eö2

Page 1



1


Fiyatlar %11 arttı.

Gıdada artış %13.

Bir yılda resmi işsizlik 1,5 milyon kişi arttı. Gerçek işsizlik 6 milyon kişi. Türkiye işçi sınıfı son 20 yılda iki kat büyüdü. Her beş kişiden biri işsiz. 2

Z

or bir dönemden geçiyoruz. Hem de tüm dünya olarak. Daha doğrusu dünyada ki tüm emekçiler açısından zor dönemden geçiyoruz demek gerekiyor. Malum ekonomik krizin yükü birileri tarafından keriz yerine konmaya çalışılan işçi sınıfına ödettiriliyor yine. (Asıl kriz bu aslında ama fark edemedik mi ne hala?) Kriz dalgası bizi etkilemez, yok etkiler, teğet mi geçecek, geldi ama az etkileyecek derken dank diye indi tepemize. Bir kısım solun yaptığı krizin faturasını ödemiyoruz vs. taraflı sloganvari tepkiler de ne yazık ki işe yaramadı yine. Afişlerde, sloganlarda kaldı gitti hepsi. Krizin faturasını emekçiler olarak paşa paşa ödüyoruz işte. Kimimiz işsiziz, kimimiz zam alamıyoruz, kimimiz har(a)çlarla cebelleşiyoruz. Emeklilerse hayattan da emekli olmayı bekliyorlardır herhalde. Zor yaşıyoruz gerçekten, gelecekten bir çoğumuzun pek bir beklentisi kalmadı neredeyse. İş bulamayanlar, bir süre önce işi olup da artık olmayanlar kadar, çalışan kesimin büyük bir kısmı için de –özellikle özel sektörde çalışanlar için- zor bir dönemden geçiyoruz. (Bir emekçi için kapitalist sistemde iyi bir dönem biraz zor olur ya, neyse!). İşsiz sayısının artışı çalışanların ücretlerinin arttırılmamasını da beraberinde getiriyor. Sokaklar kum gibi işsiz kaynarken patronlar krizi fırsata çeviriyor, işsizliği de bahane ederek ücretleri kısabildikleri kadar kısma yoluna gidiyorlar, kendi lehlerinde sözleşmelere sendikalarla el birliği edip imza atıyorlar. Ee çalışma koşullarını, ücretini beğenmiyorsan çık git. Bir tür ya sev ya terk et durumuyla karşı karşıyayız işçi sınıfı olarak anlayacağımız. Bir eşya gibi algılanarak istihdam büroları adı altında oradan oraya sürüleceği yasal değişiklikler yapılmaya çalışılan, işsizlik parası olarak kullanılması gereken fonlarına göz dikilen, uygun olmayan koşullarda “taşınarak” canlarından edilen, Tuzla tersanelerinde resmen katledilen işçiler, “bu sistem, bu sistem” olduğu sürece rahat yüzü göremeyecektir. İşçisi, işsizi, öğrencisi, emeklisi, memuru -bunların içinde bulunan azınlık halindeki ayrıcalıkları ayıklarsak- öyle bir hale geldi ki açlıktan bayılıyor hatta yetersiz beslenmeden dolayı hayatlarını kaybediyorlar. Market market dolaşıp alacağı bir kilo pirincin ya da zeytinin nerede ucuz olduğunu tespit etmeye çalışıyorlar. Herhalde bunu bir insan can sıkıntısından bunalıp da “ulan sıkıldım be evde gidip şu marketleri dolaşayım bir” diyerek yapmıyordur. Aylık ortalama 600 tl. ye geçinmek zorunda bırakıldıkları için bunu yaptıklarını hepimiz biliyoruz. Alın verin ekonomiye can verin kampanyalarıyla krize sinirden gülümseten çözümler üretenler çözümü, sözüm ona ortaklaştırmaya çalışırken, her neden-


İki çalışandan biri kayıt dışı. se işler yolunda giderken kazancı “hep bana hep bana” diyerek ceplerine indiriyorlar. Böyle kriz dönemlerinde de bu alışkanlıklarından vazgeçemiyorlar tabi. Bizlerden kıstıkları elbetteki bizlere geri dönmüyor. Örneğin halkımız tarafından az daha meclise gireduran Cem Uzan kardeşimiz çareyi, yaptığı hokkabazlıklar sonucunda köşeye sıkışarak Fransa’ya kaçmakta buldu. Mecliste olsaydı dokunulmazlık zırhıyla buna gerek kalmayacaktı ama olmadı işte. Baraja takılıverdi (şu baraj bazen işe de yaramıyor değil ha!) ve tabi orada öyle mütevazı bir hayat sürdüğünü düşünmeyelim, günlüğü yaklaşık 8 bin lira olan bir otelde kalıyor ve her sabah koşuya gidiyormuş. Alışkanlık işte. Bağrına bastı halkımızın bir kısmı; ama şimdi o çok uzaklarda kendi krizinin cezasını Paris’te yaşayarak ödüyor. Biz ise fazla para harcamamak için dışarı dahi çıkarken bile iki kez düşünmek zorunda kalıyoruz -hani sel, fırtına vs olduğunda devlet büyüklerimiz “mecbur olmadıkça dışarı çıkmayın” diye açıklama yaparlar ya, bu en önemli güvenlik önlemidir, bunu güzel havalarda da uygulamak durumunda kalıyoruz... Krize karşı önlemimiz de bu bizim işte Paris’i de ancak fotoğraflarda görebiliyoruz. Kriz en çok işçi sınıfını etkiliyor, biz bu krizi fırsata çevirmenin bir yolunu arıyoruz. Hayır öyle paramıza para katmak anlamında söylemiyoruz bunu, krizi yaratanlara bir cevap üretmek adına söylüyoruz. Daha çok para kazanmak gibi bir niyetimiz olsa zaten etimiz ne budumuz ne...

5 milyon kişi 60 saatten fazla çalışıyor.

Ucuz süreli çalışanların %60’ı hizmet sektöründe. 4 işçiden biri sigortasız.

Peki işçi sınıfının örgütleri, sendikalar, ne yapıyor bu zor süreçte... Basından izleyebildiğimiz kadarıyla sendikalar lokal düzeyde eylemler, grevler yaptı, yapıyor. Hatırlanabileceği gibi en son dikkat çekici bir eylem olarak İzmir Karşıyaka Belediyesi’nce işten atılan Kent A.Ş. işçilerinin Ankara yürüyüşü vardı. Yürüyüşün İzmir-Ankara kısmındaki 32 günlük sürede yaşanan kararlılık, inat, yaratılan birliktelik çok anlamlıydı; ama Ankara Garı ile buraya on beş dakikalık mesafedeki Abdi İpekçi Parkı arasındaki yürüyüşte, Kent AŞ. işçileri dışındaki coşkusuzluk can sıkıcıydı. Ama işçi arkadaşların kararlılığı, coşkusu, mücadeleye ve örgütlülüğe olan inançları bu havayı kırdı. Buna benzer eylemler, tepkiler oluyor ama bu kadar insan işten atılmışken, bu kadar işçinin hakları gasbedilmişken neden sendika konfederasyonları bir yıldır ciddi bir tepki or-

20 işçiden yalnız biri sendikalı. Türkiye işsizlikte dünya ikincisi. 3


taya koymadılar sorusu geliyor insanın aklına. “Ücret sendikacılığı” denen şeye saplanıp kalmış, tabanından kopuk, ayrıcılıklarını kaybetmekten adeta ödü kopan sendikal bürokrasinin, sınıf sendikacılığından uzun zaman önce kopmuş olan uzlaşmacı anlayışıyla aslında bu tavırlarından başkaca bir tavır sergilemelerini de beklemek saflık olurdu. Umudumuzu arttıracak şey ise sendikal bürokrasinin göstermelik, günü kurtarmak üzerine sergiledikleri tepkileri değil Kent A.Ş. işçileri gibi işçi arkadaşların ortaya koydukları kararlılık ve inisiyatif olmalıdır. Bu sessizliğin, tepkisizliğin nedeni ne diye düşününce biraz, aslında bazı sonuçlara ulaşmak mümkün hale geliyor. Sendikalar –sınıf sendikacılığı yapma iddiasında olanlar da- çok uzun bir süredir ciddi bir bürokratik işleyişe teslim olmuş durumdalar ve yönetim kademelerinin bunu parçalama gibi bir dertleri yok. Çünkü konumları iyi, kazançları yerinde. Ne de olsa işçilerden aidatlar tıkır tıkır geliyor ama sendikalar işçilerin adına tıkır tıkır çalışmıyor, çalıştırılmıyor. Göstermelik açıklamalarla, eylemlerle sendika patronları da krizden pay çıkartıyor (İşçi sınıfı açısından diğer başka bir krizde bu aslında). Profesyonel sendikacılığın reddedildiği ya da en azından alınan ücretlerin bir işçi ücretine eşit olduğu, kararların sendika üyeleriyle birlikte alındığı geniş bir işleyiş yaratılamadığı müddetçe bu tepkisizlik sona ermeyecektir. Tepkisizliği kıracak tepkiyi işçi inisiyatifleriyle tabandan hareket ederek vermek gerekmektedir; çünkü sendika bürokratları da devlet bürokrasisi gibi özünde tepkisizliği örgütlemektedir. Devletler nasıl sorgulamayan vatandaş istiyorsa, sendika yönetimleri de sorgulamayan üye profili istiyor ve bunu yaratıyor da. Bu nedenle öncelikle sendikal örgütlenmelerin gerçek sahipleri olan işçilerin taban örgütlenmelerinin yaratılacağı bir anlayış için adım atmak gerekiyor. Sendika üyesi olan, mücadelenin içinde bulunan işçilere bu anlamda önemli bir sorumluluk düşüyor elbette.

?

Bir haber vardı yakın bir zamanda çok satan gazetelerin birinde. Büyük kentlerimizden birinde bir kedi barınağı yapılmış. Barınak dediysek öyle telle melle çevrilmiş baraka türü bir şey değil tabii. Kedilerimizin stres atması, tatil yapabilmesi ve tabi sahiplerinin de tatile falan giderken gözlerinin arkada kalmaması için bir kedi oteli diyelim biz. Kedilerimizin tüm ihtiyaçlarının düşünüldüğü “otelin” günlük ücreti 10 ile 50 lira arasında değişiyormuş. İnsanlar yaşayamaz haldeyken stresten uzak yaşasın diye kediler...

Evet, buna benzer çok örnek var, biliyoruz da,

4

ne olacak böyle hakkaten


S

İF ?

mektedir. Bu ipuçlarının başında sendikaların bir sınıf örgütlenmesi olduğudur. Ortada bir sınıf örgütlenmesi varsa veya gerekliyse onun

ÜN

karşıtı olan bir sınıf da mutlaka olmalıdır; ki işçi-emekçi sınıfının karşıtı da burjuva sınıfı, patronlar ve yönetenlerdir. Burjuvaların ve

MK

RS

sel sınıf örgütlenmeleridirler. Bu tanım dahi bize birçok ipucu ver-

KA

na karşı emekçilerin çıkarlarını savunmak için ortaya çıkmış kitle-

EN Dİ

AL TE RN AT Bİ

dan doğan hak ve gereksinimlerini en iyi şekilde sa-

vunabilmelerini sağlamak ve patronlar ile onun temsilcileri sınıfı-

bir sınıf olarak burjuvazinin tek bir hedefi bulunur. O hedef kısaca daha çok kar, daha az maliyet, daha fazla zenginliktir. Daha çok kar ve daha az maliyet üretimin ve hizmetin örgütlenmesinde, o hizmeti ve üretimi oluşturan yegane unsur olan işçi ve emekçilerin hak-

endikalar, işçi ve emekçi sınıfının çalışma yaşamın-

larının gaspına veya mümkünse asgaride tutulmasına dayanır. Daha çok kar demek daha fazla üretim veya daha fazla hizmet demektir. Bunun için de daha fazla çalışan, kölece çalıştırılan bir insanlar yığını olmalıdır. Daha az maliyet ise, girdi olarak görünen öncelikli bileşenin yani çalışanların ücretlerinin düşürülmesini veya hakla-

Bu saltanat ancak yeni ve tüm üyelerinin yönetiminin tanındığı özgürlükçü bir sendikal anlayışla yıkılabilir. Taban inisiyatifine dayalı, kararların üyelerin katılımıyla alındığı, beğenilmeyen temsilcinin hiçbir süreç bekletilmeden yine taban inisiyatifiyle geri çağırılabildiği, yöneticisi, bürokratı ve patronu olmayan bir sendikadır emekçilerin ihtiyacı olan.

İsim

KİM, KAÇ YILDIR SENDİKA BAŞKANI?

Mustafa Başoğlu Mustafa Özbek Hüseyin Kayabaşı Yusuf Engin Salim Uslu Bedrettin Kaykaç Süleyman Çelebi Mehmet Kafes Mustafa Kumlu

Sendika

Sağlık-İş Türk Metal-İş Türk Maden-İş Öz İplik-İş Hak-İş Tarım-İş DİSK Orman-İş Tes-İş / Türk-İş

rının ellerinden alınmasını gerektirir. Çoğu zaman bu her iki durum birlikte işler ve devreye sokulur. Bu yüzden değil midir ki kapitalizmi krize sokan her dönemde patronların ilk hamlesi ücretlerin düşürülmesi, işten çıkartılma veya hakların tırpanlanmasıdır. Çünkü karı Patronların kendi çıkarları adına organize oldukları, işbirliği içine girdikleri kurumları vardır (Tüsiad, Müsiad, Tesk vs.). Aynı şekilde çalışanlar, emekçiler ve işçiler de benzer kurumlara ihtiyaç duymuşlardır ki haklarını birey olarak değil sınıf olarak savunabilsinler. Sendikalar işte bu ihtiyaca cevap vermek için tüm dünyada tarihi yüzyıllara dayanan bir birikime sahip olarak ortaya çıkmışlardır. Türkiye’de sendikacılık toplumsal gelişmelerden bağımsız bir gelişim izlememiştir. 80 öncesi sendikalarda sınıf bilincinin yükselmesiyle birlikte bir mücadele oluşmuş, yer yer devrimci özellikte eylemlilikler (15-16 Haziran direnişi, Tariş direnişi vb.) gelişmiştir.

Görev Süresi 42 Yıl 32 Yıl 18 Yıl 18 Yıl 12 Yıl 9 Yıl 8 Yıl 8 Yıl 8 Yıl

Ancak 80 sonrası oluşan apolitik toplumsal atmosfer ve toplumun siyasal arenanın dışına taşındığı baskı dönemi, sendikaların da içini yavaş yavaş boşaltmış, onları düzenin birer parçası haline getirmiştir. Bugün sendikacılık ve sendikalar, patronlar sınıfının ihtiyaçları ile işçilerin, emekçilerin talepleri arasında bir denge kurma aracıdır. Denge kurmak ise mücadele etmeyi değil, olsa olsa olanı elden kaçırmamayı sağlayacak tavizleri içerir. Sendikaların güçsüzlüğünden ve ilkesizliğinden cesaret alan patronlar ise iyice pervasızlaşmış, çalışanları yıkıma sürükleyecek bir anlayış üretmişlerdir. İşte sendikacılığın “sarı”laşması ve işçi sınıfı ve emekçiler için değil, düzenin bekası için konumlanışı budur.

5


korumanın, üretimi veya hizmeti daha ucuza çıkartmanın

la” veya göstermelik “seçim yoluyla” oluşturulur ve bu de-

en kolay ve zahmetsiz yolu, krizlerin faturalarını çalışan-

legeler de kendisini delege yapan sistemin bir numarası

lara çıkartmaktır.

olan başkan ve yöneticileri biteviye seçer durur. Ortada ne

Öyle ki artık sendikalar üyelerinin dışında, on-

işçinin düşüncesi ne de beklentileri vardır. Geriye artık pat-

lardan bağımsız birer figürdürler. Özellikle işçi sendikala-

ronlaşmış, işverenleşmiş, bürokratik ve merkeziyetçi sen-

rı üyelerinin aidatlarıyla neredeyse birer işletmeye dönüş-

dikalar kalmıştır.

müş, kendi çalışanlarına haklarını vermeyen ama çalışanların haklarını savunuyormuş gibi görünmeye çalışan bir karmaşanın parçası haline gelmişleridir. Sendikalar bugün birer işletmedir, devasa binaları, son model arabaları, her türden sosyal tesisleri ile ve çoğu zaman kendi binasında çalışanların dahi sendikalı olmalarını engelleyen anlayışlarıyla patronlar sınıfından hiçbir farkları kalmamıştır. Sıradan bir üye o görkemli sendika binalarına girip, o deri koltuklarda oturup, Grand-tuvalet gezemez. Artık sendikalar işçilerin değil, onlar adına pazarlık yaptığı sanılan, onların aidatlarıyla yaşayan bir başka patronlar zümresinin olmuştur. Bu dev geliri ve saltanatı elden bırakmamak için de sendikalar patronlarla mücadele etmek yerine onlarla uzlaşır. Çünkü böyle bir sendikanın dostu artık patronlar, korkusu ise işçilerdir. Neredeyse devlet gibi örgütlenmiş sendika için, merkezi hükümet, şubeleri bakanlık, üyeleri ise halktan ibarettir. Tıpkı politikacılar gibi sendika ağaları da geldikleri koltuktan, neredeyse ölene dek inmez. Yönetmelik ve tüzükleri de kanun gibidir ve değiştirilemez. Tüm hukuki alt yapısını saltanatını korumak üzerine kurar.

Bu saltanatı bozacak ve sendikaları sahipleri olan

çalışanlara ait kılacak yegane işleyiş taban inisiyatifidir. Ancak sendikalar tabanına aidat almak dışında güvenmez. Onların sözlerini neredeyse hiç söyleyememeleri için genel kurullarını maksimum sürede göstermelik olarak toplar ve üyelerden habersiz, delegecilik oyunuyla saltanatını sürdürür. Nasıl ki ülkeyi yönetecek kadroları ancak 4-5 yılda bir önümüze konan sandık aracılığıyla demokrasicilik oynayarak seçiyorsak, sendika başkanları ve yöneticilerini de aynı mantıkla 3-4-5 yılda bir yapılan göstermelik seçimler ile önümüze konan sandıklarla seçebiliriz. Ki o sandıklarda üyelere değil delegelere açıktır. Bu haliyle basit bir demokrasiyi bile işletemeyen sendikalardan temsilcisi olduğu sınıfın çıkarlarını savunmasını beklemek hayalciliktir. Sistem öyle bir kurulmuştur ki, her işyerinde yönetimin adamı olan temsilciler ve delegeler “atama yoluy-

6

MÜMKÜN!

Bu bezirgân saltanatı değişmelidir. Ancak mekanizma içerden değiştirilebilecek tüm yolları tıkamaya çalışmaktadır. En tehlikelisi ise tüm bu olan bitenin sıradan üyelerin çıkaları adına yapıldığıdır. Bu saltanat ancak yeni ve tüm üyelerinin yönetiminin tanındığı özgürlükçü bir sendikal anlayışla yıkılabilir. Taban inisiyatifine dayalı, kararların üyelerin katılımıyla alındığı, beğenilmeyen temsilcinin hiçbir süreç bekletilmeden yine taban inisiyatifiyle geri çağırılabildiği, yöneticisi, bürokratı ve patronu olmayan bir sendikadır emekçilerin ihtiyacı olan. Bu ihtiyaç ancak bizler harekete geçersek bir düş olmaktan çıkacaktır. Mevcut sendikal yapının eleştirildiği ve yerine alternatif bir modelin koyulabileceği bir sendika ancak taban inisiyatifinin ataletini aşması ve kendi adına, kendisi için adım atmasıyla mümkündür. Bunu başaracak olan güç, elbette ki dünyaları değiştiren ve yaratan emekçilerin omuzlarındadır. Biz en azından bugün böyle bir tartışmanın gerekli hatta zorunlu olduğunu düşünen bir avuç çalışanız. Tartışarak daha iyisini ve bize ait olanı yaratabiliriz. İnsan düşündükçe ve birlikte hareket ettikçe ilerler. Değişim öncelikle ona inananların çabasıyla mümkün hale gelir. Olanı kabul etmeyen, itirazı olan ve kendi hakkını ancak kendisi gibilerle birlikte savunabileceğine inanan tüm emekçileri böyle bir tartışmada taraf olmaya çağırıyoruz.


7


Örgütlü Mücadele Etmek, Özgürlüğü Örgütlemek

B

ilindiği üzere sahip çıkmaya çalıştığımız özgürlükçü komünist düşünceler bir çoklarınca “örgütlülüğün inkarı” olarak yorumlanmaktadır. Tarihsel olarak örgütlü mücadeleler pratiğinin pek çok olumlu örneğini ortaya koymuş olmasına rağmen (İspanya iç savaşı sürecinde CNT – FAI, Ekim Devrimi sürecinde Mahnovist İsyan ordusu) özgürlükçü eylem ve teorinin bu alanda mahkum ediliyor olmasının nedenleri ne olabilir? Konuyu, güçlüler, ezenler kültürünün komünist saflarda kendini yeniden üretme biçimi olarak ele aldığımız “otoriter anlayışların” bir yakıştırması olarak görmek açıklayıcı olacak mıdır? Sorun sadece otoriter bakış açılarının gerçekten de anarşizme gereksiz bir şekilde yüklemeye çalıştıkları ve hatta ezilenlerin bilincinde yanılsama yaratmak için oluşturdukları bir söylemden ibaret midir? Pek çok tarihsel örnek, anarşizmin devrimci tarihsel mirasının örgütlü mücadeleye dayandığı ve bu gerçeğin otoriter demagojilerle örtülemeyecek nitelikte olduğunu ortaya koysa da günümüzün çeşitli anarşizm duruşlarının özellikle de bireyci temelde gelişen anarşizm savunularının, otoriter yanılsamaları haklı çıkartacak derecede örgüt düşmanlığı içerdiği ve aslında bu türden “anarşizm” savunularının burjuva liberalizminin hizmetkarlığına koşturulmuş olduğu aşikardır. Burjuva liberalizmiyle derin kesişmeleri olan bu tür

8

“anarşizm” leri Emeğin Özgürlüğü dergisinin ileriki sayılarında işlemek üzere bir kenara bırakarak kendi alanımızın örgütlü mücadele kavrayışını tartışmaya çalışacağız.

Otoriteden Kaçarken Liberalizmin Çamuruna Saplanmak

cuttur.

Anarşist komünistlerin genel geçer bir sınıf teorisiyle yol yürümeye çalışmaları burjuva liberalizmiyle en baştan el sıkışmaları anlamına gelecektir. Bir çok konuda olduğu gibi anarşist komünistlerin teorik-politik sorunlarda duruşlarını tayin edecek eğilim, savundukları kavramları genel geçerin dışında bir yerde oluşturmalarını sağlayacak olan politik teorik radikalizmdir. Çoğu kere proleter eğilimle özdeşleştirdiğimiz bu radikalizm, sınıf mücadelesine yüklenmiş bir çok ortodoks duruşu aşan bir içerime sahip olmak zorundadır. Açıktır ki politik olarak sağ olmakla teorik sığlık arasında, birebir olma makla birlikte ciddi örtüşmeler mev

Sınıf mücadelesinin gerçekliğini sürekli olarak dünya kapitalizminin ekonomik indirgemecilik ile ele alınışındaki sığlıkta tanımlamaya çalışmak kaçınılmaz olarak politik liberalizmi ortaya koymakta ve bu durum mevcut bir çok örgütlenmenin otoriter veya liberal içerimlere sahip olmasının önemli nedenlerini oluşturmaktadır. Aynı durumun tersten okunuşunu da bir tür politik yükseltmecilik olarak görmek ve bu duruma uyan örgütlenme modellerinin de idelojik dayatmacılığı daim kılmanın aracı olarak otoriter modellere yönelmiş olduğunu saptamak zor olmayacaktır.


Son iki paragraftan anlaşılacağı üzere otoriter dayatmacılıkla, liberal teslimiyetçilik arasında sanıldığı gibi çok kalın duvarlar ve birbirine geçiş yapamayan ilişki biçimleri değil; aksine aynı gerçeği bütünleyen bir ilişkisellik mevcuttur. Biz özgürlükçü komünistler çoğu varoluş biçiminde olduğu gibi sosyal gerçekliğin yukarıda tarafları belirtilmiş olan dualistik yapısının bizleri de içinde bir taraflaşma hali yaratarak tutması durumunun örgütlülüğümüzü doğru anlamak konusundaki en önemli politik-pratik araç olduğunun bilincindeyiz. Özgürlükçü örgütlenme, sınıflı toplumun yaratmış olduğu çürümenin dışında bir yerde arınmış ilişkilerin olduğu bir alanda gerçekleşmeyecektir. Özgürlükçü örgütlenmeyi mümkün hale getirecek ideolojik tutum yine yukarıda tanımları yapılmış olan ikili duruşun nesnelliğine olan yakınlığımız ve bu nesnelliğe karşı doğru ilkeselleşmeler yaratmamızla mümkün olacaktır. Özgürlükçü örgütlenme gerçek ilişkilerin soyut bir yadsıması değil; gerçek ilişkilerin somut olarak terk edilmesini mümkün kılacaktır. Örgüt, sınıf mücadelesinin alanlarıyla politik-pratik kesişmeleri tanımlanmış bir yol yürüme biçimi olarak ele alınmak zorundadır. Özgürlükçü örgütlenmeyi aşkınlaşmış bireylerin aşkınlaşmış örgütlenmesi yanılsaması içerisinde tutmak sınıf mücadelesinden uzak durmanın ön koşullarını yaratmak dışında bir anlam taşımayacaktır. Sorun otoriter zaafların, yanlışların idoller olarak terk edilmesi ve yerine son derece sağ, uzlaşmacı, teslimiyetçi pratiklerin geçirilmesi değildir. Bu durum kendi ilişkilerinden otoriteyi uzak tutma çabasındaki bireyin en büyük otorite olan örgütlü tahakküme karşı, duymuyorum, görmüyorum oyunu oynamasından başka hiçbir anlama gelmemektedir. Sorun otoriter idollerin terk edilmesiyle çözülemeyecek derinlikte bir mücadele gerektirmektedir. Özgürlükçü komünistler olarak bizler, gerçekliği sadece bir düzeyde ele alıp ona küsmek biçiminde yaşanabilecek bir mücadele anlayışıyla uzlaşmayı, özgür örgütlenmeler yaratmama konusundaki isteksizliğin açık gerekçesi olarak görmekteyiz. Gerçekliğin bütünlüğünden kopmak istemeyen bir duruş mevcut gerçekliğe sadakat gösterenlerin edimlerinden çok daha güçlü ve derin bir kabulu içinde barındırmaktadır.

Liberal sağ tutumlar günümüzün örgütlülük biçimlerinde otoriter sol tutumlardan çok daha fazla tahrip edici özelliklerle karşımıza çıkmaktadır. Günümüzün gündelik örgüt pratiğinde baş edilmesi zorlaşmış olan, otoriter yanlışlardan ziyade liberal örgüt anlayışı ve bu kültürün getirmiş olduğu alışkanlıklardır. Konuyu yaşadığımız coğrafyanın gerçekliğine doğru taşıdığımızda, özgürlükçü komünist örgütlenmenin ortaya çıkışını sağlaması gereken tutumun genel geçer örgüt, özgürlük, sınıf, mücadele kavramlarının dışında aranması gerektiğini belirtmiştik. Bir çok sol duruşun savunageldiği modern sanayi işçisiyle özdeşleştirilmiş “sınıf” tanımıyla bizlerin politikleştirmeye çalıştığı ve gerçekten de günümüzde içerisinde özgürlükçü düşüncenin örgütlenmesinin çok ciddi zorluklar barındıran kesim, sosyo ekonomik diziliş itibarıyla en alttakilerden oluşan proleter katmanlardır. Açıktır ki bu kesimlerin içerisinde örgütlendiği bir özgürlükçü hareket zoru başarmış olmakla kalmayacak aynı zamanda burjuva güçlerin ideolojisini, politikasını kontrol altında tutmakta zorlanacağı bir mücadele hattını da açığa çıkartmış olmayı da becerecektir. Bugün için örgütlenmemizin asli sorununun liberal tezlerle şekillendirilmiş mücadele anlayışları olduğunun farkındayız. Liberal tezlerin panzehiri olarak ortaya çıkacak bir aktivizmin aslında liberalizme haklılık zemini kazandırmaktan öteye geçemeyeceğini düşünmekteyiz. Günümüzün liberalizme karşı tavırlı olma sorunu, ezilen proleter kesimlerle daha fazla örgütlenme sorunuyla özdeştir. Günümüzün düşünme biçimlerine egemen olmuş “post” ön takılı bir çok liberalizm biçimiyle hesaplaşmanın gerçek zemini, proleter safların özgürlükçü komünist düşüncelerle ve sağlam bir örgütlülükle işlemesi olacaktır.

Liberalizmin Çamurundan Çıkarken Otoriterleşmemek Liberalizmin günümüz insanında yaratmış olduğu tahribatların etkisi gün be gün bir çok sosyal olgu ile çok daha berrak bir şekilde açığa çıkmaktadır. Geçmiş on yılların sosyal gerçekliği ile bugün arasında ciddi bir yarılma ve kopuş yaşanmaktadır. İnsanlığı barbarlığa doğru götüren bu sürecin seyirciler kitlesi alabildiğine çoğalmış, velakin süreci olumluya doğru çekecek güçlerin niceliği ise alabildiğine azalmış-

9


tır. Durum birçok farklı otoriter sol kurumsallaşmanın “kurtuluş yine bizde” yanılsamasını kitlelere taşımak için uygun zemini hazırlamaktadır. Açıktır ki

dönemin olasılıkları en güçlü gerçekleşme biçimlerine kapıyı kapatmak anlamına gelmektedir. Dönemin yarattığı bir hareket olmaktansa, uzun erimli tarihsel bir çizgide şekillenmiş olmayı tercih etmek bizlerin üzerinde ısrarcı olması gereken noktadır. Günümüzün örgütlenme tercihi proleter eğilimde, ilkelerde ve taktiksel duruşta yan yana gelmekte zorlanmayacakları buluşturmaktır. Anarşist Komünistler Federasyonu Mümkün Mü? Yukarda bir çok vesileyle tartışmaya çalıştığımız nesnelliğimiz ve yaşadığımız coğrafyanın sınıf dinamikleri, henüz bizlerle örgütlenmemizin bir üst aşamaya sıçratılması noktasında buluşmuş değildir.

barbarlığın karabasanından kaçmak isteyen birey otoriter kurumların, işleyişlerin zaaflarını görmekten ziyade, onların kurtuluş umuduna gözlerini dikmek durumundadır. Ezilenlerin kurtuluşu için gerçek bir umut taşıyabilecek özgürlükçü komünist oluşumların güçlü hale gelememesi, sürecin yine yakın geçmişimizdeki otoriter yanlışlarla şekilleneceği endişesi yaratmaktadır. Gündelik yaşam ilişkilerinin boşluk tanımadığı ortadadır. Özgürlükçü örgütlenme biçimleriyle toplumsal alanda durmayı beceremediğimiz noktada ezilen kesimlerin önlerine çıkan bir çok otoriter sağ veya sol örgütlenme biçimini kendi duruşuyla örtüştürmeye çalışacağı açıktır. Çaremiz ne olabilir sorusu, “otoriter olanlar örgütlenmeyi nasıl beceriyorsa aynısını bizlerde yapmalıyız” olarak cevaplandığın da ezilenlerin mücadelesinde yeni bir umut olmayı beceremeyecek olduğumuzu da ilan etmiş oluruz. Açıktır ki özgürlükçü komünist örgütlenme bu topraklardaki ezilenlerin gerçek umudu olmak durumundaysa son derece meşakkatli yolu uzun ve sabırlı bir yürüyüş çizgisinde almak zorundadır. Hem liberal olmamak hem de otoriter kurumsallaşmaların dışında gerçekleşmeye çalışmak yaşadığımız

10

Bizler bu coğrafyada politik-pratik duruşumuz itibariyle oldukça yeniyiz. Bu yeni olma durumu yaşanılmış birçok farklı devrimci pratikten dersler çıkartamayacak olduğumuz anlamına gelmemektedir. Politik iddialarımız bizden önce bin bir emekle, bedeller ödenerek yaratılmış devrimci değerleri sahiplenmek olduğu kadar onları aşmaktır da. Bu durumu somutlamak gerekirse, bu coğrafyada yaratılmış birçok direnişin, hak arama mücadelesinin, ırkçılığa ve gericiliğe karşı girişilmiş mücadelenin, tarafıyız demek yerinde olacaktır. En gerçekçi politik aracımız doğrudan örgütlenme konusundaki yeteneğimizle ilgili olandır. Amatör biçimiyle başladığımız kent yoksullarının içindeki örgütlenme deneyimimiz başarıyla genişleyen, büyüyen, güven veren bir sürece evirilmiş ve halen büyümeye, bizleri de büyütmeye devam etmektedir. Ortaya çıkan sekiz senelik deneyim ve biriktirme sürecimiz bizlerin, kitlelerin mücadeleyle tanışmaları, kendilerine güvenmeleri, kendi pratiklerini yaratmaları konusunda bir çok sol muhalif çevreye oranla başarılı olabileceğimizi göstermiştir. Mevcut durumumuzda geç gelişen anarşist-komünist düşüncelerin ve bunların içinde yer alan proleter eğilimi şekillendirmeye çalışan yoldaşların, yapılamamışlara, eksik kalmışlara takılma dönemi oldukça gerilerde kalmış durumdadır. Günümüzün sorunu, her türden burjuva solculuğu arasındaki sınırları politikpratik bir duruşla ayırabilmek ve özgürlükçü örgüt-


lenmeyi yaşadığımız topraklardaki ezilenler için en olumlu ve imkanları en gerçekçi örgütlenme haline getirmektir. Dolayısıyla günümüz koşullarında örgütlü mücadeleden yana olmak ortalamacı bir örgüt anlayışıyla değil, yaşadığımız toprakların sosyo-ekonomik gerçekliği üzerinden mümkündür. Bu coğrafyanın, evveliyatı çok eskilere giden bir isyan tarihi ve yakın zamana denk gelen devrimci bir kalkışma dönemi vardır. Devrimci kalkışma döneminde anarşizmin aktif olarak yer aldığı herhangi bir pratik ise söz konusu değildir. Bu, tam da yukarıda değinmiş olduğumuz şimdiki anarşizmin kısıtlılıklarının ve geç siyasallaşmasının da nedenidir. Yaşadığımız sekiz yıllık geçmişin içerisinde anarşist komünistlerin en önemli eksikliği, yerel olarak geliştirdikleri pratiklerini devrimci bir kollektivizmle yan yana getirebilecek bir federatif yapının nesnel koşullarını oluşturamamış olmalarıdır.

Anarşist Komünist Federasyon’un gerçek bir gündem olarak tartışılabilmesi elbette ki bu federasyonu oluşturacak birimlerin ortak duruşlarını, sınıf eksenli bir mücadele hattında çakıştırmalarıyla mümkün olacaktır. Anarşist Komünist Federasyon’un gerçekliği, bizler için sınıf eksenli mücadele pratiğimizin gerçekliği ile özdeşlik taşımaktadır. Kısacası özgürlükçü federasyonumuzu, anarşistler arasında kurulan sözde yakınlıkların içinde değil, ezilen emekçi sınıfların somut mücadele ve pratik deneyimlerini içinde bulmak ve yaratmak zorundayız Emeğin Özgürlüğü Dergisi’nde, özgürlükçü komünistlerin federasyon gündemi sürekli olarak mevcut olacak ve bu gündemin taraflarını tartışmalarla yaratma çabamız sürecektir

11


KONDUDA DAYANIŞMA

A

VAR!

Bizim varlığımız aslında önemsizdi, küçüktü ama doğruydu Biz bu doğrudan dolayı bir aradaydık. Enver Gökçe

12

narşist-komünist bir grup olarak yaklaşık 8 yıllık bir geçmişe sahibiz. 8 yıl boyunca kendi deneyimlerimizi yaşamaya ve kendi fikrimizi derinleştirmeye çalıştık. Bu 8 yılın ise en önemli işi gecekondu mahallesinde yaptıklarımız oldu. Amacımız ne fikrimize insan devşirmek ne de kendi korunaklı alanımızı yaratmaya çalışmaktı. Sade bir anlatımla; bir kitle örgütü inşa etmeye çalıştık; kendi siyasetini oluşturacak, kendi işini örgütleyebilecek ve halk tarafında sahiplenilecek bir halk örgütü. Şimdi geriye dönüp baktığımızda hem kendi tutumumuzu hem de ortaya koyduğumuz işleri eleştirel bir gözle değerlendirebiliyor ayrıca tüm sorunlarına rağmen değerli olduğunu da anlayabiliyoruz. Emekçi mahallelerinde yapılacak çalışmalar üzerine ahkam kesmek gibi bir hakkımız yok; ayrıca kendi yaptığımız işlerin de en mükemmeli olduğunu iddia edemeyiz. Bu yazının öyle bir amacı yoktur. Yapmaya çalıştığımız kendimizi anlatırken ve başka çalışmaları (bugünkü ve geçmişteki) değerlendirirken kendimizi anlamak olacaktır. Bugün durduğumuz yerden yani kendimizi anlatmakla başlayalım işe. Neydi o dönemki motivasyon; kalkıp bir emekçi mahallesinde bizi çalışmaya taşıyan? Pek çok faktör ol-


makla birlikte en başta sınıf mücadelesinin sürdü- olarak benimsemelerinden hareketle karşı olduğurücüsü ve örgütleyeninin emekçiler olduğu ve yeri- muz sol geleneğe ait. Belirtmek isteriz ki bizler bu ne başka herhangi bir örgüt -parti -organın ikame toprakların yaratmış olduğu mücadele gelenekleriedilemeyeceği fikriydi elbette. ne saygı duyuyor ve sahipleniyoruz. SahiplenmeBu çerçeveden bakınca kendi düşünceleri- diğimiz anlayış ise kendisini emekçi halkın yerine mizi emekçilerle buluşturma çabası bizim için at- koyma ve emekçilerin yaratıcı ve örgütlü gücüne mamız gereken en öneminanmama alışkanlığıdır. li adımdı. Tarih anlatımı, Kondu sıkıntılı mı? Elbette söz en büyük kagenelde her şeyi bir dü- Dairelerden daha sıcak aslında. Isınma derdi az. nıttır. Pek çok yapı kenzen içerisindeymişçesine Kondunun pasağı kiri çok oluyor. Yer de dar. disinin ikameci olmadısanki net ve plana, prog- Dernekle ne zaman tanıştın? ğına ve emekçilere gürama bağlıymış gibi akta- Ortanca kızım bir önceki yerinize gidip geliyordu. vendiklerinden bahsedeO zamanlar sizi tanımıyorduk. Çekiniyorduk biraz. rır. Fakat kolektifin o za- İçinize girince buraya taşınınca arkadaş, komşu cektir fakat çok azı bu şeman içinde netliği ve ora- olduk. kilde eyler. da ne yapacağına dair cidTabii önyargılar Dayanışma diyoruz ya sana ne ifade ediyor, ne di bir programı yoktu. Sa- geliyor aklına? mahalle halkına “biz öydece ana bir fikir vardı; Birkaç kişinin yardım amaçlı birbirine destek leyiz, böyleyiz” demekolması geliyor. Keşke sonuna kadar yürütebilsek… bizler küçük burjuva devle aşılmıyor. Pratik en rimciliği yapmak istemi- Sonuna kadar derken? önemli silah. Önyargılar Yani dernek faaliyetleri hiç bitmese, büyüse. yorduk, proleter bir ha- Dernek denilince herkes altında başka bir şey var, da yargılar da halkla eyrekete ve anarşist düşün- bir yere bağlı zannediyorlar. Ben diyorum, neden leyerek çözülüyor. cenin mutlaka yığınlar öyle diyorsunuz. Bunlar bizim gibi fakir çocuklar, Bizim en büyardımcı olmaya çalışıyorlar, diyorum. içinde benimseneceğine yük dezavantajlarımızinanıyorduk. Evet, temel Mahallenin kadınları ile bir şey yapabilir miyiz? dan biri mahallenin kenBoş kaldığımız zaman derneğe gelsek o işleri noktamız buydu. diliğinden oluşmuş bir yapsak. Örgü, bazlama gibi anlaşıp da bir yere Bölgede az tanıdı- satacağımız. Hem bize katkısı olur hem de derneğe. mücadele geleneği ya da ğı olan ve özellikle mahalmücadele etmek için geÇalışmayı düşünür müsün? le pratiği konusunda de- Dernek olsa çalışırım da, diğerlerine eşim izin rekçe sayılabilecek acilineyimleri zayıf bir grubun vermiyor. Evdeki işleri kim yapacak diyor. Baştan yette bir sorunu1 olmaçalışacaktım temelde. üstelik siyasetinin taşıdığı masıydı. da bir gelenek yoksa temel Her ne kadar 80 hedefi benimsenmek ve mahallede tutunmak ola- öncesinde oldukça politik ve devrimci bir yapının caktır. Tutunmak, zorlu ve emek isteyen bir süreç- örgütlü olduğu bir mahalle olsa da hem darbenin tir. Güvensizliğin, çürümenin olduğu bir toplumda hem de zaman içinde mahallede yaşayanların profikendini anlatmak ve niyetlerinin samimi olduğunu linin değişmesinden gelenek bu döneme taşınamagöstermek epeyce güç. mış. Üstelik çalıştığımız alan Ankara’nın sınıf müDönemin kültürel alışkanlıkları, muhafaza- cadelesinin dinamiklerinin en fazla olduğu bir yer karlaşan bir ortam, emekçi kesimin pek çok parçaya ayrışmış hali… Hepsi birer engel. Fakat önemli bir pay da maalesef zamanında, bizim de sahiplendiğimiz; fakat varoluşlarına otoriteyi bir yöntem 1 - Kentsel dönüşüm gibi ya da iş yeri direnişleri gibi.

13


çünkü Siteler bölgesini2 hemen arka ma- nıma dönüştürmek gerekiyor fakat bununla birlikhalleleri. O mahallede yaşayan insanlar bu atölye- te iş yapabilmek için asgari bir güven zemini de gelerde çalışarak hayatlarını sürdüren insanlar aynı rekiyor. Dolayısıyla ağır ilerleyen bir durumun içizamanda. ne düşülüyor. Fakat bölgedeki sıkıntılar gündelik hayatın Güven kavramına bu kadar değinmemizin içinde sessiz ve derinden gidiyor. Biz bu üstü ör- sebebi yukarıda belirttiğimiz gibi tutunma sürecintük durumu açığa çıkarma gayretindeyiz daha çok. de en belirleyici etmen olması. Fakat ne olursa olBu yüzden yaptığımız işler sınıf eksenli bir çalış- sun mahalle pratiğini güven hatta daha kapsamlı manın etrafından dolanıyor gibi durabilir. Açığa çı- tanımlamak gerekirse halkın bize bakışından harekarma gayreti zaman zaman ketle değerlendirmek dayatmacı olmaya kimi za- Kondu sıkıntılı mı? eksik olur. Sıkıntılıydı hep; ama mutluyduk. man ise iş üretme konusun “Mahalle” dediğida tıkanıklıklara yol açıyor. Dernekle ne zaman tanıştın? miz alan pek çok unAltı buçuk yıl geçti, 2002 2003. Dayatmacı derken kastımız suru karmaşık biçimoraya çalışma yapmak için Dayanışma diyoruz ya sana ne ifade ediyor, ne de içinde barındırmakgiden ve kendine devrimci geliyor aklına? tadır. Yani bir iş yerinNazım’ın sözü geliyor: Yaşamak bir ağaç gibi... diyen insanlar olarak ister deki durum (talepler, istemez kendi doğru bildik- Ne anlatıyor sana bu söz? mücadeleler ve ortak Örgütlü durarak bir şeyleri değiştirebileceğimizin lerimizi, daha önceden te“düşman” bağlamınbilincini... orik olarak kurguladıklarıda) ya da üniversitelermızı hatta bazen şablonları- Mahallenin gençleri ile neler yapabiliriz? de yürütülen bir gençAlan geniş. Yapılacak en kıymetli iş uyuşturucuya mızı uygulamaya soktuğu- karşı mücadeledir. O mahallenin ana sorunu. lik çalışması gibi net muzdur. Pek çok grubun da ve hedefleri baştan belUyuşturucuya karşı nasıl bir çalışma yürütülmeli benzer şekilde davrandığını li olması mümkün degençlerle? gözlemliyoruz ancak anti- İlk çalışma şey olmalı, onun karşısına koyabilecek, ğildir ayrıca seslendiotoriter olmak bu dayatma- ona alternatif olabilecek bir kültür oluşturmalıyız. ği kitle çeşitlilik gösGençlerin neden uyuşturucuya yöneldiğini yı sorgulamaya ve meşrulaş- anlamalıyız. Farklı sosyalleşebilme alanları terir ve ortak paydatırma eğilimleriyle savaşma- yaratmalıyız. Bu alan, işte: Dernek. ları yakalamak oldukya itiyor insanı. ça zordur. Bu yüzden Aslında birbirini bu netliği kazandırmak besleyen süreçler bunlar. İnsanlara güven vermek bizlere yani kendine devrimci diyen insanlara düve aynı zamanda kendi öz güçlerine de güvenmele- şüyor. Bu netlik iki işi bir arada yapmaya bağl: Darini sağlamak için iş örgütlemek ve bunu bir kaza- yanışma ve mücadele. Biz bu bağlamda sözüne ettiğimiz çeşit2 - Ankaralılar bilirler Siteler nadir atölye bölgelerinden biridir. Küçük ve orta büyüklükte pek çok mobilya atölyesi liliğin içinden başta mahalleli gençlerle “dayanışmevcuttur. Emek sömürüsü yoğun, çalışma koşulları ve gü- tık” ve şu anda da buna devam ediyoruz. Hedef; venliği açısından en fazla direniş örgütlenebilecek bir yer- gençleri bu zamanda mahallenin içinde bulundudir. Fakat zorludur çünkü muhafazakar ve milliyetçi tarafı ğu yozlaşmış ortamdan ve özellikle bu mahallegüçlüdür. Atölyelerin bulunduğu yerin arkasında kalan ge- lerde oldukça yaygın olan uyuşturucu, çeteleşme cekondu mahalleleri ise alevi ve sünni olarak ayrışmıştır. gibi gençliğin yıkıcı ve isyankar ruhunu köreltmeyi ve lümpenleştirmeyi amaçlayan egemen ideoloBu işleri daha da zorlaştırmaktadır.

14


jiden koparmak, hem dayanışma hem de sorgulaSonuç Genel olarak diyebiliriz ki; mahalle çama yönlerini açığa çıkarmak. Örgütlü olunca yalışmaları yani yerel örgütlenmeler emekçilerin pılabilecekleri göstermek, o kültürü edinmelerigündelik mücadeleleriyle kesişmemizi sağlayan ni sağlamak. önemli faaliyetlerden biridir. Kısıtlılıkları elbette Tabii bunun yanında gençlerle her kuruvardır; fakat bu kısıtlılıklar genel politik bir zinlan ilişki aslında o ailenin kapısını bizlere aralıcirin (program da diyebiliriz) halkası olduğunda yor; dolayısıyla halkla kurulacak ilişkiyi oturtaşılabilir. Yani mahallede mak açısından da çocuk olmak çok şeydir ama her ve gençlerle çalışmak el- Kondu sıkıntılı mı? şey demek değildir. Başzem. Arkaik de olsa daya- Bazen; ama çok güzel. ta oluşmuş ve karar menışma işine gençlere çeşit- Dernekle ne zaman tanıştın? kanizmaları doğru işleli okul dersleri ve özgür- Hatırlamıyorum. Beş yıl kadar oldu... yen her yerel örgütlenme leştirici pedagojik dene- Dayanışma diyoruz ya sana ne ifade ediyor, ne kendine benzeyen örnekmelerle başlattık. Bugün geliyor aklına? leriyle ilişkilendiği ve hepolitik olarak kazandığı- Beraber bir şeyler yaratıp onu paylaşmak. defleri siyasallaştığı takmız, dayanışma çalışma- Bu güne kadar neler yarattık sence, daha neler dirde güçlü bir odak olasına örgütlenen pek çok yaratabiliriz? caktır. Siyasallaşmak dıGüzel dostluklar yarattık. Emeğin ne demek şarıdan getirilerek, songenç mevcut. olduğunu öğrendik. radan “eklenerek” oluş Gençlerle yapılan Daha neler yapabiliriz? çalışmayı bir noktaya ta- Birlikte olmayı becerip dayanışmayı büyütebiliriz. turulacak bir şey değilşıdığımızı düşünüyoruz; Mahallenin tüm bileşenleriyle ortak bir çalışma dir. Nedense bizler için hep öyle bir varsayım yani halihazırda oturmuş yapabiliriz. bir sistem var. Bundan Neler var aklında? Somut olarak yapılabilecek mevcuttur. Fakat farkındayız ki kendi devrimcisonra yapılması gereken işler? ler örgütümüzün siyaseti Şenlikler, kermesler, kadın çalışması... Mesela burafarklı çalışmaları yapabil- da Siteler var, orada çalışanlara dönük de bir şeyler ile kitle örgütünün siyamek. Yapılanları da daha yapılabilir. setinin arasında hep bir nitelikli hale getirebilaçı olacaktır. (Kimi zamek. Önümüzde hedef olarak bir kadın çalışmamanlarda bu açı o kadar artıyor ki o zaman sınıfsı var. Daha sonra, tabi nesnel koşullara da bağtan bağları kopuk bir yapı haline savrulmak işten lı olarak, siteler işçileri ile işçi çalışması ve bir işçi bile değil.) Bizim amacımız bu açıyı daraltmak. derneği girişimi oluşturmak bir başka önemli heBunu yaparken de kendi çizgimizi kaybedip kitle deflerden. kuyrukçuluğu durumuna düşmemek. DolayısıyYukarıda sıralanan işler dışında, bunun la reformizm ile radikalizmin ince sınır çizgisinde yürüdüğümüz söylenebilir. Fakat her ne olursa gibi örgütlenmeleri çoğaltmak, taleplerinin siyaolsun şiarımız; emekçilerin, özgür ve komünist bir sallaşmasını sağlamak uzun vadede yapmamız gedünya kurmada tek özne olacağıdır. Bizler ancak rekenler arasında. Çalışmalarımıza devam ediyotarihsel miras ve deneyimlerin hafızası ve emekruz. Kendisine hem anti-otoriter hem de komüçi halkın öğrencileri olabiliriz. Yeni dünya, ezinist diyen bir topluluğun en önemli çalışma ayaklenlerin elleriyle eski düzeni yıkarken yaratılacaklarından birinin de emekçi mahalleleri olarak götır. Böyle olmuyorsa devrim daha doğmadan ölrüyoruz. müş demektir.

15


“Herkesin kendi kişisel sorumluluğuna göre hareket etme pratiği, anarşist hareketin saflarında kesinlikle kınanmalı ve reddedilmelidir. Toplumsal ve siyasal yaşam alanları, her şeyden önce, doğası gereği son derece kollektif bir niteliğe sahiptir. Bu alanlardaki toplumsal devrimci faaliyet, tek tek militanların kişisel sorumluluğu ilkesine dayandırılamaz.” “Genel anarşist hareketin yürütme organı, Anarşist Birlik, sorumsuz bireyciliğe karşı kesin bir tavır alarak, kendi saflarına kollektif sorumluluk ilkesini aşılar: Birlik her üyenin devrimci ve siyasal faaliyetinden sorumlu olacaktır; yine her KOLLEKTİF üye bir bütün olarak Birlik’in devrimci ve siyasal faaliyetinden sorumlu olacaktır.”

SORUMLULUK

Sabit ve Sorgulanamaz Kavramlar

Hayat bir mücadeleler bütünüdür. Bu mücadelelerde sergilenecek tutumlar sonuca ulaşmada belirleyicidir. Tutumları belirleyecek olansa yöntemdir. Yöntem sorunu kuşkusuz bir devrimci örgüt için önemli konulardan biridir. Bu yöntem, özgürlükçü örgütün taktik, düşünce ve davranış birliğini sağlamasında kilit rol oynar. Anarşistler için bu söylemler yeni değildir. Ancak taktik, düşünce ve davranış birliğini sağlamış bir devrimciler örgütü sınıflar mücadelesi içinde ayakta kalabilir. Ukrayna’dan İspanya’ya tarih bu gerçeği göstermiştir. Bu yazının niyeti, anarşistlerin devrimciler örgütü için ihtiyaç duyulan yöntemi ve ilkeyi ortaya koyabilmektir.

16

Bu yöntemin nereden besleneceği onu belirleyecektir. Şayet, militanlarının birarada duruşunu yalnız gönüllülük ve benzeri durumlar üzerinden ilkeleştiren bir örgüt kısa ömürlü olacaktır. Ömrü uzadığı takdirde de birleşenleri sürekli değişecektir. Sınıflar mücadelesinde yer alan bir birlik, anarşist olduğu ölçüde elbet devrime yönelecektir. Militanlarının her unsurdan önce gönüllülükleri şarttır. Zaten mücadele içinde gönüllü olmayan bir kişinin tutunması mümkün değildir. Bir başlangıç için şart olan bu gönüllülük tek başına yeterli midir? Eğer anarşistlerin birliği basit bir bireylerin yanyana gelişinden ibaret platform ise, evet. Bu platform tartışmalara zemin oluşturabilir, hoş muhabbetlerin kaynağı olabilir... Sınıflar mücadelesi içindeyse bu platformun sözleri bir kakafoniden öteye gitmeyecektir. Tek tek emekçilerle kurulacak temas için tek tek gönüllü anarşistler yeterlidir. Bir sınıf olarak emekçilerin içinde yer almak için gönüllü platformdan daha ötesine ihtiyaç vardır. Gönüllülük kavramının bir diğer sorunu da sorgulanamazlığıdır. Bir devrimcinin, devrim yolunda ne kadar gönüllü olduğunu ölçen bir alet henüz icat edilmemiştir. Öte yandan böyle bir alet mevcut bulunsa dahi anarşistlerden ziyade faşistlerin işine yarayacaktır. Sorgulanamazlığından ötürü gönüllülük bir ilke olarak ortaya konduğunda tabiyeti, itaati ve kendiliğin imhasını getirir. Mussolini’nin Siyah Gömlekliler’den, Hitler’in Genç Naziler’den ısrarla gönüllülük beklemesi bu yüzdendir. Aynı zamanda, gönüllülük bir anarşisti bir liberalden ya da bir faşistten ayıracak turnusol kağıdı da değildir. Eğer gönüllülük, kişinin içinde bulunduğu bir yapının ilkelerini özümsemesi ve bu doğrultuda ilerledikçe kendini doğru hissetmesi ise ilkelere bağlı her davranış meşru olacaktır.


Bir faşist, Alparsan Türkeş’in Dokuz Işık’ını takip ettiği müddetçe ‘doğru’ davranacaktır. ‘Doğru’dan sapanın hakkının ölüm olması da gayet meşru bir zemine oturacaktır. Unutulmamalıdır ki modern toplumda, gönüllülük ne kadar ilkeleştirilirse kişinin totalitarizm içinde erimesi de o kadar sağlanmış olur.1 Vicdana bırakılan her inisiyatifin sorgulanması zorlaşacaktır. Aynı zamanda vicdan, gönüllülük gibi söcükler ahlak temelli olup varlık bilimsel yönden de idealizme gönderme yapmaktadır. ‘Ahlaklı insan’ tabiri Platon’dan günümüze takip edildiğinde görülür ki ‘bugünün doğru insanı’ olma gayesi taşımıştır. Platon ahlaktan söz ederken herhangi bir mülkiyet reddiyesinde bulunmamıştır. Mülkiyetçi yaşamın reddi her çağda ve her üretim ilişkisinde mevcuttur. Keza, Platon’un çağdaşı sayılabilecek Epikür’ün yaptığı da budur. Günümüzde ise ister dini ister maddi olsun -ki genelde dinidirahlakın derin temelinde yatan özel mülkiyetin kutsallığıdır. Sağduyu ve ahlakın muhafazakarlığı bu temelden kaynaklanmaktadır. Ahlakın kendini bireye duyuran sesi olan vidanın da bu muhafazakarlığı paylaşacağı ortadadır. Modern ahlakın kaynağı özel mülkiyettir. Kutsalve dogmatik kaynaklardan

beslenmeyen anarşistler için vicdan bir yol gösterici olamaz. Gene vicdan, devrimcileri sağduyuyla birarada tutan bir tutkal da değildir.2 İnsanlığın bugüne kadarki tüm özgürlük mücadelelerinin mirasçısı olan bizlerin devrimci yöntemimizde esas alacağımız yine insanlığın bu mücadele tarihidir. Bu nedenledir ki ilkelerimiz ve yöntemimiz dogmatik kutsal değerlere değil; somut ve bu somutluğundan ötürü sorgulanabilir unsurlara dayanacaktır.

����������������������������������������������������������������������� - Burada totalitarizmden kasıt, onun toplumsallığı değildir. O, merkezi ve tüm tebaasını katı ve yalın biçimde devlette temsil eden totalitarizmdir. Bunun örneği Nazi Almanyası’dır.

2 - Bu noktada anarşistelerin emekçilerin içinde çalışmaları için her daim meşru bir zemine oturmaları gerektiğini belirtmeyi uygun buluyoruz.

Sorgulanabilirlik ve Meşruluk Özgürlükçü örgütün özelliklerinden biri yaptığı her işi sorgulanabilir olarak tanımlamasıdır. Bu sorgulama hem kamuya hem bireye dönük halde açıktır. Emekçilere hesabını veremeyeceği her hareketten sakınacak, militanların da ikna yollarını her zaman açık tutacaktır. İkna yollarının açık olması, tartışma sürecinin sürekli olmasıyla mümkündür. Emekçi sınıfın içinde ya da devrimciler birliğinde her dikey örgütlenme bu tartışma sürecini engelleyecektir. Bu vurgu, emekçi sınıfın devrim mücadelesi ve sosyalist partilerin tarihinden aldığımız en önemli derstir. Tartışma sürecinin tıkandığı her an hesap verebilirlik zedelenecek ve otoriter eğilimler güçlenecektir. Özgürlükçü bir örgüt için otoritenin her biçimi başlıca düşmanlardandır. Otoriter bir eylem, her özelliğinden önce kendini sorgulatmayacak, bu yönüyle emekçi sınıfı ve hatta örgütün kendi militanlarını karar alma sürecinden dışlayacaktır. Emekçileri kendi devrimlerine, komünistleri kendi örgütlerine yabancılaştırmak ise devrime yapılabilecek en büyük ihanettir. Otoritenin öncel özelliği uygulamalarının ve kendisinin sorgulanamaz oluşudur. Bu özellik ona mülkiyetten, genellikle de bilgi mülkiyetinden sağlanır. Bürokrasiyi de otoriter kılan onun sahip olduğu paylaşılmaz bilgi mülkiyetidir. Ancak otoriteyi görmek için ille de burjuvaziye bakmak gerekmez. “İşçinin anlayacağı iş değil!” sözünü sendika patronlarına, sosyalistlere söyleten yine bu otoritedir. Peki anarşistlerin devrimci birliğinin yöntemini dogmatik ve otoriter olmaktan alıkoyacak şey nedir? Kuşkusuz ki özgürlükçülüktür. En saf haliyle bu yöntem, özgürlüğü yarının güzel günlerinde değil; tam yaşadığımız şu

17


anda arar. Bu arayışta anarşistelere yardımcı olacak unsur yöntemlerinin bilimseliğidir. Anarşistlerin bu bilimsellikle olan ilişkileri dogmatizmi ve yetkeciliği dışlamalarıyla kurulur. Bizler, sınıflar mücadelesinin uzun soluklu olduğunun farkında olarak vicdanımızdan önce aklımıza önem veririz.3

Otorite ve Toplumsal Sorumluluk Örgütlenmeden önce, her tür toplumsallaşmanın bir baskı içerdiği söylenebilir. Bu durum kısmen de doğrudur. Marksist gelenek, özellikle de Engels, bu doğruluk üzerinden hareket edip otoriteyi meşru görmüştür. Engels’in mecazlamasına göre bir trende seyahat eden yolcular o trende çalışan demiryolcuların iradesine boyun eğerler. Bu gerçeği Bakunin de görmüş ve kunduracının ayakkabı üretme bilgisine boyun eğe-

ceğini söylemiştir. Ancak, uzmanlaşmadan gelen bilgiye boyun eğmek ile egemen sınıfın fikri mülkiyetine boyun eğmek aynı şeyler değildir. Yönetimden gelen otorite, her insan bireysel ve toplu, kendi kaderini çizme hakkına sahip olduğu müddetçe karşısında durulması gereken bir olgudur. Demiryolculara seyahat amaçlı boyun eğmek ile toplumun yönetimindeki egemen sınıf burjuvaziye irade teslim etmek aynı şeyler değildir. Biz komünistler, toplumu okurken burjuvazinin ideolojisinden mümkün oldukça uzak durmalıyız. Toplumsallaşmada baskıyı daim görmek, sömürü biçimlerinin meşrulaşmasına hizmet etmekten başka bir işe yaramayacaktır. Eğer otorite bir durum ise, baskı onun eyleme geçmiş biçimidir. Özgürlükçülükten kaynaklanan anti-otoriterlik, bu yüzden baskıya karşı bir duruşu da kapsar. Biraz daha açarsak, baskı bir irade dayatmasıdır. Yapılması gerekli olanı işaret etmekle kalmaz, ��������������������������������������������������������������������������� - Anarşistlerin bilimselliklerinin ve akılcılıklarının, pozitivizm ve rasyonalizmden farklı olacağı gün gibi ortadadır. Ne var ki bu farkların tasviri bu yazının konusunu aşacağından bir sonraki sayımıza bırakılmıştır.

18

aksi durumları da yasaklar. Baskı altında bulunan kişinin eylemi özünde edilgendir. Emekçi sınıfın tarihinin yazılmamasının sebeplerinden biri de budur. Onlar, tarihi yaratırlar; ama edilgendirler. Eğer tarih etken olanları yazıyorsa elbette otorite sahibi komutanları, devlet başkanlarını, kralları vs. yazacaktır. Peki iş bölümünde baskıyı daim görmenin bir alternatifi var mıdır? Sorumluluk ile baskı birbirini dışladığı noktada, evet, baskının alternatifi kollektif sorumluluktur. İşbölümünün yabancılaştırıcı dahilliği baskı ile kurulurken, özgür bir iş bölümü kollektif sorumluluk ile olanaklıdır. O halde bir toplumun, örneklemi küçültürsek bir örgütün, harcı nedir? Sorumluluk ilkesidir. Sorumluluk, her ne kadar bireysel alana dair bir sözcük vasfında kullanılsa da geniş bir toplumsal göndermeye sahiptir. Sözcüğün köküne indiğimizde ‘sormak’ eylemini buluruz. Bu eylem ‘soran’ ve ‘sorulan’ olarak en az iki kişiyi barındırmakta ve bu haliyle hem işbölümüne hem toplumsallaşmaya gönderme yapmaktadır. Baskı ve otoritenin tek tarafı etken diğer tarafı edilgen kıldığı yabancılaştırıcı noktada, sorumluluk ilkesi gerçek bir özgürleşme aracıdır. Sınıf çelişkilerinin çözümünde örgütlü bir mücadele olmazsa olmazdır. Bu örgütlü mücadelenin mümkünlüğünü sağlayacak olan, vicdan, gönüllülük gibi kişinin “nev-i şahsına münhasır” özellikleri değil, sorumluluk ilkesidir. Bu ilke etrafında akılcılık ve bilimsellik anarşizan anlamlarına kavuşur. Örgütlü bir militan nesnel ölçütlere göre, uzun soluklu sınıf mücadelesinde emekçi sınıfa ve örgütüne sorumlu olarak davranacaktır. +++ Toplumsallığın anahtar sözcüklerinden biri olarak, bireylerin yanyana gelişinde liberallerin kullandığı baskı kavramındansa sorumluluğu önermek sömürü ilişkilerini parçalamanın bir uğrağıdır. Bu nedenle, sorumluluk, örgütlenme ilkelerimizden biridir. Her sorumluluk, tartışılabilir, sorgulanabilir olduğundan, otoritenin karşısında yer alacaktır. Ayrıca, nesnelliğinden ötürü özgürlükçü örgütün yöntemini bilimseleştirmesine katkı sunacaktır. Emek – sermaye çelişkisi içinde günün gerçeklerinden feyz almayan bir mücadele ütopik kalacaktır. Ancak, günün gerçeklerini bilmek ile kabullenmek arasındaki farkta yarının dünyasının tasviri durur. Otorite ve baskıyı meşru gören sosyalist gelenek için ‘devletin sönümlenmesi’ işçi devletinin işidir. Biz anarşist-komünistler içinse devlet, henüz burjuvazinin devletiyken sönümlenmeye başlayacak bir aygıttır.


19


20


21


Özgürlüğün Eksik Eteği:

F

Feminist Mücadele

eminizm ve feminist mücadele kapitalizm ve patriarkanın aşılmasının yöntemleri tartışmasının dışında devrimci mücadele içinde de önemli bir tartışma konusudur. Özgürlükçülüğün ne olduğunun tartışıldığı bu dergide, özgürlükçü mücadele içinde arka sıralara itilmiş feminizm tartışmasının anarşist-komünistler olarak neresindeyiz sorusuna cevaben biz özgürlükçü feministler olarak tüm solu çalkalayan bu soruyu tartışmayı doğru bulduk. Ezilenlerden yana mücadele perspektifine sahip biz anarşistkomünistlerin bütünleşik mücadele anlayışının en önemli bileşenlerinden birisi de feminist mücadele anlayışıdır. Bu bütünleşik mücadele anlayışı çerçevesinde toplumun yozlaşmış ideolojisinden azade ol(a)mayan biz devrimciler için de özgürleşmenin ancak örgütün tüm unsurları için geçerli olduğunda gerçek bir özgürleşme olacağını söylemek kaçınılmazdır. Bu özgürleşme biçimi nasıl ki örgüt içi otoriter yaklaşımları alaşağı etmeyi amaçlıyorsa, erkeğin kadın üzerinde

22

ki tahakkümünü de ortadan kaldıracak farkındalığa ve reflekslere sahip olması gerekir. Bu refleksler farkındalığın oluşmasıyla sabahtan akşama değişemeyeceğinden siyasal-politik araçlara ihtiyaç vardır. Bu araçlar her yapı içerisinde farklı şekillerde formüle edilebileceği gibi en temel biçimi kadınların özerk örgütlenme alanlarını yaratabilmesi olarak tarif edilebilir. Kadın mücadelesinde özerklik anlayışı her türlü otoriter eğilimi korkuttuğu gibi sosyalist ve hatta anarşist örgütlenmeleri de tedirgin etmektedir. Bu vurgu özellikle sosyalist sol yapılara yöneltebileceğimiz temel bir feminist eleştiridir. Çünkü feminizmin savunduğu anlayışı, kendi otoriter yaklaşımlarıyla tasavvur ettikleri “halk” ve ‘’işçi’’ imgesi ile flört edemeyecek kadar hafif meşrep bulurlar. Daha önce bahsi geçen bütünleşik mücadele perspektifi içerisinde düşünüldüğü takdirde, bunun kabaca bir “hareketi bölme” çabası değil mücadele alanlarının genişletilmesi çabası olarak algılanması özgürlükçü bir bakış açısı olacaktır. Bu noktada özerklik talebinin salt üstyapısal-ideolojik ya da bireylere indirge-


sürüklenen

Egemen ideoloji “kadın ı” eksik etek olarak nitelemişse de biz bir yanılsamanın peşinde , güdük özgürleşme anlayışlarından dolayı

eksik etek sizsiniz” diyoruz. bilincine sahip çıkmanın ötesinde bir ‘insanlık’ idealini ön plana çıkarmalıdır. Nasıl ki, sınıflı toplumu ortadan kaldıracak olan proletaryaysa, cinsiyetsiz bir insanlık da kadınların öncülüğünde gerçekleşecektir

kendilerini devrimci olarak adlandıran ancak;

lamak gerekirse, sınıf mücadelesi alanını feminizmden kesin sınırlarla ayrılamayacağı gibi; bunun tam simetrisinde yer aldığını düşündüğümüz sınıf siyasetinin uzağında duran, feminizmi basit bir kadın-erkek savaşı olarak algılayan feminist yapılar bulunmaktadır ve benzer eleştiriler o n l a r için de geçerliliğini korumaktadır. Feminizmin kadınlık üzerine savunusu ve tahayyülü kadının kendi bedenine,

erkeklere “asıl

nebilecek bir mesele değil yapısal bir sorundan kaynaklı olduğunu algılamak devrimci yapılar için önemli bir kırılma noktasıdır. Çünkü kadın mücadelesinin yapısal niteliği içerisinde, sadece sınıf mücadelesi perspektifi değil ama aynı zamanda patriarkal bir mücadele perspektifine de sahip olduğu kabulünü önceler. Bu yapısal nitelikten dolayı kadınlar, her türlü mücadele anlayışında olduğu gibi kadın mücadelesinde de “kadınlar da haklı, onlarda benim kadar eşit” babacanlığına aldanmaz, kendi mücadele alanlarını kendi öz gücüyle yaratır. Kadınlar da ister örgütlü ister değil toplumun bilinç biçimini belirleyen hegemonik söylemin etkisi altındadır. Bu söylem burjuva ve patriarkal bilinç biçiminin yarattığı imgelerin oluşturduğu, her hegemonik yapı gibi tüm hayatı kuşatıcı bir niteliği haizdir. Dolayısıyla bu yoğun ideolojik bombardımandan kaçabilmek, kendini azade tutmak örgütlü kadın ve erkekler için de bir politik mücadele hattı çizmeksizin olanaksızdır. Hegemonik söylemin üzerimize sinen tüm bilinç biçimlerinin ortadan kaldırılması elbette bir devrim ile mümkündür. Ancak özgürlükçü nüansların gelişeceği bir devrim kurgusu içerisinde özgürleşmiş bir örgütlülük feminist farkındalığa sahip olmalıdır. Burada bahsedilmeye çalışılan ve sürekli tekrar edilen “feminist farkındalık” tek başına özgürleşme için elbette bir önkoşul değildir nasıl ki proleter eğilim tek başına bir önkoşul değilse. Bu iki perspektif zannedildiği kadar birbirini dışlayan, önceleyen ya da biri olmadan öbürünün olabileceği birer yol haritası değillerdir. Tam da bu noktada bütünleşik mücadele kavramının tanımlanması önem kazanmaktadır. Bütünleşik mücadele anlayışını bu noktaya kadar bahsedilenlerle bir araya getirdiğimizde, özgürlükçü bir örgütlülük anlayışı çerçevesinde bir araya gelmiş aynı zamanda hem birbiriyle kesişen hem de birbirini kapsayan alanlarda eşgüdümlü, özerk hareket hattı olarak açıklamak doğru olacaktır. Burada ‘hareket hattı’ özellikle seçilmiş bir kavramdır. Çünkü feminist mücadele ve sınıf mücadelelerinin biri olmadan ötekinin var olamayacağı ya da politik ereklerine ulaşmayacakları için ayrı mücadele alanları olarak anılmasının önüne geçebilmek için kullanılması tercih edilmiştir. Otoriter sola dönük eleştirileri yeniden vurgu

23


BER Medyanın, modern toplumlarda “dördüncü güç” olduğuna dair bir sayıltı vardır. Bu sayıltı yasama, yürütme ve yargının medya tarafından denetleneceğini iddia eder. Demokrasinin olmaza olmazı bir konuma yükselen medya bu denetleme görevini halk adına yerine getirir. Bu denetleme göreviyle medya “gerçeklerin aynası” olacaktır. Yirminci yüz yılın başında genel kabul gören bu sayıltı bugüne “dördüncü güç” lafını miras bıraktı. Pek çok ana akım yorumcunun ağzına pelesenk olan tabiri yakından incelediğimizde medyanın gerçekten de bir güç olduğunu; ancak dördüncü, beşinci gibi bir rakam veremeyeceğimizi görürüz. Medya, kendisinin halkın denetim organı olduğunu kabul ettirmişti; ancak kendisinin halkın denetiminde olmadığının fark edilmesi onun tarafsızlığının da sorgulanmasını gerektirmiştir. Kapitalist üretim ilişkileri içinde bir kurum olarak yer alan medya aynı zamanda bir sermayedir. Bir sermaye temilcisi olarak medya “dördüncü güç” iddiasını taşıyacaktır. Bu iddia ona devletten bir bağımsızlık sağlayacağı gibi sermayenin iç çelişkilerinde de siyasal bir araç olarak işine yarayacaktır. Kendisine siyasi bir müdahale gerçekleştiğinde de hemen “basın özgürlüğü” argümanına sarılacaktır. Ancak bu özgürlük, sermayenin temsiliyet özgürlüğünden ibarettir.1

�������������������������������������������������������������������� - Bu “basın özgürlüğü”ün Doğan Grubu’na kesilen vergi cezası sonrasında tüm “ilkeli” gazeteciler tafarından savunulması bu yüzdendir. Aynı “ilkeli” gazeteciler Turkuaz Grubu’nda yaşanan grev sürecinde bu özgürlüğü hatırlamkta çok zorlandılar.

24

Taraf Gazetesinin Oturduğu Kulvar

A

na akım medya siyasi liberalizmden beslenir. Liberalizmin Türkiye’de gelişim seyrini takip edersek hep sağda durduğunu görürüz. Bu sağ liberalizm ekonomik söyleminde serbest piyasayı desteklerken politik tavrıyla hep devletin yanında yer almıştır. Özellikle 90’larda özelleştirmeleri sonuna kadar savunmuş, devletin küçülmesi gerektiğinin propogandasını yapmıştır. Medya da bu duruma paralel olarak bu propogandanın yanında devlete ve onun kurumlarına dair herhangi bir eleştiride bulunmaktan sakınmış; tersine methiyeler düzmüştür. Bu gelişim seyrini belirleyen kuşkusuz ki Türkiye burjuvazisinin öznel gelişim süreci olmuştur. Burjuvazinin devlet ile kurduğu ilişki 1980 tarihine kadar vesayeti barındımıştır. 24 Ocak kararlarının uygulanması ile bir eşiği atlayan burjuvazinin devlete ideolojik teslimiyetinin de atlanması için yirmi yılı aşkın zaman geçmesi gerekmiştir.


İşte Taraf gazetesinin yarattığı tantananın altında bu geçmiş yatmaktadır. İlk defa bir gazete hem ana akım içinde yer almış hem de bugüne değin ana akım medyanın aksi istikametine gitmiştir. Böyle bir aksine sedanın neden Türkiye tarihinin diğer anlarında değil de 2000 sonrasında mümkün olduğunu sorduğumuzda AKP iktidarını görürüz. Avrupa Birliği sürecini iktidarının başlarında yaşayan AKP, Türkiye burjuvazisinin tarihsel bir anına uğradı. Burjuvazinin sınıf içi mücadelesinin yarattığı görece özgürlük ortamında Taraf gazetesi kendisine yayın yapacak alan açabildi. Bu açılan alanın “ordu vesayetine son!” sloganı etrafında şekillenişi de kuşkusuz kökenini yine tarihte bulmaktadır. Burjuvazinin devlet vesayeti altında palazlanmasının ideolojik yansıması ordu oldu. Ordu, özellikle Soğuk Savaş koşulları altında sermayenin varlığının yegane güvencesi olarak kendini belli etti. 90’lı yıllar burjuvazinin iktisadi vesayetten kurtulduğu yıllardı. Bu yıllarda da medya çeşitli girişimlerde bulundu. Yeni Yüz Yıl, ardından Yeni Bin Yıl ve nihayet Radikal gazeteleri bu girişimlerin sonucuydu. Ancak gerçek bir liberal söylem için burjuvazinin vesayet ile ideojik olarak da hesaplaşması gerekiyordu ki bu AKP hükümeti döneminde gerçekleşti. Taraf’ın kendisine açık bulduğu bu alanın sınırları yine liberalizmce çizilmiştir. Bu çizginin içinde yer almaktan rahatsızlık duymayan Taraf’ın Ergenekon sürecindeki seyri bu durumu pekiştirmiştir1. Ana akımın dışında yer alan sol medyayı kendi çizgisine davet etmiş; ancak olumlu cevap alamamıştır. İçinden geçtiğimiz burjuvazinin iç mücadelesi sürecinde Taraf gazetesi ile Zaman gazetesinin çizgilerinin birbirine yaklaşması bu çerçevede anlamlıdır. Sol’da aradığı ittifakı bulamayan Taraf, muhafazakar liberalizm ile yan yana durmak zorunda kalmıştır. Gazeteye sonradan katılan köşe yazarlarının ideolojile1 - Ergenekon Dava’sını Taraf Gazetesi’nin, “ordu vesayetinden kurtulup gerçek bir demokrasi yolunun adımları” olarak yorumlamasının altında burjuvazinin vesayet ile hesaplaşması yatmaktadır.

ri bu yanaşmanın somut ifadesidir.

Önemsiz Bilgilerin Yer Aldığı Ekonomi Sayfaları Bir gazete olarak Taraf’ı incelediğimizde siyasi argümanlarının ön plana çıktığı görülmektedir. Özellikle orduya yönelik hazırlanan haberler gazetenin ayırt edici özelliği gibi durmaktadır. Unutulmaması gereken bir gazetenin rengini sadece politik söylemleri ile anlamamızın mümkün olmayacağıdır. Keza Taraf orduya yönelik hazırlardığı haberlerde yalnız değildir. Vakit gazetesi henüz ortalarda Taraf yokken dahi orduya yönelik benzer içerikli haberler yayınlamış; ancak kimse Vakit gazetesinin özgürlükçü olduğundan bahsetmemiştir.

Gazetelerin genelde önemsenmeyen ekonomi sayfalarını ön palana çıkartırsak Taraf’ın rengi de belli olacaktır. Bu ekonomi sayfalarında Taraf gazetesinin liberalizmin tarafında yer aldığı açıkça görülmektedir. Toplumsal ve sendikal mücadelelerin esamesinin okunmadığı bu sayfalar sermayenin sözcülüğünü yapmaktadır. Politika sayfaları ile ekonomi sayfaları arasında yer alan bu derin çelişki ile Taraf gazetesini olsa olsa sol liberalizm kategorisne sokabiliriz. Gazetenin solculuğu politik söylemlerinden liberalliği de iktisadi söylemlerinden gelmektedir.

25


Ekonomi sayfalarını önemsememizin sebebi bizzat yeni klasik iktisadın sayıltılarından kaynaklanmaktadır. Siyaset ile iktisadın kesinlikle ayrılması gerektiğini iddia etmiş olan bu iktisat anlayışı gereği bir gazetenin ekonomi sayfalarının politika sayfalarıyla bağlantısının olmaması gerekir. İşte tam da bu durum Taraf’ı elevermektedir. Bir yandan gazetenin köşe yazarları toplumsal mücadeleleri önemsemektedir. Diğer yandan da gazetenin ekonomi sayfası İstanbul’da uzun süre toplumsal muhalefetle cebelleşmiş bir gökdelen otelin hakkında övücü ve onun “bilmem ne listesinde yer alan ilk Türk oteli olduğu”na dair haberler yapabilmiştir. Daha önemli bir nokta bu ekonomi sayfalarında emekten yana haberlerin kıtlığıdır. Sermayenin sınıf mücadelesinin görünmez kalması yönünde verdiği mücadeleye Taraf açıktan destek olmaktadır. Ana akım ekonomi sayfaları neyse Taraf’ın da ekonomi sayfaları “otomobil sayfaları”yla, reklamhaberleriyle, ajanslardan derlenmiş metinlerle, bilmem ne şirketinin bilmem ne yatırımlarının haberleriyle vs. odur.2

Özgürlük Sanrısı Sınıflar mücadelesinin içinde bulunduğu durum itibariyle burjuvazi Taraf’a olur vermektedir. Sadece olur verme değil; aslında Taraf burjuvazinin ideal tablosunu sunmaktadır: Serbest piyasanın ihtiyaç duyduğu serbest kürsü. Bu serbest kürsüden kürsüyü yıkmak istemeyen herkes istediğini söyleyebilecektir. Yeter ki kürsünüzün değerini bilin... Emekçi sınıfın durumuna baktığımızda ise – ki bu bizi daha çok ilgilendirir - Taraf’ın varoluş durumu çok daha yalın biçimde görülebilir. 1980’den iti-

2 - Bu noktada ana akım dışında sol medyayı neyin sol

yaptığını sorarsak yine ekonomi sayfalarını görürüz. Ulusal gazeteler olan Evrensel ve Birgün gazetelerinin ekonomi sayfaları ile Taraf’ın ekonomi sayfalarının k ı yaslanması iki siyasal duruş arasındaki farkı da ele verecektir.

26

baren on yıllık dönemler içerisinde kuvvetlenen işçi sınıfı yine de siyasal arenada dövüşecek gücünü toparlayamamıştır. Emekçiler yıllardır üretim alanl a r ı n ı n dar sınırları içine devinip durmaktadır. Sendikaların sarılığı bu devinimi daim kılmakta, kazanımları üretim alanıyla sınırlı tutmak için çabalamaktadır. Aslında son yirmi yıl, emekçilerin eline siyasal silahların verilmemesi çabasıyla geçmiştir. Hal böyle olunca kamuya dönük tartışmalarda emekçilerin ismi unutulmuş ve alanda başka aktörler boy göstermiştir. Bu duruma solun içinde bulunduğu vaziyet de eklenince tabiri caizse “meydan Taraf’a kalmıştır.” Satış rakamları da durumu anlatmaktadır. Taraf ortalama 50 bin satarak sol medyanın yaklaşık beş katı okunmaktadır. Bu okur kitlenin de hatırı sayılır bölümünün sol düşünen insanlar olduğunu tahmin edersek şunu söyleyebiliriz: Sol siyaset üretememekte, başka bir siyasete yedeklenmetedir. Bu kısırlık liberallerin iddia ettiği şekilde solun “çağdışı kalmış olması” gibi anlamsız iddialarla açıklanamaz. Elbette toplumsal mücadele bir akış halindeyse kuvvetli hareket, diğer hareketleri de kendine yedekleyecektir. Sol liberalizm, kuvvetli olduğu müddetçe solu kendisine çekecektir.....


Ancak mesele böylesine basit fizik kurallarını andıran formüllerle açıklanamaz. Sorun çağımızda esen rüzgardan değil; solun kendisinden kaynaklanmaktadır. Taraf’ın kendisine bulduğu alan, solun sistem içi uzlaşmaya dair yapısal yatkınlığından beslenmektedir. Merkezi siyaset yapma alışkanlığı, merkezin çizdiği sınırların içinde hareket etmeyi de gerektir. Bu sınırlar da nihayet burjuvazi tarafından belirlenir. Bizim gayemiz ise emekçi sınıfın barındırdığı potansiyele dayanarak bugünün siyasetini ve yarının dünyasını kurmaktır.

27


“Bir

gevşeme, vazgeçme dönemindeyiz… Zamanın renginden söz ediyorum…”

Kuşkusuz Lyotard’ın postmodern nedir sorusuna cevap verirken bu şekilde başlamasında şaşılacak bir şey yoktu; çünkü tam da bu “gevşeme”ydi metninde anlatmak istediği. Şimdi biz de böyle başlıyoruz yazımıza; Bir gevşeme, vazgeçme dönemindeyiz. Zamanın renginden söz ediyoruz. Vazgeçtiğimiz özgürlüğümüz ve insanlığımız zamanın rengi ise

“ bulanık ” .

Postmodernleştiği iddia edilen bir dünyada yaşıyoruz. Her yer ve her anda sürekli bir imge ve bir söylemle karşılaşıyoruz. Anlık karşılaşmalar bunlar; fakat hepsi bir araya gelince karmaşanın içine düşmemek imkansız. Eteklerimizi çekiştiriyor hepsi. Bir o tarafa bir bu tarafa bakıyoruz aklımız karışıyor. Postmodern dünyanın rengi işte böyle

“bulanık”.

Bu karmaşanın içinden çıkmak ise zor; belki de tek yolu postmodernistlerin bizi eleştirdikleri yerden yani indirgeyerek ve şeylerin “arkasındaki gizli olanı açıkça göstermenin ötesine geçerek” yapılabilir. Bize

savaş açılan yerden savaşımızı sürdürüyoruz.

Evet biz şeylerin ardındaki gerçekleri arıyoruz. Çünkü dünyayı hala o gerçekler belirliyor. O gerçekler her zamankinden daha acımasız ve etkileri her zamankinden daha derin.

28


“Tarihsel Bir Durum Olarak Postmodernite” Postmodernizmi bir bütün olarak ele almak –ki eminiz onları çok kızdıracaktır- özünde siyasi bir tutumdur çünkü postmodernizmi tarihsel bir durum olarak görmek ve bir kökeni, dönemi ve oluşma nedenleri olduğunu ifşa etmektir. Nitekim hiçbir düşünce zamansız ve uzamsız değildir. Postmodern düşüncenin izini sürmek için geçmişin siyasal ve politik tarzına ve söz konusu tarzın bugüne taşınan özelliklerine (emperyalizm ve karşı mücadeleler bağlamında) bununla paralel olarak kapitalizmin geldiği son aşamaya (esnek ve el koyarak birikim biçimleri) bakmak gerekir. Postmodern düşüncenin bir burjuva aldatmacası olduğunu söyleyip sıyrılmak işin kolayına kaçmak olur. Neden bu noktaya geldiğini sormak ve gelinen noktada da neye hizmet ettiğini teşhir etmek gereklidir. Postmodernizm terimi 1960’larda ABD sanat çevrelerinde ortaya çıkmıştır. Sonrasında ise Avrupalı kuramcılar tarafından ele alınmıştır. Yani asıl kökeni “entelektüel camiadır.” D.Harvey terimle ilk karşılaşmasını hatırlamaya çalışırken diğer “izm” ler gibi iç tutarsızlığının yükü altında çöküp gideceğini ya da moda haline gelmiş diğer yeni fikirler gibi çekiciliğini kaybedeceğini düşünmüş olduğunu itiraf eder. Fakat postmodernizmin başına ne diğer izmlerin ne de yeni fikirlerin başına gelen gelmiştir. Tarihin bir cilvesidir ki kapitalist emperyalizmin çok özel bir ‘anı’ ile çakışmıştır ve “yarattığı yaygara azalmak bir yana zamanla yükselip durmuştur”. İşte bizim izini sürmeye çalıştığımız o ‘an’ dır.

29


“Yüzeysel Görünümlerde Beliren Bazı Değişiklikler” 20. yy ikinci yarısına tekabül eden ve bugüne uzanan tarihlerde ekonomi ve siyaset sahnesinde ilginç süreçler yaşandı. Soğuk Savaş, Vietnam, Cezayir, Küba bağımsızlık mücadelesi, Kültür devrimi, Sovyetler’in dağılışı, tek kutuplu dünya, ABD hegemonyası, yeni emperyalizm ve kapitalizmin esnek biçimleri… 2. Dünya Savaşı’nın ardından sınıf mücadelesinin klasik tarzının ekseninin kaydığını ve yerini özgün deneyimlere bıraktığını söyleyebiliriz. Çin Halk Cumhuriyeti 1949’da ilan edildiğinde bundan sonra gelecek mücadelelere ilham kaynağı olacağının da sinyallerini vermişti; ilk aşamada emperyalizme karşı savaş kazanılmıştı sonrasında sosyalist devrimin gereklilikleri yerine getirilebilirdi. 1950’lerden sonra dönemi belirleyen, az gelişmiş üçüncü dünya ülkelerindeki işte bu halk devriminin etkilediği bölgelerde emperyalizme karşı mücadele, geri kalanın kapitalizme eklemlenmeye zorlanması ve sonuçlarıdır. Avrupa’da başta olmak üzere sol entelektüel dünyayı etkileyen bu pratikler bir de Sovyetler Birliği’nin komünist dünya ve devrim fikrinin içini boşaltmasıyla var olan bilindik ve yerleşik mücadele anlayışlarını, dünyayı açıklama biçimlerini tüm sol-sosyalist arenada sorgulanmasına neden olmuştur. Sonucunda; bir kısım entelektüeller süregelen altyapı merkezli açıklamaların yetersizliğine işaret etmiş ve ideoloji-devletkültür gibi üstyapı kategorisinde değerlendirilen ikincil kavramlara yönelmişlerdir. Bu eğilim özünde marksizmin derinleştirilmesi ve eksik bıraktığı noktaların tamamlanması projesidir.

1


Fakat geri kalanlarda ise 1968 Prag Baharı ile birlikte sol değerlerden ciddi bir kopuş yaşanmıştır ve bu kopuş tüm üst-dil – üst-anlatı - üst-teorilere nefrete dönüşmüştür. Bu durum sistem karşıtı mücadeleler için bir dönüm noktasıdır artık. Çünkü klasik solun ideolojik düzeyde yenilgisi ilan edilmiştir. Yerine “yeni sol” tüm canlılığı ve heyecanıyla “ilerici değişimin aracı olarak proletaryaya ve bir tahlil tarzı olarak tarihsel materyalizme” inancını terk ederek yükselmiştir. 1989 yılında duvar yıkılırken şenlik havasının ardına gizlenmiş umutsuzluk ve geleceğe dair belirsizlik 1968’de yarım bırakılmış halet-i ruhiyenin devamı gibidir. Umutsuzluk halinin süreklileşmesi ise bir tek nedene, üretim biçimlerinde yaşanan değişmelere bağlanabilir. Kapitalizmin aşırı birikim sorunlarını çözmek için bulduğu yollar emekçi sınıfın bugüne kadarki kazanımlarını aynı vahşi kapitalizm dönemindeki gibi el koyarak budamak, üretimi esnekleştirerek emeği zamana ve mekana saçmak ve örgütlülüğünü dağıtmak olmuştur. Postmodernizm ideolojisinin kendine alan bulabildiği maddi koşullar kapitalizmin son evresindeki tam da bu esnek, post-fordist koşullardır. Postmodernizm bir yandan içinden çıktığı bu maddi koşulları fetişleştirirken bir yandan da ideolojik ve kültürel alanda meşrulaştırır; örgütsüzlük, bireysellik, saçılma fikrini yeniden ve yeniden üretir. Her metninin altında aynı soruya; “çıkarları ortak ve insanlığın kurtuluşunda yegane devrimci sınıf olan proletaryadan artık bahsedilebilir mi?” sorusuna gönderme yapar. Garip olan şudur ki; bu soru gerçek anlamda proleterleşmenin tarihte olmadığı kadar niteliksel ve niceliksel arttığı bir dönemde sorulmaktadır. Böyle bir soruyu sormak ya gerçek bir saflığın ya da gerçek bir ikiyüzlülüğün ürünü olabilir ancak. Söylemin gücü acaba gerçekten burada mı gizlidir? Bizler ışıklı yanıp sönen sözlere kanan küçük çocuklar mıyız? “Başka bir dünya”ya dair umutlarımız bu sahte sözlerle bizlerden çalınırken gerçekten susacak mıyız? Yoksa teori ve pratiğimizle zaten postmodernlerin sorunun kendisinin içinde yanıtladıkları soruya gerçek bir cevap mı vereceğiz? Bizlerin tercihi ikincisidir ve tüm çaba da bunun içindir.

2


DÜnyayı Efsunlamak “Yıkıcı edim, yaratıcı edimdir.” diyor Bakunin, yaratma sürecinin toplumsal sıçramaların dönüştürücü etkisiyle koparılamaz bağını ortaya koyarak. Elbette burada ortaya koyulan salt eylem övgüsü değildir. Yaşam pratiklerimizi nasıl politik olandan dışlayamıyorsak yaratıcı faaliyetleri de siyasetten ayıramayız. Sanatın genel liberal kanıya göre yorumlandığı şekliyle, bireyin kendi sosyo-psikolojik durumuna dair çelişkilerini çözmeye yönelik bir aktivite olduğu iddiası, yaşamı yeniden örgütlemeye dair çabayla birleşmeyen sanatın kişiye “kendi” olarak tabir edilen dar bir alan çizdiği ve oraya hapsettiği ortaya çıkmaktadır. Bireyleri bu şekilde kıskaca alan sanat anlayışı, günümüzde kendisini de hayattan ayırmış ve güvenlik görevlilerince korunan, yüksek meblağlar verilerek girilebilen sergi salonlarına ve müzelere taşıyarak sterilize etmiştir. Liberal sanat anlayışı bir anlamda kendi bürokrasisini de isin m İy yaratmaktadır. Örneğin yazın alanında eser ortaya koymaya çalışan M a d e iğin? sin, yeni yazarların kabul görmesi, piyasa koşullarında “başarılı” olan k iy i r ıyor iy il z, ı d a l ya sanat bürokratlarının onu onaylamasından ve desteklemesinden A n ama ne ye ın al geçmektedir. Yani sterilizasyon, fiziki koşulların dışında düşün A m a i m s e s a t r ı m d a k ı Seni şen yıld dünyasında da gerçekleşmektedir. Eserlerin var olanı yeniden dü . e z v a ik E üretmesi gerekliliğini öne süren bu yozlaşma, sadece biçimalınm n ded Satın ık dediği ? sel değişimlere izin verirken aşkınlaşmanın önünü tıkamakta d e Anla ediğin n ve bu aşkınlaşma çabası içerisinde bulunan yaratım süreçlerini d a Am lisin, “mütevazı” çabalar olarak görerek, ailenin küçük çocuğunun k Yü r e k a r ş ı ? yaramazlıklarına duyulan sevecenlik benzeri bir yaklaşımla Kime sın, başını okşamakta ve kendisine angaje ederek değersizleştirmeye ını, lı Akıl kime? çıkar i d çalışmaktadır. Özgürlüğü yaşama biçimi olarak gören uzlaşmaz n e ? rı Ya r a m e z s i n k k i m i n k i , çabaları ise ezmeye çalışmakta ve tarihin belirli bir anında bu t n e i z ğ k i o ya Gö ö z ett iyecek y çabaları silahsızlaştırarak geri çağırmaktadır. Çünkü bireyci g , i k d a Pe temellere dayanan bu sanat anlayışı kendi tıkanıklığını aşabilmek luğun er? Dost rın kiml a için, uzlaşmaz sanatın ön açıcılığına ihtiyaç duymaktadır. l Dost . inle: Alternatif oluşturduğu iddiasıyla ortaya çıkarak genel paraiyi d en bizim dibine i z i b s i n digma doğrultusunda hareket eden “iyi niyetli”* bazı çevreler, n ı d ı ar ar Şim anımızs r duv i yönün v i b aslında kültürü sarsmaya değil sürdürmeye yönelik çalışma m i ş sen Dü ü iy arın r sür ceğiz yapmaktadırlar. Kültürü sarsmak gereklidir ve sanat uzlaşmaz Dike adem bi yi bir duv m i olmalıdır. Uzlaşmaz olmanın gereklerinden en önemlisi kendini Ama eğiz seni c e ifade etme biçimlerini toplumsal gerçekliğin çelişkileriyle birlikk Di çıkan e seni te şekillendirebilmekten geçer. Sanatı hayattan koparmak, onu dibin eklerden urac ağız f v sanat olmaktan çıkarmaktır. Geriye içi boş imgeler, sözcükler, sesİyi tü rşunlar la ğiz ce u ler yığını bırakmaktır. Bizler, bu yığını elimizin tersiyle itiyoruz. İyi k da göme a Direnişin kendisini bir sanat pratiği olarak görüyoruz. Zira sanat, S onr kürekle ir insanın bulunduğu her alandadır. Sadece kentlerin kurtarılmış İyi b toprağa. ir bölgelerinde ya da aydınların tekelinde değildir. Bizi içine çekmİyi b recht eye çalışan girdabın farkında olmak, iyi niyetli olmaktan fazlasını olt B t r e B gerektirmektedir. Dünyayı efsunlamak sanatın yıkıcılığının yani direnişin elindedir. Kendi gerçekliğimizi dayatmalı ve yaratıcı dürtünün tüm olanaklarını bunun için kullanmalıyız.

32



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.