Kurtuluş Gazete Say-3

Page 1

Kadınlar alanlardaydı: Yaşasın 8 Mart, yaşasın kadın dayanışması İstanbul'da düzenlenen 8 Mart mitingi katılım ve coşku açısından dikkat çekiciydi. Kadıköy'de '8 Mart Dünya Kadınlar Günü' mitinginde 'Kimsenin namusu olmayacağız', 'Yaşasın 8 Mart'ı yaratanlar', 'Kürdistan'da kadınlar yalnız değildir', 'Jin jiyan azadi', 'Erkek taciz ediyor, devlet göz yumuyor, kadın burada meydan okuyor', 'Savaşı kadınlar bitirecek', sloganları atıldı. Kadınlar, 'Savaşa, şiddete, kimliksizliği, sömürüye ve

kadın katliamlarına son sözümüz artık yeter', 'Cinsel tacize hayır', 'Utanma haykır, örtme teşhir et' ve 'Saçım süpürge, eteğim eksik, bedenim senin değil' yazılı pankart ve dövizler taşıdı. Mitingde Lotus Kültür Merkezi bir müzik dinletisi verdi.

Ankara'da 8 Mart mitingi 8 Mart Dünya Kadınlar Günü

dolayısıyla Ankara Kadın platformu, “Savaşa, Yoksulluğa, Gss` Ye, Erkek Egemenliğine, Şiddete Karşı Eşitlik, Özgürlük, Adalet, Kardeşlik, Barış İçin Sağlık, Eğitim Hakkı Ve Sosyal Güvence İçin Her Mahalleye, İşyerine Ücretsiz Kreş İçin Kadın S ı ğ ı n m a E v l e r i Ve D a n ı ş m a Merkezleri İçin 8 Mart Cumartesi günü Ankara'da ortak bir miting gerçekleştirdi. Mitingin ana pankartı “Savaşa, Şiddete, Erkek

KURTULUS BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ ve EZİLEN HALKLARI BİRLEŞİN!

15 günlük siyasi gazete

SAYI

03 9 Mart Fiyatı 1 YTL

Egemenliğine, SSGSS'ye Yoksulluğa Son” Yaşasın Kadın Dayanışması 8 Mart Kadın Platformuydu. 8 Mart Kadın Platformu adıyla örgütlenen mitinge Kurtuluşçu Kadınlar, Kırkörük, Ankara'lı feministler, Ankara Kadın Dayanışma Vakfı, EKD Koas GL, EMEP'li SDP'li, ÖDP'li, DTP'li Halkevci kadınlar, KESK'li, DİSK'li, ATO, TMMOB'lu, Tüm İGD'li, Pembe Hayattan kadınlar katılım sağladı.

Mahir Sayın’ın genişletilmiş ikinci baskısıyla

9

SOSYALİST DEMOKRASİ kitabı çok yakında

. . . r o y ı k Çı

Oligarşinin krizi “zaten çıkacaktık” Oligarşinin kara harekâtının bitirilmesine ilişkin “zaten çıkacaktık” lafları etmesi Nasrettin Hoca'nın eşekten düştükten sonra zaten inecektim demesine benzemektedir İran seferi isteniyor

Yaşamda Demokrasi dayanışmaya çağırdı

Türk uçaklarının aklına estikçe özerk Kürdistan topraklarını bombardıman etmesi Barzani'yi ve PKK' yi ciddi biçimde rahatsız etti. Tam bu dönemde Talabani'nin İran'la yapılmış olan Cezayir anlaşmasını tanımayabileceğini açıklaması ise bu gerginlik içinde ancak bir tek türlü yorumlanabilir: İran'a bir sefer hazırlığı var.

Bir aylık süreyle yayını durdurulan Yaşamda Demokrasi Gazetesi'nin İmtiyaz Sahibi Hüseyin Bektaş, başta RSF, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ve Çağdaş Gazeteciler Cemiyeti olmak üzere, ulusal ve uluslararası basın kuruluşlarını sansüre karşı tepki göstermeye çağırdı. 15 Aralık 2007 tarihinde yayın hayatına başlayan Yaşamda Demokrasi Gazetesi'nin yayını, dün İstanbul 9'uncu Ağır Ceza Mahkemesi tarafından bir ay süreyle durduruldu.

Çıkın bakalım Irak’tan 90'lı yıllarda Barzani ve Talabani, TC'nin izin vermediği hiçbir işe girişmeyen, PKK'ye karşı TC ile işbirliği yapmak zorunda olan güçlere oldular. TC, PKK militanlarını temizliyorum diyerek kara harekatı düzenlerken yine bu günlere dönmenin hesabını yapıyordu ki birden uyarıldı. ABD, “ne oluyor? Çıkın bakalım oradan!” deyiverdi. Besbelli ki, verilen izinler hep bir şeyin karşılığı idi.

Akan kan dursun! Kürt halkının iradesi şiddet yoluyla engellenemez. Olağanüstü teknik donanımla yapılan kara operasyonu da dahil PKK’nin şiddet yoluyla tasfiye olmayacağı bir kez daha görülmüştür. Operasyonlar yalnızca akan kanın artmasına, iki halk arasındaki barış umutlarının azalmasına neden olmaktadır. Ancak işçi sınıfının, emekçilerin güçlü bir muhalefeti bu >> Sayfa 5 durumu değiştirebilir.

ABD’nin İran planı, “Irak” mı? >> Sayfa 5

TSK güneyi istila etmek mi istedi? Tarihte bir askeri harekatın ardından bu kadar çok sahteliğin ortaya çıktığına tanık olunmuş mudur? Her şey ne kadar yapmacık! Tüm duruşlar ne kadar sahte! Ne kadar vıcık vıcık olmuş kişilikler. Mahir Sayın’ın yazısı >> Sayfa 5

Kıbrıs'ta yeni dönem mi? Kökleri 1926'ya kadar uzanan sosyalist bir geleneğin devamı olan AKEL, sahip olduğu önemli miktardaki halk desteğine rağmen önceki seçimlerde Cumhurbaşkanlığına asla aday göstermeyip hemen her seçimde sağdan bir adaya (genellikle EOKA'cı) açık destek vermiştir. AKEL Politbürosu ciddi bir stratejik değişikliğe gitti. R. Yektaoğlu’nun yazısı >> Sayfa 2

Erdem yoldaşımızı sonsuzluğa uğurladık

Erdem Keçer ölümsüzdür! Ağır işkenceler, uzun cezaevi yılları ve verilen idam cezasının ardından “nerede kalmıştık” diyen az sayıda proletarya sosyalistinden biriydi Erdem yoldaş. Yaşamına uygun olarak Kurtuluş bayrağına sarıldı yoldaşımız. Silah sesleri ve sloganlarla sahip çıktı 1500 yürek, Erdem Keçer'e… Antalya Devlet Hastanesi önünde bir araya gelindi önce. “Ne Geçmiş Tükendi, Ne

Yarınlar/Kurtuluş” pankartı açılarak beklenmeye başlandı. M. Kemal Kaçaroğlu ve Mustafa Kahya'nın omuzlarında çıkartıldı hastaneden, o çok sevdiği Manavgat'a, Kızılot'a doğru… Hüzünlü bir kalabalık, Kurtuluş bayrağına sarılı olarak görüldüğünde alkışlarla karşıladılar Erdem Keçer'i. Sonra Manavgat'a, Kızılot'a doğru yola çıkıldı.

>> Sayfa 2

Tuzla’da ölmemek istediğine gözaltı saldırısı 27 Şubat Çarşamba günü Tuzla'da sendikalarca işçi ölümleri nedeniyle başlatılan grevin ilk saatlerinde polis işçilere saldırdı. 86 kişi gözaltına alındı. Tuzla tersanelerinde işçiler greve başladı. Yaklaşık beş bin işçinin tersane yolunu kapattığı eyleme müdahale eden devletin kolluk güçleri Limter-İş yöneticileri Cem Dinç ve Kamber Saygılı dahil 86 işçi ve sendikacıyı grevin ilk gününde yaka paça gözaltına aldı. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik ise, sorunu çözmek için çalışmalara başladıklarını belirtti. >> Sayfa 3

SAYFA 01

Ya sınıf temelli bir çıkış Ya emperyalist statüko Bu hareketin amacı kendi açılarından Kürt sorununu çözmek değil. Zira yaklaşımları 1920'lerki, 1930'lardakinden farklı değil. Sorunu hâlâ bir 'zabıta sorunu' olarak görüyorlar. Zaten bu tür operasyonlarla çözülecek bir sorun da değil. O zaman neden böyle bir şeye giriştiler? Bence operasyon, iç kamuoyunu 'rahatlatmak', işte bakın derslerini verdik demek için yapıldı. >> Sayfa 4

ABD’nin İran planı “Irak” mı? ABD'nin gerek Irak'ta saplandığı bataklıktan çıkabilmek gerekse de bu çıkışın toptan bir krize dönüşmesini engelleyebilmek açısından İran'a karşı da aynı yöntemi izlemek zorunluluğunda olduğu bir gerçek. >> Sayfa 5


2 09 Mart 2008

HABER

KURTULUS BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ ve EZİLEN HALKLARI BİRLEŞİN!

Başını omzuma yasla

Yoldaşa Ağıt

Gövdemde taşıyayım seni

Mustafa Kahya “Efkarlı olduğumuz doğrudur gelip dayanmıştır kapımıza gam yükünün kervanları yıkmıştır bütün yükünü bağrımıza şimdi artık munzur bile söndüremez mülkümüzdeki yangınları” Ölümlerin en kalleşi geldi ve bizi buldu!Erdemli yürüyüşümüzün boyun eğmez serüvencisi Erdem yoldaşı ona hiç yakışmayan bir ölümle sonsuzluğa uğurladık.O, 50 yıla sığan ömrünün 35 yılını inandığı davaya adamış devrimin sessiz şövalyesiydi… “Gök yüzünü fethe çıkan” Paris komünerlerinin bilinçli ve kararlı takipçisi,sosyalizm mücadelesinin dirençli militanıydı.Kara kış zamanında kar altından bahara selam duran bir kardelen çiçeği,inancımızın,isyanımızın,özgürlük tutkumuzun ve sosyalizm sevdamızın hem aslı hem de suretiydi…O,tam bir eski zaman devrimcisiydi…İnandıklarına, dostluğa,yoldaşlığa eski zamanlardaki gibi yürekten ve sımsıcak bağlıydı.İçimizdeki yangın ondandır;kalp acımız,göz yaşımız,ölüme isyanımız ondandır…Ondandır yoldaşa ağıtımız! Sevdamıza kendimizi yakın bulduğumuz yıllarda, kaybettiklerimizin arkasından ağıt yakmazdık. Ağlamazdık, duygu seline kapılmış yüreklerimizi zapturapt altına alarak... Dostlukların tüketildiği, birbirine el uzatanların azaldığı bir cangıl zamanında yaşanıyor oysa şimdi! Sanki iyi olan, güzel olan ne varsa zaman aşımına uğramış... Erdemli yürüyüşümüzün ERDEM' leri öylesine azaldı ki şimdilerde… Mavi gülüşlü DENİZ olmaya sevdalı genç yürekler gerekiyor oysa, yüzme bilmesede okyanusa açılabilen... Bahar yeşili beklentilerimiz ondandır! Ondandır belki de arkasından ağlamamız ! Yüreklerimizdeki acılara set çekmememiz ondandır! Ağıt yakmamız ondandır… “Bir ırmaktık biz gökyüzüne akan…” Azaldık! Suyumuz kurudu adeta… Azaldıkça sayımız yoldaşlık daha da bir önem kazandı yürüyüş hattındaki yolculuklarımızda! Azaldıkça sayımız, geleceğe doğru yapı taşlarını taşımak daha da zorlaştı. Zor olanı yapmanın ERDEM' li serüvencileriydik artık! Yıldızlar ışıklarıyla yalnızca kendilerini aydınlatırken sen, sen yapıcıların türküsünü söylüyordun yürüyüş kolunda... Umudu üretendin, umudu tüketmek isteyenlerin karşısında... Pusulara ve “puşt zulalarına” karşı, korkuyu yenmede yol katedenlerdendin sen! Sevdin. Severek başladın yaşama. Yaşamı sevdiğin içinde savaşmak istedin kötülüklere karşı... Sevgiyi ve savaşmayı seçtin. Sevginin, dostluğun ve yaşamın şarkılarını söyledin savaşırken. Onca gözü karalığınla savaşmanın ustasıydın, yayından fırlatılmış bir ok gibiydin zalimlere karşı mazlumun yanında... Çünkü zorluydu düşman. Mücadele içinde öğrendin dik durmayı, boyun eğmemeyi ve kararlıca yürümeyi geleceğe doğru... Öyle olduğun içinde geleceğe yürüyenlerin dost sıcaklığını yaşadıkları yoldaşı oldun daima... Önce gülüşünü gördüm kalabalığın içinden. Sonra öfkeli başını… Utangaç gönül kırıklığını sonra... Bizim gönlümüz hep mi kırık olacak be yoldaş? Yaralı gönlümüze yeni yaralar açmak yakıştı mı hiç sana? Bizim gönlümüz hep mi kırık olacak be yoldaş? “Güneşi sen çekecektin sanki buluttan...” Son sözünü söyleme ne olur! Son sözümüz söylenmedi daha hep birlikte... Anlatırken şiir gülüşün ve öfkeli başınla sevdamızı, koşar adım çıkmanın aceleciliği vardı sende alaca karanlık günlerinden... “Yangın yıllarını” hızla geride bırakmak gibi bir çırpınıştı seninkisi... Oysa zemheri iklimindeydik henüz… Bahara ulaşmak için epeyce yol vardı daha… Ama yeni bir dünya özlemi yakıyordu senin yüreğini... Pimi çekilmiş bir bomba gibiydin adeta kötülüklere, iyilik “tanrısı” tarafından fırlatılan... Mezarının başında söz verdik sana: sevdamıza bağlı kalacağımıza ve söndürtmeyeceğimize yaktığın ateşi…kuşlar uçuşuyor şimdi gökyüzünde görüyor musun? Sen orada bir serçe gibi üşüyor musun şimdi? Şimdi sen yanıt verebilir misin oradan sorularımıza? Neden büyük sevdaların serüvencileri erken ölürler? “Her ölüm erken ölümdür” derler,ama yoldaş senin ki si çok erken olmadı mı? Nerede başlar bir yaşam, nerede başlar bir aşk ve de nerede biter? Ölümün yaşı var mıdır yoldaş? Sevdalara koşarken genç bedenler, saatler durmaksızın ileri mi alınır? Ölümüsün şimdi sen? Yoksa türkü müsün dillerde? İnce gülüşlerin, öfkeli başın, coşkulu yüreğin, engelenemez gözü karalığın, direngen duruşun nerede şimdi? Neredesin şimdi sen? Yüzün nerede?Biz şimdi gezip dolaştığın dağlara ne diyeceğiz söyler misin? Uçarı bir çocuk gibi Sevdamıza koşar adım yürüyüşün hükümsüzmüdür şimdi? Yoksa ölümün mü hükümsüzdür? Çığlığımızı duyuyor musun? “Ben ölürüm, dağlar ve güller, dağlar ve şehirler yine akrabadır” mı diyorsun? Ah be yoldaş, ah be gelecek türkümüzün direngen sevdalısı, kabahatin bir parçası da sende değil mi? Hükümsüz de olsa senin erken ölümünde değil mi? Şimdi duvarlarda ve koynumuzda resminle mi yaşayacağız? Sensizliğin hüznünü yaşarken tut ellerimizden güç ver bize yoldaş!Birlikte söyleyelim bahar türkülerini…

Kurtuluş önderliğinde 1500 yürek toplandı Erdem yoldaşı sonsuzluğa uğurlamak için. Oluşturulan kortejden “Erdem Keçer ölümsüzdür” sloganları yükselirken, gözlerdeki yaş sel olup aktı Manavgat'ın toprağına… Erdem yoldaşı Sonsuzluğa uğurladık Geçirdiği trafik kazası sonucunda yitirdiğimiz Erdem yoldaş, Kurtuluş tarafından Antalya'da düzenlenen cenaze töreni ve “ne geçmiş tükendi, ne yarınlar” sloganlarıyla yaşamı, mücadelesi ve sosyalizme olan bağlılığına uygun olarak yoldaşları tarafından sonsuzluğa uğurlandı.

Kurtuluş bayrağı düşmeyecek Ağır işkenceler, uzun cezaevi yılları ve verilen idam cezasının ardından “nerede kalmıştık” diyen az sayıda proletarya sosyalistinden biriydi Erdem yoldaş. Yaşamına uygun olarak Kurtuluş bayrağına sarıldı yoldaşımız. Silah sesleri ve sloganlarla sahip çıktı 1500 yürek, Erdem Keçer'e… Antalya Devlet Hastanesi önünde bir araya gelindi önce. “Ne Geçmiş Tükendi, Ne Yarınlar/Kurtuluş” pankartı açılarak beklenmeye başlandı. M. Kemal Kaçaroğlu ve Mustafa Kahya'nın omuzlarında çıkartıldı hastaneden, o çok sevdiği Manavgat'a, Kızılot'a doğru… Hüzünlü bir kalabalık, Kurtuluş bayrağına sarılı olarak görüldüğünde alkışlarla karşıladılar Erdem Keçer'i. Sonra Manavgat'a, Kızılot'a doğru yola çıkıldı.

Manavgat halkı bağrına bastı Cenaze konvoyu Manavgat'a ulaştığında, orada hazır bekleyen ikinci bir konvoyla buluştu. Yüzlerce araç Manavgat'ın içinden derin bir sessizlikle geçti, Erdem yoldaşın sessizliğini hatırlatırcasına… Kızılot'a varıldığında Antalya-Mersin karayolu üzerindeki trafik akışı bir süre durdu. Ve silah

sesleri duyulmaya başladı cenaze kortejinin içerisinden, sanki derin bir sessizliği yararcasına… O çok sevdiği topraklardan bu kez sevdikleri geçiyordu Erdem yoldaşın.

Güle güle yoldaş… Kurtuluş önderliğinde 1500 yürek toplandı Erdem yoldaşı sonsuzluğa uğurlamak için. Oluşturulan kortejden “Erdem Keçer ölümsüzdür” sloganları yükselirken, gözlerdeki yaş sel olup aktı Manavgat'ın toprağına… Sonra kortej Kızılot mezarlığına doğru ilerlemeye başladı. Mezarlığa varıldığında cenazesindeki kalabalık boynu bükük hüzün çiçekleri gibiydi… 2005 yılında kaybettiğimiz Umut yoldaşımızın yanı başında hayatını özdeş kıldığı Kurtuluş bayrağı başucuna konularak toprağa verildi yoldaşımız… Antalya'dan Zafer yoldaş: “Bu topraklar böyle bir devrimciyi az yetiştirir. Bu topraklar Erdem Keçer gibi bir devrimciyi zor bulur. O Denizlerin, Mahirlerin, İboların yoldaşıdır. O Ernesto Che Guavera'nın yoldaşıdır. O Aynurların, Zekilerin, Necdetlerin, Umutların yoldaşıdır. O bu güne kadar kararlı ve inançlı olarak yoluna devam etti. Onun mütevazi yaşamı bizi burada biraraya getirdi” diyerek, yoldaşlarını “Erdem Keçer için, onun şahsında kaybettiğimiz tüm devrimciler için” bir dakikalık saygı duruşuna davet etti. Saygı duruşunun ardından yoldaşı Mustafa Kahya yaptığı konuşmada: “Bu dağlar onu tanır. Bu şehirler ve ovalarda onu tanır. Onun silahından çıkan kurşunların yankısı vardır bu dağlarda, bu şehirlerde… O faşizme karşı mücadelenin sıra neferi, militanı, sorumlusuydu. Sosyalizme bağlılığından milim sapmadan sorumluluklarını sonuna kadar yerine getirdi. Devrime sadakatından hiç taviz vermedi. Sosyalizme ve devrime olan inancıyla bu gün hayal edilenlerin yarın gerçek olacağını bilen sosyalistlerdendi”

dedikten sonra, konuşmasını, “Erdem yoldaş sen rahat uyu! Onurlu bir dünya, adil bir dünya, özgür bir dünya, insanların ezilmediği bir dünya için onurunla yaşadın. Senin onurun bizim onurumuz olacaktır. Sen ateşin ve güneşin çocuğuydun, burada toplanan ateşin ve güneşin çocukları senin mücadeleni kendilerine bayrak yapacaklardır” diyerek tamamladı. Sonra Mahir Sayın'ın gönderdiği mesaj okundu. Mahir Sayın mesajında: “Söz veriyoruz sana; tamamlayacağız, sonuna götüreceğiz canını esirgemediğin sevdani. Söz veriyoruz sana, türkiye halklarinin kardesligini kurma kavgasini bir an kesintiye ugratmayacagimiza; Söz veriyoruz sana oligarsinin burçlarinda sosyalizm sancagini dalgalandiririncaya kadar usanmadan bikmadan, sayimizin azligina düsmanin cokluguna bakmadan bagimsizlik ve özgürlük icin savasmaya devam edecegimize. Aklin

arkada kalmasin yoldasim; Senden aldigimiz heyecanla inançla kararlilikla kurtuluşa kadar savaşmaya devam edecegiz; söz veriyoruz sana” diye yazmıştı. Yeniden Sosyalist Kuruluş Meclisi Merkezi Koordinasyonunun gönderdiği mesajda ise: “Aslında bize benzerdi. Bizim gibi bir insandı yani. Yani dosttu, yani yoldaştı. Lakin Erdem denince aklınıza ne geliyor diye soracak olursanız, biz deriz ki, sevgili dostlar… Lafının eri olmaktır Erdem, zorluklar karşısında yüksünmemektir Erdem, kaldığı yerden başlamayı bilmektir Erdem. Sözün kısası yani, Erdem, erdemdir dostlar. İnsan denen varlığın en değerli hazinesine sahipti o, erdemliydi Erdem. Güle güle yoldaş, uğurlar ola sana!!! İçimizdesin, yüreğimizdesin!!!” deniyordu. Okunan mesajlardan sonra yoldaşı M. Kemal Kaçaroğlu bir konuşma yaptı. Kaçaroğlu konuşmasında: “Sen çok iyi bir devrimciydin. Hepimize örnek olacak bir Kurtuluşçuydun. Devrimci kararlılığınla, cesaretinle bize örnek oldun. Seni tanımayanlar, kim olduğunu soranlar bilsin ki, Türkiye Devrimci Hareketi yiğit bir savaşçısını yitirdi. O Paris Komünarlarının, Büyük Ekim devrimcilerinin soyundandı. Devrim ve sosyalizm hedefine yürürken seni Kurtuluşta yaşatmak için o çok sevdiğin Kurtuluş bayrağına sardık” diyerek konuşmasını, “Yoldaşlar! Onu mücadelesi ve sosyalizme olan bağlılığına uygun olarak uğurluyoruz. Hepimizin acısı büyük! Başımız sağ olsun!” diye bitirdi. Konuşmaların ardından Erdem yoldaşın çok sevdiği “benim meskenim dağlardır” türküsü hep birlikte söylendi. Onu sonsuzluğa uğurlayan yoldaşları sloganlar atarak vedalaştı onunla… Adı onur, yaşamı onur, gün olur destanı okunur!

Mücadelesi yolumuza ışık olsun Erdem KEÇER yoldaşın yüreğine devrim ateşi lise yıllarında düştü. Doğduğu Kızılot köyü genel anlamda sol siyasetin egemen olduğu bir köydü. 71 silahlı direnişinin bıraktığı mirasın gençlikte yarattığı heyecan ve coşku, üniversite de okuyan Manavgat'lı gençleri de sarmış, oradan da liseli gençlere kadar uzanmıştı. Erdem KEÇER, ailesinin Yörük olması ve yazları Toros dağlarının en yüksek yaylarını mekan edinmesi nedeniyle, çocukluğundan itibaren “benim meskenim dağlardır” diyenlerdendi. Bu tutkusu devrimci militanlığı döneminde de sürdü. Dağlar, yaylalar onun için adete bir dost kucağıydı. 1976 yılında Kurtuluş hareketinin sosyalist siyasal yelpazedeki yerini alması, Antalya'da gençlik örgütü olarak kurulan ANT-GÖR'ün liseli gençlik dışında mahalle gençliği içinde de yaygınlık kazanmasını sağladı. Kurtuluş hareketinin kurucularından M. Kemal KAÇAROĞLU'nun Antalyalı oluşu ve ANTGÖR'ün militan kadrosuyla kurduğu siyasal ilişkiler, ANT-GÖR'ün Kurtuluş Hareketinin

“ Dağları anlatırdın ve dostluğu Bir ceylan gibi sekerdi kelimeler Sesini duymasam çölleşirdi dünya Dağlar yarılır ırmaklar kururdu Bulutlar çökerdi yüreğime Hala koynumda resmin Ve hala sımsıcak durur anılar Sımsıcak ve biraz boynu bükük Ne varsa yaşanmış ve paylaşılmış Yasak bir kitap gibi durmaktadır Ve firari bir sevda gibi Şimdi duvarlarda resmin”

SAYFA 02

Antalya gençlik örgütü haline gelmesinde büyük rol oynadı. Kurtuluş Hareketinin devrimci siyaset kulvarında yerini almasıyla birlikte, kitlesel bir güç haline geldiği illerin başında Antalya geliyordu. Bu etki giderek ilçelere ve köylere kadar yaygınlaştı. Manavgat ilçesi, o yıllarda Kurtuluşun gençlik içinde hızla kitleselleştiği ilçelerdendi. Legal faaliyet, kurulan dernek üzerinden yürütülüyordu. Antalya'da olduğu gibi Manavgat'ta da anti faşist mücadele üzerinden gelişen devrimci dalga, faşizme karşı mücadelenin her türlü araçla sert biçimde yürütülmesi sonucu,daha da büyüdü. Erdem KEÇER yoldaş, devrime olan bağlılığı ve sarsılmaz inancıyla bu mücadelenin en öndeki militanlarından birisiydi. Oyma pınar barajı inşaatı sürecinde işçilerin hak gasplarına karşı başlattığı direniş, inşaatı gerçekleştiren Alman şirket yetkilisi Pawlos'un faşist MHP ve Ülkü ocaklarıyla anlaşarak faşist militanları direnişteki işçilere saldırtmasıyla, hızla anti faşist bir içerik kazandı. Aylarca süren bu

mücadelede Erdem yoldaş, yerine getirilmesi gereken en radikal görevleri omuzlamakta hiç tereddüt etmedi. Gözü karalığı ve cesareti sayesinde Antalya genelinde de faşizme karşı mücadelenin “ağır sorumluluğunu” omuzlayanlardan birisi oldu. Aranmaya başladığı için Antalya'dan İstanbul'a geçen Erdem yoldaş, 12 Eylül 1980 darbesi sonrası illegalite koşullarında başka bir kimlikle politik faaliyetin gerektirdiği görevleri yakalanıncaya kadar yerine getirdi. 1983 yılında Kurtuluş'a yönelik olarak gerçekleştirilen bir operasyonda yakalandı. İşkencehanelerde 26 gün boyunca gerçek kimliği ortaya çıkmadı. İstanbul'dan Antalya'ya getirilerek Antalya emniyetinde de yoğun işkencelere tabi tutuldu. İstanbul Metris cezaevine konuldu. Metris cezaevinden önce kısa bir süre kaldığı İzmir Buca cezaevine, oradan da Şirinyer askeri cezaevine nakledildi. 1987 yılında Ankara Mamak, 1989 yılında da Eskişehir cezaevine gönderildi. Eskişehir cezaevinde Kurtuluşçuların kazdığı tünel, bir başka blokta da tünel kazma çalışmasını başlatanların tedbirsizliği nedeniyle, kaçışın olacağı gün ortaya çıkarıldı. Cezaevi idaresinin tüneli bahane ederek hak gasplarına yönelmesi, önce Kurtuluşçuların başlattığı açlık greviyle karşılandı. Açlık grevinin 35'inci gününde Erdem yoldaş da diğer yoldaşlarıyla birlikte Aydın F tipi cezaevine sürgün edildi. Tünel girişimini orada da sürdürdü. Cezaevleri sürecinde baskılara, teslim alma girişimlerine karşı yoldaşlarıyla birlikte direndi. Bu direnişler sırasında sık sık ağır biçimde dövüldü ve işkence gördü. Antalya Kurtuluş davasından idamla yargılandı. Ankara sıkıyönetim mahkemesi tarafından idam cezasına çarptırıldı. Mahkeme sürecinde yoldaşı M. KAHYA ile birlikte, “proletarya kazanacaktır” başlıklı siyasi savunma yaptı.

Direnişi, mahkeme salonlarında da sürdürdü. 1991 yılında Özal hükümetinin çıkardığı yasayla infaz indiriminden yararlanarak 1993 yılındaAydın cezaevinden tahliye oldu. Dışarıya çıktığında köyünde, onun istediği gibi ve ona yakışır bir karşılama yapıldı. Daha çıkar çıkmaz yoldaşlarıyla buluştuğu ilk gün, “dışarının havasını hiç beğenmediğini, nereden başlamak gerektiğini” sordu. Yenilginin yarattığı tahribatın boyutlarını gördükçe, “yeni zaman devrimciliği”ne karşı hep öfkeli ve kırılgan oldu. Ancak kararlılık ve devrime sadakatinden hiç taviz vermedi. Kurtuluşa ve can yoldaşlarına, yoldaşlıktan da öte dost bildiklerine yüreğinin tüm sıcaklığıyla bağlı kaldı. Kurtuluş örgütü Merkez Komitesi üyeliği, Antalya İl Örgütü Sekreterliği görevlerinde bulundu. BSP, ÖDP, SDP ve Yeniden Sosyalist Kuruluş Meclisi kurucularından oldu. Değişik zamanlarda bu örgütlerin yönetici organlarında görev yaptı. Türkiye Barış Meclisi Antalya Barış Girişiminin oluşumunda da faal olarak yer aldı. Ölümlerin en kalleşi olan bir ölüm biçimiyle 1 Mart 2008 tarihinde aramızdan ayrıldı. “Ateşin ve güneşin çocuğuydu” o “Ateşin ve güneşin çocukları” tarafından uğurlandı. Cenazesindeki kalabalık, onun kararlı, inatçı ve sarsılmaz devrimciliğine olan saygının göstergesiydi. Komünist bir devrimci ve Kurtuluşçu bir proletarya sosyalisti olarak yaşadı ve yaşamına uygun düşen bir şekilde toprağa verildi. Mezarının başında yoldaşları olarak ettiğimiz yemine ve verdiğimiz söze sadık kalacağız. Onun yüreğine düşen özgürlük kıvılcımını mücadelemizle alev haline getirmek, ideallerine olan bağlılığını yeni ve genç yoldaşlarıyla sürdürmek boynumuzun borcudur. Mücadelesi yolumuza ışık olsun!


İŞÇİ DÜNYASI

KURTULUS BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ ve EZİLEN HALKLARI BİRLEŞİN!

Ölmeme isteğine gözaltı 27 Şubat Çarşamba günü Tuzla'da sendikalarca işçi ölümleri nedeniyle başlatılan grevin ilk saatlerinde polis işçilere saldırdı. 86 kişi gözaltına alındı. Hemen akabinde DİSK ile GİSBİR bir araya gelerek 'çözüm' buldu Zeynep Sidar Ersoy Tuzla tersanelerinde işçiler greve başladı. Yaklaşık beş bin işçinin tersane yolunu kapattığı eyleme müdahale eden devletin kolluk güçleri Limter-İş yöneticileri Cem Dinç ve Kamber Saygılı dahil 86 işçi ve sendikacıyı grevin ilk gününde yaka paça gözaltına aldı. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik'se, sorunu çözmek için çalışmalara başladıklarını belirterek, "Hâlâ ne eylemi yapıyorsunuz?" diyerek eylemcilere çıkıştı. Eylem yapan sendikanın 'yetkili' olmadığını da belirten Çelik, "Yatıyoruz Tuzla, kalkıyoruz Tuzla" dedi ve eylemcileri “kamuoyuna havale ettiğini" söyledi.

Öneriler çözüm mü? 24 saatlik nöbet eyleminin ardından DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi ve Limterİş Sendikası Genel Başkanı Cem Dinç'in de

aralarında bulunduğu konfederasyon ve sendika yöneticileri, Gemi İnşa Sanayicileri Birliğine (GİSBİR) giderek buradaki yetkililerle görüştü. Görüşmenin ardından eylemin yapıldığı yere dönen heyet adına açıklama yapan Cem Dinç, GİSBİR ile yaptıkları görüşmenin olumlu geçtiğini belirterek, sundukları önerileri okudu. Öneriler arasında; "Tuzla tersanelerinde işçi, işveren temsilcilerinin, TMMOB ve Türk Tabipleri Birliği'nin yer aldığı eşit haklara sahip 'Tuzla Tersaneler Bölgesi İş Konseyi' oluşturulması; bu kurulun, tüm çalışanların,

işçi sağlığı ve iş güvenliğine yönelik düzenlemelerin yaşama geçirilmesi, risk değerlendirmesi yapılması, denetlenmesi ve bunlara uymayanlara yaptırım uygulanması konularında yetkili kılınması; kurulun, işçilerin ister asıl, ister alt (taşeron) işverenlerde çalışıyor olsa da, tüm işçilerin uluslararası sözleşmelerin belirlediği norm ve standartlarda, eğitim, sağlık ve güvenli çalışmalarından yükümlü olmaları” yer alıyor. Öneri metninde acil olarak tersanelerde "Ağır ve Tehlikeli İş Kolu Yönetmeliği"nin uygulanması, taşeronluk sisteminin kaldırılması taleplerini güvence

altına alması istenen kurulun, işçilerin sendikalaşmalarının önündeki engelleri kaldırmaktan sorumlu olması da talep edildi. Elbette ki tersane işçilerinin sendika üyeliklerinin yasallaşması önemli bir kazanım. Ancak, gerek taşeronlaştırmanın sistematik olarak bu ülke coğrafyasında uygulamaya konuluyor olması, gerekse de ülkenin ilgili bakanlığından yapılan açıklamalar ve iş yasalarının işveren lehine uzunca bir zaman önce değiştirilmiş olması bizlere bir şey ifade etmeli: Kapitalizm öldürür.

"Kapatma değil iş güvenliği talep ediyoruz” İşçi ölümlerine ilişkin Tuzla'da dört tersane hakkında kısmi kapatma kararı alındığı bakanlıkça açıklandı. İşçi ölümleri ve iş kazaları nedeniyle kısmi kapatma kararı verilen dört tersane içinde eski AKP milletvekili Cengiz Kaptanoğlu'na ait Desan ile Sedef ve Dearsan tersaneleri var. Limter İş'ten Kamber Saygılı ise "İş yavaşlatmayı işçi yapar, bu bir tavırdır, Bakanlık kararı kabul edilebilir bir durum değil. Biz tersanelerin kapatılmasını değil tersanelerde iş güvenliğinin uygulanma-

Sınıfın milliyeti ve savaş Ebru Yıldırım

T

ürkiye'de sosyalist siyasetin özellikle son beş yıldır dilinden düşürmediği 'neoliberal politikalar' ve 'saldırı yasaları' tamlamaları birtakım birbirinden bağımsızmış gibi görünen meseleler tartışılırken kullanıldığında; artık ezbere kullanıldığı izlenimi veren ve gerçek ağırlığını yitiren bir hal alırken bağlamından kopartılmış her bir söylem de saldırıda bulunana hizmet etme imkânını doğal olarak içinde barındırıyor. Kapitalizmin ve kapitalistlerin 'sosyalizm' realitesinden kurtulduklarını düşünmeleri ile iyiden iyiye pervasızlaşmalarının birer ürünü olan 'sınıfa karşı saldırılar' bütünü, aslında sadece Türkiye'de değil dünya ölçeğinde 'sınıfın' sorunu. Başka saikleri olmakla birlikte sosyalizm korkusunun da katkısının olduğu 'sosyal devlet' mucizesi, belli ki miadını doldurmuş görünüyor. Bu pervasızlık, beraberinde işçi sınıfının dünya ölçeğindeki tüm kazanımlarının gasp edilmesi olarak somutlaşıyor.

sını, tersane işçiliğinin ağır ve tehlikeli iş kapsamına alınmasını talep ediyoruz" dedi.

146 yıllık TEKEL bir saat içinde el değiştirdi. Örgütlü direnişe geçmez isek, maalesef kapitalizmin bu en saldırgan döneminde, artık karşılacağımız bir vakıa çıkmıştı.Yine Et Balık Kurumu'na ait 152 bin ytl'ye satılan Ankara'daki bir tesisin kapatılarak sadece arazisinin 900 bin ytl'ye bir alışveriş şirketine satılması; yıllık karı 1.2 milyar dolar olan Tüpraş'ın 4 milyar dolara satılması gibi daha birçok örnekte özelleştirmelerin, satın alanlar açısından neyi ifade ettiği çok açık. Burada saymadığımız birçok örnekte olduğu gibi kamuya ait işletmeler zarar ettiği için değil kar ettiği için özelleştirilir ve satın alanlar kar edeceği için satın alır. Türkiye dünya sigara tüketiminde ilk sıralarda yer alan bir ülke. Yıllardır piyasada en yoğun olarak tüketilen Tekel'e ait sigaralar en yoğun talep dönemlerinde, yeri geldi piyasayı yabancı sigaralara bırakmak için piyasadan çekildi, üretimi durduruldu. Bir ara Tekel 2000 sigarası, Marlboro ve diğer pahalı sigaraların pazarına ciddi zarar verince bu sigaranın bilinçli olarak kalitesi ve üretimi düşürüldü . Kar ettiği halde sermayeye hizmet etme adına piyasası öldürüldü. Hükümetin Tekel'i karını 600 milyon ytl'ye çıkaracak sert paket yatırımını

tamam ladıkta n sonra, ancak potansiye l karı gerçekleştir meden satışa çıkardığı ortaya çıktı. Yüksek denetleme kurulu raporunda Tekel'in 2002 yılında 336 milyon YTL olan faaliyet karının 'ÖTV sisteminin Tekel aleyhine ortaya çıkardığı haksız rekabet

Kapitalistler açısından kapitalizmin içine girmiş olduğu kriz kendi genel mantığını oluşturan kar, rekabet sarmalının yeni bir hamlesi ile aşılabileceği yönünde. Bunun için son on yılda neler yapıldığına bir bakmak, bütünü kavramak açısından önemli: 1- İş yasalarının değiştirilerek daha fazla sömürünün yasal, meşru hale getirilmesi, 2- Esnek çalıştırma, 3- İşverenin kendi yükümlülüğünden kurtulmasını sağlayan aracı kurumların (taşeron şirketlerin) çalışma hayatına işçi aktarması (Böylece işveren daha az masrafla daha çok sömürebiliyor.), 4Kamuya ait, yani halkın ortak malı olan işletmelerin kapitalistlere devlet eliyle satılması (üstelik kar eden işletmeler bile neredeyse bedava satılmakta.), 5- Sınıfın örgütlü hareketi sendikaların, çalışma hayatındaki değişimlere uygun olarak yeniden inşa edilebilmesinin önünü kapatan yasaların çıkartılarak, örgütlü hareket imkânlarının ortadan kaldırılması, 6- Bir sosyal hak olan 'sigorta'nın devlet eliyle gerçekleştirilmesi gereken bir görev olmaktan çıkarılarak alınıp satılır hale getirilmesi (Paran ne kadarsa o kadar sigorta satın alabilmek.), 7Hizmet sektörünün piyasaya açılarak uçurumun derinleştirilmesi (eğitim, sağlık), 8- Yugoslavya'nın bölünmesi. Kosova'nın ABD ve UÇK aracılığı ile 'bağımsızlaştırılması', 9- Afganistan'ın 'özgürleştirilmesi', 10- Afrika halklarının birbirine boğazlattırılması, 11- Irak'ın 'demokratikleştirilmesi', 12- Filistin halkının katledilmesine göz yumulması, İsrail'in güçlendirilmesi, 13- İran'a gözdağı verilmesi, 14- Venezuella'da darbe girişimi, 15- Eski Sovyetler'de yeşil, turuncu, sarı darbeler yapılması, 16TC'nin PKK'yi yok etmek adıyla Güney Kürdistan'ı işgali. Emperyalistlerin hem bir bütün olarak halklara ve sınıfa açtığı, hem de kendi çelişkileri gereği birbirleriyle gizliden yürüttükleri yeni paylaşım savaşının fotoğrafı bu. Fotoğrafın Türkiye ayağında, artık ikircimsiz 'savaş' tanımı yapmanın zorunluluk haline geldiğini itiraf etmek gereken bir kardeş savaşı var. İsmail Beşikçi'nin 'bitişik sömürge' olarak ismini koyduğu Kürt sorunu, tarihsel gerekçeleri ile de birlikte, Kürt özgürlük hareketinin talepleri olarak karşımıza çıkarken; emperyalistler ve onların bu coğrafyadaki işbirlikçileri tarafından karşılık görmemiş, yıllardır süren savaş yeni ve çok daha tehlikeli bir boyut kazanmış görünüyor. 22 Temmuz seçimleri sonrası ortaya çıkan uzlaşı ortamına bakıldığında AKP, TSK, ABD, AB ve TÜSİAD işbirliğinin sebepleri ve sonuçları; laik-şeriatçı geriliminin bilerek yaratıldığı ortada. Aslen Musul'dan ve Kerkük'ten pay alma ve Kürt halkının bugünkü payına göz dikme hedefli savaş, bir bütün olarak emperyalistler arası paylaşımın ürünü. Almanya'nın, İngiltere'nin, Fransa'nın birden PKK'nin 'terörist' olduğunu keşfetmesi ve örgütlü Kürtleri ülkelerinden, yaşamlarından tasfiye etmesi de elbette ki tesadüf değil.

Ortak savaşa karşı, ortak direniş

Emeğimiz satılıyor Tekel'e ait İstanbul, Malatya ,Bitlis, Samsun ve Tokat 'ta bulunan fabrikalarının taşınmaz malları ve diğer tüm gayri menkulleri ile Amerikan şirketine satıldı.Emekçilerin binlerce yıllık emekleri sonucunda yaratılmış olan değerler hükümetlerin almış olduğu sebebi belli karalarla bir saat içinde sermayeye peşkeş çekilebiliyor. Albert Einstein zamanın göreli olduğunu söylerken bu işleri kastetmişti galiba! Tütün, Tütün Mamulleri, Tuz ve Alkol İşletmeleri A.Ş.'nin sigara üretim işi ile ilgili varlıklarının satışı 22 Şubat'ta 1 milyar 720 milyon YTL'ye AMERICAN TOBACCO şirketine satıldı.Bu rakam bile tek başına özelleştirmelerin hangi amaç ile yapıldıklarını ortaya koymakta. Devletin, özelleştirmeleri rekabet koşullarını hazırlayıp üretimde kaliteyi yükseltmek için yapıyoruz, yalanını yoksul halka satmaya çalışmalarının neye tekabül ettiği ortada.Yapılan Tüpraş, Telekom, Tedaş, Et Balık Kurumu, banka özelleştirmeleri ve daha nicelerinde gözlemlenen en temel amacın, bu şirketlerin gayri menkullerinin değerinin bile satış bedelinin kat kat üzerinde olduğu gerçeğini ortaya koymakta.Bir dönem meclis gündemine de gelen Sümerbank'a ait Erzincan'daki bir fabrika 92 bin ytl'ye satılmıştı. Halbuki bu fabrikanın toplam arsa değerinin bile 800 bin ytl ettiği ortaya

3

Bir gasp yöntemi olarak 'savaş'

Yetki mi, boş vermişlik mi? bakan kimin yanında? Tuzla tersanelerinde ardı ardına gelen işçi ölümleri kamuoyunun gündemine bir biçimiyle gelmemiş olsa idi yatıp kalkıp Tuzla'nın dillendirilmeyeceği kesin. Çalışma ve Sosyal Güvenlik isimli bakanlığın temsilcisinin sözlerinin ardında, bu bakanlığın aslen çalışma yaşamında işveren yanında yer almak adına kurulmuş olduğu görülmekte. İşçi ölümlerine 'dur' demek için, kar adına yaşam hakkının, sosyal güvencenin hiçe sayılmasına örgütlü itiraz etmenin gerekliliği iddiasıyla ortaya çıkan bir sendikanın, bunca işçi ölümü varken, yetkisinin (hem de bakan Faruk Çelikçe) sorgulanıyor olması hem trajik hem de kapitalizmin özüne uygun. Dün Davutpaşa'da ölenler, geçtiğimiz yıllarda Bursa'da yanan kadın işçiler, önceki yıl Antalya Novamed'de yaşananlar ne birer tesadüfî benzerlik, ne de son olacak. Sadece bu üç örnekten bile yola çıkarak, devletin işçi sınıfına ilişkin yaklaşımının ne olduğunu, devletlerin hangi sınıfın temsilcileri olduğunu görebilmek mümkün.

09 Mart 2008

ve 2002 yılından itibaren piyasa talebinin sert pakete dönmesine karşın bu konudaki kapasitesini zamanında yenilememesi ' nedeniyle 2006 yılında 93 milyon YTL' ye kadar düştüğü belirtildi. Tekel'in özelleştirilmesinin ardından AKP il binaları önünde protesto gösterisi yapan Tekel işçilerinin eylemleri devam ediyor. Tek Gıda İş Sendikası ise yaptığı açıklamasında fabrikalarda eylemlerin gece de dahil olmak üzere kararlılıkla sürdürülec eğini belirtti.

Milliyetçilik zehrinin akıtıldığı zihinlerimize şu soruyu sormak gerek: Bu savaş(lar) kimin savaşı? Kürt ile Türkün mü, işçi sınıfı ile emperyalist kapitalistlerin mi? Önceki satırlarda sıralanan parçaları yan yana getirdiğimizde bu soruya verilecek yanıt çok açık: Bu bir sınıf savaşı. Yeraltı zenginlikleri iştah kabartan Kürdistan'ın, emperyalistler için önemini görebilirsek, Mezopotamya'nın kanlı tarihinin nedenlerini kavramak biz işçi sınıfı açısından kolay olacaktır. Bugün için 'operasyon' adıyla yürütülmüş olan savaşın, emperyalistlerce 'yeter' derecede görülmesinden, kendi aralarındaki çıkar çatışmalarının da bir sonucu olarak durdurulmuş olması , ezilen bir halkın yanında, Kürt ve Türk emekçilerinin ortak çıkarları doğrultusunda hareket etme gerekliliğini, her zamankinden daha önemli ve daha görünür kılmaktadır. Bizden beş onlardan on ölü, cümlesindeki 'biz' i değiştirip 'Yaşasın halkların kardeşliği işçilerin birliği.'ndeki 'biz' i dillendirmek en önemli görev olarak karşımızda duruyor. Yaşasın sınıf dayanışması.

İşte işçi düşmanılığı Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından hazırlanıp Başbakanlığa gönderilen yeni istihdam paketine göre kıdem tazminatı kaldırılıyor. Yeni uygulamayla işveren, işçinin fondaki "bireysel hesabı" na, işçinin aylık ücretinin yüzde 3'ünü geçmemek koşulu ile prim yatıracak. Bu primlerin fona yatırılıp yatırılmadığını Sosyal Güvenlik Kurumu denetleyecek. İşçiler en az 10 yıl çalışmak şartıyla, işyerlerinden ayrıldıklarında ya da emekli olduklarında fonda biriken paralarını alacaklar. Kıdem tazminatı pul oluyor İşverenin yapacağı yüzde 3'lük katkı ile işten ayrılan işçi, kıdem tazminatı yerine, çalıştığı her bir yıl için aylık maaşının yüzde 36'sını (12 ay çarpı yüzde 3) almış olacak. Halen işten ayrılan işçiye aylık maaşının tamamı veriliyor. Düzenlemeyle işçinin tazminatı otomatik olarak üçte bire iniyor. İşverenin prim yatırmadığı ya da gerçek ücret üzerinden yatırmadığının nasıl denetleneceği de belirsiz. Emzirme yardımına yeni şart Mevcut yasada doğumdan sonraki 6 ay süresince her ay, doğum tarihinde geçerli olan asgari ücretin üçte biri tutarında emzirme ödeneği veriliyor. Yeni tasarıda, bu haktan yararlanılması için, doğumdan önceki 1 yıl içinde en az 120 gün kısa vadeli sigorta kolları primi ödenmesi gerekecek. Malulen emekliliğe ayar Tasarı, malulen emekliliğe yürürlükteki yasada olmayan bir istisna getiriyor. Vazife malullükleri keyif verici içki ve her çeşit madde kullanmaktan ve intihara teşebbüs etmekten kaynaklanırsa devlet memurları malulen emekli olamayacak. Her ne surette olursa olsun kendisine veya başkalarına menfaat sağlama veya zarar vermekten doğan vazife malullükleri de kapsam dışına çıkacak. Patrona prim desteği Pakette 18-29 yaş arasında genç işçi çalıştıran işverene prim teşviki getiriliyor. Meslek lisesi mezunu işçi çalıştıran işverenin ödeyeceği primi, ilk yıl yüzde 100'ü olmak üzere her yıl yüzde 20 azalarak 5 yıl boyunca devlet üstlenecek. Kaynak: www.sendika.org


4 09 Mart 2008 Kıbrıs'ta yeni dönem mi?

RÖPORTAJ

n

sta Kıbrı

Remzi Yektaoğlu

1

7 Şubat'ta gerçekleştirilen Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı seçiminde adaylardan herhangi birinin %50 yi aşamaması sonucunda en fazla oyu alan ilk iki aday bir hafta sonraki ikinci turda yarıştı. 24 Şubatta yapılan ikinci turda, Klafkos Klerides'in liberal sağ partisi DİSİ adayı Kasoulidis seçmenlerin %46.63'ünün desteğini alırken, eski komünist partinin devamı olan AKEL (Emekçi Halkın İlerici Partisi) adayı D. Hristofiyas ulaştığı %53.37'lik seçmen desteğiyle Cumhurbaşkanı seçildi. Kökleri 1926'ya kadar uzanan sosyalist bir geleneğin devamı olan AKEL sahip olduğu önemli miktardaki halk desteğine rağmen önceki seçimlerde Cumhurbaşkanlığına asla aday göstermeyip hemen her seçimde sağdan bir adaya (genellikle EOKA'cı) açık destek vermiştir. Geçmiş Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki tavırları dikkate alındığında, AKEL Politbürosu'nun bu son dönemde ciddi bir stratejik değişikliğe gittiği sonucu ortaya çıkmaktadır. D. Hristofiyas'ın adaylığıyla bir geleneği bozan AKEL, Kıbrıs siyasal yaşamında hep boynuz boynuza durduğu EOKA geleneğinin devamı olan aşırı milliyetçi kesimden de aldığı çok miktardaki oyla bir tabuyu yıkarak ikinci “sürprizle” iktidar oldu! Şimdi buradaki anlatımı yarıda keserek, işgal sonrası ikiye bölünen adamızda “kuzeyden” bir süreci, son seçim deneyimlerini aktarmaya çalışacağım. Denktaş UBP (Ulusal Birlik Partisi) iktidarına karşı toparlanan muhalefet BMBP (Bu Memleket Bizim Platformu) adı altında ciddi bir halk desteği bularak Kıbrıs tarihinde görülmemiş gösteri ve eylemlere imza atar. Kısacası, toprak kazılır tohumlar ekilir. Sulanan topraktan kısa sürede fidanlar boy atmaya başlar. Ağacımız olgunlaşır ve meyve verir. Ve işte her şey burada değişmeye başlar: Siyasal kolektifin ortak çabaları sonunda olgunlaşan toplumsal muhalefet, seçim arifesinde bu kolektifin içinde yer alan CTP'nin (Cumhuriyetçi Türk Partisi) burjuva politikacılarını aratmayacak usta bir manevrasıyla son bulur. CTP, adını değiştirerek “CTP Birleşik Güçler” kimliğine bürünmek suretiyle BMBP'de yer alan büyük sendikaların başkanlarını milletvekili adayı yapar. “Barış ve çözüm” sloganıyla seçime girer ve tek başına iktidar olarak seçimden çıkmayı başarır. BMBP'nin uzun uğraşlarıyla elde edilen ürünü, “CTP Birleşik Güçler” bir gecede ağaçtan çalar. Talat CTP Birleşik Güçler iktidarının “icraatlarını” anlatmak bu satırlara sığmaz. Gelenin gideni arattığı bu dönemin kısa bir özetini Denktaş'ın ağzından aktaracağım: “Böyle olduklarını bilseydim çok önceden koltuğu bırakır emekliye çıkardım. Devrettiğim makam güvende ve ben huzur içindeyim.” Bunu yanında Talat oturduğu koltuğun hakkını verme uğraşında. Talat'tan inciler: “Türk Ordusu adadaki varlığımızın güvencesidir. Hepimiz yeniden mücahit olmaya hazırız. Rum'dan alış veriş yapmak düşmana destek vermektir. 'KKTC' güneydeki sahte devletten daha meşrudur. Birleşme, tanrı kelamı değildir.” Şimdi parçaları birleştirelim. AKEL'in aşırı milliyetçi kesimin oyunu alabilme becerisinde bu kesimleri temsil eden partiye teklif ettiği bakanlık koltuklarının bir yere kadar etkisinin olabilmesi olanaklıdır. Ancak ikinci turda artı %20 oy artışını (nerdeyse aşırı milliyetçileri temsil eden tüm oylar) yakalaması, AKEL'in terk ettiği eski kimliğine karşın etnik temelde ürettiği politikaların milliyetçi kesimde yarattığı güven ve bulduğu desteğin yansımasından başka bir şey değildir. SSCB yıkılışıyla siyasal köklerinin bağlı olduğu geleneğin ortadan kalkması sonucunda bir politik kimlik kaymasına uğrayan AKEL, sosyalizm mücadelesini rafa kaldırmıştır. AKEL'cilerin ancak söylemlerinde yakalayabileceğimiz sosyalizm ise doksan öncesinde takılı kalmış reelsosyalizmden başka bir şey değil. Ayni siyasal köklerden beslenen eski yoldaşlarının partisi CTP'de ise sosyalizm kelimesinin “s”si bile kalmamış, adeta bir öcüye dönüşmüştür. AKEL'den çok daha önce işgal altındaki bir ülkede kendini rejime kabul ettiren CTP, “Kıbrıslı Türklerin” çıkarlarını öne alan etnik temeldeki siyaset anlayışıyla sağ partilerin oylarını da kendine kaydırmıştır. Bu oy akışında, sonradan AKEL'in iktidar olma örneğinde olduğu gibi millici ve lillici (paracı) kesime sağlanan güven vardır. Hatırlamaktan bile kaçındıkları ve bir dönem “Bağımsız Kıbrıs”, “Kıbrıs NATO Üssü Olamaz”, “Birlik, Dayanışma, Mücadele” diye haykıran eski yoldaşlar, kaderin bir cilvesi adanın her iki tarafında da birlikte “ilerleyerek” iktidar oldular. Günün sonunda, bu adayı işgal ettirip bölenler ve onların yerli işbirlikçileri: “aha gördünüz bu ülkede sosyalistler de iktidar oldu, hem de eski yoldaşlar, ancak Kıbrıs Sorunu'nu onlar da çözemedi” diyebilmek ve adadaki bölünmüşlükten “iki ayrı devlet” sonucunu çıkarmak için yeni figüranlarla eski oyun mu oynanıyor!

KURTULUS BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ ve EZİLEN HALKLARI BİRLEŞİN!

Ya sınıf temelli bir çıkış

Ya emperyalist statükonun devamı Güney Kürdistan’a yönelik olarak başlayan operasyon süreci ve önümüzdeki dönem üzerine Fikret Başkaya ile bir söyleşi yaptık... 1. Türkiye Devleti, 22 Şubat tarihinde Kuzey Irak'a (Güney Kürdistan'a) kara harekatı başlattı. 2007 Aralık ayı başından bugüne Kürdistan topraklarına yönelik çok sayıda hava harekatı yapıldı. Şimdi de kara harekatı yapılıyor. Türk ordusu havadan ve karadan ülke sınırları dışında başka ülke topraklarında bir askeri harekat yürütüyor. Sizce sınır ötesinde sürdürülen bu kapsamlı askeri harekatın gerçek hedefi ve bu harekattan amaçlanan nedir? Bu hareketin amacı kendi açılarından Kürt sorununu çözmek değil. Zira yaklaşımları 1920'lerki, 1930'lardakinden farklı değil. Sorunu hâlâ bir 'zabıta sorunu' olarak görüyorlar. Bu kafayla bir açılım mümkün değil. Zaten bu tür operasyonlarla çözülecek bir sorun da değil. O zaman neden böyle bir şeye giriştiler? Bence operasyon, iç kamuoyunu 'rahatlatmak', işte bakın derslerini verdik demek için yapıldı. Zira geçtiğimiz yazdan beri yüksek bir ırkçı/şoven/militarist dalga yarattılar. Öyle bir beklenti ortaya çıkardılar ki, mutlaka bir şeyler yapmaları, sınırı bir şekilde geçmeleri gerekiyordu. Bir ikinci neden de ordunun kendi konumunu takviye etmek istemesi ki, bu da Kürt sorununu çözmekle ilgili değil. Bu tür operasyonlar bizzat ordunun politik etkinliğini artırmayı kolaylaştırıyor. Daha çok kaynağa el k o y m a s ı n a d a i m k â n v e r i y o r. Operasyonların üçüncü bir nedeni de ABD'den, İsrail'den satın aldıkları silahları denemek... Nihayet kışın tam ortasında böyle bir hareket bir güç gösterisi... “Biz her koşulda operasyon yaparız...” demek için... Tabii bölgeye yönelik bir 'güç gösterisi' boyutu da var...

önünün daha da açılabilmesi için Türkiye'nin mutlaka sürece dahil e d i l m e s i g e r e k i y o r. U y d u ' d a n uyduluğunu yapması isteniyor. Dikkat ederseniz Hem Güneydeki Kürtleri hem de Türkiye'yi “terbiye” edecek bir üslûp söz konusu. Hem operasyona izin veriyor hem de nereye kadar gideceğini ve ne zaman biteceğini belirliyor. Kürtlere verdiği sözü tutmuyor ama köprüleri de atmıyor... Önümüzdeki süreçte Türkiye'den daha çok 'hizmet' talep edeceklerdir. Ama ABD'ye sunulan bu hizmetler “Türkiye'nin milli menfaati [ulusal çıkarın bir gereği] olarak sunulacaktır... Dolayısıyla, Şark cephesinde yeni birşey yok... 3. Kürt sorunu, artık uluslararası bir sorun haline geldi. Uluslar arası her sorunda olduğu gibi emperyalist güçlerin müdahale alanı içine girdi. Ortadoğu'nun bugünkü coğrafi, ekonomik, siyasi ve kültürel yapısı içinde Kürt sorununun çözüm imkanları nelerdir? Kürt sorununun yüzyıldır çözümsüz kalmasının elbette çok önemli nesnel nedenleri var. İlk başta da bölünmüşlük, parçalanmışlık ve bölüşülmüşlük tablosu. Sonra bölgenin sosyal yapısı, vb. ama bence bir de sübvektif nedenler var. Buna Kürt hareketine önderlik eden politik elitin basiretsizliği diyebiliriz. Bence mevcut yaklaşımlar, anlayışlar, politik basiretsizlik ortadayken ufukta kalıcı ve gerçek bir çözüm görünmüyor. O zaman bu güne kadar geçerli olan politikaların ve yaklaşımların dışına

2. Gerek hava harekatının gerekse kara harekatının ABD'nin icazetiyle yapıldığı bir gerçek. ABD'nin bölge politikalarında bir değişiklik olmadığına göre, ABD-Türkiye ilişkilerindeki bu gelişmeleri ABD'nin bölge politikaları yönünden nasıl yorumlamak gerekiyor? T C o r d u s u b i r N ATO o r d u s u . Başkomutanı da Amerikalı bir general. Dolayısıyla ABD'den habersiz ve icazetsiz bu tür bir hareketin yapılması pek ihtimal dahilinde olan bir şey değildir. Türkiye tam bir emperyalist uydusuyken icazetsiz iş yapmak olmaz ama kamuoyuna söylenen her zaman başkadır... Sizin de söylediğiniz gibi epey zamandır ABD'nin bölge politikasında bir değişiklik yok. Sadece söylem ve adlandırma değişebiliyor. Bir zamanlar “İslam Ülkeleri Ortak Pazarı”ndan söz ediliyordu ama yapılmak istenen BOP'la yapılmak istenenden farklı değildi. Araya bir 'tezkere krizi' girse de ABD bölgeye yönelik jeostratejik tercihinde Türkiye'ye önemli bir işlev düşüyor. BOP'un başarısı ve Siyonist İsrail'in

çıkmaktan başka bir seçenek yok. Güney Kürtleri ABD'ye yaslanarak özgür olacaklarını sanıyorlar. Bu dünya'da böyle bir şey mümkün değildir ve eşyanın tabiatine aykırıdır. Tutarlı bir anti-emperyalizm olmadan ve bölgedeki tüm halkları anti-emperyalist bir cephede birleştirmeden ne Filistin sorunu ne Kürt sorunu, ne Arap sorunu, ne başka bir sorun çözülebilir değildir. Ya sınıf temelli bir çıkış olacak ya da emperyalist satükoya razı olunacak... Kürt elitleri için çözüm olarak görünen herkes için çözüm değildir. Bence radikal bir paradigma değişikliğine ihtiyaç var. Kürtlerin ve herkesin çıkarı, bir an önce bölgeden emperyalizmin

sökülüp atılmasını acilen gerektiriyor. 4. Gelinen aşamada PKK'yi tasfiye planı emperyalist çözüm politikalarının önünü açmak için mi, yoksa TC devletinin geleneksel inkar ve imha anlayışının bir gereği olarak mı yürütülmektedir? Tabii sizin ifade ettiğiniz “PKK'nin tasfiye planı” meselesi nüanse edilmesi gereken birşey. ABD, PKK'yı ABD'nin, Irak'ın ve Türkiye'nin düşmanı ilân ediyor ama onun İran'a yönelik eylemler yapan kanadı olan PEJAK'ı da destekliyor. ABD gibi emperyal bir gücün müttefiki olmaz, stratejik müttefiki hiç olmaz ama vasali, uydusu, kuklası olur. Genel strateji için kimileri kullanılır, kimileri bir tarafa atılır. Ne ABD, ne de Türkiye'nin çözüm diye bir sorunu yok ve bu aşamada olması da mümkün değil. ABD'nin Kürtlerin özgürlüğü diye bir sorunu asla olamaz. Onun politikasını ve eylemini belirleyen hegemonik çıkarlarıdır. Türkiye'deyse sorun, benim asıl devlet partisi dediğim ve ülkenin kaderini 90 yıldır, 100 yıldır elinde tutan iktidar ve güç odağının “ilgi alanında” ve onun aracılığıyla da orduya ihale edilmiş durumda. Seçimle gelmiş hükümetlerin bu soruna dahli söz konusu değil. Her seferinde 'çözümden' söz edilirken bu 'ikili yapıyı' göz önünde tutmak, akıldan çıkarmamak gerekir... Onlar için sorun bu gün de bir 'asayiş sorunu' olarak algılanmaya devam ediyor. Siz bu kafadan mı çözüm bekleyeceksiniz? Dolayısıyla son operasyonları yeni bir açılımın başlangıcı olarak görmek iyimserlik olur... İnkâr ve imha siyaseti kaldığı yerden devam ediyor... 5. Başka ülke topraklarında yapılan bu harekat ve askeri güç bulundurma devletler hukuku yönünden de işgal değil midir? Bu durum Türkiye'nin uluslar arası ve devletler arası ilişkilerinde ne gibi gelişmeleri ortaya çıkarabilir? Bu elbette ne menem birşeyse

Bektaş'a tutuklanma talebi

'Özgürlüklere türban geçirildi'

Yaşamda Demokrasi gazetesinin İmtiyaz Sahibi ve Yazıişleri Müdürü Hüseyin Bektaş 9. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından tutuklanma kararıyla yargılandı. Savcılığın talebi üzerine mahkemeye sevkedilen Bektaş'ın davası ertelendi.

Aynı zamanda gazetemizin de çıkartıldığı Erginbay yayıncılıktan çıkan Yaşamda Demokrasi gazetesi 1 ay süreyle kapatıldı. Karara tepki gösteren gazetenin İmtiyaz Sahibi Hüseyin Bektaş, uygulamanın AKP hükümetinden bağımsız ele alınmayacağını vurguladı. Bektaş, savcıların ve mahkemelerin adeta gazetelerin yayınını durdurmak için sabırsızlandıklarını dile getirirken 'AKP hükümeti türban konusunda özgürlükçü kesildi. Ancak gerçekte özgürlüklerin başına türban geçiriliyor. Bunun en somut kanıtı ise, gazetemiz hakkında alınan ve süreklileşen sansür uygulamalarıdır' dedi. Bektaş, gazetenin 3 sayısından 2'si hakkında birer ay yayın durdurma kararı verildiğini hatırlattı.

Bir aylık süreyle yayını durdurulan Yaşamda Demokrasi Gazetesi'nin İmtiyaz Sahibi Hüseyin Bektaş, başta RSF, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ve Çağdaş Gazeteciler Cemiyeti olmak üzere, ulusal ve uluslararası basın kuruluşlarını sansüre karşı tepki göstermeye çağırdı. 15 Aralık 2007 tarihinde yayın hayatına başlayan Yaşamda Demokrasi Gazetesi'nin yayını, dün İstanbul 9'uncu Ağır Ceza Mahkemesi tarafından bir ay süreyle durduruldu.

Basın örgütlerine çağrı Bektaş, 'Bir yılda 21 kez gazetelerin yayınları

SAYFA 04

durduruluyor. AKP Hükümeti hangi özgürlükten bahsediyor? AKP Hükümeti olsa olsa despotik bir sansür hükümeti olur' dedi. Bektaş, başta RSF, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ve Çağdaş Gazeteciler Cemiyeti olmak üzere ulusal ve uluslararası basın kuruluşlarını tepki göstermeye çağırdı.

Sansür 2008'de de durmadı Yaşamda Demokrasi Gazetesi'nin bir kez daha yayınının durdurulmasıyla, 2007 yılının başından bu yana 9 gazetenin yayını 21 kez durdurulmuş oldu. Yaşamda Demokrasi 2008'de kapatılan dördüncü gazete oldu.

2007 yılında kapatılan gazeteler: Yaşamda Demokrasi 17 Şubat 2008 tarihinde, Haftaya Bakış 2 Şubat 2008 tarihinde, YedinciGün 12 Ocak 2008 tarihinde,

Toplumsal Demokrasi 5 Ocak 2008 tarihinde, Yaşamda Demokrasi 16 Aralık 2007 tarihinde, Haftaya Bakış 8 Aralık 2007 tarihinde, Gündem 9 Ekim 2007 tarihinde, Gündem 8 Eylül 2007 tarihinde, Güncel 17 Ekim 2007 tarihinde, Gerçek Demokrasi 16 Ekim 2007 tarihinde, YedinciGün 27 Kasım 2007 tarihinde, Gerçek Demokrasi 21 Kasım 2007 tarihinde, Gündem 14 Kasım 2007 tarihinde birer ay süreyle kapatıldı. YedinciGün 12 Kasım 2007 tarihinde, Gündem 12 Temmuz 2007 tarihinde, Gündem 9 Nisan 2007 tarihinde 15'er gün süreyle kapatıldı. Güncel 17 Temmuz 2007 tarihinde 12 gün süreyle, Gündem 6 Mart 2007 tarihinde 1 ay süreyle kapatıldı. Güncel 30 Mart 2007 tarihinde, Yaşamda Gündem 10 Mart 2007 tarihinde yayın durdurma cezası aldı. Azadiya Welat 23 Mart 2007 tarihinde 20 gün süreyle kapatıldı.

Hüseyin Bektaş

Yaşamda Demokrasi dayanışmaya çağırdı

'uluslararası hukukun' ihlâlidir. Geçici bir işgal söz konusu ama bu Türkiye'nin uluslar arası ve devletler arası ilişkileri bakımından hiçbir sorun yaratmaz. “Uluslarası” dendiğinde, “uluslar arası toplum” dendiğinde kastedilen ABD önderliğindeki 'kollektif imperyelzmden' başkası değil. Operasyon da onların onayıyla yapıldığına göre... 6. Bu kapsamlı askeri operasyonlarla PKK'nin tavsiye edilebileceğini düşünüyor musunuz? Türkiye'de ve bölgede Kürt sorununun halkların demokratik iradesine dayalı bir çözüm için nesnel ve öznel imkanlar nelerdir? Bu imkanları geliştirmek ve güçlendirmek için neler yapılabilir? Bu tür operasyonlarla PKK'nin tasfiye edilmesi mümkün değil. Sorunun temeline inilmediği zaman, bu tür önlemler ve politikalar büyük yıkımlar ve acılar yaşatsa da bir tür 'tıraş' veya 'budama' işlevi görebilir. Bu ezerek, öldürerek, baskı yaparak çözülebilir bir sorun değil. Eğer bir halk özgürlüğü için, hakları için, haysiyeti için mücadelede kararlıysa, onu bu güne kadarki bastırma siyasetiyle bu işten vazgeçiremezsiniz... Fakat sorun potansiyel olarak çözülebilir durumda. Bunun için mevcut kompradorlaşmış rejime yönelik sınıf temelli demokratik bir muhalefeti örgütleyebilmek gerekiyor ve bu imkânsız değil. Bunun nesnel koşulları da mevcut. Geriye öznel koşulları oluşturmak kalıyor. Bunun için her iki tarafın da - Türk ve Kürt emekçilerinin, ezilenlerinin - şeyleri adıyla çağırma basiretini ortaya koymaları yeterli... Bütün mesele inandırıcı bir toplum ve gelecek projesi olan bir muhalif hareketi ete kemiğe büründürmeye bağlı... Artık son dönemde 'kullanımdan düşen' ve pek itibar edilmeyen kavramları [ mülkiyet, sömürü, sınıf, sınıf mücadelesi, kapitalizm, emperyalizm, v.b.] hakettikleri yere koymanın zamanı gelmiş olmalıdır...


POLİTİKA

KURTULUS BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ ve EZİLEN HALKLARI BİRLEŞİN!

Oligarşinin krizi “zaten çıktı” Oligarşinin kara harekâtının bitirilmesine ilişkin “zaten çıkacaktık” lafları etmesi Nasrettin Hoca'nın eşekten düştükten sonra zaten inecektim demesine benzemektedir Türk uçaklarının aklına estikçe özerk Kürdistan topraklarını bombardıman etmesi Barzani'yi ve PKK' yi ciddi biçimde rahatsız etti. Tam bu dönemde Talabani'nin İran'la yapılmış olan Cezayir anlaşmasını tanımayabileceği ve bunun bir savaş nedeni olabileceğini açıklaması ise bu gerginlik içinde ancak bir tek türlü yorumlanabilir: İran'a bir sefer hazırlığı var ve bunu için ABD gerekli güçleri bir araya getirmeye ve savaşın bahanesini de üretmeye çalışıyor. Talabani böyle bir gelişmeden Kürtlerin nasıl sıyrılabileceği konusunda belli ki, Barzani ve P K K ' d e n a p a y r ı d ü ş ü n ü y o r. A k l ı bağımsızlıkta olan Barzani ve demokrasi kavgasındaki kararlılığın ortaya koşmuş olan PKK ise bu gelişmelerin kendilerinin beklediği gibi bir sonucu çıkarmayacağı konusunda hemfikirler. Talabani İran'la olacak olan bir savaşın sonucunda İran'ın parçalanıp birleşik bir Kürdistan'ın kurulabileceği hesabını yapıyor olabilir. Her halukarda Talabani bölgeyi sonu gelmez savaşlara sürükleyecek bir hesabın destekçisi olurken, PKK ve kendi durumunu risk içinde gören Barzani bu gelişmelere karşı tutum aldılar. Ve haklı oldukları da TC ordusun bir sabah Güney Kürdistan topraklarına girmesiyle ortaya çıktı. ABD TC'deki müttefiklerini her bakımdan rahatlatmak için Barzani'yi iyice öfkelendirecek bir izni TC'ye vermiş oldu. ABD, TC'nin sınırlı bir operasyon yapacağını Irak'lılara ve Barzani'ye bildirmiş olsa da TC'nin bu harekatı ürküntü yarattı. Güney Kürdistan Meclisi TC'ye karşı ekonomik ambargodan başlayan bir dizi tedbirler geliştirmek üzere karar aldı. Tam bu sırada TC sınırlarından içeri sokmadığı, aşiret reisi diye aşağıladığı Irak devlet başkanı Talabani'yi Türkiye'ye davet etti. Dünya Bankası ise 6.2 milyar Dolarlık bir krediyi onayladığını ilan etti. Apoletli Türk basını savaş naralarıyla TSK'nın PKK'yi silip süpürmek üzere nasıl Güney Kürdistan'ı istila ettiğini anlatmaya başladı. Her gün onlarca PKK'li öldürülüyordu! Kandil'e doğru yol alınıyor, Barzani sesini bile çıkaramıyordu. Bu değerlendirmeye göre TC nihayet amacına ulaşmış ve 90'lı yılların başlarında olduğu gibi Güney Kürdistan'da at koşturduğu günlere geri dönmüş oluyordu. 90'lı yıllar aslında PKK'nin tasfiye edilmesi bir yana gelişip güçlenerek bugünlere gelmesi sonucunu doğurdu. Ancak o günlerde Barzani ve Talabani, TC'nin izin vermediği hiçbir işe girişmeyen, PKK'ye karşı TC ile işbirliği yapmak zorunda olan g ü ç l e r e o l d u l a r. T C , P K K m i l i t a n l a r ı n ı temizliy

5

TSK Güney'i istila etmek mi istedi Mahir Sayın

T

arihte bir askeri harekatın ardından bu kadar çok sahteliğin ortaya çıktığına tanık olunmuş mudur?

Her şey ne kadar yapmacık! Tüm duruşlar ne kadar sahte! Ne kadar vıcık vıcık olmuş kişilikler. Dün hepsi birden PKK temizliyorlardı; Güney Kürdistan'da temizlik yapıyorlardı; şimdi iki tümene giydirilen çuvalı nasıl izah edecekleriyle uğraşıyorlar. M.A. Birand bile rotayı iyice şaşırmış saçma sapan sorulara saçma sapan yanıtlar vererek bu büyük sahtekarlığın üstünü örtmeye çalışıyor. Paçavraya dönmüş her şey; dikiş tutacak yeri kalmamış. Askerin andıçını yemiş Birand utanmadan soruyor: “Neden kendi Genelkurmay Başkanımıza inanmıyoruz ?” “Neden bunun bir rastlantı olabileceğine, tüm kararların TSK komuta heyeti tarafından verilebileceğine inanmıyoruz?

orum diyerek kara harekatı düzenlerken yine bu günlere dönmenin hesabını yapıyordu ki birden uyarıldı. ABD, “ne oluyor? Çıkın bakalım oradan!” deyiverdi. Besbelli ki, verilen izinler hep bir şeyin karşılığı idi. Bunların neler olduğu da çok örtülü değildi aslında. Afganistan'a savaşçı birlikler gönderilecek, İran'a karşı geliştirilecek tedbirlere destek olunacaktı. (Avrupa'da kurulan füze rampalarına ilaveten Türkiye topraklarında da aynıları kurulacak ve haliyle üsler kullanılacaktı) ve muhtemelen de Irak'ta güvenliğin sağlanmasına yardımcı olunacaktı. Buna karşılık da ABD'nin TC'nin dış açığını kapatmak için ihtiyaç duyduğu sermaye akımını sağlamakta yardımcı olması söz konusu olacaktı. Bunun içindir ki de Dünya bankası hemen kesenin ağzını açmış ve 6.2 milyar doların ortaya atmıştı. TC besbelli ki, izni alabilmek için bunların hepsine evet demişti. Bir kere girdikten sonra fiili durum oluşacak ve ABD de çıkın diyemeyecekti. Ama durum yine TC'nin beklediği gibi olmadı. İkinci çuval olayı cereyan ediverdi. Bu kez çuval

sekiz askerin değil iki tümenin başına geçirilmişti. Sekiz askerin başına geçen çuvallar birkaç subayın tasfiyesi ile geçiştirildi. Ancak ABD'nin açmak istediği yeni dönemi böyle kullanmak suretiyle müttefikleriyle arasının gerilmesine neden olacak bir girişimde bulunulması muhtemeldir ki, birilerinin başının yenmesine neden olacaktır. Mesele basitçe geçiştirilebilecek gibi değil! Apaçık ortaya çıkmıştır ki, Başbakan'ın geri çekilmeden haberi yoktu. Belli ki operasyonlar esasında uzun süreli olarak devam ettirilecek, buna karşılık da ABD'ye başka hizmetler sunulacaktı.Ancak TC bunu, ABD stratejisini değiştirmek için (ittifaklarının bozulmasına yol açmak) değerlendirmeye kalkışıp verdiği sözleri yerine getirmeyince hızla Güney Kürdistan'ı terk etmek zorunda kalınca işler değişti; iyi de oldu. Kara harekâtının bitirilmesine ilişkin “zaten çıkacaktık” lafları edilmesi Nasrettin Hoca'nın eşekten düştükten sonra zaten inecektim demesine benzemektedir. Zaten çıkacak olan bunu kendi Başbakanından gizler mi? Amerikalılardan gizlemenin alemi ne? Kimden gizlendiğini anlamak da mümkün değildir aslında. Çağın iletişim imkanları içinde harekattaki bir değişikliği ilk fark edecek olan zaten yine güya işin gizlendiği PKK'liler değil midir? Ortada belli ki gizlilik gibi bir iş yoktur, sadece ABD'nin “iki tümeninize de çuval giydiririz, çıkın!” demesi vardır. Mesele bu kadarla kalmayacaktır elbette. TC ABD ile ilişkilerini koparamayacağı için yeniden bir uzlaşma zemini aranacak ve hem hükümet hem de Genelkurmay bu konumu yerlerini sağlamlaştırmak için kullanacaklardır. Ancak durumun ABD'ye daha büyük tavizler vermeden aşılması olanağı da oldukça zayıftır. Bu sürecin bizi götüreceği yer verilecek olan tavizlerin

görülmesini ve Kürt halkının bu gelişmelerden yükselmiş bir moralle çıkmasını engellemek için hem içerde hem de dışarda yeniden operasyon imkanlarının yaratılması olacaktır. Muhakkak ki, ABD TC gibi bir işbirlikçi müttefikini kaybetmek istemeyecek ve işbirlikçilerinin konumlarını alacağı tavizler karşılığında kurtaracak yeni düzenlemeler gerçekleştirecektir. Ancak bir kez daha görülmüştür ki, Kürt halkının iradesi şiddet yoluyla engellenememekte, bu yolda ısrar edildikçe oligarşi her defasında daha büyük kayıplara uğramakta ve Kürt halkı daha büyük bir moralle ileriye atılmaktadır. PKK kara harekatından beklenenin aksine hem askeri hem de moral değer açısından yükselerek çıkmıştır. Olağanüstü teknik donanımla yapılan kara operasyonu da dahil operasyonlar yoluyla PKK'nin tasfiye olmayacağı bir kez daha görülmüştür. Bu ne ilk kara operasyonudur ne de belli ki son olacaktır. Ancak operasyonlar karşısında işçi sınıfının, emekçilerin güçlü bir muhalefeti bu durumu değiştirebilir. Sol açısından buradan çıkarılacak önemli bir ders Kürtlerden uzak durmakla Türkleri kazanmanın mümkün olmadığıdır. Oligarşinin bir bütün olarak içerisine sürüklendiği bu durum, halkımıza en açık biçimi ile kavratılabilir. Kavranması gereken bir başka can alıcı nokta ise oligarşinin kendi arasındaki yarıklara elini fazla sokmaya kalkışanın elinin orada sıkışıp kalacağıdır. Kendi aralarında zaman zaman çelişkiler olsa da oligarşinin kanatları arasındaki çelişkiler ezilenlere karşı her zaman uzlaşabilir mahiyettedir. Hele bir de TC'ye emperyalist filan zannederek politika tayin etmeye kalkışanlar, paşalarımızı yurtsever sananlar kadar dikkatli bakmalıdırlar etraflarına. İşte bu kadardır bu “emperyalist” TC'nin gücü. Ve bu “güç” yalnızca ABD'nin koltuk altında BOP'a hizmet etmeye yetecek kadardır.

ABD’nin İran planı “Irak” mı? ABD'nin gerek Irak'ta saplandığı bataklıktan çıkabilmek ve gerekse bu çıkışın toptan bir krize dönüşmesini engelleyebilmek açısından Irak’ta gerçekleştirdiği operasyonu tam da aynı nedenlerle İran'a karşı da gerçekleştirmek zorunluluğunda. Ancak bu kez harekete geçmek Afganistan ve Irak kadar kolay değil. Hem girişilen maceraların ABD açısından yarattığı dezavantajlı yeni durum açısından hem de yüz yüze bulunulan ülkenin işgal edilen diğer iki ülkeye benzememesi açısından. Her şeyden önce İran savaş kapasitesinin ne kadar yüksek olduğunu sekiz yıllık Irak savaşında, hem de en büyük yıkıntıya uğramış iken gösterdi. O zamandan bu zamana da petrol fiyatlarını yükselmesiyle elde ettiği paraları askeri yapılanmasını geliştirmekte özellikle kullandı ve şimdi uzaya füze gönderecek bir teknolojiyi üretme noktasına geldi. Bu kadarla da kalmadı özellikle Rusya ve Çin'le girdiği ekonomik ilişkilerle de hem ekonomisini güçlendirirken hem de önemli siyasal destekler edindi. Böyle bir ülkeyi Irak kadar kolaylıkla işgal edemeyeceğini herkes kabul etmektedir. Ne var ki, ABD Irak da attığı adımı tamamlamak zorundadır. Bu haliyle bıraktığı takdirde yaptığı her şey kendisine karşı yapılmış işe dönüşecektir. Yani, içine sürüklenme ihtimali bulunduğu krize daha çaresiz bir biçimde sürüklenme durumunda kalır. Dolaysıyla zaten

09 Mart 2008

ABD Irak’ta attığı adımı tamamlamak zorundadır. Aksi takdirde içine sürüklenme ihtimali bulunduğu krize daha çaresiz bir biçimde sürüklenmek durumunda kalır kaybedecek olan sansını bir biçimde denemekten geri kalmayacaktır. Şartlar ABD'nin istediği gibi olsaydı, ABD İran'a karşı şimdiye kadar çoktan harekete geçmiş olurdu. Zira İran'da iktidar bu biçimiyle kaldığı müddetçe ABD'nin Irak istilası bölgede yaratmak istediği sistem açısından yarı yolda kalmış bir girişim olarak kalacağı gibi, bu kadar masraftan sonra vazgeçilmesi ya da aynı durumda kalması gelişmekte olan tehlikelerin engellenmesine imkan vermeyecektir. ABD bölgede dengeleri kendi lehine değiştirmek, petrole egemen olmak ve hepsinden önemlisi de doların dünya rezerv parası olarak kalmasını sağlamak için yapmışsa, aynı sorunlar ertelenmiş olmakla birlikte büyümüş olarak karşısına dikilmiş bulunmaktadır. Bölgede Irak'ın kazanılması tamamlanmamışken, iran daha güçlü bir rakip olarak ortaya çıkarken, TC ile de ilişkiler, Kürtlerle olan ititfak yüzünden nazik bir karakter kazanmıştır. Petrol üzerinde tam bir denetim yaratılamamışken, Doların durumu yeniden kritik bir konuma gelmiştir. Daha önce Doları tehdit eden kendisine alternatif bir rezerv parasına yerini kaptırma tehlikesi şimdi petrol yanında ABD'nin kendine ait bir nedenle daha yeniden gündeme gelmiş bulunmaktadır. Bu Saddam'ın ve Chavez'in

SAYFA 05

yarattığı tehditten daha büyük görünmektedir. Ülke içinde dağıtılmış olan krediler öylesine bir boyuta ulaşmıştır ki, artık geri ödenememekte ve finans kurumlarını krizin eşiğine getirmektedirler. Şimdiden City Group'un uğradığı zararı

yaratan şimdilik konut kredilerinin geriye ödenememe durumu diğer büyük finans kurumlarını da aynı sıkıntını içine çekebilir. Petrol fiyatlarının yükselişi otomotiv sanayiini de bir durgunluk içine sürüklemekte. Böylece bir yandan enflasyon yükselirken diğer yandan da durgunluk gelişme göstermekte ve kapitalizmin başına tekelci döneminde bela olmuş olan stagflasyon olgusu bütün ağırlığıyla ABD ekonomisinin üzerine çökmektedir. Bu durum zaten sakatlanmış olan Doların dünya çapındaki konumunu daha kırılabilir hale getireceği için dünyaya karşılıksız dağıtılmış olan dolarların da geriye dönmesine yol açarsa ABD tam bir çöküşe girer. Bu durumda yapabileceği tek şey askeri gücüne dayanarak kendi krizini başkalarının üzerine yıkmak olacaktır. ABD pasif bir biçimde krizin kendisini sarmasını ve çöküşe gitmeyi elbette ki, beklemeyecektir. Önünde iki olanak mevcuttur. Ya dünya ile yeni bir uzlaşma zemini arayacak ve büyük devletlerin bu krizin atlatılmasında yardımını talep edecek ve buna karşılık da kimi imtiyazlarından vazgeçecek ve daha eşit ilişkilere dönmeyi kabul edecektir ya da son bir gayretle askeri gücünü kullanarak krizini bütün dünyanın sırtına yıkmaya çalışacaktır.

“Bunun nedeni, kendimizi küçük görmektir. “Kendimize güven duymamamızdır. “Bu toplumu komplo teorileriyle yoğurmamızdır. “Geçmişte topluma doğruları ve gerçekleri söylemek yerine, üstü kapalı imalarla yetinmemizdir. Evet, neden koskoca Genelkurmay başkanına inanılmıyor? Halbu ki: “Bazı makamlar vardır ki, oraya çıkmış kişiler yalan söylemezler ve ya söyleyemezler. Genelkurmay Başkanlığı da bu makamlardan biridir.” M.A. Birand okuyucusunu de bizi aptal çocuk yerine koymaktan kendini alamıyor. Genelkurmay başkanı yalan söylemez imiş! Bulunduğu yerin gereği imiş bu! Ya devlet başkanı yalan söyler mi? Başbakan? Gazateci vb vb yalan söyler mi? Laflara bakarsak hiç biri söylemez. M.A Birand da söylemez ama söylüyor işte! Andıçlanınca dezinformasyon faaliyetinin gönüllü neferi oluverir. Adama neden inanmıyormuşuz? “Kendimizi küçük görmekten” imiş! O inandığı için büyüyüveriyor besbelli ki! Mesel yakalanan bir fırsatta genelkurmay başkanına yalakalık yapmaktır. Bu sistemin çürümüşlüğünün üstkünü örtmektir. Yalan dolan birbirini izleyip duruyor. Bombardıman yapıyorlar, “yüzlerce terörist öldürdük” diyorlar. Öldürdükleri “terörist sayısı, girdikleri bölgede bulunduğunu iddia ettikleri gerilla sayısından fazla. 300 teröristin 400ünü öldürmüşler! Ardından youtube'a bir video düşüyor ve kendi generali “yalan bunlar, sadece beş kişi öldü!” diye tekzip ediyor. Ne oldu bu ordunun hiyeraşisine. Kim kime bağlı acaba? ABD için demediklerini önce bırakmıyorlar. Herkes güya anti ABD kesiliyor. Sonra bir görüşme yapıyor ve sınırı aşma izni alıyorlar; Hepsi birden oluyorlar yeniden ABD sever. Hangisi doğru acaba? ABD PKK'yi mi destekliyor yoksa TC'yi mi? Sınırı aşıyorlar, “işimizi bitirinceye kadar burada kalacağız!” diye üst perdeden üfürürken ABD savunma bakanı ta Pakistan'dan “acele çıkın oradan!” diye mesaj gönderiyor. Hem de çok acelesi bile yok; “İki hafta olabilir” diyor. Ama nedense bizimkiler ertesi gün çıkmak gereğini duyuyorlar; en azından izinli olarak bir hafta daha orada kalabilirlerdi! Ne oldu sahi? Neyle açıklanabilir bu? Tek bir şeyle: ABD'nin telaşına bakılırsa onun için en önemli sınır aşılmış demektir. Bu sınır zaman değildir. ABD için en elzem olan Güney Kürdistan'daki istikrardır. İşte TC bu sınırı aşmaya kalkışmıştır. “PKK temizliyorum” derken Güney Kürdistanın federal yapısını tehdit etmeye kalkıştılar; ABD buna izin vermeyeceğini dört kez apaçık söyledi. işte o zaman TSK'nın yürüttüğü operasyon PKK'nin gösterdiği direniş yüzünden verilen kayıplar karşısında birden anlamsız hale geliverdi. Bu hakikati gizlemek için yalan üzerine yalan söylenmekte ve hiçbir söylenen birbirini tutmamaktadır. Eğer böyle değilse ABD savunma bakanı neden daha Pakistan'dayken operasyon üzerine beyanat verme ihtiyacı duydu? Neden, “protesto edip gitmesem mi acaba?” diye tereddüt geçirdi? Neden ABD savunma bakanı sadece yarım gün kalıp aceleyle gitti? Neden bir gazetecinin “mesaj alındı mı?” sorusu üzerine “Dört kere söyledik. Alınmıştır” dedi? Neydi alınması gereken mesaj? Süre mi, operasyonun cinsi mi? Neden tam bu sırada ABD genelkurmay başkanı da TC'nin en kısa zamanda çıkması gerektiğini söyledi? Neden hemen aynı zamanda Bush da devreye girip “TC en kısa zamanda çıkmalıdır!” dedi? Neden “daha çok işimiz var orada” havasında iken başbakanın bile haberi olmadan TSK geri çekildi? Bu düşmanı şaşırtmak için yapılmış bir örtme harekatı ise nasıl olurda tam çekilirken bu beyanatlar verilir? Çekilmeyi o sırada en önce gören çarpışılan muhatap değil midir? Bizden mi gizliyorlardı? Kürt yetkililer daha o saatte geri çekilineceğini nereden biliyorlardı? Ve biliyorlardıysa bu iş kimden gizliydi? TC başbakanından mı? TC başbakanı operasyonun kısa süreli olduğunu biliyorduysa neden basına “operasyon başarıyla devam ediyor” diye beyanat gönderip ardından da dünya alem çekilmeyi duyduktan sonra açıklamasını geri çekmek zorunda kaldı? Operasyonun kısa süreli olacağını bilen böyle açıklama yapar mı? Durumu her an kontrol edip ona göre konuşmaz mı? Ve eğer bir başbakanın ülkesinin askerinin yaptıklarından haberi yoksa bu ne anlama gelir? Bizde hiçbir anlama gelmez. Normal prosedür işliyor demektir. Ne diye şaşırıyor ve bu kadar çok soru soruyoruz? Asker ne zaman seçilmişlere karşı sorumlu oldu ki, şimdi olsaydı! Onlar kime karşı sorumlu olduklarını bilirler... 1950'den beri bu makam bellidir.


6 09 Mart 2008

KADIN

KURTULUS BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ ve EZİLEN HALKLARI BİRLEŞİN!

Yaşasın 8 Mart

Görme ve görülme biçimlerimiz Öncül Kırlangıç

Y

aşadığımız çağda dört yanımızdan sürekli ve sürekli olarak çeşitli görsel imgelerle bombardımana tutuluyoruz. Bu bombardıman çoğunlukla televizyonlar aracılığıyla hayatımıza giriyor; filmler, diziler ve tabi ki reklâmlar. Bu reklâm dediğimiz şey sadece televizyonla da sınırlı kalmayıp gözümüzü çevirdiğimiz her yerde karşımıza çıkıyor. Elbette kapitalizm çağında tüketimin önemi ile birlikte reklâm en önemli şey haline gelmiş durumda. Yazımızın konusu ise, tüm bu görsel öğelerin içinde neden en çok kadın bedeninin ve kadın cinselliğinin kullanıldığı üzerine naçizane bir değerlendirme. John Berger' in “Görme Biçimleri” adlı kitabında yaptığı değerlendirmeler ışığında kadın bedeninin sanatta ve görsel alanların tümünde (sinema ve reklâm endüstrisi gibi) en öne çıkarılan unsur olmasını değerlendirmeye çalışacağım. Bu durum elbette ki toplumsal cinsiyet rollerinden bağımsız olarak ele alınamaz. John Berger de bunu gözden kaçırmayarak değerlendirmelerine kadının ve erkeğin toplumsal rollerinin varolma biçimlerini ne kadar etkilediğini anlatarak başlıyor. Yazarın değerlendirmesine göre erkek varlığı kendinde saklı yetkelik umuduna bağlıdır ve yetkelik umudunun yöneldiği nesne her zaman kendinin dışındadır (ki bu nesne genellikle kadındır). Tam tersine kadının varlığı ise onun kendine karşı tutumunu gösterir; o kadına karşı nelerin yapılıp nelerin yapılmayacağını gösterir. Çünkü kadın olarak doğmak erkeklerin mülkiyetinde olan özel, çevrelenmiş bir yerde doğmak demektir. Ve toplumsal kişilikleri de böylesine sınırlandırılmış, böylesine koşullandırılmış bir dünyada yaşayabilme üzerinden gelişmiştir. Bu durum bir yandan da kadının öz varlığının ikiye bölünmesini getirir. Kadın hiç durmadan kendisini izlemek zorundadır, ona öğretilen hep kendi kendini gözlemesi, bunun gerekliliğidir. Erkeklere nasıl göründüğü kadının yaşayışında önemli bir yerdedir. Kendi varlığını algılayışı, kendisi olarak bir başkası tarafından beğenilme duygusuyla tamamlanır. Ve John Berger' e göre durum özet olarak “erkekler davrandıkları gibi, kadınlarsa göründükleri gibidirler.” Buradaki değerlendirmeler kadın ve erkek cinsinde doğallığında oluşmuş olan karakter özellikleri değildir elbet, yazar da böyle bir saptamaya varmaz zaten. Kadın ve erkeğin görme ve görünme biçimlerini etkileyen/oluşturan şey toplumsal koşullar, yani feminist literatürde tanımlandığı haliyle toplumsal cinsiyet rolleridir. Yazarın da belirttiği gibi kadının ve erkeğin içine doğdukları toplum ve bu toplumun her iki cinse biçtiği rol, algılayış biçimlerinin farklılığını oluşturan temel etkendir. Ataerkil toplumda (zaten John Berger'in değerlendirmeleri ve bu değerlendirmelerden yola çıkarak yazılan bu yazı aslolarak ataerkil ve sınıflı toplumdaki kadın-erkek rolleri üzerinedir.) erkek iktidar sahibi, hükmeden yani etkin; kadın ise edilgendir ve bu durum kadın bedenini seyirlikerkek olan izleyici için-hale getirir. Tarihsel süreç içinde bu rolleri içselleştirmiş olan kadın için bu durum sanki içgüdüselmiş gibi algılanır ve seyirlik olmak rahatsız edici bir şey olmaz. Modadan kozmetiğe tüm sektörler kadının bu seyirlik durumu için ortaya çıkmış sektörlerdir. Bakıldığı zaman sinema, reklâm endüstrisi gibi görselin öne çıktığı alanlarda kadın bedeni bu seyirlik durumuna uygun olarak idealize edilerek sunulur. Klasik anlamda birçok filmde, dizide başrollerdeki kadınlar güzeldir, bakımlıdır. Ve bu güzellik- bakımlılık kavramları erkeğin istediği şekliyle sunulandır. Keza reklâmlarda da durum aynıdır. Kadının bedeni her daim pürüzsüzdür bu görsellerde; kıl-tüy, sivilce vs ye rastlanmaz, kesinlikle ideal vücut oranlarına sahiptir bu kadınlar. Yani erkek algısı kadını nasıl arzulamaktaysa ona uygun kriterlerle verilen kadın imgeleri mevcuttur buralarda. Bu durum mesela Avrupa yağlıboya resim geleneğinde de aynıdır. Çıplak kadın resimleri sürekli yinelenip duran en önemli konudur. Resimlerdeki çıplak kadın imgesi hep bir seyirci (erkek) tarafından izlendiğinin farkındadır. Kadın kendi başına çıplak değildir. Seyircinin (erkeğin) onu gördüğü biçimde çıplaktır. Bu durum akademik sanatta ve yukarıda da sürekli saydığımız sinema ve reklâm endüstrisinde halen devam etmektedir. İdeal seyirci hep erkektir ve her türlü görselde kadının cinselliği kendisi için değil izleyen erkek içindir, onun arzularını tatmin etmek için... Elbet bu durumun kesin çözümü ataerkil sistemin yok olmasından geçmektedir. Bu sistemi yok edecek olansa elbet ve elbet biz kadınların kendidir. Görme ve görülme biçimlerimizi değiştirmek, sadece seyredilen olmaktan kurtulmak, erkekler tarafından idealize edilmiş ve her gün milyonlarca imgeyle bize dayatılan kadın rolünden sıyrılmak bizlerin farkındalığıyla gerçekleşecektir. Bu farkındalığı yaratıp bize verilen rollerden sıyrılmak, bu rollerle mücadele etmek tek başına zor olsa da el ele vererek başarılamayacak bir şey değildir...

Yaşasın Kadın Dayanışması Birinci ve İkinci Dünya Savaşı yılları arasında bazı ülkelerde kutlanması yasaklanan Dünya Kadınlar Günü, 1960'lı yılların sonunda Amerika Birleşik Devletleri'nde de kutlanmaya başlanmasıyla daha güçlü bir şekilde gündeme geldi Tarihçe: 8 Mart 1857 tarihinde ABD'nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisi daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başladı. Ancak polisin işçilere saldırması ve işçilerin fabrikaya kilitlenmesi, arkasından da çıkan yangında işçilerin fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamaması sonucunda çoğu kadın 129 işçi can verdi. İşçilerin cenaze törenine 100 bini aşkın kişi katıldı. 26 - 27 Ağustos 1910 tarihinde Danimarka'nın Kopenhag kentinde 2. Enternasyonale bağlı kadınlar toplantısında (Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı) Almanya Sosyal Demokrat Partisi önderlerinden Clara Zetkin, 8 Mart 1857 tarihindeki tekstil fabrikası yangınında ölen kadın işçiler anısına 8 Mart'ın "Dünya Emekçi Kadınlar Günü" olarak kutlanması önerisini getirdi ve öneri oybirliğiyle kabul edildi. İlk yıllarda belli bir tarih saptanmamıştı ve değişen tarihlerde fakat her zaman ilkbaharda kutlanıyordu. Tarihin 8 Mart olarak saptanışı 1921'de Moskova'da gerçekleştirilen 3. Uluslararası Kadınlar Konferansı'nda gerçekleşti. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı yılları arasında bazı ülkelerde kutlanması yasaklanan Dünya Kadınlar Günü, 1960'lı yılların sonunda Amerika Birleşik Devletleri'nde de kutlanmaya başlanmasıyla daha güçlü bir şekilde gündeme geldi. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 16 Aralık 1977 tarihinde 8 Mart'ın "Dünya Kadınlar Günü" olarak kutlanmasını kabul etti. Sendikalar yıllarca bu önemli günde kadına yönelik ayrımcılığı daha güçlü olarak dile getirdi. İstanbul'da bir araya gelen feminist kolektif, 8 Mart'ta bir bildiri yayınladı. Bildiriyi aynen yayınlıyor ve destekliyoruz. “8 Mart'ta Sokaklara! İstanbullu feministler olarak 8 Mart'la ilgili hazırlıklarımızı yaparken bir haberle sarsıldık. Ayşe Yılbaş, Tıp fakültesinde stajını yaptığı hastanede, İstanbul'un göbeğinde, boşanmaya çalıştığı kocası tarafından öldürüldü. Bizler biliyoruz ki dört yıl önce yine bir şubat günü çocuğunu tek başına büyüteceği bir geleceğin hayalini kuran Güldünya'yı öldüren silahla bu aynı. Bu, kadın bedeni üzerinde tahakküm süren erkek egemenliğinin ve ne yazık ki en yakınımızdaki erkeklerin şiddeti... Bizler, kadına yönelik erkek şiddetinin son bulabilmesinin ve kadınların kurtuluşunun ancak büyük bir toplumsal dönüşümle gerçekleşeceğini bilen feministler olarak 8 Mart'ı erkek egemenliğine karşı, dayanışma ve mücadele günümüz olarak kutluyoruz. Bugün emeğine el konulan, evde köle, işte düşük ücrete mahkûm edilen, fabrikada, genelevde, evde, nerede olursa olsun sömürülen, baba, koca, erkek dayağına katlanmak zorunda kalan, uluslararası çetelerce fuhuş sektörüne satılan; sokakta, işyerinde, savaşta, gözaltında, tacize ve tecavüze uğrayan kadınlar olarak gücümüzü dayanışmamızdan alıyoruz. Bizler 8 Mart'ı, 1800'lü yıllarda işçi kadınların çalışma saatlerinin azaltılması ve daha iyi çalışma koşulları için ölümüne verdikleri mücadeleden devraldığımızı hiçbir zaman unutmuyoruz. Geçen sene 8 Mart'ta birlikte yürüdüğümüz Novamed

Her yıl olduğu gibi bu yılda kadınlar 8 Mart dolayısıyla çeşitli etkinlikler düzenleyecekler grevcisi kadınlarla yıl boyunca yan yanaydık. Aylarca grev çadırında sabahlayarak haklarını elde etmiş olan Novamed'li kadınlarla bu 8 Mart'ta yine birlikteyiz. Bizler 8 Mart'ı ezilenlerin her türlü isyanını şiddet ile çözmeye çalışan sisteme karşı mücadele günü olarak görüyoruz. Hem sınır ötesinde hem sınır içinde Kürt halkına yönelen tüm silahları kendimize de yöneltilmiş olarak görüyoruz. Ölmenin ve öldürmenin yüceltildiği günlerde biz kadınlara yüklenen, vatan için ölecek evlatlar yetiştirme görevini reddediyoruz. Bizler 8 Mart'ın kadınlara gül verilen bir güne dönüştürülmesin e g ü l ü p geçmiyoruz. Bu mücadele gününü siyasal rejimin çekişme günü haline getirilmesine ve 8 Mart'ı “vatan elden gidiyor” nidalarıyla kadın, erkek bir muhtıra gününe çevirmek isteyenlere gülüp geçmiyoruz. Kadınların tesettür altında yaşamasını savunanların fikirlerine gülüp geçmiyoruz. Ne olursa olsun erkeklerden esirgenmeyen yüksek öğrenim hakkının tesettürle okula gitmek isteyen kadınlardan esirgenmesini reddediyoruz. Ama saçlarımızı havada özgürce savurmamayı bize özgürlük olarak dayatanlara da gülüp geçmiyoruz. Biz bu 8 Mart'ı emeğimizi iki kat sömüren patronlara, evdeki emeğimize el koyan erkeklere, hazırladıklar sosyal güven(siz)lik yasası ile erkeklerle,

patronlarla açıktan işbirliğini ilan eden hükümete HAYIR diyerek kutluyoruz. Biz kadınları aileye, kocaya, babaya bağımlı kılan sosyal güven(siz)lik yasasına esastan itirazımızı haykırıyoruz. Bu sene yüzlerce erkek 2008'e Taksim'de kameraların önünde kadınlara sarkıntılık yaparak girdi. Bizler bunun bir avuç magandanın iğrençliği değil, kadın bedeni üzerinde kendine

hak gören erkek egemenliğinin ta kendisi olduğunu ve erkeklerin taciz ve saldırılarına göz yuman polislerin, yasaları uygulamayan ve şikâyet bekleyen yargının da erkekler kadar suçlu olduğunu ilan ettik. Mor iğnelerimizi bileyerek 8 Mart'a hazırlandık. Bizler, bu 8 Mart'ta kadın cinayetlerinde erkekleri ödüllendiren haksız tahrik indirimlerine karşı kadından yana politik taraf olduğumuzu haykırıyoruz. Erkeklerin adil olmayan düzenine karşı feminist adaletin sözcüsü olmaktan vazgeçmeyeceğimizi ve kurtuluşumuzun kendi ellerimizde olduğunu söyleyerek 8 Mart'ta yine sokaklarda olacağız. Biz kadınlar erkek egemenliğine boyun eğmeyeceğiz. Kurtuluşumuz için birlikte daha güçlü.” 8 Mart Cumartesi Saat 11.30 Kadıkoy Haydarpasa onu Saat 19.00 Taksim tramvay durağı 8 Mart Geleneksel Feminist Yürüyüş Saat 20.30 Yemek 9 Mart Pazar Saat 12.00-18,00 "BİRLİKTE DAHAGÜÇLÜ" Kadın Şenliği Beyoğlu Evlendirme Dairesi Saat 11.30-17.30 Feminist lezbiyenler ve kadınlar İstanbul sirk grubu - Feminist Kadın Çevresi Dans ve Müzik Grubu - Dalape Nena Kadın Sesleri Grubu - Zehra Cinar - Zeynep Tanbay Dans Gosterisi- Esmeray Gosteri Fotoğraflarla 2007'den 2008'e etkinliklerimiz - Filmmor kampanya klipleri - Dayağa karşı kampanyanın 20.yıl, Vesikalilar, Novamed, Mor Iğne, Ayşe Tükürükçü Vesikalı milletvekili adayı- Sebahat Tuncel İstanbul milletvekili- Fatma Özüm Novamed Baş temsilcisi

6. Uluslararası Gezici Filmmor Kadın Filmleri Festivali Başlıyor

Z I B

M I C

DTP Genel Başkanı Ahmet Türk'ün “Bülent Ersoy kadar cesur olamadılar” sözüne karşılık AKP Adıyaman Milletvekili Hüsrev Kutlu “Doğru söylemiş. Bülent Ersoy kadar cesur olsaydık, biz de bir yanlarımızı kestirirdik.” açıklamasında bulundu. Ahmet Türk'ün açıklamasında yer alan 'kadar' sözcüğüne de takılarak, Hüsrev Kutlu'nun homofobik olduğunu cımbızlıyoruz. Bülent Ersoy da, düşünceleri beğenilsin veya beğenilmesin herkes kadar fikir beyan etme/edememe hakkına sahiptir. Ersoy'un eşcinsel, transseksüel kimliğine yapılan atfın anlatılan düşünce ile herhangi bir ilgisi yok. Düşünce özgürlüğünün sınırlarının belirleyicisi, veya 'karşı' olarak tariflenen düşüncelere en kolay saldırı yöntemi olarak kullanılan cinsel kimliğe, cinsel tercihe, cinsel varoluşa yönelik her türlü tehdide hayır!

SAYFA 06

14 Mart 12 Nisan 2008 tarihlerinde yapılacak olan festivalin bu yılki teması 'Kadınların Tarihi: İtaat, İsyan, Feminizm''. İtaat etmek kadar isyan etmenin, başka bir hayat düşlemenin yani feminizmin de tarihi olan kadınların tarihinden filmler, kadınların var olma ve direnme hikâyeleri, düşleri… 13 ülkeden 46 film, 6.Uluslararası Gezici Filmmor Kadın Filmleri Festivali ile sizlerle… Bu yıl altıncısı düzenlenen Uluslararası Gezici Filmmor Kadın Filmleri Festivali, İstanbul'da 1422 Mart 2008 tarihleri arasında yapılacak. Fransız Kültür Merkezi ve Beyoğlu Alkazar Sineması salonlarında gösterilecek filmler, İstanbul'dan sonra 28-29 Mart'ta Eskişehir, 4-5 Nisan'da Tunceli ve 11-12 Nisan'da Van'da izleyicileri ile buluşacak.


KADIN

KURTULUS BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ ve EZİLEN HALKLARI BİRLEŞİN!

09 Mart 2008

Sandık açıldı! Sandık açıldı! Sandık...

Anne miyim, ben kimim?

Ç

Belki klişe bir laf ama karşınızdaki canlı hayalleriyle, dünyasıyla farklı bir insan Sermin Danışman

ocuk sahibi olmaya karar verdiğimde, birçok şeyi birlikte yürüteceğimi ve hayatımı fazla aksatmadan sürdürebileceğimi düşündüm. Çocuğum doğduktan sonra çok fazla sıkıntı yaşamadım. Çocuk tecrübem yoktu ama asıl mesleğimden (Anaokulu öğretmenliği) dolayı yaşayabileceğim pek çok sorunu önceden bildiğim için çok fazla zorluk çekmedim. Başından itibaren çocuğumun her şeyiyle kendim uğraştım. Yanımda bana yardım edecek pek kimse yoktu ama bundan hiç şikâyetçi de olmadım. Ne zamanki işi, çocuk ve ev ile birlikte yürütmeye başladım o zaman pek çok şeyin değiştiğini fark ettim. Hayatım bu üçlü arasında dönerken ve ben de boğulmaya başladım. Tek düze bir yaşamın içinde sıkıştım kaldım. Çocuğumla herhangi bir sorunum yoktu. İsteyerek yaptığım için çocuğu hiç suçlamıyordum. Belki klişe bir laf ama karşınızdaki canlı hayalleriyle, dünyasıyla farklı bir insan. Daha çok hayat arkadaşımı ve

adını koyamadığım insanları suçluyordum. Ben çocuğu bilinçli olarak istemiştim ama niye kendimi boşlukta hissediyordum? Niye kendimi işe yaramaz hissediyordum? Niye hayatım tekdüze ve bomboştu? Hani biz çocuk işini kolektif olarak çözecektik? Kadın arkadaşlarımız niye bize uzayda yaşıyormuşuz muamelesi yapıyorlardı? Çocuk bu hayatın bir gerçeği değil miydi? Niye teorimizde kolektif bir toplumun inşasından yana mücadele verilirken, pratiğimizde de tam tersini yapıyorduk? Çocuksuz, yeni neslin (insanlık tarihinin devamlılığı olmayan) bir dünyanın mücadelesini mi veriyorduk yoksa? İnsanların yaşamadığı bir dünya! Birçok kişisel tercih olabilecek şeyden bağımsız bir hayat yaşamaya başladım. Bir eyleme, bir toplantıya gidemediğim zaman nedeni sorgulanmaksızın direkt suçlanan oldum. Mücadelenin içinde olan eşim ise hiçbir zaman akla gelmedi veya arkadaşlarımdan dayanışma gibi bir öneri gelmedi. Bir kere de

7

eşim toplantısına veya eylemine gitmesin denmedi, 'sen nerdesin?' sorusu soruldu. Her zaman kendimi suçlu hissetmeme neden olan, kendimi hiçbir işe yaramayan biri olarak algılamama neden olan bir süreçti. Zaman zaman kendimi hala öyle hissettiğim dönemler oluyor. Muhafazakâr çevrelerde çocuk doğurma zorunluluğu olarak nükseden durum, sosyalist mücadelede yer alan bizler için tersinden çocuk doğurmama gerekliliği olarak dayatılmıyor mu? Kadına çocuk doğurmakla suç işlemiş gibi hissettirilmesi de tersinden 'bedenim hani benimdi?' sorusuna tekabül etmiyor mu? Önceden çocuk sahibi olanlar bu çocukları başka bir dünya da mı büyüttüler ki şimdi bizden de hem kendi dünyalarında var olmamızı hem de yalnızca anne ile çocuğun olduğu ( neredeyse öyle bir dünya) başka bir dünyada yaşamamızı istiyorlar? Doğurmadan önce ve sonrasında da babasıyla anlaşamasam bile bir çocuk sahibi olmayı

istemişimdir hep. Sonrasında babanın olup olmaması benim için önemli değildi. Zaten, yanlış da düşünmediğimi bana hissettiren anneliği yaşadığım bu süreçte 'erkekler gerçekten baba mı?' diye de sormuşumdur kendime. Gerçekten babalar mı? Bir erkek arkadaşımızın dediği gibi “ Ben hiç baba olmadım ama çocuklarım bana 'baba' diyorlar çünkü biyolojik olarak babalarıyım” demişti. Gerçekten de öyle. Bizde çocuğun sorumluluğu hep annenin üzerindedir. Kolektif bir paylaşım yoktur, hangi erkek ben yapıyorum diyorsa kendini kandırıyordur. Her an yanında olmasan bile 24 saat onunla meşgulsündür, onun herhangi bir sorunuyla kafan gün boyu doludur çünkü öğretilen annelik bunu gerektirir. Ben her şeye rağmen iyi ki çocuğu doğurmuşum diyorum. İyi ki böyle bir sevgiyi yaşamışım. Hayatın farklı bir kulvarında bulunmuşum diye mutluyum. Hayatın bu deneyimiyle ve mücadelesiyle var olabilmişim diye mutluyum.

Kadınlar vardır kadınlar vardır kadınlar heryerde Değer verdiğimiz insanları ölüm yıldönümlerinde anarız. Bu köşede bir değişiklik yapıp önemli bulduğumuz kadınları doğum günlerinde anmak istedik. İşte Şubat ayının ikinci yarısında doğan kadınlar

Roza Luxemburg: 5 Mart 1871, Polonya. (Ö: 15 Ocak 1919) Yahudi bir ailenin çocuğuydu. Sosyalizmle çok genç yaşta tanıştı. 'Otoriteye karşı muhalif tavrı' yüzünden öğretmenleriyle sorunlar yaşadı. Henüz 18'indeyken İsviçre'ye kaçmak zorunda kaldı. Zürih Üniversitesinde felsefe, tarih, politika, ekonomi ve matematik öğrenimi gördü. 1890'da sosyalist parlamentoya girdi. 1898'de Gustav Lübeck ile evlenerek Alman vatandaşlığı kazandı ve Berlin'e taşındı. Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD)'nin aktif bir üyesi oldu. Savaş karşıtlığı nedeniyle SPD ile fikir ayrılığı yaşadı ve Karl Liebnecht ile İnternationale grubunu kurdu. 19161918 yılları arasında hapis yattı. Çıkınca Karl ile Alman Komünist Partisini kurdu. 1919'da tekrar ceza aldı. Kaçmaya çalışırken Karl Liebnicht başından çok sayıda kurşunla vuruldu. Son sözleri “Ateş etmeyin!” olan Roza Luxemburg da dövülerek öldürüldü ve vücudu Berlin Hayvanat Bahçesinin kanalına atıldı ve aylar sonra bulundu. Ona göre kadının özgürlüğü bir dinamittir. “İnsan, iki ucundan yanan bir mum gibi olmalı.” der. Erkek yoldaşlarının çoğundan daha keskin, kapsamlı, açık ve geniş düşünen biri olduğu için; bir kadın olarak, bir kadından beklenmeyecek ilgi ve etkinlik alanına sahip olduğu için dışlanmıştır. Bu nedenle sert politika yapmış, “Kızıl Roza”, “Devrimin Kartalı” şeklinde anılmıştır.

Valentina Tereşkova: 6 Mart 1937, Sovyetler Birliği. 16 Haziran 1963'de Vostok 6 uzay aracı fırlatıldı. İçinde, 26 yaşındaki, uzaya ilk giden kadın ünvanını taşıyan kozmonot Valentina'yı taşımaktaydı.

Juana de Uruguayan Ibarbourou: 8 Mart 1895. Güney Afrika'nın en ünlü kadın şairlerindendir.

Hallie Quinn Brown: 10 Mart 1850. Eğitimci olan Hallie Amerika'da siyah kadınların örgütlenmesine öncülük etmiştir.

Tomris Uyar: 15 Mart 1941, İstanbul. (Ö: 4 Temmuz 2003) Öykü yazarı ve çevirmen. “Olaycı bir şey yazmaktansa kopkoyu bir karanlığı yeğlerim.” diyen Tomris, İpek ve Bakır ile Türk Dil Kurumu çeviri ödülünü, Yürekte Bukağı ve Yaza Yolculuk kitapları ile Sait Faik Hikaye Armağanını aldı. Öykülerinde evlilik, aile yapısı, toplumun değişik kesimlerindeki insanların değişim karşısındaki kaygı ve tedirginliklerini ele aldı. Virginia Woolf, Gabriel Garcia

SAYFA 07

Kadınların 'ilk'leri ve kadınlar için önemli tarihler Mart'ın kadınları, kadınların Mart'ı 1 Mart 1923: TBMM'ye ilk kez bir kadın geldi. Mustafa Kemal Atatürk TBMM'nin yeni çalışma dönemini açtı. Latife Hanım, Mustafa Kemal'in açış konuşmasını dinleyiciler balkonundan izledi. 1 Mart 1940: Fransız yazar Pierre Louys'in Afrodit adlı romanının Türkçe çevirisi hakkında 'müstehcen yayın' gerekçesiyle dava açıldı. Bilirkişinin verdiği rapora dayanılarak toplatıldı. Duruşmada savcı bazı bölümler için “huzuru adalette zikrinden teeddüp (utanma) duyduğum” dediği romanın ne gibi yararı olduğunu anlamadığını, yapıtın edebi bir değer taşımadığını, kitabın aile yuvalarına kötü etki yapacağını öne sürdü. Oysa bu roman Larousse'un 20. yüzyıl baskısına girmiş, Fransız operasında oynanmış bir eserdi. Dava 1940 yılında romanı basan ve yayanların aklanmasıyla son buldu. Davayla ilgili bir yazı yazan Sabiha Sertel “resim tablolarını indirten, sanat eserlerini ikide bir maznun sandalyesine oturtan geri bir zihniyet eteğimizi çekiyor” dedi. 1 Mart 1947: İffet Halim Oruz'un çıkardığı Kadın Gazetesi yayın hayatına başladı. Gazete 1979 yılına kadar 32 yıl, 1125 sayı olarak çıktı. 1 Mart 1951: Hastalık ve Analık Sigortası Yasası İstanbul, Edirne, Kırklareli ve Tekirdağ illerinde yürürlüğe girdi. 2 Mart 1918: Asker Ailelerine Yardımcı Hanımlar Cemiyeti Nuriye İsmail (Canbolat) Hanım tarafından kuruldu. Cemiyet, Enver Paşa'nın eşi Naciye Sultan'ın himayesindeydi. 1 yıl içinde 6247 kişiye yiyecek dağıtıldı. 2 Mart 1994: Bilge Olgaç evinde çıkan yangında öldü. Olgaç, Türkiye'nin ilk ve en çok film çeken kadın yönetmenidir. İlk yönetmenliği başrolünde Yılmaz Güney'in oynadığı Üçünüzüde Mıhlarım filmidir. Linç filmiyle 2. Adana Altın Koza En İyi Yönetmen ödülünü, Kaşık Düşmanı filmiyle 21. Antalya Film Şenliğinde en başarılı senaryo, 7. Uluslar arası Kadın şenliğinde Paris En İyi Film ödülü ve Paris Basın ödülünü kazandı. 2003 yılından itibaren Uçan Süpürge, sinemanın değişik alanlarında başarıya ulaşmış kadınlara Bilge Olgaç Başarı Ödülü vermektedir. 2 Mart 2000: Pendik Kaymakamlığı, Nobel ödüllü İtalyan yazar Dario Fo'nun 'Kabin Oyunları' adlı tek kişilik tiyatro oyununun sahnelenmesine 'erkekleri tecavüze kışkırttığı' gerekçesiyle izin vermedi. 4 Mart 1998: ABD Anayasa Mahkemesi, işyerinde cinsel taciz kanunlarının, her iki tarafın aynı cins olması durumunda da geçerli olduğunu onayladı.

5 Mart 1969: Balıkesir'de Akbaşlak Köyü muhtarı 'aminli düğün tüzüğü' hazırladı ve mevlit okutmayan damatlara ceza kesileceğini açıkladı. 5 Mart 1977: Türkan Şoray, Brüksel'deki Dünya Kadın Rejisörleri Festivalinde Dönüş filmindeki başarısı nedeniyle özel ödül aldı. 6 Mart 1949: Kadınlığı Koruma ve Sosyal Yardım Cemiyeti kuruldu. Cemiyet, kimsesiz kızlara ve dul kadınlara yardım etmeyi amaçlamaktaydı. 6 Mart 1986: Basın tarafından 'Basına Sansür Yasası' olarak tanımlanan “Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Yasası” TBMM'de kabul edildi. 7 Mart 1969: Golda Meir İsrail'in ilk kadın başbakanı oldu. 7 Mart 1986: “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi” talebini içeren dilekçe 2861 imzayla TBMM'ye verildi. 7 Mart 1989: Anayasa Mahkemesi üniversitelerde dini inanç sebebiyle boyun ve saçların örtü veya türbanla kapatılmasını serbest bırakan yasayı iptal etti. 7 Mart 1993: İstanbul'da bir grup kadın 'savaşlarda kadına tecavüze ve devletin kadın bedeni üzerindeki denetimine' dikkat çekmek için Beyoğlu'nda bir sokak sergisi açtı. İstiklal Caddesinde, devletin kadın bedeni üzerindeki denetimini simgeleyen ve ilgili yasal düzenlemeleri içeren ferman biçiminde bir bildiri de dağıtıldı. 8 Mart 1857: New York'lu 40.000 dokuma işçisi kadın, düşük ücretleri, 12 saatlik işgününü ve artan iş yükünü protesto etmek için bir yürüyüş düzenlediler. Polis şiddet kullanarak yürüyüşü dağıttı. Çoğu kadın 129 işçi öldü. 1910 yılında 2. Enternasyonale bağlı Uluslar arası Sosyalist Kadınlar Konferansında Clara Zetkin'in önerisi oybirliğiyle kabul edildi ve Mart ayının ilk haftasında Dünya Emekçi Kadınlar kutlanmaya başlandı. 1921'de Moskova'da 3. Uluslar arası Kadınlar Konferansında 8 Mart Dünya Kadınlar Günü olarak kabul edildi.1. ve 2. Paylaşım Savaşları sırasında pek çok ülkede kutlanması yasaklandı. 60'lı yılların sonlarında ABD'de kutlanmaya başlanmasıyla yeniden güçlü bir şekilde gündeme geldi. 8 Mart 1921: Türkiye'de ilk kez Emekçi Kadınlar günü kutlandı. 1975 yılından itibaren kutlamalar sokaklara taşındı. 1980-1984 yılları arasındaki durgunluk 1984'de Dünya Kadınlar Günü kutlamalarıyla tekrar sokaklarda boy göstermeye başladı. 8 Mart 1935: TBMM 5. dönem seçimlerinde kadınlar ilk kez oy kullandı.

8 Mart 1975: İstanbul Osmanbey'deki Dostlar Tiyatrosunda İlerici Kadınlar Derneği (İKD)'nin kuruluş çalışmalarını yürüten kadınların girişimiyle ilk kez kamuya açık bir 8 Mart kutlaması düzenlendi. Toplantıya 400-500 kadın katıldı. Ankara'da da 8 Mart kutlamaları yapıldı. 8 Mart 1987: Kadın Çevresi Yayıncılığın çıkarttığı Feminist dergisi yayına başladı. Sahibi ve Yazıişleri Müdürlüğünü Handan Koç'un yaptığı dergide Ayşe Düzkan, Minu, Filiz k., Serpil Gül, Sabahnur, Vildan, Stella Ovadis yazılar yazmaktaydı. Mart 1990'da derginin yayın hayatı son buldu. 8 Mart 1992: İstanbul ve Adana'da düzenlenen 8 Mart kutlamalarına polis müdahale etti. Pek çok kadın dövüldü, yaralandı. 8 kadın gözaltına alındı. 9 Mart 1952: Sovyet yazar Aleksandra Kollontay öldü. Aleksandra, kadınların örgütlenmeleri ve siyasal mücadeleye katılmaları için mücadele vermiştir. 9 Mart 1957: Türk ordusunun ilk kadın doktor subayı Sema Aran teğmen rütbesiyle göreve başladı. 9 Mart 1986: Muzır Neşriyat Yasası'na ilişkin suçlamaları yanıtlayan Başbakan Turgut Özal, “Bu yasaya muzır diyen muzırdır.” dedi. 10 Mart 1920: Çerkez kadınları bilgilendirmek için Çerkez İttihat ve Teavün cemiyeti kuruldu. Dernek, Diyane isimli bir dergi yayınladı. 10 Mart 1931: İstanbul'da yayımlanan Bıldırcın, piliç ve çapkın Kız mecmuaları hakkında müstehcen yayın davası açıldı. 10 Mart 1974: Cumhuriyet'in 50. Yılını Kutlama Komitesi tarafından İstanbul'un Karaköy Meydanına dikilen Gürdal Duyar'ın 'Güzel İstanbul' adlı çıplak kadın heykeli 'müstehcen' olduğu gerekçesiyle bazı siyasi çevrelerin, özellikle Milli Selamet Partisi'nin tepki aldı. 12 Mart 1956: 3 kadın milletvekili çarşafın yasaklanması için TBMM'ye bir kanun teklifi sundu. 12 Mart 2000: Papa ll. John Paul, kilisenin geçmişte Yahudilere, muhaliflere, kadınlara ve yerlilere karşı işlediği günahlardan ötürü af diledi. 13 Mart 1939: İktisat Bakanlığı kadın çoraplarında kalitenin yükseltilmesi için Avrupa'dan uzman heyet getirtti. 13 Mart 1900: Fransa'da çocuk ve kadınların çalışma saatleri günde 11 saat ile sınırlandırıldı. 13 Mart 1970: Dublaj sanatçısı ve yazar Adalet Cimcoz öldü. 14 Mart 1955: Besteci, kanto sanatçısı Şamran Hanım (Kelelciyan) 85 yaşında öldü.

kadınlar her yerde


KURTULUS BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ ve EZİLEN HALKLARI BİRLEŞİN!

SAYI

03 09 Mart Fiyatı 1 YTL

15 GÜNLÜK SİYASİ GAZETE Erginbay Yayıncılık adına Sahibi ve Yazıişleri Müdürü Hüseyin Bektaş Adres Şehit Muhtar Mah. Yoğurtçu Faik sok. No: 12-14 Taksim/İSTANBUL Baskı Gün Matbaacılık Abonelik için Gökhan Taşyakan adına Hesap No: 1052 0843667 TC İş Bankası Taksim Şubesi

Alnını dağ ateşiyle ısıtan yüzünü kanla yıkayan dostum senin uyurken dudağında gülümseyen bordo gül benim kalbimi harmanlayan isyan olsun Şimdi dingin gövdende uğultuyla büyüyen sessizlik birgün benim elimde patlamaya sabırsız mavzer olsun Başını omzuma yasla göğsümde taşıyayım seni gövdem gövdene can olsun gövdem gövdene can olsun Arkadaş Zekai ÖZGER

UNUTMAYACAĞIZ UNUTTURMAYACAĞIZ KURTULUS SAYFA 08


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.