Genç Praksis Dergisi 8. Sayı

Page 1

“hep denedin, hep yenildin. olsun.gene dene gene yenil, daha iyi yenil” s.beckett

www.gencpraksis.liyiz.biz

aylık kültür,sanat gazetesi

“ Galiba aslolan onur...”

Her şey duyarlılıkla başlar. Çocukken sokak kedilerine ve köpeklerine uzatırsınız elinizi ya da yüzü gözü kir pas içindeki bir yaşıtınıza… Çevrenizde olup bitenleri iyice anlamaya ve bunlardan yara almaya başladığınızda ise durum duyarlılıktan çok daha ötesine varmıştır. Đnsan sevgisi… Bir sadece kendi insanını sevmek vardır bir de hiçbir ayrım gözetmeden tüm dünya insanlarını sevmek. Bir üç beş parça toprak için insanları öldürmek vardır bir de bu insanları kurtarmak için ölmek. ABD/ Olympia Rachel Corrie 24 yaşındaydı okulunun son dönemiydi. Elinde hamburgeri karşısında renkli kutusu savaş uçaklarına, tanklara buldozerlere küfretmekle engellenemeyeceğini biliyordu bu olanları. Çocukları vurmayı durdurun pankartını taşımayı tercih etti elleri. 20 Ocak’ta tüm sevgisini ve duyarlılığını doldurduğu gibi bavuluna, Gazze’de aldı soluğunu. Baharda dönecekti. Hayalini kurduğu gibi yazar olacaktı. Kelimelere sığamayacaktı düşünceleri, duyguları belki ama baharda dönecekti… 7 Şubat 2003 … Gene de, hiçbir okuma, konferanslara katılma, belgesel izleme ve kulaktan dolma bilginin beni buradaki durumun gerçekliğine hazırlayamayacağı düşüncesindeyim. Görmeden bunu hayal edemiyorsun ve gördükten sonra bile, bu deneyiminin hiç de o gerçekliği bütünüyle yansıtmadığının farkındasın… Filistin’de geçen 7 haftası boyunca ailesiyle iletişimini kesmedi. Tanık olduğu iğrençlikleri, hissettiklerini kelimelere dökebildiği kadarıyla her şeyi yazdı. Okyanus manzaralı evlerin ve duvarları kurşun deliği desenli evlerin hayatlarını görmüştü o. Görmüştü ve çocukluğu hayatta kalma mücadelesiyle geçenler için dünyayı affetmiyordu. Hepimiz aynı topraklar üzerinde yaşıyoruz. Aynı denize bakıyor aynı havayla yaşıyoruz. Ama birileri dur durak demeden denizimizi bölüyor, toprağımızı sınırlıyor, havamızı kirletiyor! Tüm bunlara rağmen yaşamak, umut etmeyi gerektirir. Şimdi olamasa bile bir gün her şeyin düzeleceğini hayal et-

seni unutmayacağız rachel!

mart 2009 - sayı:8

meyi, hayatta kalabilmek ise paylaşmayı. “Evin cephedeki iki odası duvarlardan kurşunlar geçtiği için kullanılamıyor. Bu yüzden bütün aile, üç çocuk ve iki ebeveyn bir yatak odasında uyuyorlar. Ben yerde en küçük kızın yanında yatıyorum ve hepimiz battaniyeleri paylaşıyoruz... Nidal’in Đngilizcesi her geçen gün gelişiyor. Büyük nineye Đngilizce ‘Merhaba Nasılsınız?’ demeyi bile öğretti. Her an tank ve buldozerlerin sesleri duyuluyor ama bu insanlar birbirleriyle ve benimle neşe içinde iletişimlerini devam ettiriyorlar.” 27 Şubat 2003 Anneciğim, Seni seviyorum. Đnan, çok özlüyorum. Kâbuslar görüyorum, rüyalarımda siz ve ben içeride, dışarıda tanklar ve buldozerler evimizi çevirmiş görüyorum… Bir başka ülkedeki acıyı hissedemiyorlar, orada yaşananları hikâye dinler gibi dinliyorlar. Niye diye sormuyorlar. Niye biz burada bu kadar rahat bu kadar boş yaşayıp obeziteden ölürken birileri işgal kuvvetlerinin kuleleriyle izleniyor, açlıktan ölüyor? Biliyoruz niyeler bitmez asla yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek fakat son bir niye! Niye 24 yaşında bir beden tonluk buldozere siper oluyor? Evet! Yoksulluğun hat safhalarda yaşandığı Refah mülteci kampında bir ailenin evini savunandı Rachel minicik bedeniyle. ‘Müslüman! uyuma kardeşine sahip çık!’ diye naralar atanlar, gâvur diye kendilerince hor gördükleri insanların mücadelelerine tanık olunca ne düşünüyorlar merak ediyorum. Peki, Bush ne yaptı dersiniz, ne düşündü? Rachel’in katiline hesap mı sordu destek mi oldu? Sarı saçlı, mavi gözlü bir çocuk canlanıyor gözümde. Diğer kedilerce hırpalanmış olana süt içiriyor minik elleriyle. Yanından geçen siyah saçlı, siyah gözlü bir çocuğun elinden düşen şekerini görüp üzülüyor, şekerini paylaşıyor. 16 Mart 2003’te Đsrail buldozerine karşı insanlık savaşı verildi. Buldozerin ardında kalan kırık kemikler, kana bulanmış sarı saçlar olabilir ve yenildik gibi gözükebilir belki ama bitmedi daha sürüyor ve sürecek o kavga!

ayça sena akçor


2

genç praksis

editörden...

Sapanlarda, küçük avuçlarda taş parçaları. Tankların üzerine yağan molotoflar... Đntifadanın çocuk komutanları. Ve duvarın dibinde bir baba, bir oğul, gözler yaşlı, vücutlar delik deşik… Gözlerimizi kapadığımız da nasıl bir Filistin canlanır zihnimizde? Tarihin ve medeniyetin anayurdu olan Orta Doğu 21.yüzyılda ne gibi imgeler bırakır hayal dünyamıza? Ne Fuzuli ne Ömer Hayyam ne de Leyla ile Mecnun… Đlle de kan ille de isyan.. Peki paylaşılamayan ne? Bu vahşet ne içindi? Toprakları kana bulayan neydi? Đskenderiye kütüphanelerini yaratan aklın ve bilginin beşiği Orta Doğu ne olmuştu da savaşın pençesinde yıllarca can çekişir olmuştu? Đlle de ölüm müydü gerekli olan. Belki sırf bu kanın neden aktığını, neden bir türlü durmadığını kavrasak tüm sorunların iplik söküğü gibi bir anda çözülüvereceğini düşünüyorum. Orta Doğu dünyanın merkezi. Savaş ise en yakıcı sorunumuz. O zaman oradan başlamalı. Ve ısrarla sormalı: Neden? Üstüne gitmeli. Araştırmalı, okumalı. Sorgulamalı. Hesap sormalı ve sokağa çıkmalı. Kim sorumlu bu savaşlardan? Kimler yarar sağlıyor? Kimin çıkarı var savaş ortamında? Kim satıyor bunca silahı? Savaş konusunda iki laf edemeyen, gerekli tahlilleri ortaya koyamayan, işi Filistin’e gönderecek 5 TL’lere indirgeyen ve sağdan-soldan herkesin bu sorunu politik malzeme yapmaya çalıştığı ortamda “savaş” bir turnusol kağıdı işlevi görmekte. Tozu dumanı dağıtmalı, sloganları savuşturmalı, perdeyi aralamalı ve gerçek bilgiye ulaşmalı. Belki Praksis bugün en çok da bunu yapmaya çalışıyor. .

aydın yıldırım

Sözün Bittiği Yerde 'GREV' Başlar!

Barış Engin

Basın emekçileri olarak sonunda olmaz denileni başardık. 12 Eylül kanlı darbesinden sonra ilk defa bir medya kuruluşunda emekçi arkadaşlarımız greve çıkıyor. Bu grev mücadelesinde arkadaşlarımıza sonsuz başarılar diliyorum. Gelelim bu grev mücadelesinin gelişme sürecine.. Neler oldu bu süreçte... Büyük burjuva, sermaye medyasında bilindiği üzere 'sendikalı' olmak yasak.. Peki SabahAtv'nin bağlı olduğu Turkuvaz Medya grubunda nasıl olmuştu da sendikalı mücadele başlamıştı? Türkiye Gazeteciler Sendikası bir grevi örgütleyecek kadar nasıl bu şekilde başarılı olabilmişti? Hatırlarsınız Sabah ve Atv kuruluşları Ciner Medya grubuna ait yayın kuruluşlarıydı. Tabiki her sermaye patronu gibi Ciner'de sendikayı yasaklamıştı. Ama grubun birtakım ayakoyunlarından dolayı Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) el koymuştu Ciner Grubunun şirketlerine. Bunların arasında Sabah ve Atv'de vardı. Grup TMSF'nin yönetimindeyken Türkiye Gazeteciler Sendikası bu işyerindeki işçiler arasında örgütlenmeye başlamış oldu. Ve Sabah-Atv grubunda sendikal mücadele bu şekilde başlamış oldu. Grup Turkuvaz Medya grubuna devredildiğin de dahi yürüttüğü mücadelenin gücünün büyüklüğünden dolayı burjuva, sendikal mücadeleyi kıramadı ve Türkiye Gazeteciler Sendikası mücadele etmeye devam etti. TGS, Sabah ve Atv'de elde ettiği toplu sözleşme hakkını kullanmak istedi. Ve yapılan görüşmelerde istenilen sonuç elde edilemeyince greve gitme kararı aldı. Ve grev 13 Şubat Cuma günü saat 11.00'de başladı. Fakat aynı gün grev başlangıç saatinden tam bir saat öncesinden yani saat 10.00'da gazetenin faşist-burjuva yönetimi tüm çalışanlara greve katılmamaları için baskı yapmaya başladı. Çalışanlara "greve katılmayacağım." ifadeleri içeren kağıtlar imzalatılıyordu. Bu grev süreci bize birşeyi daha açıkça gösterdi; Turkuvaz Medya kuruluşunun 'demokratlığı' gözler önüne serildi. Her akşam ana haber bültenlerinde, her sabah manşetlerinde ve reklamlarda "hangi tarafımızdan vazgeçelim" diyerek bizlere demokrasi havariliği yapanların foyasıda bu şekilde ortaya çıkmış oldu. Turkuvaz Medya kuruluşununda son bombası patladı. Gruba bağlı Sabah ve Atv grubunda greve katılan 10 arkadaşımızı kendilerine göre uydurdukları kanunlarca işten attı. Türkiye Gazeteciler Sendikası durumu yargıya taşıdı. Grev alanında başlattıkları mücadeleyi şimdide yargı önünde sürdürecekler. Ve basın emekçileri seslerini duyurmak için 21 Şubat Cumartesi akşamı saat 18.00'da Taksim Meydanı'nda toplanıp Galatasasaray'a doğru Đstiklal Caddesi boyunca yürüdü. Genç Praksis olarak bizde oradaydık ve grevdeki arkadaşlarımıza desteğimiz her daim devam edecek. Ve sözlerimi şu şekilde tamamlamak istiyorum. "DĐRENE DĐRENE, KAZANACAĞIZ!"

karambole gelmiş hayatın sert figürleri

333 Ersin: Kravatını nefes almanı engelleyecek seviyeye kadar çekmezsen ilerde hastalarından birinin ailesi kılığın kıyafetin bozuk diye başarılarını ve daha önce yaptığın olumlu işleri hiçe sayıp seni mahkemeye verir... 444 Ahmet: Eğer gömleğini pantolonunun içine sokmazsan mahkemede Ersin’i savunacak bir avukat pozisyonuna gelemezsin… 555 Serdar: Sen kız mısın evladım, saçlarını uzatıp küpe takıyorsun.

Bunlar sadece bizim karakterimizi asimile etmeye yönelik alicengiz oyunlarından bazıları. Bizleri biz yapan bütün özelliklerimiz, bizim gibi olmayanların rahatını kaçırmaya yetmiş gibi gözüküyor. Sokaklarda, okulda veya aile içinde diğerlerinden farklıysan bir içgüdü olarak seni de diğerlerine benzetme duygusu kabarıyor insanlarda. Halbuki isimlerimiz gibi karakterlerimiz ve o karakterleri sunuş tarzlarımızla biz bu düzende var olabiliyoruz. Bizim farklılığımız onların bu tabularına verilebilecek en güzel ve yegâne yıkım aracıdır aslında. Bizden, bizi asimile eden asimilatörlere duyduğumuz, derin kini yutmamız, özgürlükten ve bireylikten söz etmememiz bekleniyor. Okullarda kılık ve kıyafet yönetmeliğinden başlayabiliriz. Herkesin üzerinde aynı gömlek, aynı kravat, aynı pantolon, kısacası sanki hepimiz bir kişiden klonlanmış gibiyiz. Bu yetmez mi peki? Tabi ki yetmez!!!... Akabinde kıyafetlerin içindeki bireylerin, beyinleri de tek yöne sürüklemek için uğraşıyorlar. Düşünce ya da bir hareket üretemememiz için, bizi tek başına düşünemeyen ya da düşündüklerini uygulamaya koyamayan bir insan motifiyle süslemeye çalışıyorlar. Hayatlarımızı emir-komuta zincirine daha bu genç yaşlarda alıştırıyorlar, alıştırıyorlar ki menfaat ve mevkileri sarsılmasın, sarsılmasın ki bizi bu hale sokarken düşünmedikleri yaşantılarımız ve sıkıntılarımızdan hayatlarını geçindirebilsinler. Düşünce hayatımız abluka altında, gün geçtikçe törpülenen zihinlerimiz aynı boya gelmiş durumdalar, kelime dağarcımız ancak ve ancak Türkçe sözlükte yer alanlar kadar, düşünmeye ve üretmeye, haklarımızı aramaya, hoşnut olmadığımız her şeyi "aslında hiçbir şey" yaparak sürdürmeye hatta mesleğimizi bile seçemeyecek kadar daralmış bir akım içinde sürüklenmeye itiliyoruz. Bizi farklı kılan tek şeyin yalnızca isimlerimizin olacağı

sezercan atasyas

bir yaşam kılıfı yaratılıyor ve biz göz göre susuyor, susturuluyoruz. Mekanik beyinlerle BĐR ve TEK düşünce platformuna taşıyorlar bizi. At gözlüklerimiz bile aynı renklere sahip neredeyse. Yaşamlarımızı sistemin bir parçası yapmak için didinip duruyorlar... Okul bu şekildeyken sokakların nasıl bir hal alması beklenebilir sizce? O kadar eğitimli insanın bulunduğu eğitim yuvalarımızda ,eğitilmemiş AMCALARIMIZ tarafından göz göre göre tek tipleştirilirken sokakların daha rahat bir tavrı olması beklenemez. Kontrgerillalar dolu sokaklarımız. Gruplaşma ve çeteleşmeyle süslenmiş pek çok arka sokak ve karanlık var. Hayatlarını yaşayamamanın ya da bizim hayatlarımızı yaşayabilmemiz izleniminden kaynaklanan bir şiddet çerçevesinden bakıyorlar yaşama. Bazıları bizim gibi olmaya çalışırken bazıları bizleri kendilerine benzetmeye çalışıyor. Đnsaların sıfır noktasına getiremediği tek duygusu ego ve bu paradoksun içinde kalanların uyguladığı yaşam politikasından ibaret... Halbuki onlar da farkındalar yaşamak istedikleri hayatı önceden seçemeyeceklerinin. Sadece öfkeliler bu yaşam modülüne, ucuzluk ve şiddetten ötesini görmedikleri için yaşamları boyunca, çözümleri ellerinde olan şıklarla bağdaştırabiliyorlar ancak. Karambole gelmiş bir hayatın sert figürleri onlar. Kimisi yalnız kaldığı için yalnızlığı yenenlerden, kimisi de yalnızlığı yendiğine güvenerek yalnızlardan çıkartıyor hayatın acısını. Toplumda gördükleri tek düze insanların aksine farklı karakterlerle karşılaşmaları onlar için alışıla gelmediğinden bu tepkileri. Yaşama olan küslük ve kırgınlıklarını bir üst kademeye taşımamak, tek düze ve tek tip hayatlarının geri kalanını farklılaşarak daha kötüye götürmemek düşüncesinden oluşan bir labirentteler. Çıkışı bulamayanlar arka sokaklardan birinde hayatla son raundu oynamak zorunda kalacaklardır birgün. Bütün bunları düzeltebilecek güçleri olanlar ise az öncede dediğim gibi menfaat ve mevki aşkları yüzünden ellerini oynatmıyorlar. Farklı düşünen insanlar onlar için bir tehlike ve bu tehlikeyi asimile eden sokaklar neye başkaldıracaklarını bilmediklerinin yanı sıra kullanıldıklarının ve harcandıklarnında farkına asla varmayacaklar. Beyinlerimize vurulan prangalar, gözlerimizdeki at gözlükleri ve geçmişten gelen saçma bir toplum kültürüyle yetişiyoruz. Bizi biz yapan bireylik olgumuz törpülenirken insanlıktan ve toplum kavramından bahsetmek ne kadar doğru bilemiyorum.


suyun miktarı değil, paylaşımı sorun Genç Praksis Dergisi olarak yaklaşmakta olan Su Formu’na karşılık örgütlene Alternatif Su Formu’nu hem yakından takip ediyoruz hem de destekçi kurumlardan biriyiz. Bu bağlamda Taksim Hill Hotel’de düzenlenen Alternatif Su Formu hazırlık toplantısı katılımcısı Meksikalı aktivist Claudia Campero ile bir röportaj gerçekleştirdik. G.P. Dünya'da, tükenmez gibi görünen su kaynaklarımız varken, 21. yüzyıl’da bu bir sorun haline geldi. Su neden sizce bir sorun? CC. Dünya'daki suyun çoğu tuzludur, yani içilmez. Đçilebilen su kaynaklarının az olmasına rağmen, aslında, var olan tatlı su miktarı herkes için yeterlidir. Suyla ilgili oluşan sorun, bir güç ve egemenlik meselesi olarak, tamamen yönetimiyle ilgilidir. Suyu, ya devletler ya da özel şirketler kontrol etmeye çalışıyorlar. Ve bunu insanların faydası için değil, tamamen kar amacı güderek yapıyorlar. Su kullanımıyla ilgili kararlar ve öncelikler, bu tür kuruluş ve gruplar tarafından belirleniyor. Az öncede belirttiğim gibi "insani amaçlarla değil, tamamen kar amacı güdülerek". Dünya'nın her yerinde, tarih boyunca, bir grup, su kaynaklarını özelleştirip,kontrol altına almaya çalışınca, bu tür sorular ortaya çıkmıştır. G.P. Resmi olarak gerçekleşen “Su Formu”nun bu soruna ve su olgusuna yaklaşımı nasıl? CC. Bizce çok olumsuz bir yaklaşım. Su yönetimi tamamen özelleştirmeye çalışıyorlar. Söylenenlere kulak kabartırsanız "özelleştirilmeyle ilgisi yok" diyorlar. Ama bu güzel söylemin arkasındaki esas amaç özelleştirmedir. Böyle olmasının nedeni ise, bu formun arkasındaki güçlerin, "özel şirketler" olmasıdır. Vatandaşın su üzerindeki hakkı, hesaba katılmıyor. Aslında, kabul de etmiyorlar ve bu haktan bahsederken, bizim anladığımız "Su Paylaşım" hakkından çok farklı bir anlam yüklüyorlar. Bunların farkında olmalıyız ve insanların, su kullanımıyla ilgili sorunlara doğrudan katılmaları söz konusu olmalı. Halkın katılımıyla, su kullanımı daha doğru, daha haklı ve daha etkin bir hale gelecektir. Çünkü özel şirketler, su kullanımının hakimiyeti ve meydana gelme ihtimali yüksek olan çevre kirliliğiyle suyun kirliliğiyle ilgilenmiyorlar. G.P. Sizin ülkenizin, Meksika hükümetinin su politikası nasıl?

OKULLAR TOPLAMA KAMPINA DÖNÜYOR

güler bayram

Eğitim sistemindeki yenilikler biz öğrencilerin haklarını giderek daha fazla kısıtlıyor.

Her sabah askeri birlik edasıyla sınıflılara alınıyor, saçımızdan sakalımıza, çorabımızdan ayakkabımıza kadar kontrolden geçiyor, istedikleri gibi ayakkabı giymediğimiz için derse alınmayıp evlere gönderiliyoruz. Her sabah aynı insanlık dışı muamelelere maruz kalıyoruz. Bunlarla birlikte okulda arkadaşlarımızla (karsı cinsten) yan yana gezmemiz, sorunları tartışmamız, derslerde kendimizi ya da düşüncelerimizi özgürce ifade edebilmemiz yönetmeliklerle ve müfredatlarla engelleniyor. Düşünmeyen sorgulanmayan tek tip insan olarak yetişmemiz isteniyor. Bunların yanında eğitim alnındaki özelleştirmeler, eğitimin paralı hale getirilmesini her geçen gün daha derinden hissediyoruz. Bizler bunu sene basında verdiğimiz bin bir sebeple toplanan kayıt paralarından biliyoruz. Đşçi ya da emekçi olan ailelerimizle zengin para babalarının arasındaki ayrışmanın ne kadar keskinleştiğini iyi biliyoruz. Üniversite gibi liselerinde hızla paralı hale getirilmesi üniversite kapılarının işçi ve emekçi çocuklarının yüzüne kapatılması bunlara rağmen bin bir güçlükle üniversiteyi kazansak bile önümüzde duran işsizlik girdabı... Bu yaşananlara karşı bize söylenen komik ama gerçek olan şudur; üniversiteye gitmek istiyorsan iyi bir liseye gideceksin iyi bir liseye gidebilmek içinde nitelikli bir ilk öğretim okuluna. Yani kısacası paran kadar okuyacaksın ! Evet aslında biz demokratik, eşit ve özgür bir ülkede yasıyoruz. Đş güvencesinin yok edildiği, sendikaların kapatıldığı, sağlık, eğitim gibi en temel ihtiyaç alanlarının hızla özelleştirildiği demokratik bir ülkede yasıyoruz. Her gün kılık kıyafet kontrolleriyle alındığımız okullarımızda kameralarla gözetleniyor, sözde güvenliğimiz için okul önlerine koyulan polisler yaşamımızın her alanına burnunu sokurken konuşmamıza, düşünmemize izin verilmeyen, biz örgenciler ''evet'' özgürüz. Burjuva çocuklarının eğitim gördüğü tam donanımlı okullarla işçi ve emekçi semtlerindeki okullar arasındaki uçurum her gecen gün artarken malesef ki eşitizde. Ve bunlar göz önündeyken demokrasi, eşitlik ve özgürlükten bahsedenler ; SĐZ KĐMĐ KANDIRIYORSUNUZ !!!

genç praksis 3

AYDIN YILDIRIM MERVE ACAR SEZERCAN ATASYAS

CC. Meksika'da neoliberal bir yaklaşım var. Bizce çok kötü bir yaklaşım. Su pazarları, su bankaları yaratmaya yönelik bir politika söz konusu. Su formunun altında, daha önce de söylediğimiz gibi "suyun özelleştirilme" fikri yatıyor ve önceki su formunun, Meksika'da düzenlenmesi bir tesadüf değil. Çünkü; Meksika'da da olsa, Türkiye'de de olsa, bu iki ülkedeki gündem suyun özelleştirilmesidir. Dolayısıyla bu forumlar, amacı ve altında yatan fikir itibariyle, suyun özelleştirilmesi gündemi altındaki ülkelerde gerçekleştiriliyor. Su forumu, mesela Meksika'da, aslında kötü ola bir su yönetimini iyi bir su yönetimi olarak sunmaya çalışıyor. G.P. Sizce nasıl bir küresel "su politikası" oluşturulmalıdır? CC. Bu aslında pek çok cevabı olan bir soru. Sadece gereken birkaç unsurdan bahsedebiliriz. Uygulanacak olan su politikası "DEMOKRATĐK" olmalı. Suyla ilgili bir politika oluştururken, halkın katılımı söz konusu olmalı, her sabah sürdürülebilirlik alınmalı ve ekosistemle çevreye olan etkileri de göz önüne alınmalıdır. Ayrıca, fakirler için, suyun finansmanına öncelik verilmelidir. G.P. Toplumsal duyarlılığı olan kesimlere ve biz praksisçilere sizce ne gibi görevler düşüyor? CC. Çok önemli ve merkezi bir yolda ilerlenmeli. Çünkü; su ile alakalı konularda, insanların ihtiyaçlarını ortaya çıkartmamız lazım. Suyla ilgilenirken, ortaya çıkan sahte çelişkiler konusunda duyarlı ve dikkatli olmamız lazım. Politikacılar, kırsal alanlarda yaşayan insanlar ile şehirde yaşan insanlar arasındaki çelişkileri ortaya çıkartarak, insanları manipüle etmek amacıyla, çatışmaya müsait ortamlar hazırlamaya çalışabilirler. Bu tür çatışmaların olmaması için, şehirde yaşayan insanların da kırsal alanda yaşayan insanların da suyla ilgili ortak sorumluluklarının olduğunu bilmeleri ve ortak bir paylaşımın söz konusu olduğu bilincine varmaları lazım. Burada söz konusu olan, iki taraftan birisine su verilip, diğerine verilmemesi değildir. Her ikisine de yetecek su var ve bunu sağlayabilmemizdir söz konusu olan. Bizim sosyal hareketlerimiz içindeki en büyük meydan okumamız, bu çelişkiyi ortaya çıkartmak ve bunu aşmak olmuştur.


4

genç praksis

Bir 68 idolü: janis coplin

Blues’un beyaz kraliçesi Janis Joplin 19 Ocak 1941’de Texas’ta doğdu. Đlk yıllarında pek de kimsenin dikkatini çekmedi. Arkadaşlarının gözünde bir çirkin ördek yavrusu, bir erkek Fatma’ydı o. Ve şiirdi resimdi derken, genç yaşta folk ve blues’la tanıştı. Daha ilk gençlik yıllarında kendisine dayatılan masumiyete, değerlere, kalıplara karşı çıkarak olandan bitenden haberdar, asi, tüm kalıpları zorlayan, kıran, özgürlükçü siyah hareketini destekleyen bir hippi’ye dönüşmüş ve 1961’de Los Angels’a sığınarak beyazlarında siyahlar kadar güzel blues söylenileceğini tüm müzikseverlere kanıtlamıştı, hem de gırtlağını kanatırcasına…

aydın yıldırım

Önce Walter Creek grubuna katıldı. Girdikleri bir yarışamada derece aldılar ama daha da önemlisi Janis’in o hüzünlü sesi keşfedildi. Ardından Bid Brother and The Holding Company ile çalıştı. 1967 yılında Monterey Pop Festivalinde adını iyice duyurdu. Đlk albüm teklifini aldı. Tüm neftretini kusarcasına taşıdığı albümünü yayınladığında artık iyiden iyiye bir efsaneye dönüşmeye başlamıştı. Blues-rock karşımı albümler arkası arkasına gelmeye başladı. Ama işler yolunda gitmiyordu. Acıdan kavrulan yüreği Janis’i sonunu hazırlayan uyuşturucu alemlerinin baş aktristi yapmıştı. Yeni bir grup kurmak için kolları sıvayan tüm zamanların en iyi kadın vokalisti Janis bir yandan ardı ardına konserler düzenlerken bir yandan da uyuşturucudan başını kaldıramıyordu. Bu onu yalnızlaştırdı. Çevresindeki dostlar birer birer kayboldu. 1969 yılı onun için “Woodstock” demekti. Janis, bu dev festivalin tozunu yutanlardan biri oldu, ve ardından 1970 yılında bir veda havası taşıyan “pearl” albümü geldi. Sanki bir şeyler bitiyor, son yaklaşıyordu. Bir konuşmasında “lanet olası bir koltukta televizyon seyrederek 70 yaşına gelmektense, 10 yıl böyle tam gaz takılıp, göçmeyi tercih ederim” demişti. Ailesini görmek için gittiği Hollywood’ta, bir otel odasında, 27 yaşında, aşırı dozda uyuşturucu aldı ve derin bir uykuya daldı Ölüm bir insana yakışır mı? Konserlerinde 70 bin kişiyle beraber olup, gece yatağa yalnız giren blues ve rock’ın çizgi dışı, asi kadını Janis, buğulu sesiyle, yakaran şarkılarıyla ve efsanelere yakışan ölümüyle 70’lerin gençlik idolü oldu. Kimilerinin dişi Jimmy Hendricks dediği filozof kadın, hayata bakışıyla, duruşuyla, cesur ve özgür kimliğiyle, rock tarihine adını altın harflerle yazdırdı. Praksis gençliği olarak kraliçenin anısı önünde saygıyla eğiliyoruz.

7. Uluslararası Gezici Filmmor Kadın Filmleri Festivali 9 Mart - 12 Nisan 2009 tarihlerinde yapılacak, bu yılki teması “Beden” olan 7. Uluslararası Gezici Filmmor Kadın Filmleri Festivali’nde 4 ilde 15 ülkeden 45 film sizlerle… Bu yıl yedincisi düzenlenen Uluslararası Gezici Filmmor Kadın Filmleri Festivali, 9-15 Mart 2009’da Đstanbul’da, Fransız Kültür Merkezi ve Đstanbul Modern salonlarında, ardından 20-21 Mart’ta Manisa, 5-6 Nisan’da Urfa ve 11-12 Nisan’da Trabzon’da olacak… Tema bölümünde bedenimizi mülkiyet, siyaset, şiddet ve savaş alanı yapanlara, bedenimizi yasaklar, yasalar, ayıplar, utançlar, tacizler, dayaklarla zapt edenlere çuvaldızı bol filmler var. Ama aynı bizim de bedenimizi bu zapturapta ve diyet, güzellik, estetik sektörlerine yer yer teslim edebildiğimizi de es geçmeyen bol iğneli filmler var. Tema bölümünde aşağıdaki filmler izlenebilecek: Ayna/Zeynep Köprülü/Türkiye Beden Sonuç Đlişkisi/Aslı Ertürk/Türkiye Cam Kırıkları/Fatma Aslan/Türkiye Dilberlerin Düğünnü/Emel Sarıkaya, Özlay Bülbül, Burkay Doğan/Türkiye Dokunma/Ayten Başer/Türkiye Eve Dönme Vakti/Home Time/Natalie Brady/Đngiltere Gece Evde misin?/ Will You Be Home Tonight?/Genevieve Albert/Kanada Görücü Usulü/Blind Date/Jang Hee Sun/Kore Haz Teknolojisi/ Passion and Power: The Technology of Orgasm /Wendy Slick - Emiko Omori /ABD Đçimde Var Bir Yabancı/The Stranger in Me/Emily Atef/Almanya Đçli Dışlı Muhabbetler/a Woman's Name/Yolanda Mazkiaran/Đspanya Đd/Simge Gökbayrak/Türkiye Kadınlığın Suretleri/The Famine Within/Katherina Gilday/Kanada Karanlık Kutu/Obscura Camera/Maria Victoria Meniz/Arjantin Kuzgun/Neyir Erkan /Türkiye Meme Belası/Busting Out/Francine Strickwerda, Laurel Spellman Smith/ABD Mutluluk Dansı/Dancing to Happiness/Barbara Seiler/Đsviçre Öteki Ben/Mukadder Püskürt/Avusturya Sarı Zarf/The Yellow Envelope/Delphine Hermans/Belçika Teyzeler/Rough Aunties/Kim Longinotto/Đngiltere Yanılgı/Ezgi Kaplan/Türkiye Yer Yarılsa/She Wanted to Be Burnt/Ruth Paxton/Đskoçya

Kadınların Sineması bölümünde, emekleri, tarihleri, siyasette, sinema setlerinde var olma mücadeleleri, zorunlu ya da gönüllü deneyimleri, aradıkları, düşleri yani kadınların kamerasından kadınlar, başkaları, kadınların dünyası ve dünyaya bakışını yansıtan filmler var… Kadınların Sineması bölümünde aşağıdaki filmler izlenebilecek: Anahtar/Elif Gunay/Türkiye Arada/In Between /Silvina Der-Meguerditchian/Arjantin - Almanya Başka Diyarların Çocukları/Nazlı Eda Noyan/Türkiye Bu Ne Güzel Demokrasi/Belmin Söylemez - Somnur Vardar - Haşmet Topaloğlu - Berke Baş/Türkiye Eğer Gülebilirsem/To See If I am Smiling/Tamar Yarom/Đsrail Elektrozyon/Electreecity/Sarah Davison, Sarah Duffield-Harding/Đngiltere Fraulein/Fraulein/Andrea Staka/Đsviçre - Almanya Gemeinschaft/Özlem Akın/Türkiye Hiza Al/Take Note/Elite Zexer/Đsrael Kadınlar Köprüsü/The Ladies Bridge/Karen Livesey/Đngiltere Kameralı Kadınlar/Shooting Women/Alexis Krasilovsky/ABD Kış MüziğiWinter/Einat Erez/Đsrail Lakshimi ve Ben/Lakshimi and Me/Nishtha Jain/Hindistan Lilit'in Kızkardeşleri/Emel Çelebi/Türkiye Ömrümüzün En Güzel Günü/The Best Day We Ever Had/Katie Steed - Aaron Wood/Đngiltere Pandora’nın Kutusu/Yeşim Ustaoğlu/Türkiye – Fransa – Belçika – Almanya Riskli Hayatlar/Precarious Lives/Joanne Richardson/Romanya Ruth/Ruth/KerenAbitan/ĐsraelSon Kumsal/Rüya Arzu Köksal/Türkiye Süt ve Çikolata/Senem Tüzen/Türkiye Ters/Ece Öztunç Đpek Tiryaki/Türkiye Transasya/Bingöl Elmas/Türkiye Vatandaşlık Halleri/Şehbal Şenyurt/Türkiye Film gösterimlerinin yanı sıra dört ilde de yapılacak “Kadın Bedeninin Seyri: Sinema, Beden, Cinsiyetçilik” paneli, film okuma atölyesi ve yönetmenlerle söyleşilerin de olacağı festival, 2008 Türkiye Sineması Cinsiyetçilik Ödülleri / 1. Altın Bamya’ya da ev sahibeliği yapıyor… Festivalde birlikte olmak dileğiyle…


Sözler Đsrail'i yaralamıyor! Pakistan asıllı muhalif Đngiliz yazar ve gazeteci Tarık Ali, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Đsrail karşısında sarfettiği sert sayılan ifadeleri göndermede bulunarak, "Sözler Đsrail'i yaralamıyor, somut adımlar gerekli," dedi. Gazze'deki krizin nedenlerini, olası sonuçlarını ve bölge ülkelerinin konumu hakkında konuştuğumuz Ali, krizin başlangıcı için Hamas'ın roket saldırılarının öncesine bakmak gerek-

tiğini söylüyor. 'Krizi Hamas'ın roketleri başlatmadı' Tarık Ali: Đsrailliler saldırılarına başlamadan önceki 16 ay boyunca Gazze kuşatma altındaydı, çok az bir miktar dışında, ilaç girişine dahi izin verilmiyordu. Mısırlılara da, Gazze'yle aralarındaki Refah sınır kapısını kapatmaları söylenmişti. Đsrail'in propagandasına inanıp, olan bitenden Hamas'ın sorumlu olduğunu söylemek korkunç derecede anlamsız bir şey. Dünya çapında yayın yapan pek çok yayın kuruluşunun da Đsrail'in bu yöndeki propagandasını bu derece sahiplenmiş olmaları şok edici bir durum. Đsrailliler bu başarılarından dolayı kendilerini kutluyor olmalılar. Batı medyası Filistin'de ne olup bittiğini sürekli asıl bağlamından kopararak aktarıyor ve Đsraillilerin görüşlerine orantısız bir şekilde, daha fazla yer veriyor. Bu BBC için de böyle. Đsrail büyükelçisine verdikleri yerle, ciddi Filistinli siyasetçilere ayırdıkları süre aynı değil. Medya, Filistinden haber verdiğinde ise sürekli bağlamından koparıyor ve "Bakın Filistinliler roket fırlatıyor," Bakın intihar saldırısı düzenliyorlar" diye aktarıyor. Ancak, yıllarca Đsrail'in kıskacı altında yaşayan insanların böyle eylemlere yönelmeleri çok doğal. Geçmişte, bazı eski Đsrailli generaller dahi, Filistinlileri anlayabildiklerini söylüyorlar. Çatışmanın nedenlerini ortaya koymadan bu sonuçları göstermek meseleyi bağlamından koparmaktır. Hamas'ın Filistinlilerce iktidara seçildiği 2006 yılından bu yana, Đsrailliler ve kendilerini destekleyen Amerika Birleşik Devletleri ile Avrupa Birliği bu hareketten kurtulmanın yollarına bakıyor. Ama ilginç olan şey, bunun işlemiyor oluşudur. Bakın Avrupa'nın her kenti Gazze'nin işgaline karşı büyük gösterilere sahne oluyor. Medyanın istediği sonucu aldığı tek yer Amerika Birleşik Devletleri ki, orada kanallar Gazze'de olup bitenlerin görüntülerine dahi yer vermiyorlar. BBC: Filistinliler dünyayı Đsrail karşısında bir araya gelmeye çağırıyorlar, ancak kendileri dahi önemli bir bölünmeyi yaşıyorlar. Yaşanan çatışmada bu bölünmenin rolünü nasıl görüyorsunuz? Tarık Ali: Filistinliler yönetimleri anlamında birlik halinde değiller bu doğru. Birlikte olmamalarının nedeni de, Mahmud Abbas yönetimindeki El Fetih hareketi'nin Đsrail'le işbirliği yapmaları ve istedikleri her şeyi yerine getirmeleri. Hamas'ı şiddet ve zor yoluyla geriletmeye çalıştılar. El Fetih'in güvenlik birimleri Gazze'deki Đslam Üniversitesine saldırı düzenledi ve Hamas militanlarını işkenceden geçirdi. Sonrasında Hamas buna karşılık verip, Gazze'de kontrolü ele geçirince de bunu bir silahlı darbe olarak nitelediler. Dolayısıyla, Đsrail'in kabul etmeye hazır olduğu Filistinliler ancak işbirlikçi olanları.Ancak üst düzeydeki bu bölünmeye rağmen, Filistinlilerin tabanda bütünlük içinde olduklarını görmek güzel. El Fetih güvenlik güçleri, başlarda durdurmaya çalışsalar da Batı Şeria'da büyük protesto gösterileri oldu. BBC: Siz böl ve yönet politikasının Filistin'de de uygulandığını ve bu saldırıların da bu sayede mümkün olduğunu da söylüyorsunuz. Sizce, Filistin'de bölünmeyi en baştan yaratan, Hamas mı El Fetih mi? Tarık Ali: Geçmişte sömürgecilik dönemi boyunca da sürekli bölüp yönettiler. Şimdi de, Irak'ta ne yaptıklarına, Afganistan'da ne yapmaya çalıştıklarına bakın, aynı şeyi göreceksiniz. 19. ve 20. yüz yıl boyunca uyguladıkları böl-yönet siyasetini Filistin'de de uyguladılar. Uzun bir zaman boyunca bölemedikleri Filistinlileri en son Oslo anlaşmaları sırasında bölmeyi başardılar. Ama bence şimdiler de Filistinliler neler olup bittiğini ve liderlerinin ve diğer ülkelerin kendilerini hangi yöne götürdüklerini gördüler.

genç praksis 5

BBC: 'Bölünme'den birinci intifada sırasında kurulan Hamas'ı sorumlu tutanlar ve Đsrail'in kuruluşu sırasında Hamas'a hoşgörü gösterdiğini düşünenler de var. Siz Hamas'ın rolü konusunda ne düşünüyorsunuz? Tarık Ali: Kuruluşu sırasında Đsrail'in Hamas'ı cesaretlendirdiği konusunda bir şüphem yok. Bu o dönem böl ve yönet siyasetinin bir parçasıydı. Ancak bu çok ciddi biçimde ters tepti. Bence, bölünme bahsettiğiniz birinci intifada sırasında, Đsrail'in intifadanın liderleri yerine Tunus'taki liderlikle müzakere yürütmeyi seçmesiyle başladı. Ciddi bir şekilde ele alındığında bölünmenin nedeninin bu olduğu görülecektir. BBC: Peki, Orta Doğu'da ve dışardan bazı ülkelerin Gazze'deki çatışmaları durdurmak için arabuluculuk çabalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Tarık Ali: Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek, bir diktatördür. Seçimle işbaşına gelmemiştir. Amerika Birleşik Devletleri de bu diktatörlüğü desteklemektedir. Hüsnü Mübarek'in bu kriz konusunda oynadığı tek rol, işbirlikçilik rolüdür. Hamas'tan kurtulmak için ABD'yle işbirliği yapmıştır. Bu kişinin şimdi bağımsız bir arabulucu gibi ortaya çıkması ciddiye alınacak bir şey değil ve Filistinliler kendisinden nefret ediyor. Ramallah ve Gazze'de insanlar "Hüsnü Mübarek bekle senin mezarını kazıyoruz" diye slogan atıyorlar. 'Đsrail'i sözler değil, somut adımlar etkiler' BBC: Gazze'de yaşananlar Türkiye'de de siyasetçilerin gündeminin ilk sıralarında yer alıyor. Bugün partisine seslenen Başbakan Erdoğan, Đsrail karşısında geçmişte sarf ettiği ve sert olarak yorumlanan açıklamalarını sürdürdü ve "Gazze'de çocuklarla birlikte insanlık ölüyor" dedi. Siz Türkiye'nin bu konudaki tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Tarık Ali: Türkiye hükümetine gelince; evet çok gürültü çıkarıyorlar, ama hiçbir şey yapmıyorlar. Venezuela'da Hugo Chavez, Gazze'deki yaşananların ardından Đsrail büyükelçisini sınır dışı ederken, Türkiye hükümeti bunu yapmıyor ve elçiyi kabul ediyorlar. Dolayısıyla, her tür gürültü çıkarabilirler. Ağır sözler Đsraillileri yaralamıyor, buna alışkınlar. Đsrail'i ancak somut adımlar etkiler ki bu anlamda hem Mısır'ın hem de Türkiye'nin Amerikan yanlısı hükümetleri oldukça zayıflar. 'Hamas'ı bitirememek saldırının başarısızlığı anlamına gelecek' BBC: Gazze'deki operasyon sona ermedi ama önünde sonunda sona erecek gibi görünüyor ve Đsrail Gazze'de uzun süreli işgal hedeflemediğini belirtiyor. Sizce, Đsrail geri çekildikten sonra neler yaşanacak? Tarık Ali: Đsrail'in amacı Hamas'ı ortadan kaldırmak ve el Fetih'in Gazze'yi tekrar ele geçirmesini sağlayacak bir ortam yaratmaktı. Bunun işe yarayacağını sanmıyorum ve işe yaramaması durumunda, bu onlar için bir yenilgi olacak. Bence insanlar Mahmut Abbas yönetimindeki el Fetih'in işbirliğiyle Đsrail'in kendilerine ne yaptığını unutmayacak. Dolayısıyla da Đsrail'in ve batının istedikleri yola girmeyecekler. Birçok Filistinli, eğer bize önerdikleri iki devletli çözüm buysa, yani Đsrail mandasında bir devlet öneriliyorsa, bunu kabul etmeyeceğini düşünüyor. Konuştuğum pek çok Filistinli artık, tek çözümün Filistinliler ile Đsraillilerin birlikte yaşadığı tek devletli bir çözümden yana olduklarını söylüyor.

Savaşsız Bir Dünya Mümkün!


6

genç praksis

Daha çok konuşmalı, tartışmalı, Birbirimizi Dinlemeliyiz!

Genç Praksis: Sizin gözünüzle bize Bülent Somay’ı anlatır mısınız? Bülent Somay: Eyvah! J Yaa ne anlatayım şimdi, bu nasıl soru arkadaşlar. Kimse kendisi hakkında konuşamaz. Kendin hakkında konuşmaya başlarsan ya sahte tevazu yaparsın ya da böbürlenirsin. Đkisi de kötü şeylerdir. Sahte tevazu böbürlenmekten daha da kötüdür. “Ben zaten bişey değilim, adam sayılmam” falan diyorsa biri “eyvah” diyeceksiniz orda. Yani çok övülmek istiyordur, ayıp olur diye geri basıyordur. Ama biyografimi verebilirim size. Đyi bir lise öğrencisiydim, çok zekiydim, valla. 16 yaşında üniversiteye girdim. Boğaziçi’deydim. Hazırlıktan sonra tepe üstü çakıldım. Đnsanın arada böyle dayak yemesi lazım. Sonra sakinleştim, bölümümü değiştirip edebiyat okumaya başladım. Aynı zamanda da Marksist oldum. Orta halli bir öğrenci olarak üniversiteyi bitirdim. Bu süreçte de müzikle ve tiyatro ile uğraştım. Boğaziçi’nde o gelenek hala sürer. 1972 girdim ben ve 1974’te toparlanmıştı Boğaziçi Oyuncuları. Çünkü 12 Mart darbesi çok sert vurmuştu bu üniversiteye ve Robert Koleji’ne. Sandık cinayetleri gibi tatsız olaylar yaşanmıştı. 74’te toparlanan gruba ben de 75’te girmiştim. Bir yandan da Boğaziçi Müzik Kulübü’nde bir şeyler yapmaya başladım. Sorarlar; “Boğaziçinden hangi bölümden mezun oldunuz diye? Ben BĐO’dan mezun oldum dersin. Yani Boğaziçi Üniversitesi Öğrencileri’nden. 4-5 sene müzikle, tiyatroyla uğraşıp mezun oldum demektir bu. Hayatımın en keyifli zamanlarıydı onlar. Đmece üslüyle çalışırdık. Hiyerarşi falan yoktu. Her şeyi hep beraber yapardık. Yönetmen çıkar dekora çivi çakardı, aynı zamanda da kapıda bilet satardı. Büyük yönetmenlerimiz yoktu. Oyuncu arkada köstüm de dikerdi. Komünizmi öyle öğrendim ben. Herkes her şeyi yapardı. Yani Alman Đdeolojisi’nde okuduğumuz ve çok sevdiğimiz “sabah kalkıp balık tutacağız, öğleden sonra felsefe yapacağız, akşamda eleştiri yapacağız” türü yaşantıyı biz orda hayata geçirmeye çalıştık. Hiçbir iş çok küçük değildi, hiçbir kişi de o iş için en büyük kişi değildi. Kötü oyuncu yoktur. Đyi yönlendirilmemiş ya da kendini bulunduğu yerde iyi hissetmeyen oyuncu vardır. Orda bir rekabet, bir yarışma içinde kendinizi kanıtlamaya çalışırsanız kötü oyunculuk yaparsınız zaten. Böyle koşullarda ancak belli türde insanlar, çok narsist, kendine aşırı güvenli, kendini aşırı seven insanlar iyi oyuncu olabilirler. Ama çoğunluk böyle durumlarda kasılır kalır, kötü oynar. Biz rekabet ortamını kaldırınca ben bile iyi oynadım, al beni başka bir yere koy, aslında berbat bir oyuncuyumdur. Sonra mastır yaparken üstümüze 12 Eylül düştü. Ben o tarihte hiçbir örgütte değildim. Bağlı olduğum örgütten daha önce ayrılmıştım. Anlık bir belayla karşılaşmadım. Fakat gene de güvenli değildi ortalık. 12 Eylül’ün bir de şöyle bir etkisi oldu bende, evlendim. Beraber kalıyordum sevgilimle. 12 Mart’ta abilerimizin, ablalarımızın başına gelenlerden deneyimli olduğumuz için birileri bizi ihbar etmesin diye evlendik. Güzel aile fotoğrafı çektirmek gerekiyordu. O sıra bizim çevrede böyle 4 evlilik oldu. 1981’de ben mastırımı tamamladım. Doktora yapmaya, ve darbenin biraz da geçmesi umuduyla Kanada’ya gittim. Ama 1 sene Kanada’da hala gri Ford minibüs gördüğümde saklanıyordum. Sonra “ben ne yapıyorum yaa?” deyip kendime geliyordum. 1981 yılının alameti farikasıdır gri ford minibüsler. Çünkü o minibüs karşınıza çıktığı zaman öldürülebilirsiniz, derhal içeri alınıp 6 ay ortadan kaybedilebiliriniz, her şey olabilir. O kadar içimize sinmiş ki Kanada’da bile görünce saklanırdım. Allah’tan Kanada’da fazla Ford minibüs yoktu. 1982’de YÖK kurulunca manasız oldu doktora yapmam. Çünkü “böyle bir akademik ortamda ben bir şey yapmam” dedim. Doktoramı yarıda bırakıp 1983’te Türkiye’ye döndüm. G.P.: Peki sizi bilim-kurgu üzerine mastıra iten neydi. B.S.: Ben çocukluktan beri bilim-kurgu meraklısıydım zaten. Ama bu biraz suçlu bir zevkti. Entelektüeller arasında “bilim-kurgu okuyorum” demeye utanılırdı. Sonra 1970’lerde bilim-kurgu konusunda teorik, akademik araştırmalar yapıldığını fark ettim. Ciddi bir anarşist-Marksist bir bilim-kurgu dalgası geldi geçti. “Bir dakika yaa, ben baya ciddi bir şeyle uğraşıyorum, kimseden utanmak zorunda değilim” dedim kendi kendime ve Boğaziçi’de Jale Parla’yı yalvar yakar ikna ettim tez danışmanlığı için. (Hatta birkaç ay sonra bu tezim bilim-kurgu üzerine yazdığım bir çok şeyle beraber Bilgi Üniversitesi Yayınları’ndan yayınlanacak.) daha sonra da Montreal’ de McGill Üniversitesi’nde benim bilim-kurgu alanındaki en önemli teorik eserin, “Bilim-kurgu’nun Dönüşümleri” isimli eserin sahibi olan Yugoslav asıllı marksist Darko Sulin ile çalıştım bir süre. Darko Ursula LeGuin'in yakın da arkadaşıydı, bu da önemli bir ayrıntıdır benim için. Ama Darko'ya durumu anlatıp mastırı yarıda bırakıp Türkiye’ye

döndüm. Döndükten sonra ne yaptım. Saçma sapan işler yaptım. Reklam yazarlığından ansiklopedi yazarlığına, gazetecilikten bar müzisyenliğine çeşitli işler. Ne iş olsa yaparım abi dönemi. Sonra benim bu yaşadığım şeyin teorik bir adı olduğunu daha geçen sene öğrendim. Đtalyan filozof Gamble “Herneyse Entelektüel” diye bir tabir kullanıyor. Yani kendisini belli bir disipline, bir düşünce alanı kapamamış, bir tür Rönesans insanı gibi, sanatlar arasında, düşünceler arasında gidip gelen, hiçbir yerde karar kılmayan bir tür serbest mayın. Yüzer gezer entelektüel anlamında. Tabi bunu olumlu anlamda kullanıyor. Meğer ben oymuşum. 1 sene dolandım öyle ortalarda. 1995’ten 2002’ye kadar Metis Yayınları’nda çalışmaya başladım. Fantezi ve bilim-kurgu editörlüğü yaptım. Sanıyorum 35 kitaplık koca bir bilim-kurgu seti ortaya çıkardık. Bu arada bir sürü dergi çıkardım. Akıntıya Karşı diye 2 sayı çıkan zavallı bir dergimiz vardır. Sonra Zemin diye ilk defa adında sosyalist olan bir dergi çıkardık 1986’da. Sonra Demokrat’ta çalıştım. Bir süre Defter’in yayın kurulunda bulundum. Birikim’de de yazdım. Yurt dışında da birkaç yazım yayınlandı. Bunların bir kısmını 1997’te kitap haline getirdim. Sonra 2000’de müzisyenliğimle yazarlığımı bir kitapta karıştırayım dedim ve Şarkı Okuma Kitabını çıkardım. (Onun da Mart başında yeni baskısı çıkacak.) 1999’da da Bilgi Üniversitesi’nde dışarıdan bilim-kurgu ve ütopya dersleri vermeye başladım. Bir de Murat Belge’nin muhalefetine rağmen Psikanaliz ve edebiyat dersleri verdim. 2002’den beri de tam zamanlı olarak üniversitedeyim. 2006’da Kültür ve Đncelemeler programının koordinatörlüğüne başladım. G.P.: Fantezi sinemasının gelişmesini neye bağlıyorsunuz? B.S.: Fantezi edebiyatı da yeni sayılır aslında. Biz fanteziyi çok eski bir şey zannediyoruz ama değil. Mitoloji ile fanteziyi ayırmak lazım. Mesela bana fantastik edebiyatın ilk örneği söyle desen Odysseia derim ama Đlyada demem. Çünkü Đlyada fantastik bir metin değildir. Bir savaşın 80 yılını ve gayette realist anlatır. Đkisi de Homeros’undur. Ama Odysseia fantastiktir. Çünkü bir yolculuğu anlatır; yıllara yayılmıştır, bir adada Tepegöz’le karşılaşırsın, başka bir adada cadılar kraliçesi çıkar karşına, şarkı söyleyip seni kayaların üstüne çekerler falan. Fantastik ögelerle doludur. Ama roman formunda fantezi edebiyatı dediğimiz zaman bu çok yeni. Bilim-kurgu bile 1800’lere çekilebilir. Đlk bilim-kurgu Mary Shelley’in Frankenstayn’ıdır. Demek ki 200 yıllık geçmişi var bilim-kurgunun. Ama fantastik roman pek yok. Belki Lewis Carrol'ın Alice Harikalar Diyarında'sı sayılabilir.(Bu arada Alice'nin filmi çekiliyor, Tim Burton çekiyor.) Đlk fantezi edebiyat örnekleri Amerika’da 1920’lerde çıkıyor. O da Barbar Conan’dır. Conan önce roman ve öykü olarak çıkıyor, sonradan 1970’lerde çizgi-roman oldu. Đşte fantastik bir dünya yaratıyor adam, onun üzerine olmayan ırklar, olmayan şehirler kuruyor. Tabi bu çok kaba bir fantezi. Çünkü aslında çok da iyi bildiğimiz bu dünyanın ilişkilerini aynısını alıp oraya taşıyor. Đsimler değişiyor sadece. Đlk önemli fantezi edebiyat yazarı Tolkien’dir. Yüzüklerin Efendisi. Arkasından 15 yıl sonra LeGuin gelecek. Sonra da zaten fantezi edebiyat patlıyor. Havaya iğne atsanız bir fantezi edebiyat romanına saplanır durumda. Çok fazla var. Bundan şikayetçiyim aslında. Çünkü bir şeyin üretimi çok artarsa çöpü de çok artar. Yani biraz seçkinci olmakta fayda var. Herkes fantezi yazmaya başladığı zaman ortalamanın kalitesi düşüyor. Ancak Robert Jordan’ın 12 ciltlik Zaman Çemberi dizisi iyi bir seriydi. 1970’lerden sonra fantezi çok iyi yönde gelişti. Ama sorun şu. 1970lerde yüzüklerin efendisi çok satınca sinema bunları filme çekmek istedi ama o günkü sinema teknolojisi bunu kaldıramadı. Yapılmış örnekleri vardı ama çoğu kötüydü. Teknolojinin fanteziye yetişmesi gerekiyordu. Yüzüklerin Efendisi filmi o yüzden çok önemli bir dönüm noktasıdır. Çünkü o tam sinema teknolojisinin fanteziyi yakaladığı yeri temsil eder. G.P.: Sosyalizmi bugün nasıl algılıyorsunuz. Sizce sosyalizm de insanlığın yarattığı ütopik bir fantezimiydi? B.S.: Allah korusun. Arkadaşlar sosyalizmin ütopyayla bir alakası yok. Bunu kim söylemişse sosyalizme en büyük kötülüğü yapmıştır herhalde. Marks ve Engels 1840’larda “ya valla bu işin ütopyayla bir alakası yok, sakın şaşırmayın” diye dil döktüler, kimse onları dinlemedi. Hala ben bir takım liberallerle bunu tartışıyorum. Marks diyor ki “ben gerçek harekete bakıyorum, bu toplumun nereye gideceğini tahmin etmeye çalışıyorum.” Ütopya bunun tam tersidir. Ütopya “bunun böyle olması gerekir, doğrusu budur” der. Bir hayal kurarsınız, o hayali kafanızda koordine edersiniz. Sonra da “hadi şimdi bunu yapalım hep beraber” dersiniz. Buna ütopya denir. Ve bu dünyanın en berbat şey-

SEZERCAN ATASYAS GAYE ÖZDEMĐR BARIŞ ENGĐN

AYÇA SENA AKÇOR MERVE ACAR AYDIN YILDIRIM

lerinden biridir. Çünkü bir insanın hayalinde oluşan şeyi tüm insanlara uygulatmaya çalışırsınız. Hâlbuki ben kim oluyorum da benim kafamdaki hayali hepiniz uygulayacaksınız. Marks, Engels hep bunu anlatmaya çalıştılar. Oysa biz bakıyoruz, 1800’lerden beri işçi sınıfının bir hareketi var. Bu hareket ancak böyle bir yola gidebilir, başka türlü olamaz diyoruz. Yani “Biz çok akıllı insanlarız, düşündük, insanlık şöyle olursa diye karar verdik, hadi şimdi hep beraber bunu uygulayalım.” demek sosyalizmse benim sosyalizmle hiçbir işim olmaz. Ama değil. Böyle bir sosyalizm yok. Aslında 19. yüzyılda kendilerine ütopik sosyalistler diyen bir akım vardı. Saint-Simon gibi, Fourier gibi bir ölçüde Prouhdon gibi. Ama onların kaderi şöyle oldu. Amerika kıtasına göç ettiler ve “özgür” topraklarda toprak alıp, çiftlikler kurup komünler oluşturarak kafalarındaki sosyalizmi uygulamaya çalıştılar. Tarlaları beraber ekip biçmekten toplu evliliklere kadar birçok şey denediler. 40-50 yıl dayanıp çöktüler. Gerçi çökmüş olmak ölçüt değil tabi. Sizin Genç Praksis derginize yazdığınız Becket’in sözü gibi yine, yine denenebilir. Sorun kaybetmiş olması değil. Amerika’da en çok Kızılderili katliamı bu tip topraklarda yaşanmıştır. Neden? Çünkü ütopya mükemmel bir şeydir. Dışarıdan hiç bir eleştiri kabul edemez. Ütopyayı kurduğunuz zaman dışarıya kapatmanız gerekir. Sen mükemmel bir sistem kurmuşsun ama Kızılderililer bu sistemin içine giremiyor. Bambaşka gelenekleri, adetleri olan bir topluluk. Sonuçta kırımdan geçirdiler yerlileri. Amerikan kapitalizminin yaptığı şeyin aynısını yaptılar. Çıkmaz buradadır. Kendinizi mükemmel olarak tahayyül olarak tarif ettiğiniz için değişime ve dışarıdan etkileşime kapıları kaparsınız. Edemediğiniz zaman da dışarıya karşı saldırganlığa başlarsınız. Onun için sosyalizmin ütopyacılıkla bir işi olmaz. Peki, bu gün sosyalizmi nasıl görüyorum. Artık sosyalizm kelimesiyle problemliyim ben. Komünizm demeyi tercih ederim. Sosyalizm zaten etimolojik olarak da güzel bir kelime değil. Toplumculuk ya da toplumsalcılık.. Bunu olmayan mı var. Ama komünizm, “var olan bu toplumu eleştiriyorum, egemenlik anlayışına, astaüste dayalı iktidar ilişkilere bir itirazım var, ben insanların aralarında hiyerarşilerin olmadığı, eşitlikçi bir komünden yanayım” demek. O yüzden kelime olarak komünizmi tercih ediyorum. Engels’in de Almanca’da bu ayrımı yaptığını düşünüyorum. Bu eşitlikçi toplum adına Marks ve Engels 19. yüzyılda her yerde isyana kalkan işçi sınıfına bakarak bir teori geliştirmişler. O teorinin de birçok yani hala sapasağlam duruyor. Ama bugün öyle hareketli bir işçi sınıfı yok. Çünkü kapitalizm dünyanın tamamına yayıldığı için ve Avrupa işçi sınıfı merkezde kaldığı için tüm dünyadan akan birikimden pay da aldığı için artık öfkeli, her şeyi yıkıp dökmek istiyorum, değiştirmek istiyorum diyen bir kalabalık değil artık. Mesela neydi Kömünist Manifesto’nun son cümlesi: Đşçilerin zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi yoktur. Bu işçi sınıfının ise artık kaybedecekleri evleri, arabaları falan var. Dolayısıyla öyle ha deyince sokaklara çıkıp ortalığı inletemiyorlar. Kim inletebiliyor: Gençler. Geçtiğimiz ay Yunanistan’da olduğu gibi. “Arkadaşımızı vurdunuz, görürsünüz siz!” deyip gençler sokaklara çıktı. Đşçi sınıfı ne yaptı. Bir genel grevle destek verdi. Ama işçi sınıfının Alexis öldü diye 6 ay sokaklarda araba yakmasını bekleyemezsin, yapamaz, çalışması lazım. Ne zaman yapar; işsizlik tavana vurur, herkes işinden atılma korkusuyla yüzleşir, berbat bir kriz ortamı yaşanır, işçilerin kazandığı hiç bir şeyin garantisi kalmaz ve kaybedecek bir şeyi kalmazsa, o zaman 90’larda Los Angels’ta siyahların yaptığı gibi, Seattle’ki gibi olaylar her gün her gün olmaya başlar. O zaman belki daha başka şeyler olur. Sadece gençler dünyayı değiştiremez. Ayrıca değiştirmesinler de zaten. Çünkü gençlik kalıcı bir katman değil çünkü. Gençseniz bir süre sonra yaşlanacaksınız. Hepiniz kaderi karşınızda duruyor. Bana bakın işte, benim gibi olacaksınız. Saçlarınızda beyazlar çıkacak, artık daha sakin düşünmeye çalışacaksınız falan. Hep genç kalmayacaksınız. Bu iyi bir şey. Ben mesela hep genç kalmak istemezdim. Sıkıcı bir şey olurdu. G. P.: Her yaşın tadı ayrı mı hocam? 1. B.S.: E valla ben şimdi 20 yaşıma dönmek istemem. O hormonları tarafından alt-üst edilmiş hale dönmek istemem. En azından şimdi hormonlarımı kendim kontrol edebiliyorum.


genç praksis 7 G.P.: Karl Marks sizce kimdir? Bir filozof mu, kriz zamanlarında baş vurulan bir ekonomist mi, yoksa bilim baba mı? B.S.: Marks bilim adamıdır demem. Marks ekonomisttir hiç demem. Olmadığını kendi de söylüyor zaten. Bilge olmaya yakın biriydi belki. Marks kapitalizmin düzenli krizleri olacak diyordu. Dediği oluyor, doğru. Sadece Marks’tan sonra solcuların bir kafa karışıklığı var. Onlar her krizi son kriz zannediyorlar. Aklıma hep şu fıkra gelir. Macaristan’da iki komünist karşılaşır. Biri sorar: “Yoldaş, son parti toplantısına niye gelmedin?” Cevap: “Ya sonuncu olduğunu bilsem gelirdim.” Yani solcular son ile sonuncuyu karıştırıyorlar. Marksistler kapitalizmin yapısal, dönemsel krizlerini hep “işte bu son kriz, işte burada patlayacak her şey” derler. Ya bir durun, sakin olun, bir düşünün, bir bakın bakalım ne oluyor. Sonra kurt var diyen yalancı çobana dönüyoruz. Tabi aslında bu hikayede keleğe gelen köylülerdir. Çünkü giden onların koyunları. Eğer “bu Marksistler de sıktı, hep kriz var, kapitalizm çöküyor diyorlar ama çökmüyor” derse toplum keleğe gelebilir. Ya gerçekten çökerse. Tabi çoban da çok övünmesin. Durmuş bir saatte günde iki defa doğruyu gösterir. Sen her krizde çöküyor dersen bir gün haklı çıkarsın tabi. Bunun için kimse sana madalya takmaz. Bu yüzden kriz meselesinde biraz aklı başında Marksistlere bakmaz lazım. Mesela Wallerstein gibi. Wallerstein diyor ki “2020'li yıllarda kapitalizmin çok büyük bir krizi olacak. Zaten son yıllarda patlayan tüm bu krizler 2020'nin habercisi. Ancak bu kriz ne getirir’i düşünmemiz lazım. Wallerstein iddiası şu; birincisi mikro savaşları körükleyecek, Irak’ta ilk örneğini gördüğümüz gibi. Bu savaş vurdu geçti bitti mi? Yoksa orta doğuda hiç durmayacak kanlı çatışmaların başlangıcı mıydı? Mesela Kuzey Irak’ta Amerika'nın çekilmesinden sonra Araplarla Kürtler birbirine girebilir mi? Türkiye’de işin içine çekilir mi? Đsrail’le Filistin çatışmaları Suriye’yi, Mısırı, Đran’ı, başka bölge ülkeleri de savaş sürecine katar mı? Rusya, Çeçenistan, Gürcistan, Türki Cumhuriyetler, vs. vs. Bunları hep birlikte göreceğiz. Yaşanan bu krizler sürekli bir savaş hali ortamı yaratıyor. Böyle bir ortamda düşünce özgürlüğünden, bilmem ne hakkından bahsetmek mümkün olamaz. Yani kehanetin bu kısmı doğru gibi görünüyor. Bir diğer kehanette Avrupa’nın içinde yaşayan göçmenler (Türkler, Cezayirliler, diğer Müslüman topluluklar) ile Avrupa ülkelerinin yerlileri arasında müzminleşen çatışmalar olacak. Zaten bunun örneğinin geçtiğimiz günlerde Paris’te yakılan binlerce arabayla gördük. Đşsizlik bu denli büyürse bu çatışmalar artacaktır. Đngiltere, Hollanda ve Almanya’da da bunun ip uçlarını görüyoruz. Ancak Wallerstein diyor ki “Oh ne güzel çatışmalar artıyor. Bunun sonunda kapitalizm çöker.” diye de sevinmeyin. Yok öyle bir garanti. Çin gibi son derece totaliter bir kapitalizm de ortaya çıkabilir ya da daha eşitlikçi, daha özgür bir dünyaya da gidilebilir, bunu belirleyecek olan bizim yapacaklarımızdır. Mesela biz bugün Türkiye’de ne yapıyoruz. Bence hiçbir şey yapmıyoruz. Ergenekon solcu mu, AKP’ye mi CHP’ye mi oy verelim diye saçma sapan tartışmaların içindeyiz. Ya dünya ne zaman yıkıldı da ben böyle saçma iki seçenek arasında sıkışıp kaldım. Gerçekten bu iki seçenek kaldıysa ne kadar zavallı bir hayatım var benim. Bir tarafta orta Anadolu'da geç gelişmiş kapitalizmin alt-orta sınıf ağzıyla konuşabilen, Kasımpaşa üsluplu bir parti diğer tarafta da sözüm ona seçkinlerin “Aman iktidar elden gidiyor! Onlara kaptırmayalım, bunun için her şey mubahtır, gerekirse darbe de yapalım.” diyen bir parti.. Bizim bu iki partiyle de geçici de olsa ne işimiz olabilir. Bizim bu iki seçenek dışında bir alternatifimiz olmalı. Mesela Ufuk Uras’ı seçtirdik. Ama sonra adamı ÖDP’den tasfiye ettiler. Hiçbir alternatif yaratamıyoruz. Birileri bir yıldan beri çatı partisi kurmaya çalışıyor ama kısır tartışmalarla boğuşuyor. Benim bu gruplardan hiçbir beklentim yok, bence partileri insanlar kurar, grupların oluşturduğu partilerden bir şey çıkmayacağını ÖDP’de gördük. Đlk etapta ÖDP’nin olması iyiydi belki ama sonra grup tartışmalarıyla bir seçenek oluşturma işini başaramadı. Gelmekte olan felaketlere karşı hazırlıklı olmamız için, daha özgür bir dünyaya çıkabilmemiz için hazır ve örgütlü olmamız lazım. Ne bir hazırlık var, nede bir örgütlülük! Kitlesel bir partide üçüncü sırada olmaktansa On kişilik partisinde şef olmayı yeğliyor. On kişiyi örgütleyip şef olunca mutlu mu olacaksın? Oluyorsan zaten yanmışız demektir. Her söylenileni dinleyen, saçma sapan yazılan her şeyi tartışmasız kabul eden insanlar mı olalım? Benim her söylediğimi tartışmasız kabul eden insandan ben kaçarım. Ne mutlu ki bu yüzden hiç müridim olmadı. G.P.: Geriye kalan devrimdir isimli kitabınız da “Bolşevizm + Demokrasi = Sosyalizm?” demişsiniz. bunu biraz açar mısınız? B.S.: O yazı 1987 yılında Zemin dergisinde çıktı. Ve baya bir eleştiri de aldı. Birinci Dünya Savaşı'nın sonlarında henüz kapitalistleşmemiş büyük Rusya'da Petrograd ve Moskova’dan başka şehir bile neredeyse yoktu. Sanayileşme ve işçi sınıfı da yoktu. Lenin 1916’da Đsviçre'de sürgündeyken bir röportajında “bizim ülkemizde devrim çok daha uzakta” diyordu. Ama o koşullarda devrim oldu. O savaş ve perişanlık halinde Bolşevikler Petrograd'ta darbe yaparak iktidarı alırlar. Buna nasıl sosyalizm diyebiliriz? Tamam ilk üç yıl sosyalizm adına bir şeyler yapılmaya çalışıldı. Đşçi sınıfı da zaten yüzde 5’lik bir nüfus gücüne sahipti. Tıpkı 1920'lerdeki Kemalistler gibi. Đki tarafta ülkeyi kurtarmaya çalıştı ama demokrasi ve sosyalizm adına zaten bir şey yapamazlardı, bunun koşulları yoktu. Bu bağlamda Bolşevikleri çokta fazla eleştiremiyorum, ellerinden daha fazla bir şey gelemezdi. Konuyla ilgili Rosa Lüxemburg’un çok güzel bir sözü var “Bolşevikler bir şeyi çok güzel yaptılar, iktidarı almaya cesaret ettiler ama hataları şu oldu. Zorunluluktan dolayı yaptıkları şeyleri erdem haline getirdiler.” Zorunluluktan dolayı yaptığın şeyleri teori haline getirirsen sosyalizme zarar verirsin. Bolşeviklerin de 1920’den sonra yaptıkları şey budur. Bunun üzerine demokrasi sosu ekersen de sosyalizm çıkmaz. Zaten artık Rusya’nın o dönem ki koşulları hiçbir zaman hiçbir yerde oluşmayacak. Belki aynı düzeyde açlık Afrika’da var ama, kabilelerin birbirini kestiği o ortamdan bir sosyalizm çıkması mümkün değil. Ve dünyanın geri kalan yerlerinde de kapitalizm geliştiğine göre bugün bu Bolşevizm tartışmasını yapmak bile çok saçma. Ama 1980’lerin sonunda hala birilerinin kendine Bolşevik dediği için o yazıyı yazmam gerekiyordu. G.P.:12 Eylül darbesinin Türkiye’nin üzerindeki etkilerinden bize bahseder misiniz? B.S.:12 Eylül’ün bence en tehlikeli kısmı darbenin kendisi değildir. En tehlikesi anayasa için yapılan oylamaya o kadar çok büyük oranda “evet” oyunun verilmesidir. Evet oyu vermeyenleri tehdit ettiler, oy zarfları şeffaftı hayır desem başıma bir şey gelebilirdi gibi sözlerin hepsi bahane.. Bunlar belki yüzde 10’luk oya etki yapar. Ama yüzde 92 evet çıktı. Böyle bir şey olmaz. Bu halk öyle bir darbeyi benimsemiştir.

1980’lerin son iki yılında devrimcilerle ülkücüler arasındaki çatışma halkın o kadar üzerinde bir yerde cereyan etti ki ve halk o kadar nesneleşti ki bu çatışmalar karşısında “Birileri gelsin bunu durdursun” duygusu çok hakimdi. Ülkücülerin çoğunlukta olduğu Yozgat veya Devrimcilerin çoğunlukta olduğu Fatsa gibi yerlerin dışındaki halk ne olup bittiğini anlamıyordu, anladığı kadar ki kısmından da nefret ediyordu. Ve gerçekten faşist devrimci arasında ayrım yapamaz hale gelmişti. Bu 12 Eylül darbesi haklıydı demek değil. Çünkü bu ortamı yaratan 12 Eylül darbecilerinin ta kendisiydi. Yani o darbe hazırlandı. Darbeyi hazırlayanlar bu çatışma ortamını da yaratanlardır aynı zamanda. Ama mesele şu, biz bu darbenin hazırlandığını gözlemleyemedik. 12 Eylül’den bir hafta önce Dev-Yolcular devrim yapacaklarını filan zannediyorlardı. Sokakta karşılaştığın devrimci arkadaşın geliyoruz gümbür gümbür diyordu. Ama halk sokaklarda değildi, devrimin gerçek öznesi olması gereken insanlar hareket halinde değildi, dünyanın hiçbir yerinde böyle devrim olmadı. Ülkücülerde aynı durumdaydı onlara acımamak elde mi? Büyük keleğe geldiler. Sonra yıllarca ağladılar biz hapisteyiz fikirlerimiz iktidarda diye.. Ökkeş Şendiler, Muhsin Yazıcıoğlu… Sizi mi koyacaklardı yani iktidara. Dolayısıyla herkes gafil avlandı 12 Eylül’de. Gafil avlanmayan sadece o darbeyi organize edenlerdi. Onlar çok iyi biliyordu ki Türkiye yönetilemiyordu. Ve yönetmek için bu darbeyi yapmak zorundaydılar. Türkiye gerçekten yönetilemiyordu. Mesela Ecevit 1978’de yüzde 40 oyla iktidarda olduğu halde 7 Milletvekili bulabilmek için yedisine de bakanlık vermek zorunda kaldı. Şu rüşvetin büyüklüğüne bakın. Daha sonrada o bakanların hepsi inanılmaz yolsuzluklardan mahkum oldular. Bu yönetememe krizinden dolayı darbe kaçınılmazdı. 12 Eylül’den sonra olanlarla 12 Eylül planlarını karıştırmamak lazım. Mesela 12 Eylül Özal’ı planlamadı. Ordu önceki darbelerde iktidarda fazla kalmanın kendisini yıprattığını bildiği için ve özellikle yolsuzluğun ve yozlaşmanın çok arttığını fark ettiği için iktidarda uzun süre kalma taraftarı değildi. Đki sene kalıp gitme niyetindeydi öylede yaptılar. Düşündükleri şuydu emekli generallerden muhafazakar Kemalist bir parti kurup bu partiyi en az 5 yıl iktidarda tutmak. Bu tutmadı. Özal gibi bir çıkıntı çıktı aradan buda darbelerin kaderidir. Hiçbir darbe planladığı gibi gitmez. Adam Amerika da eğitilmiş Amerikan kafasıyla düşünen belki de gerçekten bir liberaldi ve 5 senede Türkiye de kapitalizmi oturttu. 1988’de gerçekten kapitalist olduk. Bir açıdan bakarsanız iyi bir şey yaptı. Mesela Marks komünist manifestoda burjuvaziyi nasıl övdüğünü hatırlayın. Der ki, burjuvalar şunu da iyi yaptı bunu da iyi yaptı. Ancak zamanları doldu. Özal’da belki darbecilerin planlarında olan emekli muhafazakar Kemalist generalin yapabileceğinden çok daha iyi bir şekilde kapitalist inşayı tamamladı. Ben Özal’a oy verdim mi ? Vermedim. Verir miydim? Hayır vermezdim. Özal’ında 1988’de misyonu bitti. Bizim derdimiz 1988’den sonra başladı. Çünkü, 90’ların başlarında hem işçi haklarını savunup hemde totaliter olan Kemalist seçkinciliği hortlatmaya çalışan bir CHP. Diğer tarafta muhafazakar bir yapı. Üçüncü taraftada gerçek Marksistleri bulunduran sosyal demokrat bir yapı. Böyle bir yapı kurulsaydı 90’larda Türkiye çok iyiye giderdi. Çünkü böyle bir ortamda ikili uzlaşmalar çıkabilir. Marksistlerle CHP’nin uzlaşması olabilirdi. Đnsan hakları konusunda mesela. Yada 1 Mayıs konusunu hallederlerdi belki. Yada sosyal demokratlarla AKP uzlaşır AB sorununu çözerdi. Sürekli ikili uzlaşmalar sağlanarak bu toplumun daha makul bir şekilde ilerlemesi sağlanabilirdi. Ancak bu üçüncü taraf oluşamadı. Oluşamayınca ortada düşman kardeşler kaldı. Hakemde asker olunca… Yani Marksistlerin bir güç olamaması toplumun gelişememesi sonucunu doğuruyor. Bu bizim suçumuz biz 70’lerden kalan kuşak olarak gelen kuşağın önünü açamadık. Turhan Erdem’in de dediği gibi bizim 80’den sonraki kuşağın kafası şöyle çalışıyordu “Maksat üzüm yemek değil, bağcıyı dövmekte değil. Bağcıdan dayak yemek!” yani devlet tarafından ne kadar aşağılanırsan ne kadar dayak yer ve işkence görürsen o kadar devricimsindi… Rekabet bunun üzerinden kuruluyordu. Acı çekmek arabesk bir erdem haline getirildi. Kasten hapise düşmeye çalışan insanlar tanımıştım. Bizim kuşak bu manada sonraki kuşağı harcamıştı. Şimdiki kuşak ise ne yapacaklarını bilmez bir şekilde, hiçbir öfkesi ve hırsı olmayan bir kuşak. Mesela Ergenekon tartışması 20'li değil 30'lu yaşlardaki insanlar tarafından tartışılıyor. G.P.: Varolan sol örgütler hakkında ne düşünüyorsunuz? B.S.:Aslında ortada pek bir şeyde yok. Ama şöyle kabaca bakacak olursak mesela TKP. Ciddiye almıyorum. O ismi taşıyor olmasıda beni üzüyor. Şimdiki TKP zaten o gerçek TKP’NĐN de devamı değil. Aydemir uyanık olduğu için ismi kaptı. Uyanıklıkla komünist olunmaz. Hele adında geçiyor diye komünist hiç olunmaz. G.P.:Size göre sol zaaflarını nasıl aşabilir? B.S.:Konuşarak. Şu anda en eksik olduğumuz konu konuşmak, birbirimizle konuşmuyor, birbirimizi dinlemiyoruz. Mesela TKP ölmüş bir gelenği sürdürmeye çalışıyor. Yanlış anlamayın. Kızgın değilim. Kadroların içinde gerçekten çok iyi, iyi niyetli çocuklar da var. Ama örgütten birey olmaz. Aynı şekilde ÖDP’den de bişey olmlaz. Şimdi muhtemelen gelecek kongrede de Ufuk Uras çevresi de kopar oradan. G.P.:Peki ne olabilir de “konuşmalıyız” derler? B.S.:Birincisi yeni yayınlar olması gerekir. Mesela dünyanın da solun da büyük krizlerin olduğu dönemlerde büyük yayın organları ortaya çıkmıştır. Đskra (Kıvılcım) 1919’da böyle çıkmıştı Rusya’da. Bolşevik bir yayın organıydı ama bütün sol ordaydı ve tartışıyordu. Şimdi böyle bir yayın organımız yok. Böyle bir yayın organı olması lazım. Birleştirici ve tartıştırıcı. Maalesef, kime söylesen, dergicilikten öylesine herkes bıkmış durumdaki uğraşmıyorlar. Đkincisi konuşma kişiler arasında olmalı. Ben TKP’yle konuşmam, TKP’lilerle konuşurum. Çünkü örgütle konuşulmaz, klişelerle karşılaşırsın. ÖDP, TKP, DSĐP temsilcileri bir araya gelse ezberlenmiş şeyleri konuşup dağılacaklardır. Bu örgütlerin temsil ettiği bir şey de kalmadı artık. Bu yüzden kişilerle, kişi olmaya cesareti olanlarla konuşmalı. Yani “ben, benim! ve arkamda da bilmem kaç bin kişinin oyunu da taşımıyorum” deme cesareti göstermek de çok zor birey değil. Siz yapmıyor musunuz bunu. Yani “arkamızda Praksis’in devrimci gücü var ve onun gücüyle konuşuyoruz” mu diyorsunuz. Siz kendiniz olarak konuşuyorsunuz. O zaman problem yok, konuşabiliriz. Ama Praksis büyük örgüt olsun, örgüt olarak biri konuşmaya gelsin, onunla konuşmam. Yani tartışmam. Dergini okurum sadece. Arkasına bir gücü almadan konuşmak kendi değişebilirliliğini kabul etmektir. Bu çok önemli. G.P.: Teşekkür ederiz hocam. B.S.: Çok konuştum yaa. Ben teşekkür ederim.


8

genç praksis

içi boş insanlara, veda...

Dilan uslu

7EKĐM2008 Günlerce karlı bir dağa bakan hastane odasında, tıpkı şimdi yaptığım gibi gözlerimi pencereye dikip, bej renkli perde bir sinema ekranıymışçasına yaşamımı seyretmiştim. Hayatımı sorgularken üstesinden gelmiştim yalnızlığın ve çaresizliğin. Hiç bitmeyen karanlıklar… Aynı sahnede rolümü bir kez daha oynar gibiydim. Karanlıkta boğulmaktan korkarken neşemi hüzne evermiştim… Kapadım gözleri açmamacasına, hasta bir hayvanın iyileşme süresinde bir köşeye gizlenmesi gibi saklandım bende uykularıma… Uyudum, uyudum… Paralanmıştı içim ve inanamıyordum yaşadıklarıma. Uyandığımda tek bir amacım vardı; kendi öz dilinde konuşturmak insanı, Tanrısıyla… 6ARALIK2008 Yolculuğun geri kalan kısmında aşkına sarılmış, kırık parçalarını yapıştırmış kadın rolünü oynadım. Dışarıda keşfedeceğimi sandığım gizi kendi içimde aradım. Önce kendimle baş başa kaldım. Ayağına taş bağlanmış kuş gibi geniş ufuklara kanat açamadığım için azarlandım. Ben gibi hep yere çakılı kaldı kuşlarım. Bu sefer hücremde bakalım kaç gün kalacağım?.. Pencerenin pervazında eksikliğini hissediyorum gardiyanımın! Gecenin manzarasında naif bir tat yakaladım… ‘’ Birine ait olma ‘’ hissi dengelenmesiydi özgürlüğün ve yalnızlığın. Günün sembolü; içi boş insanlara, Veda... Hayaleti andıran bembeyaz yüzüne, kor gibi yanan derin bakışlarına ve melankolik havana inat… Teni güneş yanığı, bakışları neşeli. Saygılarla üstat!!

yalnızlar denizi

özge aktaş

Bugün soğuk bir hava var odalarda. Duvarlar sessiz.. Her zaman akıl aldığım benliğim suskun bugün. Cevapsız sorular, yalnız kalmış düşünceler uçuşuyo beynimde.. Adeta bir kaos … Dışarı çıksam insanların o tanımsız mutluluğu vurucak bedenime. Şiddetli dalgalar arasından kurtulmaya çalışır gibi dönerim belki evime… Televizyonuda kapattım. Dizilerdeki insanların yalancı üzüntülerine, yalnızlığına kahrettiğim için… Biliyorum ki sahne bitince onlarda eski mutluluklarına dönüyorlar… Çevremdeki tüm insanların yaptığı gibi… Benim hiç sahte mutluluğum olmadı. Ben hiç sahte insanların içine giremedim. Her zaman dışardan izledim onları, tıpkı dizideki karakterleri izler gibi.. Kendi ayaklarımın üstünde durmaya ve bu şekilde daha özgür ve mutlu olabileceğimi düşünüp ailemden uzaklaştım, daha çok yalnız kalıcağımı ve her geçen gün daha bir hapishaneyi andıran duvarların içinde kaybolucağımı bilmeden… Arkadaşlarım, dostlarım ve sevgilim… Hepsi bana acı vermek için mi bilmiyorum; her zaman çok yetenekli bir oyuncuyu oynadılar bana. Ben gerçekleştikçe çevremdekiler sahteleşti… Ve şimdi dışarı çıkarsam canımı daha çok acıtacaklar. Onların maskelerini ve o maskeleriyle mutlu olduklarını görmek ruhumu delik deşik ediyor, kurşunlanmış bir demir kapı gibi… Eceli bekliyorum artık… Başka ne yapabilirim ki zaten? Boş duvarlar, boş insanlar, boş zamanlar… Bundan ibaret dünya benim için.. Şimdi yalnızlar denizindeyim. Ufuğa doğru gidiyorum… Kayboluşlara doğru... Yapayalnız…

Benlik savaşı Nefretöfkebıkkınlıksıkıntıkorkmayorgunkafayıbulmuşölmekisteyenuçarımanyak Bir yaşamın son anlarını hissedip sonra devam etmek. Psişik duygulardan soyutlanmak. Yeter artık. Yüklemsiz devam edeceğim cümlelerime çünkü sınırlansın istemiyorum kakofonik duygularım beynimde. Özgürlük lazım bana çünkü dayanma yetimi…. Şeytan tohumlarını bahçeme bırakmaya…. Başından beri katil olan o…. Duygu kontrolünü…. Đntihar eğilimli buz gibi yumuşak hüzün.. Dudaklarımda bıkkınlığın verdiği son sözüm…. Bütün kırılmış şeylerin nihayetinde.. Sır..sır gibi bir yaşam… Olur muydu….? Kaybettim….ama erken… Sevdim….ama geç… Yüreğimdeki yangını kim…. Mark Twain: “Her zaman doğruyu söyle, ne dediğini unutmak zorunda kalmazsın.” der. Doğruyu söyle mi?...Doğru ne ki?...Doğruyu söyleyince ne değişiyor ki?.... Beğenseler de beğenmeseler de spontane yaşa oynadığın rolü. Bırak ta hiç kimse seni tam olarak tanımasın…sığ yerlerini görürlerse çabuk geçerler üstünden. Mesela bakarken kolundaki yara izlerine..ölmek ayıp olur mu?.. Yumdum gözlerimi…Yumulu gözlerimin içinde yaşanmışlıklar….Beyin kıvrımlarımdan söküp atamıyorum ki hiçbir şeyi…Umudu kırık bir ses duydum içimdeki kızdan..Yaşamak için sebep yok sanarken yumulu göz kapaklarında o serüven….durduran…durduran..onu… Dipsiz karanlığın ağzına biraz daha itildim. Ruhumu nefret edercesine sonsuz bir utanç duygusu kapladı. Özgürlük düşü getirdi beni bu hallere. Kısıtlamadan özgürlük mümkün mü sence? Kendini alıkoyan tek kişi sensin! Ne bu yüzünün hali?..hadi bana Öyle… Düşle… düşle… düşle…. sürekli düşle… “Düş” var olan en gerçek şeydir. Maskeni kullanma artık bana. Ben attım onu çöpe çoktan. Kendimim artık karşında..denesene…hadi ama…Yaşam bağımlı olamayacak kadar değerli…artık değişmenin zamanıdır. Olmak istediğin gibi ol. Çünkü sen evrenin insafına kalmış küçük bir parçasın. Kendini gözle. Bak aynaya, vur duvarlara… Sesin yankılansın karanlık kalbinin duvarında… Korkma. Dokunur günahlar kalbine yoksa… Işıklar söndüğünde. Đradesiz duyguların. Hem de çok… Bu muydu düşlediğim yaşantı? Elimin kolumun bağlı olduğunu farkına vardığımda nefretle doldum. Sessiz bir umutsuzluk oturdu üzerime. Çivi gibi soğuk gerçeklikler; tüm yalanları, tüm ödünleri yok etti. Varoluşun ıssız sularında boğuldum. Ve kederimi bir ninni eşliğinde uyuttum. Uyusun….uyusun…sabah olmasın. Işığı gördüğü zaman uyanır o…biliy orum. Yakma ışıkları… Tanrım. Yakma… Sessiz ol. O uyanırsa uyuma sırası bana geçer. Öze geri dönüş yolculuğum. Kayıp bütünlüğümü aramak….bu yolculukla göçebe yaşa

cansu eroğlu mak. Obalar kurmak… Beynimde ki odalardan birinde soyunmak. Çırılçıplak yalnızlık, keder, d uygular ve çırılçıplak sen. Kurumuş dudaklarımı ıslatarak düşündüm. Bir anlığına da olsa günün sarı sıcağını gördüm. Gökyüzünün kutsal sıvısı damarlarımda ilerledi. Kalbimi buldu…vurdu..seslendi….ama kimse yoktu. Geri döndü ruhumu yıkadı..içimde bir ışık parladı…ama bu olmamalı…kederim hala uykudaydı. Çıldırdım. Tanrı’ya kızdım. Ne yaptığını sanıyordu? Gene mi benimle oyun oynuyordu? Bilmiyor mu ki ben büyüdüm. Ben Tanrı değilim ki her şeyi düşüneyim önceden bileyim. Bunun ne kadar korkunç bir şey olduğunu bilir misin? Yüreğimin yap dediğini aklım yapma der. Bir yanım bahar rüzgarı gibi uçar…. Öteki yanım kış soğuğu gibi dondurucu….bir yanım da içimden gelen gıcırtılı seslere kulak verir. Ey kalbimin sevgilisi! Tutsaksın bana… Bir tür histeri krizi geçiriyorum şuanda. O, iflah olmayacak derin bir yara, kangrendi adeta. Kesip atmam gerekiyordu ölmemem için. Ama çok güçlüydü biliyorsun zaten sende… Yakında ölebilirim. Çünkü başka türlü rahata kavuşamam. Ruhum isyanları oynuyor gene peki ya aklım o gene sağduyumla beraber vereceğim sağlıklı karar için bana rehber. Sevgilim, iradem tükendi, mantığım çalışmaz oldu. Gerçekte ruhumu kavuran şey hüzün değil, belki de hırs ve kızgınlıktı. Yoruldum. Düşüncelerimle boğuştum. Beni yere yatırdılar ve yine kazandılar. Vurgun yedim. Karmakarışık duygular içindeyim. Sadece bir arzu seline kapılmış, çaresiz ve bilinçsiz şekilde sürükleniyorum. Đşin en acı yanı ne biliyor musun? Bu teslimiyetin ne kadar vahim sonuçlar yaratacağını anlamama rağmen engel olacak iradeyi gösterememem. Gözlerini dik gözlerime. Bak onlara iyice.. ben aynalara küstüm , donuk gösteriyor gözlerimi…içimdeki çocuk ölmedi ki!?..ılık bakışlarında dinleneyim..tebessümünle mutlu. Ne isterdim biliyor musun düşlerin bile kıskançlıkla çalmak istediği kadar güzel yaşamak. Đç çekerek bakıyorum etrafa…Megaloman, egoist ve bayat gülümsemeler…uykusuzum geceler boyu . Özledim çocukluğumu. Tebessüm yayıldı birden bire dudaklarıma inanılmaz ama Hermafrodit karşımda. Nasıl girdin sen göz kapaklarıma? Biliyorum ki bu gece birileri benden daha fazla bir şeyler yaşayacak ve ben bu odada uyku beni kollarına alıncaya kadar yaşamın seslerini dinlemeye devam edeceğim. Delta dalgaları.. beni yakan onlardı. Sorarım nerde alfa dalgaları? Onlar olsa sakin olurdun. Çünkü o sakin yetişkinlerin en yoğun dalgası… Yardım et Tanrım, duyuyorsan hala sesimi… yaralı birini bırakıp kaçmak, cinayetten hüküm giymeye neden olur. Đster misin ki hapiste yatmak.? Düşüncelerini gönder bana Tanrım..hissetmek isterim onları. Kendimi dinlemekten sıkıldım, o da anlatmaktan zaten. Başkalarıyla ilgilenmek isterim. Kendimi unuttum. Ruhumun derdi başından aşkın, o da kaçamıyor ki kendinden… Zar atmayı bırak ey Tanrı, gözlerini aç artık. Đnsanlık soyu ölmek istiyor..görsene..alsana artık bu canı. Olayların benim istediğim gibi gelişmesini bıraktım. Anladım. Hayatın karanlığında yapayalnızız. Herkes bencil ve hepsi bu. Oyunun son perdesini oynamaya geldim. Misafir sanatçı olarak herhalde beni kabul edersiniz değil mi? Efendim. Yok hayır…suflöre ihtiyacım yok. Ben hayatı öğrendim. Hoşça kal insanlık soyu, benlik savaşını gene ben kaybettim.


aşka şeytan karışır

genç praksis 9

Acıyı cebinde taşıyan insanlar tanıdım... Her gerektiği yerde, gerek sigarasının ucunda bir ateş gibi, gerekse burnunu silerken ve bazen gözleri dolarken bir mendil gibi acıyı kullandıklarını gördüm. Acıya olan bağımlılıkları onları bir adım daha ''aşık''lığa itiyordu... Ben hep sahip olamadıklarımı sevdim... Ve benden gidişlerindi gözlerini zihnimde bu kadar muntazam kılan... Đndiğim her sahil şeridi farklı sevdalarla doluydu. Soğuktan çenesi titreyen bir adam, karşısında gözlerinin içine bakan bir kadın ve kadının ağzında henüz söylenmemiş, uygun bir pozisyonda söylenmeye çok müsait bir kucak dolusu yalan... Ve bunların tamamının buluştuğu insanların adını ''ilişki'' koyduğu bir çatı. Đlişkiyi bitiren öldürücü darbenin yine ilişki olduğunu son gidişinde anladım... Birbirine bir şeyler hisseden iki insanda patlamaya hazır bombalar taşır kalbinde. Bu kuvvetli bağ, o kadar sıkı atıyor ki düğümlerini iki insan arasında, o kadar çok bağlıyor ki iki bedeni birbirine, iki insanın birbirine duyduğu o özlem, o büyük sevda yok oluveriyor birden, ''aşk'' ilişkinin içinde kayboluveriyor... Akabinde tıka basa dolu kül tabakları, kanepenin üzerinde uyuyakalmış bir ayyaş ve başucunda üzeri toz tutmuş bir fotoğraf çerçevesi... Đnançlar, değerler en kutsal sevişmeler silinip gidiyor bünyelerden, işte sırf bu yüzden her aşık patlamaya hazır bir canlı bombadır... Tanrının gönüllerimize ''aşk'' diye sunduğu nimet her gün farklı kefenlerde ilham bekler aslında. Ölümüne terlerken adam kadının üzerinde, terler boncuk boncuk süzülürken koynundan parmak uçlarına ve en az 1 kere ''Kadınım'' demişse aşkına, ne vakit sevdiğine sahip olduğunu zannetse bir adam seviştiği kadını değil, ''aşk'' tır... Aşkla sevişir aşık... Kan ter içinde geçen her sevişme seansının ardından bir ceset bırakılır ortada ve adı ''mesafe'' konur... Bizi mesafeleri bir çırpıda aşacağımıza çocukça inandıran yine aşk olacaktır. Oysa güzelliğin her aklıma geldiğinde mesafeler ortadan kalkardı benim için... Ve başlardı günler sürecek düşünce yolculuklarım... Kıskançlık krizlerimiz, her zaman içinde bir miktar erotizm barındırdığımız öpüşmelerimiz, ve birbirimize sarılmadan önce gözden geçirmeden yüzümüze savurduğumuz hakaretler bizi biz yapan soyut bir maddenin aşk versiyonuymuş... Ve hiçbir zaman bir kalemde ayrılmaz aşk bedenden... Kanserli bir hücrenin hasta bir bedene yavaş yavaş yayılışı gibi zehirler kalbi. Henüz söylenmemesi gereken her şey söylenmişken, söylenmesi gereken bir avuç kutsal kelime düğümlenir boğazda. Aşk sapkınlıklarla doludur... En ağır ve en acı haliyle tahribatı tüm benliğe hissettirmeden terk etmez ruhu. Ve ne vakit bir kurban seçilmişse, tarifsiz bir mutlulukla adlandıracaktır bunu ki; bilmiyordur, aşk acıdır, ve aşk acıtır... Değerlerimizi yitirdiğimiz o doruk noktalarda aşka hiç yer bırak-

beklenti...

madık biz... Biz... Đkimiz... Đki ucu boklu değnekti sevdamız ve o bize ayrılan kısacık süreye güzel bir son senaryosu yazamadık. Olan, olmayan, yaşanan, yaşanmayan her şey için birbirimizi suçladık ama ikimiz arasında can veren bir dev kadar kuvvetli bir görüntüye sahip ama bir terazi kadar hassas olan o dengeyi, o mutluluğu, her çiftin ikisi arasında ''aşk'' diye adlandırdığı o güzel benzetmeyi ebedi kılmayı beceremedik. Sevgisini yitiremez âşık. Diline bir şarkı dolandığında, gözleri mutlu bir çifte takıldığında, annesinin başını her okşadığında aklına gelecektir yitirilen... Oysa karşı tarafta o an önemsizdir biten. Nasıl olsa başka bir yerde, başka bir şehirde başlar yeniden... En ve en acıtanıdır uzaktaki sevgili... En ağır darbeyi vuran o dur. Sebepsiz ayrılıklara en müsait koşulu sunar iki tarafa da... Tabii ki merak edilecektir aşığın yüzündeki çizgilerin sebebi ve sebepsiz bittiyse eğer, karşı taraf hiç düşünmeyecektir ''acaba yüzündeki çizgilerin kaçı bana ait...'' diye . Kadınına ''Seni Seviyorum'' diyebilmeyi bile özleyecektir adam . Yarım kalan her şarkı dinlenirken son bir defa niyetine hep aklına gelecektir büyüttüğü sevgi ve yüzüne hunharca vuracak milyonlarca acıyı getirecektir beraberinde... '’Aşk'’ın ana dili yangındır… Verdiğimiz değerleri gerektiği şekilde gösterememek gibi bir dertten muzdaripiz hepimiz. Aşkı savaşa döndürebilecek kadar çok seviyorsak eğer, ve duyguları, o en temiz sevgi cümlelerini ölümüne çarpıştırıyorsak savaş meydanlarında, ve her savaşın sonunda mutlaka kan dökülüyorsa en az iki taraftan aşkı mevsimine göre yaşamak, rengine göre sınıflandırmak neye yarar? Kanın rengi her daim kırmızı... Đki tarafında bencilliğinden doğar aşk. Ve bir annenin bebeğini ilk kucağına aldığında göz çukurlarında biriken iki damla yaş kadar temizdir baktığın zaman. Adam da kadın da farkındadır, aralarındaki şeyin yeteri kadar büyüdüğünde çekip gideceğinin aynı zamanda geri dönmeyeceğinin... Ve ''Gidiyorum'' deme zamanı geldiğinde aşkın, çıkışı hiç kolay olmayacaktır, gönül yangını tek tarafta yaşanır... Kadın gözlerine bakar erkeğinin, ve o an iki kelime dökülür kadının dilinin ucundan... Kadın kafasını çevirdiğinde yüzünde yüzsüz bir acı ve adamın zihninde çalkalanan bir avuç züğürt tesellisi... Đki tarafında iki kelimenin ardında birbirlerine söyleyecekleri aynıdır aslında ve o an yapılmak istenenler o an asla yapılamaz. Yavaşlayan zaman, adamın büyüyen göz bebeklerinde her şeyi anlatmaya yetecektir iki tarafa da... Kimin mağlup, kimin namağlup olduğu bilinemez hiçbir zaman... Ve ne vakit aşk diye savaşılmışsa iki taraf arasında iki tarafında ağır tahribatıyla sonuçlanmıştır. Đlla bir galip aranacaksa her yitirilen ardından, buna ''şeytan'' ismini vermek yakışır. `` ... Aşka şeytan karışır... ``

arda yokaş

Bekliyorum, bir yere çıksın diye. Karşı taraftan ses gelmedikçe ve beni keşfetmedikçe düşüncelere boğuyorum kendimi.En kötü ihtimal üzerinde duruyorum, tam şu an yapıyorum bunu.Durup dururken bağlantının kesilmesi üzerine sayısız olasılık kurdum, ancak büyük bir olasılıkla hiçbiri değil sonuç.Çünkü ben hata yapmadım, ben hiçbir şey yapmadım hatta.Her şey o kadar güzeldi ki...birden kesilince insan nedenini merak ediyor tabi.Ama sanmıyorum ki gerçekleşsin kurduğum olasılıklar, çünkü nedensiz hepsi, çünkü içlerinde ben yokum.Ama karşı tarafın düşüncelerini bilmiyorum, belki bu şekilde oynuyordur, belki hiçbir şey demesine gerek yoktur.Ancak biraz geçmişe döndüğümde fark ediyorum ki bu da zayıf bir olasılık, ama olasılıksız değil.Ne yazık ki, hiçbir şey olasılıksız değil. Neden yazıyorum bu konu hakkında peki, çünkü düşünmeme sebep oluyor, içimden konuşunca ve kesin bir yazıya dökmedikçe düşüncelerim bir yere varmıyor, kaybolmak gibi, gideceğin yeri bulamamak gibi.Bakın şimdiden rahatladım, çünkü bariz şekilde hata yapmadım ve etkilemeyi başardım.Yine de insan nedenini merak ediyor, ediyorum...Tanrım bunun olmasına izin vermeyeceksin değil mi? Bu beni çıldırtıyor, kendimi yiyorum, neden yok, neden bilmiyorum.Bilmemekten nefret ediyorum.Tanrım bir ışık gönder, göster bana.Tamam geçmişten ders çıkartalım, her zaman bir sonuca bağlandı, her zaman nedenini öğrenmiştim.Bu sefer de öyle olacak elbette, mantıklı bir neden her zaman vardır.Sabırsızlık bana özgü değil, beklemeyi öğrendim, o zaman bekleyelim, zaten bir sonuca bağlanacak elbet.Bakalım nedeni neymiş, çok emin olduğum bir şey daha var, o da sonucun kötü olmayacağı.Hata yoksa, sonuç pozitiftir. Đnsanlar, neden kötülüklerin olduğunu merak mı ediyorsunuz? Neden kusursuz bir Dünya olmadığını? Neden bir şeyin her zaman kötü olduğunu? Hiç suçu kendinizde aradınız mı, hiç nedenini düşündünüz mü, hayır...Her şeyin, hem de her şeyin bir nedeni var elbet, her şey belli ve mutlak bir sonuca bağlı, her şey en doğru şekilde gerçekleşir.Ancak nedenleri anlamak size düşmez, bir şeyin iyi ya da kötü olduğuna karar veren Tanrı'dır, ki o her zaman en doğru nedeni gerçekleştirmiştir.Acı çekmeden mutlu olamazsın, bazı yanlışları görmeden doğruyu bulamazsın, kötülükleri hissetmeden iyinin ne olduğunu anlayamazsın, kaybetmeden kazanamazsın, ezilmeden güçlenemezsin ve en az bir kez ölmeden hayatının ne kadar değerli olduğunu anlayamazsın.Öyleyse, acı çektiğiniz için isyan etmeyin, bu gerçekleşmesi gereken mutlak bir son. Ben ise daha iyi hissediyorum, bunun yardımı hemen etki etti.Nedeni beklemeye karar verdim, negatif bir sonuç olmayacağı için şanslıyım bu sefer, moralimi bozamayacak kadar değersizsin.Her şey öyle aslında, kim, benden önemli ki.Beni, benden başka kim üzebilir... Teşekkür etmeliyim... Bir beklenti içinde değilim artık. Çünkü beklersem, olmayacağına inandırırım kendimi. Ki bu canımı yakar. Ancak elbette, böyle bir sonuç yok.

murat güner

gecenin notaları

yankı yıldırım

Bir yaz akşamı… Yürüyorum Cunda Adası’nın sokaklarında. Denizden esen rüzgar, yosun ve kızarmış balık kokusuyla beraber birçok hoş kokuyu da bana doğru sürüklüyor. Gözlerim akşam vakti manzarasıyla dopdolu; içim kıpır kıpır. Renkli ışıklar altında dondurma satan seyyar satıcıya gülümsüyorum. Mutluyum. Yaşadığım anın büyüsüne kapılmış şekilde ilerlerken bir kalabalık takılıyor gözüme. Bir süreliğine çıkıyorum hayal dünyamdan, kalabalığa karışıyorum. Ne olduğunu merak ederek ilerliyorum. O anda bu adanın beni her açıdan mutlu etmeye çalıştığını hissediyorum. Hislerimi kanıtlar nitelikte bir müzik dolduruyor kulaklarımı. Karşımda ilginç ve mistik kıyafetlere bürünmüş bir müzik grubu daha önce hiç görmediğim müzik aletleriyle ezgiler çalıyor. Hayatımda daha önce duymadığım bir müzik. Düşünüyorum. Diğer dinlediklerim müzikse eğer öyleyse bu ne? Đlk notasından kalbimi ele geçiriyor bu eşsiz müzik. Ruhumu, yumuşak dokunuşlarıyla narince aşıp tüm benliğimi bencilce dolduruyor. Kızmıyorum ona. Bu melodi hep kalmalı benimle, sonsuza dek içimde yaşamalı. Bir müzik, insanın içinde varlığında habersiz olduğu duyguları uyandırabiliyormuş meğer. Benim içimde bir şeylere dokundu bu müzik. Tanımı yok, tarifi yok. Sadece yaşayan ve anlayan hissedebilir bu benzersiz duyguyu. Đçimden taşıyor bu duygu. Enerjisine inandığım duygunun gücü tüm adayı sarıyor. Hiç olmadığım kadar mutluyum. Hem adadayım şu an hem de başka alemlerde. Rengarenk kıyafetli insanlarla dopdolu; kokusu ve dokusu her yerden farklı bir dünyanın içindeyim, içimdeki hoş duyguların ahengiyle adeta dans ediyorum. Đnsanların güleç yüzleri oluşturmuş sanki her bir notayı. Kıyafetlerindeki her renk, gözlerindeki ışık… Barış dolu bir dünyanın esintilerini sunuyorlar bana. Ben de paylaşıyorum onların sevincini. Katılıyorum onlara ve sevincin paylaşılarak çoğaldığını ilk kez gerçekten hissediyorum vücudumun her parçasında. Hiç bitmemesini istediğim dakikalar ben de derin etkiler bırakacağını bilmeden bitiyor. Zamana küsmüyorum ve çabuk geçti diye kızmıyorum ona. Çünkü aradan aylar geçmesine rağmen, bu müziği mırıldanırken, Cunda sokaklarında, mutluluğumun doruklarında oluyorum zamanı aşarak.


10 genç praksis

gitmelisin

ben göremem bilirsin istediğini söyleyebilirsin, seninle alakalı değil. biliyorsun; gitmemelisin...

umudun mumları cehennem kılıklı

ben bu düzene ait değilim. nasıl da bilirim, bağıracaksın. azımdan çıkan buhardan konuşma balonu yaratacaksın. gitmemelisin...

masumluğun diz boyu bense sigara dumanlarından bulutlarla kaçırıyorum seni olay mahallinden

ben ölemem bilirsin. en büyük ihtimalle bir köpeğin elinden olur ölümüm. üzülme, zaten o köpeğin ölümünden doğar hüznüm... gitmemelisin... ben de yalan söyledim. tacizinden sonra kapandı ya memleketim.. tesbihim nerede? artık herkes, her şey yeşil... nasıl da değişmiş ismin, cismin. sen istediğin kadar inkâr et, oyuncak olmuş dînin. gitmelisin.. gitmeliyim kardeşim...

mea culpa

keman çığlıkları işitiliyor kapalı gözlerinden üzerine düşüyor şu bir içimlik dünya uyan

kimim ben neyim nerdeyim bu kollar kimin kolları kaçmak işte böyle bir şey hele ki üç kuruşluk çığ- lık taslayan dünyadansa.. ve yine de tıpış tıpışızdır bu topraklarda bilmeyiz mumlar hatırlatır mevzuyu alev alev umut kaplı yaşadığımız cehennem uyan

Uğurcan Karateke

Kaan Boşnak

Bir bebek doğmuş, gözleri alev alev yanan… Güneş batmadan ve ay kibrinden saklanmadan Bir rüya daha bitmiş. Ve yıllar daha tükenmeden, Aciz ruhlar yeniden sönmüş, Henüz masal sonlanmadan, Erken vakitte, erken doğan şafakla birlikte Bir can daha yok olmuş. Bombalar patlamış, yıkmış umudun beyaz düşlerini Kan dolmuş bardaklara, etler cımbızla toplanmış Paramparça betonların arasında görünmüş kısa bir bacak, Ve küçük düşlü dev çocuk, kanlar içinde beşikteki ruhunun yasını tutmuş. Son düşüncemizken, gündemimiz olmuş Engerek ırklar dört bir yana tohum bırakmış Lazım gelen dur demekken hep onlar yaşamış Herkes onlardan nefret etmiş ama ölen çocuklar olmuş. Zaten canı yananlar, hep masumlar olmuş. Biz şimşekten korkarken, onlar bombalarla ritim tutmuş. Öbürlerininse yedikleri hep insan eti kokmuş Düşleri unutan çocuğu büyüten hep tepkisizlik olmuş. Đpleri teslim alınmış sonra da kesip atılmış Tarih tekerrür etmiş, anlatıcı değişmiş En çok acıtan hep kahraman olmuş.

ozan can yılmaz

Bir mardin gezisi

mehmet özgür yıldırım

Yollar bozuluyor,çizgiler derinleşiyor,yapılar farklılaşıyor,insanlar değişiyor.Mardin'e yaklaşıyoruz. Kuzenim karşılıyor beni.Adı Mahir.Gülümsüyor adına yakışır bi asaletle.Merhaba diyor,hoşgeldin kuzen.Çan sesleri ezan seslerine karışıyor.Mezopotamyada güneş batıyor.Bense ayaklarım bir toprak damın garantisinde seyrediyorum mardin ovasında gün batımını.Güneş son kez selamlıyor bereketli toprağı.Sonra sofralar seriliyor.Bir tören havasında sona eriyor yemek faslı.Gece Mardin'e çıkıyoruz.Basamak basamak evlerden,dar sokaklardan geçip 'kale' ye ulaşıyoruz.Kartal yuvasını andıran bu yerde Mardin'i gece görmek için gelen insanlar karşılıyor bizi.Birçoğu yalnız,birçoğu kederli.Saat geç ama uyumamış mardin, hala ışıl hala canlı.Gece kolay bitmez Mardin de reyhani dinlemeye gidiyoruz.Reyhani,Mardin'i ondan iyi anlatan yoktur.Đçmeden sarhoş eder insanı.Bir de oynamasını bileceksin ki.Öyle kolay değil ha,emek ister.Düşürmeden tutacaksın rakı bardağını başının üstünde,kuğu gibi olacaksın bir o yana bir bu yana süzüleceksin.Sevdiğinle oynayacaksın birde karşılıklı,gözgöze!Đşte o zaman değme keyfine.Saat bir hayli geç oluyor eve dönüyoruz . Ertesi gün bir gümüşçüde alıyorum soluğu.Süprizm var Đstanbullu bir prensese.Onlarca işlemenin içinden zor seçiyorum hediyeyi.Özenle paket yaptırıyorum.Ordan dedemin yanına.Yine bir hediye.Bu sefer Mardin işlemeli bir tesbih.Geziniyorum mardin sokaklarında.Seyyar bir ciğercide karnımı doyuruyorum.Akşama düğünümüz var.Eve dönüyorum.Düğün rüya gibi.Çok hoş ama kısa. Memleketimde bir günüm bölye geçiyor.Günler birbirini kovalıyor ardından.Gitme vakti gelip çatyor.Herkesle vedalışıp otobüse biniyorum.Ağır ağır yol alıyoruz.Yollar gittikçe düzeliyor,evler sıradanlaşıyor,insanlar eski hallerine dönüyor Mardin'den uzaklaşıyoruz.


genç praksis 11

Uluslararası “Su ve Sinema Buluşmaları” her 3 yılda bir Dünya Su Forumu çerçevesinde düzenlenmektedir. Su ve Sinema Buluşmaları, 2006’da Meksiko’da düzenlenen 4. Dünya Su Forumu çerçevesinde, Uluslararası Su Sekreterliği ve Su Akademisi’nin girişimiyle başlatılmıştır. 2009 yılındaki buluşmalar ise, 5. Dünya Su Forumu çerçevesinde, "Su, Đnsanlık ve Sürdürülebilir Kalkınma" teması etrafında, Fransız Kültür Merkezi işbirliğinde düzenleniyor. Yüze yakın film gösteriminin yer aldığı program kamuoyunu bilgilendirmeyi, duyarlılığı artırmayı ve dünyadaki su ile ilgili farklı konuların izleyiciler tarafından keşfedilmesini amaçlamaktadır. **Giriş Ücretsizdir. Emine Akbucak Fotoğraf Sergisi Yansımalar Marmara Üniversitesi Radyo, Televizyon ve Sinema Bölümünü bitiren Emine Akbucak genç yaşta fotoğraf sanatına ilgi duymaya başladı. Çalışmalarını Fransa’da sürdüren sanatçının bu sergisi, yağmur sonrası Paris sokaklarından esinlenerek gerçekleştirdiği fotoğraflardan oluşmakta. Paris sokaklarına yayılmış ışığı farklı biçimde yansıtan su birikintileri sanatçıyı etkileyici sanatsal bir arayışa yönlendirmiştir. Sanatçı pu projesinde tarihi geçmiş diapozitif filmleri kullanarak, fotoğraflarda renkler aracılığıyla eskimişlik etkisi yaratmakta. ENGĐNAR Fransız dans topluluğu C dans C ve Çıplak Ayaklar Kumpanyası’nın ortaklaşa gerçekleştirdiği Engin-ar gösterisi, farklı kültürlerden gelen ancak ortak bir koreografik arayışı paylaşan dansçıların bir araya gelmesinden ortaya çıkan bir proje.

BAŞKA BĐR HAYAT MÜMKÜN Almanya’dan ve Türkiye’den değişik ortamlardan gelen ve farklı dünya görüşlerine sahip kadınlar, dünyanın ve yaşamın hem kendileri hem de diğer kadınlar için nasıl daha iyi tasarlanabileceği konusunda görüşlerini ve yaptıklarını anlatıyorlar. Kadına uygulanan fiziksel ve psikolojik şiddetle savaşmak, geleneksel ve sınırlandırıcı şartları aşmak, kadınların güçlenmesi ve bilinçlenmesi gibi birçok konu ele alınacak. Kadınlar buldukları ile yetinmiyorlar, onlar daha çoğunu istiyorlar, onlar hayatı değiştirmek istiyorlar. HANIM EFENDĐ/film 50 yaşındaki Ruža bundan 25 yıl önce yeni ve daha iyi bir hayat ümidiyle Đsviçre’ye gelmiştir. Burada bir hayat kurmuş ve vatanı Sırbistan’a dönmeyi düşünmemektedir. Onun yanında çalışan 60 yaşındaki Mila ise Ruža’nın aksine senelerden beri ailesiyle birlikte Đsviçre’de yaşamakta ve yakında Hırvatistan’da kendi evini alma rüyasını gerçekleştirebilmek için çok çalışmaktadır. Saraybosna’dan gelen 22 yaşındaki Ana ortaya çıktığında, her ikisinin de düzenli yaşamı ve kantindeki gündelik hayat rayından çıkacaktır SEVGĐLĐ CLARA Almanca, Türkçe altyazılı. Almanya, 1850. Clara Schumann ve Robert Schumann on yıldır evlidirler. Her ne kadar evliliklerinin en güzel dönemini arkalarında bırakmış olsalar da, birbirlerine olan aşkları halen devam etmektedir. Zor ve belirsiz bir dönemden sonra her ikisi de Düsseldorf’da yeni bir hayata başlamak istemektedirler. Robert belediyeye bağlı bir müzik direktörü olarak kendisine ve karısına en sonunda mali güvence sağlayabileceğini ummaktadır. Fakat hastalıklar ve depresyon yüzünden büyük besteci şef olarak görevinde başarılı olamaz. Clara orkestra provalarında sık sık onu temsil etmek zorunda kalır.

neler yaptık!

1.Dergimizin 2 üyesi 10 Ocak - 28 Mart tarihlerini kapsayan TÜRSAK SĐNEMA SEMĐNERLERĐ’NE katılım sağlıyor 2.17 Ocak’ta Taxim Hill Oteli’nde Suyuma Dokunma KampanyasıUluslararası Alternatif Su Forumu hazırlık toplantısına katıldık. 3.25 Ocak ‘ta ilk kez Đstiklal Caddesi’nde dergimizin 7. sayısının elden dağıtımını yaptık. 4.26 Ocak’ta Karakalem Dergisi’ni, GarajĐstanbul’u, ROLL ve EXPRERS dergilerini, Goethe Alman Kültür Merkezi’ni, EDEBĐYAT KOOP:’u ziyaret ettik.

5.31.Ocak’ta Đstiklal Caddesin’de Ergenekon Çetesinden Davacıyız yürüyüşüne katıldık. 6.15 Şubat’ta Krizin Faturasını Ödemeyeceğiz mitingine katıldık, dergi dağıttık. 7.21 Şubat’ta Sabah Gazetesi-Atv çalışanları Grevi’nin eylemlerine destek verdik. 8.28 Şubat’ta Đstanbul Kısa Filmciler Derneği ile Sinema Emekçileri Sendikasını ziyaret ettik. 9.28 Şubat’ta Darbelere Karşı 70 Milyon Adım Koalisyonu tarafından organize edilen 28 Şubat Vicdan Mahkemesi’ne katıldık.

Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu bu sene başlatmış oldukları “Natoya Hayır, Savaşa Hayır” kampanyaları çerçevesinde 4 Nisan günü Kadıköy Đskele Meydanında Nato’ya Hayır temalı bir miting gerçekleştirecek.

Öğrenci Gençlik Sendikası olan Genç Sen şimdide Bağımsız Öğrenci Haber Ajansını kurdu. Aynı zamanda Krizdeyiz Yarısını Öderiz isimli birde öğrencileri kapsayan bir kampanya başlattı.

Gay, Lezbiyen, Transeksüellerin haklarını savunan ve toplumda eşit bir yaşam isteyen Kaos GL dergisinin yeni sayısı çıktı.

Genç Praksis dergisi Sinema Atölyesi’de Tarık Akan, Erdğan Aydın, Celalettin Can, Oral Çalışlar ve Ufuk Urasile görsel yakın tarih çalışması gerçekleştirdi.

GENÇ PRAKSÝS GAZETESÝ Edebiyat ve Kültür Sanat Gazetesi - Aylýk Süreli Yayýn Sorumlu Yazý Ýþleri Müdürü Ve Ýmtiyaz Sahibi: Damla Yýldýrým Genel Yayýn Yönetmeni:Barýþ Engin Yayýn Koordinatörü: Sýdal Utkucu Editör:Aydýn Yýldýrým Yazý Kurulu: Uðurcan Karateke, Ýlker Gökçeler(Namýk Kemal Lisesi), Özge Kocakaya (Övgü Terzibaþýoðlu Anadolu Lisesi, Yanký Yýldýrým Okul Temsilcileri: 50. Yýl Lisesi:Dilan Uslu, Ýstanbul Üniversitesi: Tülin Çakýr, Bornova Koleji: Ozancan Yýlmaz, Övgü Terzibaþýoðlu Anadolu Lisesi: Özge Kocakaya, Ömer Seyfettin Lisesi: Güler Bayram, Namýk Kemal Lisesi: Elif Poyraz, Naci Þensoy Lisesi: Arzu Karaköse, Buca Lisesi: Gizem Gül, Karataþ Lisesi: Batuhan Büyükayhan, Aydýn Doðan Anadolu Ýletiþim Meslek Lisesi: Merve Acar, Söke Hilmi Fýrat Anadolu Lisesi: Tude Biber, Karþýyaka Lisesi: Umut Ýncesu, Ege Üniversitesi: Nurgül Keçeli, Ýstanbul Üniversitesi: Osman Güven, Boðaziçi Üniversitesi: Ezgi Ceylan, Bahçelievler Kocasinan Lisesi: Sezercan Ataasyas, Fahrettin Kerim Gökay Anadolu Lisesi: Ayça Sena Akçor, Yýldýz Teknik Üniversitesi: Onur Yaray, Marmara Üniversitesi: Süleyman Gürkan Anýl, Egeli Kadýn Yazarlar Platformu: Gönül Çatalcalý, Bahçeþehir Atatürk Lisesi: Mehmet Özgür Yýldýrým - Grafik Tasarým: Barýþ ENGÝN - Halkla Ýliþkiler Sorumlusu: Damla Yýldýrým - Yönetim Yeri: Cumhuriyet Bulvarý No: 56 Gümrük - Konak / Ýzmir - MATBAA: www.gencpraksis.liyiz.biz



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.