Sorun-Polemik-19

Page 1

MARKSİST İNCELEME ARAŞTIRMA ELEŞTİRİ DERGİSİ

SORUN SORUN Polemik www.sorunpolemik.net

19

OCAK 2006

e.posta: sorun_polemik@hotmail.com

Süresi: Şimdilik İki Ayda Bir Yayımlanır Sayı: 19 (2006) Fiyatı: KDV Dâhil 4.000.000 TL. - 4 YTL Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Sırrı Öztürk Yönetim Yeri ve Adresi: Çatalçeşme Sokak, No: 46, K/3, D/6 Cağaloğlu-İstanbul-34110 Telefon : (0212) 511 08 29 Fax

: (0212) 519 05 60

Posta Çeki No: 98213 Banka Hesap No: İş Bankası Cağaloğlu Şubesi (1095) 325 835 Abone: Yurtiçi, yıllık 6 sayı 24.000.000 TL.- 24 YTL. Yurtdışı, dört katı Teknik Hazırlık: Sorun Teknik Büro İlan: Yayın ilkelerimizle bağdaşmayan ilanlar kabul edilmez. Gönderilen yazıların beş dergi sayfasını geçmemesi (CD ve e-posta), Word programında zenginleştirilmiş metin biçiminde Times Türk veya Helvetica Türk yazı karakteriyle kaydedilerek gönderilmesi gerekir. Yazılı metinler kaynak gösterilerek kullanılabilir. Baskı: Ser Matbaacılık (0212 565 17 74) Yayın Türü: Yerel Süreli Baskı Tarihi: 9 Ocak 2006 ISSN 1303-2402

1


İÇİNDEKİLER ● Sırrı Öztürk Politika Cephesinden Güncele Bakış -Fransa’da Üçüncü Sınıfların İsyanı ve Türkiye -YÖK’ün Sorgulanması ve “Sol” -Çevik Kuvvet…”Çağdaş” Polis…Kitap… -"Yenidal Grubu" Bir Filizini Daha Yitirdi: Ressam Kemâl İncesu da Doğaya Teslim Edildi… ● Ali Özdoğu Şemdinli...Yüksekova..."Bu Ateş Sizi de Yakar!.." ● Turgay Ulu II.TTKK Yöntemi Önermesi Hakkında ● Derviş Okan Sosyalizm İçin Devrim Ocakları ● Mehmet Eymen Hiçbir Güç Sosyalizmin Kılına Dokunamaz ! ● Hakan Mertoğlu Sol, İşçi Sınıfını Yeniden Keşfediyor ● İsa Gözaçtı Mustafa Kemal Hareketi ve İçimizdeki Kemalizm Üzerine Notlar ● Tolga Ersoy Resmî Tarih Polemikleri - 3 ● Nuray Gök Aksamaz “Popülizm”, “Popülist Kültür” ve Sanatın Sürekliliği ● Meral Kıdır Hâkim Kültür, Hâkim İdeolojinin Eseridir ● Ruhan Mavruk Niçin "Yoz Kültür"ü Dayatıyorlar? ● Sürrealizm, Sosyal Realizme Karşı S. P. ● Serhat Halis Üniversite Cephesi ● Ahmet Temizel Meslek Örgütlenmelerinden Sendikalara Kaçak Dövüşenleri Kim Kuşatacak, Egemenleri Kim Köşeye Sıkıştıracak? ● İsmail Hardal Kamu-Devlet Yönetiminin Yeniden Yapılandırılması ve Eğitim Sen ● “Sol”da “Ortak Hukuk” Arayışı S. P. ● Bilge Erdem Gizli Ordular, Açık Cepheler… ● Ender Bedisel Latin Amerikalı Marksist ● Kemâl Kök Bizim Şiir Antolojisi ve “Sanat Cephesi” Üzerine ● Okur Eleştirileri-Cevaplar… S. P. ● Bizden Haberler 2

3 3 10 13 18 24 29 36 44 47 58 66 73 77 80 82 63 87 91 95 101 105 108 111 117

Sırrı Öztürk Politika Cephesinden Güncele Bakış

-Polemik-

Fransa’da “Üçüncü Sınıflar”ın İsyanı ve Türkiye Batılı düşünce tarzı denilince ilkin Fransa akla geliyor. Fransız devletinin oluşumu, sınıflar mücadelesi, Aydınlanma Çağı, Sanayi Devrimi, ihtilâlci geleneklerin evrimi doğrultusunda Fransa önemli bir örnektir. Jakoben geleneği, Fransız İhtilâli, Paris Komünü geleneği, I.Paylaşım Savaşı, II. Paylaşım Savaşı, Nazi Orduları’nın Fransa’yı işgali, FKP’nin önderliğinde faşizme karşı verilen yeraltı mücadelesi, Fransız Mukavemet Teşkilâtı, kahramanlıklarıyla ünlü işçi, emekçi, gençlik ve aydınların Halk Cephesi deneyimi, II. Paylaşım Savaşı sonunda Dünya’da yaşanan görece burjuva demokratik ortamlarda açık faaliyet alanlarında çimlenen İşçi ve Komünist hareketin yeni nitelikler kazanması, İşçi Sınıfı'nın Sendikal ve Siyasal Birliği mücadelesinde edinilen yeni mevziler ve günümüzde, Sosyalist Sistem’in çözülüp başka bir şeye dönüşmesi sürecinde gündemleşen "Yeni Dünya Düzeni" projesi ile "Küreselleşme Çağı" dedikleri kapitalizminemperyalizmin yeni sömürgeci, ırkçı, dinci, kara gerici, faşist yönelişler ortamında birbirine tutunarak ayakta kalma savaşı veren Avrupalı kapitalistlerin birliği-AB süreci... Avrupalı kapitalistlerin ideolojik korkularından kaynaklanan saldırıları, emperyalist sömürgecilerin AB yolunda bazı adımlar atarak hem ABD’nin hegemonyasına karşı birlikte olmanın, hem de sınıflar mücadelesinin kaçınılmaz bir sonucu ve tarihsel bir zorunluluk olarak kendini dayatan/dayatmakta olan siyasal-sosyal devrimin önünü bir süre daha kesebilmek kaygısından ileri geliyor. Sosyalist devrimin, ihtilâlci geleneklerin lisanı ve literatürü Fransızca’dır. Fransız burjuvazisi ideolojik-sınıfsal kiniyle işçi sınıfı ve emekçi halkların üzerinde kaba güce ve zora dayalı bir sistem uygulama yerine, özellikle II. Paylaşım Savaşı sonunda Dünya’ya egemen olan “Barış ve Demokrasi" ideallerinin gölgesinde "Sosyal Devlet" gibi bir yöntemi keşfetmiştir. Fransız ilerici siyasî partileri, FKP başta olmak üzere ve CGT Konfederasyonu, devlet tekelci kapitalizminin diktatörlüğü demek olan "sosyal devlet" ile kendilerine sunulan kırıntılarla yetinerek Avrupa'da ve Dünya’da oluşan kimi devrimci durumlara karşı oldukça ilgisiz kaldı. Dünya’daki muhtemel siyasal-sosyal devrimlerin yeni nitelikler kazanarak ileri sıçramasına karşı büyük ölçüde suskunluğunu korudu. “Avrupa Komünizmi” fikriyatı bu süreçte öne çıktı. 3


Ancak Sosyalist Sistem’in çözülüp kapitalizme dönüşmesiyle birlikte bütün Batılı ülkeler "sosyal devlet" tavizlerini bir bir geri almıştır. İşçi ve Komünist partileri, kitle örgütleri, sendikalar, ilerici gençlik ve aydın hareketi çok yönlü cephelerle açıktan kuşatılmıştır. Böylelikle yeni bir "gericilik dönemi"ni başlatan Batılı kapitalist ülkeler bütün Dünya’da emekten ve emekçiden yana ne varsa karşıya almışlardır. Batılı ülkelerdeki KP'ler ve ilerici sendikalar büyük ölçüde sosyal meşruiyetleri ile yasallıklarını yitirmişlerdir. Hükümet dışı örgütler (NGO-STK) tekelci sermayenin himayesinde birer stepne olarak görevlendirilmiştir. Politikasızlık, işçi sınıfını politika dışında tutma, kapitalizmin yoz ve kozmopolit kültür politikası yoluyla kitleler ilerici geleneklerine yabancılaştırılmıştır. Spor, müzik, pornografi, film, sinema, tv ve tüm beyin yıkayan propagandalar ile uyuşturucular insanı ve insanlığı her açıdan tehdit eder duruma gelmiştir. İşsizlik, güvencesizlik, yoksulluk ve yoksunluk tekelci militarist polis devleti yöntemleriyle baskı ve devlet terörü altına alınmak istenmiştir. "Sosyal devlet" dönemlerinde burjuvazi tarafından verilmek zorunda kalınan bütün “demokratik” haklar ve mevziler geri alınmıştır. Sosyalist Parti’den bir devlet başkanının yönetiminde, FKP’nin iktidar ortağı olduğu dönemlerde FKP militanlarının sicilleri dahi sildirilememiştir. Fransız Devleti yeniden sömürgecilikte rol almış, ABD emperyalizminin istilaları karşısında kimi rahatsızlıklarını "dile getirmiş" olsa da, yandaş olma dışında bir tavır belirleyememiştir. Fransa'nın üçüncü kuşağından Afrikalı, Asyalı, Yakın Doğu'lu fukara Müslüman emekçi halklar sistemin uygulaya geldiği baskı ve teröre karşı işsiz, yarı-proleter kimlikleriyle şiddet yöntemi kullanarak öne çıkmış talep ve ihtiyaçlarını böylece dile getirmiştir. Kapitalizmin egemen olduğu her ülkedeki gibi, kapitalist anarşi karşıtını yaratmada gecikmemiştir. “Üçüncü Sınıf” vatandaşlar eğitimde, sağlıkta, istihdamda her zaman horlanıp aşağılanmışlardır. İşsizlik, yoksulluk ve güvencesizliğin en belirgin örneği, iş bulma şansını yakalayanların 10-13 Euro karşılığında emek güçlerini satmaya zorunlu oluşlarıdır. Örgütsüz, güvencesiz kitlelere ulusal kimliklerine yaslanmaktan başka bir seçenek bırakmayan Fransız burjuvazisi kitlelerin isyan ve şiddet yöntemlerine başvurusu karşısında onları ahlâksız, yağmacı, talancı diye suçlamaya yeltenince iş işten çıkmış, şiddet yöntemleri Fransa’yı her yerden sarsmıştır. Başta FKP, CGT olmak üzere bütün "ilerici” örgütler kitlelerin isyanını gerici (reaksiyoner) bir hareket olarak karşıya almıştır. Bu doğrultuda beyanlarda bulunmuştur. Oysa İşçi ve Komünist partilerin görevi haklı talep ve ihtiyaçlarıyla sistemi sıkıştıran “Üçüncü Sınıf”ların mücadelesinde onları doğru-sınıfsal hedef4

ler yörüngesinde bilinçlendirip örgütlemek, eylemlerini doğru çizgilere sevk etmek iken, Fransız burjuvazisinin yanında yer almıştır. Elbette Devrimci ve Marksist örgütler yakıp yıkma, tahrip ve öldürme gibi yöntemlerle öne çıkılmasını öngörmezler. Evvelâ egemen gerici sınıfların baskı ve terörünü boy hedefi olarak seçerler. Sınıfsal talep ve ihtiyaçların karşılanmasının yol-yöntemlerini kitleleri devrimcileştirerek savunurlar. Bu yolda Fransız burjuvazisinin uygulaya geldiği devlet terörüne karşı enternasyonal ölçüde dayanışma düşüncesini kitlelere mal ederler. FKP ve CGT 1968 olaylarında da benzeri bir konuma girmiştir. Öğrenci gençliğin isyan ve başkaldırı hareketlerini işçi sınıfının koruyuculuğu ve disiplini çerçevesinde yönetip yönlendirememiştir. Bulunduğu coğrafyadaki sınıflar mücadelesinden, emekçi halk hareketlerinden ve bütün kitlesel çıkışlardan sorumlu olanlar İşçi ve Komünist partileridir. Öyle olması gerekir ve beklenir. KP’lerin reaksiyoner hareketler karşısındaki tavrı da bellidir. Milliyetçi, dinsel ve etnisiteyi öne çıkaran kitle hareketlerinde dahi KP'lerin görevi, bu hareketlerin tabanını oluşturan kitlelerin kimlik, kişilikleri yanında sınıfsal özellikleridir. Sınıfsal özellik ve niteliklerini hesaba katmadan, talep ve ihtiyaçlarının asıl özünü görmeden yapılan yorumlar (FKP ve CGT örneğindeki gibi), bilimsel değildir, işe de yaramazlar. FKP, Paris Komünü deneyiminde K.Marx ve F.Engels'in tavrını değerlendirip ona göre bir tutum alıyor/alabiliyorsa komünist isim, sıfat ve devrimci geleneklerinin kullanma hakkını elde eder. Önceleri isyan ve başkaldırı niteliğindeki Komünarlara PARTİ güvencesinden ve bazı şartların henüz hazır olmayışından ötürü karşı çıkan Marx-Engels, Komünarların Paris'te iktidarı ele geçirişleriyle birlikte, bütün eleştiri ve uyarılarına rağmen barikata çıkmış Komünarları desteklemekten asla geri durmamıştır. “Üçüncü Sınıf”ların Kasım 2005 ayını dolduran ve giderek öteki kapitalist ülkelere yayılma istidadı gösteren Fransa’daki isyan hareketi de komünistlerce değerlendirilip adı konulacak bir harekettir. Tekelci sermayenin diktatörlüğünün son bulması, yani siyasal-sosyaldevrim bu türden isyan ve başkaldırılarla değil (11 Eylül baskınıyla DTM’nin İkiz Kuleleri’nin tahribi, Londra-Paris Metrosu’nun kundaklanışı, Türkiye'deki bombalamalar vb.), her alanda organize ve kurumsallaşmış bir PARTİ'nin önderliğinde ancak gerçekleşebilir. Devrimci ve Marksist Sol Kadrolar elbette bu türden isyan ve başkaldırılar karşısında heyecana kapılıp devrim şarkılarının söylenmesini düşünemez. Fakat uluslarötesi tekelci sermayenin işine yarayacak açık beyan ve değerlendirmelerden de uzak durmasını bilir. Daha önceden kitlesel çalışmalarla kitleleri yanına alma becerisi gösterebilmişse, kitleleri devrimcileştirme ve kazanma yolunda bir vukuatı varsa, o takdirde organik ilişkili kadrolarıyla isyan ve başkaldırı olarak öne çıkan her hareketi kendi yörüngesine çekmesini bilir. Basit bir kıvılcımın bir bozkırı tutuşturduğu gezegenimizde KP’lerin görevi de iktidar yürüyüşünü örgütlemektir. 5


“Üçüncü Sınıf”ların ateşlediği eylemlerin bilinen nedenlerle hızı kesildi. Âdeta sönümlendi. Bu süreçten çıkarılacak ders ve sonuçlar şimdi Marksist Kadroları iyice düşündürüyor. Yalnızca ABD ve AB gibi kapitalist anarşinin egemen olduğu ülkelerde değil, Asya, Afrika, Yakın Doğu ve Latin Amerika'da da öne çıkan işçi ve emekçi halk hareketleri birer tartışma konusudur. Kapitalizmin küreselleşmesi olgusuna karşı "küresel başkaldırı" gelenek ve özlemleri bütün insanlığın konusu olmuştur. "Küresel başkaldırı" yapılageldiği örgütsel biçimler aracılığı ile mi gerçekleşecektir? Hayır. İşçi sınıfı ve emekçilerin organize gücü PARTİ’ler oluşturulmadan, devrimci öncüler yaratılmadan yapılacak bütün isyan ve başkaldırı hareketleri (emperyalist hegemonlara büyük zararlar verse dahi) başarılı olamayacaktır. Fransa'daki İsyan Türkiyeli Devrimci ve Marksist Sol Kadrolara Neler Öğretti? Kapitalist anarşinin hüküm sürdüğü ülkelerin başında gelenlerden biri de Türkiye'dir. Türkiye kapitalizmi gelişmiş ülkeler tarafından "kapitalizmi gelişmekte olan ülkeler" kategorisinde mütalaa ediliyor. Türkiye kapitalizmi uluslarötesi tekelci sermayenin yerli ortağı, bir yandan işbirlikçisi, öte yandan kaçırılan emperyalist trenin alt emperyalist taşeronu konumuyla ne demokratik ne cumhuriyet ne laik ne sosyal ne de hukuk devletidir. Resmî tarihi, resmî ideolojisi ile arabesk bir toplum yapısına sahip Türkiye "garip" bir ülkedir. Gündemi hemen değişip/dönüşebilir. Bilimsel bir kavram olarak Türkiye "emperyalizmin zayıf halkası"dır. Türkiye burjuvazisi arabesk konumu, sabun köpüğü ekonomisi, hegemonların kucağındaki "uydu" konumuyla, resmî tarih anlayışı ve resmî ideolojilerindeki inatçı ve ısrarlı konumuyla, NATO'cu anlayışıyla, sosyal sınıf ve sosyolojik emekçi halkları inkâr, imha ve asimilasyon yöntemleriyle tekelci, militarist polis devletidir. Osmanlı devlet geleneğinden TC görünümüne dönüştüğünden bu yana faşist ya da faşizan yöntemlerle sömürücü sosyal sınıfların dışındakilere nefes dahi aldırmayan bir ülkedir. Türkiye burjuvazisi büyük bir sınıf bilincine-kinine sahiptir. Batı ülkelerinde bir zaman verilen/verilmek durumunda kalınan "sosyal devlet" tavizini verebilecek bir yapıya sahip değildir. Kapitalist yapı bütün haşmetine rağmen çürüktür. Çürük yapı, her şeye rağmen iktidardadır. Bu yapı köklüdevrimci-dönüştürücü yol-yöntemlerle yıkılıp aşılmadan ne işçi sınıfı ne de emekçi halklar rahat yüzü görebilecektir. Türkiye kapitalizmi hegemonların büyük çıkarları doğrultusunda dizayn edilmektedir. Bugünkü iktidarların bunu önleme güçleri de niyetleri de yoktur. Olamaz… Hegemonların gündemi Dünya’yı yeni bir Ekim Devrimi sürecine gelme6

den denetim altında tutmaktır. İktidarların yegâne silâhı: "Kahrolsun komünistler, bölücüler, vatan hainleri" edebiyatına dayalıdır. "Vatan, millet, ezan, bayrak" sömürücülüğün dolgu malzemesidir. "Kemâlizm" şerbeti sahte gündem olan "laik-şeriatçı"lığın koruyucu badanasıdır. AKP iktidarının görevi, "siyasî İslâm" görüntüsü vererek uluslarötesi tekelci sermayenin sömürüsünü pekiştirmektir. "Ticaretin onda dokuzu kâr ve helâldir" fetvasının günümüzdeki uzantıları TC Devleti’nin en demagojik iktidarıdır. Türk ve Kürt Solu ayrılıp ayrı ayrı kulvarlarda sisteme karşı konuşlanmıştır. Türk Solu bir türlü Türkiye Solu olamamıştır. Kürt Solu da bir türlü Dünya’daki sınıfsal güç dengelerini ve kuvvet ilişkilerini hesaba katarak, bulunduğu coğrafyadaki işçi ve emekçilerin çıkarları doğrultusunda politika üretememiştir. Emperyalizm ile yerli ortaklarının dizayn ettiği politikaların uzantısında ‘Demokratik Cumhuriyet’ ile uzlaşmayı düşünmüştür. Kürt ulusal hareketi Kürt burjuvazisi ile Kürt küçük-burjuvazisinin çeşitli kombinezonlarla buluşup birleşmesi yüzünden açık faaliyet alanlarında etkin bir mücadele geleneği yaratamamıştır. DEP-HADEP-DEHAP-DTP ve günümüzdeki örgütlenme anlayışları siyasî örgütlenmelerde kitlesini eğitip bilinçlendirme yeteneğini gösterememiştir. Burjuvazinin pekaka, Kürtler’in “pekeke” diye telaffuz ettiği örgütlenmenin asıl adı, programını (Kürdistan İşçi Partisi) ve teori-pratiğini tartışmak yerine, “30-40 bin insanımızın katilibebek katili-İmralı canavarı-eşkiya-bölücübaşı, vb.” politik küfürlere indirgenmek istenmiştir. Günümüzde ise, anti-semitizm, Yahudi düşmanı, ırkçı, şoven, sosyalşoven saldırılarla Kürt hareketi ilkeli ve dürüstçe tartışılamamaktadır. Özgür tartışma ortamı âdeta yok edilmiştir. Bulunduğumuz coğrafyanın emekçi halklarını sosyal sınıf gerçekliği yörüngesinde örgütleyebilecek İSP ve KP’lerden de yoksun bulunmaktayız. Bir yandan reformist-revizyonist, liberal, postmodern ve tasfiyeci "sol"ların, diğer yandan sahte işçi ve komünist örgüt kurup PARTİ çağrışımı vermeye çalışanların yapageldiği onulmaz ve iflah olmaz yanlışlarının ve yanılgılarının düzeltilemeyişi yüzünden Kürt hareketine de, işçi sınıfı ve emekçilere de politika üretilememiştir. Kürdistan İşçi Partisi (PKK)'nin "vukuatı" Türkiyeli "Radikal Sol"un, "Sosyalist Sol”un vukuatıdır. 24 adet "legal", 61 adet "illegal" örgüt kurup Marksist geçinen solun "vukuatı" (herkesin ve hepimizin vukuatı) irdelenmeden Kürt ulusal hareketi tek yanlı biçimde eleştirilemez. Çünkü PKK’nin "vukuat" hanesine yazdırılmak istenen hesap TKP’nin, I.TİP'in politikasızlığından verasettir. Bu sürecin doğru ve bilimsel bir değerlendirilmesi yapılamamıştır. Ki, bu sürecin sonunda ortaya çıkan THKO-THKP-C-TİİKP-TKP-ML, vb. örgütler ve bu yapılardan ayrışıp kendi geleneklerini yaratma yanlışına düşen bütün örgütler, Marksizm-Leninizm-Bolşevizm iddialarında tökezlenmiş sınıfta kalmışlardır. Bu sürecin sonucunda çıkarılan dersler ve sonuçlar ciddî ve donanımlı kadrolarca tartışılmaktadır. Bu türden arayış ve yöneliş7


lerle Devrimci ve Marksist Sol Kadro olabilmeyi hak etmiş olanlar hayatı ve mücadeleyi kucaklamaya aday bir örgütlenmeyi başararak ciddî, güvenilir ve donanımlı kurum ve kadroları üretme yoluna girmiştir. Bu sancılı sürecin sonucunda "aklıselim"in ve bilincin egemen olmasını diliyor-bekliyoruz. Ayrıca, anılan-anılmayan işler de yapıyoruz. Kapitalist anarşinin kol gezdiği her ülkede olduğu gibi, Türkiye'de de devlet terörünün manipüle ettiği kitle hareketleri olacaktır. Bu hareketler gündemdedir. İktidarlar kaba güce ve zora başvurdukça bunun karşıtı da oluşmuş-gelmiştir. Bombalar, suikastlar, siyasî cinayetler, keyfî-fiilî infaz yöntemleri, Gladio’lar, gizli cinayet şebekeleri, kontrgerillacılar, ölüm mangaları, NATO’cu bütün ülkelerin "umuru adiye"den doğal olaylarıdır. Haklı talep ve ihtiyaçlarıyla alanlara çıkan herkes, -Türk, Kürt, işçi, emekçi, işsiz, öğrenci, aydın, kadın-erkek fark etmiyor- coplanacak, dayak seanslarından geçirilecektir/geçiriliyor… F/16’lar pike uçuşları yapacak, tanklar, silâhlı araçlar, helikopterler kullanılacaktır. Polisler ve köpekleri öğretmenlerin üzerine salınacak, kafalar, bacaklar kırılıp ezilecektir. Biber-sinir gazı kullanılacak, bu "işlem"ler TV’lerden halkımıza gösterilerek tehdit edilecektir. F Tipi tecrit hücrelerinde ağırlaştırılmış müebbede mahkûm olan devrimciler fiziksel ve ruhsal sağlıklarını yitirmeye zorlanacak, "feda" ve "şehit" yöntemleriyle yaşamlarını riske eden bizim çocuklarımız toplumsal çürümeye terkedilmiş bir toplumda sorun olmaya devam edecektir. "Demokratik cumhuriyet" de "barış, demokrasi, hukukun üstünlüğü" gibi ikiyüzlü demagojiler sistemi asla rahatlatmayacaktır. Çünkü sistemin demokrasiye hiçbir ihtiyacı yoktur/olmamıştır. Umutlandırılmış/aldatılmış kitlelerin umutları sömürülüp tüketilecektir. Nihilist ve inkârcı kuşaklar üretmede becerikli olan sistem yalan ve demagojiler üreten propaganda araçlarıyla toplumu uyutma yöntemlerine daha fazla yönelecektir. Sol'u düşündürüp tavır almaya yöneltebilecek hangi mekanizmaları harekete geçirme "şansı"na sahibiz? Bu coğrafyadaki sınıflar ve emekçi halk hareketlerini Marksist bakış açısıyla değerlendirip yerli yerine koyacak, bu süreçten dersler ve sonuçlar çıkaracak hangi örgütlere ve entelektüel kadro birikimine sahibiz? Üniversite okumuş yarım-aydınların "kan emici" tartışmalarına son verecek hangi yöntemleri harekete geçirip bazı zorlamalarda bulunacak örgütsel inisiyatiflere sahibiz? Devrimci ve Marksist Sol Kadroları yalnızca PARTİ, Program, Tüzük, Kadro, Strateji-Taktik, vb. temel ilkelerde "Devrimci Oturum" disiplinlerine ve sonuçlarına katlanma düzeneğine getirecek projelere ve "reçete"lere sahibiz? Burjuva ve küçük-burjuvazinin “sol” parti kurma atağını sonlandırıp tarih ve sınıf bilinçli kadroları nasıl kolektif aklı, bilinci ve eylemi örgütleyebilecek 8

bir iradeyi nasıl oluşturacağız? Hâlâ 15/16 Haziran Hareketi ile PKK hareketini bilimsel açılımlarla değerlendirmetten uzak Türk ve Kürt Solu'nun umutsuz-ufuksuz "vukuat"ları hafızalardan nasıl silinir?. Sınıflar mücadelesi tarih ve geleneklerimiz arasında yenilgi, bozgun ve yanılgıları aşmış, aşmaya aday yeni bir kuşak gelişiyor. Bu kuşak eski ile (eskimiş-aşınmış ile değil) organik ilişkili olarak Marksizmin yorumu, ideolojik-teorik çalışmaların daha da geliştirilip güçlü kılınması mücadelesinde, pratik yeniden üretimi yöntemiyle "çıkış hattı" aramaktadır. Dünyada da, Türkiye ve Bölge özelinde de tarihsel iyimserliğimizi koruyup güçlü kılacak onlarca işareti de görmek durumundayız, üstelik son derece karanlık ve umutsuzluk ve güvencesizlikler ortamında. Kimi "sol"ların SEKA Direnişi, SSK’nin el değiştirilmesi, İskenderun, Seydişehir, Ereğli, Telekom, vb. işletmelerin özelleştirilmesi sürecinde hareketlenmesi ve bazı etkinliklerde bulunuşunu fazlaca idealize edemeyiz. Toplumsal hafızalarımızca unutulup giden eylem yöntemlerimizi "çıkış hattı" olarak birbirimize sunup böbürlenemeyiz. Birlik-Hukuk-Konsey-KomiteCephe-Dayanışma-Platform, vb. yöntemlerle Sol, birbirini sınayıp "idare-i maslahat” konumunu daha fazla üretemeyecektir. Kısır çekişmeler ve üretimsiz bir ortamda "Marksist Sol'un Öndersizlik Krizi" sorunu da asla aşılamayacaktır. Devrimciler, Komünistler gerçekçidir, akılcıdır. Somut şartların somut tahlilini yapar. Günün, ânın gereklerini yerine getiremeyen örgütsel duruşların hesabını vermek (yarın sınıflar mücadelesi daha da keskinleşince) öyle ucuz ve kolay olmayacaktır. Kimi haklı gerekçelerimiz ve duruşlarımızla Fransa dâhil öteki kapitalist ülkelerdeki isyan ve başkaldırı hareketlerini ne idealize ne de dramatize ederek vicdanları rahatlatan ajitasyonlara başvurarak sorunlarımızı geçiştiremeyiz. Fransız burjuvazisine, FKP ve CGT’ye tariz oku atarak da işin içinden çıkamayız. Türkiye’de, haklı eleştirilerimize rağmen ne bir FKP ne de CGT geleneğimiz vardır. İşçi Sınıfı Hareketi ile Sosyalist Hareketimizi buluşturup bütünleştirebilmiş bir geleneğimiz bile yoktur. Devrimci gençliği, kamu emekçilerini, işsizlerimizi, yoksul Türk ve Kürt emekçilerini, kır ve kent küçük-burjuvazisini sevk ve idare edecek bir örgütsel güvenceye de sahip değiliz. Gözümüzün ışığı devrimci gençliğimizi de "ateş hattında" daha fazla yıpratan anlayışları aşıp, "Gençliğin Yolu İşçi Sınıfının Yoludur" diyecek iradelerden de yoksunuz. Sosyal sınıf faktörünü inkâr eden, dahası işçi sınıfına söven, Marksizmin devrimci özüne saldıran eloğulları hareketin içindedir. Düşman içimizdedir. Başka yerde değil. Kolektifimiz Çalışanlarının gündeme taşıdığı konu ve sorunlarımıza burjuvaziden önce küçük-burjuva "sol" cenahtan gelen fiilî saldırılar bunun minicik bir örneğidir. Sanal bir ortamda şizofrenik/paranoid histerilerle Kolektifimizi ve ille de bendenize karşı çeşitli saldıranların amacı (üzerlerine gülsuyu) boşuna değildir. Cenahımızın arınmasını işaretleyen, 9


açığa vurulması gereken örnekler sıralamakla bitmiyor. Cenahımızın kendine gelmesi için her şey işbaşındadır. Türkiye'nin gündemini değiştirmek bizim elimizdedir. Yeter ki davranalım… 30 Kasım 2005

YÖK’ün Sorgulanması ve “Sol” YÖK’ün sorgulanması bahsinde her siyasî eğilim kendi ideolojik ve sınıfsal konumuna göre gündeme damgasını vurmaya çalıştı. Sağlı "sol”lu burjuva partileri ile seçkin devletlûlerimiz YÖK konusunda sahte ve sunî gündem yaratılmasında birbiriyle yarıştı durdu. “Siyasî İslâm”ın bir kanadı ve iktidar partisi AKP öteki cenahtaki "laik" kesimlerle saflaştı. Sistemleştirilmek istenen "laik-şeriatçı” sahte ve suni bir gündemi sınıfsal saflaşma ve ayrışmanın önünü kesmek içindir. Kayıkçı dövüşüdür, bilim ve akıldışıdır, saçmalıktır. Türkiye’nin, Bölgemizin ve dünyanın gündemi nedir? Kara gerici, ırkçı, faşist kimlikleriyle, sahte demokrat ve özgürlük söylemleriyle, baskı, zor, inkâr, imha ve asimilasyoncu rolleriyle, sınıfsal sömürü ve sömürgeci yöntemleriyle, ABD ve AB'ye kölece angaje uğursuz projeleriyle tekelci, militarist polis devletini, mantığı ve işleyişi ile kimler açığa vuracaktır? Genel anlamıyla ''Sol" demek gerekiyor, bu sorunun cevabına. Peki “Sol” ne yapıyor? Bir yanda "Sosyalist Sol” diğer yanda “Radikal Sol” cenahımız ne yapıyor? Açık faaliyet alanında, yeraltı ve gizlilik koşullarında nasıl bir örgütlenme ve çalışma tarzı geliştiriyor? Geliştirebiliyor mu? Dil, terim, kavram, literatür ve terminolojilerine bakıyoruz Sol’u nereye koyacağımızı araştırıyoruz, fakat işin içinden çıkamıyoruz. Program ve projelerini inceliyoruz, kimi yarım-doğrularla fikir kırıntılarına rastlıyoruz, umutlanmak istiyoruz, umutlarımızı söndürecek teori-pratiklerle karşılaşıyoruz. Bilimsel Sosyalizm-Komünizm kaynaklı cenahımızın iddialarına bakıyoruz, özel yaşamlarına, iş ve üretimlerine, ne yiyip içtiklerine, finans kaynaklarına bakıyoruz, bir uyum ve dengeye rastlayamıyoruz. Tutarsızlık, ilkesizlik âdeta kol geziyor. Sol’a güven duymayanlar hangi gerekçelerle bu söylemi dillendiriyor? Araştırıyoruz, bakıyoruz ki, güven duygusu çok önemli. Güven duymayanlar ciddî ve donanımlı örgütlenmelerin özlemi içinde. Güvenilir, ciddî ve donanımlı örgütler nasıl oluşur? Bu soru da can alıcıdır. Kimlerle, nasıl ve nerede tartışabilirsin? *** YÖK’ün sorgulanması güvenilir, ciddî ve donanımlı bir örgütlenmeye kavuşamadığımız için eksik kalıyor. YÖK’ün en büyük sıkıntısını öğrenci gençlik çekiyor. Öğretim üyeleri arasında yeterince "temizlik” yapıldığı için onlardan hiç bir ileri ses de çıkmıyor. 10

YÖK’ün kuruluş yıldönümüne (6 Kasım) denk düşen protesto eylemlerine bakıyoruz. Devrimci gruplar işi militanlık gösterisine, direnişe, ajitasyona, sloganlara indirgemiş durumda. Devrimci gençliğin özverisini, coşku ve heyecanını, militanlığını işçi sınıfı ve emekçi halkların örgütlülüğü davasına çekmeye aday bir çaba ve etkinlik de görünmüyor. Devrimci gençliğin yolu işçi sınıfının yoludur. O’nun koruyuculuğunu yanına almayı düşünmeyen bütün örgütlenme anlayışları ve bütün teoripratikler bir adım ilerleyemiyor. Bu türden bir devrimcilik anlayışının ileri bir atılım gerçekleştirmesinin önü kapalıdır. Devrimci gençliğin talep ve ihtiyaçlarını gündemine alıp gerçekleştirilecek eyleme kurmaylık edemeyen bir örgütün de yapageldiği parti çağrışımı sönümlenmeye adaydır. YÖK'ü protesto eylemleri önemli bir sosyal yara olarak gündemi işgal ediyor. Devrimci gençler direngenlikte taşlama, polis ise dayak seanslarıyla birlikte biber-sinir gazı kullanıyor. Kırım ve kıyımlardan geçirilen gençlerimiz gözaltına alınıyor, tv.lerdeki görüntüler mutlaka içerde de devam ettiriliyor. Bu yöntemle topluma korku ve panik duygusu aşılanıyor. YÖK protestosu eyleminden yine “cenahımız” yara alarak çıkıyor. Sistemin YÖK kurumuyla ne yapmak istediği sorunsalı kitlelere anlatılamıyor. Sol cenah tarafından bilinçlendirilemeyen kitleler sistemin elindeki basınyayın araçları ve tv.lerce şartlandırılıyor. Gerici karşı-propaganda kitleleri duyarsızlığa ve eylemsizliğe çekiyor. Bu düzeneği tersyüz edecek örgütlenme ile teori-pratiği gündeme getirmek ve gereğini yapmak Devrimci ve Marksist Sol Kadroların görevidir. Bu görev yerine getirilemiyorsa, işçi sınıfı ve emekçi halkların organik desteğinden ve koruyuculuğundan mahrum olan bizim çocuklarımız daha çok coplanacak, gözaltına alınacaktır. Sistemin baskı ve zora başvurusu karşısında bireysel, grupsal karşı-koyuşların neye yarayıp yaramadığını yüzyıllık "batılılaşma" serüveninde gördük. "Bu memleket bizim","üniversiteler bizim" diyerek değil, bu memleket de, üniversiteler de bizim değil onlarındır. Bizim sıfatının gereğinin yerine gelmesi için üretim, mülkiyet, paylaşım-bölüşüm ilişkilerinin işçi sınıfı ve emekçi halklardan yana olması gerekiyor. Kapitalist devletin hâkimiyeti olduğu müddetçe, sırf ajitasyon için bu söylemler söylenemez. Bu söylemlerle kitlelere bilimsel bilgi ve bilinçlenme götürülemez. Onların şevkli çabasını devrimci gençliğin yanına taşımaya yetmez. "Bizim" sıfatı bu düzenden en büyük zararı gören işçi sınıfını, emekçi halkları, işsizleri, yoksul köylülüğü ve ara katmanları ifade ediyor. "Onlar" denildiğinde ise, sermaye sınıfının oluşturan kesimleri ve onların sınıfsal çıkarlarını koruyup-gözeten tekelci, militarist polis devletinin bütün köşe taşları akla gelir. Akla gelmesi gerekir. Finans oligarşisi ve onun yörüngesindekiler bu memleketin iktidarında ve yönetiminde asıl söz sahibidirler. Devlet denilen sınıfsal baskı ve sömürü aracı onların emrindedir. Devletin bü11


tün kurumları onların çıkarlarına göre dizayn edilmiştir. Kapitalist devlet bütün kurumları, anayasası, yasaları, işleyişi ve mantığı ile “adalet mülkün temelidir” şiarı doğrultusunda çalışır. Sosyal, ekonomik, siyasal hayatta onların dediği olur. Konut, hukuk, sağlık, iş-emek yaşamı, eğitim-kültür gibi hayatî ve can alıcı konularda onların dediği olur. YÖK, 12’li faşist askerî darbeler döneminde dökülen devrimci öğrenci gençliğimizin kanları üzerinde işbaşı yaptı. "Tam Bağımsız ve Gerçekten Demokratik Türkiye" diye alanları ve üniversiteleri dolduran gençlik işçi sınıfı ve emekçi halkların talepleri karşısında baskı, terör ve zor’a başvuran sistemin mantığına uygun biçimde karşıya alındı. Devrimci gençlik hareketleri büyük kırım ve kıyımlardan geçirildi. Kimi gençler darağaçlarını süsledi. Kimileri ağır hapis cezalarına mahkûm edildi. Sırf gençlik temeline dayalı örgütlenme anlayışlarının teori-pratikleri bir kere daha sınanıp denendi. Öğrenci gençliği "ateş hattına" süren siyasî anlayışlar bu süreçten büyük bedeller ödeyerek "zararlı" çıktı. Sahte işçi ve komünist parti kurma atakları öğrenci gençliğin konumunu ya idealize ya da dramatize etti. Sınıflar mücadelesinde öğrenci gençliğin yeri ve konumu ilkeli ve dürüstçe tartışılmadı. Tutulacak "Ana Halka"nın yakalanmasının önüne Marksizm dışı anlayış ve yöntemler enjekte edildi. Devrim simyagerleri Bilimsel Sosyalizm-Komünizm ile hiç bir ilgisi olmayan "tez"leriyle, et ve tırnak gibi içiçe olan/olması gerekeni Devrimci Gençlik/İşçi Sınıfı birlikteliğine darbeler vurdu. Mevcut üniversiteler gerici bütün anlayışlarıyla, sistemin koruyuculuğu çerçevesinde yeniden örgütlendi. Üniversitelerde zaten olmayan bilimselliğin yerine idealizm, bilinemezcilik, gericilik, yoz ve kozmopolitik "kültür" akımları boy verdi. Fizik kürsüsünde metafizik, felsefe kürsüsünde Marksizme düşmanlık, tarih kürsüsünde resmî ideoloji mistifikasyonu biyolojide/tıpta diyalektik karşıtı safsatalar üretilmektedir. Öğretim üyeliği sıfatı eskiden Mason Localarının "olur"u ile kazanılıyorken, günümüzde resmî tarih anlayışı ile resmî ideolojilerin, “Derin Devlet”in ya da "laik" cenahın karşısında kümelenen "şeriatçı" veya ümmetçi cenahın oluruyla işbaşı yapmaktadır. Beri yandan da ABD ile AB’ye kölece angaje olan öğretim üyeleri yetiştirilmektedir. Üniversitelerdeki emperyalist kuşatma her dalda egemen durumdadır. Üniversitelerde ne bilimselliğin ne de bilim namusunun olduğunu kimse söyleyemez. Yalana, safsataya, demagojiye dayalı tekelci militarist bir eğitim kurumunda öğrenci gençliğimiz nasıl eğitilecektir? Bir zamanlar ilerici ve demokrat olarak niteleyebileceğimiz bütün öğretim elemanları tasfiye edildi. İsmail Beşikçi tam 17 yıl hapiste tutuldu, Fikret Başkaya düşüncedavranışlarından ötürü sık sık hapsedildi. Kitaplar toplatıldı. 12’li darbelerde Devrimci içerikli kitaplar yakıldı. Bilimin namusu katledildi, fakat üniversitelerden kayda değer bir tepki gelmedi. Öğrenci gençlik dünyanın hiç bir üniversitesinde olmayan baskı ve terör uygulamalarıyla "'tek-tip"leştirilmek is12

tendi, faşist-faşizan yöntemlerle kıyımlara uğratılan bir kuşak tekelci, militarist polis devletinin gözetim ve denetiminde ruh ve beden sağlığını yitirdi. Velhasıl üniversitelerde öğretim üyeleri ile öğrenci derneklerinin söz ve kararı yerine militarist polis devletinin mantığı ve işleyişi egemendir. YÖK’ün protestosu eyleminde öğrenci gençliğin özveri, militanlık ve coşkusu yöntemleriyle değil, siyasî mekanizmaların rol ve sorumluluklarıyla gerçekleşiyorsa bir anlam taşıyacaktır. Konu siyasîdir, çözüm yöntemleri de siyasî olacaktır. Öğrenci gençliğin siyasallaşması sorunu ise, denenip sınanmış, yanlışlığı sosyal-pratikte büyük ölçüde açığa vurulmuş yol ve yöntemler sayesinde değil, bilimsel bilgi, bilinç, örgütlülük ve donanımla yapılınca bir anlam kazanacaktır. Günümüzün YÖK başkanı bir meslektaşının tutuklanmasına ilgi göstermiş ve onu cezaevinde ziyarete gitmiştir. Erdoğan Teziç meslektaşını ziyarete girince "ben el sıkışacağız falan sanıyordum, aramızda cam vardı..." diyerek şaşkınlığını dile getirecekti CNN Türk ekranlarında. Ardından "gözyaşlarını tutamadığı" sahne görüntüleniyor. Toplum bu gözyaşlarıyla oyalanmak isteniyor. Asıl sorunlar ustalıkla gizleniyor. YÖK başkanı Teziç üniversitelerde olup bitenler karşısında öğrencilerin taleplerine sessiz kaldı. Polis baskı ve terörünü suskunlukla geçiştirdi. Topluma dayatılan F Tipi Tecrit karşısında ve üniversitelerin "tek-tip"leştirilmesinde de kımıldamadı. "Üniversitelerin F tipleşmesine Hayır. " , "YÖK’e Hayır! " ,"Faşist Eğitime Hayır!" diye taleplerini sıralayan binlerce gencin haykırışlarına sesiz kaldıktan sonra hapishanelerdeki "cam" konusunda timsah gözyaşı dökmesi doğaldır. Üniversiteler, YÖK vb. düzeniçi kayıkçı kavgalarında bağımsız sınıf tavrıyla Devrimci ve Marksist Sol Kardoların bütünlüklü, birleşik gücü ile müdahale yapılmalıdır. Bu türden donanımlı bir müdahale sayesinde ne YÖK ne de tekelci militarist polis devleti baskıya ve zor’a başvurabilir. Ne de gençliğimiz cop ve biber-sinir gazına bu düzeyde maruz bırakılır. 8 Kasım 2005

Çevik Kuvvet…“Çağdaş” Polis… Kitap… TC İstanbul Valiliği Emniyet Müdürlüğü, Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğü’nden 31.10.2005 tarih ve B 05,1,EGM.4.34.00.19.22/11789 sayılı kitap talebinde bulunan bir yazı aldık. Yazıda şunlar dile getiriliyordu: “Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğü bünyesinde yeni kurulan ve 15.000 kitap kapasitesi olan kütüphanemizde 3.000 kitap bulunmaktadır. Genç polislerimizi yarınlara taşıyacak, sosyal ve kültürel açıdan geliştirecek ve çağdaş dünyaya gerekli adaptasyonu sağlayacak, demokratik hukuk ve insan haklarına saygılı birer birey olarak yetiştirmek amacıyla kütüphanemizdeki mevcut kitap sayısını arttırmak ve kitap çeşidini zenginleştirmek istiyoruz. İmkânlarınız 13


ölçüsünde yapacağınız kitap bağışlarınız bizleri sevindirecektir. Katkılarınıza şimdiden teşekkür ederiz.” Bu talep karşısında, sistemin ve onun polis gücünün Kolektifimiz’e karşı 30 yıldır uygulayageldiği yöntemleri bir bir düşündük.

halefet dinamiğini hep birlikte enerjiye çevirelim. Kitap taleplerinizde de, şu aşamada, en azından 100 liralık kitap satınalın, Kolektifimiz size veya kurumunuza 500 liralık kitap katkısı yapsın. İlişkiler kişiden kişiye değil, kurumdan kuruma disipliniyle olsun.”

Anadolu’nun pek çok il, ilçe ve köyünden buna benzer taleplerle karşılaşıyorduk. Amaçlarını, kim olduklarını, kitaplarımızı gerçekten özgürce, hiçbir sansüre yer vermeden kütüphanelerine koyup koymayacaklarını araştırdık ve düşündük. Kimi talepleri severek yerine getirdik. Hâlâ da getirmeye devam ediyoruz.

Bu satırların ne işe yaradığını mı soruyorsunuz? Doğrusu bu konuda da acı tecrübelere sahibiz. Sol cenahımızın bu konudaki “vukuatı”nı bu satırlara nasıl sığdırırız? İSP ya da KP’sini henüz oluşturamamış ciddî, güvenilir ve donanımlı kurumlarını gerçekleştirememiş bir Sol’un Bilimler Akademisi, Enstitüsü ve Bilim Kurulu oluşturamamış cenahımızın siyasî kültür ve gelenekleri de doğallıkla bu düzeyde seyredecektir.

İlk, orta, lise hatta büyük ödenekleri olan özel ve devlet üniversiteler de benzeri talepleriyle sık sık kapımızı çalıyorlar. Köy, semt, mahalle ve varoşlarda kurulan “kültür” amaçlı derneklerden de bu türden talepler hiç eksik olmuyor. Birini anmak istiyoruz: “Adana’da bir kültür evi açtık. Duvarlarımızı kâğıt, yerleri parke kapladık. Telefon/fax aldık. Televizyon/video dahi aldık. Kütüphaneler kurduk. Siz de kitap gönderin!..” Görüyor musunuz? Duvar kağıdı, parke, döşeme, koltuk, masa, telefon/fax, televizyon/videolara para verip alıyorlar; iş kitaba gelince, “nasıl olsa Sorun Yayınları Kolektifi modern proletaryanın çocuğudur, onlar birlikte iş yapmayı, üretmeyi ve paylaşmayı biliyorlar, varsın bize de kitaplarını göndersinler” Bu matık yaygın bir mantıktır. Kimse kitaba ederini vererek almayı düşünmüyor. Bir üniversitenin kütüphane memuru da şöyle diyor: “Bu adamlar Devrimci ve Marksist kitaplara karşıdır. Bu kitaplara ödenek ayırmazlar. Ben de devrimciyim. Kitaplarınızın burada bulunmasını şiddetle arzu ediyorum. Ne olur kitaplarınızı gönderin…” Gücümüzü aşan, varlık nedenimizi zorlayan bu taleplerin karşılanması bizim değil, daha donanımlı kurumlaşmaların işidir. Ver-gönder mantığı öyle bir noktaya vardırıldı ki, dayanamayıp onlara içinde bulunduğumuz gerçekliği yazmadan edemedik. Neler mi yazdık? Şöyle demeye getirdik: “Arkadaş, Devrimci ve Marksist Sol Kadro olmaya çalıştık, amenna kabulümüzdür. Bizlerden beklediğiniz dayanışmaya aday ve de hazırız. İlginizden ötürü sizi kutlarız. Teşekkür de ederiz. Görüyorsunuz sistem bizi kuşatıyor. Hayat damarlarımızı kesiyor. Yargı konusu olmayan kitabımız, dergimiz yok gibi. Kapitalist anarşinin kol gezdiği bir düzende gelin şeytanın bacağını birlikte kıralım. Kolektifimiz’i Kızılay ya da Yardım Sevenler Derneği yerine koymayın. Siz de ilkeli birliktelik yöntemleriyle taşın altına elinizi koyun. Bu sürece ve teori-pratiğimize güç katın. Birlikte üretmenin, yan yana durmanın, birbirimizden öğrenmenin, deney aktarımında bulunmanın ve paylaşmanın gereğini kavrayalım. Sizler de kolektif rol ve sorumluluklar üstlenin. Birlikteliğin tadına varın. Bu engin sosyal mu14

Okuma, öğrenme hırsıyla yanıp tutuşan bizim insanlarımızın kitap ihtiyacını karşılamak Kolektifimiz’in özveri ölçeğini aşan bir sorundur. Fakat, her şeye rağmen, büyük bedeller ödeyerek bu konuda yapabileceğimizin azamisini yapageldiğimizi dost-düşman herkes biliyor. Özellikle cezaevlerinde, tecrit koşullarındaki insanlarımızın ayrım gözetmeden kitap ve dergi ihtiyaçlarını karşılamak konusunda çok büyük zorluklar çekiyoruz. Bu genç insanlar içerden donanımlı çıkmalı… Postamız, kargomuz tekelci militarist polis devletinin denetimindedir. Normal posta ile ne mektup ne paket ne de kargomuz gelebiliyor. SORUN Polemik’in 1. Sayısını normal posta ile göndermek ahmaklığında bulunduk. 450 adet Dergimizin hiç biri adreslerine gitme “şansını” yakalayamadı! Şimdi her Dergi taahhütlü olarak -daha fazla posta ücreti ödeyerek- okuruna ulaşabiliyor. 11 Eylül baskınından sonra ABD’ye taahhütlü mektubumuz ve Dergimiz resmen gitmiyor. Avrupa’ya da gitmiyor. Bazı AB devletlerine giden dergi ve kitap kolilerimiz, öncelikle bir kentte toplanıyor. Biyolojik-kimyasal silah testlerinden geçirildikten, açılıp kontrol edildikten sonra sahibine ulaştırılabiliyor. İsim de verelim. Cemalettin Aykın, Abdullah Doğan arkadaşlarımıza iki kere taahhütlü paketlerimiz ulaştırılamadı. Cevap da alamadık. Kitaplarımızı polise, derleme müdürlüğüne ve savcılığa teslim gibi mevcut yasal düzeneğe ve hukuka dahi uymayan bir uygulama var. Özellikle 12’li darbeler döneminde hatta düne kadar kitaplarımızı basan matbaa sahiplerine “niye komünistlerin kitaplarını basıyorsunuz?” diye yapılan baskıları unutmadık. “Kartvizitten broşüre kadar bütün bastıklarınızın bir örneğini getireceksiniz? Getirmezseniz…” Kimse de kalkıp sormuyor: “Yahu bunca basılı malzemeyi nerede saklayacaksınız? Ne yapacaksınız? diyen de yok. Bu türden polisiye baskılara karşı bir matbaa-mücellit şöyle bir cevap vermekten kendini alamıyor: “Komünist ama onlar dürüst ve namuslu insanlardır. Bize bir zararları yoktur. Paramızı da veriyorlar. Ötekisi bizi ilgilendirmiyor.” Kimi matbaalar polis korkusundan onlarla işbirliği yapıyor. Po-

15


lis korkusu ile yatıp polis korkusu ile kalkıyorlar. Kimileri de tavuk gibi her horozun altına yatmakta bir sakınca görmüyor!.. Sistemin polisinin “bunları allah yarattı” demeden coplu “işlem”lerden geçirdiğini unutamıyoruz. Kendi payımıza işkence edebiyatı yapmayız. Teori-pratiğimizle sisteme bir çelme takabilmişsek onlar da doğallıkla karşılığını verecektir. Böyle diyerek cenahımızı düşündüre duralım diyoruz… Sistemin polisi kendi hukukunu ve de mevcut anayasal ve yasal düzenlemeleri çok rahatlıkla çiğneyebiliyor. Bu süreç hâlâ da devam ediyor. Sansaryan Han’ın, Harbiye’nin, Davutpaşa’nın, Selimiye’nin, Metris’in, Mamak’ın, Gayrettepe’nin, Dal’ın ve bilcümle emniyet binalarının hücreleri bir dile gelse de konuşsa… Kırım ve kıyımlardan geçen işçi, öğrenci, emekçi ve aydınlarımızın anı ve romanları, iddianameler, belgeler zor’a ve kaba güce dayalı kapitalist anarşinin ne demek olduğunu yeterince ortaya koymuştur. 1970 öncesi polis teşkilâtında demokrat, iyi yürekli ve işini gereği gibi yapan polislerimiz vardı. Şimdi onların tırnağı kadar dahi bir polise rastlanmıyor. Sık sık karşılaştığımız polislerin çoğu ya ırkçı, faşist ya kara gerici, “siyasî İslâm”ın kadrolarından oluşuyor. Kimi polislerin Ülkücü, MHP’li, Fethullahçı olduğunu mevcut burjuva basını dahi belgeleriyle yazıyor. Polis, asker ve bürokrasinin öteki görevlilerine işçi ve emekçi olduklarını, kendi sendikalarını kurarak taleplerinin dile getirmeleri gerektiğini onlara da öğretmeye çalıştığımızı kimse inkâr edemez. Bir zamanlar onları kimi talepleri yörüngesinde Devrimci ve Marksist Sol Kadrolar büyük bedeller ödeyerek örgütlemişti. Devlet tekelci kapitalizmi öyle bir polis teşkilâtı kurdu ki, sistemin bekası(!) için bu gücü siyasal-sosyal devrim dışında bir yöntemle geri adım attırmanın hiçbir yolu ve yöntemi bulunmamaktadır. “Demokratik Cumhuriyet” diyenler, faşist-faşizan zihniyeti nasıl dönüştüreceğini bile bilemiyor. TC Devleti daha henüz farklı ulusal-etnisitelere vatandaşlık statüsü ve bilinci dahi götürememiş. İnkâr, imha, asimilasyon, keyfî ve fiilî infaz yöntemleri konjoktürel olarak duruma göre hâlâ devam ediyor. 8 Mart Emekçi Kadınlar Günü, 21 Mart Newroz kutlamaları, 1 Mayıs’lar, 15/16 Haziran anma toplantıları, DGM’yi protesto eylemleri, YÖK’e Hayır eylemleri, İşçi sınıfı ve emekçi halkların talep ve ihtiyaçları için alanlara çıkması, grev hakkının kullanılmasında, en yakın örneği Şemdinli ve öteki Kürt illerinde cereyan eden “derin devlet” manipülasyonlarında polisin, jandarmanın, gizli cinayet şebekelerinin, itirafçıların, sağlı “sol”lu burjuva partilerinin aynı kaba şaapan tutumlarını yeterince görüyoruz…

16

1950’li yıllarda dönemin komünistleri Beyoğlu’nun bazı mekânlarında toplanırdı. O dönem Beyoğlu’nda 33 kişiye bir polis memuru düşüyordu. Günümüzde kaç adet polis devrimci ve komünistin izini sürüyor? Genel politikası devrimci-komünist ve Kürt düşmanlığına endeksli bir sistem olur mu? Olur! Böyle bir sistem ayakta kalabilir mi? Kalır!... Hastane de, postanede, bankada, şirketlerde, vakıflarda, okul ve üniversitelerde, bürokrasinin bütün kademelerinde polis istihdam ediliyor. Bürokrasinin her iki kanadı polis ve asker güvenliği sağlayarak yaşamını sürdürüyor. 12’li faşist askerî darbelerin kadroları polis korumasında yaşıyor. Bu nasıl yaşamaksa!.. Burjuvazimizin demokrasiye hiçbir ihtiyacı yoktur. Hâkim gerici sınıflar habire ana ve baba yasalarıyla tahkimatlarını yapıyor. Sınıfsal çıkarlarını polis ve kanun kuvvetiyle götürmeyi deniyor!.. Türk burjuvazisinin işçi sınıfı ve emekçi halklarımıza vereceği hiçbir hak-hukuk-adalet-özgürlük anlayışı yoktur. Militarist-polis baskısı uygulayan birey, grup, çevre, örgüt ve şebekeler kapitalist özel mülkiyeti şu ya da bu düzeyde eleştirip karşıya alan herkesten, her şeyden korkuyor. Korkuları arttıkça daha fazla zor’a ve şiddete başvuruyorlar. Kapitalist anarşi sürdükçe bu döngü devam edecektir. Sistem şiddetle yatıp şiddetle kalkıyor. Sporda, sekste, ailede, çocuk yuvalarında, okulda, üniversitede, sokakta, fabrikada, sendikalarda, vs. vs. hep şiddet gündemde. Şiddeti onlar yaratıyor. Devrimci şiddeti de onlar davet ediyor. Bu şiddeti yaratan nedir? Tek sözle: Kapitalist anarşi. Üretim, mülkiyet ve paylaşım ilişkilerindeki sömürücü-sömürgeci çarpık ilişkiler ve artı-değer sömürüsüdür. Türkiye kapitalizmi uluslarötesi tekelci sermayeye kölece bağımlıdır. Türkiye kapitalizmi de avantalar-yağmalar düzeneği ile ABD ve AB emperyalistleri arasında hegemonların çıkarlarına hizmette bir kusur işlemiyor. Sistemin işleyişi, mantığı, ideolojik ve sınıfsal karakteri devlet terörünü yaratmıştır. Fakat “terör” ve “terörist” terminolojisinin kullanımında bizimkilerle onlarınkinin siyasî ve felsefî değerlendirmesi çok farklıdır. Onlar: “Kahrolsun vatan hainleri, bölücüler, anarşistler” diyor. Sıkıştıkça da: “Vatan, millet, ezan-Kur’an, bayrak” diye kükrüyor. En yakın ve çarpıcı örneği Trabzon ve Rize’de sergilendi. Vali, Emniyet Müdürü, Belediye Başkanı, İstihbarat birimleri, AKP milletvekilleri, gerici, tutucu ve tepkici, kışkırtılmış halkı da yanlarına alarak linç teşebbüsünde bulundular. Sistem bizimkilere karşı nasıl da kenetlenip cepheleşiyor?!.. Halbuki, bugünkü aşınmış ve aşılmış kurumlar ve yöntemler, yerine hayatı ve mücadeleyi kucaklayacak İSP’nin kurmaylığında kadrolarla, temel ilkeler doğrultusunda yan yana durmak, birlikte hareket etmek, tutulacak 17


yol-yöntem konusunda kolektif inisiyatifleri geliştirmek ihtiyacı onları değil bizim cenahı harekete geçirmelidir. O taktirde, cenahımızın ileri bir adım atmasından korkan sömürücü sistem ve onun kullandığı insan malzemeleri ya geri adım atacaktır ya da cehennem olup gideceklerdir. * * * Çevik Kuvvet Kolektifimizden kitap talebinde bulunurken kapımızı bilerek mi yoksa yanlışlıkla mı çalmıştır? Onların kitap taleplerine nasıl bir cevap vermeliyiz? Kitaplarımız “çağdaş” genç polislerin eğitimine katkı getirebilecek midir? Genç polislerin Devrimci ve Marksist düşünce-davranış çizgisiyle tanışmasını bu sistem nasıl karşılayacak ya da hazmedecektir? Kolektifimiz’in ürettiği hiçbir kitap “Ulusal Kütüphane”lere giremiyorken polis teşkilâtının kütüphanelerine nasıl, hangi gerekçeyle girecektir? Mevcut polis teşkilâtı, kitap toplatma, yayınevi basma, kapatma Selimiye Kışlası’nda kitaplarımızı yakma, Öncü Kitabevi’nin kundaklanması, Gündem Gazetesi’nin bombalanması, aynı gece Sorun Kolektifi’nin kundaklanması, Büro’larımıza hırsızlık süsü verilerek girilmesi, 12 Eylül 1980-1986 süresince yayınevimizin ve yakın bir tarihte “baskın mı, soygun mu?” diye manşete çıkartılan 30 yıllık arşivimizin, bilgisayarlarımızın, telefon defterlerimizin, Dergi abone defterlerimizin yedek CD’lerimizin tamamının çalınmasında ne yapmıştır? Keyfî ve fiilî engellemelerle bana pasaport verilmeyişi olayında “çağdaş” polis kimlikleriyle nasıl bir yasal tavır sergilemiştir? Günümüzde “AB Kopenhag Kriterleri” diyerek nasıl bir “çağdaş”lık makyajı yapıldığını, kitle hareketlerine karşı coplu, biber-sinir gazlı saldırılarıyla sergiliyorken ve de bu yolda eğitilip kuşandırılırken bizim kitapları nasıl okuyacaktır? Okuyabilecek midir? Doğrusu her biri emekçi halk çocuğu olan konumlarıyla onların işçi ve emekçi olduğunu kitaplarımızı okuyarak nasıl öğrenecek ve tavır alacaklardır? Bunun maddî-manevî ve moral şartları var mıdır? Evet kitaplarımıza güveniyoruz. Kitaplarımızla tanışarak kara gerici, ırkçı, faşist ideolojilerin etkisini kırmış onlarca insanımızı tanıyoruz. Boşuna: “Bilimsel Bilgi ve Bilinçlenme Yolunda Suyu Kaynağından İçin” safsatalarla uğraşmayın, resmî tarih ve resmî ideolojilerin yörüngesine girerek zaman kaybetmeyin. Emperyalizmi ve kapitalizmi öğrenin. İnsanın ve insanlığın sosyal kurtuluşu yolunda tavır alın demiyoruz. Genç polislerin ekonomik, sosyal, moral ve pek çok sorunu olduğunu biliyoruz. Onlara gerçekten de yardımcı olmayı isteriz. Emek gücünü patronuna satar gibi ekmeğini kazanan polisler ile ilerici ve devrimci-dönüştürücü düşünce-davranış çizgileri taşıyanlara karşı bilinçli bir tercihle devlet tekelci sermayesinin yanında, onun bekçiliğini yapanlarla eli Devrimci insan kanına bulaşmış polisleri ve polis şeflerini ayrı yere koymasını da biliriz.

18

Bu konuyu bir de okurlarımıza soralım, Ne diyorsunuz Çevik Kuvvet’in “Çağdaş Polis” yetiştirmek amacıyla kitap talebinde bulunmasına nasıl bir cevap vermeliyiz? Tekelci, militarist polis devletinin “demokratik cumhuriyet”inde 8 Kasım 2005

"Yenidal Grubu"* Bir Filizini Daha Yitirdi: Ressam Kemâl İncesu da Doğaya Teslim Edildi… Yenidal Grubu, Türkiye'de "ilk kez fantastik burjuva sanatına karşı (reaksiyon olarak) kurulmuş sosyalist-realist bir gruptur." "Tanzimat Dönemi’nden bu yana kökü dışarıda, öykünmeci sanat anlayışından son derece rahatsız olan biz yedi kurucu arkadaş -Ressam Avni Memedoğlu, Ressam İhsan İncesu, Ressam Hikmet Aksüt, Seramist Nejat Tözge, Ressam Marta Tözge, Ressam Kemal İncesu ve Yontucu (heykeltıraş) Vahi İncesu- ile birlikte Yenidal Grubu’nu kurduk." Anılan sanatçılar adına Avni Memedoğlu, Yenidal Grubu'nun kuruluşunu böyle açıklıyor "Politika-Sanat-Estetik Yolunda...'Emeğin Ressamı' Avni Memedoğlu" isimli kitapta. (age,s.33) Grup ilk sergisini Nisan 1959’da Beyoğlu Şehir Galerisi'nde, ikinci sergisini ise Nisan 1961'de yine Şehir Galerisi salonlarında açtı. Bu sergide kurucular dışında Ressam İbrahim Balaban da yer aldı. İşçi sınıfı ve sosyalist hareketin bilinçli düşmanı Babıâli basını, GüzeI Sanatlar Akademisi'nin gerici ve komünizm karşıtı çevreleri, burjuvazinin yoz ve kozmopolit düşünce ve sanat akımlarını Türkiye'ye taşıyan malûm sanat çevreleri, Sıkıyönetim’in getirdiği şartlarda "muhbir vatandaş" kimlikleriyle yapılan ihbar ve gammazlamalar sonucunda bu sergi 5. gününde savcılık tarafından "komünizm propagandası" yaptığı iddiasıyla kapatıldı. Sergide yer alan 15 eser ve Yenidal Grubu sanatçıları tutuklandı. Hayatları boyunca birer komünizm tüccarı kimlikleriyle hukukçu ve ressam profesörlerden oluşan bilirkişi raporlarıyla tutuklanan sanatçılar oldukça ağır geçen şartlarda, Sirkeci Sansaryan Han’da ve Balmumcu Askerî Garnizonu’nda çeşitli işkencelere, baskılara, tehditlere maruz kalarak 50 gün geçirdiler. Bu süreçte, zaten Nazi Almanyası esir kamplarında, gaz odası tehditleri sonucu fiziksel ve ruhsal konumu zedelenen ve eşi Nejat Tözge tarafından Türkiye'ye getirilen Marta Tözge aklî dengesini iyice yitirdi. 27 Mayıs 1960’ın getirdiği görece 'burjuva demokratik" ortamda Yenidal Grubu sanatçıları, 3.duruşma sonucunda,15 Eylül 1961'de beraat ettiler. Sanatçılar ve tutuklanan tabloları "özgürlüğüne" kavuştu!.. 27 Mayıs 1960’ın getirdiği sınırlı demokratik ortamda, sanatçılarımız 27 Mayıs hareketini belli açılardan destekleyen tablolar yapmalarına rağmen tutuklanmaktan, baskı ve tehditlerden kurtulamamıştı… 19


Yenidal Grubu aldığı bu darbeden sonra dağılmak zorunda bırakıldı. Sanatçılar maddî-manevî-moral sıkıntılara maruz kaldı. Kimisi işini kaybetti. Aralarında fikir ayrılıkları boy verdi. Yenidal’ın onurlu bu atılımı bir yanıyla son bulmuştu. Sanatçılar arasındaki tartışma kimi kırgınlıkları da tetikledi. Yenidal Grubu'nun çıkış bildirgesini Avni Memedoğlu hazırlamıştı. Ressam Memedoğlu 17 kişisel sergi açtı. Her sergide Yenidal Grubu’nun bildirgesini yeniden dağıttı. Bu anlayışın kavgasında ısrarcı oldu. Yenidal Grubu’nun saygın misyonunu sürdüren çabalardan geri durmadı. Güzel Sanatlar Akademisi çıkışlı Yenidal Grubu sanatçıları yoksul Türk ve Kürt emekçi halklarının çocuklarıydı. Anadolu'nun işçi ve emekçi halklarının sosyal yaşamını ilerici, dinamik ve iyimser bir yorumla Akademi'ye taşımışlardı. Memedoğlu ve İncesu kardeşler Akademi'nin gerici sanat anlayışının temsilcisi ressam ve proflarınca hor görüldü. Kuşatıldı. Sosyal Realizm akımının resim alanındaki önü soyut, abstre, popülist ve Batı öykünmeci sanat anlayışlarının Türkiye baş temsilcileri tarafından kesilmeye çalışıldı. Yenidal Grubu’nun çizgisi ve çevresindeki ressam Neşet Günal arkadaşlarından koparıldı, Paris’e öğrenime gönderildi. Daha sonra ise Akademi’de öğretim üyesi -Profesör- olarak ödüllendirildi. Neşet Günal, siyasî fikirlerinden dönüş yaptı/yaptırıldı. Anadolu’nun ‘ter adamları’ yerine efsane ve mitolojilerin mistik, bilinemezci yorumları, fetişler, korkuluklar çizmeye başladı. 12’li darbelerde Yenidal Grubu ressamları birer karşı tavır alırlarken, o bu süreci ‘kaytarıcı’ ve ‘tatlı su solculuğu’ çizgisiyle sürdürdü. Yenidal Grubu ressamlarını Bedri Rahmi, Nuri İyem ve Abidin Dino gibi Türkiye'deki sol hareketin, TKP ve l.TİP'in çevresinde ya da yörüngesinde bulunan ressamlar kıskandı. Sosyal Realizm akımının gelişip güçlenmesi karşısında meslekî sorunlarının gölgelendiğini gördü. TKP ile organik ilişkili Avni Memedoğlu, aynı örgütsel kaynaktan beslenen bu sanatçıların kuşatmasını tek başına kıramadı/kıramazdı. Bir yandan devletin/sistemin, diğer yandan burjuva ve küçük-burjuva "sol" anlayışlarının çok yönlü kuşatmasında işsizlik, yoksunluk ve hatta açlık çekti. İncesu kardeşler Memedoğlu’dan daha korkunç bir yoksulluk ve çile içinde yaşamlarını sürdürdü. Vahi İncesu, donanımlı bir heykeltıraş olarak önemli eserlere imzasını koydu. Kemal İncesu ile İhsan İncesu, ellerine su dahi dökemeyecek kertedeki Akademi hocaları tarafından âdeta aforoz edildiler. Sanat galerileri onların sergilerine yer vermedi. Ne "Radikal Sol" ne de "Sosyalist Sol" hareketimiz kendi ressamına, estetikçisine, şairine, romancısına, heykeltıraşına sahip çıktı. Çıkamazdı, çünkü Sol, sanat konusu bir yana, henüz bilimsel bilgi ve bilinçlenme serüveninde çok gerilerdeydi. İşçi Sınıfı Hareketi ile Sosyalist Hareketi buluşturup bütünleştirme yetenek ve becerisini gösterememiş ve böylelikle İSP ya da KP oluşturamamış. Aynı zamanda Bilimler Akademisi-Enstitü ve Bilim Kurulları üretememiş 20

Sol'un Yenidal Grubu’nu anlaması, kavrayıp sahiplenmesi de asla mümkün değildi. Sahte işçi ve komünist partiler de, doğal kimyalarına uygun olarak, şarlatan işçi dalkavuklarını “istihdam” ederek Yenidal Grubu’ndan uzak durmayı, dahası onları kendilerine “biat” ettirme yöntemini seçmişti. Ressam İbrahim Balaban, hapishanede kendisine sanat, resim, estetik konusunda ilk bilgileri aşılayan Nâzım Hikmet’ten esinlendiği kadarıyla kendine özgü bir yol tutturarak, köylü kurnazlığı yaparak, "ben öküz ressamıyım" diyerek tekelci sermayenin beğenisini kazanmasını bildi. Onların salonlarını süsleyen, alıcısı bol bir üne kavuştu. İşçi sınıfı ve emekçi halkların esin kaynağını teksir edilmiş öküz-üvendire-tarla-tapan-dağ-ova figürleriyle harcayarak ödüllendirildi. "Solcu"luktan da bir türlü geri durmadı. "Ulusal sol", "ulus devlet", "üniter devlet" diyenlerin cenahında sanat anlayışını ve sergilerini sürdürüyor. Nejat Tözge-Marta Tözge çifti de yaşamlarını öylesine sürdürmekteler. Neşet Günal devletin ve sistemin koruyuculuğunda bir yaşamı seçti. Akademi’deki öğrencileri ondan çok şeyler öğrendi ve hocalarını geçtiler. Neşet Günal devlet töreniyle terk-i dünya etti. Eserleri, Bedri Rahmi, Nuri İyem ve Abidin Dino, vb. gibi Devlet Resim-Heykel Müzeleri’ne alındı. Avni Memedoğlu, Hikmet Paksüt, Kemal ve İhsan İncesu’nun resimleri, Vahi İncesu’nun heykelleri hangi tozlu, nemli mekânlardadır? Birkaç iyi yürekli dost insanlarımızın özel arşivleri dışında bu sanatçılarımızın eserlerinden haberimiz var mıdır? Bunlardan toplumca yararlanabiliyor muyuz? Burjuva bireyciliği ile kariyerizm hastalıklarından arınmış, sahte ün düşkünlüğünü, sansasyon ve magazinleşmeyi ömür boyu reddetmiş, aç kalmış/bırakılmış işkence görmüş, hapis yatmış ve kimileri gibi işçi sınıfı ve emekçi halkların baş düşmanı kesimlere kendini ve sanatını satmamış, piyasa ve pazar için resim yapmamış bizim insanlarımızın tutarlı, ısrarlı ve sürekli çabalarını kaç kişi anlamış ve de değerlendirmiştir? "Dönen döner ben dönmezem yolumdan" diyebilen örnek nitelikli insanlarımızın hayatları boyunca çektiği çile, dram ve trajedilerin sebeplerini bilen ve bunun aşılması gereken çok önemli bir konu ve sorun olduğunu yüreğinde hisseden, bilincinde tartan kaç adet insanımız vardır şu memlekette? Örnek nitelikleriyle öne çıkan bizim insanlarımıza devlet/sistem, Mason Locaları, Rotaryenler, Tekelci Holdingler : “Bana biat eder, Sol’dan döner, krozman yaparsan seni abad ederim. Malın da mülkün de, atın da avradın da, bankada paran da olur. Tekelci basınımızda boy gösterirsin, tv.lerimizde ahkâm da kesersin. Devlet ve özel müzelerdeki yerini de alırsın. Yeter ki dön!..” demekte ve diyebilmekte ve de bu düzenek böylelikle sürdürülmek istenmektedir!.. Sisteme şu ya da bu düzeyde karşı geldiğini ileri süren Sol "cenahımız" 21


ne yapmaktadır? Maddî-manevî-moral tüm varlığımızı uğruna feda ettiğimiz Tarihî TKP, I.TİP, DİSK’in Devrimci ve Marksist sanatçısına karşı tavrı ne idi? Terini ve kanını işçi sınıfı ve emekçi halklarımızın sosyal kurtuluşu davasına bilinçle sunan insanlarımızın son yolculuklarında olsun bir vefa duygusunun, bir kadirbilirliğin en basit bir işaretinden de mi yoksunuz? Anılan Devrimci ve Marksist Ressamlarımız, heykeltraşlarımız birer birer terk-i dünya ediyor. Yenidal Grubu’nun filizleri birer birer aramızdan kopup gidiyor. Dönenlerin, tökezleyenlerin, gözü para, sahte şöhret ile kararanların dışındaki bizim insanlarımızın ne anısı ne bir fotoğrafı ve ne de biyografisi vardır. İnternet sitelerinde, çeşitli sanat çevrelerinde, basın kuruluşlarında İncesu kardeşlerin ortancası Kemal İncesu’nun bir fotoğrafına bile ulaşamadık. Cenazesi de mütevazı bir dost çevresince kaIdırıldı. Ölüm haberi dört-beş satırla yalnızca Cumhuriyet Gazetesi’nde duyurulmuş oldu. Sol’un toplumsal duyarsızlığı ve çürümesinin en hayâsız noktaya evrildiği bir ortamda Kemal İncesu Yoldaş’ımızı da doğaya teslim ettik. Asla yakınmıyoruz, çünkü bu duyarsızlığın ve sosyal çürümenin sebeplerini ve nasıl aşılacağını biliyoruz. Kolektifimiz’in bu düşüncelerin uzantısında neyi, nasıl ve hangi kadrolarla üretme çabasında olduğunu bizzat yaparak göstermeye çalıştığını dostdüşman herkes biliyor. "Cenahımız"ın yeni nitelikler kazanarak Sol’da ve özellikle Devrimci ve Marksist Sol Kadrolar arasında yaşanan "öndersizlik krizi"nin aşılması mücadelesinde boşuna uğraşmıyoruz. Hemen hemen her konuda üstesinden gelinecek yüzlerce sorunumuz var. Bunlara çözüm yöntemi üretilecektir. Bunun için de polemik ve eleştiri yöntemini öne çıkarıyoruz. II.TTKK yöntemini, bitmez tükenmez tekrarlarla boşuna telâffuz etmiyoruz. Bu yol-yöntemin altyapısını ve iklimini hazırlamak için boşuna uğraşmıyoruz. Böylesine hayatî ve can alıcı konularımızı ve de sorunlarımızı "politik açığa vurma"larımızla boşuna gündeme taşımıyoruz. Kimsenin anmadığı büyük bedelleri boşuna ödemiyoruz... Güzel Sanatlar Akademisi’ne, sağlı "sol"lu basınına, çeşitli kültür kurumlarına ve kısacası devlet tekelci kapitalizmine, onun devletine/sistemine çöreklenmiş, kısır, yoz ve kozmopolit Alafranga Sanat anlayışının, diğer bir anlatımla Batı Kültür Emperyalizmi'nin 'Türkiye ajanlığını’ üstlenmiş olan birey, grup, çevre ve örgütlerin açığa vurulması bugün eskisinden daha önemli bir noktaya gelmiştir. Yenidal Grubu'nu oluşturan sanatçılarımızın deyimiyle: "Kendilerini sahte birer şöhret yaptırarak, kötü ürünleriyle yeni kuşakların ve halkımızın duygu ve beğenisini yozlaştırıp dejenere eden, sanat piyasamızı tekellerine almış olan bu tür asalak ve sömürgenlerin maskelerini düşürmenin sırası çoktan gelmiş bulunmaktadır. Bunu bir Yurt ve İnsanlık Görevi ve Bir Meslekî Sorun olarak benimsemiş olan bizler Yenidal Grubu'nu kurmuş bulunuyoruz. Sanat Amacımızı: İşçi sınıfı ideolojisi ve bilimsel gözlemciliğin ışığı altında, gerçekçi ve somut bir suje kavra22

yışıyla, her türlü bireysel ve hasta psikolojilerinden ırak olarak, toplumsal ve halkçı bir sorumluluk duygusu altında, öteden beri ülkemizde yaygın ve bulaşıcı bir moda salgın olan her türlü alafrangalığın ve sanatta geleneği şovenist, gerici, tutucu ve bağnaz bir kafayla eskiye özlem ve hayranlık biçiminde yorumlayan köhne alaturkalığın dışında, Batı kültür emperyalizmine ve tüm kozmopolit akımlara, bireyci, biçimci. (formalist) ve ‘nemegerek’çi sanat anlayışına, burjuvazinin en pis tutkusu olan kariyerizme kesinkes karşı bir tavırla; halkın heybesinde, kiliminde ve giysisindeki folklorik motifleri tuvaline aktararak, köylü urbasını herhangi niteliksiz bir inşa figürüne giydirerek halk sanatı yaptığını savlayan Bedri Rahmi popülizmine karşı bir bilinçle, slogancılığa ve didaktizm’e kaçmadan, yaratıcılığı öge olarak ulusal ve yöresel tema, biçem ve yöntemler içerisinde iyimser bir dinamizmle evrensel boyutlara varmaktır. Biz Yenidal Grubu Sanatçıları Ezilen’in ve Namuslu Aydın’ın sanatçılarıyız..." (age.s.35-36) 1961 döneminin baskılı ortamlarında, o günün şartlarına göre ve kimi "ezop" yöntemleri kullanmalarına rağmen bu bildirge günümüzde de önemini koruyan açık-net bir metin niteliğindedir. Yenidal Grubu'nun çağrı metnine, ilerici sanat anlayışına ve Sosyal Realizm akımına bağlılığını koruyup sürdüren sanatçılarının bütün çabalarını sahipleniyoruz. Bu sanat akımını geliştirip güçlü kılarak yeni nitelikler kazanan ve de içerideki-dışarıdaki hapishaneden Onlar gibi işçi sınıfı ve emekçi halkların sosyal kurtuluş kavgasında rol alan genç kuşağın bütün sanatçılarını edebî saygı ve sevecenlikle kucaklıyoruz. İlerici, geliştirici ve dönüştürücü sanat akımlarının dinamik, iyimser ve yaratıcılıkta etkili olacağını, her şeye rağmen düşünüyor ve yeni bir Sanat Cephesi’nde gelenekten-geleceğe olan tarihsel birikim ve yığınağımızı burjuvazinin tahkimatının karşısına öreceğimizi düşünüyoruz. Yalnızca düşünmüyor, sosyal-pratikte teori-pratiğimizle bunun mücadelesinden de asla geri durmuyoruz. İdeolojik, teorik, örgütsel donanımımızla bu cephede kolektif üretim yapa yapa nihaî amacımız; baskısız, sömürüsüz, sınıfsız, sınırsız, savaşsız, eşitlikçi, özgürlükçü bir Dünya idealinin kökleşmesi düşüncesinin yeşereceğine inanıyoruz. Yenidal Grubu’nu kuran yoldaşlarımızın çabaları ölmedi. Sanatçılarımızın eserleri ve devrimci çabaları yaşatılıyor. Sanatçılarımızın fiziksel varlığı aramızdan ayrıldı yalnızca. Kolektifimiz Çalışanları; Kemal İncesu Yoldaş’ımızın aramızdan ayrılışı ve doğaya teslimi üzerine, ayrıca, hiç bir sanat çevresi (ne ansiklopedi, ne antoloji, ne bilimsel bir araştırma-inceleme arşivinde) tarafından bilinçli ve sınıf kiniyle anılmayan Yenidal Grubu'nu bir ölçüde de olsa, gündeme taşımak, tartışmak ve insanımızı düşündürmek amacıyla bu yazımızın kaleme alınışı uygun bulunmuştur. 23


Sanat Cephesi'nin ilkeleri vücut bularak yeni nitelikler kazandıkça sağlı "sol'lu burjuva ideolojisi ve revizyonizmin kuşatmasındaki yeni dallarımız kökten yeşerip filizlenecektir. Bunun işaretini sınıflar mücadelesinin tüm süreçlerinde görüyor/alıyoruz. 30 Kasım 2005

Yeni Dal Gruba Amblemi-Çini-9,5x17,5 A. Memedoğlu.

* Ayrıntılı bilgi için bakınız: Sırrı Öztürk, POLİKİTA-SANAT-ESTETİK YOLUNDA 'EMEĞİN RESSAMI AVNİ MEMEDOĞLU, Sorun Yayınları, 1999.

24

Ali Özdoğu Şemdinli...Yüksekova... "Bu Ateş Sizi de Yakar!.."

-Polemik-

Sistemin inkâr, imha, asimilasyon yöntemleri yetmedi. Keyfî, fiilî infaz yöntemleri de yetmedi. "Kürt Realitesi", "Kürt Sorunu" saptamaları(!) da bir işe yaramadı. Avrupa Birliği, "Kopenhag Kriterleri" de düştüğü yeri yaktı. "Demokratik Cumhuriyet"imizde hâkim gerici sınıfların tekelci, militarist polis devletinin bir «vukuatı» daha fenersiz yakalandı... Daha önceleri Susurluk İlçesi'nde meydana gelen, sonrasında sistemli çabalarla örtbas edilmeye çalışılan "Olay"ın bir benzeri Kürt illerinde sahne aldı. Kürt illeri tarih boyunca bu türden "olay"ların sahne aldığı bir bölgeydi. Uzun söze gerek yoktur. Tarih belgeledi. BU süreci yaşayan işçi, işsiz, emekçi, genç, aydın kimlikli insanlarımızın hafızalarından bir türlü silinmedi "olaylar"... Özellikle de Bölge'nin yoksul köylülüğünün yaşadığı dram ve trajediler ne gazete, tv. haberlerine; ne romanlara, öykülere ne de filmlere sığar. Bu sürecin gündeme taşınması,sorunlara neşter vurulması ve çözüm yöntemleri arayış ve yönelişlerinde henüz bütünlüklü çalışmalar gerçekleşmedi. Avantalar ve yağmalar düzeni değişmedikçe de gerçekleşemeyecek. Şemdinli, Yüksekova ve öteki Kürt illerinde insanlarımızın yaşadığı dram ve trajedilerden öncelikli olarak hâkim gerici sınıflar koalisyonu suçludur. Sol "cenahımız" da geçerli politikalar üretemediği için hem kusurlu hem de "suçlu"dur. Şemdinli ve Yüksekova'da yaşananlar modern burjuvazimizi ve modern proletaryamızın yaşadığı kentlerde de yaşanmaktadır. Şemdinli'deki Umut Kitabevi'nin bombalanması sistemin vukuatına âdeta tüy dikti. Kitabevi sahibinin bir dönem PKK'lı oluşu, 15 yılını içerde bırakması burjuva demagojilerinin boy hedefi yapılmak istendi. Sistemin vukuatı o derece açıktı ki, ne emekli-emeksiz paşaların, ne istihbaratçıların, ne gizli polis kimlikli politikacıların ve ne de sağlı "sol"lu burjuva partilerinin sistemi kollayan palavraları bunu örtmeye yetti. 3.12.1994 tarihinde Özgür Ülke ve Özgür Gündem gazete tesisleri bomba ile kundaklandığının ertesinde ikincinin ilk çıkan sayısında "BU Ateş Sizi de Yakar!..." diye bir başlık atılmıştı.* Gazetecilik açısından bu başlık son derece anlamlıydı. Aradan on yıllar geçti, fakat sistemin yaktığı ateş hâlâ bu coğrafyanın insanlarını, bizim insanlarımızı yakıyor. Tekelci devlet kapitalizminin Devrimci ve Marksist kadrolara düşmanlığına bu kez "Kürt 25


düşmanlığı"da eklendi. Sistemin kiralık kalemleri ve satılık sözcüleri "alt kimlik, üst kimlik" diye tartışıyor. Sahte ve sanal gündemlerle konu saptırılmaya çalışılıyor. 2.2.1976 tarihinde de Öncü Kitabevi faşist milisler tarafından kundaklanarak yakılmıştı. BU olayın failleri de belliydi. Bazıları sonradan faşist partiden milletvekili ve bakan dahi olmuştu. Yakılan kitapların büyük bir bölümü Marksist-Leninist klasiklerden oluşuyordu. Bulgaristan Halk Cumhuriyeti'nin Faşizme Karşı Mücadelesini sergileyen ilgili Müze' sinde enternasyonalizmin bir işareti olarak, Öncü Kitabevi'nin yanık kitaplarının da yer aldığını, Bulgaristan'a gitme "şansı"nı yakalamış bir dostumuzdan öğrenmiştik. Umut Kitabevi'nin bombalanması olayını izlerken Öncü'nün başına gelenleri de hatırlatmaktan kendimizi alamadık. Öncü'nün, Sorun'un kitaplarının 12'li faşist askerî darbeler sürecinde Selimiye Kışlası'nda yakıldığını da unutmadık. Umut Kitabevi bir yandan burjuvazinin diğer yandan Sol'un ziyaret akınına uğradı. Bir dönem İstanbul gibi illerde, şimdi Kürt illerinde kitabevi açmak büyük bir özveri ve cüreti gerektiriyor. İlerici kitabın namusunu korumak, emekçi halklarımızın bilimsel bilgi edinerek bilinçlenmesine katkıda bulunmak öyle sanıldığı kadar kolay ve ucuz bir iş değildir. Şubat 1976, Aralık 1994 ve Kasım 2005 tarihlerindeki tehdit aynıdır. Kapitalist anarşinin egemenliğinde, adı ister "devlet terörü", "derin devlet", "gladio", "ölüm mangası", "kontrgerilla" , "jitem" veya "Susurluk Devleti", "Kontrgerilla Cumhuriyeti" ya da NATO'cu gizli cinayet şebekeleri olsun, Bölge'mizde karanlık bulutların dolaştığını hissediyoruz. Hegemonların paylaşım savaşında Bölge'nin "Kürt Kartı" daima kullanılıyor. Her olay ve olguyu somut şartları içinde incelediğimizde CIAMOSSAD-MİT koordineli bir uğursuz projenin sistematize edildiğinin işaretlerini alıyoruz. ABD emperyalizmi çok açık ve de "erkekçe" bir politika izlediğini resmen deklare ediyor : Hedefimizde İran-Suriye, daha sonra da K.Kore var diyor... Türkiye kapitalizmi bu emperyalist projenin kuşatmasında "uydu" bir konumdadır. Türkiye İran-Irak-Suriye değildir. Anılan ülkelerdeki fukara Müslüman'ın direnişini tutarlı bir anti-emperyalizme dönüştürüp taşıyacak örgütlenmeler zayıf ve etkisizdir. Bölge'nin emekçi halkları "tavşana kaç tazıya tut" politikalarıyla birbirine karşı alenen cephe almış/aldırılmıştır. Türkiye'nın açıktan emperyalist bir işgale ihtiyacı yoktur. Türkiye yeraltı, yerüstü zenginlikleriyle her açıdan kuşatılıp âdeta "teslim alınmış" durumdadır. İnsanımız kapitalizmin yoz ve kozmopolit kültür politikasının propogandasının- büyük etkisi altındadır. İlerici, demokrat, devrimci, yurtsever, sosyalist ve komünistler dışında kapitalizme ve emperyalizme karşı dövüşecek bir siyasî akım da yoktur. Genel anlamıyla Sol, özelde Devrimci 26

ve Marksist Sol Kdrolar âdeta düşmanı bırakmış, "kan emici" aydın tartışmalarıyla iştigal etmektedir. Bölgemizdeki istilacı, yeni sömürgecilik saldırıları sanki onları hiç ilgilendirmiyor... TC devletinin kapitalist yönelimli sınıfsal-ideolojik konumu, uluslarötesi tekelci sermaye güçlerine kölece angaje ve "uydu" olmak dışında bir seçeneğe sahip değildir. Siyasî iktidarlar bu düzeneği, aralarındaki kayıkçı dövüşü yöntemleriyle sürdürmekten yanadır. Onlara verilen rol ve görevleri de budur-bellidir. Bu düzeneği tersyüz edecek güçler bu ülkenin iç deney birikim ve zenginliğini yanına alması gereken Devrimci ve Marksist Kadrolardır. Devrimci Kadrolar da henüz birleşik, güçlü, güvenilir ve donanımlı Örgütsel güvencelerden yoksundur. Devrimci politikada hesap sormak, sistemi geri adım atmaya ya da açığa vurmaya aday ileri ve anlamlı adımlar atmak/atabilmek için öncelikli olarak Sol'un tarih ve sınıf bilinciyle bütünleşmesi gerekir/beklenir. "Susurluk Devleti"nin hesap vermesini, her türden provokasyona âlet edilen milis kuvvetlerinin ve sanıklarının yargılanmasını talep etmek, bu yolda kimi etkinliklerde bulunmak elbette gereklidir. Bu yoldaki bütün emekçi halk güçlerini desteklemek, onların yeni nitelikler kazanmasına çalışmak ilerici olmanın en doğal bir yöntemidir. Sol, hem "tutarlı bir demokrasi mücadelesi" vermek hem de bununla organik ilişkili "tutarlı bir iktidar mücadelesi" verecek düzeyde örgütlenmek durumundadır. Açık mücadele alanları elbette bu amaçla kullanılacaktır. Burada unutulmaması gereken husus, hiç bir zaman demokrasiye ihtiyacı olmayan bir sömürücü sistemden "demokrasi, barış, insan hakları ve halkların kardeşliği" talebinde bulunmaktır. Kapitalist anarşinin özü zaten bunların kaynağıdır. Bir ülkede tekelci sermayenin, finans oligarşisinin diktatörlüğü egemenliğini sürdurüyorsa orada ne demokrasi, ne barış, ne insan hakları ve ne de halkların kardeşliği olur. Bunları kundaklayan bizzatihi kapitalizmin artı-değer sömürüsüdür, haksız, eşitsiz, adaletsiz, özgürlüksüz düzenidir. Yoksul Türk ve Kürt köylülüğü işte bu türden illüzyonlarla, yalan ve demagojilerle uyutulmak istenmektedir. Kapitalizmin elindeki üretim araçları, özel mülkiyet ve "serbest pazar piyasası" ile bölüşüm ilişkileri elinden alınmadan ne ülkede ne de Bölge'de umut edilen barış ve demokrasi olacaktır. Şemdinli, Yüksekova ve öteki Kürt illerinde cereyan eden olaylar boyutlandıkça göstermelik beyanatlar, sorgulamalar, günah keçisi sanıklar üzerine yıkılan sorumluluklar, komisyonlara havale edilen soruşturmalar bir iki yöneticinin görevinden alınıp başka bir yere tayin edilmesi, sistemin "hamamın gubbesinin namusunu kurtarmaya" yetmiyor. 27


Sistemin sorgulanmasını ve yargılanmasını olmayan "demokratik cumhuriyet»ten beklememeliyiz. Kapitalist anarşi devrimci yol ve yöntemlerle yıkılıp aşılmadan dünyanın işçileri, işsizleri, emekçi halkları rahat yüzü göremeyecektir. Şemdinli ve Yüksekova "olay"ları hem "Sosyalist Sol"u hem de "Radikal Sol" cenahımızı hareketlendirmiştir. Haklı taleplerle sistemi karşıya alan etkinliklerle sistemin vukuatı şiddetle protesto edilmiştir. Bölge halkı büyük umutlarla, sevecekliklerle ziyarete gelenleri kucaklamış, onları misafir etmiş, ağırlamıştır. "Birleşin, bütünlesin kurtarın bizi" demiştir. Bölge halkının çektiği ızdıraplar ve bu "olay" yüzünden hatırlanışı ziyaretçilerimizi düşündürmüştür. "Kürt Sorunu" böylece bir kez daha gündeme damgasını vurmuştur. "Kürt Sorunu"nu ne AKP ne de Ordu-Asker-Polis "partileri" çözecektir. Dünyanın bütün emekçi halklarının ulusal ve sosyal kurtuluşu bir bütündür. İnsanın ve insanlığın sosyal kurtuluşunun yolu sosyalizmdedir. Bulunduğumuz coğrafyadaki Türk Solu ile Kürt Solu'nun anlamlı ve ileri bir adım atarak buluşup bütünleşmesi dışında bir çözüm yöntemini egemen sınıflardan beklemek ham bir hayaldir. Yoksul Türk ve Kürt köylülüğünün ödediği bedelleri "ışıkları söndürme" gibi yöntemlerle değil, çok yönlü mücadele biçimleriyle gündeme taşımalıyız. Sistem, âdeti olduğu üzere bu konuyu küllemeye, "olay"ın sorumluluğunu Kürt ve Devrimci düşmanlığı tahriklerine indirgeyerek işin içinden sıyrılmaya çalışmaktadır. Sistem çürüktür, dökülmektedir. Sistem aynı ölçülerde de son derece tehlikeli ve acımasızdır. Bunun bilincinde olarak tarihsel iyimserliğimizi ve haklılığımızı öne çıkarıp sosyal muhalefet dinamiklerinin en ileri unsurlarıyla yaratıcı diyalogun önünü açmalıyız. Mevcut örgütsel 'yapı'larımızı eleştirel ölçülerle gözden geçirmemiz lâzım. Sistemi doğrudan karşıya alıp sorgulayacak, geri adım attıracak ve de aşacak Kurum ve PARTİ'nin ne demek olduğunu süzgeçlerimizden -bilincimizdengeçirmemiz lâzım. Şemdinli ve Yüksekova'da olup bitenleri kimse elindeki işlevsiz örgüt araçlarıyla, ajitasyon yöntemleriyle sorgulayacağını sanmasın. Kürt Solu AB'ye endeksli "demokrasi" söylemleriyle daha fazla kendisini ve de yoksul Kürt köylülüğünü oyalamasın. Konu çok yönlü ve kapsamlıdır. Türkiye, ABD ve AB'li emperyalistlerin gündeminde önemli bir konuma sahiptir. FBI, CIA, MOSSAD ajanları boşuna Türkiye'yi "su yolu" yapmıyor. Bürokrasinin her iki kanadı boşuna ABD ve AB'nin yolunu tutmuyor. Sistem, bu durumda bir türlü mızrağı çuvala sokamıyor. Öyle kolay mıdır? "Bu Ateş Sizi de Yakar!.." denilmiştir. Fakat hâlâ sömürücülerin yak28

tığı ateş bizim insanımızı yakıyor. Bu doğru sözün arkasında doğru politikalar üretilecektir. Ancak o takdirde insanımızın yangını böylece aza indirilecektir. Sol'un toplumsal hafızalarını bir iki gün ile sınırlayan eylemliği yerine konu ve sorunu "Asıl Mesele"ye getirmesi gerekir/beklenir. BU da herhalde; "Neden birleşik, güçlü, güvenilir ve donanımlı örgütsel güvencelerden yoksunuz?" sorusunun cevaplanmasıyla tartışmaya/gündeme getirilecektir. Getirilmiştir. Cenanımızın konumunu sorgulaması, en azından bir zihin talimi yapması beklenecektir. Bu konu haklı gerekçelerimizle Türk Solu ile Kürt Solu'nun bilimsel olmayan ayrışmasını aşıp gönüllü ve iradî olarak, milliyet ve etnisiteye dayalı konumlardan sıyrılıp sosyal sınıf ve emekçi halkların sosyal kurtuluşunu gerçekleştirebilecek bir örgütsel işleyişe evrilmesiyle çözüme kavuşturulacaktır. Kapitalist anarşinin egemenliğindeki bir düzende "ulusların kendi kaderini tayin, tesbit ve ayrılma" hakkı ilkeselliği aranamaz. Emperyalizmin serbest-pazar ve piyasasının egemenliğinde ne Kürt, ne Türk, ne Arap, ne Acem ve ne de öteki emekçi halkların sosyal kurtuluşu mümkündür. Şemdinli, Yüksekova ve öteki Kürt illerinde yaşanan "olay"lar, bütün iyi yürekli ve namuslu insanların sorunudur. BU coğrafyada sosyalizm adına ideolojisiz örgüt kurma atağına DİSK yöneticileri ve kimliği, kişiliği tartışmalı "sol" yarım-aydınlar da katılmıştır. 24 adet "legal" örgüte böylece bir "yeni"si daha eklenmek istenmektedir! Öte yandan emperyalist güçler uğursuz projeleriyle Bölgenin işçi ve emekçi halklarını "yeni" bir boyunduruk cenderesine almak için savaşıyor. Kimi örgütleri beyninden ve içinden avlayıp kendi safına çekme becerisini gösteriyor... Devrimci ve Marksist Sol Kadroların görevi, emperyalizmi ve onun gizli örgütlerini bilimsel bakış açısıyla inceleyerek insanımıza anlatacak ve sosyal sınıf gerçekliğini öne çıkaracaktır. Tutarlı bir tarih ve sınıf bilincimizi karartacak bütün akımlarla hesaplaşacaktır. Kapitalizm ile tarih ve insanlık önünde boy ölçüşecek Kurum ve PARTİ'nin ne demek olduğunu dostadüşmana gösterecektir. Şemdinli ve Yüksekova "Olay"ı sorunlarımızın yeniden gündeme getirilişini tetikleyerek herkesi düşündürmüştür. Şimdi sıra davranmaya gelmiştir. Konu "yaşasın-kahrolsun, ezeceğiz-yıkacağız!..." kolaycılığına indirgenemeyecek kadar hayatî ve ciddidir. 12 Aralık 2005 * Ali Özdoğu-Sırrı Öztürk, Hangi "Hukuk?", s.7, Sorun Yayınları, 1998.

29


Turgay Ulu II. TTKK Yöntem Önermesi Hakkında

-Eleştiri-

Giriş “Sosyalist grupçuklar ortamının gelişmesi her zaman gerçek işçi sınıfı hareketinin gelişmesine ters orantılı olmuştur. Grupçuklar (tarihî olarak) varlıklarını haklı çıkarabiliyorlarsa, işçi sınıfı bağımsız tarihî eylemi için henüz olgunlaşmamış demektir. İşçi sınıfı bu olgunluğa ulaşır ulaşmaz bütün 1 grupçuklar zorunlu olarak gerici olurlar.” II. Tüm Türkiye Komünistleri Kongresi, Türkiye devrimci hareketindeki parçalanmışlığa son verip, birlik sorununa ve öndersizlik krizinin aşılmasına ilişkin bir çözüm yöntemi olarak önerilmiştir. İlk kongre 10 Eylül 1920’de Bakû’de gerçekleştirilmiştir. Mustafa Suphi ve arkadaşlarınca Türkiye proletaryasının mücadelesine kumanda edecek partinin oluşturulması süreci kesintiye uğramış, yarım kalmıştır. Onbeş kişi, Kemâlizm tarafından Karadeniz’in azgın sularında boğdurularak imha edilmiştir. Aslında Suphi’ler Bolşevikler tarafından uyarılıyor. Böylesine açık ve riskli bir kanaldan değil de, gizli olarak Türkiye’ye girmeleri öneriliyor. Suphi’ler de, esasında bu yoldan ülkeye girişin oldukça riskli olduğunun farkındadır. Ancak onlar, merkezî bir girişin Türkiye emekçi sınıfları üzerinde daha geniş ve hızlı bir etki yaratacağını düşünerek bu türden bir riski göze alıyor. Suphi’ler imha edilmeseydi ya da Türkiye’ye başka bir yol üzerinden girmiş olsalardı süreç nasıl bir yol izlerdi, bilemeyiz. Sınıf mücadeleleri tarihi biraz da böyledir. Tarihin akışında rastlantı ve fırsatlar bazen önemli roller oynar. Hiçbir süreç plânlandığı gibi mutlak, inişsiz-çıkışsız ya da geriye dönük sıçramalar olmadan işlemez. Türkiye’deki sınıf mücadelesi ve devrimci hareket günümüze dek dalgalı bir seyir izlemiştir. Ne tesadüftür ki, mücadele dalgalarının doruğa ulaştığı tüm dönemeçlerde sınıf hareketi sürece öndersiz yakalanmıştır. 1968’de oluşan mücadele dalgasında 15-16 Haziran 1970 İşçi Ayaklanması’nda, 1971 çıkışında, 12 Eylül askerî faşist cuntasında, 1989 Bahar Eylemlilikleri’nde, Kürt ulusal kurtuluş hareketinin yükseliş dönemecinde, 1995 Gazi Direnişi’nde ve diğer olaylarda öndersizlik krizi kendisini açığa vurmuştur. Dolayısıyla yükselen hareket hızla geriye düşmüş ve kalıcı mevziler elde 1.

30

Marx-Engels-Lenin, Sendikalar Üzerine, “Marx’tan Bolte’ye Mektup”, Bilim Yay., s. 88.

edememiştir. Mücadele dönemlerindeki her tıkanma ve geriye düşüş, Türkiye devrimci hareketindeki bölünme, parçalanma ve tasfiyeye yol açmıştır. Peki solun seksenbeş parçaya bölünmesinde ciddîye alınacak herhangi bir ideolojik/teorik gerekçe mevcut mudur? Yoksa bu parçalanmışlık hâli örgütsel sorunlara ya da sunî nedenlere mi dayanmaktadır?

Devrimci Hareketteki Parçalanmışlığın Nesnel Zemini Kalmamıştır. 2

“Bölünmek için hâlâ çok azız. Ne etiketleri ne de isimleri mesele yapmalıyız.”

Türkiye devrimci hareketindeki bölünmenin birkaç nedeni vardı. Birincisi; Çin, Rusya, Arnavutluk, Küba gibi eksenlere bağlı olan bölünmeydi. İkincisi; “Türkiye devrimi sosyalist mi yoksa demokratik mi olsun?” tartışmasına dayanan bölünmeydi. Bu iki ana nedene bağıntılandırılan diğer bölünmeler ise, işçi/köylü merkezlilik ve silâhlı/silâhsız mücadele ile ilgili tartışmalara göre biçimlendi. Bugün itibarıyla, söz konusu nedenlerin birçoğu ortadan kalmış olmasına rağmen hâlâ birçok grup bu nedenler varmış gibi yapmaya devam ediyor. Üzerine basılan, daha doğrusu taklit edilen köprüler yıkılmış, o köprülerin altından çok sular akmıştır. Ancak grupların büyük bir bölümü hâlâ bu köprüler varmış gibi düşünmeye devam etmektedir. Geçmişte Tiran’ın Sesi ya da Pekin’in Sesi gibi radyolardan yapılan çevirilerle çizgiler oluşturuldu. Devrimini yapan ülkelerden etkilenmek kadar doğal birşey yoktur. Ne var ki, farklı coğrafyaların devrimlerinden etkilenmekle, onları aynen taklit etmeye çalışmak aynı şeyler değildir. Zaten söz konusu ülkelerde gerçekleştirilen devrimlerin hiçbirisi birbirine benzememiştir. Taklit ve aktarmacılık, üzerinde yaşanılan coğrafyanın özgün yapısını kavramayı engellemiştir. Başka coğrafyaların isyan hareketleri, edebiyatı ve sanatı ezbere bilinirken, bu coğrafyanınkilerden bihaber kalınmıştır. İş öyle bir noktaya varmıştır ki, yayın/kurum isimleri ve hitap biçimleri bile taklit yöntemiyle oluşturulmuştur. Zamanın akışı tersinmez olduğuna göre, zamanı taklit etme imkânı olamaz. ÇKP, AEP, SBKP ve diğerlerinin asılları kalmadığına göre taklidine de gerek yoktur. Demek ki, bugün devrimci grupların AEP’ci, ÇKP’ci, ve SBKP’ci gibi sıfatlar uyarınca tasnif edilip ayrıştırılmasını gerektirecek herhangi bir zemin kalmamıştır. Bu tarihî olgular, devrim cephaneliğinde birer deneyim zenginliği olarak yerini almıştır. Artı ve eksileriyle çözümlenip yeni denemelere basamak olmayı beklemektedirler. 2. Latin Amerikalı Marksist José Carlos Mariátegui, “1 Mayıs ve Birleşik Cephe”, Çev.: Derviş Okan, Sorun Yay., Mayıs 2005, s.31. 31


Devrimci hareketin parçalılığına yol açan ikinci bir neden de, 1970’lerde yapılan MDD/SD tartışmasıdır. Bu tartışma büyük ölçüde ülkenin sosyoekonomik yapısının tahliline dayalı olarak yapılmamıştır. 1970’lerden 2005’e kadar Dünya’da birçok şey değişmiştir. Rejimler altüst olmuş, ülkeler haritalardan silinmiş, üretim biçimlerinde kimi farklılaşmalar yaşanmıştır. Bu dönem boyunca gerçekleşmeyen devrimin “demokratik” ya da “sosyalist” olarak önceden belirlenmesi hiçbir işe yaramamıştır. Devrimin hangi tarihte olacağı önceden belirlenemez. Devrimin niteliğinin “demokratik” ya da “sosyalist” olma ihtimali durumu değiştirmez. Şimdi yıl 2005 ve devrim olmamıştır. 1970’ten bugüne geçen otuzbeş yıl boyunca ülkenin sosyo-ekonomik yapısının donmuş olduğu ve hâlâ MDD/SD gibi ayrıştırmaların yapılabileceği kesinlikle iddia edilemez. Önümüzdeki dönem için de devrimin hangi tarihte olacağını tayin etme imkânımız yoktur. İktisadî ve sosyal yapı hiç durmaksızın hareket etmekte ve çeşitli değişim dinamikleri ile var olmaktadır. Devrimin aslî güçlerinin belirlenmesi, onun “ayaklanma” ya da “gerilla savaşı” ile olacağına ilişkin tespitler de geçmişte somut maddî koşullar değil, taklit edilmeye çalışılan ülkelerdeki pratikler uyarınca yapılmıştır. Sınıf partisi oluşturulamadan bu tarzların önceden belirlenmesinin bir anlamı yoktur. Esasında Türkiye’de “ayaklanma” ve “gerilla savaşı” için uygun koşullar oluşmuştur. Yüzbinlerce işçi 15-16 Haziran 1970’de sokaklara dökülüp barikatları yarmıştır. Ancak harekete yön verecek bir sınıf partisi olmamıştır. Teorik olarak önceden “ayaklanma” gibi bir tespitte bulunmak Haziran pratiğinde hiçbir işe yararamamıştır. 1980 askerî faşist cuntanın hüküm sürdüğü dönemde gerçek bir gerilla savaşının yürütülebileceği koşullar oluşmuştur. Karadeniz’de, Toroslar’da, Doğu’da ve diğer birçok yerde yüzlerce-binlerce insan kırlara çıkmıştır. Bu sadece Devrimci Yol hareketinin iradî kararıyla bağlantılı bir durum değildir. Bu, aynı zamanda darbenin koşulladığı pratik bir zorunluluktur. Bu imkânın oluştuğu koşullarda istikrarlı bir gerilla savaşı verecek parti pratikte mevcut değildir. Bu süreç tasfiyeyle sonuçlanmıştır. Yaşananlar, devrimin hangi biçim ve karakterde olacağının büyük ölçüde somut duruma/konjonktüre ve rastlantılara bağlı olduğunu göstermiştir. Ancak bu imkânların oluşması kimi zaman gerçek anlamda bir partinin müdahalesiyle de mümkündür. Zira, Devrimci Yol’un Dünya koşullarını gerekçe göstererek gerilla güçlerini tasfiye etmesiyle, Kürt ulusal devrimci hareketin aksi yönde bir gerekçeyle gerilla savaşını başlatması aynı tarihe denk düşmüştür. Devrimin hangi biçimde olacağının tek, mutlak bir belirlenimi olamaz. 32

Her olasılık hesap dâhilindedir. Bütün mesele, tüm olasılıkları gerektiği gibi değerlendirebilecek iradî bir örgütlenmenin var edilebilmesidir. Tüm devrim biçimleri bir arada da gerçekleşebilir. Bu devrimci duruma ait koşullara, güç dengelerine, iç ve dış etkenlere bağlıdır. Meselâ Şili’de parlamentarist yoldan iktidar alınabilmiştir. Ama karşı-devrim olduğunda Salvador Allende elinde silâh MIR (Devrimci Sol) gerillalarıyla birlikte çatışarak devrimi savunmuş ve yaşamını yitirmiştir. Hangi biçim ve türde olursa olsun bütün iş, gelişen süreci proleter devrimin lehine kullanabilmektir. Görüldüğü gibi, devrimin kırdan mı, şehirden mi yoksa kır-şehirden mi olacağına, ayaklanmaya mı dayanacağına ya da aşamalı olarak mı gerçekleşeceğine ilişkin tartışmalar devrimci hareketteki parçalanmanın gerekçesi olamaz. Net bilgilere sahip olmamakla birlikte, bugün Nepal’de savaşan Prachanda ayaklanma ve gerilla savaşı tarzlarını sentezleyip yeni bir yol izlediklerini söylemektedir. Bu deneyimleri irdelemek gereklidir. Türkiye devrimci hareketindeki parçalanmışlığın nedenleri büyük ölçüde öznel ve hatta keyfîdir. Bu öznelciliği şu tarz bir örnekle kanıtlayabiliriz: kimi zaman gruplar Türkiye Solu’nu tasnif ederler. “Küçük- burjuva”, “demokrat” ve “reformist” gibi başlıklar altında örgütleri topladıktan sonra, bir de “komünist” hareketten söz ederler. Bu “komünist” ifadesinden kasıt tabiî ki kendisidir. Hatta yalnızca Türkiye’de değil, Dünya’daki tek komünist grup kendisidir(!) Bu bilim ve akıl dışı bakış açısı, grupları Marksist tarih anlayışının dışına atmaktadır. Komünist hareketin tarihi söz konusu olduğunda her grup kendi kuruluş tarihini milat olarak kabul eder. Meselâ, söz konusu grup 1979’da kurulmuşsa, bu yıldan önce ülkede komünist mevcut değildir. Bu tarih anlayışı kimi zaman grupların sloganlarına da yansır; kendi grubunu kastederek, “bensiz tarih yazılamaz” denilir. Yani, 1979’dan önce tarih yazılmamıştır. Tarihi “Kutsal Aile” mi yapıyor acaba? Seksenbeş adet grubun olduğu bu tablodan herhangi birisini çekip çıkarttığımızda tarihin donacağı iddia edilemez. Bu bakış açısı, Marx’ın Bauer Kardeşler’le yaptığı polemikleri hatırlatmaktadır. Bauer Kardeşler tarihi kendi kafasındaki faaliyetler olarak görürler. Bu faaliyetler durduğunda tarih de duruverir. Tasnifleme meselesini tartışırken şu tarz bir soruyla karşılaşılabilir: “Marx ve Engels de tasnifleme yapmış mıdır?” Evet, ütopik sosyalistler ve “kaba materyalistler” gibi tasnifler yapmışlardır, ancak onların yaptıklarıyla bugünkü grupların yaptıkları arasında herhangi bir benzerlik bulunmamaktadır. Öncelikle Marksizm bir akım olarak ortaya çıkmıştır. Marksistler arasında yapılan tasnifleme, Marx ve Engels’in akımlar arasında ya da 33


Marksizmin doğuş koşullarında yaptığı tasniflemeye benzemez.

yakın olan bir mekânda mutlak geçerliliğini yitirir.

Her grup eline bir ölçü aleti ya da bir etiket makinesi almış, keyfine göre herkese münasip gördüğü damgayı vurabilmektedir. Bu durumda, kimin proletaryayı temsil ettiğini ya da kimin gerçek komünist olduğunu ayırt etmek güçleşmektedir.

ÇKP, AEP ve SBKP gibi partilerin o dönemki çizgilerine eleştirel katkı getirip onları aşamayan Türkiye devrimci hareketi geriye düşüşler konusunda ciddî hiçbir çözümleme yapamamıştır. Konu hakkında çalışma yapmış olan birkaç yazarın kitapları Türkçe’ye tercüme edilmiştir. Bunlardan biri olan Bill Brand’ın Sovyetler Birliği’nde Kapitalizmin Restorasyonu adlı kitabında Stalin sonrası dönemde uygulanan ekonomi-politika hakkında zengin bir kaynak taraması yapılmaktadır. Ancak Bill Brand, Kruşçev ve Brejnev dönemlerini “faşizm” olarak nitelendirmektedir. Komploculuğa varan bu bakış açısıyla meseleleri açıklamaktadır. Koskoca partide Stalin sonrası dönemde kapitalist restorasyona karşı çıkacak tek bir kadronun bile çıkmamış olması ile ilgilenmemektedir.

Seksenbeş adet etiket makinesi var. Bu makinelerin yalnızca kendine doğru olan yüzünde “komünist” yazıyor. Geriye kalan diğer seksendördünde komünist olmayan sıfatlar yazılı. Tüm makinelerin şeritlerinde yazılı olan “komünist” damgalarını topladığınızda seksenbeş sayısını elde ediyorsunuz. Aynı etiket makinelerindeki “komünist olmayan” damgalarını topladığınızda ise, biraz önce elde ettiğiniz sayının seksendört katına ulaşıyorsunuz. Bu hesabın içinden nasıl çıkılacağını uzman bir matematikçiye sormak gerekiyor. İşte Halep işte arşın! Devrimci hareketin parçalılığının gerekçelerinden biri de, çeşitli ülkelerde gerçekleştirilen sosyalizm denemelerine ya da geriye düşüşlere karşı yaklaşım farklılığıdır. Ne var ki, hiçbir grup geriye düşüşler üzerine ciddî bir çözümleme yapamamıştır. Tek bir eksen olarak fetişleştirilen ve taklit edilen ülkedeki sistem çökünce, bu enkazın altında kalındı. Dünya’daki sosyalizm denemeleri kendi tarihsel koşulları içinde ele alınıp değerlendirilmesi gerekirken, her grup taklit ettiği eksene göre yarım yamalak bir şeyler söylemeyi en risksiz duruş olarak gördü. Bir kesim, tüm sorunu tek tek kişilere fatura ederek sorundan sıyrılmayı denedi. Kimileri de sosyalizm denemelerindeki geriye düşüşleri tek tek önderlerin ölümüyle ilişkilendirip, komplocu bir yöntemle izah etmeye çalıştı. “En” ve “tek” komünist olarak değerlendirilen ülkelerdeki sistemler yerle yeksan oldu. Şimdi bu ülkelerin büyük bir bölümünde tek bir örgüt ya da kadro bile fenerle aranarak bulunamazken, önderlikleri “küçük-burjuva” olarak nitelendirilen ülkelerde sistem çökmedi. Bu şekilde hâlen “sosyalizm” demeye devam etti. Bu görünümden iki sonuç çıkıyor: demek ki, komünistlik öznel bir biçimde yapılan etiketlemeyle olmuyormuş; ikincisi, demek ki sosyalizm denemelerinin geriye düşüşü zorunlu bir işleyiş değilmiş. Hâlâ bazı değerleri korumakta ısrarcı olanlar taklide başvurmayanlar olmuştur. Kendi özgünlükleriyle gelişen sosyalizm denemeleri, taklit edenlere oranla daha az perişan oldu. Demek ki, taklitçilik de devrimci hareketin paralelize olması için bir gerekçe olamaz. Başka coğrafyada yapılmış olan devrim biçiminin aynısını bu coğrafyada uygulamak söz konusu edilemez. Doğa bilimlerinde bile aynı yöntem her koşul altında aynı sonucu vermez, ki toplumsal olaylarda bu hiç mümkün değildir. Meselâ “su yüz derecede kaynar” önermesi atmosfere 34

Aynı konu hakkında, tercümesi yapılan diğer bir kitap da Vasili Samaras’ın çalışmasıdır. O da Bill Brand’dan biraz daha farklı bir biçimde, SSCB’de 1917-1953 arası dönemi ÇKP’nin bakışıyla özetlemiştir. Yeni bir görüş ya da değerlendirme yapmaktan kaçınmıştır. (Bill Brand da AEP’nin bakış açısıyla dönemi tartışmaktadır.) Henry Aleg’in Büyük Geri Sıçrama adlı çalışması bu iki kitaba oranla daha mütevazi bir içeriğe sahiptir. Yazar, çöküş sonrasında Rusya’ya gitmiş ve bir dönem işçi sınıfı tarafından çokça sevilen şair Yevgeni Yevtuşenko gibi insanlarla görüşmeler yapmıştır. Çöküş sonrası dönemle Sovyet dönemi arasında karşılaştırmalar yapmıştır. Sovyet döneminde rastlanmayan, fuhuş, dilencilik ve hırsızlık gibi olayların korkunç düzeylere ulaştığını gözlemlemiştir. Kadroların herşeyi yukarıdan bekleyen bir anlayışla yetişmiş olduğunu tespit etmiştir. Yevtuşenko kitapta, gerçek sosyalizmin şimdiki İsveç gibi ükelerde olduğundan, kendilerinin sosyalizmi yanlış anladıklarından dem vurmuştur. Konuyla ilgili bir başka kitap da Modern Revizyonizmin Çöküşü’dür. Eksen Yayıncılık’tan çıkan bu kitabın ne olduysa yeni baskısı yapılmamıştır. Göründüğü kadarıyla bu grubun konuyla ilgili görüşleri farklılaşmıştır. Devrimci hareketin parçalılığına sosyalizm denemelerinde yaşanan geriye düşüşlere karşı yaklaşım farklılığı da bir gerekçe olamaz. Çünkü bu konuda dişe dokunur bir yaklaşım getirilememiştir. Şablonculuk bu konuda da hükmünü sürdürmüştür.

II. TTKK Önermesinin Pratik Bir Basınç Olmadan Hayat Bulması Çok Zordur. “Sosyal adalete dayalı bir düzeni özleyen komünistler, sosyalistler, liberterler ve bunları devrimcileştiren her okul ve parti mensubu insan, Le35


nin’in kişiliğinin ve harcadığı emeğin herhangi bir gruba ya da hizbe değil, tüm proletarya ve devrime ait olduğunun farkına varmıştır. İşçilerin kendi aralarındaki kavgası bu sayede evrenselleşmiş ve düşmanlıktan sıyrılmış3 tır.” Türkiye devrimci hareketinin yapay gerekçelere dayalı bölünmüşlükten kurtulup, merkezî bir proletarya partisine kavuşması için mevcut var oluş Türkiye devrimci hareketinin yapay gerekçelere dayalı bölünmüşlükten kurtulup, merkezî bir proletarya partisine kavuşması için mevcut var oluş tarzını bir bütün olarak değiştirmesi zorunludur. Grupların mevcut anlayışlarıyla kongre yöntemine riayet etmeyecekleri kesindir. Grupları silkeleyip, sınıfın ve devrimin ihtiyacına göre bir konumlanmaya sevk edecek bir basınç unsurunun/iteneğin olması gerekir.

Üzerinde yaşadığımız coğrafyada bir kongre yöntemiyle her grubun, bir Anka Kuşu misali, kendini yadsıyıp, proletaryanın çıkarları gereği kendisini yeniden konumlandırması için devrim niteliğinde bir tarz değişikliğine ihtiyaç vardır. Mevcut durumda her grup kendisini mutlak kabul edip tarihin tek yapıcısı biçiminde görmektedir. Devrimci hareketin bu durumda bir proletarya aşısına ihtiyacı vardır. Serum takacak, sarsarak bilinçleri körleşmeden koruyacak, teşhis ve tedaviyi kesintisiz kılacak pratik bir basınç mecburîdir. Bütün gruplar proletarya saflarına! 3 Aralık 2005

Dünya’nın neresinde emperyalist kapitalizme karşı sosyalizm için mücadele eden birileri varsa onlar bizdendir. Hiçbir devrimci mücadele deneyimini yok sayıp dışarı atamayız. Rusya, Çin, Arnavutluk, Bulgaristan, Küba ve diğer deneyimleri bizim olduğu gibi; Suphi, Kıvılcımlı, Çayan, Gezmiş, Kaypakkaya ve tüm diğer isimler bizimdir. Bunlardan yalnızca birini fetişleştirip, diğerlerini yok saymanın bilimsellikle bir ilişkisi yoktur. Ancak mevcut grupların yapmakta olduğu da budur. Bir dönem sıkça tanık olduğumuz, “Kaypakkaya komünist midir, değil midir?” ya da “Che küçük-burjuva mıdır, değil midir?” türünden tartışmaların ne kadar saçma olduğu artık anlaşılmak zorundadır. Stalin’i savunarak devrimci de olabilirsiniz, oportünist ya da reformist de... Bu konuda bir yığın örnek sıralanabilir. Aslında sınıf mücadeleleri tarihi, devrimci hareketin ezbercilik ve şablonculuk cenderesinden kurtulması için gerekli olan verileri fazlasıyla sunuyor. Çin, Arnavutluk, Rusya vb. “tek” ve “en” komünist diye değerlendirilirken Küba önderliği ve deneyimi “küçük-burjuva” olarak damgalanmıştı. Şimdi sormak gerekmiyor mu? Nasıl oldu da, “tek” ve “en” komünist görülenler geriye düştüğü hâlde Küba hâlâ Latin Amerika’da kıtasal bir devrim hedefinin közü ve moral kaynağımız olmaya devam ediyor. Üstelik Küba’nın kendine yetecek düzeyde bir altyapısı da bulunmuyor. Sovyetler Birliği için altyapısal yetersizlikten söz edilemez. On yılda SSCB, emperyalist ülkelerin yüz yılda kat ettiği seviyeye ulaşmıştı. Çökenlerin de çökmeyenlerin de üstyapısal durumunu ezberleri bozarak yeniden irdelemek gerekmiyor mu? İşte bu tablo ve Latin Amerika kıtasında yaşanan dalgalanmalar, şablonculuğu ve ezberciliği bozacak bir basınç rolü oynayacak gibi görünüyor. 3. J. C. Mariátegui, “Lenin”, s. 25. 36

37


Derviş Okan Sosyalizm İçin Devrim Ocakları *

-Panel Konuşması-

1 SSCB ve Berlin Duvarı sonrası solun genel yönelimi tarihsel birikimin analizine endeksli olarak biçimlendi. Burada aslî vurgu sosyalizmin kökenine ilişkin tespitlerdi. Dünya’da ve Türkiye’de sosyalist sol sosyalizmin temel dayanak noktalarını ya yeniden gözden geçirdi ya da hâlihazırda var olan yerlere hücum etti. Her iki yönelim de sorunluydu: yeniden gözden geçirme reformist ve revizyonist eskilerini sahhâflardan bulup çıkarttı; verili olana hücum devrimciliği eskitti. Sovyet yanlısı ya da karşıtı her akım bu dönemsel sarsıntıyı bir biçimde yaşadı. Sosyalizm bağlamında belli bir kesişim kanalı bulan fikirler ve pratik tarzları ayrıştı. Toplumculuk anlamında sosyalizm, topluma küsülmesi ile birlikte, anlam kaymasına uğradı. Marx’ın yoğun bir teorik ve pratik mücadele ile belli bir kavşakta buluşturduğu devrimcilik, sosyalizm ve komünizm düşüncede ve eylemde farklı kanallara yöneldi. Birçoğu kendisine ait eski yatağa koştu, bir kısmı da gerçekçi olmak anlamında, verili gerçeğin yanılsamalı edinimine kendisini bırakarak ona uyum sağladı. Her akım doğal olarak Marksizmle bir biçimde hesaplaşmak zorundaydı. SSCB’nin olmasa da Marksizmin hâlâ bir ağırlığı vardı. Bu açıdan farklı işlemlere ihtiyaç duyuldu ve sosyalizm, “yeni”yi anlamak adına, güncel olanın etkisine açık hâle getirildi. Kapitalizme endeksli fikrî yönelimler, onu “ideoloji”, “bilim”, “felsefe” ve “siyaset” olarak görenlerin kendince açtığı kompartmanlara ayrıştı. İdeolojistler için kapitalizm bir avuç burjuvanın ya da tekelin fikrî pratiğiydi; bunun karşısına daha büyük, kapsamlı ve etkin bir ideoloji üretildiği takdirde, bu mel’un ideoloji alt edilebilirdi. Bilimciler ise, kitleleri kendi ürettikleri “kapitalizm bilimi”ne inandırmak için uğraştılar. Herkes bu bilime vakıf olursa sosyalizm çok yakındı. Felsefeciler ise, Marx’ın Proudhon ve diğer isimlerle yaptığı hesaplaşmalardan bir şey öğrenmeden, felsefî terennümlerde bulundu ve aşkın birfelsefî görüyle sosyalizme doğru yükselmenin mümkün olduğunu vazetti. Kapitalizmin insanı ancak “üst-insan”la ya da “insan olmayan insan”la aşılabilirdi. 38

Siyasetçiler, burjuvaların toplam siyasî pratiği olarak gördükleri kapitalizmin benzer bir örgütlenmeyle aşılabileceğine inandılar. Bu çevrede ipin ucunu kaçıranlar da görüldü: burjuvaların gücünü paralelize etmek için benzer örgütlenmelere ihtiyaç duyuldu. Tüm bu keşmekeş içinde, geçmişin inkârına bağlı olarak, tarih bilimi unutuldu. Tarih bilgisi belli tarihsel olayların kronolojik dökümüne indirgendi, kapitalizmin tarihi, kimi dalgaların bu Dünya’daki etkilerine ait verilerin bilinmesi olarak görüldü. 2 Saint-Simoncular bir insanın bir başkasına muhtaç olduğunu ifade etmek için sırttan düğmeli gömlekler giyiyor, onun karşısında ise “insan insanın kurdudur” diyen anlayış duruyordu. Esas olarak, Fransız Devrimi’nin düşünce ikliminde yaşanan gelişmelerin sonucu olarak biçimlenen sosyalizm, toplumla düşünmenin ve eylemenin genel adı olarak kullanılıyordu. Ancak buradaki toplumcu düşünce ve pratik esas olarak “Fransız Devrimi’nin bir daha olmaması için ne yapılmalı?” sorusu üzerine kuruluydu. Bu anlamda, esasen toplumu bir aydın topluluğunun ya da öncü-jakoben bir grubun düzelteceği fikri Fransız Devrimi’nin bir daha olmaması için geliştirilmiş üslûplardı. Burjuva devrimleri esnasında kapitalizmin politik merkezi Paris ve iktisadî merkezi Londra yakıldı; ardından bu iki şehir, yaşanacak olası bir ayaklanmanın daha kolay bastırılabilmesi için yeniden inşa edildi. Küçüklü büyüklü tüm burjuvalar yeni bir huzursuzluk istemiyordu. Buralardan gelen kimi düşünürler, kapitalizmin pazar arayışı ve meta-para dolaşımı bağlamında gerekli gördüğü ulus-devletleri toplum merkezli olarak organize etmenin yollarını aradılar. Sosyalizmin ilk nüvelerini üreten bu arayış devlete iltihak etti. Toplumun aklî bir merkezden düzenleneceği yer devletin ta kendisiydi. Sırttan düğmeli gömlekler giyen aydınların ham ve nahif eylemleri tarihsel dönüşüme eklemlendi. Marx ve Engels, Fransız Devrimi’nin sağdan ve soldan eleştirildiği bir süreçte fikirlerini biçimlendirdi. Bu dönemde eleştirinin esas noktası, devrimin bileşenlerine ayrılması ve bu bileşenlerin hareket tarzlarının belirlenmesiydi. Marx’ın kendisini önceleyen sosyalizm formlarına ilişkin eleştirisi şu şekildeydi: “Sınıf savaşımının gelişmemiş oluşu kadar, kendi içinde bulundukları ortam da, bu türden sosyalistlerin kendilerini her türlü sınıf karşıtlığının çok üstünde görmelerine neden oluyor. Bunlar, toplumun her üyesinin, hatta en iyi durumda olanların bile, koşullarını düzeltmek istiyorlar. Böylece bunlar, sınıf 39


ayrımı yapmaksızın toplumun tamamına hatta tercihen egemen sınıfa seslenip duruyorlar. Çünkü bunların sistemini bir kez anladıktan sonra, insanlar nasıl olur da mümkün olan en iyi toplum için mümkün olan en iyi planın bu olduğunu görmezler? Böylece bunlar, her türlü siyasal ve özellikle de her türlü devrimci eylemi reddederler, amaçlarına barışçıl yollarla ulaşmayı arzularlar ve zorunlu olarak başarısız kalmaya mahkûm küçük deneyler ve örnek gösterme ile yeni toplumsal İncil-i Şerif yolunu açmaya çalışırlar.” Fransız Devrimi sınıfsal analize tâbi tutularak eski sosyalist akımlardan kopuldu ama Lenin’in sonradan ifade ettiği biçimiyle Marksizm-öncesi sosyalizm, “revizyonizm” formunda yeniden hortladı. Lenin’e göre, topluma yeni bir biçim ya da vizyon vermek Marksizmin işi olamazdı. Sınıfsal-politik ve tarihsel-politik açıdan herşeyden münezzeh bir “toplum” olgusunun var olmadığını düşünen Marksizm için esas olan toplumun bütünü değil, ona ait devrimci parçaydı. Bir daha devrim istemeyenlerin karşısında yegâne güvence bu türden bir parçalama pratiğiydi. Toplumsal yapı kendi içinde devrimci bir öge çıkartmak zorundaydı. Topluma yeni vizyon vermek için çırpınanların bu tip ögeleri tespit etmesi mümkün değildi; tespit etseler bile, bulunan ögelerin varlık gerekçesi büyük ölçüde yeni vizyon için kurulan dekorun küçük bir parçası olmaktı. 3 SSCB ve Berlin Duvarı sonrası süreçte ABD think-tank’leri Sovyetler Birliği’ni yıkmak için 200 milyar Dolar civarında bir para harcadıklarını ve bu paranın büyük bir bölümünün ideolojik ve istihbarî harcamalara gittiğini söylediler. Oysa Sovyet çizgisine dışsal, hatta karşı olan kimi sol yönelimler, Sovyetler’in ekonomik zafiyet yüzünden öldüğüne kâni oldu. Sağcı liberaller eski Troçkistleri devşirerek neo-muhafazakârlığı güçlendirdiler ve bu süreçte ekonominin “ilk ya da son tahlilde” belirleyici olduğuna ilişkin tartışmalar alevlendi. Sağ durmadan, “Marksizm ekonominin belirleyici olduğunu söylüyor ama bakın Sovyetler’e, ekonomiyi temel alan sistem çöktü, demek ki bunlar ekonomiden anlamıyor” dedi. Kimi Marksistler aslında iyi birer Marksist olduğunu ispatlamak için ekonomi hıfzettiler. Bir grup aydının zorla ya da sevimli yollardan toplumu değiştireceğine inanan gruplaşmalar görüldü. Saint-Simon, Fourier ve Proudhon yeniden hortladı. Madem sorun ekonomiydi, Marksistler, kapitalist ekonomik gelişmenin anlaşılması noktasında bir yerlerde hata yapmış olmalılardı. Sosyalizm anti-kapitalizme indirgendi ya da toplumu çürüten emperyalizme ilişkin kuramlarla tanımlandı. Ama toplumsal-tarihsel planda cereyan eden sınıflar mücadelesinin sonuçları es geçildi ya da en fazla masa başı çalışmaların ko40

nusu yapıldı. Reformizm, revizyonizm ve ekonomizm karşılıklı olarak birbirini besleyerek gelişti. Yeni biçim, ekonomik alanda yaşanan “yeni” gelişmelere göre ayarlanmalıydı; yeni vizyonun iktisadî bir temeli olmalıydı; Marksist ekonomi ABD’ye göre biçimlenmeli, ABD karşıtlığı her türlü ideolojik ve politik çalışmanın merkezinde olmalıydı, vs. 19. yüzyılda yeni toplumsal alanı düzenleyici güç olarak öne sürülen devletin yerini birey aldı; devletin pazarla ilişkisi dâhilinde biçimlendirdiği yeni sosyolojik alan olarak ulus, bireysel serbestiyet mahallerine dönüştü. Bu anlamda Kemâlizm’in soldan kadro devşirmesi gibi, liberalizm soldan adam çalmaya başladı. “Bu sosyalistler devletçidir, onlardan uzak durmak gerekir” anlamında sözler sarfeden Engels’e paralel olarak, bugünün “devlet”i olan bireye ve ona ilişkin politik yönelimlere benzer bir cevap üretilemedi. Millet ve sınıf gibi tarihsel olgular biçimsel sosyolojik kavramlara dönüştürülerek, birey merkezli düşüncenin malzemesi hâline geldiler. Toplumsal alana doğru yayıldığı dönemde kapitalizme yönelik tepki biçimleri bugüne hâkim oldu ve bu ölçüde de sistemden nemalanmaya başladı. Ancak kimse kapitalizmin, farklı bir içerik ve biçimle, tarihsel plana doğru yayılmakta olduğunu görmek istemedi. Herkes yerleştiği yuvadan memnun ve huzurluydu. Genel olarak herkes elini taşın altına koymak yerine, yeni biçim ve vizyon kılıfı altında üretilen malumat yığınının altına saklandı. 4 Marksizmin kapitalizm analizinde vazgeçilmez olgular olarak tespit ettiği meta ve para akışı yeni dönemin karşılandığı momentte yeniden ele alındı. Aslında buradaki yenilik, tepki biçimlerinin özsel değil, yüzeysel olarak ele alınması ile ilgiliydi. “O halde, meta ya da para gibi düşünülürse Sovyetler’in hatasına düşülmez ve sosyalizm somut bir gerçeklik hâline gelir” zannedildi. Marx’ın bu tip konularda kendi sınıfsal sınırlarını aşamayanlara yönelik eleştirisi şu şekildeydi: “Onları küçük-burjuvazinin temsilcisi yapan şey, bakkalların yaşamda aşamadıkları sınırları onların kafalarında aşamamaları, dolayısıyla da nesnel çıkarları ve toplumsal konumun bakkalları pratikte sürüklediği sorunlara ve çözümlere onların teoride sürüklenmeleridir. Bir sınıfın siyasal ve yazınsal temsilcileriyle temsil ettikleri sınıf arasındaki ilişki genellikle budur.” Esas olarak “bakkal sahibi nihayetinde bakkal sahibi gibi düşünür” diyen Marx’ın eleştirisinde olduğu gibi, kapitalizm eleştirisinde saf tutanlar kendi sınıfsal reflekslerini teorilerine yansıttılar ve sonuçta ya metacı ya da paracı 41


oldular. Bu iki eleştiri kulvarı Sovyet eleştirisi ve Dünya’nın yeni hâli ile ilgili tespitlerde kimi noktalarda ortaklaştı. Özde bu iki kesim şu sonuca ulaştı: sosyalizm esas olarak kapitalizm içi düşünsel ve eylemsel yükseliş biçimi olmalıdır. Meta ve para akışını birlikte analiz eden ve artı-değer bağlamında sınıfı gören Marksizm unutuldu, onun yerine, metanın ve paranın özsel ve biçimsel sorunları gündeme taşındı. Sonuçta bakkal sahibi bakkal sahibi gibi düşünüyordu ve metacılar tefecilere, paracılar tüccarlara cephe aldı. Mecazî anlamda kullanılan bu ifadenin somut karşılıkları da görüldü. Küçük üreticiyi sahiplenen ve buradan kapitalistlere akıl verenler ya da serbest piyasa ve sermaye akışı üzerinden ekonominin canlanmasını düşleyip AB’ci olanlar görüldü. Tarihe de bu anlayış üzerinden bakıldı. Meta üretiminin belirleyici olduğu dönemler göge çıkartıldı. “Ne güzel kapitalizm fabrika kuruyordu ama şu lanet olası malî sermaye geldi mertlik bozuldu” denildi. Tersten meta üretiminin talîleştiğini, aslolanın insanların cebindeki para olduğunu söyleyen “Marksist” sosyalist ekonomistler görüldü. 5 Yıllar sonra ABD think-tank’lerinin itiraf ettiği ideolojik saldırıyı göğüsleyecek herhangi bir adım atılmadı. Bu kadar ekonomi ve ekonomizm içinde siyaset ekonomiyle ilgili düşüncelerden oluşan ideolojik tepkilere indirgendi. İdeolojik zafiyetlerin üzerine gidilmesi için gerekli olan teori hep karşı tarafın düşünsel taktik ve stratejilerine kurban edildi. Burjuva devlet iktidarı ile şu veya bu şekilde mücadele eden unsurlar, bu isim tamlamasının neresine vurgu yaptığına göre ayrıştı. Burjuva karşıtları devleti, devlet karşıtları sistem eleştirisini, sistem eleştirisi yapanlar iktidarın gerekliliğini görmediler. Her kilidi açan, her durumu karşılayan ya da tüm gerçekliği kucaklayan devrimci işçi iktidarı formülasyonları üretenlerle, kendi kısmî mücadele biçimlerini bu formüle ikâme edenler burjuva devlet iktidarını teoride ve pratikte somutlayacak hiçbir adım atmadı. Nihaî bir hedef olan devrimci işçi iktidarı ya unutuldu ya da anın belirsizliği içine gömüldü. Sonuçta, burjuvalara, devletlere ya da tüm iktidar ilişkilerine karşı formüle edilen “sosyalizm”ler türetildi. Bu tartışmaları belli bir kavşakta buluşturma yönünde Marksizm bağlamında teorik ve pratik faaliyet söz konusu olmayınca herkes kendi krallığını ilân etti. Lenin’in sınıf mücadelelerine dair bilgiyle devrimci işçi iktidarını ilişkilendiren tarihsel varlığı ise çoktan unutulmuştu. Bu anlamda, sosyalizm kimi zaman liberallerin kimi zaman da faşist/şovenist unsurların oyuncağı oldu. 42

Burjuva devlet iktidarına karşı üretilen kısmî tepki biçimlerini ortaklaştıracak belli bir ahlâk ve hukuk tarzı da üretilemedi. İçe ve dışa dönük varoluş kavgası adına bu tepki biçimleri sosyalizm edebiyatını kendi çeperinde güncelleştirmekten başka birşey yapmadı. “Yaşasın sosyalizm” demek hoş, nahif ve güzeldi ama asıl önemli olan onu mücadele içindeki kolektif dinamiklerin silâhı hâline getirebilmekti. 6 Bu süreçte tüccar ve tefeci solcular her yanı sardı. Kapitalizm karşıtı tepkilerini somutta tanımlayamadıkları ve bu anlamda sınıf mücadelelerinin ateşi içine girip kendi sınıfsal çeperlerini aşamadıkları için bu iki çevre ideolojik anlamda piyasaya hâkim oldu. Her güncel durum verili pozisyona göre değerlendirildi. Hızlı giden bir şoförü esasen arabanın kullandığı düşünülürse, meta ve para piyasalarındaki her türlü hareketlilik ilgili kişileri farklı mecralara sürükledi. Sonuçta, IMF’i eleştirirken daha iyi “IMF”, AB’yi eleştirirken daha iyi “AB” isteyenler türedi. Kara ya da ak, her türlü para akışının kontrolünü öngörenler IMF’i bir biçimde savundu. Metaların nitel gelişkinliğini ve kalitesini arzulayanlar AB görüşmelerini alkışladı. Tefeciler Avrupa çizgisini, tüccarlar ABD’yi eleştirdi. Her iki emperyalist gücün ortak bir maziye sahip olduğunu ve sınıfsal ilişkilerde yan yana durduğunu kimse düşünmedi. Her iki coğrafyadaki sınıflar mücadelesi unutuldu. Para ve meta ilişkileri bağlamında geliştirilen artı-değer analizleri moda olmaktan çıkınca, sınıfın sömürüsü ve sosyalist siyaset de anlamsızlaştı. Para, meta ve artı-değer bağlamında geliştirilen kapitalizm eleştirisinin teorik planda Marksizm kavşağına ihtiyacı vardı; Marksizm unutuldukça ya da farklı liberal tezlere doğru evriltildikçe kapitalizm eleştirisi de, onu içeriden dönüştürmek isteyenlerin dümen suyunda biçimlendi. 7 Solcuların nicel ve nitel açıdan tefeci ya da tüccar olduğu bu dönemde ne tefeci ne tüccar olabilenler farklı bir çizgiyi benimsedi. Onlar özellikle Batı’daki “Eleştirel Marksizm” geleneğinden beslendi ve kendi bireysel konumunu toplumun karşısına çıkarttı. Esasında Marksizme dönük eleştirellikten beslenen bu çevreler, toplumu sınıfsal değil, bireysel konumuna göre parçaladı. Eziliyorsa, ezilmeyi bu bireysel konumun bayrağı yaptı. “Ne malım var ne pulum” diyenler kendilerine döndüler. Kendi varoluşlarını sisteme entegre etmenin gizli ya da açık yollarını aradılar. Ya ruhlarına paranın akışkanlığını kazandırıp âlemlere aktılar ya da bedenlerine meta muamelesi yapıp yeni pazarlarda yer aldılar. Her iki tarzın da kendince bir sosyalizm anlayışı vardı. Her iki yönelime mensup birey de toplumun kendisi gibi olmasını istiyordu. Toplum adına konuşana “faşist”, arkadaşın sırttan düğme43


li gömleğini ilikleyene “zavallı” dedi ama kendisi de “herkes benim gibi serbest olsun” diyebildi. Bugün metayı paranın akışkanlığı ile yeniden formüle eden ve serbest piyasanın nimetlerinden faydalanmaya meyleden Çin Marksizmi geleneğinden beslenenlerse, “karma felsefesi” uyarınca, iyi ile kötünün diyalektiği adına, farklı bir yola girdi. Onlar, Doğu masallarından esinlenen teorik yönelimleriyle, nesnel analiz geliştirmeksizin, ara yolların yararlı olduğunu düşündüler. “Hem ateşim hem su” diyen bu zatlar kendilerini, sosyalizmin (hatta komünizmin) bugünde fiilîleşmiş hâli olarak gördüklerinden, herşeye üstten bakabilme yetisi kazandıklarını zannettiler. Tüm karşıtlıklarla oynama hakkı ile birlikte kapitalizmin bir biçimde aşılabileceğine inandılar. Kendi bedensel varoluşları ile sosyalizmi yaşattıklarını düşünenler, devrimci siyasete katkı sunmadılar, aksine, onun somut varlık alanı bulması yönündeki tüm fırsatları tükettiler. 8 Sosyalizmi ilkel hâliyle kucaklayıp sahiplenmenin ya da arkadaşının gömleğini iliklemenin romantik bir yanı var ama devrimci politik mücadele buna indirgenmemelidir. Toplum saf bir bütünlük olarak ele alındığı sürece toplumcu düşünce düşmana kan vermeye devam edecektir. Düşman sınıfsal-politik açıdan netleşmek zorundadır. Bu netleşme tümüyle, sınıfsalpolitik olanla devrimci-politik olanın örgütlü kolektif mücadele ile eşgüdümlü hâle getirilmesi ile mümkündür. Sosyalizm fikri ve pratiği, tarihsel çatışma momentleri ile beslenmiyorsa devrimci olamaz; toplumsal çelişki hâlleri ile beslenmiyorsa sınıfsal anlamını yitirir. Sosyalizm sınıfsal yığınların elinde bir bayrağa değil silâha dönüşmelidir. Bunun için kavgacı bir aydın grubuna değil, savaşan bir sınıfa ihtiyaç vardır. Toplumsal alanda politikleşen unsurlar devrimci sınıf perspektifine kavuşmazsa egemenlerin gücüne güç katar. Eğer atılan yumruk düşmana zarar vermiyorsa yumruğun sahibine zarar verir. Topluma hâkim olan düşünceler egemenlere aitse, somut olarak politikleşen fikirler ve teorize edilen politik pratikler sınıfsal ayraca tâbi tutulmalıdır. Teori ve pratik olarak sosyalizm eski güzel günlerinin çok gerisindedir. Kimileri, geçmişin inkârı adına ondan çoktan vazgeçmiş, bu anlamda toplumu görmenin anlamsızlığına kâni olmuştur. Oysa toplumsalı görmekle soyut bir kurgu olarak toplumu görmek farklı şeylerdir ve komünistler için ilki hâlâ önemlidir. Toplumsal olan görülmeden sınıfsal ve devrime ilişkin olan görülemez.

Marx geçmiş devrimlerin devrimci eleştirisi ile ilerlemiştir. Bugünkü Marksistlerin de benzer bir devrimci tavırla geçmişteki devrimleri devrimci eleştirinin konusu yapmaları gerekmektedir. Marx, Fransız Devrimi dâhil tüm devrimlerin küçük bir azınlığın devrildiği ve yerine yine küçük bir azınlığın geldiği tarihsel olaylar olarak değerlendirmiştir. Buradaki kritik nokta, devrimlerin toplumsal niteliğinde bir değişikliğin yaşanmamış olmasıdır. Paris Komünü ve Ekim Devrimi bu anlamda toplumsal dönüşüm momentleridir. Her ikisi de siyasî iktidarın toplumsal alandaki değişimine muazzam katkılar yapmıştır. Ancak yine de eksik olan tarihsel dinamiklerin yol açtığı değişimlerin kurumsallık kazanamamış olmasıdır. Bu sebeple, geçmiş devrimlerin biçimsel bir hatası devrimcilerin yıktıkları saraylara yerleşmesidir. Verili durum ve dönem dâhilinde eski iktidar kurumlarına olan ihtiyaç, o kurumları yıkıp farklı bir bağlamda yeniden kuracak olan dinamiklerin pratik katkıları ile yeterince beslenememeyi dayatmıştır. Bu nedenle geleceğin devrimi için yola koyulanlar geçmişteki bu zaafa düşmeksizin, fiilî olarak şimdiden tüm sermaye, devlet ve iktidar karşıtı dinamiği görecek bir yerde durarak, devrimin karakterine ait oluşumu bu dinamiklerin kolektif pratiği ile tanımlamalıdır. Bizim devrimimiz iktidar alanlarını fabrikalara, tarlalara ve kampuslara taşımalıdır. Yeni Kremlin’ler yerine, önceden oluşan devrim ocakları devrimci ocaklara dönüşmeli ve buraları yeni iktidar alanları hâline gelmelidir. “Söz yetki ve karar emekçi halkın olmalı” cümlesi lafta kalmamalıdır. Küçük-burjuva aydınların egemenliğindeki solun bunu düşünmesi mümkün değildir. O ya tefeci ve tüccar olup sistemle çelişkilerini “politika” ve “ideoloji” diye yutturur ya kendince devlet taklidi alanlar yaratır ya da kendi yaşamsal pratiğini içi boş iktidar hesaplarına kurban eder. Saraylar yenileri yapılsın diye yıkılmaz; toplumsal-tarihsel dönüşüm kendi öznesini kapalı kapılar ardında toplanıp masabaşı hesaplar yapan insanlar arasından bulmaz.

* 6. Kitap Dünyası Fuarı’nda Kolektifimiz’in 19 Kasım 2005 günü saat 18.00’de düzenlediği “Sosyalizm Öldü mü?” konulu Panel-Söyleşi’de yazarın yaptığı konuşma metninin genişletilmiş hâlidir. (S.P.)

9 44

45


Mehmet Eymen

-Panel Konuşması-

Hiçbir Güç Sosyalizmin Kılına Dokunamaz ! *

“Sosyalizm Öldü mü?” konulu Panel-Söyleşi’den bir görünüm.

Kapitalizm, 1970'lerde girdiği derin krizi aşmakta büyük zorluğa düştü. Bunu gidermek için sistemin üçlü temel sacayağını harekete geçirdi. Bunlardan ilki, kilise, Polonya'nın Gdansk tersanelerinde Lech Walesa eliyle işçi sınıfını sosyalist hedeflerden bağımsızlaştırmak -yani izole etmekhereketini başlattı. Öte yandan da İran'da Şah rejiminin gerçek muhalifi olan komünist Tudeh Partisi'ni devre dışı bırakmak üzere Ayetullah Humeyni'nin dinsel darbesini destekledi, komünistleri ezip geçirdi. İkinci ayak olan ordu, nötron bombasından tutun da uzay savaşları denilen atmosfer dışı füze saldırılarına kadar uzanan bir dizi yeni saldırı planını gündeme getirdi. Öte yandan da Afganistan'dan Kuzey Afrika^ya dek uzanan bölgede dinsel temelli yeşil kuşak çizgisi içinde anti-sovyet gerilla saldırılarına destek verdi. Üçüncü ayak olan bankacılık da, Mont Pelerin Cemiyeti ve Bilderberg Grubu tarafından kotarılan ekonomik bir sentez programı hazırlattı ve bunu Trilateral Komisyon'a iletti. Ekonomi üzerindeki çalışmaların başını Friedrich von Hayek, James Buchanan ve Milton Friedman çektiler. Bu çalışmaların alt komisyonunda bazı Türkler de vardı. Örneğin bunlardan biri Rüşdü Saraçoğlu idi. Turgut Özal tuttu Saraçolu'nu Türkiye'ye getirdi ve para politikası organizasyonunun ve Merkez Bankası'nın başına geçirdi. Merkez Bankası'ndan ayrıldıktan sonra Saraçoğlu Egebank'ta Murat Demirel ile çalıştı ve bu bankanın hortumlanmasından dolayı tutuklandı. Şimdi ise Rahmi Koç tarafından Koç Allianz sigortacılığın başına getirildi. Kapitalizmin kilise, ordu ve bankacılık sacayağından türetilen sistemi krizden çıkarma politikasının uygulanması, dönemin ABD Başkanı Reagan ve İngiltere Başbakanı Thatcher tarafından gerçekleştirildi. Bu ikilinin elinde 1980'lerle başlatılan süreç, sosyalizme ve Marksizme karşı planlı, küresel ölçekli ve sürekli bir saldırı şeklini aldı. Yeni Dünya Düzeni olarak formüle edilen bu saldırının nihai amacı sosyalizmin esamesinin okunmadığı bir küresel emperyalizm egemenliği idi. 1990'lara varıldığında, bir yandan Polonya'da başlatılıp yayılan işçi sınıfını sosyalist hedeflerden izole etmek, diğer bir yandan askersel alanda dayatılan uzay savaşları tehditi ne karşı Varşova Paktı ülkelerinin büyük harcamalara girme zorunluğu, Afganistan ve İran'dan harekete geçirilmiş Yeşil Kuşak'la kuşatılması, öteyandan da Marksist temelleri eksik birçok iktisatçının destek verdiği piyasa ekonomisinin sosyalist pazara adapte edilmesi gibi savlar Sovyetler Birliği ve

46

47


sosyalist ülkelerin çözülüşünü getirdi. Bu çözülüşle birlikte dünyanın her köşesinden "sosyalizm öldü" naraları yükseldi. Günümüze kadar sürdü ve hâlâ sürüyor. Hatta naraları atanlar dünün zafer sarhoşları da değil artık. Dünün sosyalist geçinenleri de, günümüzün sosyalist yaftalı örgütleri de buna eklemlendi. Bu gibilere ülkemizden örnek vermek gerekirse, son günlerde görüyoruz ki, Leipzig'deki dış büroya TKP tabelası asanların son kuşağından Nabi Yağcı ve partiyi ele geçirdiği 1981 darbesindeki kadroları, günümüzün komünist partisinin Marksist olmasının gerekmediğini öne sürüyorlar. ÖDP cenahı "yeni sol" diye bir anlayışı empoze ederek sosyalizmin içinden işçi sınıfını dışlamaya uzanan bir yol izliyor. Onlara göre herşey değişmiştir ve bu değişikliğe uyum gereklidir. Oysa dünden bugüne değişen hiçbir şey yoktur. Kapitalizmin özü üretim araçlarının özel mülkiyeti ve artıdeğer sömürüsüdür. Ne üretim araçlarının özel mülkiyeti durumunda ne de kapitalist sistemin varoluşunun temel dayanağı artıdeğer sömürüsünde hiçbir değişiklik yoktur. Hatta, üretim araçlarının özel mülkiyeti daha da sınırlı ve nicel olarak az bir sermayedar zümresinin eline geçmiştir ve bu nedenle de artıdeğer sömürüsü daha da katmerlenmiştir. Bizlere değişiklik ve hatta yepyeni bir ivmelenme olarak sunulmaya gayret edilen şey, eski sanayi toplumu modelinin sona erdiği, şimdi bilgi çağına, teknolojik üretim sürecine girildiği savıdır. Bu nedenle işçi sınıfının yapısının da değiştiği öne çıkarılmaktadır. Oysa bunların hepsi safsatadır. Kapitalizmin, varlığını sürdürmek için ihtiyaç duyduğu en önemli şey teknolojik gelişim ve bunun sürekliliğidir. James Watt, buhar makinesini bulduğunda ve o güne kadarki kapitalist üretim teknolojisi değiştiğinde bu çok önemli bir teknolojik atılımdı. Hele o günün koşullarına göre bugünün bilgisayar teknolojisinden çok daha temelden değiştirici bir gelişmeydi. Sonunda ne oldu? Yeni teknoloji çağı üretim araçlarının özel mülkiyetini mi değiştirdi yoksa artı değeri mi? Tam tersine özel mülkiyet daha az elde toplandı, artıdeğerin kapitalist sömürüsü daha da katlandı. Kapitalizm için teknoloji, üretkenlik artışı demektir. Üretkenlik artışı ne kadar katlanırsa, üretenin artı değerinin sömürüsü de o oranda artar. Bu sömürüden nemalanmak isteyen kapitalistler arası çelişkiler de o kadar derinleşir, dünya çapında çatışmalara varır. Dünkü dünya paylaşım savaşlarının temelinde bu vardı. Bugün ne var? Dünyanın her yerinde iç çatışmalar, uluslararası çapta katılımla yürütülen bölgesel savaşlar, etnik bastırma hareketleri, geometrik dizilimle artan işsizlik, toplumsal yaşamın istisnasız her alanına sirayet etmiş derin eşitsizlik. Tüm bunlar, işçi sınıfının ve emekçilerin dünden daha da derin sömürülüşleri, küresel alanda dünya halklarının daha da kıyıma uğratılışları, sosyalizme duyulan özlem ve ihtiyacın bugün dünden çok daha gündemde olmasının nedenleridir. 48

Ama burada kafalar karıştırılmak istenmektedir. Olan biteni tanımlamak için uydurma yaftalar öne çıkarılmaktadır. Artan işsizlik kapitalist döngünün tıkanıklığıyla değil "teknoloji çağı" safsatasıyla izah edilmeye çalışılmaktadır. Kapitalistler arası yeniden paylaşım çatışmaları "ulusal refleklerle oluşan iç çatışmalar" şeklinde sunulmaktadır. Ulusçuluk ve ırkçılık varolmadıkça kapitalistler arasındaki paylaşım çatışmalarına kolay kolay kılıf bulunamayacağı için bu noktada tüm faşist güçler ve ulusalcılar sistem tarafından özenle beslenmektedirler. Marksist temeli olmayan veya bunu zaten başından reddetmiş fakat kendini sosyalist olarak ifade eden partiler, örgütler ve gruplar da bu noktada sistemle uzlaşma içindedirler. Çünkü onlar da olan biteni sözde "sol"dan yaklaşımla analiz etmektedirler ve analizlerinin temelini değişmiş dünya koşullarına bağlamakta, bilgi yoğun üretim sürecindeki işçinin işçilikten çıktığını varsaymakta, Marksizmin bu bağlamda yeniden üretilmesi gerektiğini söylemekte, emeğin yeniden tanımlanmasını istemekte, sendikaların yeni koşullara göre yapılandırılmasını öne sürmektedirler. Bu "sol" cenah bol bol laf üretmekte, analiz yapmakta, senaryolar üretmektedir. Ama bunların merkezinde ne işçi sınıfının ne de sınıf savaşımının yeri vardır. Çünkü bunlar herşeyi değişmiş gibi algılamakta ısrarcıdırlar. Marksist değillerdir. Sosyalist değillerdir. Komünist ise hiç değillerdir. Evet, bugün düne göre bir değişim vardır ortada. O da kapitalist sömürünün organizasyon biçimindeki değişikliktir. Bu değişik organizasyon içine "sol" etiketli ihanet odakları dahil edilmişlerdir. Evet, dünün sosyalist binasının birkaç katı birden çöktü 1990'larda. Bu inşadaki mimarlık ve mühendislik hatalarından kaynaklandı. Ama böyle olduğu için mimarlık ve mühendislik bilimini reddedecek değiliz. Bu diyalektik ve tarihsel maddeci bilimi reddetmek demektir. Kapitalizmin üçlü sacayacağına eklemlediği "sol" kılıklı sapkınlarla sürdürdüğü "sosyalizm öldü" haykırışları, kafası dumanlı sarhoş naralarından öte değildir. Üretim araçları üzerindeki kapitalist mülkiyet ve artıdeğer sömürüsünün düne oranla katlanarak sürdüğü ve tüm insanlığa saldırıların doruğa ulaştığı günümüzde, sosyalist toplum yönündeki devinim de düne oranla katlanarak sürüyor. Sermaye sınıfı ve ondan nemalanan ulusalcı, ırkçı ve sol görünümlü gruplar giderek kendi aralarından dayanışmaya giriyorlar. Çünkü üzerlerinde dolaşan sosyalizm hayaleti bugün yeniden vücut buluyor. Sosyalizm öldü mü? Elbette ölmedi. Sermaye düzeni varoldukça, bu düzeni sınıf savaşımıyla tarihe gömene değin de ölmeyecek. Sosyalizmi ancak herkesten yeteğine göre, herkese ihtiyacına göre bir temelde hayat bulacak sınıfsız toplum, komünizm öldürebilir. Onun dışında hiçbir güç sosyalizmin kılına bile dokunamaz. Sosyalist görünümlü tuzak partileri,

49


Hakan Mertoğlu -İnceleme-EleştiriSol İşçi Sınıfını Yeniden "Keşfediyor"!

örgütleri ve gruplarının giderek artan korkuları ve yalpalamaları da bundandır.

İşçi Sınıfı Kurultayları, Sınıf (BD) Platformları, Dayanışma Evleri, İşçi Kültür Evleri, Dayanışma Kooperatifleri…

* 6. Kitap Dünyası Fuarı’nda Kolektifimiz’in 19 Kasım 2005 günü saat 18.00’de düzenlediği “Sosyalizm Öldü mü?” konulu Panel-Söyleşi’de yazarın yaptığı konuşma metnidir. (S.P.)

Zorunlu Bir Giriş "Kelin İlacı Olsa Başına Sürermiş"

Devlet tekelci kapitalizmi, içinde bulunduğumuz süreçte işçi sınıfına ve onun "kazanılmış" haklarına saldırılarını yoğunlaştırarak arttırmaktadır. Özelleştirmeler işsizliği arttırmakta ve sendikal örgütlülüğün yoğunluğunu erozyona uğratmaktadır. Taşeronlaştırma ise enformal çalışmayı dolayısıyla da işçi sınıfının örgütsüzlüğünü ve bölünmüşlüğünü beraberinde getir1 mektedir. Bu arada devlet tekelci kapitalizmi, elindeki kapitalist işletmeler sermaye sınıfına peşkeş çekerek sermaye aktarmaktadır. Aynı zamanda sermaye sınıfına yük ve görece işçi sınıfı lehine olan sosyal hakları hiçbir meşruiyeti olmayan ancak devlet gücü (zoru) ile uygulanabilen iş yasaları yoluyla budamaya devem etmektedir. SSK hastanelerinin devredilmesi, esnek çalışma, grev ve toplu iş sözleşmesi haklarının güdükleştirilerek sendikal örgütlülüklerin önünün kapatılması, kıdem tazminatı hakkının gasp edilmesi, bölgesel asgari ücret uygulamaları vb. gibi saldırılar devam edecek ve derinleşecektir. Bu noktada kendinde bir sınıf olan işçi sınıfı kendi konumunu korumak için tepkisel (spontan) hareketlerini kendi fabrikalarında, kendi işkollarında 2 “yoğunlaşmıştır. Bu hareketler zaman zaman işlerliği tartışma konusu olan işçi sınıfı sendikaları yoluyla işçi sınıfının farklı sektör ve bölgedeki mücadeleleri ile dayanışma ve bütünleşme eğilimi göstermektedir. En son SEKA deneyimi İşçi Sınıfının gündemine tekrardan fabrika işgalleri gibi ilerici mücadele yöntemlerini getirmiştir. 1

2

50

Kamu İktisadi İşletmeleri hiçbir zaman "kamusal" bir mal üretmemiştir. Kemalist cumhuriyetin başından beri bu işletmeler daha sonra sermaye sınıfına devredilmek üzere kurulmuştur. Bu işletmelerin ürettikleri, artık kapitalist birikimini sağlamış hatta sömürgeci denebilecek yerli, işbirlikçi, burjuvaziye ham madde ve ara mal üretiminden ibarettir. Örnek olarak Tüpraş verilebilir. Bir kısım kamucuların ve nasyonal (ulusal sol) sosyalistlerin ideolojik çarpıtmaları bu gerçeği değiştirmez. Örneğin, sip tekapesi gibi. Sendikaların sermaye sınıfı tarafından satın alınmış bürokratları, sendika ağaları, sendikal hareketin meşruiyetini işçi sınıfı nezdinde kaybetmesi, sendikal mücadelenin salt ekonomik taleplere indirgenerek sosyal ve siyasî taleplerinden vazgeçmesi ve ücret mücadelesinin parçalayıcı, bölücü niteliğine hapsolması…vb. Ancak buna rağmen…

51


Bu durum sendikalarda sendikal bürokrasiye rağmen; kararlı, mücadeleci ve bağımsız mevzilerin kazanılabileceğini göstermektedir. İşçi sınıfının bu spontan hareketlerinin bütünleşme eğilimi göstermesi, işçi sınıfının ye3 niden deneyim biriktirmesi nedeniyle çok önemlidir. Ancak burada ele aldığımız konunun kapsamı dışında olması nedeniyle işçi sınıfının bu hareketinin başarı ve başarısızlıklarından çok hareketin Sol’a yansımaları, bizi daha fazla ilgilendirmektedir. Çok önemli olan bu konuyu birilerinin 4 Kolektifimiz'e yakıştırdığı "Sorun Kolektifi Türkiye Sol"una sorun oluyor…", "şiar"ından yola çıkarak derinlemesine işleyememek sıkıntı vermesine 5 rağmen, konuyu ana hatlarıyla belirtmemiz gerekmektedir . Sol işçi sınıfı hareketinin canlanmaya başladığı her nesnellikte doğallıkla yüzünü bu harekete dönmektedir. Asıl doğal olmayan ise işçi sınıfı hareketi bir şekilde sönümlendiğinde işçi sınıfı örgütlenmelerinde ısrarcı olunmamasıdır. Hareketin görece sönümlendiği dönemlerde devreye ithal, eklektik 6 ideolojiler girer. Bu ideolojiler halk-ezilen-antiemperyalizm-devrim bağlamında kurulur ve bu bağlamın uzantısında işçi sınıfının sınıfsal hareketine teğet geçilir. İşçi sınıfı hareketlerinin yoğunlaştığı her dönemde Türkiye’deki Sol tarafından işçi sınıfı "yeniden" keşfedilir. Bu keşfetme biçimini ise içinde bulunulan nesnelliğin örgütsel ve politik donanımları uzantısında gerçekleşir. Sol’un içinde bulunduğu yapı nedeniyle her keşfetme eylemi kesintili, parçalı, aktarımsız biçimde, sil baştan fakat "yeni" ideolojik-politik "donanım"ların uzantısında kendini gösterir. Türkiye’deki Sol ve işçi sınıfı ilişkisi son 25-30 yıldır kendine özgü bir karakter şekillendirmiştir. Son 25 yıllık süreç içinde Sol hareketimizde örgütsel ve politik olarak süreklilik içinde tarihsel bir kopuş gerçekleştiremediğinden bu dönemi birlikte ele almak gerekir. Dönemin en belirleyici dönüm noktası, 12 Eylül 1980 askerî faşist darbesidir. Bu dönemin temel karakteristiği, fazlaca süzülmüş (yazının zorunluluğu gereği) olarak açıklamak gerekirse, üç nesnel sürecin üzerine inşa edilebilir:

3

4

Yeniden, çünkü: İşçi sınıfının geçmiş deneyimleriyle bugünü arasındaki bağları güçlü bir şekilde kuracak bağımsız, kapsayıcı, sosyalist hareket ile işçi sınıfı hareketini hem kendi içinde hem de birbirine dönük olarak birleştirecek İSP veya KP mevcut değildir. Böyle bir parti inşaa edilmediği sürece işçi sınıfı kendi hareketinden yeniden ve hep aynı noktadan öğrenmeye devam edecektir. "Kitle" fukarası Kolektifimiz, birilerinin "KOCA KOCA 'parti'lerine nasıl sorun olabiliyor bunu da muhataplarına sormak gerekir!

5

Çünkü bu haldeki Türkiye Sol'una sorun olmak bizim asli görevimizdir. Kelin yanında kabağı anmaya devam edeceğiz.

6

Derviş Okan, Sınıf-Devrim ve İktidar Bağlamında Marksizm, SORUN Polemik, Sayı: 15, Mart 2005.

52

Askerî faşist darbe sonrası toparlanma: İdeolojik ve politik hataların tespiti, dünyadaki örgütsel-politik ve teorik gelişmelerin takibi ve bunların kadrolar tarafından seçilmesi, bunun uzantısında ayrışma ve birleşme. Bu sürece işçi sınıfı dahil edilmemiştir. Çünkü işçi sınıfı, askerî faşist darbe esnasında, faşist darbenin zor aygıtı ve Sol'un örgütsel donanım yönelişleri nedeniyle politika dışına itilmiştir. Bu sürece geri dönüp bakıldığında ise Sol tarafından, işçi sınıfının devrimcileri yalnız bıraktığı ima edilmiştir ya da açıktan dile getirilmiştir. Bu tespitin doğal sonucu teori ve politikada yönelişin işçi sınıfından yana olmamasıdır. Toparlanma sonrası bölünme: Sol, toparlanma süreci boyunca biriktirdiği örgütsel ve politik sorunlar üzerine reformist-reformist-revizyonist ve devrimci kanat olarak ikiye ayrışmıştır. Toparlanma sürecinde olduğu gibi bu sürece de işçi sınıfı dahil edilememiştir. Ve bölünmenin Sol'un bir iç hesaplaşması olarak kalması da aslında süreci reformist-revizyonist ve devrimci diye kolayca adlandırmamızı engellemektedir. İşçi sınıfı eylemlilikleri ve işçi sınıfının keşfi: Bu sürece bölünmüş olarak giren Sol, tıpkı içinde bulunduğumuz koşullara benzer bir biçimde (iktisadî kriz, devlet tekelci kapitalizminin işçi sınıfı haklarına ve onun örgütlerine saldırılarını yoğunlaşması biçiminde gelişen sürece tepkisi) gelişen işçi sınıfı eylemliliklerinin devrimci dalgasını arkasına alarak hacmini ve etkinliğini genişletmiştir. Aslında bu dönemi, Sol'un devrimci ve reformist-revizyonist olarak belirttiğimiz bölünmesinin derinleşme süreci diye adlandırmak daha doğru olur. Asıl saflaşma bu sürece denk gelmiştir. Ve bu durum gelecek dönemin erken habercisi olmuştur. Yeniden bölünme ve atomize olma: İşçi sınıfı hareketini ve sosyalist hareketi birleşik devrimci bir işçi sınıfı partisi çatısı altında örgütleyip sermaye sınıfı ve devlet tekelci kapitalizmi saldırıları karşısında konumlandıramayan Sol, işçi sınıfının devrimci dalgası geri çekilince genişleyen hacmini muhafaza edememiş tekrardan bölünmüştür. İçinde bulunduğumuz dönemin temel karakteristiğini üzerine inşa edeceğimiz bu toparlanma ve bölünme nöbetleri, nihayetinde bugün sayıları onlarla ifade edilebilecek “yasal”, “yarı yasal” ve “illegal” örgütsel konumlanışlara neden olmuştur. Yukarıda kısaca belirttiğimiz toparlanma ve bölünme süreçlerinin sonucunda Türkiye’deki Sol'a has üç temel karakteristik sekilenmiştir. İlk olarak belirtilmesi gereken, her örgütsel bölünmenin (özellikle 1917 Ekim Devrimi’nden, 1990 SSCB'nin nihaî sonuna varan tarihsellikte ortaya çıkan ideolojik salataların bolluğu ortamında) ideolojik bir zemine dayanma 'zorunluluğudur' ayrışan her hizip kendince yeni ideolojik "keşifler" yaparak Marksizm’e "katkı" getirmiştir! 53


İkinci olarak, Devrimci ve Marksist hareketin başlangıcına damgasını vuran küçükburjuva “sol“ devrimciliği hareketin geneline damgasını vurmuş ve sınıfla ilk karşı karşıya gelişinde, bölünmüş bir yapıyla sürece müdahale etmek durumunda kalmıştır. Bu nesnellik işçi sınıfının sınıf bilinçli unsurlarının büyük bir bölümünün güçlerini dağıtmakla kalmamış aynı zamanda işçi sınıfının büyük bir çoğunluğunu oluşturan ve resmî ideolojiyle kuşatılmış kesimlerinin, bu durumunu aşmasına katkı getiremeyerek bu nesnelliğin desteğini kazanamamıştır. Burjuva ideolojisi bu zaafı kullanarak işçi sınıfı ve sosyalist hareketin makasını açma ve Devrimci, Marksist yapılanmaları izole ederek onları marjinalleştirme olanağını yakalamıştır. Bu durum ise Sol’un işçi sınıfı içinde meşruiyet kazanma problemini doğurmuştur. Sonuçta günümüze kadar uzanan bu toparlanma ve bölünme dalgaları esnasında Sol'un bünyesine kattığı işçi sınıfının sınıf bilinçli kadroları, bu süreç sonucunda küçülen örgütlerde görev ve sorumluluk almak durumunda kalıp, öğütün küçük-burjuva devrimci kimliğini işçi sınıfı aleyhine kazanarak 7 kendi sınıfından kopmuş/koparılmıştır.

Kısaca söylemek gerekirse, Sol 25-30 yıllık dönemini, işçi sınıfının tarihsel sorumluluğunu kendisinin sırtlamasına yarayacak, onu iktidara taşıyacak teori-politikanın önünü açacak, işçi sınıfının kendi çıkarları etrafında örgütlendiği ve kendi zaferinin yolunu açan bir kurumlaşma yaratmaktan ziyade, kendini örgütlemekle; kendi varlığını sürdürmeye yarayacak kurumlaşmaların ve "teorilerin" yolunu açmakla meşgul olmuştur. Yani Sol kendi bölünmüşlüğünü ve parçalanmışlığını yeniden ve yeniden üretmiştir. Bu halde işçi sınıfının bölünmüşlüğüne çare aramak; işçi sınıfının çok doğru bir tanımla ifade ettiği mizahi bir tabirle anılmaktadır: Kelin ilacı olsa başına sürermiş! İşçi Sınıfı Yeniden "Keşfediliyor” Kıssadan Hisse: "Sırma saçları ve şimşir tarağıyla meydan kahvesi aynasının karşısından ayrılmayan köylünün yaşı kemale erince saçları tel tel tarağının ucunda kalmaya başlamış. Tepesinde köy meydanını aratmayacak bir boşlukla sandalyesinde aynadan uzakta oturan garibanın bütün hülyaları kabusa dönüşünce köyün bütün neşesi kaçmış. Köyün dertlere derman olmada hünerinden sual olunmayacak ihtiyar heyeti başlamış ataların bilindik reçetelerini telkin etmeye… İlaçlar denenmiş denenmiş çare yok. Bir zaman sonra meydan kahvesinin bütün âlimlerinin derdi tasası "sırma" saçlının saçlarının yeniden bitmesi oluvermiş… Gece sohbetlerinin uzun ve sıkıcı mülakatı haline gelen bu sorunu çözme işi, köyün cevahir gençlerine düşmüş. Açıkgöz gençlerden biri yeni ve mükemmel tedavi yöntemini allandıra pullandıra köy âlimlerine anlatmış. Tedavi şudur ki sorunun kökten çözümü oluvermiş: Sabahtan erken kalkılacak, Köyün en iri mandasının tezeği daha ilk yere düştüğünde, dumanı üzerinde tüterken alınıp başa sürülecek; güneşin en tepede olduğu saatlerde köy meydanında 3 saat güneşin altında oturulacak; sonra da baştaki tezek temizlenecek, tabi saçlar yolunmadan temizlenebilirse…"

Son olarak Sol, 25-30 yıllık deneyiminde bütün çıkış yollarını denemiş, eskitmiş ve tüketmiştir. Sonuçta, Kadrolar, gruplar, çevreler ve örgütler Devrimci ve Marksist Sol'un genelini Parti çatısı altında birleştirecek Komünist Parti inşası projesine ve işçi sınıfına inançlarını kaybetmişlerdir. Marksist ve Leninist bir yol olan Komünist Parti birliği yerine, sayıları onlarla ifade edilen örgütsel sektlerde duruşlarını realize etmeyi tercih etmişlerdir. Doğrusal büyüme, eğrisel büyüme gibi stratejiler; örgütsel ve politik donanımların merkezileştirilerek işçi sınıfının her alanda kapsanması yerine ikâme edilmiştir… Bütün bu sonuçlar tek bir noktaya işaret etmektedir: Türkiye Sol'u Marksizm ve Leninizm'den, bu literatür dillerden hiç düşmemesine rağmen, uzaklaşmıştır. Tasfiye olmuştur.

7

54

Geçenlerde farklı hiziplerin bir bölümü ile birlikte düzenlediğimiz 15-16 Haziran ile ilgili panelde işçi sınıfı kökenli konuşmacılardan biri ve onun yoldaşı tarafından belirtilen bir bakış açısı oldukça önemlidir. Burada RSDİP’in kuruluşunu 8-9 kişiye indirgeyen bir bakış açısı sergilenmiştir. Ancak bu 8-9 kişinin tabi olduğu eğilimleri temsil ettiği vurgusu yapılmamıştır. Bu anlayış Parti’nin kuruluşunu kişilere indirgeyerek küçükburjuva karakterini sergilemiştir. Bu duruma paralel olarak tarihsel metinlerde Dönemin Çarlık Rusyasında RSDİP’in ve diğer yapıların katkısıyla gerçekleşen büyük grevleri sanki bütün süreçleriyle partinin kendisi kendi hücrelerinde hazırlamıştır gibi bir imaj çizilmektedir. Bu hazırlıkların yapıldığı yere yani sendikalara yönelik vurgular hep geçiştirilmiştir. Senelerdir buna benzer biçimde küçükburjuva anlayış kadrolarımıza ince ince işlenmiştir.Bu nedenle partilerimizin, sayıları bir elin parmaklarını geçmeyen kişilerle kurar işçi sınıfını kendisi için sınıf olma yolunda parti hücrelerine örgütlenir. En azından işçi kökenli bir kadronun bu oyunu sezmesini beklerdik.

Türkiye’deki Sol, içinde bulunduğumuz dönemdeki işçi sınıfının mücadele dinamiklerinin baskısıyla, yüzünü işçi sınıfına dönmek zorunda kalmış; ikinci olarak da var olan parçalı ve işlevsiz konumunu bir süre daha devam etme olanağını yakalamıştır. Bu sürecin ana sorunsalı ise Sol’un artan işçi sınıfı eylemliliklerine nasıl ve hangi araçlarla dâhil olacağıdır. Elindeki reçetelerin işlevselliğinden sual olunamayan (Haşaaa!) Devrimci Sol kendi reçetesini hemencecik hazırlamıştır: İşçi Sınıfı Kurultayları, Sınıf (Bağımsız Devrimci) Platformları, Dayanışma Evleri, İşçi Kültür Evleri, Dayanışma 8 Kooperatifleri ... Bugün, Devrimci Sol’un bütün hizipleri (25-30 yıldır söylenegeldiği gibi) eski araçlar ve mücadele biçimleriyle işçi sınıfının örgütlenemeyeceği öner8

ESP Kurultay Çağrı Metni 1-2, Alınteri Gazetesi, Kızılbayrak Gazetesi, Yol Siyasi Dergi… vd.

55


mesinde ortaklaşmaktadır. Bununla birlikte sol devlet tekelci kapitalizminin işçi sınıfına saldırıların tahlilinde de aşağı yukarı benzer yaklaşımlar içindedir. Fakat işçi sınıfının önündeki problemler yumağı gittikçe büyümesine rağmen Sol’un işçi sınıfının karşısına çıkardığı yeni araçların çözmesi gereken problemlere yaklaşımlar tersine bir biçimde Sol’un örgütsel donanımına ve ihtiyaçlarına göre şekillenmektedir. Türkiye’deki Sol’un bir bölümü, yukarda bahsettiğimiz işçi sınıfının genelini ilgilendiren sosyal-politik süreç9 lerin işçi sınıfı lehine çözümünü öne çıkartırken bazı hizipler ise daha mü10 tevazi süreçlerin üstesinden gelmeyi üstlerine almışlardır. 9

10

56

“İşçiler emekçi memurlar olarak, aramızdaki parçalanmışlık ve sendikal bölünmüşlüğü nasıl ortadan kaldıracağımızı sınıf dayanışması ve sınıfın birliğini nasıl geliştireceğimizi, sermayenin saldırı politikalarına karşı nasıl bir mücadele hattı ve kararlılığı oluşturacağımız, tabanda ortak bir işçi-emekçi inisiyatifini nasıl geliştirebileceğimizi birlikte tartışalım”, ESP, Kurultay Çağrı Metni 1-2. İşçi sınıfının saflarında heyecan ve iddia uyandıracak, uğruna dövüşeceği bir gelecek vizyonuna ve programına ihtiyacı var… İşçi sınıfının, parça parça arayış dinamiklerin arasındaki etkileşim ve yakınlaşmayı arttıracak bütünden ileriye çekecek, öncü, sınıf bilinçli işçilerin güç birliğine ihtiyacı var… İşçi sınıfının profesyonel devrimci örgütçülere, sınıf bilinçli öncü çekirdeklere, yığınsallaşma dinamikleri temelinde hareket tarzı en geniş “esnek!” mücadele örgütlenmelerine ihtiyacı var…” http://www.alinteri.org/, İşçi Sınıfı Kurultayı, 5 Ağustos 2005. Karşımızda ezici bir çoğunluğunun herhangi bir örgütlülükten yoksun olduğu, alabildiğine dağınık, genç ve deneyimsiz işçilerin ağırlıkta olduğu bir sınıf kitlesi var. Bugün kapsamlı saldırılar karşısında sersemleyen işçi sınıfının, pek çok engelle karşılaştığı için belli bir eşiği aşamayan sınıf hareketinin ayağa kalkması için uzun soluklu, etkili ve çok yönlü bir müdahaleye ihtiyacı var. Kızıl Bayrak, Sınıf Hareketinin İhtiyaçları ve Kurultay Çalışmaları, Sayı (32), 13 Ağustos 2005. “…Yeni örgütümüzün belki daha küçük ölçekte, ama acil sorunlara elbirliği ile çözümler üretebilen bir karakteri olmalı. Emekçiler dışarıdan küçük gibi görünen, ama aslında hayatlarda önemli yeri olan sorunlara elbirliği ile çözümler bulabilsinler bu alanlarda yeniden moral depolasınlar. Birbirleri ile etkileşim içersine girip, somut bir hedef için birlikte mücadele edebilsinler. Bazı şeyleri ortak dayanışma sayesinde değiştirebilsinler”, Yol Siyasi Dergi, Sayı: 7 Eylül 2005. “Bugün gelinen noktada işçi sınıfının kaybedilen mevzileri dışında bir şey kalmamıştır. İşçilerin gündelik hayatlarını işini kaybetme korkusu, işsizlik, aldığı ücretle ‘nasıl daha iyi geçinebilirim?’ derdi sarmıştır. İşçi sınıfının büyük bir kesimi kayıt dışı çalışmakta, esnek üretimle beraber günübirlik, aylık veya mevsimlik olarak çalışmaktadır. Bununla beraber, işçiler arası rekabetin arttığı, güvensizliğin kol gezdiği bir durumdayız. Halimiz böyle olunca işçi sınıfının daha önce benzer dönemlerden geçtiği ve bu dönemlerde hangi araçların kullanıldığına bakmak gerekli diye düşündük. Karşımıza kooperatif tipi örgütlenmeler, yardımlaşma fonları ve dayanışma evleri gibi örgütlenmeler çıktı. Demek ki doğru yoldayız yoldaşlar. Velâkin daha kirişteyiz. Kooperatif örgütlenmesi işçilerin temel ve yaşamsal sorunlarından hareketle yola çıktığı için toparlayıcıdır, güven vericidir ve işçi sınıfının demokrasi okuludur. İşçilerin kendi elleri ile kurdukları kurumlardır. Bizler için bu kooperatifleri bulunduğumuz alanlarda yaşama geçirme pratiğimiz bu işin ilk adımıdır. Esasen işin özü işçileri kendi meseleleri etrafında birleştirmek ve sorunlara müdahil olmasını sağlamaktır. Kooperatif örgütlenmelerini küçümseyen, bu çabaları ‘bilinç yerine pirinç götürme‘ diye küçümseyen ve yukardan

Sol’un üzerinde mutabakata vardığı ve işçi sınıfının sınıfsal mücadele11 sinde önüne çıkartılan bütün bu problemler işçi sınıfının ekonomik mücadelesinin kapsamına girmektedir. Doğal olarak da işçi sınıfının bu saldırılara ilk elden yanıtı ekonomik mücadele araçlarıyla(kurumlarıyla) yani sendikalarıyla verilmiştir. Üstelik işçi sınıfı mücadelesini son birkaç örnekte olduğu gibi ilk olarak patronları(devlet veya özel)na daha sonra da onlarla uzlaşma içinde olan sendika bürokratlarına karşı gerçekleştirmiştir. Sendika bürokrasisi de salt ücret pazarlığının kendi sonunu hazırladığının farkındadır. Sendika ağaları sınırlarını kendi çizdikleri bir ittifakla Sol’a muhtaçtır. En son DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi’nin Abant’ta Sol’da birliği tartışmak için yaptığı toplantı bunun göstergesidir. Sol bu çaresizlikten işçi sınıfı yararına sonuçlar çıkarmalıdır. Nesnellik bu konumda iken neden Türkiye Sol’u işçi sınıfını kendisi için örgütlemek adına sendika ile siyasal parti arası, hatta zaman zaman “sivil toplum örgütleri” gibi çalışan bir kurumsallaşma formüle ederek bu alana mevzileniyor? Sol’un üzerinde sessiz bir mutabakata vardığı konulardan biri de (solun bazı kesimleri dolanbaçlı yollardan dile getirip, doğrudan söylemeseler de)

11

bakan anlayışlar besbelli ki bilinci de pirinç gibi dağıtılan bir nesne gibi görmekteler. Çalışmaları Büyüdükçe Anlam Kazanacak, Köz ,Sayı 23, Kasım 2004 Kooperatif. İşçi sınıfının sınıfsal mücadelesi, ekonomik (burjuvaziyi işçi sınıfı lehine tavize zorlamak) mücadele ve siyasal (burjuva iktidarı ele geçirme ve tasfiye etme: proletarya diktatörlüğü) mücadele olarak iki kanaldan akar. Daha K.Marx Kapital’i yazmadan önce işçi sınıfının sınıfsal mücadelesi ekonomik ve siyasal mücadele biçiminde iki kanalda şekillenmiştir. Marx’tan sonra işçi sınıfı, yalnızca burjuvazinin kapitalist devlet aygıtından tavizler koparmak veya elde edilen tavizleri korumak için değil tümüyle emperyalist kapitalist sistemi yok etmek için mücadele vermiştir. Lenin ise bu mücadeleyi doruk noktasına taşımıştır. Ancak ekonomik ve siyasal mücadele biçimlerini yeniden tanımlayarak: ekonomik ve siyasal mücadelenin yönü, Marx’ın gösterdiği yöne, kapitalist sistemi yok etmeye doğrudur. Yani işçi sınıfının ekonomik talepleri ve siyasal talepleri arasındaki ayrımlar silinirken (her ekonomik talep aynı zamanda bir siyasal talep haline gelmiştir.); bu mücadelelerin verildiği yer, araçlar ve hedefler kesin olarak ayrışmıştır. Ekim Devrimine varan süreçte işçi sınıfı kendi öz örgütlerinde yani sendikalarında yani diğer sınıf kardeşlerinin yanında örgütlenmiştir. İşçi sınıfının öncüleri siyasal partide örgütlenmiştir. Parti ise fabrikalarda ve sendikalarda kendisini değil işçi sınıfını kapitalizme karşı işçi sınıfının kendisi için örgütlemiştir. Kadet hükümetini ve diğer gerici hükümetleri sarsan genel grevler, sendikalar ve sendikaların içinde çalışma yürüten partili işçiler yoluyla örgütlenmiştir. Bu noktada işçi sınıfının sendikaları hem ekonomik hem de siyasal mücadelede kilit rol oynamıştır. Devrim sonrası iç savaş, sosyalist inşanın inşa süreci ve Sovyetler’in temel birimleri gene sendikalardır. Sovyet Deneyimi işçi sınıfının mücadele kanallarından çok mücadelenin yerine yapılmış büyük bir vurgudur. Parti→ Sendika→ Parti→ Sendika→ Sovyet. Ekim Devrimini hazırlayan süreç ve sosyalist inşa boyunca parti ve sendika arasında kalan örgütsel formülasyonlar kesinlikle yaratılmamıştır. Bu tür girişimler ise kesin kes Lenin tarafından tasfiyecilikle mahkûm edilmiştir. Bkz. V.I. Lenin, Sendikalar Üzerine, Sorun Yayınları, 1998.

57


sendikaların işçi sınıfının örgütlüğünün ve mücadelesinin önünün açılma12 sında işlevini yitirmesinin ilanıdır. Ve Sol bu mutabakatın teorik zemini de hazırlamıştır. Teorik Örgütsel Maskaralık “Ha kel Hasan; Ha Hasan kel”

Sol açısından işçi sınıfı sendikalarının işlevini yitirmesinin gerekçesi emperyalist kapitalizmin dayattığı neoliberal politikalar ve sendika bürokrasisinin, sendikal hareketi geriletici sonuçları üzerinden değerlendirilmektedir. Bu durum konuya kısa bir giriş yapmamızı gerektirmektedir. Dünya emperyalist kapitalist sisteminin kendi tahkimat sürecinin bir parçası olan neoliberal politikalar özellikle SSCB’nin dağılmasından itibaren zincirlerinden boşalırcasına bütün dünya coğrafyasına yayılmış ve derinleştirilmiştir. Coğrafyamızda da 24 Ocak karları ile başlayan mazisi; içinden geçmekte olduğumuz Büyük Satış süreciyle sonlarına yaklaşmaktadır. Neoliberal politikaların belkemiği devletin iktisadî ortamdan ayıklanmasıdır. Bu formülasyon kendini özelleştirmeler ile bütün dünyada somutlamıştır. Aynı zamanda devlet piyasadan elini çekerken piyasayı emperyalist kapitalist tekeller açısından daha kârlı hale getirmek görevini üstlenmiştir. Bu sürecin hemen öncesinde devlet, emperyalist kapitalist sistemin bekası açısından zorunlu olarak “sosyal devlet kisvesine bürünmekteydi. Sistem, aşırı işçi maliyetleri, rekabet ve sosyal maliyetlerin baskısını, devlete iktisadî rol biçerek kendi sırtından atmış, tepesinde kendisinin olduğu şirketlerini binlerce parçaya bölerek yönetiminde realizasyon yaratmış, üzerinde giderek uzmanlaştığı postfordist üretim biçimleriyle maliyet esnekliği ve rekabet gücü yakalayarak kendi tahkimatını gerçekleştirmiştir. Bu süreç içinde malî sermaye kârlı yatırımları realize ederek verimsiz, geniş, hantal işleyen mekanizmaları temizlemiştir. Ancak emperyalist kapitalist sistemin tek kutuplu dünyada güvenlik endişesi kalmayınca da önce sistemin sırtına vergiler yoluyla büyük yük olan daha sonrada piyasada kendine rakip olan “sosyal devleti” anlayışını tasfiyeye girişmiştir. Bununla birlikte devlete yeni bir rol yüklenmiştir: Emperyalist kapitalist piyasaya açılan yeni coğrafyalara yayılmak için devletin düzenleyici gücü (yani zor aygıtı) ile yeni kanallar yaratmak. Bir önceki dönemde küçülen şirket yapıları, hem devletin piyasadan çekilmesiyle boşa12

58

“Artık eski, aşınmış örgüt ve mücadele biçimleriyle ve mevcut hantal, bürokratik sendikal anlayışlarla bir yere varamayız. Mevcut sendika yönetimlerinin ezici çoğunluğundan mücadeleci bir kararlılık geliştirmelerini beklemek nafile! İşçi sınıfı ise, saldırıların ağır sonuçları altında ezilmesine karşın güçlü karşı koyuş iradesi yaratamıyor…” ESP İşçi kurultayları Çağrı Metni. Ayrıca bkz. 7. dipnot.

lan üretim organizasyonlarının satın alınması için gereken sermaye birikimlerini sağlamak hem de neoliberal politikaları topluma ve devlete propaganda etmek veyahut siyasal baskı uygulamak için şişirilmiş, tekelleşme ve şirket evlilikleri yoğunlaşmıştır. Sol kısaca özetlemeye çalıştığımız bu nesnel süreçleri değerlendirirken işçi sınıfının örgütlülüğü açısından örgütlü (sendikalı) işçi sınıfının tasfiye13 sini öne çıkartan süreçleri görmeyi tercih etmiştir. İlk olarak hemen belirtmek gerekir ki, işçi sınıfını iktisadî buhran dönemlerindeki sınıfsal hareketlilikte hatırlayan; işçi sınıfını sendikalarında örgütleyerek ve kendisini sınıf hareketinin merkezine koyarak ve meşruluğunun buradan alan işçi sınıfının komünist partisi projesi olmayan bir Sol’un böyle tespitleri utanarak yapması gerekmez midir? Sanki bu durumda Sol’un örgütsel konumlanışının bir etkisi yokmuş gibi dışardan bir tavırla “sendikalar işlevsizdir” demek neyin 14 ifadesidir, okurlarımız bunu anlayacaklardır. (Miskin asmanın kel koruğu bir gün gelir tepene çıkar). Sol’un “somut durumun somut tahlili” yeteneği sonuçların ötesini, yani eğilimleri göremez. Tasfiye olan işçi sınıfının genelde devlet işletmelerinde çalışan ve sendikalı işçilerin çoğunluğunu oluşturan kesimdir. Bu işyerlerine girebilme koşulu iktidarla ilişkilerden geçer ve sendikalı olan bu işçilerin işçi sınıfının geneline göre kaybedecekleri çok şey vardır. Tasfiye olan devlet ve patronlar ile işbirliği yapan sarı sendikalardır. Sendikaların ve Sendikalı işçilerin tasfiye olması işçi sınıfının sayısının azaldığı anlamına da gelmez. Aksine sendikaların direngen mücadele sürdürdükleri süreçlerde kayıtlı üye sa13

“İşçi sınıfının gücünü zayıflatmak ve örgütlenme yeteneğini felce uğratmak amacıyla kurgulanmış ve büyük oranda da başarıya ulaşmış dayatmalardan bahsediyoruz. Geleneksel sınıfı örgütünün temeli olan fabrika yapısı hızla çözüldü. Dev üretim merkezleri, fason iş yapan yüzlerce küçük birime parçalandı… Var olan sendikal örgütlülükler hızla güç ve üye kaybetmektedir… kendisini salt ücret sendikacılığı ile sınırlayan sendikaların bu koşulları yaşaması da doğal karşılanabilir.” Sınıfı Örgütlemek İçin Dayanışmayı Büyütmeye, Yol Siyasi Dergi, Ağustos Eylül 2005, Sayı 7, s.69-72. Burada bu alıntıyı tercih etmemiz sadece Yol dergisine bir vurgu değildir. Bu somut ve doğru durumu Türkiye Sol’unun %99’u paylaşmakta ve bu tahlilin hemen akabinde sendikaları işlevsizlikle mahkûm etmektedirler. Bu tespit gecikmiş bir tespittir. 24 Ocak kararları ile Türkiye’nin gündemine oturan neoliberal politikaların hemen akabinde yapılması ve ona göre tedbir alınması gerekirken Sol bu tespiti postfordizmin bir atımlık bile mermisi kalmayınca yapıyor. Elveda postfordizm, postmodernizim, neoliberal politikalar. Merhaba vahşi kapitalizm.

14

Kolektifimizin “popülaritesi”nin artmaya başlamasıyla birlikte genellikle internet kanalıyla Kolektifimize bir çok sataşma gelmektedir. Özellikle işçi sınıfı içinde örgütlenmediğimiz konuları sıklıkla bu sataşmaların ekseni olmaktadır. Kolektifimiz bütün yayınlarında işçi sınıfının Komünist Parti ile örgütlenmesi gerektiğini yani işçi sınıfının örgütlenmesi meselesindeki ayrımları net bir şekilde çizmiştir. Biz birileri gibi ne kendimizi ne de başkalarını kandırma yöntemini seçmiyoruz. Biz Komünist Parti değiliz, PARTİ’nin inşaası için kadrolar arası iklimi ve altyapıyı oluşturmayı, uzun erimli ve sonuç alıcı bir süreci bilince çıkarıyoruz. Partisiz işçi sınıfını örgütlemek anlayışı sadece ve sadece kendi hizbini örgütlemektir.

59


yısı artmaktadır. Şu an Koç’un Ford otomobil fabrikasında, kaynak bandında çalışan işçilerin çoğunluğu asgarî ücret, yemek, ulaşım gibi haklarla ve sendikalı olarak çalışmaktadırlar. Buna benzer örnekler de işçi sınıfı hareketini bölen, ayrıcalıklı işçi sınıfı varlığını yeniden ele almayı da beraberinde getirmektedir. Tasfiye olan sendikalı işçilerin yerine genç, istekli, öfkeli, deneyim biriktiren bir işçi sınıfı gelmektedir. Sol kaçırılan fırsatların arkasından ah vah edeceğine yeni nesil işçi sınıfını derneklerde ya da “sivil toplum” örgütlerinde örgütlemenin değil; kendi modern örgütleri olan sendikalarda, var olanlara da dinamizm kazandırarak örgütlemenin projesini yapmalıdır. İşgücü maliyetini düştüğü her koşulda sermaye artı-değer sömürüsünü arttırmak açısından sermayenin organik bileşimini teknolojiden emeğe kaydırmaktadır. Son dönemlerin “Çin Mucizesi” söyleminin arkasındaki gerçek budur. Batı kapitalizmi Çin ile yarışabilmek için son dönemde fordizm ve postfordizm sentezi bir üretim biçimi üzerinde çalışmaktadır. Gelecek dönem 19. yüzyıl vahşi kapitalizmini aratmayacak vahşilikte bir süreci getirmektedir. Çünkü fordizm her zaman için daha fazla artı-değer demektir. Buna bir de medya ve reklam aracılığıyla tüketim kalıplarını belirleme gibi bir güç eklenince yeniden büyük fordist fabrikaları bu sefer teknolojik gelişmelerin katkısıyla yenilenmiş olarak göreceğiz. Ancak merkeziyetçiliği dışlayan yerel-küçük-işlevsiz “dernek”lerimizle bu fabrikaların kapılarından içeri adım atabilecek miyiz? Bu konun tartışılacak pek bir yanı yoktur. Sermaye açısından neoliberal politikaların sonuçları yatırım kararlılığını arttırmaktadır. Son süreçteki Afganistan ve Irak işgalinin arkasında yatan nedenlerden biri de budur. Kimi “sol”lar bu sürece “İşçi üretimden gelen gücünü kaybetti, tam tersi15 ne üretimden gelen güç sermayeye geçmiş görünmektedir. ” gibi gayri ciddî bir ideolojileştirmeyle giriyor. Sendikalar yerine ilkel dernekleri ya da sivil toplum örgütlerini koyuyor. Sol, böylelikle geri adım atmakla kalmıyor arkasına bakmadan kaçıyor. “Yani ben işçi sınıfını sendikalarda örgütleyemedim. İşçi sınıfı ve sendika bürokrasisi arasına kama sokup işçi sınıfının 16 sendikal birliği davasını öne çıkaramadım. Aksine sizi işçi demokrasisi 15

16

60

Yol Siyasi Dergi, Ağustos Eylül 2005, Sayı 7, s.69-72.”En küçük bir risk karşısında ‘şu ülkeye giderim’ diyebilen sermaye, üretimi önemli bir pazarlık unsuru olarak kullanır hale gelmiştir.” Bu durum olsa olsa enternasyonalizme bir vurgu olabilir, sermaye gittiği yerde de işçi sınıfını sömürecektir. Sermaye geldiği ülkede, işçi sınıfı ile maliyetleri öne sürerek, pazarlık yapar ya da onları terbiye eder fark etmez, maliyetler düştüğünde kendi ülkesine geri dönecektir ya da bir başkası bu boşluğu dolduracaktır... Bu hiçbir şeyi ifade etmez. “Şu ya da bu siyasal anlayıştan insanların değil…Kurultaya giden süreç, işyeri fabrika-sektör temelinde ve bizzat “işçi kimliliği” (örgütlü işçi değil) üzerinden şekillenecektir…Bunun dışındaki bir katılıma özellikle de dar grupçu yaklaşımlara zemin ve imkan tanınmamalıdır.” Kızıl Bayrak, Sayı: 2005/32, s.16-17. Emekçilerin birliğinin oluşturulması hakkında önerge “önerge kurultaya sunulan önergelerin önceden tartışılıp belirlenmiş metinlerle sınırlı olacak…zaten sonradan görüldüğü üzere bu metinler değişik illerde yapılan kurultay toplantılarında oylanıp

adına işçi işsiz, sendikalı, sendikasız (sendikasızı sendikada değil) hep birlikte derneklerde (aslında kendi grubumu) örgütlemek istiyorum”. Sol Sorosların mimarı olduğu demokrasi ve sivil toplumculuk zokasını yutmuştur. Çünkü işçi sovyetleri diyemiyor; Sözde işçi kurultayları ile kendi arasındaki aydın tartışmasını işçi sınıfına taşımak istiyor… Elveda Lenin

17

“Kele Köseden Fayda Olmaz”

Sendikaların işlevsizliğinin ilanı uzun zamandan beri devam eden tasfiyecilik sürecinin sonudur. Kurultay formu önce “yasal” parti, daha sonra platform gibi biçimlerde burjuva yasallığına “açık” siyaset alanlarına dahil olma süreçlerinin son durağı olacaktır. İşçi sınıfının genelini kapsama iddiasıyla ortaya çıkan Kurultay formu süreç içinden takip edildiği kadarıyla çoğunluğu işçi olan çevre ilişkilerinin hiziplere örgütlenilmesine yaramıştır daha ilerisine 18 değil . Kurultay çalışmaları İşçi İınıfının geniş bir kesimini sınıf hareketine katmak gibi bir örgütsel hazırlığı da hissettirmiyor. Sol daha çok önceden Devrimci ve Marksist Sol hareketin merkezine oturan ve hareketin genelinin meşruiyetini kazanan Komünist Parti’nin; bağlayıcılığı olan kurumları ile kongre süreciyle inşaa edilmesi projesi yerine çeşitli ittifak, platform, ‘hukuk’, cephe gibi girişimlerle Leninizm’den, Leninist Parti Modelinden vazgeçmişti. Şimdi ise sendikaların işlevini yitirdiğini ilân ederek, sendika bürokrasisine karşı işçi demokrasisi havariliği yaparak artık sadece dillerinde pelesenk ettiği Leninizm’i kendileri açısından tamamen tasfiye ediyorlar. Ancak Leninizm adına maskaralık yapmaktan da geri durmuyorlar. kesinlikle benimseneceğine karar verilmiş metinler. Köz, ESP İzmir Çiğli İşçi Kurultayı İzlenimleri, www.kozonline.org. Önceden bize söylenenin aksine, kurultay sırasında anlaşılmaz bir biçimde işçi konuşmalarına kurum adı verilmeyeceği yönünde bir kısıtlama getirilmesi yüzünden, konuşan arkadaşımız bültenimiz adına konuştuğunu ifade edememiş de olsa, söylemek istediklerimizi kısmen de olsa söylemiş olduk. Köz, ESP İstanbul’daki İşçi Kurultayı İzlenimleri, www.kozonline.org Yukarıdaki alıntılar, kurultayların işçileri değil; kurultayları yapanların kendilerini örgütlemek istediklerinin en açık delilidir. Ve İşçi demokrasi imiş kimi kandırıyorsunuz?! 17

18

Geçtiğimiz birkaç ay önce boyalı basın tarafından çok parlatılan bir film. Filmin konusu kısaca şu: Sovyetlerin çözülmesinden önce Komünist Partiye bağlı bir kadın komaya giriyor ve Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra komadan çıkıyor. Annesinin üzülmemesi için Komünist rejimin devam ettiğini söyleyen oğul yalanının ortayı çıkmaması için çeşitli maskaralıklar yapıyor. Bizim Sol’da işçi sınıfını bu örnekteki gibi sevse gerek. İşçi kurultayları da, dar bir çevrenin çekilebildiği kurultaylardır ve örneğin son olarak yapılan Merter İşçi Kurultayı da bunu açıkça göstermiştir. Kurultaya bölgede çalışan 50 bin işçiden 250'si katıldı. Yani %0.5! İşçi sınıfının önemli bir bölümünü oluşturan İstanbul'da soruna sayısal olarak yaklaştığımızda durum böyledir ve bu yanıyla bu örgütlenmeler göstermeye çalıştığımız gibi çekim merkezleri değildir.

61


Sosyalist literatür ve Leninizm söylemi kimi “sol”lar için içi boş olarak bir süre daha devam edeceğe benziyor. II. Tüm Türkiye Komünistleri Kongresi Hazırlık Faaliyetleri İçin Kadroları Seferber Etmeye !.. İşçi Sınıfını İşçi Şuralarına (Sovyetlerine) Taşımak İçin Seferber Olmaya !.. “Kelden kel, körden kör doğmaz.” Yukarıda sayıp döktüğümüz nesnelliğin içinde elbette Kolektifimiz de bağımsız sınıf tavrı ile bulunmaktadır. Sol’un son 25-30 yıllık süreci diye bir kategorizasyona gittiğimizde, 7 Kasım’da 30. Kuruluş yıldönümüne erişen Kolektifimiz de bu Sol’un içindedir. Devrimci ve Marksist Sol kadrolar çuvaldızı kendilerine batırmayı da bilir. İçinde bulunduğumuz nesnelliğin malzemesi yukarda tanımladığımızdan daha fazlasıdır. Bu nesnelliği merkezi bir yapıya yani parti birliğine taşımak için tarihsel bir projeyi tarihselliğimizde realize etmeyi haklı gerekçelerimizle önümüze koymaktayız. İşçi sınıfını kendisi için örgütlemeyi de, Sol’un bölünmüşlüğüne çare olmayı da, emperyalist kapitalist sistemin coğrafyamıza saldırılarını da, enternasyonalist bilincimizi de doğruluğu sınanıpdenenmiş tek bir projeye bağlamaktayız: Mustafa Suphilerin katledilmesiyle uykuya yatırılan heyulayı diriltmeye uğraşıyoruz. Bu heyulanın uyandırılması yalnızca Kolektifimizin değil Devrimci ve Marksist Sol’un tümünün maharetine bağlıdır. SORUN Polemik 17. Sayısı’nda dile getirdiğimiz İşçi Kitle Gazetesi projesini de bu bağlamda kurguluyoruz. Bu yüzden bizim dışımızda kümelenen grup, çevre, örgüt ve kadroların kapısını çalmayı ve “Yoldaş sizinle aynı sorunları paylaşıyoruz. Gelin birlikte çalışalım” içtenliğinin ilkeselliğini kendi açımızdan belirlemeyi de öne alıyoruz. Kapımızı fikirlerimizi paylaşan, Kolektifimize eleştirel katkılar sunanlara da her zaman açık tutuyoruz. Bu yöntemi yalnızca düşüncede bırakmıyor, pratikte kolektif basit temrinler yaparak da gösteriyoruz. 29 Ekim 2005

62

İsa Gözaçtı

-Polemik-

Mustafa Kemal Hareketi ve İçimizdeki Kemalizm Üzerine Notlar 1. Kapitalizm ve Yahudilik üzerine araştırma yapanlar KapitalizmYahudilik-Türkiye Cumhuriyeti arasındaki ilişkiye dikkat etmek zorundadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kapitalistleşme projesi ile, Yahudi burjuvazisinin modernleşme (kapitalistleşme) projesi arasında ne türden ilişkiler ve ne türden kesişme noktaları vardır? İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Alman emperyalizmi ile yapmış olduğu ittifak politikası ile, bu politikanın uygulanmasında süreklilik oluşturan özellikler Türkiye Cumhuriyeti’nin oluşumunda nasıl kendini sürdürmüştür? Osmanlı-Rus Harbi ve Balkan Harbi’nden sonra Osmanlı yönetimi küçülmeye başlamış, küçülmenin durdurulabilmesi için çeşitli arayışlara girişilmiştir. Kapitalizm Osmanlı coğrafyasında gelişmeye başladıkça, Osmanlı’nın çok uluslu coğrafyasındaki öncelikle Hristiyan halklar üzerinde milliyetçilik ideolojisinin yayılmasını hızlandırmıştır. Yayılma müslüman halklar üzerinde de etkili olmuştur. Osmanlı’dan kopup ulusal devlet formunda örgütlenme fikri yaygınlık kazanmıştır. Osmanlı’nın o dönemdeki temel felsefesi, İttihat ve Terakki’nin temel ilkesi ‘küçülmenin ve bölünmenin engellenmesi’ üzerine kuruludur. Alman emperyalizmi ise dönemin emperyalist ülkeleri ile dünya pazarında oluşan açığı kapatmak için kendisine “yeni bir Hindistan” aramaktadır. Kendisine en uygun “yeni Hindistan coğrafyası” olarak Osmanlı topraklarını görmektedir. Osmanlı coğrafyasında Hristiyan halklarda özel mülkiyet ve sermaye birikimi (ve bilinci) daha yoğundur. Ermeni, Rum-Pontus burjuvazisinin birikimleri ve coğrafyaları oldukça iştah kabartmaktadır. I. Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesi yapılan hazırlıklar bu açıdan da önem taşımaktadır. Osmanlı coğrafyasındaki yaşayan Hristiyan halklarla sınır olan diğer coğrafyalarda yaşayan Hristiyan halklar arasındaki bulunan sınırdaki yerleşim birimleri boşaltılmış birbirlerine olabilecek lojistik destek ve yardımların kesilmesi için sınırı insansızlaştırma politikası devreye sokulmuştur. Bu politika ile birlikte, yoğun bir Türkleştirme ve asimilasyon politikasına hız verilmiştir. “Küçülme sendromu”na tutulan Osmanlı, Alman emperyalizmi ve Yahudi burjuvazisi, müslüman Kürt aşiretlerinin bir bölümü ile Hristiyan halkları Anadolu coğrafyasından etnik olarak arındırma politikası konusunda uzlaşmıştır. Bu temel politika “resmî tarih anlayışı ve resmî ideoloji”nin “milli kurtuluş mücadelesi” olarak adlandırdığı 1919-1923 döneminde hatta 63


1925’e kadar da sürdürülmüştür. İttihat Terakki Hareketi ile Mustafa Kemal Hareketi arasında süreklilik ilişkisi söz konusudur. Bu süreklilik hem “kadro” ve “ideoloji” olarak hem de “politika” olarak bir sürekliliktir. Bu ilişkilerin çok daha ayrıntılı olarak incelenmesi; ortaya çıkarılması, Kemalizm konusunda yayılan kimi yanılsamaları da ters yüz edebilecektir. 2. Mustafa Kemal Hareketi, emperyalistlerin kendi aralarında olan çatışkı ve çelişkilerden ve emperyalistlerle Bolşevikler arasındaki çelişkilerden yararlanmasını bilmiştir. Ayrıca, Mustafa Kemal Hareketi emperyalistlerle ve Bolşeviklerle de çelişkiye düşmemeye özen göstermiştir. Hem emperyalistlerin temsilcileriyle hem Bolşeviklerin temsilcileriyle ilişkiyi kesmemiş; dönem dönem görüşmelerini sürdürmüştür. Mustafa Kemal Hareketi, emperyalistler arası çelişkilerden ve emperyalistlerle Bolşevikler arasındaki çelişkilerden yararlanarak, hem Bolşeviklerden, hem de emperyalistlerden maddî, istihbarî, askerî ve lojistik destek almıştır. Bunun karşılığı olarak ne türden güvenceler vermiştir? Bunu Mustafa Kemal Hareketi’nin aldığı kararlara ve yaptıkları paratiklere bakarak çıkarabiliriz. İtalyan emperyalizmi, Fransız emperyalizmi, Amerikan emperyalizmi, İngiliz emperyalizminin daha fazla Osmanlı coğrafyasında hegemonya kurmasını istemiyordu. Çünkü pazardan kendilerine olan pay azalacaktı. İngiliz emperyalizmi de kendi pazar payını artırmak ve ittifak ettiği diğer emperyalist güçlere kendi politikasını dayatmak için Yunanistan’ın askerî gücü ve varlığını bir tehdit unsuru olarak kullanmak istiyordu. İngiliz emperyalizmi bu politikasını gerçekleştirmek için, Anadolu’nun batı ve iç bölgelerinde Yunan askerî işgalinin gerçekleştirilmesini sağladı. İtalyan ve Fransız emperyalizmi, İngiliz emperyalizminin bu manevrasına karşılık vermekte gecikmedi. Hatta Yunan askerî birlikleri ile İtalyan askeri birlikleri arasında yer yer silahlı çatışmalar meydana geldi. İtalyan emperyalizmi ile Fransız emperyalizmi, İngiliz emperyalizminin Yunan askerî işgaline desteği çekmesini istedi. Bu destek çekilmezse Mustafa Kemal Hareketine destek vereceklerinin sinyalini açıkça verdiler. Hatta fiilen istihbarat, silah ve lojistik destek sunmaya başladılar. Bu baskılar İngiliz emperyalizminin Yunan askerî işgal güçlerine karşı vermiş olduğu desteğin kesilmesine sebep oldu ve Yunan askerî güçleri yalnızlaştırıldı. Hatta Yunan askerî güçlerinin tasfiyesinin önü açıldı. Emperyalist güçler kendi aralarındaki çelişkiyi geçici de olsa uzlaşarak ve Yunan askerî işgal güçlerini yalnızlaştırarak çözdüler. 3. Mustafa Kemal Hareketi, gücünü sürekli olarak Hakimiye-i Milliye’den aldığını vurgulamıştır. Bu hareketin tarihi dönüm noktalarına ve belgelerine bakıldığına önemli çelişkilerin ortaya çıktığı görülür. Erzurum ve Sivas “Kongre”lerine bakıldığında, kongre olma özelliği göstermezler. Bu “kon64

gre”ye katılanların büyük çoğunluğu ya İttihat ve Terakki’nin üyeleridir ya, tarım ve ticaret burjuvazisi demek olan eşraf ve mütegallibe ya da bunlara yakın unsurlardır. Ayrıca bu katılımcılar meşru seçimlerle delege olmamışlardır ve temsil yetkileri yoktur. Temsil yetkileri atama yoluyla yapılmıştır. Ayrıca “BMM”ye bakıldığında meclisteki temsilcilerin meclise nasıl geldiği ve “Meclis Başkanı”nın hangi yetkilerle donatıldığı incelendiğinde meclisin ne kadar “demokratik ve meşru” olduğu anlaşılır. Mecliste “karar” alınırken Meclisin ve Mustafa Kemal’in silahlı korumalarının işlevi ibret vericidir. 4. Sanat ve politika bağlamı: Dönemin işçi sınıfı ve aydın hareketinde Tarihi TKP’nin (komünist hareketin) yoğun bir ağırlığı vardır. Hatta Tarihi TKP o dönemin aydın hareketini de yönlendirmekte, Anadolu coğrafyasının en seçkin entelektüelleri Tarihi TKP’nin üyesi konumundadır. 5. Kapitalistlerin Türkiye Cumhuriyeti entelektüel birikimden ve entelektüellerden yoksundur. İttihat ve Terakki’nin burjuva-demokratik ileri kadroları muhalefet konumuna düşürüldükleri ve önderlik konumundan tasfiye edildikleri için Türkiye Cumhuriyeti devleti, entelektüel eksikliği giderme yolunda yoğun bir faaliyete girmiştir. Ancak hareketinde entelektüel birikim ve bunun yeniden üretimi söz konusu değildir. Kapitalistlerin Türkiye Cumhuriyeti Devleti entelektüel birikimin eksikliğini gidermek için dönemin Tarihi TKP’sine müdahale etmiştir. Müdahale başarılı olmuş ve Tarihi TKP’nin Genel Sekreteri Vedat Nedim Tör ve MYK Üyesi Şevket Süreyya Aydemir’i transfer etmiştir. Vedat Nedim Tör bütün arşivi ve önemli belgeleri Kemalist rejime teslim etmiş ve hizmet edeceğinin garantisini vermiştir. Şevket Süreyya Aydemir de hakeza aynı yöntemi kullanmıştır. Vedat Nedim Tör ve Şeyket Süreyya Aydemir gibi işçi sınıfı-sosyalizm davasına ihanet edip dönen ve harekete büyük zararlar veren ihanetçiler, yeni kapitalist Türkiye Cumhuriyeti’ne iltihak etmekle yetinmemişler; hem dönekliklerini, hem de hizmetlerini teorize etmekte bir sakınca görmemişlerdir. Mustafa Kemal’in burjuva ideolojisinin en önemli özelliği olan monolitizm ve korporasizm düşüncelerini pragmatik yöntemle sosyalizmle çitiştirerek “Kemalizm” adı altında sistematize etmişler ve hareketlerinin adını “Kadro Hareketi” olarak lanse etmişlerdir. Düşüncelerini genele yaymak için duraksamamışlar, Kadro Dergisini çıkarmışlardır. Kadro Dergisi Türkiye Cumhuriyeti’nin himayesinde ve Mustafa Kemal’in korumasında ve maddi desteği sayesinde, aynı zamanda gözetiminde ve denetiminde “ilerici-sol” bir görünüme kavuşturulmuş, dergi 1932-1934 tarihleri arasında yayınlanmıştır. Kadro Dergisi yeni kapitalist cumhuriyete kadro yetiştirmenin teorikideolojik altyapısını hazırlamaya yeltenmiştir. Mustafa Suphi ve Yoldaşlarının katli ile dönemin en ileri entelektüelteorik birikimi tasfiye edilmiştir. Tasfiye ile birlikte entelektüel bir boşluk 65


oluşmuştur. Sadece Tarihi TKP’nin birikimi tasfiye edilmemiş; İttihat ve Terakki’den gelen ırkçı ve şoven olmayan Türkçü, yeni Osmanlıcı ve İslâmcı birikim ve akımlar da tasfiye edilmiştir.

Belli, hatta Dr. Hikmet Kıvılcımlı gibi sosyalist harekete damgasını vuran tarihsel kişiliklerin 1920 Bolşevik Geleneğin (Mustafa Suphilerin) çok çok uzağına savrulmaları, bu melezleştirme eğilimlerini güçlendirmiştir.

Tasfiye sürecinden sonra, arta kalan İttihat ve Terakki’nin en askerî ekibi (B Takımı-Yahudi-Sebataist ekip) entelektüelsiz, teorik ve ideolojik alanda birikimsiz, her şeyin zor’a ve kaba güce dayanarak olamayacağını anlayınca, bu boşluğu doldurmak için Tarihi TKP’nin entelektüel-aydın birikimine havuç-sopa politikası ile yaklaşmıştır. Havuç-Sopa politikasını uygulayarak Kadro Hareketi’ni yarattıktan sonra ideolojik hegemonyasını kurmuştur.

8. Burada Dr. Şefik Hüsnü Değmer ve çevresi üzerinde özellikle durmak gerekir. Dr. Şefik Hüsnü ve İÇSF (İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası) Tarihi TKP oluşmadan önce bile Anadolu’da işgale karşı bağımsız bir güç olarak mücadele etmekten yana değillerdi. Ayrıca BMM’yi “halk hükümeti” olarak görüyorlardı. Dr. Şefik Hüsnü Değmer, “Kuva-i Milliye” hareketi desteklenerek ülkenin devletleşmesi sağlanacak; devletleşme sanayileşmeyi doğuracak; sanayileşme işçi sınıfını yaratacak; işçi sınıfı ortaya çıkınca sosyalizm vadisi ortaya çıkacak; sosyalizm vadisinde de sosyalizm mücadelesi verilecekti” olarak çizdiği stratejiyle burjuva demokratik-reformcu ve aşamacı bir mantıktan hareket ediyordu. Bu mantıktan hareketle Kuva-i Milliye’yi desteklemek temel politika olarak benimsendi. Parti olarak Kuva-i Milliye’ye katılma kararı aldılar ve parti faaliyetini durdurdular ve askıya aldılar. Mustafa Kemal Hareketi iktidarını pekiştirdikten sonra da bu destek devam etti. Verilen desteğin gerekçesi ise Mustafa Kemal Hareketi’nin “kazanımlarını sahiplenmek ve savunmak”tı.

6. Mustafa Kemal ve ekibinde birlikte yürüme ve ittifak yapma politikası yoktu: Mustafa Kemal ve ekibinin Osmanlı devşirme sisteminden de öğrendikleri ve Balkan harbi, Osmanlı-Rus Harbi ve Birinci Dünya Savaşı’ndan öğrendikleri ile sentezleyebildikleri birikimle muhalefetine sunduğu seçenekler çok netti. Önce dayatma, olmuyorsa seve seve kabul ettirme. Yoksa zorla kabul ettirme. Mustafa Kemal’in yönteminde, başka bir sosyal dinamiğin temsilcisi ya da temsilcileri ile ilkeleri belirlenmiş, birlikte yürüme -karşılıklı ikna etme, etkileşime- eleştiriye açık bir tutum söz konusu değildir. Mustafa Kemal Hareketi tarafından, “Ulusal Kurtuluş”a asıl rengini verecek olan işçi sınıfı-emekçi halklar-yoksul köylülük, ezilen uluslar ve azınlıkların dinamiklerinin temsilcileri bir bir tasfiye edilmiş, bu dinamiklerin kitleleri ve temsilcileri boyun eğmeye zorlanmış, boyun eğmeyenler ya kırımlara tâbî tutulmuş ya da zorunlu sürgünlere-iskânlara yollanmıştır. Osmanlı’nın “devşirme ocağı”nda devşirme kültürü ve Batı hayranlığı ile yetişenler, politika yapmak için, dönemin toplumsal dinamiklerinin istek, talep ve ihtiyaçları üzerinden politikalarını belirlememiş, Osmanlı Devlet erkini ve bu erkin sürekliliğini temel alan bir politik hat izlemişlerdir. 7. Kadro Hareketi, Yön Hareketi, Devrim Dergisi Çizgisi, Doğan Avcıoğlu Çizgisi, Darbeci-Cuntacı eğilimler Sosyalizm ile çitiştiriliyor/ hibridleştiriliyor/ melezleştiriliyor: Darbeci-Cuntacı eğilimler Kemalizm ile melezleştirilerek, sosyalizme sızmalar gerçekleştirilmiştir. Sosyalizme sızmaları gerçekleştiren en önemli eğilim, dönemin Sovyet dış politikaları ve Kemalizmi “küçük-burjuva ideolojisi”, “küçük-burjuva hareketi” olarak görme yanılgısı, Kemalizme onda olmayan antiemperyalizm, ulusal kurtuluşçuluk gibi özellikleri ona atfetme ve küçükburjuva ideolojisinin “sol” kanadı ile müttefik olma anlayışı ve isteğidir. Kuşkusuz burada, Kemalizmle sosyalizmi melezleştirmenin tarihsel eğilimleri de söz konusudur. Dr. Şefik Hüsnü Değmer, Zeki Baştımar, Mihri 66

Dr. Şefik Hüsnü Değmer, bağımsız bir sınıf tavrı-politikası sergilemek yerine burjuvaziyle uzlaşma ve ittifak etme politikası arayışı içerisinde oldu. Özellikle devlet tekelci kapitalizminin iktisat politikalırını savundu. Kemalistlerin düzenlediği I. İktisat Kongresi’ne katıldı. Türkiyeli sosyalistlerin de bu politikaların hayata geçirilmesi için var güçleriyle çalışmalarını önerdi. “İmtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kütleyiz!” parolası ile burjuva yetiştirilmesinden sonra devlet tekelci kapitalizminin oluşumu için çalışan burjuvazinin katmanlarıyla da müttefik ilişkilerinin geliştirilmesini temel politika yaptı. Dr. Şefik Hüsnü Değmer, Kürt Ulusal ayaklanmaları döneminde de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yanında yer aldı. Tarihi TKP-Mustafa Suphi ve Yoldaşları (Bolşevik Gelenek) Mustafa Kemal Hareketi tarafından tasfiye edilince, TKP Dr. Şefik Hüsnü Değmer ve ekibinin-anlayışının eline geçti. Dr. Şefik Hüsnü’in Menşevik geleneği ya da 2. enternasyonalin sosyalşoven çizgisi TKP’de egemen anlayış haline getirildi. Kemalizm Sol’a içselleştirildi ve ‘İç Kemalizm’ oluşturuldu. ‘İç Kemalizm’, burjuva politikalarına eklemlenmiş bir reformculuktu. ‘İç Kemalizm’ tarihsel olarak hesaplaşılması gereken, Devrimci ve Marksist Sol’un önünde aşılması gereken bir eşiktir. Bu eşiği aşamayan bir Hareketin Marksizmin yorumu, teorinin daha geliştirilip güçlendirilmesi ve pratikte yeniden üretimi mücadelesine katkı yapması mümkün değildir. 67


9. Mustafa Kemal Hareketi’nin toplumsal dinamiklerden destek alması sözkonusu değildir. Bu haraket, Yahudi burjuvazisine, orduya, Anadolu’da Pontus-Rum ve Ermeni burjuvazisinin sermaye birikimine el koyan yeni Türk burjuvazisine; emperyalistlerle ve Bolşeviklerle varılan uzlaşma politikasına dayanmaktadır. Osmanlı’nın son dönemlerinden miras aldığı tehcir, asimilasyon, etnik arındırma, militarist politikaları bağrında taşır. Mustafa Kemal Hareketi, ezilen, sömürülen sosyal-sınıfsal-ulusal dinamikleri bağrında barındırmaz. Tersine bu dinamiklerin taleplerinin, ihtiyaçlarının, örgütlülüklerinin zorla bastırılması üzerinden kendisini şekillendirmiştir. Bu açıdan bakıldığında Kemalizm bir “iç savaş” ideolojisidir. Bu nedenledir ki, kendisine yönelik olarak oluşan her türden muhalefete karşı güvenlik fobisi vardır. 10. Kemalizm, yerli faşist bir uygulamadır. Bismarkizmden ve Bonapartizmden farkı, 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ve tekelci kapitalizm dönemine tekabül eden siyasal gericiliğin bir ürünü olmasıdır. Kemalizm, Osmanlı’nın toprak-pazar kaybetmenin telâşı içinde, toprak bütünlüğünü nasıl sağlarız, küçülmeyi nasıl önleriz “Osmanlı refleksi” ve basıncı ile hareket etmenin yoğun izlerini taşır. 11. Anadolu’nun Türkleştirilmesi projesi, Yahudi burjuvazisinin modernleşme-kapitalistleşme projesiyle örtüşmüştür. Alman emperyalizminin 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı hazırlığı olarak Anadolu coğrafyasındaki yapmak istediği tampon oluşturmak için gerçekleştirmek istediği tercir politikası ile Anadolu’nun Türkleştirilmesi politikası da örtüşmüştür. Tehcirin ilk halkası paylaşım savaşı öncesi Osmanlı-Rus sınırında bulunan yerli-Hristiyan halkları (Rum-Pontus, Ermeni) kilometrelerce içeriye çekilmiş ve sınır insansızlaştırılmıştır. Böylece Rusya’daki Hristiyan halklarla, Anadolu’daki Hristiyan halklar arasında olabilecek her türden ilişki, destek kesilmek istenmiştir. Bu proje Alman emperyalizminin savaş projesidir. Anadolu’daki Hristiyan halkların etnik olarak Anadolu’dan arındırılması politikası paylaşım savaşı sonrasında da devam etmiş, 1925’e kadar süreç işletilmiştir. Böylece Anadolu’daki yerli Hristiyan halklar etnik azınlığa dönüştürülmüştür. 12. 1920’lerde taktik düzlemde, Osmanlı Otokrasisine karşı savunulan İttihat ve Terakki’nin B Takımıyla yapılması planlanan (Batı emperyalizmi ve Osmanlı Otokrasisine karşı) ittifak politikası -geçici ittifak- Onbeşlerin (Mustafa Kemal ve ekibince tasfiyesinden sonra) katlinden sonra gerçekleştirilememiştir. Tarihi TKP, bu ittifak politikasından şöyle bir strateji üzerinden hareket ediyordu: Osmanlı Otokrasisinin yıkılması, işgalci batı emperyalizminin kovulması, ulusların ulusal kurtuluşunun sağlanması, ardından her türlü milliyetten işçi ve köylü şuralarına dayalı sosyalist bir 68

cumhuriyetin kurulması (sosyal kurtuluşun sağlanması). Mustafa Kemal Hareketi, Anadolu coğrafyasındaki gerçek anlamda ezilen ulusların ulusal kurtuluşlarını sağlayacak olan ve ulusal kurtuluşta durmayıp sosyal kurtuluşu da gerçekleştirmeye yönelecek, sürece damgasını vurabilecek kapasitesi olan ulusal kurtuluşçu-halkçı-sosyalizankomünist güçleri sınıf bilinçli bir kararlılıkla tasfiye etmiştir. Emperyalistlerin Mustafa Kemal Hareketi’ne destek vermelerinin en önemli nedenlerinden birisi de ulusal kurtuluşçu güçlere (Ermeni-PontusKürt ulusalcılarına) karşı bastırma harekatını kendilerinin yapmayıp Mustafa Kemal Hareketi’nin yapmasına göz yumarak, yardımcı olmalarıdır. Sovyetlerde iç savaş esnasında yaptıkları işgale karşı direnişin sonucunda yeni yeni sovyetler ortaya çıkmıştı. Eğer Anadolu’daki işgalde de böyle bir durum söz konusu olursa Anadolu’da da yeni sovyetler ortaya çıkabilirdi. Emperyalistlerin bu deneyimi de Mustafa Kemal Hareketi ile uzlaşmayı zorunlu kılmıştır. Emperyalistler aynı zamanda Padişahın müslümanlar üzerindeki ruhanî etkisini kırarak müslüman halkların işgale ve yağmaya olan tepkilerini azaltmak için “halifelik” kurumunu kaldırmak istiyorlardı. Padişahın bütün hareketlerini kontrol ediyorlar, âdeta elini kolunu bağlıyorlardı. Eğer Mustafa Kemal Hareketine destek sunarlarsa ve bu hareket güçlenirse “halifelik” kurumunun müslümanlar üzerindeki etkisi de ortadan kalkabilirdi. Osmanlı coğrafyasında yaşayan müslüman halkların tepkisini çekmek demek, yoğun bir direnişle karşılaşmak demekti. Mustafa Kemal’in Anadolu’ya “Genel Müfettiş” olarak gönderilen belgesinin onaylayanları arasında İngilizlerin de imzası vardır. Genel Müfettişin en temel görevi Anadolu’daki karışıklıkları sona erdirmek ve istikrarı sağlamaktır. Kimin adına? Belgede imzası bulunan güçlerin adına. 13. Mustafa Kemal Hareketi pragmatist olmasından kaynaklı denge politikasını çok iyi işletmiştir ve uygulamıştır. Ekim Devrimi’nin rüzgarını ve desteğini arkasına alabileceğinin sinyalini çok açık vermiş; İngiliz emperyalizmine “üzerimize gelmeyin Bolşevik oluruz” tehdidini çok açık biçimde savurmuştur. Bu tehdit sayesinde İngiliz, Fransız, İtalyan emperyalizmini hiçbir çatışmaya meydan vermeden uzlaşmaya zorlamıştır. Bu tehditler sonucunda pazarlıklar yapılmış Musul ve Kerkük petrollerinin emperyalistlere bırakılması, karşılığında Yunan işgal güçlerine verilen desteğin ve lojistiğin kesilmesi sağlanmıştır. 14. Mustafa Kemal ve ekibi, denge politikasını ustaca kullanmış, batı emperyalizmine Ekim Devrimi’nin rüzgârını arkasına alabileceği sinyalini vermiş (zorlarsanız Bolşevikleşebiliriz diyerek, kalpağa kızıl yıldız takabile69


ceklerini belirtebilmişlerdir.), onları uzlaşmaya zorlamışlardır. Yapılan pazarlıklar sonucunda (Bolşeviklere yaklaşılmayacak, Osmanlı’nın batılı emperyalistlere olan borçları “Düyunî Umumîye” aynen kabul edilecek, para basma yetkisi İngiliz-Fransız-Yahudi sermayeli ortaklıktan oluşan Osmanlı Bankası’na bırakılacak, kâr getirmeyen madenler ve işletmeler devlet tarafından satın alınacak, kâr getiren işletmeler ve madenler yabancılar tarafından işletilmeye devam edilecek, batılı emperyalistlerin gemileri boğazlardan geçmeye devam edecek…) çatışmaya gidilmeden anlaşma sağlanmıştır. Emperyalistler çatışmaya girmeden uzlaşarak-anlaşarak çok önemli imtiyazlar elde etmişlerdir. Bu imtiyazlar sağlandıktan sonra işgale son verilmiş, “misak-ı millî” sınırlarına onay verilmiştir. Yukarıda belirtilen uzlaşma durumu günümüzde kimi “sol”lar tarafından “ulusal kurtuluşçuluk ve anti-emperyalizm” olarak değerlendirilmiş, Kemalizmde olmayan nitelikler ona atfedilmiştir. İşgale karşı tutunulan tavır antiemperyalizm olarak algılanmıştır.

Tolga Ersoy

-Polemik-

Resmî Tarih Polemikleri - 3 Kimi zamanlar duyduğumuz bir haber, o an için önemsiz bile olsa, daha önceden “adını koyduğumuz”, tanımladığımız bir olgunun ya da “durumun” anımsanarak yeniden gözden geçirilmesine aracılık eder. Zihnimizdeki bu hareketlenme kısa bir an içinde “yeniden okuma” gibi zihinsel bir eylemliliğe dönüşür. Hiç kuşku yok ki, bu türden şeyler bir taraftan da “geride kalan zamanla” ya da yaşananla ilgilidir; “eskitilmiş dilde tecrübe, yenisinde ise deneyim denen şey de bu olmalı” diye düşünür, çağrışımların açtığı kapılardan geçip, geçmişi anımsayan insan. Bu türden her anımsayış, bir taraftan eskisiyle yenisiyle “yaşama ait” sorduğumuz soruların yeniden kurgulanmasına aracılık ederken, diğer taraftan da eskisiyle yenisiyle verdiğimiz yanıtların doğruluğunun ya da doğru yanıt yolunda doğru yolda olunduğunun birer kanıtından başka bir şey değildir.

Söylemden ziyade gerçekliğe bakıldığında durumun hiçte öyle olmadığı rahatlıkla görülebilir. Batı emperyalizmini kendisine model olarak alan ve gören, uzlaşarak-tavizler vererek çıkarlarının korunmasını garanti edip desteğini alan bir anlayışın anti-emperyalist olması mümkün müdür?

Ve her Marksist’in bu türden bir böbürlenmeye de hakkı vardır; ve bize bu hakkı verenlerin başında “zaman/deneyim” gelmektedir. Ne yazık ki!...

15. Kemalizm ilerici değil gerici bir burjuva ideolojisidir, Kemalizm aynı zamanda anti-komünizmdir: Kemalizmin “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kütleyiz” demagojisi komünistlerin eleştirilerini karşılamak üzere ve sürekli onlara karşı kullanıldı; komünistlere o dönemlerde bile işkence edilmesi, baskı altında tutulması, cezaevlerine konulmaları, Halk İştirakîyûn Fırkası’na yönelik tutuklama ve karalama kampanyaları, Kemalizmin antikomünist özünü ortaya koyar. İştirakçilere (dönemin komünistlerine) yönelik olarak Kuvaî Milliyeciler’in tutumu başından itibaren anti-komünist bir tutumdur.

“Çağrışımların serbest doğası” ya da benzeri türden, postmodernizm denilen düşkünlük ideolojilerinin entipüften konuları üzerine ahkâm kesmeyi bir kenara bırakıp duyduğumu-anımsayışlarımı paylaşayım: Yıllar önce akademik ortamlardan birinde doğal olarak “karşı karşıya” geldiğim ve YÖK tarafından bahşedilmiş herhangi bir unvana sahip olmadığım için bu karşılaşmadan galibiyetle ayrılan anlı şanlı bir profesörümüzün, IMF emriyle çıkarılmaya çalışılan yeni sosyal güvenlik ya da emeklilik yasasıyla mağdur duruma düşmemek için, “vaktinden önce” (akademisyenlerimiz için vakit altmışbeş yaş sınırıdır!) emekliye ayrılmaya karar verdiğini duyduğumda, bundan yıllar önce bir grup YÖKgil değerli hocamızın göz yaşları içinde ve “paramız yetmiyor” diye iniltileri eşliğinde yaptıkları mozole yürüyüşlerini, basın bildirisi eylemlerini anımsadım. Kuşkusuz onlar o gösterileri yaparken Eylül faşizmine bunca hizmet etmenin karşılığını alamamış olmanın kırıklığını duyuyorlardı; tıpkı verimlilik sloganıyla ömür ve vergi -ve emek- tüketen bir kurumda hizmet eden ve emekli maaşı kaygısına düşmüş bi rdiğer değerli hoca gibi. Ancak onlara, bu hiçlikte o ünvanların ve o ünvanlarda nitelik ve nicelik kazanan değerlerin/rantın YÖK ve onu üreten sistem tarafından verildiğini unutmuş görünüyorlardı.

16. Meşru monarşiden cumhuriyete geçiş biçimsel düzlemde kalmıştır. Öz itibari ile 2. Meşrutiyet’in de gerisine düşen 3. Meşrutiyet rejimi kurulmuştur denilebilir. Parlementonun, “tek adam”ın, “ebedî şef”in verdiği kararları onaylamaktan-meşrulaştırmaktan başka bir işlevi yoktur. Âdeta İstanbul merkezli saltanat yerine Ankara merkezli bir “saltanat” kurulmuştur. 7 Kasım 2005

Ve kimi durumlarda sözünü ettiğimiz türden “zaman”, yaşam süresini çok çok aşan zaman dilimlerini kapsayabilmektedir. Ne mutlu ki!...

Hiç olacak şey mi; sen yıllarca kapitalizmin temel argümanlarından birisi üzerine, verimlilik üzerine çalış, sonra da... 70

71


Atasözleriyle ya da ataların olduğu iddia edilen atasözleriyle genellikle egemenlik ilişkisi bir şekilde yeniden kurulmaya çalışılır; hiç kuşku yok ki prof’larımızın, doç’larımızın ve yardakçılarının durumlarını açıklayan bir ya da birkaç atasözü mutlaka vardır, ne var ki bir “denemenin” sürati içinde anımsamam kolay olmuyor. [“Yediğin hurmalar...” diye başlayan bir deyim var mıydı?] Ne var ki anımsayışlar bir çığ gibi büyüyor: hocalarımızın faşist cunta liderlerine ve kapitalizmin toplumsal yağmasının yerli aracılarına verdikleri “onursal diplomaları” anımsıyorum. Anımsayışlarım gözlerimin önünden bir film şeridi gibi geçiyor; ancak güncel müdahalelerle bu geçiş bozuluyor. Hükümet-YÖK tartışması ve Van rektörü “sorunu” izinsiz olarak anılarıma müdahale ediyor. Bu “tartışmayı” ve “sorunu” sistem içi bir tartışma, bir iç tartışma saydığım için taraf olmayı önemsemiyorum, tarafgirliğim “ikisi” arasında değil ikisinin de=sistemin karşısında olmak şeklinde biçimleniyor. Doğrusu da budur... Kaldığı yerden devam ediyorum: Her haliyle YÖK’ü anımsıyorum. 12 Eylül faşizminin en yetkin ideolojik kurumu olan YÖK’ün yirmi yılı aşan hizmet öyküsünü ve öykülerini anımsıyorum. Her anımsayış bölümünün sonunda, hocalarımızın dilenme gösterilerinin ardından, hocalarımızın biat gösterilerinin ardından, hocalarımızın yemin gösterilerinin ardından, bu kan ve işkence günlerindeki onursal doktora yalakalıklarının ardından, aklımıza gelen ya da gelmeyen her türden zavallılıkların ardından, vesairelerin, vesairelerin ardından bir kulaç çınlaması başlıyor ve hemen ardından bu tinnitus durumu “onuncu yıl marşı”na evriliyor. [Evrim, geriye doğru da işleyebilen bir sürecin adı da olabiliyor.] Sonra siyah beyaz günlerden bir televizyon görüntüsü gözlerimin önünü işgal ediyor; Ankara’nın kurt dekorlu bir salonu: Ön sırayı zaptetmiş faşist cunta erkânı arkada sıra sıra devletlüler; 50’li yıllarda TKP itirafçısı ve/veya ispiyoncusu olduğu iddia edilen ve aynı zamanda kompozitör olduğu da iddia edilen bir zat tarafından yönetilen orkestra/koronun eşliğinde aşkın bir coşku ile bu marşı söylüyor. O günden sonra hocalarımızın marşı okurken hep bu coşkuyu yakalama çabası içinde olduklarını anımsıyorum; sorunun doğru yanıtı: Öyle olduklarını biliyorum. Ve YÖKgillerin bu marşa bu kadar sahip çıkmasının nedeninin marşın doğum yılıyla ilgili olduğunu ve 1933’ün YÖK’ün gerçek doğum yılı olduğunu iddia ediyorum. Üstelik bu iddiamın dayanağı da oldukça zayıf! 1930’lu yıllarda egemenliğini kayıtsız şartsız ilan eden tek parti yönetimini başlıca muhalif unsurlardan arınmanın verdiği rahatlıkla, benzer nite72

likteki her hükümet darbesinden sonra olduğu gibi eski ile yeni olarak tanımladıklarını net çizgilerle ayırma yoluna gider ve 1933’de eskinin hocalarıyla yoluna devam etme çabası içinde olan üniversitelere zorunlu olarak müdahale eder. Bu müdahale resmî ideolojinin kendisini yeni kurallarla üretebilmesi için “zorunludur” ve elli yıl sonra tekrarlanacak olan YÖK müdahalesi için nitelikli bir model oluşturmaktadır. Resmî yayınların Nazi zulmünden kaçtığını iddia ettiği Musevi ve Katolik Alman profesörlerinin “bilimsel ve teknik yardımlarıyla” Türkiye’de üniversite kurumu yeniden inşa edilir ve yarı resmî yayın organlarına sızabilmiş yaygın bir deyişle “Berlin’den sonra en büyük Alman üniversitesi Türkiye’de kurulur.” İstanbul Üniversitesinin adı “yeniden konurken” resmî ideolojinin en has kurumlarından biri olduğunu düşündüğüm Ankara Üniversitesinin temelleri de böylece atılmış olmaktadır. Bu özet okura bir araştırma uyarısı yapmalıdır ve -ne yazık ki- dayanaksız iddiam bir takım haklı soruları bünyesinde barındırmaktadır! Bu sorulardan ilki resmî tarihle birlikte “egemen tarih” inancının da kısmen sorgulanmasını gerektirir ve birkaç kısımda oluşur: Nazi zulmünden ve soykırımdan “bilim adamlarının” kimliği tekrarlayan biçimlerde sorgulanmalıdır. Çünkü otuzlu yıllarda temeli atılan üniversiteler, “Alman anlayışı” ile şekillenmiş olup bu anlayışla birebir örtüşen anti-demokratik ve giderek faşizan bir eğitim anlayışını koşulsuz olarak benimsemişlerdir. Hiç kuşkusuz bunda devletin/erkin müdahaleci ideolojik tavrının es geçilmemesi gerekmektedir, ancak “yalnızca o kadar mı” sorusu da sorulmayı hak etmektedir. Diğer taraftan bir olgu olarak “Musevileri” dikkate aldığımızda, “direnmek yerine kaçmak mı” sorusu “yalnızca kaçmak mı” şeklinde de sorulabilir. Ve belki de bir son soru: Direnme güdüsünden yoksun olarak Amerika’ya kaçan -“yoksa mı” demeli- siyonistlerle, savaşın ardından ABD’nin hamiliğine sığınan Nazi örgütçüleri ve ideologlarını ortak bir amaç uğrunda birleştiren ve onları Ortadoğuda geniş çaplı yeni soykırımlara yönelten “ideoloji” nasıl bir şeydir? Egemen tarih ideolojisi, ideolojileriyle resmî tarihin çakışma konuları dikkate alındığında doğru bir analizin ancak sınıfsal bir bakış ile mümkün olabileceğini bir kez daha saptayabiliyoruz. Kapitalist ideolojinin tarih alanındaki sacayağını oluşturan Egemen tarih, resmî tarih ve gizli tarih olgularının iyi anlaşılabilmesi, çözümlenmesi aslında sanılanın aksine son derece kolaydır; net bir sınıfsal bakış okumayı kolaylaştıran bir unsurdur. Tüm tarih okumalarında sorulacak soruların başında “sınıfın nerede olduğu” sorusu gelmelidir. Ezen-ezilen, sömüren-sömürülen... ve sonunda sermayeemekçi, kapitalist-işçi açısından anlatılan ne ifade etmektedir. Anlatılan kimin, neyin tarihidir, bu “tarih” kim tarafından niçin yazılmıştır: Sorun bu so73


ruları doğru yanıtlamaktan geçmektedir. Kim nerede durmaktadır? Bu olaydan kim ya da hangi sınıf ya da sınıflar kazançlı çıkmıştır? Bu soruların yanıtları yeniden okuma ve sorgulama için çıkış noktasını oluşturabilecek basitliktedir. [Diğer taraftan, tarih okumak iyice zorlaşıyor; hele ki Hollywood varken!] Ve 1933’de her benzeri reformun ardından olduğu gibi büyük bir tasfiye hareketiyle bağımlı bir akademisyen kuşağı yaratılmak istenir. Yaratılır. Bunu bir başlangıç noktası kabul edersek, bugün ikinci ve üçüncü kuşak akademisyenlerin doğumlarını-varlık nedenlerini 1933’de aramalarını kabul etmemek için hiçbir neden yoktur. 12 Eylül’le birlikte biraz bulanan zihinleri kısa bir sürede açılmış ve 12 Eylül düzeninin de, kendilerinin bizatihi varlık nedeni olduğunu ve onun 33’ün devamı olduğunu anlamışlardır. Ve kimi zamanlarda faşizme sundukları hizmetlerinin karşılığını alamadıkları için erkenden emekliye ayrılmak zorunda kalmış ya da meydanlarda marş okuyarak ağlamışlarsa da hep farkında oldukları gerçek kendilerini var edenin ancak ve ancak bu düzen olduğudur. Marş bu anlamda bir tarihi durdurma-dondurma ritüelidir. Her ritüelin özünü, belirsiz bir zaman öncesinde başlayıp sonsuza dek gideceğine inanılan “tekrar ideolojisi” oluşturur. Ritüeli anlamlı kılan, onun “ilk eylemin” uygun bir şekilde tekrarlandığı inancıdır. Böylece bir tanrı ya da ata tarafından ilk olarak uygulanmış ya da yeryüzüne indirilmiş eylemlerin tekrarı ile tanrı ya da ata ile özdeşleşmiş hissedilmektedir. Bu türden bir özdeşleşme taklit ve tekrar ile gerçekliğini kazanır ve onun gerçekliği, olunması gerektiği yerde bulunmakla değil buyurulduğu yerdeki işlevsel konumu ile ancak tanımlanabilir. Böyle bir gerçeklik kurgusunun ideoloji anlamına geldiğini not etmemiz gerekiyor. Ve zamanla bu türden gerçeklik/ideoloji yeni bir dine dönüşür. Bu yeni dini yaymakla görevli müritler ordusu kendilerine yeteri kadar vahiy gönderdiklerine inandıkları tanrılarının yaptıklarını yeryüzünde tekrarlamakla yükümlü sayarlar. Bu süreç güncelleştiğinde efsane-kahraman ya da kahramanlar kuşağının eylemleri mitsel öğelerle süslenir be bu şekilde tarihsel dönüşüm yenilenerek yinelenir. Bu yenileme-yineleme durumu zamanı kutsal an’da durdurma-dondurma çabasından başka bir şey değildir. Değişen sadece ritüeli yöneten erkin niceliği ile ilgilidir. Sadece niceliği ile ilgilidir, niteliği ile ilgili değil. Niteliğin “aynılığı” tartışılmaz bile. Biraz antropoloji bilgisi: Eğer tarih tanrının iradesinden bağımsız değilse ve yegane güç olan tanrı, tarih konusundaki iradesini bir başlangıç mitosu ile insanlığa/kullarına vahiy ettiyse, kullara düşen bu başlangıç-vahiy sürecini tekrarlamaktan ve bu tekrarları başlıca tapınma biçimi olarak kabul74

lenmekten başka bir şey olamaz. Burada tekrarlamamız gereken unsur kutsal olanın ya da “ilk” olanın tarihi ikiye bölme gücünde olduğudur, mutlak güç. Bu “ikiye bölme” eyleminin kalıcılığı-devamlılığı müritlerin ritüelleri ile sağlanır. Ben ve diğerleri kurgusu, BEN ile özdeşleşen biz ve diğerleri şekline dönüşerek militarize bir hal alır. Ve zor, mitos öznesinin kutsallığını yeniden inşa eden başlıca unsura dönüşür. Yeniden inşa süreci, yinelenen inşa süreçlerinin toplamından başka bir şey değildir ve bu toplam zaman içinde birimlerin eklenmesi ile kendisini geliştirir. Kullardan beklenen temel “şey” ise bu süreçler içinde kutsalın yeniden keşfidir. Kutsal olanın her yeniden keşfi, aynı zamanda, insanın ilkelleştirilmesi için gerekli argümanların yeterliliğinin de gözden geçirilmesidir. Yeterlilik durumunu niteleyen unsur, onun gündelik yaşamın en sıradan anlarına dahi müdahale edebilme, bu anları dahi yönetebilme gücüdür. Bu nedenle erk için herhangi bir yolla kutsalın -yeniden- keşfi varoluşsal bir öneme sahiptir. Sorun, insanlığın da bizatihi kendisini bu türden bir varoluşun ögesi olarak görmesiyle ilgilidir. Bu ikili yabancılaşma sonucu kutsalın farklılığı doğalmış gibi algılanmaya başlanır. Ve bu farklılık durumu eklektik mitoslarla zenginleştirilir. Güncelin, bireyden başlayıp ulusta biten kahramanlık mitoslarının oluşumunda temel unsur o ana dek tanımlanmayan yönleriyle gerçeğin yeniden tanımlanması çabasıdır. Onuncu yıl marşı böyle bir sürecin sonuç bildirgesidir. Ve en az marşın söyledikleri kadar marşı söyleyenlerin konumlanışı da önemli ve öğreticidir. Evet, 1933’de “devlet” bir üniversite reformuyla yetkin bir ideoloji kurumu oluşturma yönünde ciddî bir girişimde bulunmuş ve elli yıl sonra ufak tefek birkaç müdahale ile kurumun ideolojik yapısı güçlendirilmiştir. Elli yıl önce resmî bir müdahale ile resmî bilim adamları yetiştirilmesi için çalışmalar yapılmış ve görünen o dur ki bu iş başarıyla sonuçlanmıştır; en yetkin örneklerinin üçüncü kuşak resmî bilim adamları arasında bulunabileceğini düşünüyorum. “Resmî bilim adamı olur mu?” demeyin. Olur. “...kör olmak ne iyi şeydir/ne güzeldir sevmek karanlığı.../...kör olmak ne iyi şeydir/Körler ki yalnız/kendi yürekleriyle baş başa kalırlar/Ne kimseye kendi gözlerinden verirler/ne kimsenin gözlerinden alırlar/Körlerdir ki yalnız/kendi yürekleriyle baş başa kalırlar...” Sorun olmadığını oluşturmadığını görüyoruz, biliyoruz. Ve biliyoruz ki; “...Bilirim/beş altıyı geçmez/senin kafanın raflarında dizili/kapalı şişeler gibi sorgular/Sen ki kapkara cahilsin/herhangi bir hukuku düvel profesörü kadar...”

75


Bu türden cahil bilim adamları tarafından, ilân edildiği şekliyle “otuzların istikrarlı ortamında”, üniversiteler kalıcı bir şekilde bu istikrarın karakollarına dönüştürüldü. “Devletin ülkesi ve milleti...” adına talim ve terbiye esaslarına göre bir taraftan resmî bilim adamlarımız şevk ve heyecanla, şevk ve heyecan pompalanarak yetiştirilirken, istikrarın estetik korunması da resmî sanatçılara/resmî şairlere havale edilmiş olmalıydı. BAŞLANGICIN 1923 kabul edildiği, on yıl süren bir savaşın ardından yaratılan göğsü tunç siperli önde yürüyen milyonlarca “yeni insan” kötülüğü geriliği boğmaya and içiyor. Anlaşılan o ki 1923’de başlayıp 1933’de biten bu büyük savaş kötülüğe ve geriliğe karşı yapılmış olup düşman bir kez daha tanımlanıyor. Bu tanım, 1933 itibariyle egemen olanlar ve egemenlere biat edenler dışında herkesi kapsıyor. Tanımlandığı şekliyle karanlıkla baş etme mücadelesini resmî bilim adamlarının resmî sanatçıların ya da “karanlığın üstüne güneş gibi doğanların” heyecanla sürdürdüğünü görüyoruz. Resmî bilim adamlarının Avrupa faşizmlerinin etkisiyle Türk ırkı üzerine antropometrik çalışmalar yapıldığı, onbinlerce insanın kafatası ölçüleri alınarak “bu biz, bu öteki” sınıflaması için şevkle veri toplandığı günlerde “Türk’üz bütün başlardan üstün olan başlarız” mısraını iyimser bir yaklaşım gösterip bir metafor olarak değerlendirmek istiyorum. Ancak izleyen “tarihten önce de vardık, tarihten sonra varız” şeklindeki daha az bilinen mısraının ciddî bir antropoloji analizi gerektirdiğini düşünmeden de edemiyorum. Çünkü bu mısra efsane kurgularıyla yaşayan ancient (=eski,) toplumların düşünce/ideoloji yapısını birebir yansıtması açısından oldukça önemli; tarihin sürekliliğini tanımlıyor. Böylesine bir süreklilik ancak döngüsellikle olanaklıdır. Bu döngüselliğini kısaca şematize etmeye çalışalım ve onu bir çembere benzetelim. Anılan “tarih modeli” kendisine bu çemberin “bir noktasını” başlangıç olarak kabul eder; öncesi ve sonrası bu başlangıcın öncesi ve sonrasıdır, doğal olarak bu başlangıç noktasının öncesi ve sonrası hem öncesi ve/veya hem de sonrasıdır. Kurucu mitos bu döngüde düzenli aralıklarla uğranılan, zorunlu aralıklarla uğranılan bir noktayı oluşturur. Çemberin bu noktasını çemberin diğer noktalarından ayıran unsur ise onun başlangıç olarak kabul edilmesidir. Onuncu Yıl Marşıyla döngüsel olarak kurgulanan dolayısıyla da hareketsizleştirilen tarih anlayışında bu çemberin başlangıç noktasını 1923 ile 1933 yılları arası oluşturmaktadır. Çünkü burada dondurulan-durdurulan zamanda resmî ideoloji, temel argümanlarını yeniden gözden geçirme, restore etme ve güçlendirme fırsatını bulmuş, egemenlik inşa edilmiştir. Marşın üçüncü ve dördüncü kıtaları bize resmî ideolojinin argümanlarıyla tanışma fırsatını verir; tabii ki uygun bir retorikle... “Çizdik kanımızla öz yurdun haritasını” diye başlayan üçüncü kıta “misak-ı milli” konusu76

nu/sorununu dile getirip çözümünü ilan eder. “Örnektir milletlere açtığımız yeni iz” -antiemperyalizm söylemi-, “İmtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kütleyiz” –halkçılık!- vb. sürer gider marş; nakaratlarla marş duygusu ve coşkusunun şaha kalktığını görürüz: “Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri” [Ve popülist bir ara not: 2005 yılının sonunda hangi konuyu, hangi alanı ele alırsak alalım geriler liginde en ön sıradayız. Kuşkusuz bazı “işler” marşla olmuyor!] Marşı iki resmî şair yazmış, Faruk Nafiz Çamlıbel ve Behçet Kemal Çağlar, Cemal Reşit Rey bestelemiş. Özellikle Behçet Kemal Çağlar “resmî şairliğiyle” irdelenmesi konusunda haklı bir üne sahip. Ayrı ve başka başlıklar altında incelenmesi gereken bir “şair” olan Çağlar’da türünün tipik bir örneği olarak “önemli resmî görevler” üstlenmiştir. [Bu türden resmî görevler tanımı, okuyucuda “tüm çılgın resmî yazarların” devlette üstlendikleri “önemli görevlerin” araştırılmasını kışkırtmalıdır ayrıca...] Bir süre sonra, toplumsal gerçeklikle hiçbir şekilde örtüşmeyen, kürsü/faşizan miting estetiğini aşamayan şiirleri bu türden gösterilerde dahi okunmaz olmuş, talim ve terbiye baskısı altındaki orta öğrenim çocuklarına zorla ezberletildiği bir dönemin ardından unutulmuştur. Unutulmaya mahkûmdur, Onuncu yıl Marşı hariç... Marş yazarlarından çok söyleyenin ve söyletenin eseri olmuştur. Üstelik burada sadece söyletene değil söyleyene de bakılması zorunluluktur. Çünkü kim söyletirse söyletsin her söyleyiş döngüsel tarih kurgumuzun başlangıcının yeniden canlandırılması ritüelidir. Söyleyenler bu kurgu içinde üretmeye değil unutturmaya ve unutulmaya görevlendirilmişlerdir. Söyleyenler kümesinin baş aktörlerinin akademisyenler olması, yükümlendikleri görevler dikkate alındığında, konumlarının ve yaşam çizgilerinin Çağlar ile birebir çakışması kuşkusuz rastlantıdan ötedir. “Türk önde, Türk ileri” diye heyecanla marşı söyleyen resmî bilim adamlarımızdan herhangi biri var mıdır ki alanında bırakın insanlık ya da toplum adına olsun, herhangi türden bir bireysellik adına bile ileri ve önde bir üretime/yaratıya imza atmış olsun, işte sırf bu nedenle herhangi biri var mıdır ki unutulmaya mahkûm olmasın? “Var” diyenin de “varım” diyenin de saygıyla elini sıkmaya varım... Tabii kanıtlayacak! (Devam edecek) 12 Aralık 2005

77


Nuray Gök Aksamaz

-Panel Konuşması-

“Popülizm”, “Popülist Kültür” ve Sanatın Sürekliliği * “Halkçılık” anlamına gelen “popülizm”, birçok farklı yer ve zamanda farklı biçimlerde karşımıza çıkan bir kavramdır. Örneğin, 1874 yılında Rus Narodnikleri Rus köylüsünün komün bilincini komünist bir toplum için yeterli bir hareket noktası olarak alarak yola çıkmışlar ve kitleselleşemeyen popülizmin örneğini oluşturmaktan öteye geçememişlerdir. Öte yandan, Arjantin’deki Juan Peron iktidarı döneminden ve kıtanın bütününe egemen olan İspanyol sömürgeciliğine karşı direniş tarihinden güç alan “popülizm”, kimi zaman sağa, kimi zaman sola kayan çeşitli yapılarıyla tüm kıtayı etkileyebilmiştir. “Popülizm”, iktidar partilerinin, özellikle de yaklaşan seçim dönemlerinde halkın ağzına “bir parmak bal çalmaları” anlamında kullanılmaktadır. Böylece “popülizm” kavramı ve taşıdığı anlam farklılaştırılıp çarpıtılmaktadır. “Popülist kişi ve gruplar”ın temel kaygısı, daha çok insanın beğenisini ve desteğini kazanmaktır. Ama , kitleyi yalnızca yanına çekmeye çalıştığı için, kendisi söz konusu kitlenin bilinç düzeyine inerek, liderlik niteliğini yitirir. “Popülizm” her tekil örnekte içinde bulunduğu siyasal bağlamın izini taşımaktadır. Temsili siyasete bir tepki olarak “popülizm” ABD siyasetinin bütününde göze çarpan bir motiftir. “Yeni Populizm” de Batı Avrupa’da 20. yy sonlarına doğru ortaya çıkan bir “popülizm” biçimidir. Kültürel açıdan, popülizm birçok toplumda, sıradan insanın erdemlerinin yüceltilmesi ve sık sık da yaşam biçimlerinin ve yurtlarının romantik bir görünümü olarak ortaya çıkar. “Kültürel popülizm”, seçkinlerin tükettiği yüksek kültüre karşıt olarak, sıradan insanlarca tüketilen kültürü yücelten bir konumu betimler. Kültür ve iletişim alanında, “popülizm” teriminin yoğun olarak kullanımı ile terimin siyasal kullanımları arasında pek az ortaklık bulunur. “Popülist tarz”la, yalnızca geniş insan yelpazesine ulaşmak için “popüler” olmak isteyen tarz da karıştırılmaktadır. (Değinilerle ilgili olarak,bakınız: Popülizm, Paul Taggart, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2004) “Postmodern” sanat anlayışı ile “popülizm”in ilintisi kurulabilmiştir. Bu anlayışta, sanat eserini tüketecek olan bir 'kitle' olduğuna göre, kitlenin beğenisi ile sanatsal estetik arasında doğrusal bir orantı olmalıdır ve sanatın bir görevi ya da varlık nedeni olması gerekmemektedir. Geçmişte, sanat ve edebiyat dar bir seçkinler çevresinin ayrıcalığıydı. Örneğin, Goethe Faust’u yazdığı zaman Weimar Dükalığında oturan insanların 78

yüzde doksanı okuma yazma bilmiyordu. Bilgi ve onunla birlikte yeni bilgiler sanayileşmiş toplumla gelişti.Tekniğin sağladığı geniş çoğaltım olanakları iyi sanat yapıtlarının yığınlara milyonlarca insana ulaşmasına yol açtı. Ama, öbür yandan, kapitalist düzen sanatı uyuşturucu olarak çoğaltmanın kazanç olanaklarını hemen sezdi. İlkel içgüdüler kışkırtılıp ayakta tutuldu. Peri masallarının mantığı yığınlar için çoğaltıldı. Bütün bunlar da sanatçıların ve yazarların aşınmış kalıplara karşı savaştığı, yeni gerçekleri açıklama yolları bulabilmek için deneylere giriştiği bir zamanda yapılıyordu. Sanat adına kapitalist düzenin öne sürdüğü yozlaştırıcı ürünler bir yana; kapitalizm, sanat alanında yeni bir Rönesans yaratma olanağına sahip değildir. Kapitalist düzende yığın sanatının yaratıcı ve yayıcılarının amacı eğlenme isteğinden kazanç sağlamaktır. Günümüz burjuva düzeninde sanat, toplumsal düşüncelerden kopma, bireyi kendi umutsuz yabancılaşmasına doğru daha çok itme, güçsüz bir bencilliği kışkırtma ve gerçekliği, yanlış tanrıların büyü törenleriyle dolu aldatıcı bir efsaneye dönüştürme eğilimindedir. Çağdaş burjuva dünyası yapısı gereği yozlaşmaktadır. Burjuva sanatı geleceğe değgin geniş bir görüşten, iyimser tarihsel görüşten yoksundur. Oysa sanat, gerçeklik alanında görünmeyeni gösterebilme, duyulmayanı duyurabilme niteliğine sahiptir. Sanatın yeni gerçekleri uygun anlatım yollarıyla açıklama görevini yerine getirebilmesi ve insanların kültür hayatına katılabilmesinin sağlanması ise, yine çağdaş bir sorundur. Sanat, bilim gibi gerçekliği kavramanın bir yoludur. Sanat, gerçeklikle başa çıkamayan insanların gerçekliğin yerine koydukları tılsımlı bir son umardır. Önemli olan yaşama bir anlam verebilmektir. Dünyadaki siyasal çekişmelere rağmen insanların birbirlerinin sorunlarını ve isteklerini anlamalarını sağlamak çağdaş yazın ve sanatın görevidir. Sanatın görevi, sınıflı toplumda insanların daha eksiksiz, daha varsıl, daha güçlü bir hayata kavuşmasına yardım etmektir. İnsan, yalnız kendi yaşayışında değil, hayal gücüyle daha deneti altına alamadığını sezdiği gerçekler karşısında yabancılıkla savaşabilmek için her zaman sanatın gerekli olduğunu unutmayacaktır. Günümüzde de yıkımın kaçınılmazlığı düşüncesine karşı, yıkımın nasıl önlenebileceğini gösteren yapıtlar önem taşır. Bir sanat yapıtı uzun erimli sonuçları olan bir eylem sayılır. Sanatın sürekli görevi, bireyin kendi dışındaki her şeyin bütünlüğünü, bütün insanlığın yaşantısını ona kendi yaşantısıymış gibi yaşatmaktır. Sanat bunu yaparak gerçekliğin değiştirilebileceğini, denetlenebileceğini, bir oyuna dönüştürülebileceğini göstermiş olur. Yaratıcı insanın dünyayla birleşmesi sanat sayesinde olur. Sanatın görevi, açık kapıları yıkmaktan çok, kilitli kapıları açmaktır. Sanatçının gereken sentezi yapabilmesi için uzun uzun düşünmesi ve deneyler yapabilmesi gerekir. Sonunda ağır ve yorucu bir süreçten sonra sanatçı her türlü yabancılaşma belirtilerini yok edebilir. (“Gerçekliğin Yitirilmesi ve Bu79


lunması, Sanat ve Yığınlar” ile ilgili olarak, bakınız: Ernst Fischer, Sanatın Gerekliliği, Kuzey Yayınları, 1985) Günümüz toplumunda insan yalnız, umarsız ve karamsar görünebilir. Çünkü evrensel bilinçle, tarihsel- toplumsal gerçeklikle bağlarını koparıp, doğada olan köklerini kesip sanılar, imler, izler, kırpıntılar dünyasında tükenerek ve tüketerek yaşamaya zorlanmaktadır. Düşüncenin koşullandırılması, bir varlık değil bir “imaj-marka” olmaya insanın yöneltilmesi ve sözde bir hareketlilik içinde bütünü göremeden, düşünemeden enerjisinin dağıtılması için tasarımlar sahnededir. Geçen yüzyılda bilim ve teknoloji alanlarının iç içe geçirilmesi stratejisi ve yeni teknolojiler aracılığıyla, sermaye alanında, üretim biçimlerinde, toplumsal yapıda büyük değişiklikler gerçekleşmiştir. Bilim-teknolojinin politika, endüstri ve ekonomiyle yakın ilişkileri bilimin geleceğini değiştirmekte, sanat anlayışını değiştirmekte ve hızla kültürel değişiklikler yaratmaktadır. Doğadan ve nesnel gerçeklikten kopan insan hareketli ama dengesiz, rastlantısal ve hedefsiz bir yaşantı sürmektedir. Doyumsuzluk ve tüketime yönelim giderek artmaktadır. Gerçekliği kavramayı sağlayacak doğa yok edilmekte, sosyal ilişkiler yozlaştırılmaktadır. Doğayı ve doğasını unutup, yapıntı dünyasında insanın mutsuzluğu, çektiği acı bilincin yitimi nedeniyledir. Nedenselliğin ve nesnelliğin dışlandığı dünyada, doyumsuz insanın insana yönelteceği şiddet, güzelduyu ve sanatı da dışlayacaktır. Ancak, sanatla kavrayış ve güzel bir dünya yaratma uğraşının yerini hiçbir şey tutamaz ve sanat süreklidir. Önemli olan, sanatın beyinde, bilinç altında sürmesi ve sahtelikle, kötü bilinçle bağların kopartılıp atılarak, yozlaşmanın izlerinin kazınarak, yeniden tarihsel ve eytişimsel (diyalektik) bağların kuruluşudur. Sanatın insandan insana, doğaya ve evrene akışının sürebilmesi ise toplumsal öz ve nesnel gerçekliğin eytişiminden (diyalektiğinden) kopmadan düşüncenin gelişimini sürdürebilmesi yoluyla olur. Yeni yüzyılın belirsizlik şemsiyesi altında ve kavramların içleri boşaltılarak “teknolojik devrimler” aracılığıyla sürdürülen savaşlarının karşısında, sanatın özgün diliyle kavrayış, mücadele ve yaratıcılık zorunludur. Bunun için öncelikle insanın belleğini araması gerekir. Belleği zayıflatılmış insan için ‘trajedi” hep vardır. Düşünce sistemlerinin bombardımanına karşı kavrayışları güçlü, mücadeleci ve duruşunu koruyabilen şairin şiirinin yaşamsal sürekliliğinden söz edilebilir. (Şiirin Sürekliliği konusuyla ilgili olarak: Nuray Gök Aksamaz, Şiir Tasarımı ve Süreçler, Gerçek Sanat Yayınları, 2005)

anlamda yetkinlik sağlamaktadır.Sonra, sanatı değerlendirebilmek, yorumlayabilmek ve geliştirebilmek için gerekli iklimi oluşturmak gerekir. Birlikte üretim, birlikte araştıracak ve sorgulayabilecek nesnel ortamı yaratmakla olanaklıdır.Yoksa “eklektik” bir yapı içinde “popüler anlayış” ın tuzağına düşmek tehlikesi vardır…Gelecekte sanatın üretim, yoğaltım ve üretim biçimleri epeyce değişebilecek, bireysel biçemler farklılaşabilecektir. Birçok biçemin ortaya çıkması sınıfsız bir toplumda düşünülebilir. Ve inanıyorum ki sanatsal bakış açısı ve sanat yaşantısı özgür, bilinçli ve çalışan insanın doğal niteliği olacaktır.

Kavramların çarpıtılmış, saptırılmış, koşullandırılmış biçimleriyle dünyaya baktığımızda, bütünsel bir kavrayış olanaklı değil. Asıl yozlaşma, kültürel etkileşimler nedeniyle değil, kavramların içinin boşaltılmasıyla her alanda olmaktadır. Sanat ve bilim, gerçekleri kavrama aracı olarak bu

* 6. Kitap Dünyası Fuarı’nda Kolektifimiz’in 26 Kasım 2005 günü saat 17.00’de düzenlediği “Popülist ve Yoz ‘Kültür’e Karşı Sanat” konulu Panel-Söyleşi’de yazarın yaptığı konuşma metnidir. (S.P.)

80

81


Meral Kıdır

-Panel Konuşması-

Hâkim Kültür Hâkim İdeolojinin Eseridir * Günümüzde en çok yakınılan konulardan biri de popülist ve yoz bir kültürün bir virüs gibi yayılması, neredeyse bütün beyinlere sokulması, her yerde saltanat sürmesidir. Hatta bu kültürün pompalayıcıları bile yakınanlar kervanına katılmaktan kendilerini alamıyorlar. Bunların timsah gözyaşları döktüğünü biliyoruz. Aslında bu tam da onların tutumudur. Tıpkı mafya davranışı gibi. Öldürür ve öldürdüğü kişinin cenazesinde üzüntü belirtir. Gerçekte bu, o mafya grubunun işlediği cinayete imza atmasından öte bir anlam taşımaz. Bunu hepimiz biliriz. Konuya girerken “Popülizm” kavramı üzerinde durmak istiyorum. Türkçe sözlükte “popülizm”in karşılığı halkçılık olarak yazıyor. Popüler’in karşılığı ise, halkın zevkine uygun, halk tarafından tutulan, herkesin tanıdığı, olarak geçiyor. Peki, ama halk neyi, niçin ister? Yaşamda isteklerimizi belirleyen nedir? Şu anki tartışma konumuz söz konusu edildiğinde, kültürel bir yozlaşmadan söz ediyorsak, burjuvazinin iddia ettiği gibi, bu arz-talep ilişkisinin bir sonucu, halk ne istiyorsa onun halka pazarlanması mıdır? “Popülist ve Yoz ‘Kültür’e Karşı Sanat” konulu Panel-Söyleşi’den bir görünüm.

Çok bilinen bir gerçeğin altını yeniden çizersek: kültür, bir sınıfın ekonomik ve siyasal çıkarları doğrultusunda toplumsal bir kişilik oluşturmasıdır. Köleci, feodal kültür, burjuvazi önderliğinde geliştirilen ulusal kültür başta olmak üzere, yine aynı sınıfın güncel çıkarları doğrultusunda geliştirilen postmodernizm hep bu gerçeği ifade ederler. Devlete hâkim olan sınıfın ekonomik ve siyasal çıkarları neyi gerektiriyorsa, toplum da ona göre şekillendirilmeye çalışılır. Burada geçerli olan hiçbir zaman halkın isteği değildir, halkın ne istediği bu sömürücü sınıfların umurunda da değildir. Dolayısıyla popülizmden bahsederken, gerçekte halkçılıktan, halkın ne istediğinden değil, burjuvazinin şekillendirdiği istekler ve beğeni ölçülerinden söz edilmektedir. Egemen sınıfın emekçi sınıf ve ara tabakalara çizdiği yaşam çerçevesi ve düşünce kalıplarıdır söz konusu olan. Yozluk bir çürümeyi ifade eder. Soysuzlaşma, özünü yitirme, bozulma olayıdır. Kısacası, kendi çıkarları aleyhine egemen ulusun çıkarları doğrultusunda şekillenmiş bir (sömürge) ulus, yine burjuvazinin çıkarları doğrultusunda şekillenmiş bir proletarya yozlaşmış demektir. Yozluğa, yozlaşmaya karşı mücadele ise, kendi olmak için mücadele etmek, kendini her alanda ifade gücü kazanmak demektir.

82

83


* 6. Kitap Dünyası Fuarı’nda Kolektifimiz’in 26 Kasım 2005 günü saat 17.00’de düzenlediği “Popülist ve Yoz ‘Kültür’e Karşı Sanat” konulu Panel-Söyleşi’de yazarın yaptığı konuşma metnidir. (S.P.)

Ülkemizde ve Dünya çapında genel bir yozlaşmanın yaşandığı herkesin kabulüdür. Gerçekleşen sosyalizmin 1990’lı yıllarda tasfiyesi ile proletarya ve halk kurtuluş hareketlerinin ideolojik, siyasal ve örgütsel bozulma süreci de hızlandı. İçsel ve dışsal nedenleri daha çok tartışılacak olan yenilgi peşi sıra bozulmayı da hızlandırdı ve derinleştirdi. Ezilen-sömürülen sınıfların ve emekçi halkların tekelci dünya sisteminin ihtiyaçları ve istekleri doğrultusunda yeniden şekillendirilmeleri de bu gerçeğin üzerindedir. Bir gelecek perspektifi, bir yaşam modeli olmayanlar hâkim ideoloji ve yaşam modeline tâbi olurlar. Muhalefet olma özellikleri yakınmaktan, acınmaktan öteye geçemez. Bu da yine bakışını egemen sınıfa (ya da ulusa) çevirmek, ondan ummak, kendi olamamak demektir. Egemenlerden daha insanca bir yaşam alanı istemek hepten reddedilir bir durum olmasa da, unutulmamalıdır ki, ezilen-sömürülen sınıf ve ezilen ulus kişiliği açısından en tehlikeli durumların başında da bu gelir. Yani, birilerinden insaf beklemek! Hâlbuki insafsızlık egemenlerin karakteridir. Egemenlerin daha insaflıca sömürmesini beklemek, ezilenlerin ve sömürülenlerin sınıf bakış açısını, yaşamsal beklentilerini bozar, yozlaştırır. Egemenlerin düşünce ve yaşam çerçevesinden çıkamamak, kendi yaşam perspektifini oluşturamama, onlardan medet umma ve benzeme, taklit durumunu beraberinde getirir. Burjuvazinin giydiği kaliteli malların taklitlerini giyme ile kendini onlara yakın hissetme örneğinde olduğu gibi, yaşamın her alanında da bu taklit, kendinden uzaklaşma görülür. Aile ilişkileri, arkadaşlık-dostluk ilişkileri, kadınerkek ilişkileri, kısacası insanlar arasındaki maddî ve duygusal tüm ilişkiler artık bu taklidin damgasını taşır. Bu noktadan sonra yaşanan hayatlar gerçek değil, sahtedir. İşte günümüzde sanal yaşam denilen şey de bu gerçeği anlatır. Tekelci Dünya sisteminin bütün Dünya’ya hâkim kılmaya çalıştığı kültür, hiç kimsenin kendisi olamayacağı, kimliksiz, kişiliksiz, sahte ve sanal bir yaşam kültürüdür. Tekelci Dünya sisteminde gerçek olan tek şey tekelci düzenin çıkarları ve bekasıdır.

benzeme yarışına sokulan insanların el kitabı, kılavuzu olarak piyasaya sürülmektedir. Tümüyle taklitten ibaret, kendi kişiliğini inkâra dayanan bu yaşam biçiminde en iyi yer tutmak için, bu yeri tutamıyorsa bunun acısını ifade biçimini öğretmek için neye ihtiyacı varsa o ürünler insanlarımızın hizmetine sunulmaktadır. Egemen sınıfa benzeme, onun parsasından küçük bir pay alma bile söz konusu olamayacağı halde, “yaşamış gibi” olabilmek, sanal bir yaşam uğruna en hayatî çıkarlarının karşısına düşürülmek… İşte yozlaşma, yoz kültür budur. Demek ki biz, yoz kültüre karşı sanat alanında bir mücadeleden söz edeceksek, emperyalizmin ve tekelci burjuvazinin politikasına, ideolojisine ve yarattığı kültüre karşı bir duruş ve mücadeleden söz etmek durumundayız. Buna karşı bir yaşam alternatifini yaratma ve kitlelere sunma gücü ve yeteneğini kendimizde geliştirmekten söz etmek durumundayız. Edebiyat ve sanatın tüm alanları ancak bu temel üzerinde bir mücadele aracı haline gelebilir. Bu zemine dayanmayan ve bu amaca yönelmeyen hiçbir edebî ve sanatsal çalışma yozlukla mücadele etmek bir yana, kendini yozlaşmaktan kurtaramaz. Yozlaşmaya karşı sanat, ezilen-sömürülen sınıf ve emekçi halkların kişiliğini yeniden yaratma, zenginleştirme ve bir silâh haline getirme eylemi olarak görüldüğü ölçüde kitleler açısından da bir anlam kazanacaktır.

Türkiye gerçeklerine baktığımızda, toplumumuza hâkim olan kültürün haşmetlû devletimizin ve bağlı olduğu emperyalist sistemin çıkarlarının damgasını taşıdığını, bunu zedeleyecek en ufak bir girişimin bile nasıl bir şiddetle karşılandığını görüyoruz. Reklâmlarda, dizilerde, eğlence ve yarışma programlarında, okullarda, işyerlerinde, hayatın her alanında nasıl bir kadın, nasıl bir erkek, nasıl bir vatandaş olunacağının, neyin kabul göreceğinin resmî çok net çizilmektedir. Mutluluk ve mutsuzluk çizilen bu resme uyum ölçüsünde belirlendiğinden, şarkılar, romanlar, filmler, ilişkiler de bunu yansıtmaktadır. Piyasa şiirleri, piyasa romanları denilen tür bu resme 84

85


Ruhan Mavruk

-Panel Konuşması-

Niçin "Yoz Kültür"ü Dayatıyorlar?* Sanat ürünleri toplumsal ilişkilerden doğar. Her toplum ideolojik ayrışmalara sahnedir. İdeolojik çatışmalar -yanıbaşından akıp giden yaşamın içinden sanatın hammaddesini alabilecek birikim, sezgi ve cesarete sahip- sanatçı için büyük bir rehberdir. Yapıtın oluşmasında ikinci aşama sanatçı bireyin bu hammaddeyi soyutunda karmaşık mekanizmalarla işlemesi, yani yaşamın gerçekliğini sanatsal gerçekliğe dönüştürmek için emek harcama aşamasıdır. Hiçbir gerçek bu anlayış aralığından geçmeden sanatsal gerçeğe dönüşemez. Üçüncü evrede somuttan alınıp, soyutta biçimlenip yine somuta dökülen yaratıcı sürecin sonuç ürünü olan "sanatsal ürün"ün insana ulaştırılma aşamasıdır. Günümüzde en zor aşama bu sonuncusudur. Bizler ait olduğumuz sınıfın, bilincimize yansıttığımız ideolojinin sanatımız üzerindeki etkisini belirgin bir şekilde ortaya koyarken, hâkim sınıf da kendi caydırıcı ve yozlaştırıcı sanat (!) anlayışında diretmekte, soluğumuzun kitlelere ulaşmasını engellemek için yeni tarz ve araçlar geliştirmektedir. Üretim güçlerini ellerinde bulunduranlar düşünceyi yönlendiren kitle iletişim araçlarını da ellerinde tutarlar. Medyanın üzerimizdeki baskısı insanı bilinç ve duyunç yönünden zenginleştiren sanat ürünlerinin yoksayılması bu gerçekliğin sonuçlarından biridir. Emperyalizm kendi değer yargılarını ve kültürünü dayatmakta, sanatı, dolayısıyla yaşamı içeriksizleştirmek için alternatif olarak gördüğü üretim biçimleriyle insanın belleğini, duygularını yok etmeye, onu sürüleştirmeye çabalamaktadır. Somut örneklerle bu savı açımlamak istiyorum. Bir şarkı klibi düşünün : Genç kız yoldan çevirdiği lüks arabaya biner. Şarkı sözleri beyin yıkamak için çok iyi seçilmiştir : "Ben yoldan gönüllü çıktım, memnunum buna ben..." Rahat yaşam için bedenini pazarlamak "özgürlük" olarak sunulmaktadır gençlere.

* 6. Kitap Dünyası Fuarı’nda Kolektifimiz’in 26 Kasım 2005 günü saat 17.00’de düzenlediği “Popülist ve Yoz ‘Kültür’e Karşı Sanat” konulu Panel-Söyleşi’de yazarın yaptığı konuşma metnidir. (S.P.)

kazanmak için elimden gelen herşeyi yapacağım" der kadın. Kadını aşağılayan, kapitalizmi olumlayan bu türden yaklaşım ve entrikacılığın meşrulaştırılması burada açıkça görülmektedir. Dizilerde sempatik ama çoğunlukla beyni boşaltılmış kahramanları, mermur aylığı ile döşenmiş lüks evleri görüyoruz. Rahat koltuklar, gündelik sohbetler insanı eğlence dünyasına çekmek, sınıfsal mücadeleden uzak tutmak için özellikle planlanmıştır. Daha "entelektüel" beyinler için hazırlanmış başka tuzaklardan da söz edelim : "Sanat için sanat" mantığı da insanımıza dayatılan savrulma yollarından biridir. Çünkü bu mantığın içinde kapitalizmin "üretim için üretim" mantığı gizlidir. "Kurtlar Vadisi" gibi çete dizileri, mafya ve ağa dizileri, emperyalizmin beyin yıkama konusundaki yaptırımlarına açık örneklerdir. "Yoz kültür" dayatmasının sezildiği başka alanlar ise uyuşturucu ve fuhuşun bilinçli bir şekilde yaygınlaştırıldığı varoşlar, sanat ve sevgi dünyamızı altüst etmeye çalışan "bar" ortamları, bürokrasinin tuzaklarında yitirilen zaman, doğru ve haklı düşünsel ürünler üzerinde uygulanan sansür verilebilecek başlıca örnekler arasındadır. ABD'de McCarthy döneminde ilerici muhalif sanatçıları acımasız bir kıyıma uğratan, Şili'de onları helikopterden okyanusa atan, Victor Jara'yı bilekleri kesik işkence ederek stadyumda öldüren aynı emperyalist sindirme mantığıdır. Şimdi bize düşen "yoz kültür"e karşı bir cephe oluşturup, satın alınmaya karşı bilinçli ve aktif bir direniş geliştirmektir. Şunu unutmayalım ki, yaşadığımız her acı bizden sonra geleceklere sevinç getirecektir. Tarihi direnenler yazar hep!

Emperyalistlerin verdiği her ödül, bir ödünü içerir. Birkaç yıl önce Sertap Erener'in Eurovision yarışmasında birincilik ödülü kazanan "Everyday That I Can" adlı şarkının sözlerine baktığımızda, kadınları cariye ya da gözde adıyla saraya kapatan, bıktığı zaman da bir köşeye atan "sultan"a duyulan tutku anlatılır. Güce ve lükse tapınmanın bir örneğidir bu. "Seni yeniden

86

87


Sürrealizm Sosyal Realizme Karşı!..

-Polemik-

"Bilimsel Sosyalizm-Komünizmin yeminli düşmanları o kadar çok ki, hangi birini kaynak gösterip açıklayalım? Bir yanda sol maskeli eloğulları, diğer yanda MİT-MOSSAD-CIA-MI5ERD-SIFAR, vb. istihbarat örgütlerinin büyük bedeller ödeyerek besleyip büyüttüğü Marksizm düşmanı kurumlar Bilimsel Sosyalizm-Komünizm kaynaklı akımlara beş koldan saldırıya geçmiştir. Sosyalist devrim ve kuruculuk deneyimlerinin çözülüp başka bir şeye dönüşmesiyle birlikte sosyalizme karşı "yeni" bir cihat açılmıştır. Bir daha proletarya bütün Dünya’da iktidara gelmesin diye emperyalizmin bütün örgütleri teyakkuz halindedir. Kapitalizmin egemenliği daha fazla yara almasın diye, birazcık daha sosyal-tarihsel ömrünü uzatabilsin diye hegemonlar cansiperane büyük bir savaş veriyorlar. Kime karşı? Elbette kapitalizmin mezar kazıcısı güçlere karşı. Kimlerdir bu güçler? En başta Modern Proletaryanın başını çektiği proletarya, işsizler ordusu, ezilip sömürülen-sömürgeleştirilmek istenen Dünya’nın emekçi halkları, burjuvazinin soyup soğana çevirdiği bütün ara katmanlar, kır ve kent küçük-burjuvazisi, emekten ve emekçiden yana dürüst ve ilkeli tavır geliştiren hakikî aydınlar, proletaryanın müttefiki entelektüeller, bilim insanları, sanatçılar, şairler, ressamlar, müzisyenler, vb. Marksizm-Leninizm’in bilinçli düşmanı akımlar, Büyük Ekim Sosyalist Devrimi’nden bu yana kapitalist Batı'nın himayesinde sosyalizmi ideolojik, teorik ve örgütsel olarak sulandırmaya niyetli bütün sapkın akımları desteklemektedir. Yeryüzünde sosyalizmin egemenliği gerçekleşmesin diyen hegemonlar, bu kaçınılmaz tarihsel zorunluluğun önünü kesebilmek için habire tahkimat yapmaktadır. Sol’dan devşirme ne kadar çürük insan malzemesi, dönek, dönme ve hain varsa bunların tamamı kapitalizmin çöplüğünde eşinmekte ve buradan nemalanmaktadır. Sınıflı toplumlarda ideolojilerimiz dışında hemen hemen her kapıyı açmaya "muktedir" para, şöhret, kariyer hırsı taşıyanların imdadına yetişmektedir. CIA-M0SSAD-Ml5-BRD-SlFAR, vb. bu konuda kesenin ağzını sonuna kadar açmıştır. MİT bu konuda birilerinden asla geri bir konumda değildir. Adlarını yazmaya gerek görmüyoruz (ki, bu görevi sağlı "sol"lu burjuva partilerinin kiralık kalemleri daha güzel işliyor ve belgeliyorlar). Bilinen bu zevatın basın-yayın faaliyetleri arasındaki "vukuatı"da belgelidir. Kim kimdir? Kimileri anılan istihbarat birimlerinden ya da "Kopenhag Kriterleri" doğrultusundaki örgütlerden, hükümet dışı kuruluşlardan (NGO-STK), yerli-yabancı 88

istihbarat birimlerinden, tekelci basın-yayın kurumlarından, devletten yardım almaktadır. Kimileri alınan bu "yardım"ları, hem de ilericilik adına normal da karşılamaktadır. Devrimci ve Marksist kaynaklı bütün düşünce akımları dönüştürücü özünden soyutlanarak zararsız hâle getirilmek üzere kuşatma altındadır. Bilimsel inceleme-araştırma, ideolojik-teorik çalışmalar, sanat, edebiyat, estetik konusundaki çalışmalar tarih ve sınıf bilincini öne çıkarıyorsa, onlara göre bu bir felâkettir. Paranın, kapitalist özel mülkiyetin ebedî oluşunu savunan bütün düşünce-davranış çizgileri egemen gerici sınıfların koruyuculuğunu hak etmiştir. Sürrealizm akımı da sosyal realizm akımının önüne çıkarılmış bir burjuva sanat akımıdır. Batılı istihbarat örgütlerinin -CIA başta olmak üzere- gerek ilerici sanat akımları karşısında, gerekse SSCB deneyiminin çözülüşü gibi konularda hangi sanat ve politika akımlarını ve kişileri nasıl, neden, niçin, hangi amaçlarla kullandığı konusu artık "komplo teorisi" olmak suçlamasından kurtulmuş ve ilgililerce resmen açıklanmıştır. İngiliz MI5 istihbarat örgütü sürrealist sanat akımını sosyal realizmin, Bilimsel SosyalizmKomünizmin önünü kesmek için kullanmış olduğunu resmen açıklamıştır. Kapitalist Batı’nın Türkiye'deki baş temsilcisi ajanlar her alanda bilimsel bilgi ve bilinçlenme yolundaki insanlarımızın örgütlenmesinden, ayağa kalkmasından büyük ölçüde korkup irkilmektedir. Üniversite çevreleri, basın-yayın kuruluşları, her daldan sanatçılar, subaylar, bürokrasinin her iki kanadı, vb. anılan kuşatmaların kıskacındadır. *** 6. Kitap Dünyası Fuarı etkinliklerimizde yukarda değindiğimiz konu bilinçli bir provokasyon örneği ile Kolektifimiz’in karşına çıkarıldı. Yakınmıyoruz. Her siyasî akım ideolojik-sınıfsal konumuna-seçimine göre hareket etmektedir. Bunda şaşılacak bir şey de yoktur. Fuar yönetiminin düzensizliği ile buluşan ve çeşitli "sol" örgütlerin taraftarlarından oluşan 15 şair, 45 dakikalık etkinliklerini 35 dakika çiğnemiş, 15.45’te terk etmeleri gereken konferans salonunu 18.20’ye kadar kullanmaya cüret ederek Kolektifimiz’e ayrılan 45 dakikalık etkinlik zamanını kabaca sömürmüş ve bunu içlerine sindirmiş-haklı(!) gerekçelerle(!) savunarak,"Sosyalizm Öldü mü?" başlıklı panel-söyleşimize ayrılan zamanı kullanmak istemiştir. Kimler mi? Liberal, tasfiyeci, postmodern, yeni sollar, reformist-revizyonist çizgileriyle burjuva ve küçük-burjuva sanat akımlarının boy boy temsilcileri. Kolektifimiz’in ve yönetmen arkadaşımız Sırrı Öztürk’ün boy hedefi olarak seçildiği olayda, bütün iyi niyetli uyarılarımıza rağmen zamanımızın çalınışını protesto edişimize karşı sözlü sataşmalar, el-kol sataşmalarına dö* nüşmüş, şair Arif Damar’ın bastonuyla Sırrı Öztürk’e ağza alınmayacak küfürler ederek fiilî saldırı teşebbüsünde bulunduğu görülmüştür. 80. yaş gününü bazı etkinliklerle kutlayan Arif Damar ve öteki sataşanlar zararsız 89


hâle getirilmiştir. Sataşma teşebbüsünde bulunanların gerekçesi: "Efendim, İzmir Kitap Fuarı’nda siz de bizim (Öküz Dergisi'nin) panelin zamanını çalmıştınız. Ne olur anlayış gösterin, panelimiz şimdi bitirilecek..." şeklinde başlamıştı. Bu mantık çarpıtmasından başka bir şey değildi. Olay 6 yıl önce gerçekleşmiş, konuşmacı arkadaşlarımız Öküz Dergisi sorumlularından 5-10 dakika zaman vermelerini rica etmiş, onlar da bu öneriyi uygun bulmuştu. Ayrıca, onların paneli son panel olduğundan zaman sınırlaması söz konusu da değildi. Küçük-burjuvazi demek ki yememiş, içmemiş, içlerinde ukde gibi “kuyruk acısı" çekmişçesine fırsat kollayarak ve de hazır Sırrı Öztürk Konferans Salonu kapısında ayaklarına kadar gelmişken zehirli dilleriyle sataşmak ve fiilî saldırılarda bulunarak küfürleşmek yolunu seçmişti! Sırrı Öztürk zamanında "What is this party? ÖDP vb. Üzerine” isimli bir kitap yazmış anılan siyasî akımlara karşı fikir savaşı açmıştı. Şimdi bunların "rövanşı" alınıyordu! Anılan şairler derslerini almamış olacak ki, bir hafta sonraki (26 Kasım 2005 tarihli) "Popülist ve Yoz ‘Kültür’e Karşı Sanat” başlıklı panelsöyleşimizin sonunda da arzı endam etmiş "zamanı aştınız" diyerek yine sataşma yöntemini seçmiştir. Oysa fuar idaresine bilgi verilmiş ve Kolektifimizin etkinliğinden sonraki panelin iptal edildiğini öğrenmiştik. Bu yüzden de 5 dakikalık kullanılmayacak -iptal edilmiş- bir zamanı kullanmıştık. Bu "basit" gibi görünen sataşmaların, küfürlerin, fiilî saldırı teşebbüslerinin ardında yatan etken Sorun Yayınları Kolektifi’nin Modern Proletaryanın ajanı olarak burjuva ve küçük-burjuva akımlarının karşısında bir Kurum disipliniyle 30 yıldır organize oluşuydu. İdeolojik-sınıfsal-örgütsel duruşlarıyla sosyal-pratikte doğrulanmamış görüş ve akımların temsilcilerinin bozgunlara uğramasının verdiği bir sonuçtu. Başkaca yapacakları bir şeyleri yoktu. Altına imzalarını açarak ne Kolektifimizi ne de Sırrı Öztürk’ü eleştiremiyorlardı. Düşünce düzeyindeki seçimleri sosyal-pratikte doğrulanmayanların yapageldiği gibi, bunun suçunu başkalarında aramak, sataşmak, küfürleşmek ve fiilî saldırılarda bulunarak taraftarlarını bir süre daha oyalamak güdülerinden ileri geliyordu. Hayat mücadelesinin de doğruladığı etkinliklerimiz karşısında ve fikir düzeyinde söyleyecekleri fazla bir şeyleri yoktu. Sorun Yayınları Kolektifi ve SORUN Polemik Dergisi, Modern Proletaryanın, Devrimci ve Marksist Sol Kadroların koruyuculuğu ve güvencesindedir. Her türden provokatif girişimleri izole edecek donanıma da sahiptir. Sınıflar mücadelesinin daha da keskinleşmesiyle "sol"dan dönenlerin muhtemel saldırılarına karşı da hazırlıklı olacaktır.

* Arif Damar, “Gitme Kal” adlı ve Toros Kitaplığı’ndan yayınlanan kitabında kendi kaleminden konumunu şöyle tanımlamaktadır : “1959’a kadar 'Toplumcu Gerçekçilik”i savunuyordum. Şiirlerim de o tanım içine girer. Fakat ondan sonra sezgilerimle, sürrealist akımın devrimci bir akım olduğunu kavradım. Toplumcu gerçekçilikte halk için yazmak diye bir şey var; halk için yazmak, halkın anlayacağı şekilde yazmak diye bir düşünce. Oysa halk için yazmak halkın anlayacağı biçimde yazmak değildir."

SORUN Polemik

90

91


Ahmet Temizel -DeğerlendirmeMeslek Örgütlenmelerinden Sendikalara Kaçak Dövüşenleri Kim Kuşatacak, Önümüzdeki Ocak ayından itibaren TMMOB’ye bağlı mühendis-mimar Odalarında seçimler süreci başlayacak. Arkadaşlarımızdan bazıları ve ilişkide olduğumuz çevreler çeşitli zamanlar Oda ile ilişkili olan bizlere takıldılar; “Son öğrenci kurultayını kaleme almıyor musunuz?; TMMOB mitingi nasıl geçti, izlenimleriniz nelerdir?; Seçimlerle ilgili neler düşünüyorsunuz?; TMMOB Bütçe mitingine çağrı yapıyor ne diyorsunuz?” Bu sürece ilişkin yasaksavar yazılar yazıp “görevlerini” yerine getirmiş olmak gibi bir yaklaşımı benimsemediğimiz ve meslek örgütleri, sendikalar üzerinde çeşitli siyasetlerin çok uzun zamandan beri süregelen parselasyon kavgasına karşı olduğumuz için konuyu esasına getirmek zorundayız. Sorun Polemik’in daha ilk sayısında yeralan H. Mutlu Öztürk’ün “Günümüzde Meslek Örgütlenmesine Bir Bakış” başlıklı yazısından bu yana 4 yıl geçti, bu süre zarfında odalar özelinde 2 seçim dönemi yaşandı. Üçüncüye gidiliyor. Çok rahatlıkla Odalar özelinde bu yazıyı bugün de tarihini değiştirerek yayınlayabiliriz. Eleştirilen süreçlere ilişkin geçen zaman içerisinde iyileşme yönünde yapısal hiç bir değişiklik olmamıştır. Aslında gerçeği söylersek nasıl iyileşme bekleyebilirdik ki? Oysa bu süreçte tekelci devlet kapitalizmi hakimiyetini perçinleştirmiş; yalancı pehlivanların gözünün içine bakarak kit’lerden kendi eliyle yarattığı tekellere büyük miktarlarda sermaye aktarımında bulunmuş, toplumun emekçi kesimleri daha da yoğun sömürüye tabi tutulmuş; işsiz kitleler çoğalmış; insanlar yoz kültürle daha fazla afyonlanmış; yaşam alanları egemen sınıf çıkarları uğruna düzenlenmiş; bu yağmadan yeni efendiler, beyler, paşalar, hacılar ve hocalar çıkmış; solun dağınık, güçsüz, perişan görüntüsü artmıştır. Tüm bu görüntüler içinde Odalar 50. yıllarını kutlamış, kamu sendikaları kapatılma tehlikelerini geçiştirmiş, işçi sendikaları genel çalışanlara oranla daha fazla üye kaybetmiştir. Yazdıklarımızın ve yazacaklarımızın deneyimlerimizden süzülmüş, eleştirel, yapıcı ve çözümün bir parçası olmasına dikkat etmeliyiz diye düşünüyoruz. Bugün Odaların yaşadığı sorunların büyük bir çoğunluğunun çeşitli kitle örgütlerinde, sendika ve derneklerde de yaşandığını görüyor, gözlüyor ve biliyoruz. Konuyu bu nedenle genele taşıyacağız. Aynı zamanda sorunların kaçak dövüşerek aşılamayacağını da söylüyoruz. Popülizm yaparak, Odalara, (sendikalara ve derneklere) olmadıkları rolleri biçerek, Odalarda 92

particilik, partilerde dernekçilik oynayanların anlayışları ile hiç bir düğüm çözülemeyecektir. Bir kaç örnekle söylediklerimizi derinleştirmek istiyoruz; Geçtiğimiz günlerdeki İstanbul’da kitap fuarlarında sağlıkçı olduğunu söyleyen kişiler ellerinde listeleriyle çeşitli kereler standımıza geldi; yayınevimizden çıkan sağlıkla ilgili kitapları aldılar. Bizde gayri ihtiyarî sorduk. “Siz kimsiniz? Niye bu kitapları alıyorsunuz diye?” Cevaplar şu şekildeydi: “Biz ... sağlık inisiyatifindeniz, okuma grubumuz var, bu kitapları okuyacağız.”, tekrar sorduk: “Sendikada çalışımıyor musunuz?, sendikanız hakkında ne düşünüyorsunuz?” Bu kere aldığımız yanıt ise bu “sağlıkçıların” düşünsel ve sınıfsal duruşlarıyla ilgili daha fazla bilgi veriyordu bize: “Bizim katiyen onlarla ilişkimiz yok, sendikaya gitmiyoruz, onlar AB’ci oldular, biz onlardan ayrıyız.” Sınıf sendikacılığı literatürü gibi zırvalıklar, saçmalıklar durup dururken ortaya çıkmıyor zaten; sendikalarda, kurullarda yer-görev alma, kendi dar grubuna devşirdiğin üç beş kişiyle sözüm ona okuma grubu kur, sonra sendikaları AB’cilikle suçla. Sayı hesabıyla kendine gelmeyi bir türlü beceremeyen vahiy gelenekli okuyan “sol” her türlü kuşatma içinde kolu kanadı kırılan sendikaları nasıl algılayacak ve nasıl içinde yer alacaktı ki. Bu arada okuyan dedikte sakın yanlış anlaşılmasın yayınevinin deposu kitaplarla dolu, toplumun ve cenahımızın nasıl bir “kültür” tüketimi içinde olduğunu çok iyi gözlemliyoruz. V.İ Lenin’in daha önce türkçeye hiç çevrilmemiş makalelerini de içeren yayınevimizden çıkan “Sendikalar Üzerine” kitabının 1998 yılından bu yana satış rakamı ancak yüzü buldu. Biz bu gerçekliği yakınmak için dilendirmiyoruz; nesnel gerçekliği olduğunca çıplaklığıyla sergilemek gerekiyor. Çıkış hatları sahte temeller üzerine kurulamaz. Bu kitapların, üretimlerin gerçek sahiplerine onbinlerce, yüzbinlerce ulaşacağı günlerde gelecektir. Söylediklerimiz sahte pehlivan peşrevi değildir, bilimsel öngörümüzdür. Çok değil bir kaç ay önceydi TMMOB’nin 8 Ekim Ankara mitingi; örgüt günler öncesinden hazırlığa başladı bu mitinge, çalışmalar yaptı, duyurular yayınladı, her tür üye bileşimine, delegelere, seçilmiş-atanmış yöneticilere, hatta milletvekili üyele özel yazılar gönderildi, söylendiğine göre işyeri toplantıları dahi yaptı. Ulaşım için otobüsler kaldırıldı, trenlere binildi. Olumlu değerlendirmelere rağmen gelen kitle Odalara üye mühendislerle kıyaslandığında çok çok düşük bir sayıydı. ( 260bin toplam üyeye karşılık biz diyelim 2500 siz deyin 5000 kişi.) Miting alanına gelenlerin büyük bir çoğunluğu öğrencilerdi. Öğrencilerin büyük bir çoğunluğu da taşra üniveritesi denilen üniversitelerden gelmişlerdi ve işsizliğin basıncını daha şimdiden hissediyorlardı. Sloganları ise “anadilde eğitim istiyoruz” ve “kaldırım mühendisi olmayacağız” şeklindeydi ve gençlerin talep ve istemlerini aktarıyordu. Hafta sonu gezmesine gelmekten pek de mutlu olmayan “taşra”dan bir şu93


be yönetim kurulu üyesi daha iki adım atmadan şöyle yakınıyordu: “Şu öğrenciler gelselerde pankartı onlara versek.” Evet belki de bu insanları fazla suçlamamak gerek, onlar aslında inanmadıkları bir örgütün ve mücadelenin mitingine dostlar alışverişte görsün hesabı gelmişlerdi. 12 Eylül sonrası ortam hep yılgın kuşaklar yaratmıştı; birazcık gözünü açanlar kitle örgülerinde dirsek çürütmeye çörekleniyordu. Yorgun savaşçılardı bunlar: otobüslere doluşulacaktı; gece yol boyunca türkü çığırılacaktı; mola yerlerinde bol sigara tüketilip kulis yapılacaktı; kitlelerden mümkün olduğunca yalıtılmış bir ortamda (Ankara’da miting güzergahı ve alanı bu niteliktedir) yürünecek; sazlı sözlü halaylı mitingle de öğrencilere pankart taşıttırıp görevler ifa edilecekti. Gelenlerin yaşlarını alıp istastiksel bir tabloya tabii tutsanız normal dağılım eğrisine benzemeyecek, (ortalamaya doğru gidildikçe tek bir tepe yapan eğri) çift hörgüçlü bir dağılım eğrisine benzeyecekti. 20’li yaşlarının başlarında olan öğrencilerle 50’ye merdiven dayamışlar. Bu 50’ye merdiven dayamışlarda büro sahibi esnaf ve de eşraf mühendislerden müteşekkildi. Mimarlar ise koca bir pankartın arkasında ancak 3 kişiydiler. Herhalde TMMOB ile yarattıkları suni ve aslında meslek şovenizmlerini ortaya koyan çelişkinin tezahürü idi bu katılım!.. Hörgücün arasında kalan insanlar nerede diye sorarsanız: Samimiyetle cevaplamak lazım; arada olanlar hafta sonu mesaisinde miydiler? Yoksa kapitalist metropol bankalarından transfer edilen sermayeyle yaratılan kredi çılgınlığında ev, araba, beyaz eşya alma telaşı içinde mi? Yada futbolla mı ideolojik gıdalarını tazeliyorlardı mitinglere gelmek yerine? 80 sonrası kuşağının bu nemelazımcıları neredeydiler? Soruları isterseniz çoğaltalım; Eğitim Sen’in büyük “Ankara seferi”nde kaç öğretmenimiz vardı? 24 Kasımda onlar okeye dönüyorlar diyen eğitim bakanı yoksa doğruyu mu söylüyordu.... Kaçak dövüşenleri kuşatmak, bir süreç işidir. Bu süreç bir hazırlığı, emeği gerektirecektir. Kimse ham hayallerle, emek harcamadan bu aşamayı geçebileceğini sanmasın. Sendikalarda, odalarda, derneklerde seçim süreçlerinde kotarılan birkaç aylık kulis çalışmalarıyla hiç bir yere varılamadı/varılamaz. İlkesiz seçim ittifaklarıyla, programsız, öngörüsüz, gündemi oluşturamadan ancak geriden takip ederek bu işler yapılmaz zaten yapılamıyor da... Solun her çeşnisinden bir tutam alalım diyen ittifak/yönetim anlayışları aslında biz hiçbir şey üretmek istemiyoruz diyorlar. Bu ise asla birlikçilik değildir. Bu yaklaşımın ardında ‘yasa gereği’ tek erk olan örgüt merkezleri benim olsun, taşra ne yaparsa yapsın anlayışı yatmaktadır. Yukarıda esnaf ve de eşraf dedik, kimilerine göre ağır bir nitelemedir bu. Hatta meslekdaşlarına, örgüt yöneticilerine hakaret bile sayılabilir biraz zorlama ile... 94

Bizler bu ifadeyi ilk defa kullanmıyoruz. TMMOB Demokrasi Kurultayı’ndan Türkiye Demokrasi Kurultayına, örgüt genel kurullarından birim toplantılarına kadar bunu ifade etmeye çalıştık, Dergimizde yazdık da. Yönetim erkinin “örgüt merkezleri benim olsun, taşra ne yaparsa yapsın” anlayışı ile örgüt birimlerinin esnaf-eşraf nitelikli tavır ve ilişkileri aslında bir bütündür. Bu karşılıklı ve zımnen kabul edilmiş olan bir durumdur ve bizce örgütlerin sonu böylelikle getirilecektir. Meslek örgütü ile ilişkisini sürdüren ve bu arada serbest piyasada mühendislik-mimarlık yapmaya çabalayanlar bu durumu gayet iyi bilirler. Kendi yerelliğinde esnaf-eşraf olarak ilişkileri yürüten, mesleki yaşamı düzenleyen, hatta Rotaryen-Lions-tarikatlar-esnaf örgütü ilişkilerine giren, amma genel merkez ile hep iyi geçinenler Ankara’da ve örgütün dört duvarı arasında en keskin devrimci oluverirler... Bunu herkes bilir fakat asla ses çıkarılmaz, o anda, o ortamda onlardan beklenen de sadece budur zaten. Sendikalar ve Odaların etkinlikleri ve kitlelerine olan hakimiyetleri sınıflar mücadelesinin bir yansımasıdır olan bitenler hakkında. Tıpkı cezaevleri veya kültür sanat cephesinin de sınıflar mücadelesinin bir başka önemli yansıması olduğu gibi. Sınıfın ekonomik nitelendirilen bu araçları aynı zamanda o çok tartışılan “demokrasi” mücadelesinin okullarıdır ve bu yanının altını bizler kalınca çizmek durumundayız. Yansımalardan gözleri kamaşan ve önünü göremeyen, uzun süredir süregelen bu ahval ve şerait içinde kimi “aydınlar” bir yerlerden devşirdikleri kırıntılarla başladılar bir yerlerinden tespitler çıkarmaya; çeşitli boy ve boyutta kriz tespitleri yapıldı; bu krizler marksizmin krizi olarak da muştulandı. Geri sosyolojik tezler sanki yeni tespitlermiş gibi sunulmaya konuldu; mücadele biçimleri, varoluş kavgaları yüzeysel sorgulamalara tâbi tutuldu. Kalından inceye sıralandılar: sınıf öldü, sınıf şekil değiştirdi, sınıfı dışarıdan kuşatmak lazım, toplumsal sendikalar yapalım, işçi kurultayları toplayalım, aman kemalizmi yeniden idrak edelim, işçilere yurtseverlik şırıngalayalım. Ama zinhar bir çırpıda kuruverdiğimiz partilerimizi, örgütlerimizi, grupçuklarımızı, dükkanlarımızı, düşünme şekillerimizi, yaşayış biçimlerimizi tartışmayalım. Hep dışarıya tezek atalım, kendimize hiç kıymayalım. Sorunların kaynaklarını salt nesnellikle açıklayalım, çözümlerimiz ise salt öznellikle olsun. Önünü görenlerin, görmeye çalışanların ise yapacakları çok işleri vardır. Partileşme sorunu ana halkadır; ancak olay bunu işaret etmekle bitmemektedir. Odalarda, sendikalarda derneklerde doğru siyasetlerin işbaşı yapması da gerekmektedir. Bu süreçte yaparak, göstererek örnek olmak gerekecektir. Kolektif aklın ve bilincin bu kavgalardan galip çıkması lazımdır. Silkinmek ve yeniyi üretmek şarttır. Kendini mücadele alanlarından üre95


ten her birim çabalarını ortaklaştırmalı ve geleceği bugün yapmalıdır. Sorunları aşmaya yönelik her mütevazi çaba ancak ve ancak ana halkanın tutulmasından kuvvetle büyük birer adıma dönüşecektir.

İsmail Hardal -DeğeriendirmeKamu-Devlet Yönetiminin Yeniden Yapılandırılması ve Eğitim Sen

13 Aralık 2005 Kamu-Devlet yönetiminin yeniden yapılandırılmasına ilişkin ara ara gündeme getirilen ve İMF’nin de bir an önce meclisten geçirilmesini istediği ‘Kamu Personeli Kanunu Tasarısı Taslağı’ üzerinde titizlikle durmak gerekiyor. Bu tasarı daha önce “Kamu Personel Rejimi Yasa Tasarısı” olarak gündeme gelmişti. 3 ana saldırı yasa tasarısından, 2 yasa tasarısı yasalaştırılmış, sıra ‘Kamu Personel Rejimi Yasa Tasarısı’na gelmişti. Burjuvazinin işlerini icra etmekle yükümlü ve görevli memuru olan hükümet, kamu emekçilerinden gelen yoğun tepkiler yüzünden, tasarının yasalaşmasını zamana yaymayı tercih etmişti. Bu esnada Hükümet-Devlet boş durmamış, Kamu emekçilerinin üst örgütü olan KESK’i disipline etme operasyonunu, Eğitim Sen’i kapatma davası üzerinden yürütmüştür. Bilindiği gibi bu dava, Eğitim Sen’in içinde ciddî tartışmaların yaşandığı tüzük değişikliği manevrasından sonra kapatılmamasıyla sonuçlandı. Ancak bu süreçte hem kendi içinden hem de egemenlerden gelen etkilenmelerle ideolojik olarak ciddî savrulmalar yaşadı. Sendika bir dönem ciddî bölünme kaygıları bile yaşadı. Akabinde Eğitim Sen’in son eylemi olan ‘Büyük Eğitimci Yürüyüşü’ne egemenlerin sert sopası ve Ankara’ya sokmama girişimi Eğitim Sen’in geleceği açısından acaba ne tür bir mesajı kodlamaktadır. Daha eylemden birkaç gün önce hükümetin sözcülerinin verdiği olumsuz demeçleri ve yaşadışıdır sözleri kamu emekçilerinin sendikal konumu açısından acaba neyi işaretlemektedir? Bütün bu süreç ilerlerken Hükümet-Devlet elindeki mevcut yasalardan da hareket ederek, daha planlanan yasalar tam çıkmadan ‘Kamu Personel Rejimi’ni uygulamaya başlamıştır. Hatta Ankara eyleminin uzaması sürecinde bir grup, ertesi gün yapılacak Kariyer (apolet) Sınavı için geri dönmüş, böylelikle Eğitim Sen’in yasa karşısında belkemiksizliği/tutarsızlığı eyleme de yansımıştır. Bu tür yasa tasarıları ve sınav denemeleri sayesinde devlet, manevra alanını her geçen gün genişletmektedir. Başbakan vekili, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin, ‘Kamu Personeli Kanunu Tasarısı Taslağı’nı yasalaştırma gerekçelerini sıralarken şöyle demektedir: “Mevcut memurları sözleşmeli yapmayacağız. Memurluk yapan berber, terzi, müstahdem, aşçı var hem de o kadar çok ki. Bunları memur olarak istihdam etmek doğru değil. Garson, müstahdem ve aşçıdan devlet memuru olmaz.” Devlet Bakanı Mehmet Ali Şahin, 96

97


şu anda görevde bulunanların sözleşmeli personel olmaları için zorlanmayacaklarını, ancak tasarının yasalaşmasından sonra yeni göreve başlayacakların sözleşmeli olarak alınacaklarını; şu anda 30 bin sözleşmeli personelin bulunduğunu, bu personelin sözleşmelerini her yıl yenilediklerini; sendikalarla performansa dayalı çalışma sistemi ve maaş sistemindeki yapacakları yeni düzenlemelerde... anlaşamadıklarını belirtmektedir (Radikal, 19 Eylül 2005). Başbakan vekilinin yukarıda bahsedilen demagojisi kamu emekçilerine hiç de inandırıcı gelmiyor. M. Ali Şahin’in söyleminden ziyade, eylemine bakıldığında yaptığı açıklamaların, çarpıtmaları da içeren çok yönlü bir saldırı olduğu rahatlıkla görülebilir. M. Ali Şahin’in başkanlığında, Başbakanlık, Devlet Planlama Teşkilatı ve Maliye Bakanlığı tarafından ortak hazırlanan “Kamu Personeli Kanunu Tasarısı Taslağı”nda “memur” tanımı yeniden yapılıyor. Mevcut mevzuata göre 2.195.000 olan memur sayısı yeni ‘memur’ tanımına göre 200.000– 250.000 arasında öngörülmektedir. Mevcut ‘memur’ kapsamında bulunan kamu emekçilerinin yaklaşık olarak % 89’u ‘memur’ kapsamının dışına çıkarılması; ‘memur’ kapsamının dışına çıkarılacak olan kamu emekçilerinin ise ‘sözleşmeli personel’ olarak çalıştırılması hedeflenmektedir. Yeni personel rejiminin 2006 yılı başında uygulanmaya konulması için çalışmalar hızlandırılmaktadır. M. Ali Şahin “Garsondan, müstahdemden ve aşçıdan devlet memuru olmaz” diyerek, emekçilere sınıf kinini kusmakta; islami renkteki örtüyle gerçek yüzünü gizlemekte, yaptığı çalışmalarla burjuvazinin sınıf bilinçli has bir kadrosu olduğunu alenen ortaya koymaktadır. Burjuvazi tarafından yapılan son 25 yılın en kapsamlı saldırısı, yoksul islamla hiç de alakası olmayan, burjuvazinin sınıf çıkarını gözü kara biçimde temel alan hükümet tarafından, ‘reform’ aldatmacası altında yapılmaktadır. Kapitalist toplumda reform, kapitalist sistemin kahrının çekilir kılınması için mevcut durumun iyileştirilmesini içerir. Burjuvazinin islami görünümlü AKP hükümetinin sözde reform girişimleri ise iyileştirmeyi içermemekle birlikte mevcut hakları da gasp ve talan etme mantığı üzerine kuruludur. Kamu Yönetimi Temel Kanunu, Yerel Yönetimler Kanunu, Kamu Personel Kanunu Tasarısı Taslağı, Sağlık ve Sosyal Güvenlik ile yapılmak istenen son değişiklikler bir bütün olarak ele alındığında reform söyleminin bir aldatmacadan ibaret olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bizi mevcut durumdan geriye çekmek isteyen reformlara, dense dense gerici reformlar denilebilir. Emekçiler açısından mevcut sistemin statü ve statükosu da savunulabilecek bir içeriğe ve uygulamaya sahip değildir. Emekçilerin sendikal örgütleri “Ya kırk katır, ya kırk satır” ikilemine düşmeden, hem mevcut statü98

konun, hem de talan ve tahkimat amaçlı gerici reform (transformasyon) saldırısının teşhirini iyi yapmalı; karşı duruşunun gerekçelerini, tasarılara ilişkin görüş ve önerilerini çok net olarak ortaya koymalıdır. Ayrıca mevcut satüdeki kazanılmış olan hakların gaspına ve talanına asla izin verilmemelidir. Bu yönde yapılacak eylemlilikler ciddî planlama ve istikrarı gerektirmektedir. Ancak kamu emekçilerinin en büyük üst örgütü olan KESK tutarlı bir tavır sergileyememiş, zamanla gücünü yıpratarak zayıflatmıştır. Ankara’da 50 binleri aşan kitlelerle miting yapan KESK ve Eğitim Sen bugün hangi konumdadır? “Büyük Eğitimci Yürüyüşü” Ankara’ya girmeden saldırıya uğradı. Bu Eğitim Sen’in tarihinde, şehir içine birkaç sızmalar hariç, Ankara’ya girilmeden dönülen ilk eylemliliktir. Kızılay’ı zapt etmiş bir gelenek için durum hiçte iç açıcı değildir. Polis Ankara’ya daha girmeden otobüsleri durdurma gücünü Eğitim Sen’in kitleselliğinin temsili boyuta kadar inmiş olmasından mı aldı? Şubelerin eylem öncesi hazırsızlığı, AB’cilerin estirdiği demokrasiciliğin verdiği rehavet ve sendikal bürokrasinin siyasal rant kafasıyla çalışan pragmatist kafasının bütün bu yaşananlar da hiç mi suçu yok? Bu ve benzeri soruların cevabı sınıf bilinçli emekçilerin kafasında nettir. Sermaye nereye, ne zaman, ne kadar saldıracağını ayrıntılı planlıyor, zayıf bulduğu noktaya yükleniyor. Yapılan saldırılarla sermaye şu amaçlarını gerçekleştirmek istemektedir: İş güvenliğini yok etmek, Sendikal örgütlülüğü yok etmek, Sosyal güvenliği yok etmek, Emekçiler arasında farklı ücret politikası ve farklı statüler yaratarak bir hiyerarşi oluşturmak ve bu sayede sınıf içi rekabeti artırmak, Sınıf içi hiyerarşiyi körükleyerek, sınıfın kolektif tavır sergilemesinin önüne geçmek, yine bu sayede kolektif sınıf bilincinin gelişmesini engellemek, Hem sektörler arası hem de aynı sektör içinde emekçileri birbirine karşı konumlandırarak sınıf içi çatışmayı hızlandırmak. Böylelikle sektörler arası ve sektör içi sınıf dayanışmasının önüne geçmek, Sektörler arası ve sektör içi dayanışma ağını ortadan kaldırarak, sınıfın genel kaynaşmasını engellemek ve kolektif, bütünsel bir sınıf hareketinin ortaya çıkmasının önünü kesmek, Burjuvazinin harcama kalemleri olan bütçeden sosyal harcamalara (eğitim, sağlık, emeklilik...) olan payı ortadan kaldırmak, bu harcamaları bütçe dışından finanse etmek, bunun içinde yeni vergilendirmeler yapmak, toplumun bütününü ilgilendiren sosyal alanlarını kapitalist piyasanın özel bölümüne bırakmak, Her alanda özelleştirmeyi hızlandırmak, özelleştirme önündeki engelleri 99


kaldırmak, Tekelci Sermaye sınıfı, kapsamlı ve çok boyutlu saldırılar sayesinde sömürü oranını yükselterek coğrafi düzlemde sınıflar savaşımında elini güçlendirmek, yeni mevziler ele geçirmek istemekte; uluslarası düzlemde ise kapitalist Pazar hiyerarşisinde-pramitinde bir basamak yükselmek istemektedir. Tekelci sermayenin makro ölçekte yapmış olduğu bu planlar, mikro ölçekte nasıl karşılığını bulacaktır. Yasa tasarılarının kanunlaştırılması ve uygulanmasıyla; uygulanması esnasında, yasadan olumsuz etkilenen işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin tepkileri ve karşı koyuşlarının, gerilimlerinin, çatışmalarının aldığı forma göre dönüşüme uğrayacaktır. Emekçi kitleler belirlenen yasa taslakları gündeme getirildiğinde geçmiş sınıf savaşımlarının deneylerini hafızalarından yeniden hatırlayacak duruma gelmezlerse, sınıfsal sezgi, bilinç, uyanıklık üzerinden örgütlü hareket etmezlerse burjuvazinin manevrasına karşı koyuşlarda yetersiz kalırlar. Kuşkusuz emekçilerin bu karşı koyuşları, emekçilerin her alanda (siyasî, sendikal, sanatsal, kültürel...) örgütlü oluşlarıyla, kolektif bağımsız sınıf tavrı sergilemeleriyle mümkündür. Sadece sendikal-lokal karşı duruşlarla yapılan saldırıları durdurmak mümkün değildir. Lokal karşı koyuşlarda direnmek mümkündür ama kazanmak mümkün değildir. Burjuvazi saldırıların hazırlığını yaparken ve saldırırken her alanda hazırlık yapmakta, bütün güçlerini seferber etmekte, güçleri yetersiz kaldığında çıplak zor kurumlarını da, (asker, polis, istihbarat, hatta illegal organlarını) harekete geçirmektedir. İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerin örgütlülüklerine baktığımızda, burjuvaziden oldukça geri bir örgütlülüğe sahip olduğunu görürüz. İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerin örgütlenmeden ve örgütten başka silahı olmadığına göre sınıflar mücadelesini layıkıyla yürütebilmesi için her alanda örgütlü olması gerekmektedir. İşçi sınıfı ve işçi sınıfının tarihsel müttefiki olan emekçi kitleler başta siyasi ve ekonomik örgütlenmesi olmak üzere diğer alanlarda da örgütlenmesini gerçekleştiremezse ekonomik mücadelede bile (sömürü oranının düşürülmesi...) başarma şansını hiç bir zaman yakalayamayacaktır. 13 Aralık 2005

100

"Sol"da "Ortak Hukuk" Arayışı

-Polemik-

Genel anlamıyla Sol'un ve özelde Devrimci ve Marksist Sol Kadroların ideolojik-teorik-pratik-örgütsel konumu üzerine oldukça kapsamlı değerlendirmeler yapıldı. Marksizmin bu coğrafyadaki yorumu üzerine pek çok teoripratik sergilendi. İdeolojik-teorik çalışmalarımızla Marksizme katkı bahsinde de bazı etkinliklere başvuruldu. Bu türden çabaların sosyal-pratikte sınanmasıyla hangi teori-pratiğin Marksizme uygun olup olmadığı hususu da yeterince sınanıp denendi. Marksizmin yorumundaki eksikliklerimizi, hata ve yanılgılarımızı "rota düzeltimi"yle yerli yerine koyma bahsinde ise, hayat ve mücadele Devrimci ve Marksist iddialı herkesin önüne "Marksizmi pratikte yeniden üretme" sorununu koydu. Günümüz şartlarında Devrimciyim, Marksistim diyen birey, grup, çevre ve örgütlerimiz, özellikle de SSCB ve ÇHC gibi deneyimlerden sonra yeniden sınanmaktadır. Sınanan nedir? İdeolojik-teorik-pratik-örgütsel deneyimlerimiz. Marksizmden ne anladığımız, diyalektik, tarihsel, felsefî materyalizmi hangi düzeyde özümsediğimiz, metedolojiyi doğru kullanıp kullanamadığımız ve doğrudan hayata sahiplenerek üretim faaliyetindeki konumumuzdur. Genel anlamıyla Sol, özelde Devrimci ve Marksist Sol Kadrolar hayata sahiplenmek, kapitalizmi-emperyalizmi yeryüzünden kazıyıp atmak gibi can alıcı konularda çok farklı formasyonlarda durmayı tercih ediyor. Farklı formasyonlarda durmak sorun değildir. Farklı formasyonlarda duranların nihaî amacı ve sosyalizmin asıl sahibi işçi sınıfı ve emekçi halklarla olan/olması gereken organik ilişkilerdeki konumu önemlidir. Farklı yerlerde duranlar bu türden duruşlarını hem kendi kadrolarına hem de dışındaki Devrimci ve Marksist Kadrolara açıklamak ve ikna etmek durumundadır. Farklılıklar hizipçiliği, hizayı bozmayı değil, ayrışıp kurumsallaşmış birlikteliği, kolektifliği, belli ilkelerle yan yana durmayı, deney aktarımında bulunmayı, birbirinden öğrenerek davranmayı gerektirir. Birleşik, güçlü, ciddî, güvenilir ve her türden donanımlı kurumlaşmaları hiçbir burjuva baskı ve zoru geri adım attıramaz. Kolektif aklı, bilinci ve eylemi örgütleme başarısını göstermiş bir iktidar yürüyüşünü hiçbir gerici güç engelleyemez. Tutarlı bir tarih ve sınıf bilinciyle donanmış bir örgütlenmeyi hiçbir güç nihaî amacından saptıramaz. Türkiye sosyal-pratiğinde rol ve sorumluluk almış Türk Solu ile Kürt Solu'nun tarihsel ve sosyal vukuatını bu yazıda inceleyerek konuyu uzatmaktan yana değiliz. Sözü, çeşitli Sol yayın organlarında "Solun Artık Ortak Bir 101


Hukuku Var" diyerek nihayet bir konuda diyaloga girip "Sol İçi Hukuk"u gündeme taşıyanlara getirmek istiyoruz. Bu türden bir "hukuk" arama anlayışı nereden geliyor? Konu ayrıntılı tartışmaya açıktır. Bu türden arayışı tetikleyen nedir? Genel anlamıyla Sol'da kümelenen örgütsel duruşların teorik-pratik serüveninin bir kritiği yapılmış mıdır? "Olumsuzlukları olumluluğa dönüştürme geleneği bizimdir!" diyebilmek için Türkiye'deki Sol'un Devrimci tarih, gelenek ve kadrolarının uzantısında her birim kendisini değerlendirebilmiş midir? "Biz hangi tarihselsosyal geleneğin meşru ve yasal temsilciyiyiz?" diyebilen kaç adet örgüte sahibiz? "Ortak Hukuk" diye bir araya gelip 9 ay süre ile tartıştıktan, kimileri de bu sürece hemencecik eklemlendikten sonra örgüt ve grup yapıları arasında ortaya çıkan çelişki ve çatışkılara "çözüm arayışı"nın temeli neye dayanmaktadır? Mevcut Sol ‘yapılar’ neden "illegal" ve "legal" duruşlarının bir bilânçosunu çıkaramamaktadır? Legalite ve illegalitedeki duruşlarımız böyle mi olmalıdır? Gizlilik ve yeraltı faaliyeti ile günümüzdeki duruşlarımızın ölçüsü böyle mi olmalıdır? Kendiliğinden örgüt kurmak, kendi dar grubunu veya hizipçi-hizayı bozucu duruşunu PARTİ yerine ikâme edip sosyalpratikte kitleleri yanıltmanın, her "ara-rejim" koşullarında çok ağır kayıplar vererek yenilgilerin açık bir eleştirisi yapılmış mıdır? Sosyalizmin 150 yıllık tarihine sahiplenerek bu süreçten geleceği kazanmaya yönelik çok yönlü dersler ve sonuçlar çıkarılmış mıdır? Sol, özellikle de Devrimci ve Marksist Sol Kadro olabilmeyi hak etmiş örgütler neden İşçi Sınıfı Hareketi ile Sosyalist Hareketi buluşturup bütünleştirme başarısı gösteremeden ve de hak etmeden sarihi TKP'nin isim ve sıfatlarını sömürerek kullanmaktadır? İşçisi, işsizi, emekçisi, yoksul Türk ve Kürt köylülüğü ile Devrimci gençliğine, Sosyalist aydınına yol gösterecek bütünlüklü, birleşik, ciddî, güvenilir ve donanımlı bir örgütlenmenin oluşturulabilmesinin önündeki engel nedir? Devrimci ve Marksist Sol neden politikasızlığın girdabına itilmiştir? Bu cenahımız neden "Öndersizlik Krizi"nde kıvranmaktadır? Tutarlı bir "demokrasi mücadelesi" ile buna bağlı tutarlı bir "iktidar mücadelesi" reformizmin, revizyonizmin kucağına düşmeden niçin verilememektedir? Nihaî amacı bir fakat farklı formasyonlarda duran Devrimci ve Marksist Sol Kadrolar neden ve hangi bilimsel-haklı gerekçelerle hareketimizi merkezî disiplin ve otoriteye kavuşturamamaktadır? Bireyci, benmerkezci, fanatik, sekter, dogmatik ve kariyerizm hastalığına yakalanmış örgütsel duruşların ve onların önde gelenlerinin hotzotçuluğunu hangi bilimsel metodoloji ya da Marksist ilkelerle açıklayabiliriz? Hangi birey, grup, çevre ve örgütsel duruşlarımız yerel (mahallî), ulusal, sosyal ve enternasyonal diyalektiğe katkı olabilecek, tartışmaya aday tezlerimizi senteze kavuşturucu çabalar içindedir? Yerli iç deney zenginliğimizin bereketini dövşürecek, dünya devrimci pratiğine bu102

lunduğumuz coğrafyadan yeni bir halka katkısı sunacak hangi ilke, kural, yöntemlere sahibiz? Kadrolar arası yaratıcı diyaloglarımızda MarksistLeninist normları niçin işletemiyoruz? "Devrimci Oturum" disiplinlerini gerçekleştirmek ve sonuçlarına katlanmak yerine talandan mal kaçırırcasına her siyasî sol eğilimin kendi dar grubunu kurma "özgürlüğü" nereden kaynaklanıyor? Sol "cenahımız" bir yandan "Radikal Sol" olarak diğer yandan "Sosyalist Sol" duruş ve iddialarıyla kapitalizme-emperyalizme karşı mücadelede hangi ideolojik-teorik-pratik- örgütsel güvencelere sahiptir? 24 adet "legal", 61 adet "illegal" duruşlarımızla mı nihaî amacımıza doğru yürüyeceğiz? Böyle mi götürmekten yanayız? Hangi legal ve illegal duruşları ciddîye alıp diyaloga gireceğiz? Aşınmış ve aşılmış yol-yöntemlerle ilerlemenin olumlu olarak nitelenecek bir işareti yoksa "Sol'da Hukuk" arayışı neyi çözümlemeye yarayacaktır? Mevcut örgütsel anlayışlar büyük ölçüde meşruluk ve devrimci yasallıklarını zedelemişken, kadrolar arası büyük bir erozyon yaşanıyorken, örgütlere kan ve can veren işçi sınıfı, emekçiler, işsizler, gençler, aydınlar politikasızlığın girdabında sosyalizm davasının ırağına düşüyorken, Marksizm dışı akımlar kitleleri büyük bir propaganda makinesiyle uyutup uyuştururken, uluslarötesı tekelci mekanizmayı bu türden teori-pratiklerimizle nasıl tarihin çöplüğüne göndereceğiz? Gönderebilecek miyiz? Yoksa mevcut konumlarını birbirlerine tutturarak, ilkesiz birlikler, platformlar, konseyler, kurultaylar düzenleyerek ya da gruplar ve örgütler arası bir "iç hukuk" metni hazırlayarak mı mevcudun muhafazasını düşüneceğiz? Komünistler iş ve üretimde iki birim yan yana geliyorsa arada harççimento olmayı bilince çıkaran bir kavrayışın taşıyıcısıdır. Komünistler farklı pınar ve gözelerden akan sularını ırmaklarda buluşturup denizlere ve okyanuslara akmasının devrimci ütopyasını kurar. Türkiye pratiğinde buna benzer bir "vukuatımız" var mıdır? Üniversitelerde, fabrikalarda kitlesel bağı olan siyasî sol akımlar kendi dar grupları için savaş veriyor. Aynı yöntem kent varoşlarında da sürüyor. Düşmanı bırakıp Devrimci ve Marksist grupları arkadan kuşatan ve böylelikle "nehrin karşısına" geçen sol kimlikli içimizdeki eloğullarını açığa vurup hareketimizi arındırmadan yolu, sosyal-pratikte doğrusunu yaparak açığa vurmaktır. "İç Hukuk" taslağı hazırlayarak "cenahımızda" yaşanan şiddete başvurma, hotzotçuluk ve "bana biat et" zortlamaları bu yöntemle mi aşılacaktır? Türkiye’de bilimsel bir değerlendirme yapmadan “sol”un “hukuk” arayışı konusunu esas meseleye getirmeliyiz : Hukuk, işçi sınıfının hukukudur. Örgütler arası “hukuk” arayışı, sosyal-pratikte giderek işlevsizleşen, aşınan ve aşılması gereken örgütlenmelerin müesseseleşme güdülerinden ileri geli103


yor. Kendiliğinden kurulan örgütlerin PARTİ olmayışından ileri gelen bu arayışlarla bir yere varılamayacaktır. *** 21 Ekim 2005 tarihli "Devrimci ve Demokratik Yapılar Arasında Şiddete Karşı Çözüm Deklarasyonu" platformunu (HÖC, DEHAP İst. İI Örgütü, BDSP, DHP, Kaldıraç, TKP, Sosyalist Barikat, EHP, Devrim, Devrimci Hareket, SODAP, SDP, Proleter Devrimci Duruş, TÖP, ÖDP, SEH, İşçi Mücadelesi, ODAK, çeşitli örgütler, gruplar ve dergi çevreleri imzalamıştır. Anılan platformun temel ilkeleri ve karşılıklı sorumlulukları, Platformun sorumlulukları, işleyişi, çözüm yöntemleri ve yaptırımları başlıkları altında uzlaşılan konularda bir metin hazırlanmıştır. Bu sürece ilişkin belleğimizi yoklarken haliyle 1987-1992 yılları arasında ve 12 Eylül 1980'lerin yıkıntıları arasında diri ve sağlam kalmış, ayrıca Devrimci ve Marksist bir iddiası ve projesi olan, sürekliliğini koruyabilmiş Dergi çevreleriyle oluşturulan 18 Dergi'nin katıldığı "Dergiler Platformu"ndaki tartışmalar aklımıza geldi. O tarihlerde de bu platform işleyişinin bir "iç hukuka" evrilmesinin mücadelesi verilmişti. O dönemlerde Kolektifimiz'in elindeki Dergi aracı SORUN BİRLİKTE SOSYALİST DERGİ faaliyeti, Bürosu ve Kadrosuyla bu platformun yeni nitelikler kazanmasının mücadelesine omuz veriyordu. Birlikte bazı etkinlikler, 1 Mayıs etkinlikleri, panel-söyleşiler, seçimler ve kampanyalarla sosyalizmin gür ve onurlu sesi 12 Eylül ortamının yıkıntıları arasından yükseltilmek istenmişti… Kimi eğilimler arası şiddet uygulamalarında DY-DS tartışmalarında da gündeme taşınan şiddet gösterisinde platformun eli kolu bağlıydı. Bağlayıcı bir yaptırım gücü ve “iç hukuku” yoktu. Hem sisteme karşı mücadelede hem de platformun eylemlerinde kritik yapma, tartışma kültürü ve her eğilimin "kendi amentüsünün okuma" tutkusu daha ileri bir kurumlaşmanın kösteğini oluşturuyordu. Bir eğilim platforma katılır, fakat bunun maddî yanını ödemez. Sorumluluklarının gereğini yerene getirmez. İmzasını açar, adının duyulmasını sağlar, fakat etkinliklerden kaçar. Bildirileri ortak olarak dağıtmaz. 1 Mayıs'ın Taksim'deki kararlaştırılmış etkinliğine katılmaz, sendikacıların çağrısına koşar adım gider. Platformun gücünü kırar. İçişleri Bakanı, Vali, Emniyet Müdürü platformun "muhatabı" olarak sözlü -telefon aracıyla- tebligatını Kolektifimiz sorumlusu Sırrı Öztürk'e yapar. Kimi platform üyesi mahallî seçimlerdeki maddî sorumluluğunu Kolektifimiz’in üzerine yıkıp bizi onulmaz zorluklara sokar. "Kuruçeşme Toplantıları"nda gizli diploması yürütür. Sosyalist Sol'un "birlik" özlemini Kuruçeşme'de kurutur. Liberal, yeni sol, 104

postmodern sol, reformist, sosyal reformist, revizyonist akımların çimlenmesine katkı getirir. Devrimci ve Marksist Sol Kadroların öneri, uyarı, eleştiri ve etkinliğini kırıp provoke etmek için sistemle uzlaşıp çeşitli parti kurma ataklarına girişir. Kimileri hiç utanıp sıkılmadan, sosyalist hareketi bugünkü dağınık, bin parçalı hiziplere parselledikleri yetmiyormuşçasına hâlâ Kuruçeşmevari toplantıların özlemini çekiyorlar. Bu süreci Rusya'daki sosyalist arayış ve yönelişlere taşıyanlar da eksik değil. Kolektifimiz'in 18 Dergi arasında ciddî diyaloglarla, bugün altını daha da doldurarak çizdiğimiz II. TTKK gibi devrimci ütopyasını anlamayıp, akıntıya kapılarak "Kuruçeşme Toplantıları" zokasını yiyen ve fakat hâlâ devrimci geçinenlerin vukuatını unutmadık. Aradan 10 yıl geçti. Parti arayış ve iddiaları bir kez daha sınanıp denendi. Yalancı pehlivanların kispeti bir kez daha er meydanında delindi. “Tez”ler bir türlü senteze kavuşamadı. PARTİ’nin hangi manaya geldiği iyice su yüzüne çıktı. Sol'umuz hâlâ bir "iç hukuk" arıyor! Fukara Müslüman’ın dahi dünyevî çelişkiler arasında uğradığı haksızlıkların uhrevî "Öteki Dünya"da ve "Huzur-u Mahşer"deki günah ve sevapların görüşüleceğine inandığını biliyoruz. Devrimci ve Marksist Sol'un (Dr.Hikmet Kıvılcımlı'nın mizah ve ironi dolu ifadeleriyle) hiç mi "Huzur-u Mahşer"i, yani “Devrimci Oturumu” olmayacaktır? Sol'un bütün renkleri, hatta Devrimci ve Marksist Sol Kadroların pek çoğu "Devrimci Oturum" disiplininden ve tartışmanın sonuçlarına katlanmaktan kaçmaktadır. Kaçsınlar bakalım. Kendiliğinden kurulan işlevsiz örgütlerini birazcık daha parti taklitleri yaparak götürsünler bakalım. Önünde sonunda devrimci grupların içinden Marksizmi yorumlayan, özümleyen ve pratikte yeniden üretimi gerçekleştirmeye aday KADRO'lar çıkacaktır. Kolektifimiz boşuna Kadro ve Kadro adaylarına hitap etmiyor. Teori-pratiğimize kulak kabartan, fakat henüz, sözlü diyaloglarımızda "haklısınız, başka çözüm yöntemi yok" diyen çok mahcup birimler çıkmasına rağmen, emek güçlerini II. TTKK yöntemine taşımaya hazır kadrolara sahip değiliz. Niteliksiz nicelikler yerine nitelikli bir avuç insanın neleri ürettiğinin, sürekliliğini korumuş olmasının önemli örnekleri vardır. Bu nüveleri besleyip büyütmeye çalışmak, şu aşamada en önemli devrimci bir yöneliştir. "Ortak Hukuk" arayışında olanlara sorarız: Birinci olarak "devrimci demokrasi ölmüştür" diyen sip partisi tekapesi, nasıl oluyor da "Devrimci Demokratik Yapılar Arasında Şiddete Karşı Çözüm Deklarasyonu” metnine, bu sürece katılmadan sonradan imzasını nasıl, hangi etik ve siyasî gerekçelerle atma ihtiyacı duymuştur? Ayrıca, “devrimci demokrasi” diye nitelediği ‘yapı’larla, TKP adını kullanma kurnazlığındaki çelişkiyi nasıl izah etmektedir? Bu basit olay dahi efendi biraderlerin parti olmadığının en bariz 105


örneğidir. Sip partisi tekapesi diğer şerikleri gibi bir örgüttür. Parti değildir. İkincisi, örgütlerinden istifa edenleri nasıl ve hangi gerekçelerle hapsederek şiddet uygulamıştır? İstifa eden üyelerinden birisinin dört kaburgasını neden kırmıştır? Kolektifimiz'in yayın politikası karşısında neden SORUN Polemik Dergi'mizin okunmasını yasaklayan (bu yasak kimi üyelerince delinmiştir) tamimler yayınlayabilmiştir? Nasıl oluyor da iki adet kimliği tartışmalı elemanını Büromuza gönderip, "TKP'nin kararıdır. Neşriyatınızı durdurun" diyebilmek cüretini gösterebilmiştir? Öteki devrimci ve demokratik yapılar hakkında da söyleyeceklerimiz olacaktır. Fakat asıl meseleyi küllememek şartıyla. Modern Proletaryanın Devrimci PARTİ'sinin oluşturulması davasını es geçmemek üzere... İşçi sınıfı -sosyalizm- devrim diye yola çıkıp sonradan sınıflar mücadelesinin dışına düşen bütün örgütsel duruşlar, artık “platform”, “konsey”, “iç hukuk” diyerek Sol’da yaşanan erozyonu önleyemezler. “Çıkış hattı”nı bu ilişkilerde arayanları hayat ve mücadele daima mahcup etmiştir. Böyleleri ya kepenklerini kendi elleriyle indirir, ya da Proletarya gelir indirir. “Biz de bu eylemin içinde oluruz” diyen/diyebilenler pratik yeniden üretimin gereğini yapar. Hem kendini, hem hepimizi tarih önünde kurtarmanın onurunu hak eder. SORUN Polemik

Bilge Erdem Gizli Ordular, Açık Cepheler…

-Kitap İncelemesi-

Halid Özkul'un, "Gizli Ordular" olarak adlandırdığı serinin ikinci kitabı RTCFR-BG-TC, Sorun Yayınları'nın "Emperyalizmin Gizli Örgütleri" Dizisi'nin onuncu yapıtı larak yayınlandı. Round Table (Yuvarlak Masa), Council on Foreign Relations (Dış İlişkiler Konseyi), Bilderberg Grubu ve Trilateral Commission'u (Üçlü Komisyon) irdeleyen çeşitli kitaplar yazıldı bugüne değin. Özkul'unkinin diğerlerinden farkı, "burjuvazinin gizli örgütleri üzerinden yapılan bilinçli yanlış bilgi vererek bilgisizleştirmeye (dezenformasyona) karşı bilimsel bakış açısı ile cevap vermek üzere" yazılmış olmasıdır. Böyle olduğu için de küresel sermayenin emeğe evrensel saldırısının örgüt ve yapılanmalarını açığa çıkaran çalışmalara "komplo teorisi" kılıfı giydirip işlevlerini gözden saklanmak isteyenlerin, "bilim ve akıldışı saptırıcı yayınlar yoluyla kurgulara başvurarak bilgi vurgunculuğu yapan medyatik modern meddahların maskelerinin düşürülmesi"ni sağlıyor bu kitap. "Gizli Ordular" ya da "Emperyalizmin Gizli Örgütleri", küresel sermayenin merkezileşmiş yoğun saldırı odaklarıdır. Bunlar günümüzde, saldırıları altındaki ülkelerde "ulusal refleks"leri canlandırıyorlar. Emperyalist tahakküme karşı anti-emperyalist tavırlar güçleniyor ama olguyu somutça ve sınıfsal perspektiften değerlendiremeyenler, "ulus-devlet"in elden gideceği korkusunu deşip kendiliğinden karşı çıkışları alanlara taşıyorlar. Durumu tanıdaki sınıfsal yaklaşım yoksunluğu, "refleks", "tavır" ve "karşı çıkış" düzleminde tıkanıp kalıyor. Güçlü bir cepheye ivmelenemiyor, karşı eylemi boyutlandıramıyor. Küreselleşme, yerel ve bölgesel sermayelerin, çok büyük şirketler biçimindeki üst örgütlenmelerle tümleşerek faaliyet alanlarını tüm dünyaya yaymalarıdır. Bunun anlamı, sermayenin egemen biçiminin, uluslararası düzlemde yoğunlaşma ve merkezileşme aşamasına ulaşmasıdır. Ancak bu yönelim -sanıldığının aksine- "ulus devlet"i bitirmeyi hedeflemez. Küreselleşme, ulusal olgu ve sorunları yoketmek bir yana, daha da körüklemektedir. İstediği denli ulusal olgu temelini ortadan kaldıracağını savlasın, kapitalist küreselleşme egemenliği eşitsizliğe, sömürüye ve baskıya dayandığı için, ulusal olguya süreklilik kazandıran bir ana eksen oluşturur. Burada söz konusu olan "ulus-devlet"in işlevsizleştirilmesi değil, "ulusdevlet"lerin çoğaltılmasıdır. Bu da ulusal çelişkilerin sistematik olarak yeniden ve yeniden üretimi ile gerçekleşir. Her türden yerel ve etnik çatışmala-

106

107


rın temel etkeni kapitalist küreselleşmedir. Çünkü bu yolla birçok "ulusdevlet" yaratılacak ve yekpare "ulus-devlet" yapısı çökertilecektir. Ancak böylece karşıtlarını "böl-yönet"i yineleyerek bertaraf edebilecektir. Ve ancak bu yolla en küçük yerel sermaye yapısını bile kendi içinde ergitecektir. Her "ulus-devlet"çiğin emekçi sınıfını diğerine karşı kışkırtabilecek, proleteryanın enternasyonalist birliğini berhava edebilecektir. Olgu karşısında, salt "ulusçu" ya da salt "anti-emperyalist" tavır koyanlar, bir yanı faşizme öte yanı "üçüncü dünya solculuğu"na teyetlenmiş tutumlar sergilemektedirler. "Türk Solu", "Yeniden Müdafaa-i Hukuk", "Yeniden Kuvay-ı Milliye", "Ulusal Sol" gibi yaftalar taşıyanlar faşist yana kaymaktalar; eninde sonunda küresel kapitalizmin tuzağına düşüp müttefiki konumuna kısılıp kalmaktadırlar. Üçüncü dünya solculuğuna kayanlar ise, "Yurtsever Cephe" türünden söylemlere uyaklanmaktadırlar ki, bu da burjuva egemenliğinin yeniden üretiminin ve egemen boyunduruğun pekiştirilmesinden başkaca bir sonuca varamamaktadır. "Küresel sermayenin merkezileşmiş yoğun saldırıları" karşısında "refleks", "tavır" ve "karşı çıkış" düzleminde tıkanıp kalmamak, "güçlü bir cepheye ivmelen"mek ve "karşı eylemi boyutlandırmak", ancak ve ancak saldıranın antitezini oluşturmaktan geçer. "Küresel sermaye"ye karşı, küresel sermaye karşıtı, anti-kapitalist bir tutumla eyleme koyulmak gerekir. Emperyalizmin kapitalizmin en yüksek aşaması olduğu nedeniyle, antiemperyalist mücadelenin herşeyden önce anti-kapitalist bir mücadele olması şarttır. Kapitalizme, sermayeye karşı mücadelede tümleşmeden, ya da "ulusal sermaye" kandırmacasına hoşgörü göstererek, hiçbir yere varılamaz. Çünkü küreselleşme, "ulusal" sermayenin uluslararası olanla ayni düzlemde tümleşmesi ve yoğunlaşması demektir. Bunlardan birine karşı cephe oluşturmadan ötekine karşı cephe oluşturulamaz. Yoksa tuzağa düşülür. Emperyalizmi bir sömürge politikasına indirgeyen dar kafalı küçükburjuva zihniyeti, anti-emperyalist mücadeleyi anti-kapitalist mücadelenin dışında, ona giden yolda bir aşama olarak ele alır. Bu zihniyet, burjuvazinin bizzat pompaladığı bir anlayıştır. Özellikle ülkemizde tekelci kesimin her geçen gün gırtlağına daha da çöktüğü mütegallibe burjuvazi kümesi, hem yerel hem uluslararası sermaye ile arasındaki çelişkilerin dayattığı çatışmada halkı yedeğine alabilmek için, kendi takındığı tutumu bir “antiemperyalist” kisveye büründürmek istemektedir. Buna en çarpıcı örnek ATO ve Sinan Aygün’ün tutumudur. ATO ve benzerleri, bu “antiemperyalist” kisvenin oluşturulması işini ulusçu küçük-burjuva ideologlarına ihale etmişlerdir. Bunların burjuva devletine, büyük burjuvaziye en yakın olanlarından tutun da, esnaf tiplerine, işçi hareketi içindekilere ve hatta 108

kendine “Marksist” diyenlerine kadar hepsi, derece farklılıklarıyla, tam da bu anti-emperyalizm anlayışından beslenmektedirler. Sermaye düzeninin ve emperyalist ekonominin doğası gereği yarattığı bağımlılık ilişkilerinin bu ulusalcı küçük-burjuva zemini tam bir çıkmaz sokaktır. Bu anlayış süregeldikçe, anti-emperyalizm salt ABD üslerine, yabancılara mülk satışına, özelleştirmelere, AB'ye karşı çıkmaktan ibaret kalmaktadır. Anti-emperyalizmin bu türden bir ulusalcı içeriği olduğunu kabul etmek ve ettirmek, kavramın ırzına geçerek işçi sınıfının mücadelesinden soyutlamak içindir. Bir kez soyutlandı mı da, sözde anti-emperyalist söylemle burjuva ulus-devleti savunan Kemalistler bile işçi sınıfı safına içerilerek mücadele yozlaştırılabilir. Hatta Taliban, Hamas, Hizbullah, Elkaide gibi köktendinci İslâmcı akımlar bile birer anti-emperyalist çıkış olarak mücadeleye iliştirilebilir. Ortada ne Marksizm, ne tarihsel ve diyalektik materyalizm ne de işçi sınıfı mücadelesi kalır. Halid Özkul'un RT-CFR-BG-TC kitabı, "küresel sermaye merkezleri"ne karşı mücadelenin nasıl biçimlenmesi gerektiğinin ipuçlarını içermektedir. Bu mücadele, küresel sermayeye karşı küresel anti-kapitalist savaşım mevzilerinde olacaktır. Anti-kapitalist olacağı için de, öyle sıradan refleksler, rastgele isyanlarla değil, toplumcu bilimin kılavuzluğunda gerçekleşecektir. Aksi düşünülemez bile. İşte bu noktada Marksist donanımı derinleştirmek en ön plana çıkmaktadır. Bu donanımdan yoksun "işçi" ya da "sosyalist" ve "komünist" etiketli kripto örgütlerin, Marksizm ile ulusçuluğu “yurtseverlik” adı altında uzlaştırma çabalarını önlemenin yolu da yine donanımı güçlendirmekten geçer. Proleterya cephesinin görevi, doğru bir anti-emperyalist mücadele yürütmenin önünde en büyük engeli oluşturan ulusçulukla sınırlanmış antiemperyalizm anlayışını yıkmaktır. Küçüğünden büyüğüne tüm dünya burjuvazisinin tümleşik-bütünsel sistemi olan emperyalizmi yerküre üzerinden silme mücadelesinde işçi sınıfını tek vücut olarak örgütlemektir. Bu zor, zahmetli, durma dinlenme bilmez bir çaba gerektirir. Bu çabanın üstesinden de ancak ve ancak kendisine devrimci Marksizmi kılavuz edinenler gelebilir. Kapitalist “gizli ordular” cephesine destek veren “açık ordular”a dayalı “ulusçu” ya da “yurtsever cephe”ler değil. 6 Kasım 2005

109


Ender Bedisel Latin Amerikalı Marksist

-Kitap İncelemesi-

Latin Amerikalı marksist deyince aklımıza ünlü gerilla lideri Che Guevara gelir. Oysa bir de Perulu marksist José Carlos Mariátegui varmış. Bereket 1 versin Sorun Yayınları bu ünlü sosyalisti bize tanıtmış oldu. Yıllar önce İnka uygarlığı dikkatimi çekmiş, bu uygarlığın gizemli yanlarını merak etmiştim. İnkalar Amerika kıtasında yaşayan uygarlıklardan biri. Kolomb öncesi uygarlıklardan. Özellikle bugünkü Peru topraklarında egemenlik sürmüşler. Bu adamlar, Batı’nın talan sistemi buraya ihraç edilmeden önceleri kendi hallerinde insanlarmış. Kendi hallerinde derken, yani kendi düzenleri, kendi üretim ilişkileri... İnkalar, İspanyol fetihçi Pizarro tarafından yok edilmiş. Pizarro kim? Batı’nın talan sisteminin ihracı amacıyla İspanya kralı Karl V’in de onayını alarak Amerika yollarına düşen bir serüvenci. Meydan Larousse, Francisco Pizarro için nazikane dille İspanyol conquistadoru, diyor. Sözlüklerde conquistador, fetihçi anlamında karşılanıyor. Başka deyişle, Amerika’yı fethetmeye giden serüvenci. Bana sorarsanız, serüvenci ya da fetihçiden ziyade talancı, yağmacı, hatta eşkıya. Marksist Mariátegui de ülkesinin nasıl sömürgeleştirildiğini belirtirken aynı acı gerçekten yola çıkıyor: “İspanyol işgalciler bölgeye geldiklerinde İnkaların büyük imparatorluğunu bulmuş ve onu yok etmişlerdir. Ancak onun yerine ilerici ve yeni bir toplum biçimi koymayı becerememişlerdir. İspanyollar yerlileri kullanmak yerine onları imha etmenin yollarını aramışlardır. Hacienda’larda (büyük toprak arazileri) siyah kölelerin çalıştırılması, sahil şeridinde feodallikle köle ekonomisinin karışımından oluşan garip bir üretim tarzı geliştirmiş, işgalciler dağları da çoğunlukla altının yağmalandı2 ğı yerler olarak görmüşlerdir.” José Carlos Mariátegui, Marksist düşünceyle Avrupa’da tanışır. Özellikle İtalya’da geçirdiği günlerde Marksizmle ilişkiye girer. Yeni düşüncelerle donanmış olarak ülkesine döner. Artık tek amacı vardır: Peru’da sosyalizmi inşa etmek. Yorulmaksızın sosyalizm için çalışır, kendini adar ve sosyalizm uğruna ölür. 7 Ekim 1928’de, Peru’daki Marksist gruplar bir araya gelirler. Aralarında Mariátegui’nin de bulunduğu dokuz kişilik komite Peru Sosyalist Partisi’ni kurar. Merkez Komite Mariátegui’yi Genel Sekreterliğe getirir ve parti programını yazmakla görevlendirir. 110

Perulu Marksist, sosyalist eğilimli politik bir dergi yayımlamaya başlar. Derginin adını Amauta koymuştur. Amauta, İnka kaynaklı bir sözcük. Yerli Peru dilinde bilge kişi anlamına geliyor. Mariátegui neden bu adı seçtiğini şöyle açıklar: “Biz Amauta’nın bireysel ve ulusal anlamda organik ve bağımsız bir gelişme yaşamasını istedik. Bu sebeple ismini Peru geleneğinde aramaya başladık. Amauta ne aşırmacılığın ne de çevirinin ürünü olmak zorundaydı. Yeniden yaratmak üzere İnka kaynaklı bir sözcük kullandık. Bu sayede yerli Peru ve yerli Amerika bu derginin kendisine ait olduğunu his3 setti.” José Carlos’a göre, sosyalist düşünce de kapitalizm gibi Avrupa’nın ürünüdür, Avrupa’da doğmuştur. Ancak özel ve özgün anlamıyla Avrupalı değildir. Bu bakımdan, Peru toplumunda yepyeni bir kimlikle doğmalıdır. Sosyalizm Amerikan geleneğinde yaşamıştır. İlkel komünizm İnka geleneğinde vardır. Sonuçta şu tezi öne sürer: “Amerika’da sosyalizmin taklit ve kopya edilerek uygulanmasını kesinlikle istemiyoruz. O destansı bir yaratım olmalıdır. Yerli Amerikan sosyalizmimize kendi hayatımızı, gerçekliğimizi ve di4 limizi adamalıyız. Bu, yeni kuşağın en değerli görevidir.” Kasım 1928’de, “Peru Gerçeği Üzerine Yedi Deneme’yi” kaleme alır. Denemeler, Peru toplumuna özgü, bütünüyle yerli bir sosyalist görüşü sa5 vunurlar. Guzman “Mariátegui’yi Anlamak” başlıklı yazısında Mariátegui’nin özgün bir Marksizm kavrayışı olduğunu belirtecektir: “O Marksizm-Leninizmin evrensel gerçekliğini bizim devrimci gerçekliğimizle 6 kaynaştırır.” Daha ilerde, şu açıklamayı yapar: “Mariátegui, Marksizmi evrensel bir doğru olarak görür ve onu bizim gerçekliğimize dönüştürür. O, 7 gerçekliği dar bir Marksist şema içine sıkıştırmaya çalışmamıştır.” Perulu devrimci neden bu denli ilginç? Çünkü Perulu insan gerçeğine, yerli emekçi insana yaklaşmak istemiş. Ne Troçki’nin, ne Mao’nun, ne Stalin’in ve diğer dünya marksistlerinin peşine gözü kapalı takılmadan kendi toplumsal öznelliği içinde sosyalizmi gerçekleştirmek amacında. Aşırmacılık ve aktarmacılığa karşı. Bizim bu büyük devrimciden alacak derslerimiz var. Tabii Türk toplumsal gerçeğini derinliğine anlamak istiyorsak... Ayakları yere basan, köklü bir sosyalist düşünce geliştirmek için geçmişimizle bugün arasında ilinti kurmak zorundayız. Marksist şemacılıktan sıyrılmak zorundayız. Hem sömüren, hem sömürülen Türk insanının öznelliğini diyalektik bütünlük içinde keşfetmek gerekiyor. Üretim ilişkilerini, dinsel inancı, gelenekleri, töreyi, Osmanlı toplum yapısını, üretim biçimini iyice irdelemek gerekiyor. Feodal geçmişi olmayan, Batılı anlamda soylu sınıfı bulunmayan bir toplumsal yapıdan geliyoruz. Avrupalı olmayan bir toplumuz. Bizim yö111


neticiler bu gerçeği algılayamadılar. İttihatçılar, onların ardından Cumhuriyetçiler olmayan sınıf “millî burjuvayı” yaratmaya kalkıştılar. Sorun Yayınları yararlı bir hizmet yapmış. Bize tek kitap halinde Perulu Marksisti tanıtıyor. Ne var ki, ilk adım da olsa yetersiz bir kaynak. José Carlos’u daha ayrıntılı tanımamız lâzım. Sözgelimi Peru Gerçeği üzerine Yedi Deneme’yi tam metin halinde okumamız lâzım. Amauta Dergisi’ni irdelememiz lâzım. Türk emekçisi, sosyalisti Dünya’nın bir ucundaki, Peru’daki sosyalizm deneyimini tanımalı. Oradan evrensel gerçeğe ulaşmalı! 4 Aralık 2005

Kemâl Kök Bizim Şiir Antolojisi ve “Sanat Cephesi” Üzerine

-Kitap Polemik-

Bilindiği üzere şiir antolojilerinde amaç, ortak bir eksen üzerinde şiirleri derlemek, bu konuda bir bellek ve bilinç oluşturmaya çalışmaktır. Antoloji için seçilen eksen bazen dönem, bazen tema veya ortak etkinlik vs. şeklinde olabilir. Sivaslı Şairler Antolojisi olabileceği gibi Sivas Katliamı konulu şiir antolojisi de olabilir, hatta yalnızca bir köyün şiir etkinliklerine ait Kuşsaray Köyü Şiir Antolojisi örneği gibi bile olabilir. Ancak bir antolojinin temel özelliği hazırlanmasının hangi amaç ve ihtiyaçtan kaynaklandığına göre değişir. Belirli bir dönemin kesitini sunacağı gibi; baba, kedi, İstanbul, deprem, kadın vb. temalı da olabilir. Örneğin baba şiirleri antolojisinde iki farklı siyasal kutupta bulunan N.Hikmet ile N.F.Kısakürek şiiriyle yana yana olabilir. Buradaki ana eksen “baba” konusudur. Uzunca bir dönemi kapsayan, bu alanda bir bellek oluşturmayı esas alan antolojiler de vardır. Bu tür antolojilerde genelde “sanatçı tarafsızlığı” söylencesi hâkimdir. Büyük Türk Şiiri Antolojisi’nde olduğu gibi bir tarihsel dönemin kesiti çıkarılır, geniş bir materyal sunulur ya da öyle sanılır. Oysa ki antoloji hazırlayanın öznel düşüncesine yani dünyayı algılayışına göre hazırlanır. Ancak bu öznellik genelde “oldukça tarafsız davrandık” gibi bir söylemle de gizlenmeye çalışılır. Bütün antolojiler bir öznellikle, daha doğru ifadeyle taraflılıkla hazırlanır. Tarafsızlık edasıyla sunum koskoca bir yalandan ibarettir.

Dipnot Açıklamaları : 1. José Carlos Mariátegui, Latin Amerikalı Marksist, çev : Derviş Okan, Sorun Yayınları, İst, Mayıs 2005 2. A.g.e, s.77 3. A.g.e, s.47 4. A.g.e, s.49 5. A.g.e, s.134. Guzman felsefe hocası. Peru’da Marksist hareketin önderlerinden. Kültür Devrimi boyunca Çin’de eğitim görmüş. 17 Mayıs 1980’de Halk Savaşını başlatan Guzman, 24 Eylül 1992’de tutuklanır, ömür boyu hapis cezasına çarptırılır. 6. A.g.e, s.136 7. A.g.e, s.148 112

Burada antolojiler için önemli olan bir ayrımın altını çizmekte fayda var; “taraflılık-tarafsızlık” bahsinde, taraflı olduğunu açıkça beyan edenler ya da bunu gizlemek isteyenler ayrımı. Neden antolojilerin taraflılığı gizlenmek istenir peki? Sorunun en kısa cevabı; siyasî ve ticarî kaygılar şeklindedir. Ticarî kaygı, kitabın kalınlığını, adını, formatını belirler. Siyasî kaygı ise hukukla/egemenlerle olan ilişkileri… Çok eski burjuva yalanı olan “tarafsızlık” safsatasını ticarî/siyasî amaç parçalar. Asıl tarafın ne yönde olduğunu gösterir. Daha baştan ticarî amaçla çıkan ve bunu açıkça belirtenler vardır. Onlara diyeceğimiz bir şey yok. Ancak Sol içinde olup da veya öyle gözüküp de kaynağı kapitalist Batı destekli paralarla ve ticarî amaçlı bir yayıneviyle bunu yapmak tam bir aldatmacadır. Ve bu tavır ideolojik manüpilasyon anlamına gelir. Böyle projeler burjuva sanatçılarıyla sosyalist sanatçıları yakınlaştırma yani sosyal muhalefet dinamiklerinin en anlamlı bölüğünü sistem içinde ehlileştirme anlamına gelir. Bu türden davranışların şiddetle karşıya alınıp teşhir edilmesi gerekir. 113


Bugün sosyalist sanatçılarla burjuva sanatçıları arasındaki ayrım çizgilerinin gittikçe silikleştiği, iç içe geçtiği bir dönemdeyiz. Aradaki bu çizgileri belirlemek, hem ayrışmayı hem de böylelikle saflaşmayı gerçekleştirmek öncelikli görevlerimiz arasında olmalıdır. İçerideki-Dışarıdaki Hapishaneden Bizim Şiir Antolojisi işte böyle bir amaçtan dolayı “Bizim” vurgusunu yapma gereğini duymuştur. Çünkü ‘Bizler-Onlar’ ayrımı zaten vardır. Bizim Antoloji bu saflaşmada daha derli toplu olmayı, yan yana durmayı, birbirinden öğrenmeyi ve gerici akımlara karşı birlikte güç oluşturma düşüncesini güçlendirirken bunun basit bir temrinini gerçekleştirmeyi de amaçlamaktadır. “Bizim” vurgusu bir ayrım noktasıdır. Ve bu Antoloji bir ön adım niteliğindedir. Bu açıdan Antoloji’ye katılan bütün şairlere belirli sorumluluklar düşmektedir. Buradaki yöneliş, diğer antolojiler gibi sadece bir dönemi veya temayı resmetmek değil burjuva edebiyatına karşı cephe örülmesine kendi çapında katkı sunmak; kapitalizme-emperyalizme karşı birey, grup, çevre ve örgütsel duruşlarıyla dik ve onurlu kalmış, kimlik-kişilik ve düşünsel-sanatsal özgürlüğünü korumuş olan insanlarımızla ilkeli ilişki kurmak; “Bizim” sözcüğünün içini dolduracak kolektif çabaları hareketteki diri unsurları uyumlandırmak; üretiminden dağıtımına kadar kolektif üretimi sağlamlaştırmak, bu fikri güçlendirmek ve böylelikle burjuva gericiliğine karşı yeni mevziler oluşturmaktır. “Yoksa şiirim yayınlansın da nerede yayınlanırsa yayınlansın” anlayışıyla hareket eden kariyerist şair adaylarının tatminleri için bir yayın hazırlamak değil. Daha önce yaşanmış bir süreç olan 1980–1990 Cezaevi Şiir Antolojisi örneği üzerinde biraz durursak; Antoloji, dönemini yansıtmış, cezaevinde yaşananlar konusunda bir duyarlılık oluşturmuş olsa da birlikte iş yapma anlamında ilkesel süreklik sağlayamamıştır. Birçok şair, Antoloji aracılığıyla şiir camiasına dâhil olmuş ancak Antoloji’nin daha hazırlık aşamasında belli amaçlar doğrultusunda yeterince ilkeli bir araya gelinemediği için, her şair kendi çıkarı doğrultusunda hareket etmiştir. Yarattığı mevziiyi korumak söyle dursun bizzat antolojide yer alan şairler ve antolojiyi hazırlayan anlamında ismi başa yazılan şairler bile sürece sahiplenmemiştir. Kitaba açılan davanın duruşmalarına kimse gelmemiş, antolojiyi hazırlayan yerine hukukun özel yorumuyla ceza alan yayınevi yönetmeni aranıp sorulmamıştır. Kitapta şiirleri çıkan şairlerin büyük çoğunluğu sistemle bütünleşmiştir. İlginçtir AB’nin malî fonu ile Hapishane Şiirleri kitabına hazırlayan kişilerden biri de bunlardan biridir. Tüm bu ve doğabilecek diğer olumsuzluklara düşmemek için İçeridekiDışarıdaki Hapishaneden Bizim Şiir Antolojisi, bu deneyimlerin uzantısında hazırlandı. Antoloji hangi ihtiyacı karşılayacak, ortak ilkeleri neler olacak, nasıl üretilip dağıtılacak, Antoloji’de yer alacak şair ve sanatçılar nasıl seçi114

lecek, kimlere ulaşılacak, vb anlamlar da haklı soruların cevabı aranmıştır. SORUN Polemik’in 15.,16. ve 17. sayılarında bu soruları cevaplayan yazılar yayınlanmıştır. Antoloji çağrısı kolektif bir iradenin ürünüdür. Pek çok insanımız bu birlikteliğe onay vermiştir. Çağrı metnini imza koyanlar giderek artmıştır. İçerideki-Dışarıdaki Hapishaneden Bizim Şiir Antolojisi çağrı metni eleştirel katkılarla yeni bir içerik ve nitelik kazanmıştır. Antoloji’de yer alan şair ve sanatçıların şiirleri yanında politika-sanat-estetik üzerine olan görüşlerini içeren yazılarına da ver verilmiştir. Şairlerin büyük çoğunluğu şiirlerini kendisi seçmiştir. Her şaire en çok 7–8 sayfa yer verilebilmiştir. Şiir seçimini Antoloji Hazırlama Kurulu’na bırakanların şiirleri arasında seçim yapılmıştır. Düşünce ve davranış olarak farklı formasyonlarda durmayı uygun bulanların bu seçimlerine saygı duyulmuş ve karışılmamıştır. Çağrı metni ve öteki yazılarda ifadesini bulan ilkesel yönelişlerimizin ruhuna ve lafzına uygun olarak “karşı-kültür cephesi” oluşturmanın ilk ve henüz nüve halindeki ilkeleri gözetilmiştir. “Karşı kültür cephesi”, “sanat cephesi” söyleminin eleştirel katkılarla daha güçlenerek ete kemiğe bürünmesi amaçlanmaktadır. Bir internet sitesi hazırlığı bu düşüncelerin uzantısında ifadesini bulmuş ve hazırlıkları başlamıştır. Antoloji’nin finansmanını Sorun Yayınları Kolektifi üstlenmiştir. Bilindiği gibi Sorun Yayınları Kolektifi proletaryanın çocuklarının terini ve kanını akıttığı Devrimci ve Marksist bir Kurum’dur. Tecimsel bir kuruluş değildir. Ne yayınevinin ne de şairlerin herhangi bir tecimsel talebi veya kaygısı söz konusu bile değildir. İçerideki-Dışarıdaki Hapishaneden Bizim Şiir Antolojisi kimseyi sırtında taşımamayı, kimsenin kariyer hırsına alet olmamayı ve her türden kariyerist eğilimleri acımadan eleştirmeyi ilke edinmiştir. Bütün şairler üretim ve dağıtımında aktif rol almayı baştan belirtmiştir. Şairler, Antoloji çıktıktan sonra ilişkileri sürdürmeyi, yeni projeler üreterek Sanat Cephesi fikriyatını güçlendirmeyi amaçlamaktadır. Böylelikle farklı formasyonlarda olup da ortak iş yapmanın kıyamet olmadığını defalarca farklı etkinlerle ispatlamayı önüne koymuştur. Antolojiye katılan bütün şairler süreci ve antolojiyi değerlendiren yazılar yazdıkça ve şairler birbirinin sanatsal gelişimine eleştirel katkılar sundukça sanatsal ilerleyişimiz güçlenecektir. Çünkü sınıflar mücadelesinde her yönden yetkin etkinlikler gerekmektedir. Sanatın dönüştürücü ve geliştirici gücüyle burjuvazinin gerici sanat anlayışına karşı örülecek Sanat Cephesi yolunda İçerideki-Dışarıdaki Hapishaneden Bizim Şiir Antolojisi bir mevzi daha açarak bu fikriyatı güçlendirebilirse amacına ulaşmış olacaktır. Umuyor ve bekliyoruz ki, bu Antoloji deneyimi bundan sonraki kolektif üretimlerin bir örneği, daha nitelikli çalışmaların basamağı olur. 7 Aralık 2005 115


Okur Eleştirileri-Cevaplar...

Bir Dergi faaliyetinin işlevsel olması, okurlarla kurulan diyalogların ilkeli ve düzgün tutulmasına da bağlıdır. Okur ile ilişki karşılıklı soru ve eleştirilerin, önerilerin bir ölçüde karşılanmasını gerektirir. Okurların soru ve eleştirilerine muhatap olan Dergi faaliyeti kurulmak istenen her ilişkiyi doğru değerlendirmek zorundadır. Dergi'ye duyulan ilgi-ilişki ve karşılıklı etkileşim demektir. BU türden ilgi ve ilişkileri taze ve canlı tutan kolektifler gelişme gösterir. İlgi ve ilişkinin doğal sonucu birlikte üretimi ve kurumlaşmaların, muhtemel yol arkadaşlıkların zeminini de oluşturur. Bu eleştiri ve soruların kimilerini sevecenlikle ve yararlanarak izliyor ve karşılıklı yeni nitelikler kazanmak açısından da Dergi'de yayınlamayı da uygun ve doğru buluyoruz. Özellikle internet sitelerimizi kullanarak yapılan sataşma ve küfürleri de tiksinerek izliyoruz. Bunları ciddîye alsan bir türlü almasan bir türlü. Bazı disiplin ve ilkeleri gözeterek bu sataşmalarıküfürleri de yayınlayarak "politik açığa vurma" yönteminin önemini gündeme getiriyoruz. Bu yöntemimiz onlara aracılık etmek değildir. Sol'da çimlenmiş kötü gelenek ve alışkanlıkların teşhis, tedavi, teşhir ve tecridi içindir. Yeni bir sosyalist kültür ve diyalog anlayışı kazanmak içindir. Son derece sıkıcı ve tiksindirici de olsa bu türden sanal bir ortamda, imzasını dahi kullanmayan şizofrenik/paranoid hastalıkların verdiği zararları aza indirmek, gücümüz yetiyorsa kökünü kurutmak da gerekiyor. BU türden zor ve çetin bir görevi tek başına yayın kolektiflerinin yerine getirmesi de mümkün değildir. Ne zaman ki, PARTİ ve Partileşme Sorunu'na anlamlı bir katkı yapılır, o zaman bu mücadeleye bağlı olarak Sol'un kadroları da yeni nitelikler kazanma yoluna-yörüngesine girmiş olur. Uzun erimli ve çetin bir mücadelenin süreçleridir bunlar. Şimdi gelelim okurların soru ve eleştirilerine yönelik cevaplarımıza: ELEŞTİRİ : Sorun Yayınları Kolektifi ile SORUN Polemik Dergisi'nin yayın politikası yavaş da olsa bir yere oturmuştur. Gerek Dergi ve Kitap faaliyetiniz, gerekse internet siteleriniz ilgi ile izleniyor. Bu alanda da bir gelişme içinde olduğunuz gözleniyor. Bu sürecin nereye ve neye evrileceğini ilgi ile izliyoruz. Sizin kullandığınız literatür ile ifade edilecekse : "Radikal Sol" ile "Sosyalist Sol" hareketler arasında bazı arayış ve yönelişler fark ediliyor. Marksizmin yorumu, ideolojik-teorik konularda geliştirici çalışmaların yanı 116

sıra pratikte yeniden üretim sorunsalı ağır aksak da olsa gündeme geliyor. Marksizmden haberli ve Marksizmi özümlemiş kadrolar teori-pratikte kimi etkinlikler de yapıyor. Kolektifiniz'in bu konudaki katkısını değerli bulmakla birlikte yeterli ve doyurucu da bulmuyoruz. Nihaî amacı sınıfsız, sömürüsüz, sınırsız ve özgürlükçü bir toplumu gerçekleştirmek olanlarla niçin bir diyaloga girilmiyor? Sosyal-pratikte niçin bazı birliktelikler aranmıyor, ya da aranıyor da bizler mi fark etmiyoruz? "Birlik, zıtların birliğidir" diye bilimsel ve felsefî bir gerçeği sık sık dile getiriyorsunuz, fakat bunun Dergi'nizdeki ifadesi nedir? Aynı şeyi Kitap faaliyetleriniz için de söyleyebiliriz. Uzun yıllar birlikte olduğunuz bazı yazarların TKP(SİP) yörüngesinde bir tercihte bulunmasının nedenini açıklayabilir misiniz? Av. Zeki Öçal (ki Bilimsel İnceleme-Araştırma Dizisi-Telif eserlerinde 1 ve 2.sırayı alıyor. Dr. İlker Belek'in bir kitabı da 3.sırayı. Aynı yazarın bütün kitaplarını da Kolektifiniz yayınladı. İlker Belek ve öteki hekim arkadaşlarını neden TKP(SİP) gibi bir örgüte kaptırdınız? Bu bilim insanları şimdi anılan örgütün organlarında, internet sitelerinde, seminerlerinde rol almış bulunuyor. AV. Zeki Öçal, Banksen'i âdeta birilerine sundu. İşçi sınıfıyla organik hiçbir ilişkisi ve niyeti olmayan TKP(SİP) taraftarları böylelikle bir sendikayı ele geçirdi... CEVAP: Kolektifimiz'in faaliyetlerini yakından izlediğiniz anlaşılıyor. Bu konudaki duyarlılığınızı ve kurmaya çalıştığınız ilgi ve ilişkiyi hem kutlamak istiyoruz, hem de teşekkür ediyoruz. Kolektifimiz Çalışanları okurlarımızın soru ve eleştirilerine büyük bir değer vermektedir. Okur-Dergi-yazar ilişkilerinden çok şeyler de öğreniyoruz. Okurlara düzgün hesap verilmesi konusunda da daha onlar sormadan bu görevimizi yerine getiriyoruz. SORUN Birlikte Sosyalist Dergi (1987-1992), Yeniden Üretim (1992-93), Sorun Broşür Dizisi'nin bütün kitaplarında ve öteki telif kitaplarımızda bunun örnekleri vardır. SORUN Polemik Dergi'mizde de (2001...) "okura düzgün hesap vermenin" pek çok örneğine rastlayabilirsiniz. Okurlarımızın çeşitli panelsöyleşi ve öteki etkinliklerimizdeki soru ve eleştirilerine de büyük imkân ve fırsatlar tanıdığımızı herkes biliyor. Büro'muza kadar gelen insanlarımıza da aynı şekilde cevaplar veriyoruz. Bu yöntemi internet sitelerimizde de sürdürmekten yanayız. Evet Dergi'miz bir yere oturmuştur. Bu, emeği geçen insanlarımızın özverisi ve çalışkanlığı ile oluşan -yarın daha da gelişeceğine inandığımız- bir şüreçtir. Bu süreç doğallıkla dostumuzu da düşmanımızı da hareketlendirmiştir. Daha pek çok eksiğimizin olduğunu, yeni yol arkadaşlıkları kazanarak birlikte yürünecek yolumuzun bulunduğunu biliyoruz. Dergi ve Kitap üretimi Devrimci ve Marksist Sol Kadroların önlerine koymak zorunda olduğu işlerden yalnızca biridir. Her şey değildir. Şimdi gündemimizde buna pa117


ralel olarak İŞÇİ-KİTLE GAZETESİ projemiz bulunmaktadır. BU yoldaki Çağrı metnimizde açıklanan düşüncelerin sosyal-pratikte vücut bulmasına çalışıyoruz. Çabalarımızı bizler de yeterli ve doyurucu bulmuyoruz. Fakat bunun bilincinde olarak birlikte ve sosyal-pratikte iş yapabileceğimiz birey, grup, çevre ve örgüt yapılarının da bu sürece dâhil edilerek mümkün olan ortak davranış biçimlerinin de ırağında değiliz. Devrimci ve Marksist Sol Kadrolar arasında, en azından "doku birliği" ve nihaî amacı bir olan 'yapı'larla nelerin yapılıp yapılmayacağına karar vermek, bu yolda bazı inisiyatifler üstlenerek bazı zorlamalarda bulunmak gönüllü ve iradî bir sorundur. Yalnızca Kolektifimiz'in girişimine bağlı değildir. Kolektif aklı, bilinci ve eylemi örgütlemeye aday pek çok birim henüz nüveler halinde ve farklı formasyonlarda durmayı tercih ediyor. Aşılması gereken bu türden duruşları çok yönlü çabalarla uyumlandırmak gerekiyor. Bunun farkındayız. Bu yolda ekilen tohumların yeşermesi öyle kolay ve temenni ile de olmuyor. Zamana, kadroların yeteneklerine, emek vermeye, yaratıcı diyalogların önündeki bireycilik, benmerkezcilik ve kariyerizm hastalığını elbirliği ile alt edip verdiği zararları aza indirmemiz gerekiyor. "Birlik, zıtların birliğidir" felsefî yaklaşımının hem bilincindeyiz hem de arkasındayız. Çok sıkıcı ve tarafları incitici de olsa nihaî amacını özel yaşamında, işinde, üretiminde açık ve net ölçülerde ifade eden herkesle diyalogumuz vardır. İyi yürekli, dürüst, samimi, ilkeli, militan insanlarımızla hiçbir örgütün başaramadığı diyalogu Kolektifimiz kurabilmektedir. Bunu yüzde yüz bağımsız ve yüzde yüz işçi sınıfı ve emekçi halklarımızdan yana olan tavrımızda aramak lâzım. Bu türden bir tavır sergilemiş oluşumuz doğallıkla ilkeli dostlukları, yol arkadaşlıklarını hazırladığı gibi ahmakça düşmanlıkları da beraberinde getirmiştir. Kitap faaliyetlerimiz arasında 19 yıllık siyasî arkadaşlıklarımızı sözlü yazılı hiçbir hukuka bağlı olmaksızın terk edip ayrılanların neden ayrılmış olduklarını kendilerinin açıklaması daha doğrudur. BU arkadaşların kendilerini özgürce ifade edeceği kolektif üretim imkân ve fırsatlarını Kolektifimiz bilerek yaratmıştır. Onlara sorulmayıp bize yöneltilen soruları da şöyle anlamaya çalışıyoruz: BU soru ve eleştiriler birer küçük-burjuva tecessüsü müdür, yoksa gerçekten samimi ve cenahımızın daha donanımlı olmasını isteyenlerin doğru bir tavrı mıdır? Bizler her şeye rağmen, bu soruları iyiye yorumlamaya devam edeceğiz. Ne Av. Zeki Öçal ile ne de Dr. İlker Belek ile (aynı zamanda hekim arkadaşlarıyla) siyasî bir seçim konusunda tartışmış ve bu tartışmanın sonunda bu türden bir seçim yapmalarına zemin hazırlayacak bir şey yapmış değiliz. Yayınevi babamızın malı-mülkü değildir. İşçi sınıfınındır. Kimi düşüncelerine katılmasak da kendilerini özgürce ifade alanı bulanların bu sorularınıza cevap vermesi gerekir. Siyasî ve ahlâkî açıdan yapılan seçimlerimizi başta işçi sınıfı ve Marksist Kadrolar yargıla118

makta gecikmeyecektir. Her şeye rağmen, Sosyalist Sol Hareketimize bazı katkılar yapması beklenen bu arkadaşların zamanla yapmış oldukları hatalı seçimlerini düzelteceğine de inanmak durumundayız. Kolektifimiz Çalışanları'nın okul, hastane, askerlik ve özellikle de hapishane arkadaşlıklarını temiz ve ilkeli tuttuğunu dost-düşman herkes bilmektedir. Ayrıca, bütün süreçlerde taşın altına ilkin kendi elimizi koyduğumuzu da... Siyasî arkadaşlıkların en anlamlı ifadesi PARTİ disiplini altında oluşur. Anılan arkadaşlarla bizler ne parti, ne örgüt ne yayın kurulu ne de MYK taksimatı işleyişi içinde bulunduk. Yalnızca, 12 Eylül askerî faşist darbesinin yıkıntıları arasında yan yana durmayı, birlikte üretmeyi, deney aktarımında bulunmayı, birbirimizden öğrenmeyi ve paylaşmayı öne çıkarmayı düşünmüştük. Elbette bazı ilkeselliklerin doğrultusunda oluşmuştu bu türden arkadaşlıklar. Biz kendi payımızı, 19 yıllık arkadaşlıklarının hesabını başta işçi sınıfına olmak üzere bütün Devrimci ve Marksist Sol Kadrolara veririz/vermişizdir. Herkesin gözünün önünde oluşan bu türden birlikteliklerin eğrisini-doğrusunu hayat ve mücadele gecikmeden ortaya çıkarıyor. Kolektifimiz'in duruşu elbette eleştirel katkıya açık ve muhtaçtır. Onların da bizlerin de yaptığı ortadadır. Yargı dışı değildir. ELEŞTİRİ: Katman ne demektir? Katman.info internet sitesi ne yapmak istiyor? Katman ile SORUN birlikte parti mi kuracak? Katman internet sitesinin yüzde 65'ini SORUN Polemik Dergisi'nin yazarları oluşturuyor. Sorun Yayınları Kolektifi'nin bütün kitapları sitede tanıtılıyor, armağan kitaplar çoğunlukla SORUN'dan seçiliyor. Bu ilişkiyi açıklar mısınız? Sosyolog Mehmet Eymen'in kurucusu olduğu site kimi kaynaklarca "sakıncalı" olarak mimlenmiş durumda. Katman illegal bir internet sitesi midir? CEVAP: 15 Aralık 2004 tarihinde yayına başlayan Katman Analiz internet sitesi ikinci yaşına giriyor. Oluşturulduğu tarihte amacını okurlara ve ilgililere "Anti-kapitalist, anti-emperyalist, anti-faşist, anti-globalist hareketlerin ve tümünü içeren sosyalist mücadelenin dünya çapında bir iletişime ve bilgi ortamına gereksinmesi vardır... Katman, bu iletişimin bir parçası olarak yayınlanmaktadır" diye duyurmuştur. "Katman" kelimesinin hangi anlama geldiği sözlüklerde yazılıdır. TDK Sözlüğü, kelimeyi sosyolojik olarak "ıÜüBir topluluğu oluşturan kümelerden her biri, tabaka" olarak ifade ediyor. Okurlarımızdan gelen soruyu kendisine yönlendirdiğimiz Mehmet Eymen, "Katman.info'nun kuruluşunda internet sitesinin aıÜünti-kapitalist, anti-emperyalist, anti-faşist, anti-globalist hareketlerin ve tümünü içeren sosyalist mücadelenin dünya çapında iletişim ve bilgi ortamının parçası olması planlandığından ve geniş bir haberleşme ve bilgi aktarım ortamının 119


gerçekleşmesi öngörüldüğünden, 'katman' sözcüğü ile öncelikle bilgisayar ağları ve iletişim protokolleri tekniğine atıfta bulunulmuştur. Bu teknikte katmanlar, donanım bileşenleri ve/ya yazılım süreçlerinden oluşan varlıklardır. Katmanlar arasındaki iletişim kurallar kümesi veya protokoller tarafından yönetilir. Ayrı katmanda ve fakat ayrı düğümlerde olan varlıklara eş varlıklar denir. Farklı düğümlerde, aynı düzey katmanlar eş katmanlardır. Protokoller, bilginin aktarılması ve alınmasında bilgi değişiminin sırasını ve biçimini sınırlandırmamışlardır. Kural ve biçimler birbirini izleyen katmanların sınırında, bilgi değişiminde katmanlar arası arayüz içerirler. Tipik bir sistemdeki işlevsel katmanlar, uygulama, dağıtık işletim, yerel yönetim ve çekirdek katmanlarıdır. Tüm katmanlar bir bütün olarak alındığında bir ağ oluşur. En üst katmanlar, bilgisayarlar arasında duyarlı veri dağıtımı üretirler. İster bilişimsel ister sosyolojik olarak algılansın, katman.info veri bağından taşımaya, oturumdan diyaloga, sunudan uygulamaya değin tüm katmanların kolektif bileşim alanı olmayı hedeflemektedir" şeklinde cevap vermektedir. "Hedef"i doğrultusunda önemli adımlar atmıştır ki bir yıl içinde ülkemizdeki türdeşi siteler arasında ön sıraya yükselmiştir. Sitenin ne yapmak istediği izlediği yayın siyasası ile özel-öznel bir yorum gereksemeyecek kadar açık ve nettir. Katman'ın SORUN tarafından tanıtılmaya, yorumlanmaya ihtiyacı da yoktur. Neyse odur. Katman ile SORUN parti kurmayacaktır. Mevcut Sol "cenahımıza" işlevsiz bir örgüt halkasını daha ekleyecek kadar aklımızı, mantığımızı ve de bilincimizi peynir ekmekle yemedik. Kurma fiil çekimi tercihimiz değildir. Oluşturma ifadesini diyalektik yasallığa daha uygun bulmaktayız. Devrimci ve Marksist birey, grup, çevre ve örgütlerle diyalog kurmak, ciddî, donanımlı ve güvenilir kadrolarla birlikte “sol”ların bıraktığı tortu ve enkazları temizlemek, birbirimizden öğrenmek ve öğretmek gibi hayatî sorunlarımıza çözüm üretmek gündemimizdedir. PARTİ aracının üretilmesi Kadroların kararına bağlıdır. Örgüt ile PARTİ arasındaki nitelik farkını da bilmekteyiz. Katman sitesi bir yıllık yayın deneyiminden çok şey öğrenmiştir. Mevcut Sol malzemeyi iyi tartmıştır. BU süreçte hem amblemini hem de yayın ilkelerini -konumunu- daha da netleştirmiştir. "Emek Egemen Erk Yolunda..." diye söze başlayan katman sitesinin Marksist çizgisini korumak yolundaki iradesini biliyoruz. Bu türden nihaî bir amacı olan birey, grup, çevre ve örgütlerin elini sıkmak Kolektifimiz'in tarihsel-sosyal-siyasal ve ahlâkî geleneğine de uygun düşmektedir. Doğrultusu böyle olan her birimin elini sıkmaya devam da edeceğiz. SORUN ile Katman iki ayrı kuruluştur. İlkesel konumları belgelenmiştir, bilinmektedir. Aralarında organik bir ilişki yoktur. Katman sitesinin proletaryanın çocuklarının ürettiği kitapları sahiplenerek, maddî-manevî hiçbir çıkara dayanmadan yer veriyor oluşu pek çok okurun dikkatini çekmiştir, kendi tercihleridir, ayrıca takdire değer bir davranış olarak da ilgililerine duyurulmuştur. 120

SORUN’un ürettiği kitaplar herkesin yararlanacağı niteliktedir. Katman sitesinde kitaplarımızın yer alması niçin yanlış olsun ki? Devrimci ve Marksist olan herkes bundan gurur duymalıdır. Keşke nihaî amacı aynı olan birimler de ‘şeytanın bacağını kırarak’ Katman’ın yaptığı gibi kitaplarımızı, makale ve polemiklerimizi site ve organlarında gündeme getirse… Kimsenin burnundan kıl aldırmadığı bir zamanda SORUN ile Katman meşru ve devrimci yasallığı olan bağımsız kuruluşlardır. Gizli olan işçi sınıfı ve emekçi halklarımızı sömürenlerdir. Bu iki ayrı birim bilinen konumlarının bilincinde olarak el sıkışıyor, birbirlerinin telif çalışmalarına organlarında çekinmeden yer veriyorsa "darısı öteki devrimci yol arkadaşlarımızın başına" denilmelidir. Tarih ve sınıf bilinci taşıyan her birimin temel ilkeler doğrultusunda yan yana durması, birbirinden öğrenmesi, birlikte üretim faaliyetinde bulunması ve bunu iş yaparak göstermeleri niçin yanlıştır? Sosyal-pratikte örgütsel duruşlarının tuzla-buz olduğunu gören küçük-burjuva avantürye takımının ezelî korkusudur "parti mi kuruyorlar?” sorusu. Marksist birimlerin, pratik örgütçü kimlik ve kişilikleriyle kadroların gönüllü ve bağımsız iradeleriyle, ayrıca "Devrimci Oturum" disiplini kazanarak, tartışmayı Kurum disiplinine getirme çabaları saygıdeğer bir çabadır. Günü, zamanı, hazırlık çalışmaları ve koşulları oluşturuldukça bu düzeneği bozmanın imkânı yoktur. Kimse de aşınmış-aşılmış tarz-ı siyaset yöntemleriyle bu düzeneği bozmaya cüret edemez. Hayat ve mücadeleyi kucaklamaya aday PARTİ ve Kurum’ların inşası kavgasında yalnızca çağrışım yapanlar tökezlenir. Her birimin sorumluluğu sınanıyor. Gerek Mehmet Eymen'in gerekse Sırrı Öztürk'ün hakkında eloğullarının kışkırtma ve spekülasyonlarına değil de yaptıklarına bakılacaktır. Burjuvazinin ajanlığına soyunmuş sitelerin "sakıncalı" olarak duyurduğu onlarca yalan ve propagandayı elimizdeki araçlarla düzeltemiyoruz. Ciddî, donanımlı ve güvenilir Marksist kadrolar haklarımızda ne söylüyorsa, ne gibi yorum ve değerlendirme yapıyorsa bu yargılara güveneceğiz ve bizler de bu türden değerlendirmeleri aynı ölçüde değerlendirme yolunu tercih edeceğiz. Elinizi uzatan herkesin elini misliyle karşılık vererek sıkarız. Ötesi boştur. Bilmem anlatabildik mi?

SORUN Polemik

121


Bizden Haberler

57. Uluslararası Frankfurt Kitap Fuarı Etkinliği Her yıl düzenlenen Uluslararası Frankfurt Kitap Fuarı'nda Türkiye Yayıncılar Birliği organizasyonu içinde Kolektifimiz de yer aldı. Edebiyat-SanatEStetik Dizisi'nden telif kitaplarımızla katıldığımız fuarda ürünlerimiz tanıtılmış, Yayın Kataloğu'muz dağıtılmıştır. Anılan kitaplarımız Almanya'daki işçilerin yararlanacağı uygun bir kütüphaneye armağan edilmiş, ayrıca Sorun Yayınları Kolektifi'miz Türkçe ve İngilizce yayımlanan "Türkiye Yayıncılar Katalogu 2005"e girmiştir. 6. Kitap Dünyası Fuarı Etkinliği BU yıl 6.sı düzenlenen Kitap Dünyası Fuarı'na da katıldık. 17-27 Kasım 2005 tarihleri arasında İstanbul, Antrepo 3/Salıpazarı Tophane/Karaköy'de düzenlenen kitap fuarına Kolektifimiz' in 30. Kuruluş Yıldönümü münasebetiyle özel indirimli kitaplarımız, okurlarla söyleşi, panel ve power point sunusu ile katıldık. "Sosyalizm Öldü mü?" Panel-Söyleşi Etkinliği Anılan fuarda, 19 Kasım 2005 Cumartesi günü saat:18.00'de konuşmacı olarak Sırrı Öztürk, Mehmet Eymen ve Derviş Okan'ın katıldığı etkinlikte "Sosyalizm öldü mü?" konusu ayrıntılı tartışıldı. Etkinliği Sırrı Öztürk yönetti. İzleyenlerin sorularına uygun cevaplar verildi. Kolektifimiz'in düzenlediği bütün etkinliklerin önemli bir izleyecisi olduğunu, donanımlı bir okur kitlesinin her şeye rağmen bulunduğunu bu etkinlikte de gördük. Etkinliğimize nitelikli 60 izleyici katıldı. "Popülist ve Yoz 'Kültür'e Karşı Sanat" Panel-Söyleşi Etkinliği Yine anılan fuarda 26 Kasım 2005 Cumartesi günü saat:17.00'de İsmail Hardal , Nuray Gök Aksamaz, Meral Kaşoturacak, Ruhan Mavruk ve Meral Kıdır'ın konuşmacı olarak katıldığı "Popülist ve Yoz 'Kültür'e Karşı Sanat" konulu panel-söyleşimiz de ilki gibi büyük bir ilgi gördü. Etkinliği İsmail Hardal yönetti. Kolektifimiz tarafından yakında yayınlanacak olan "İçeridekiDışarıdaki Hapishaneden Bizim Şiir Antolojisi"nde yer alan bazı yazar, sanatçı ve şairlerin de katıldığı bu erkinlikte ANTOLOJİ konusu da tartışıldı. İzleyenlerin soruları cevaplandırıldı. Etkinliğimize nitelikli 50 izleyici katıldı. 122


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.