi bir sağlık problemi yaşamadan günün sonunda ayağa kalkıyor. Ama bu kadar basitçe gerçekleşmiş gibi gözüken bu kürtajın, hem onda hem de arkadaşında aslında ömürleri boyunca kapatamayacakları görünmez yaralar açtığını derinlemesine hissediyoruz… Erkek şiddetini ve bunun karşısında kadın dayanışmasını çok çarpıcı bir biçimde anlatan bu filmi kaçırmamanız dileğiyle…
Kadınlar vardır kadınlar vardır kadınlar heryerde Değer verdiğimiz insanları ölüm yıldönümlerinde anarız. Bu köşede bir değişiklik yapıp önemli bulduğumuz kadınları doğum günlerinde anmak istedik. İşte Şubat ayının ikinci yarısında doğan kadınlar
Anais Nin 21 Şubat 1903, İspanya, Küba, Danimarka kökenli Fransız yazar. (Ö: 1977) 11 yaşından 60 yaşına kadar yazdıkları sürrealist günlükleri ve erotik yazılarıyla tanınmıştır. Okulu bırakarak mankenlik yaptı. Aynı anda iki kişiyle evli kaldı. Erotik edebiyatın en iyi örneklerinden olarak gösterilen Anais erotizmi kullanan ilk kadın yazardır. Günlüklerinde babasıyla yaşadığı ensest ilişkiyi ve başka bir kadınla yaşadığı lezbiyen ilişkiyi de anlattı. Cesedinin yakılmasını istedi. Külleri Santa Monica Körfezine savruldu.
Nadejda Krupskaya
Kadınların 'ilk'leri ve kadınlar için önemli tarihler 16 Şubat 1991: Londra Hyde Park'ta 70 bin homoseksüelin katıldığı bir miting düzenlendi. 17 Şubat 1923: İzmir'de 1. İktisat Kongresi düzenlendi. Kongreye 7 işçi, 1 çiftçi kadın katıldı. ilk günkü oturumu 500 kadının izlediği kongrede kadın işçilere doğum öncesi ve sonrasında 8 haftalık izin verilmesi, kadınların madenlerde çalıştırılmalarının yasaklanması, işyerlerinde emzikhaneler açılması gibi kararlar alındı. Kongrenin kapanış konuşmasını Rukiye Hanım yaptı. 17 Şubat 1926: Medeni Kanun kabul edildi. Hazırlanışında İsviçre Medeni Kanunu örnek alınmıştır. Bu kanunla erkeğin çok eşliliğini ve tek taraflı boşanmasını kabul eden şeriat hukukuna dayalı aile düzeninin yerini, bu konularda eşitlik getiren ama erkeğin 'reis' olduğu, kadının ev işlerinden sorumlu tutulduğu, ikametgah seçimi, çocukların velayeti gibi konularda karar verme hakkının sadece erkeklere ait olduğu bir aile düzeni getirildi.
26 Şubat 1869, Petersburg. (Ö: 1939) Subay, iyi okullarda okumasını sağlayan bir ailenin kızıdır. Öğretmenlik mesleğini seçti ve bu sırada işçi sınıfı ile yakın ilişkiler kurdu. Genç yaşta devrimci fikirlerle tanıştı. Yaşamını sosyalizm davasına adayan Nadejda, 1894 yılında Lenin'le tanıştı. 1898 yılında sürgünde evlendiler. Clara Zetkin'le birlikte kadın işçiler arasındaki çalışmanın aktif destekçilerinde biri oldu. Sibirya'da kadınlar için ilk propaganda broşürünü, 'Kadın ve Kadın İşçi'yi yazdı. 1915'te yapılan Uluslar arası Kadın Konferansına katıldı ve Clara Zetkin'in deyimiyle konferansın devrimci karakterinin kuvvetle altının çizilmesine katkıda bulundu. 2. enternasyonal içinde proleter ve burjuva kadın hareketinin tamamen ayrışması ve kadınların kendi sınıf örgütleri içinde yer alması için mücadele etti. Lenin'in özel sekreterliği ve RSDİP'in çeşitli kurullarındaki görevleri ile devrime katkı sundu. Ekim devriminden sonra Halk Eğitim Komiserliği yaptı. Üç ciltlik Lenin'den Anılar, İşte Lenin, Eğitim Üzerine ve Kadın Sorunu Üzerine Seçme Yazılar Clara Zetkin Üzerine yazdığı kitaplardandır.
17 Şubat 1967: Bazı milletvekilleri meclise gelen mini etekli kadınlardan şikayetçi olduklarını bildirdiler. 17 Şubat 1973: Petrol Ofisi Genel Müdürlüğüne Şeyda Okyatmaz atandı. Türkiye'de ilk kez bu düzeye bir kadın yönetici yükseltildi. 17 Şubat 2001: Türk Medeni Kanunu'nun
SAYFA 07
yıldönümü nedeniyle TBMM Adalet Komisyonu'nda görüşülmekte olan Medeni Kanun Tasarısının eşitlikçi özünün korunarak yasalaşması için Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü ve kadın kuruluşları ve çeşitli örgütlülükler tarafından kamuoyu oluşturma etkinlikleri yapıldı. Kadın örgütleri, çeşitli siyasi parti ve örgüt ve sivil toplum kuruluşlarının katılımıyla 'Medeni Yasa Tasarısı İçin Hep Birlikte' yürüyüşü gerçekleştirildi. (Kadın-erkek eşitliği ile ilgili pek çok konuda iddia edilenin aksine yetersiz kalan 1926 Medeni Kanunu üzerinde l935'lerden itibaren reform çalışmaları yapılmış ancak sonuç alınamamıştır. l Ocak 2002'de kadınların örgütlü gücü ile değiştirilen Yeni Türk Medeni Kanunu kabul edilmiştir.) 19 Şubat 1928: Amacı yoksul kadınlara yardım etmek olan 'Himaye-i Etfal Kadın Yardım Cemiyeti' kuruldu. Cemiyetin adı 1938'de Yardım Sevenler Derneği olarak değiştirildi. Mevhibe İnönü derneğin fahri başkanıydı. 19 Şubat 1957: Türk ordusunun ilk kadın doktor subayı SemaAran göreve başladı. 21 Şubat 1431: Joan of Arc'ın (Jan Dark) yargılanma süreci başladı. 21 Şubat 2000: Türkiye'de ilk cinsellik dersi, pilot olarak seçilen Eminönü Atatürk İlköğretim Okulu'nda verildi. Milli Eğitim Bakanlığı'nın 'Ergenlik Döneminde Değişim'
adıyla başlatılan ve gençlerin ergenlik dönemindeki sorunlarını en aza indirgemeyi amaçlayan; erkek ve kadın üreme sistemleri, adet döngüsü, ergenlikte beden temizliği gibi konuları içeren dersi Dr. Tanju Karatepe öğrencilerin çekingen tavırları karşısında biraz 'terleyerek' verdi. 22 Şubat 1942: Halide Edip Adıvar Sinekli Bakkal romanıyla CHP Sanat Ödülünü kazandı. 23 Şubat 1998: İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü sakallı, türbanlı ve kimliksiz öğrencilerin yerleşke ve binalara girişini yasakladı. 24 Şubat 1971: Şağlık Şurası'ndaki doktorların çoğu kürtaja 'evet' dediler ve bedava kürtaj yapılmasını istediler. 26 Şubat 1977: CHP İstanbul İl Kadın Kolu 'Evlat Acısına Son' adlı sessiz bir yürüyüş düzenledi. Yürüyüş Türk-İş ve DİSK tarafından da desteklendi. Yürüyüşe katılan kadınlar “Okula gönder, morgdan al”, “Evlatlarımıza can güvenliği istiyoruz” pankartları taşıdılar. 28 Şubat 1984: Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı 19 Mayıs törenlerinde kız öğrencilerin kısa şort giymelerini yasakladı. 29 Şubat 1940: Rüzgar Gibi Geçti filmi 8 Oscar kazandı. Hattie McDaniel bu filmle Oscar kazanan ilk siyah oyuncu oldu.
15 GÜNLÜK SİYASİ GAZETE
Kadınların
Erginbay Yayıncılık adına Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: Hüseyin Bektaş
KURTULUSU
Adres: Şehit Muhtar Mah. Yoğurtçu Faik sok. No: 12-14 Taksim/İSTANBUL Baskı: Gün Matbaacılık - Telsizler Mevkii Beşyol Mh. Akasya Sk. No: 23/A Küçükçekmece/İSTANBUL Tel: 0212 5806375 - 0212 4266330 Abonelik için: Gökhan Taşyakan adına Hesap No: 1052 0843667 TC İş Bankası Taksim Şubesi Abone ücreti: 6 ay 12 YTL - 12 ay 24 YTL
Kadınları aynı kalıba sokan beden terbiyesine karşı
Bedenimiz bizimdir! Günümüzde, özellikle biz kadınlara, 'düşlenen, arzulanan bir bedene' sahip olduğumuzda imrenilecek, kıskanılacak biri olabileceğimiz; böylelikle bizlere dayatılan kimliksizliğe çözüm yaratabileceğimiz telkin edilir Moda, tüketim, kimlik, biz kadınlar Günümüzde kitle iletişim araçlarıyla yaratılan ve toplumun her kesiminin hayranlık duyması sağlanarak dolaşıma giren ve yaşam alanı bulan değerler ortaya konmakta. Birbirinden bağımsız gibi görünen alanlarda, birbirinden ayrı yaratıldığı sanılan değerlerin etkileşime girmesiyle üretilen bütünlüklü değerler sistemi, aslen tüketim ideolojisinin oluşumuna neden olarak, insanlar üzerinde vazgeçilmez birer tiryakilik alanı yaratılmakta. Devasa bir güç karşısında güçsüz olduğunu düşünen kitleler, kendilerine önerilenleri adım adım kendileri için tanıdık kılarak, bunları kural haline getirerek yaşıyor. Bu kurallar bütününün yaygınlaşması ile birlikte, yani daha çok kişinin aşina olup benimsemesi ile birlikte, tüketim ideolojisine ait her bir tema kendisine meşruluk zemini buluyor. Bu meşruluk zemini üzerinden yaratılan, bu meşruluk zeminini yaratan insan tipolojileri 'hep daha fazlasına sahip olduğunda' tüm sorunların çözüleceğine, anlamlandıramadığı kendisine dair problemlerin de ortadan kalkacağına inandırılmakta. Bu inandırma süreci elbette metanın üretiminden, kitle iletişim araçları yoluyla dolaşıma giren sosyal psikoloji, sinema,
müzik, edebiyat, sanat...vs ile profesyonelleşmiş kadroların yürüttüğü bir dizi çalışmanın ürünü. 'Anlamlı yaşam' olarak sunulan 'en fazlasına sahip olma' algılayışı ile kendi yaşam dinamiklerini oluşturmaya çalışan insan, benlik, kimlik, varoluş sorunlarını öteleyen birer tüketim nesnesine dönüşüyor aynı zamanda. Sistem tarafından tüketmemiz için üretilen metaları yaşamlarımızda içselleştirerek, bu nesnelerin tüketimini 'kimlik' edinme alternatifleri olarak kurgulayarak aslında sistemin kendisini yeniden inşa etme sürecinin, ideolojisinin birer parçası olmaya devam ediyoruz. Bu verili durum ile birlikte satın almak, sahip olmak, daha fazlasını edinmek toplumsal ilişkiler açısından önemli bulunan 'güç'ün de en kolay ulaşılabilir yöntemi olarak algılanıyor. Modernizme yöneltilen eleştirilerden biri olarak da sunulan 'bireyin olmak istediği ile olduğu kimlik arasındaki derin çelişkinin yaratılması', kişinin kendi güçsüzlük duygusu ile birleşen kıskançlık duygusunu da beraberinde getiriyor. Toplumsal yaşamda eşitsiz ilişkiler, toplumsal cinsiyetin yarattığı eşitsizlik, sınıfsal farklılığın derinliği ile sürekli engellenen veya başarısızlığa uğrayanlar, kötü kaderin değişebileceğine inandırılıyor: Güçlü olan, 'daha fazlasına sahip olan'. Daha fazlaya sahip olana duyulan kıskançlık. Kıskançlık duygusunu hafifletmek için 'güç sahibi olma' isteği. Güç sahibi olmak için tüketmek. Özgür olmayı, sorumluluk sahibi olmaktan soyutlayan anlayış, tükettikçe özgürleşeceği kanaatiyle daha fazlasını istemekte bir sakınca görmemekte.
Senin modan hangisi? Günümüzde, özellikle biz kadınlara, 'düşlenen, arzulanan bir bedene' sahip olduğumuzda imrenilecek, kıskanılacak biri olabileceğimiz; böylelikle bizlere dayatılan kimliksizliğe çözüm yaratabileceğimiz telkin edilir. Bu telkinin bildik araçlarını bu yazıda tekrar sıralamaya gerek yok sanırım. Her gün yeniden ve yeniden canlı tutulan, sürekli kışkırtılan bu anlayış ile çoğumuz 'arzu edilen kadın' kimliğine ulaşmanın yollarını aramaya yönlendiriliriz. Bu kimliğe ulaşmanın yolları çoğu zaman içinde bulunduğumuz sosyal çevrenin modası, gittiğimiz mekanlar, yediklerimiz, içtiklerimiz, kimi zaman izlediğimiz film, okuduğumuz kitap, takip ettiğimiz televizyon kanalları o l a b i l i r. Ç o ğ u n l u k l a d a ş i r k e t l e ş m i ş düşüncelerin esiri olmaktan kendimizi alıkoyamayız. Tüm yaşamın devasa bir gösteriye
Biz kadınlar üzerinden kendini var eden moda bağlamında oluşturulmuş devasa sektör, her daim verili kadın imajını içselleştirmiş olan zihinlerimizi kuşatıyor dönüştürüldüğü modern zamanlarda, çoğumuzun yaşamında az veya çok önemsediğimiz bir olgu olan 'moda'; kimimiz için genel, toplumsal anlamda kabul görmüş ve büyük şirketlerin ürettiği, dolaşıma girmiş haliyle; kimimiz için ise ait olduğumuz sınıfın, grubun, çevrenin, topluluğun genel kabulü üzerinden yaratılmış 'farklı' modayı takip etme olarak süregiden bir nesneleşme süreci. Bauman'a göre; bilinçli yaratılan farklılık, bir baskıdan ziyade özgürlüğün bir koşulu olarak algılatılır ve yeri doldurulamazmış gibi gösterilerek tüketim düzeneğinin döngüsel akışı içerisinde aktif hale getirilir. Böylelikle kişi, belli bir yükümlülüğü yerine getirdiği taktirde farklılaşacağına inanır, farklılığı arzular hale getirilir. Bununla birlikte moda, bir onaylanma ihtiyacını karşılar, toplumsal kimliğin onaylanmasını. Kişi böylelikle bir insan topluluğunun içinde olduğunu, onun bir parçası olduğunu hisseder, moda aracılığı ile bunu belgeletmiş, tasdik ettirmiş olur.
Farklılıkların aynılığı Her şeyi alınıp satılabilir birer metaya
Sebahat Tuncel değil, çeteler yargılansın! Bir itirafçının verdiği ifadeye dayanarak açılan davanın Sebahat Tuncel'in 22 Temmuz'da milletvekili seçilmiş olmasına karşın devam ettiği hatırlatıldı Şiddete Karşı Kadın İnisiyatifi, DTP İstanbul milletvekili Sebahat Tuncel'in, Beşiktaş Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen davası sırasında Barbaros parkında ”Vekilime dokunma Sebahat Tuncel yalnız değildir” pankartı açtılar ve yargılamanın sürmesine tepkilerini dile getirdiler. Yapılan açıklamada bir itirafçının verdiği ifadeye dayanarak açılan davanın Sebahat Tuncel'in 22 Temmuz'da milletvekili seçilmiş olmasına karşın devam ettiği hatırlatılarak, “bir süre önce bir kısmı ortaya çıkan; Şemdinli ve Umut Kitapevi'nin
bombalanması, Hrant Dink'in katledilmesi gibi olaylarla birebir bağlantılı olan Ergenekon çetesinin elindeki suikast listesinde Sebahat Tuncel'in ve Leyla Zana'nın da ismi yer alıyordu. Bu listeyle birlikte saldırının kaynağı ve esas amacı ortaya çıkmış oldu, ama biz biliyoruz ki bunlar devletin ve militarizmin yalnızca görünen yüzüdür. Milliyetçilik, ırkçılık ve erkek egemen sistem, bugün de yargı yolu ile karşımızda. Biz kadınlar meclisteki seslerimizin susturulmasına izin vermeyeceğiz” denildi.
SAYFA 08
dönüştürme, kullanım değeri oranında nesneleştirme zemininden beslenen kapitalizm; gerektiğinde kendi karşıtlığını temsil eden değerleri, olguları bile bu sürecin birer parçası haline getirebiliyor. Kapitalizmin tüketim sığlığına sıkıştırılmış insanına isyan niteliği taşıyan birçok alt kültürün temsil nesneleri/temsilleri örneğin bugün, 'farklı olma' isteğinin birer alınıp satılabilir nesnesi haline dönüştürülmüş bile. Kökenleri işçi sınıfına dayanan rock müziğin, bir dönem savaş karşıtlığını da içinde barındıran hippilerin ya da punk kültürünün simgeleri, bugünün en tercih edilebilir ve marjinal tüketim nesneleri olarak ve aslıından oldukça uzak bir 'farklılık' algısı üzerinden dolaşıma sunulmuş durumda. Feodal değerlere, cemaat kültürüne, muhafazakarlığa, özgürlüklerin kısıtlanmasına karşı çıkış adıyla tercih edilen birçok giyim biçimi, bu giyim kültürünü yaratan davranışlar bütünü aslında başka bir gelenek-cemaat yaratısının cenderesi içinde yeni kıskançlıklar, yeni tüketim biçimleri, yeni rekabet alanları, yeni kimliksizlikler olarak kendi sarmalında
geri dönüyor. 'Aynı Angelina Jolie dudaklı kadınlar olma isteği'nin yerini, belki de sadece aynı 'farklı' saçlar, aynı 'farklı' gözlükler, aynı 'farklı' küpeler, aynı 'farklı' bakışlar alıyor. Oysa farkında olarak ya da olmayarak kapitalizmin dayattığı 'sürekli tüket ve mutlu ol çünkü var ol' anlayışının esiri olmaya yeniden aday oluyoruz. Biz kadınlar üzerinden kendini var eden moda bağlamında oluşturulmuş devasa sektör, her daim verili kadın imajını içselleştirmiş olan zihinlerimizi, geleneksel-muhafazakar değerleri yıkma adına bile yola çıksak, sonuçta kuşatıyor. Esas sorunu görmez isek, bizlere dayatılan kimliksizlik, görünmezlik sarmalından çıkmanın yolu olarak, bildik yöntemlerle 'daha görünür bir beden' yaratma tahayyülüne sığındığımız her aşamada kendimizi modanın, bu bağlamda tüketimin esiri bulmaktan başka şansımız kalmayacaktır. 'Başka' olmak, başka bir dünya yaratma iddiasıyla yola koyulmaktan; evlerimizden çıkmaktan, kapılarımızı aralamaktan, birbirimize birbirimizle rekabet ederek değil, dayanışarak bakmaktan geçiyor.
Rus Devriminin Gölgesindeki Kadınlar Yazar: Sheila Fitzpatrick - Yuri Slezkine Aykırı Yayınları 15 kadın, 15 yaşam ve “devrim” denilen şey… 1917 Ekim Devrimi'nin hemen öncesinde, iç savaş sırasında ve devrim sonrasında, 1930'lu yıllara kadar uzanan bir zaman diliminde çok farklı kesimlerden on beş Rus kadınının anıları, yaşamlarından aktarılan kesitler "devrim" denilen o büyük ve derin toplumsal olayın bireylerin
CI
IZ B M
yaşamlarına nasıl yansıdığını ortaya koyuyor; Eski bir Rus aristokratının devrimci oluşu... Bir fabrika işçisinin devrimle değişen yaşamı... Anti-Bolşevik bir entelektüelin gördüğü baskı ve zulüm... İç savaş sırasında kocasını ve bebeğini kaybeden bir anne... Bir tarih profesörünün gözlemleri... Finlandiya'ya kaçan eski bir aristokrat aile... Eski bir Rus prensesinin tutuklu kocasını kurtarmak için Rusya'ya dönüşü... Komsomol üyesi genç ve güzel bir kadının cinsel olarak istismar edilişi...
“Aile planlamasının anlamı az çocuk değil, bakabileceğiniz kadar sağlıklı çocuk demektir. İmkânı olan 5 çocuk yapar. Çocuk yapmaktan çekinmeyin.” Isparta Valisi Şemsettin Uzun “Bizde çok fazla kadın var, bir sürü çocuk doğuruyorlar. Nasıl baş edeceğimiz bilmiyoruz. Ülkenize girmelerine izin verin. Felaketlere yol açacaklardır. Böylece yükümüzü hafifletmiş olursunuz. 10 milyon verebiliriz.” Komünist Çin lideri Mao Zedung'un ABD Dışişleri Bakanı Kissenger'e17 Şubat
"Kulak" diye süründürülen 4 çocuklu bir köylü ailesinin çektikleri... 1930'larda "kulakları tasfiyeye katılan genç bir komsomolun heyecanı... Bir kadın işçinin sosyalist rejimle birlikte yaşadığı dönüşüm... Eski bir kadın mahkumun çalışarak rehabilite edilmesi... İlk traktör sürücüsü ve Yüksek Sovyet Temsilcisi bir kadının ünlenmesi… 1930'larda gözden düşen bir gazetecinin karısının başına galenler... Bu birbirinden ilginç anılarda devrimin o müthiş değiştirici, dönüştürücü gücüyle birlikte çekilen acıların, uğranılan haksızlıkların da sergilendiği bütünlüklü bir Rus devrimi tablosu...
1973'teki görüşmede söylediği sözleri Çimdikledik Biri kapitalist sistemin valisi kadınlara çocuk doğurmayı, hem de 5 çocuk doğurmayı tavsiye ediyor.Kadınların bedenlerini denetlemeyi, baskı altında tutmayı görev biliyor. Diğeri sosyalist sistemin lideri ABD'ye kadınları meta gibi pazarlıyor! Mao yaşasaydı Çinli kadınlar mutlaka çimdikleyerek protesto ederlerdi. Her iki sisteme de “Devlet bedenimden elini çek” diyoruz.