Newroz’dan 1 Mayıs’a… 12 Haziran’da Akp’ye Bir Tokat Daha! Direne Direne Taksim’i Kazandık! Fiyatı: 1,5 TL
www.sosyalistdayanisma.org
YIL: 1 SAYI 6 MAYIS 2011
Emeğin ve Özgürlüğün 3. Cephesini Büyütmek için:
Oylar Halkın Adaylarına!
“Kürt Sorunu Yok, Kürt Vatandaşların Sorunu Var!” Sodap’ın Seçim Sürecine Yönelik Tavrı Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloğu Adayları Akp’nin Son Balonu: Yeni Anayasa 1 Mayıs’ta Yüzbinler Taksim Meydanı’ndan Taştı Akp Ekonomide Neyi Başardı ve Kanal İstanbul Örneği? Bin Ladin Suikastı: Ne İşe Yarar-Nasıl İstismar Edilir? Bağımsız Sendikalarda Örgütlenmek Haktır Masal Bitti! Ev İşçileri Haklarını İstiyor! Ygs İsyanlarının Açtığı Yoldan Yürüyelim!
Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2011
1 MAYIS COŞKUSU YOL GÖSTERİYOR: OYLAR EMEK, DEMOKRASİ, ÖZGÜRLÜK BLOĞU’NA! 1 Mayıs’ın coşkusunu hala üzerimizde taşıdığımız günlerde bir kez daha Merhaba diyoruz sizlere. Gerek bölgede gerek ülkemizde halkların ayakta, egemenlerin tetikte olduğu bir dönemi yaşamaya devam ediyoruz. Arap isyanları ile sarsılan bölgemizin emperyalizm tarafından yeniden dizayn edilme çabaları sürüyor. Emperyalist saldırganların Libya’da Kaddafi’yi indirme politikasında umutları azalmış olmalı ki, suikastla ‘işi bitirmeye’ çalıştılar ama bir oğlunu ve 3 torununu öldürmelerine rağmen Kaddafi’yi öldürmeyi başaramadılar. Bölge dengelerinde çok önemli bir yer tutan Suriye’ye müdahalede ise çok daha yavaş ve dikkatli davranmak zorunda kalıyorlar. Pek çok dinamiğin kendince bir etki alanına sahip olduğu Ortadoğu satranç tahtasında yaptıkları her hamle dönüp onların mat edilmesine neden olabilir çünkü. Ha keza diğer bölge ülkelerinde de halklar ve emperyalistler ve onların işbirlikçi zorba iktidarları arasında yenişememe durumu devam ediyor. Usama bin Ladin’i öldürme “başarısı” ise ABD iç politikasında önemli bir moral etki yaratsa da bölge politikasında kayda değer bir başarı anlamına gelmiyor. Bütün bu gelişmeler, “komşularla sıfır sorun” dış politikasında denizin dibini çoktan görmüş olan AKP hükümetini iç politikadaki etkileri açısından da zorlayacağa benziyor. İç politikada, YGS skandalı gençleri sokağa dökerken, YSK saldırısı da Kürtlerin sabrını taşıran son damla oldu. Kürt halkının haklı öfkesinin dinmeyeceğini ve bu öfkenin açığa çıkaracağı enerjinin kendilerinin de evlerini başına yıkacağını anlayan egemenler kararı geri çektiler.
Sosyalist Dayanışma Aylık Yerel Süreli Siyasi Dergi Yıl: 1, Sayı: 6 Mayıs 2011 Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Sezgin Kartal Adres: Piyalepaşa Mah. Can Sk. No: 8/B Beyoğlu İstanbul sosyalistdayanisma2010@yahoo.com www.sosyalistdayanisma.org Basım Yeri: Estet Matbaacılık Adres: Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No: 16/26 Topkapı- İST Tel: 0212 565 17 74
2
Güvencesiz çalışma, işten atılma ve işsizlik sarmalından kurtulamayan işçiler emekçiler cenahında ise Birleşik Metal–İş’in başını çektiği grevler ve kimi tek tek direnişler devam ediyor. Bu yıl 1 Mayıs’a böyle bir ortamda gittik. Bütün ezilenlerin, yok sayılanların düzene ve AKP hükümetine birikmiş öfkesini haykırmaya gittik. 500 bini aşan 1 milyona yürüyen bir sayıyla doldurduk 1 Mayıs alanını. Sadece İstanbul’da ve Taksim’de değil, memleketin dört bir yanında önceki yıllara göre daha coşkulu ve kitleseldi 1 Mayıs alanları. Bu bir Mayıs’ta Taksim alanında “işçilerin birliği, halkların kardeşliği” şiarımızın alanın her köşesinde ve kürsüde gerçekleştiğini gördük. Kürt Demokratik Hareketi ile Türkiye Devrimci Hareketi’nin ortaklaşan devrimci iradesiyle sağladık bunu… Şimdi sıra gücümüzü, bu şiarı işçiler, emekçiler, Kürtler, her dil, din ve etnik kökenden dışlananlar, kadınlar, gençler, yaşlılar ve sayamadığımız tüm sömürülenler, ezilenler adına parlamento kürsüsünden yükseltme iddiasında olan “halkın adaylarının” arkasına dizmeye gelmiştir. Yeni sayımızda Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun adaylarını meclise taşımış olarak buluşmak dileğiyle…
Mayıs 2011 / Sosyalist Dayanışma
NEWROZ’DAN 1 MAYIS’A…
12 HAZİRAN’DA AKP’YE BİR TOKAT DAHA!
B
u yıl Newroz’la açılan yeni mücadele döneminde, halklarımız açısından bir önemli adım da 1 Mayıs’ta atıldı. Newroz’da, Kürt Özgürlük Hareketi’nin gücü ve kırılamayan iradesi “ya özgürlük ya özgürlük” parolasıyla alanlara yansıdı. 1 Mayıs sürecindeyse, Kürt Özgürlük Hareketi’nin yarattığı devrimci rüzgârın güçlü etkilerinin yanı sıra Türkiye Devrimci Hareketi’nin önemli bir kesiminin yeniden tempo kazanışına tanık olduk. Ortaklaşan devrimci iradeyle kızıla boyanan alanda, finans kapitali ve AKP başta olmak üzere onun partilerini epeyce terletecek bir Taksim fotoğrafı verildi. Kürt Özgürlük Hareketi’yle omuz omuza vermiş Türkiye Devrimci Hareketi ve bu güç birliğinin 1 Mayıs kürsüsüne yansımış olması, tarihsel değerde bir gelişmedir.
12 Haziran yaklaşırken, “değişim” parolasıyla parlayan AKP’nin yaldızlarının dökülüşünü izliyoruz. “Değişim” söyleminin pratik karşılığı “açılım” politikalarıyla ortaya konmuştu. Kürt açılımı, Alevi açılımı, Roman açılımı vs. İç politikada bunlar yaşanırken dış politika alanında da yeni bir stratejik yönelim belirlenmiş, düzen kurucu, etkin bir bölgesel güç olma rolüne soyunulmuştu. Kısacası, sınırları içerisindeki sorunlarını çözmüş, toplumsal gerilimlerinden kurtulmuş, demokrasisiyle, huzuruyla, istikrarıyla güçlenmiş bir Türkiye. Sınırların dışındaysa, güçler dengesinde kaymalar yaşanan dünyada bölgesel bir güç. AKP, toplum mühendisleri eliyle yarattığı bu pembe tabloyu muazzam medya gücünü de seferber ederek uzun süre gündemde tutmayı başardı.
Paradigmanın İflası…
İç politika alanında “değişim” parolası kuru laf olmaktan öteye gitmemiş, toplumsal sorunların çözümüne dair “açılım”lar önce süründürülmüş, ardından rafa kaldırılmıştır. Başbakan Erdoğan’ın 2005 yılında Diyarbakır’da sergilediği “Kürt sorunu benim sorunumdur” yaklaşımından, Muş’ta 2011 Nisanı’nda ifade ettiği “Kürt sorunu yoktur” noktasına gelinmiştir. Sözden öteye geçmeyen açılım söylemi, yerini yine geleneksel inkârcı, tekçi, faşist dile bırakmıştır. Değişimin bayraktarı AKP, meclis kanalından bağımsız adayların “yeni Anayasa” meselesini ete kemiğe büründürme zorlamasından korkarak, yüzde 10 barajının üzerine bir de veto engelini halklarımızın önüne dikmiştir. Ve AKP, Kürt halkının direnişi sonucu yerle bir olan bu engelin enkazı altında kalmıştır. Konu edilen diğer açılımlar da Kürt sorunundaki “demokratik açılım”ın akıbetini paylaşmıştır. Dış politika alanındaysa birbiriyle bağlantılı gelişmeler “Davutoğlu stratejisi”ni iflasa sürüklemiştir. NATO’nun Lizbon zirvesinde belirlenen yeni konsept ve ardından Türkiye’nin önüne konulan “füze kalkanı projesi,” zaten pek yol alma şansı bulmayan stratejinin yolunu büsbütün kesen ilk müdahalelerdi. Peşinden, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde başlayan isyan fırtınası geldi; etkin pozisyon almaya heveslenilen alan yangın yerine döndü. Bu gelişmeyi emperyalist güç merkezlerinin Libya üzerinden bölgeye müdahalesi izledi. Şimdi isyan dalgası, yakın zamanda sorunlarımızı sıfırladığımız komşumuz Suriye’yi sardı.
ABD’nin “şer ekseni”nde yer alan Suriye’deki bu gelişme, emperyalistlerin hızla buraya odaklanmasına yol açtı. En son, Filistin’de Hamas ve El Fetih arasında imzalanan “Barış” Anlaşması,
Hamas’ın siyasi karargâhının Şam’dan ABD’nin sıkı müttefiki Katar’a taşınma süreci ve Bin Ladin’in ABD tarafından ortadan kaldırılması, etkinliğinin zayıfladığı paylaşım alanlarına ABD’nin yeni bir yönelim içerisinde olduğunun işaretleridir. Bütün bunlara, emperyalist saldırı sürecinde Türkiye’ye biçilecek rolün masaya yatırıldığı bir diplomasi trafiği eşlik etti. CIA Başkanı Leon Panetta’nın, gizli kapaklı bir şekilde Mart ayı sonunda Türkiye’ye 5 günlük bir ziyaret gerçekleştirdiği ortaya çıktı. Bu görüşmelerde nasıl kanlı pazarlıkların yapıldığı kısa sürede ortaya çıkacaktır. Görüşmelerin hemen ardından Kürt sorununda Erdoğan’ın değişen dili, pazarlık masasındaki konuların başında yer aldığı su götürmeyen Kürt sorunuyla ilgili varılan kirli mutabakatın ilk ciddi işaretidir. Bir önemli noktayı daha kısaca not düşmek gerekir. Ortadoğu’daki isyan dalgası, Tunus, Lübnan ve Mısır’ın ardından özellikle
Salih İNCESOY
Kurucu bir role heveslenen Türkiye, Ortadoğu sularına doğru yol alırken büyük bir fırtınaya yakalanmıştır. Sıcak paraya dayalı ekonomisi, naylon demokrasisi ve korkunç adaletsizliğiyle Ortadoğu sularına yelken açan Türkiye’ye bu fırtına fazla gelmiştir. Sonuç olarak, “gelinen aşamada sınırların içerisinde ve dışarısında AKP’yi 8,5 yıl taşıyan paradigma bütünüyle iflas etmiştir” diyebiliriz. 3
Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2011
Libya ve Suriye’deki gelişmeler, siyasi alanda olduğu kadar ekonomik olarak da Türkiye’yi etkilemektedir. Yığınla müteahhitlik girişiminin boşa düşmesi bir yana, petrol ülkelerindeki sarsıntı, enerji bağımlısı Türkiye’yi de beraberinde sarsmıştır. Kısacası, kurucu bir role heveslenen Türkiye, Ortadoğu sularına doğru yol alırken büyük bir fırtınaya yakalanmıştır. Sıcak paraya dayalı ekonomisi, naylon demokrasisi ve korkunç adaletsizliğiyle Ortadoğu sularına yelken açan Türkiye’ye bu fırtına fazla gelmiştir. Sonuç olarak, “gelinen aşamada sınırların içerisinde ve dışarısında AKP’yi 8,5 yıl taşıyan paradigma bütünüyle iflas etmiştir” diyebiliriz.
12 Haziran sürecinde Kürt ve Türk halklarının ortak mücadele zemini “Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu”dur. Halklarımızın sokaktan yükselen sesi, “Halkın Adayları” tarafından meclis platformuna da taşınacak, tüm ezilenlerin zulme ve sömürüye karşı ortaklaşan mücadelesi yeni bir sürecin kapısını aralayacaktır. 4
Çılgın Proje: “Hiç Açılımı”
Öne çıkartılan değişim parolası ve değişimin karşılığı olarak gündeme taşınan açılımlar, toplumsal talepleri doğru okuyan AKP’nin başarılı bir toplum mühendisliği ürünüydü. Kuşkusuz finans kapitalin hizmetkârı AKP’nin, kapitalizmin bekası açısından baskılanan toplumsal dinamiklerde biriken gerilimleri yatıştırmaktan öteye bir derdi yoktu. AKP’nin maskesini düşüren en önemli etken de değişimi gerçekten isteyen Kürt Özgürlük Hareketi’nin zorlayıcı taktik hamleleri oldu. 12 Haziran seçimi yaklaşırken yarattığı illüzyonu sürdürmek için AKP’nin şapkasından yeni bir tavşan çıkarması beklenen bir şeydi. Ve ne kadar şatafatlı bir isim konulursa konulsun şapkadan bir hiç
çıktı. Geçmiş açılım söylemlerinin aksine bu proje toplumsal sorunların hiçbirisine değmemektedir. Değil topu taca atmak, AKP açılım bayrağıyla dolandığı sahadan büsbütün çekilmiştir. Çılgın proje, “AKP açılımları”nın iflasının ilanıdır. Bu proje, AKP açısından yolun sonunun başlangıcıdır. Geriye, Erdoğan’ın seçim meydanlarında yükselen su katılmamış faşist naraları ve cemaat hegemonyasını daha da güçlendirme adına diğer düzen partilerine yönelik ardı ardına gelen kaset komploları kalmıştır.
12 Haziran’a Doğru…
Türkiye’de bugün için değişimi zorlayan ana dinamik Kürt Özgürlük Hareketi’dir. Devlet, hız kesmeyen ve giderek şiddetini arttıran siyasi ve askeri operasyonlarla bu dinamiğin devrimci iradesini kırmayı başaramamıştır. Kürt Özgürlük Hareketi, siyasi ve askeri alanda üst üste geliştirdiği taktik hamlelerle her türlü tasfiye girişimini boşa düşürürken inisiyatif alanını sürekli büyütmektedir. Bu durumun yarattığı gerilim, AKP’siyle, CHP’siyle sistemin tüm siyasi aktörlerinin seçim sürecinde öne çıkarttıkları sahte argümanları paçavraya çevirmekte, onların sınıfsal kimliklerini deşifre etmektedir. Kürt halkının siyasi temsilcileri, statülerinin netleşeceği bir sürece girdiklerini ifade etmektedir. Hatta zaman zaman yeni oluşacak parlamentonun “Kurucu Meclis” misyonuyla yeni bir Anayasa hazırlayacağı belirtilmektedir. Yeni parlamentoya böylesi bir nitelemede bulunmanın tek bir anlamı vardır: “Kürt Özgürlük Hareketi tekçi, inkârcı sistemi bütün gücüyle sonuna kadar zorlayacaktır.” Böylesi oyun bozucu bir atakta güçlü bir grupla meclis platformu da değerlendirilecek, sistemin bütün dengesi alt üst edilecektir. Deyim yerindeyse, “Kürt Özgürlük Hareketi tarafından ‘84 atılımı’yla eşdeğerde yeni bir atılım süreci başlatılmıştır.”
Halkın Adaylarına Güç Verelim!
Kürt Özgürlük Hareketi başta olmak üzere sistemi gerçekten değiştirme niyeti ve kararlığı olan güçlerin olanca zorlaması, seçime giden Türkiye’nin siyasi atmosferi-
ni belirlemiştir. Şovlarla, şölenlerle açılan seçim kampanyası döneminin düzen güçleri açısından artık tadı tuzu kalmamıştır. Asaplar fena halde bozuktur. Oyunbozanlar, yine tarihsel rollerini oynamaktadır. Veto engeli de güçlü bir halk direnişiyle yanıt bulmuş ve tutmamıştır. Finans kapital ve AKP başta olmak üzere onların partileri gelecekten kaygılıdır. AKP’nin oyununu halklarımızın sokak’tan yükselen sesi bozmaktadır. Bu ses sermayenin hizmetkârlarının dengesini allak bullak etmekte ve halk düşmanı gerçek yüzlerini gözler önüne sermektedir. Bu ülke, YGS rezaletine karşı isyan eden gençlere, “kalkarız onların karşısına 5 bin, 10 bin tane genci koyarız” buyuran bir başbakana sahiptir. Faşizmin halkların sesine karşı refleksi hep aynı olmuştur, olmaya devam edecektir. 2011 1 Mayısı’nda Kürt Özgürlük Hareketi’yle Türkiye Devrimci Hareketi’nin önemli bir kesimi yan yana, omuz omuza durmuştur. 1 Mayıs Alanı’nda Kardeş Kürt halkının sesiyle, yoksulların, yok sayılanların sesi birbirine karışmıştır. Halklarımızın dayanışması ve mücadele birliği, halk düşmanlarının en büyük korkusudur. 12 Haziran sürecinde Kürt ve Türk halklarının ortak mücadele zemini “Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu”dur. Halklarımızın sokaktan yükselen sesi, “Halkın Adayları” tarafından meclis platformuna da taşınacak, tüm ezilenlerin zulme ve sömürüye karşı ortaklaşan mücadelesi yeni bir sürecin kapısını aralayacaktır. Önümüzdeki dönem son derece zorludur, gerilimlidir, tuzaklarla doludur. Fakat ondan daha fazla ezilen halklarımız açısından umut yüklüdür. SODAP, umudu büyütmek için üzerine düşen tarihsel sorumluluğun bilincindedir. Cehennem hayatına mahkûm edilen yoksulların varoşlardan yükselecek isyanı, kardeş Kürt halkının özgürlüğe yürüyüşüyle buluşturulacaktır.
Mayıs 2011 / Sosyalist Dayanışma
DİRENE DİRENE TAKSİM’İ KAZANDIK! 80
darbesi sonrası 1 Mayıs kutlamaları için Taksim alanı defalarca değişik şekillerde zorlandı. 88-89 yıllarında bir dönemin açıldığının işaretiydi Taksim zorlamaları. Ağır bir darbenin ardından kendini toparlamaya çalışan Türkiye Devrimci Hareketi, militan duruşuyla emekçilerin taleplerini alana taşımaya çalıştı. Bu yıllarda devlet en vahşi şekilde saldırdı bu zorlamalara, bedeller ödendi. 92 yılıyla yasal açık alan kutlamaları gündeme geldi. 89 bahar eylemliliklerinin sönümlendiği ama etkilerini hala sürdürdüğü bu yıl, GOP’da yapılan mitinge katılıp katılmama devrimciler için önemli bir gündem oldu. Ancak kitlelerle buluşmanın bir vesilesi olarak büyük oranda katılım sağlama kararı alındı. 92 yılındaki mitingle 1 Mayıs’a dönük önemli bir yasaklama ortadan kalktı, açık bir miting düzenlenebildi. Ancak Taksim yasağı yıllarca devam etti. 80 sonrasının en kitlesel 1 Mayıs’ının yapıldığı 96’da, Kadıköy’de kendi yaptığı provokasyonu bahane eden devlet, bu alanı da 1 Mayıs’a kapattı. 2004 yılına kadar Abide-i Hürriyet cenderesine sıkıştırılmaya çalışıldı 1 Mayıs. 2004 yılında “1 Mayıs’ta Taksim’e!” çağrısı yapan DİSK, KESK ve devrimci yapılar kutlamalarını fiilen Saraçhane Meydanı’nda yaparken Türk-İş ve kuyrukçuları Adide-i Hürriyet’e gittiler. Saraçhane Meydanı kutlaması, Taksim’e çıkışın yakın olduğunun işaretini veriyordu. 2005 ve 2006’da kutlamaları bu sayede Kadıköy Meydanı’nda yapıldı. 2007 yılında, 77 katliamının 30. yılında hedef yeniden Taksim alanıydı. Bu yıl tüm baskılara ve yasaklamalara rağmen 2-3 bin kişilik bir kitle alana çıkabildi.
Binlercesi de alanı zorladı, polisle çatıştı. 2007 1 Mayıs’ının ruh haliyle artık biliyorduk ki geri dönüş yoktu, Taksim kazanılacaktı. 2008 yılında DİSK’in sabahın ilk saatlerinde abluka altına alınmasıyla ve Taksim alanının polis tarafından kuşatılmasıyla kutlamalar engellenmeye çalışıldı. Taksim’e yakın pek çok noktada çatışmalar yaşandı. Gruplar halinde alana çıkılabildi. 2009 yılında ise yine ciddi bir abluka vardı Taksim alanında. Ancak bu yıl abluka ciddi zorlama ve çatışmalarla kırıldı ve 10 bin kişi alana girip kutlamasını yapabildi. 2009 yılında birleşik devrimci irade artık gerçek anlamda alanı, 1 Mayıs kutlamalarına açmıştı. 2010 1 Mayıs’ında Taksim’e çıkışı engelleyemeyeceğini anlayan AKP hükümeti, sarı sendikalar eliyle 1 Mayıs’ın içeriğini boşaltmaya çalıştı. Ancak başarılı olamadı. 30 yılı aşkın bir zaman sonra Taksim’in kazanılmasının heyecanı ve dönemin emekçilerde yarattığı öfkeyle alana 300 bin kişi akın etti. Türk-İş Başkanı Kumlu konuşurken kürsüyü işgal eden Tekel İşçilerinin başını çektiği Direnişçi İşçiler, Kumlu’yu kovaladılar. Bu arada kürsüye çıkmaya hazırlanan Hak-İş Başkanı Salim Uslu da ortalıktan kayboldu ve uzlaşmacı sendikalar alanı terk etti. Taksim alanı bir kez de işbirlikçi sendikaların elinden alınıp kazanılmıştı. Bu kazanımların kalıcı olması 2011 1 Mayıs’ının en önemli gündemiydi.
1 MAYIS’A GİDERKEN!
Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de zenginlerin sayısı ve serveti emekçilerin daha da yoksullaşması pahasına artmıştır. Her geçen yıl dolar milyarderlerinin sayısını artıran Türkiye’de işsizlik, güvencesizlik artıyor,
çocuklar açlıktan ölüyor. İşte bu adaletsizliğe karşı isyanımızı haykırmak için 1 Mayıs alanındaydık. Dünya’nın bir yangın yerine döndüğü bir dönemde girdik 2011 1 Mayıs’ına. Ekonomik krizin etkilerinin en ağır şekilde yaşandığı ülkelerde emekçiler isyan bayrağını bir bir kaldırdılar. Dünyada dengelerin değişeceğini anlayan emperyalist güçler halklara dönük en vahşi yüzlerini gösterdiler. Emperyalist saldırganlığa karşı isyanımızı haykırmak için 1 Mayıs alanına çıktık. “Açılım”ın yalan olduğu bu dönemde Kürt Özgürlük Hareketi, 4. stratejik dönemi ilan etti. Newroz’da sloganlaştırdığı “An Azadi An Azadi!” parolasıyla ve sivil itaatsizlik süreciyle 4. stratejik dönemi ete kemiğe büründürmeye başladı. Böylesi bir süreçte Kürt Halkının yanında olmak her zamankinden önemliydi ve “Yaşasın İşçilerin Birliği! Halkların Kardeşliği!” sloganı 1 Mayıs’ta hayata geçmeliydi.
1 Mayıs alanında bu yıl “Halkların Kardeşliği, İşçilerin Birliği!” hayata geçirilebilmiştir. 2011 1 Mayıs’ının en önemli kazanımlarından biri de budur.
Her saltanatın bir sonu olduğunu unutan AKP, alabildiğine fütursuzlaştı. Emekçilere büyük bir saldırıyı içeren Torba Yasayı çıkaran, YGS rezaletini protesto etmek için sokağa çıkan gençleri “Karşınıza 5-10 bin genci çıkarırım.” diyerek tehdit eden, kitapları daha basılmadan yasaklayan AKP, “Önümüze gelene bir tekme!” şiarıyla her türlü muhalefeti susturmaya çalışıyor. AKP’nin tek alternatifi olarak da Kılıçdaroğlu’lu CHP gösteriliyor. “Her aileye aile sigortası adı altında aylık 600 TL vereceğini” söyleyen Kılıçdaroğlu’na “kaynak göster” denince “Benim adım Kemal, ben bulurum.” diyor. Diyemiyor ki, “Zenginden gerçek anlamda vergi alacağım,
5
Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2011
tır. Türkiye’de ilk defa 1 Mayıs kürsüsünden Kürtçe bir metin okunmuştur. Kürt Hareketi sivil itaatsizlik ve veto krizini aşma taktiğiyle yakaladığı politik havayı istediği ve beklenen oranda nicelik olarak yansıtamasa da nitelik olarak alana yansıtabilmiştir. 1 Mayıs alanında bu yıl “Halkların Kardeşliği, İşçilerin Birliği!” hayata geçirilebilmiştir. 2011 1 Mayıs’ının en önemli kazanımlarından biri de budur. IMF borçlarını sileceğim”. “Taşeronu kaldıracağım” diyor ama Konak Belediyesi işçilerini kapıya koymaktan geri durmuyor. Emekçilerin tek alternatifi kendi iktidarlarını kurmak için 3. cepheyi örmektir. Bu bilinçle 1 Mayıs’taydık.
AKP iktidarı her önemli sorundaki niyetini seçim sonrasına erteliyor. Birbirine sıkı sıkıya bağlı iki büyük sorun, “yeni anayasa” ve Kürt Sorunu”dur. Bunlar üstüne suskunluğu tercih eden AKP, “çılgın proje”yle bu boşluğu doldurmayı deniyor.
BİRLEŞİK DEVRİMCİ İRADENİN İNŞASI!
2007’den 2009’a birleşik devrimci iradenin gücüyle kazanılan Taksim alanının sarı sendikaların eline bırakılmaması bu senenin en önemli kazanımlarından olacaktı. 2010’da Direnişçi İşçilerin kürsü işgaliyle oluşturduğu ortamın iyi değerlendirilmesi gerekiyordu. Bu bilinçle SODAP, 1 Mayıs’a bir aydan fazla bir zaman kala devrimci güçlerle görüşmeler yaptı. Bu görüşmelerde 1 Mayıs’la ilgili her şeyin sendikalar tarafından belirlenmesine izin verilmemesi gerektiği, alanı kazanan devrimci güçlerin söz sahibi olması için gereken birlik ve dayanışmayı göstermesi gerektiği üzerinden hareket edildi. Bu görüşmelerin sonunda, içinde SODAP, EHP, ESP, DHF, Partizan, Ürün, DİP, Köz ve Türkiye Gerçeği’nin bulunduğu bir koordinasyon kuruldu. Bu koordinasyon sendikalarla yapılan hazırlık görüşmelerinde ortak tutum alarak devrimcilerin iradesinin alana yansımasına önemli bir katkıda bulundu. Diğer devrimci sosyalist kurumların ve yurtseverlerin de benzer tutum içinde olmaları 2011 1 Mayıs’ının içerik olarak kazanılmasını sağlamıştır.
6
1 MAYIS 2011
2011 1 Mayıs’ı nicelik olarak 80 sonrasının en görkemli 1 Mayıs’ıydı. Değişik sayılar verilmesine ve tam sayıyı bilebilmemizin mümkün olmamasına karşın 500 binin üzerinde bir katılımın gerçekleştiğini söylemek abartılı olmaz. Alana çok değişik kesimler taleplerini kendi renkleriyle taşıdılar. İşçiler, işsizler, gençler, kadınlar, çevreciler, sanatçılar, taraftar grupları alanı renk cümbüşüne çevirdiler. Ekonomik kriz bahanesiyle kapıya konan, her geçen gün çalışma saatleri artırılan, güvencesizliğe mahkûm edilen işçiler, işsizler alandaydı. Yok sayılan, ezilen, sömürülen, öldürülen kadınlar “Biz de buradayız!” dediler. HES’lerle Anadolu’nun dört bir tarafını cehenneme çevirmeye çalışan kapitalistlere “Kapitalizm Öldürür!” diyen çevreciler oradaydı. “Endüstriyel Futbol’a” karşı olan taraftarlar “Yaşasın Renklerin Kardeşliği!” sloganını alana taşıdılar. Şifre rezaletinin ardından kitlesel olarak sokağa çıkan liseliler, coşkuları ve öfkeleriyle 1 Mayıs alanına da sığamadılar. Kürsüden hiçbir sendikacı konuş(a)madı. Organize eden kurumların ortak açıklaması Direnişçi İşçilerin bir temsilcileri tarafından okundu. Ardından devrimci, sosyalist kurumların hazırladığı bir metin hem Türkçe hem de Kürtçe okundu. Grup Yorum, Kardeş Türküler ve Agire Jiyan ezgilerini Türkçe, Kürtçe, Arapça ve Ermenice seslendirdi. 2011 1 Mayıs’ında kürsüde ve alanda şovenizm ve sarı sendikaların hegemonyası kırılmış-
Tüm bu gelişmeler artık ezilenlerden doğru bir havanın estiğinin göstergesidir. Bu ortamın değerlendirilmesi devrimci, sosyalist güçlerin maharetine kalmıştır.
Mayıs 2011 / Sosyalist Dayanışma
“KÜRT SORUNU YOK, KÜRT VATANDAŞLARIN SORUNU VAR!”
E
rdoğan yakın zamanda yaptığı bir konuşmasıyla, “Kürt sorunu yok, Kürt vatandaşların sorunu vardır” diyerek“açılıma” son noktayı koydu. Yapılan bu açıklamayı seçim taktikleriyle sınırlı algılamak büyük bir hata olur. Bu açıklama Kürt Sorunu’nda AKP’nin geldiği noktadır.
Öte yandan Öcalan yaptığı son değerlendirmede iktidarın “oyalamalarından” ve “köklü bir tasfiyeye girişildiğinden” söz ediyor. Ayrıca “15 Haziran’a kadar bir gelişme olmazsa ondan sonrası kıyamet” diyerek gelinen noktayı tüm açıklığı ile gözler önüne seriyor. Bütün bunlardan çıkarılması gereke sonuç açıktır: Kürt sorunu yeniden bir tıkanma noktasına gelmiştir. Bu gerçekliği bir kez de Aysel Tuğluk, “sıfır noktasına yaklaşıyoruz” vurgusuyla ilan etmiştir. AKP ve liberaller “Kürt sorunu ile ilgili her şey konuşulabiliyor” diyerek tıkanma gerçekliğini örtmeye çalışıyorlar. “Her şey konuşuluyor”, ancak iktidarın soruna yaklaşımı Demirel’in 1991’deki başbakanlık yıllarından daha ileride değildir. Abdullah Gül’ün “güzel şeyler olacak” demesinin üzerinden epey zaman geçti. Büyük gürültülerle başlayan “açılım” tümüyle boş çıktı. Neden sorun yeniden bir tıkanma noktasına gelip dayandı? Sorunun cevabı “açılım”ın denkleminde yatar. “Açılım” daha baştan ABD’nin desteği ile Kandil’in tasfiyesi ve bununla birlikte AKP iktidarının bundan güç alarak bazı adımlar atmasına bağlanmıştı. “Güzel şey” Kandil’in tasfiye edilmesi olacaktı. AKP iktidarı bölgede ABD stratejisine mesafeli durmaya devam edince bu hayallerin hiçbirisi gerçekleşmedi. Kürt Halkının iradesi tasfiye edilecek,
sonra da “açılım” yapılacaktı. İşin parıltılı günlerinde denklemin bu basitliği yeterince kavranmadı. Kandil’in tasfiyesi gerçekleşmeyince “açılım” yapılan içi boş toplantılara dönüştü. Sonunda Erdoğan bu gerçekliği “Kürt sorunu yok” açıklamasıyla itiraf etmek zorunda kaldı. Gelinen tıkanma noktasında soruna yeniden bakınca artık bölgedeki yeni gelişmeleri de dikkate almak gerekiyor. Ortadoğu’daki ayaklanmalarla bölgede tablo değişiyor. Bu nedenle iki yıl önce ABD ile yapılan pazarlıklar da değişmek zorundadır. Bölgedeki dengelerin nasıl değişeceğini şimdilik bilmiyoruz. “Arap baharı”nın ardından soğuk bir kış mı gelecek? Bölgede İsrail’e karşı güçlenen İran, Suriye ekseni çökecek mi? Buna karşılık Mısır’ın bölge ve ABD ile ilişkilerinin, eskinin basit bir devamı olmayacağının işaretleri var. Tüm bu değişimler aynı zamanda bölgedeki Kürt sorununu da etkileyecektir. Amerika’nın desteğine bağlı olan açılım bu destek gelmeyince çöktü. Şimdi yeni dengelere doğru yol alınırken yeni pazarlıklar kaçınılmazdır. Türkiye’nin bölge politikası da, özellikle son gelişmelerle tümüyle çökmüştür. ABD ve AB, Türkiye’yi İran ve Suriye’den uzaklaştırmak için bütün imkânları kullanıyor. Bu iki ülkedeki gelişmeler Washington’un istediği yönde gelişirse, bölgede Kürt sorunu çok farklı bir zemin kazanabilir. Ankara Washington arasında bu konunun da içinde olduğu pazarlıklar CIA başkanının ziyareti ile başladı bile. Kürt sorunu elbette ki, aynı zamanda bölgenin bir sorunudur. Bu böyle olsa da, Türk devleti kendi topraklarında yaşanan
soruna kendi iradesiyle bir çözüm üretme cesaretini bugüne kadar gösteremedi. Cumhuriyetin refleksleri sürekli olarak “güvenlik” ve “bölünme” paranoyası zemininde kaldı. AKP son geldiği noktada aynı zeminden bir adım öteye gidemediğini kanıtlamış oldu. Zaten “açılım”ın bir ayağı Kürt Özgürlük Hareketi’nin
tasfiyesini amaçlıyordu. İktidar “açılım” toplantılarından öteye bir adım atamayınca tasfiye niyeti en kör göze bile batar hale geldi. İktidar bugüne kadar çeşitli yollarla Kürt Hareketini oyalamayı seçti. Fakat Aysel Tuğluk’un dediği gibi artık “sıfır noktasına doğru” gidiliyor. Yani neredeyse başa dönüldü. AKP iktidarı her önemli sorundaki niyetini seçim sonrasına erteliyor. Birbirine sıkı sıkıya bağlı iki büyük sorun, “yeni anayasa” ve Kürt Sorunu”dur. Bunlar üstüne suskunluğu tercih eden AKP, “çılgın proje”yle bu boşluğu doldurmayı deniyor. Aslında yapılan hesap yeterince açıktır. Seçimden güçlenerek çıkarsa, anayasa ve Kürt sorununda tümüyle kendi hedefleri doğrultusunda çözümler üretmeye soyunacaktır. Buradan Kürt Özgürlük Hareketi’nin payına düşen tasfi-
Mehmet YILMAZER
Amerika’nın desteğine bağlı olan açılım bu destek gelmeyince çöktü. Şimdi yeni dengelere doğru yol alınırken yeni pazarlıklar kaçınılmazdır. Türkiye’nin bölge politikası da, özellikle son gelişmelerle tümüyle çökmüştür. ABD ve AB, Türkiye’yi İran ve Suriye’den uzaklaştırmak için bütün imkânları kullanıyor. 7
Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2011
YSK’nın Veto Kararına Cevap Sokaktan Geldi! YSK’nın BDP’nin desteklediği Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu adaylarından aralarında Leyla Zana, Hatip Dicle, Gültan Kışanak, Ertuğrul Kürkçü ve Sebahat Tuncel’in de bulunduğu 7 bağımsız adayının adaylığını iptal etmesinin ardından Diyarbakır, Van ve Hakkari’de öfke sokaklara taştı.
ye olacaktır. Bir iktidar dönemi daha tasfiye için zaman kazanmış olacaktır. Bu gerçekliği Kürt Özgürlük Hareketi çok iyi gördüğü için, “demokratik özerkliği fiilen inşa etme” sürecini başlatmıştır. Seçim sürecinin gerilimli geçeceği son Kastamonu’da yaşanan olayla ortaya çıkmıştır. Zaten Türkiye iktidarın bütün örtme çabalarına rağmen büyük gerilimlerle yüklüdür. Seçim süreci nasıl yaşanırsa yaşansın sonrasında bu örtülen gerilimler kendini ortaya koyacaktır. Elbette gerilimin en sivri noktası Kürt sorunu olmaya devam edecektir. 2011 Haziran seçimleri sonrası Türkiye yeni bir sürece girecektir. Bu sürecin şimdiden görünen bazı yeni özellikleri olacaktır. İlki, AKP iktidarının ikinci dönemini tümüyle kaplayan ordu- siyasal islam bilek güreşi eski güncelliğini yitiriyor. Bu bilek güreşini iktidar ustaca “ileri demokrasiye” gidiş olarak sunmayı başardı. Böylece liberallerin yanında bazı solcuları da etkilemeyi becerdi. Fakat Ergenekon süreci artık eski etkisini yitirmekle kalmıyor, “AKP muhaliflerinin sindirilmesinin” bir aracı olarak uygulanıyor. Ordunun siyasetteki vesayeti çok sınırlanmış görünüyor, ancak başka bir vesayetin, cemaat ve siyasal islamın vesayetinin temelleri atılıyor. İkinci olarak, önümüzdeki yıllar, yanıltıcı görüntülerden kurtulmuş daha çıplak bir demokrasi mücadelesinin gelişeceği bir dönem olacaktır. Ordu-
8
nun vesayetine karşı yapılanların “demokraside gelişme” olarak sunulmasının artık imkânı yoktur. Yanıltıcı örtülerinden kurtulmuş demokrasi mücadelesinde ise esas rolü Kürt halkının oynayacağı yeterince açıktır. Bu konuda AKP’nin elinde artık etkili hiçbir siyasal araç kalmamıştır. İktidarın orduya karşı “demokrasi” mücadelesi verirken kullandığı “dinleme”, “gizli tanık” gibi araçların hiçbirisi Kürt Halkının demokrasi talepleri karşısında geçerli değildir. Üçüncü olarak, 1 Mayıs gösterilerini bir işaret olarak kabul edersek, sınıf mücadelesi yükselme potansiyeline sahiptir. İktidar da muhalefet de yoksullara ya sadaka ya da yardım vaat ediyor. Kendi haklarını örgütlü güçleriyle alma mücadelesinin yolları hala 12 Eylül’ün koyduğu yasaklarla kuşatılmış durumda. Çalışan kitlelerin ihtiyacı ne sadaka ne de yardımdır, örgütlenme ve mücadele hakları önündeki engellerin ortadan kaldırılmasıdır. Sonuç olarak, çok sözü edilen “demokrasi”nin ordu ve siyasal islam arasındaki bilek güreşinden ibaret olmadığı yeterince kavranmış olmalıdır. Başbakan, seçim mitinglerinde “siyasal istikrar” adına bağıra çağıra yüzde on barajını savunurken, aslında cumhuriyet tarihi boyunca egemenlerin sürekli söylediklerini bir kez daha tekrarlamış oluyor. “Siyasal istikrar!” Kim için? Piyasalar için! 2011 sonrası, demokrasinin gerçek sahiplerinin isyanına gebedir.
19 Nisan günü BDP İstanbul İl Örgütü’nün KCK davasında yargılanan Kürt siyasetçilere destek vermek için planladığı eylem de, YSK kararını protesto gösterisine dönüştü. Binlerce kişinin katıldığı eyleme BDP İstanbul Milletvekilleri Sabahat Tuncel ve Ufuk Uras ile milletvekili adayları Sırrı Süreyya Önder, Levent Tüzel, Mustafa Avcı ve sanatçılar Aynur Doğan, Yasemin Göksu, Mezopotamya Kültür Merkezi’nden sanatçılar da destek verdi. Taksim’de eylem yaptıktan sonra Aksaray’daki Demokratik Çözüm Çadırı’na yürüyen binlerce kişiye burada polis sert bir şekilde saldırdı. Helikopterlerden kitleye gaz bombası atıldı. Çok sayıda kişi yaralandı. Gösteriler akşam saatlerinde Kürt nüfusun yoğun olduğu semtlerde de devam etti.
Mayıs 2011 / Sosyalist Dayanışma
SODAP’IN SEÇİM SÜRECİNE YÖNELİK TAVRI SODAP,
12 Haziran Milletvekili Genel Seçimi sürecinde Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu içerisinde yer alma kararı almıştır. Kararımızın gerekçesini ve dolayısıyla seçim sürecine yönelik siyasi tavrımızı ana başlıklar altında kamuoyuyla paylaşacağız: 1. Değişim parolasıyla iktidara gelen AKP’nin, başta Kürt sorununda olmak üzere çeşitli toplumsal sorunlarla ilgili olarak ortaya koyduğu sahte “açılım” politikaları halklarımız nezdinde iflas etmiştir. Mevcut durumun gerçekten değişmesini isteyen Kürt halkının, değişim gibi bir niyeti olmayan AKP’yi sonuna kadar zorlaması iflasın temel nedenidir. Gelinen aşamada AKP, “Kürt sorunu yoktur” diyerek, Cumhuriyetin tarih boyunca süregelen inkârcı, tekçi yaklaşımının sürdürücüsü olduğunu ilan etmiştir. 2. Ortadoğu’daki isyan dalgasıyla başlayan dönem, emperyalistlerin Libya’ya yönelik saldırısıyla yeni bir aşamaya gelmiştir. Şimdi ABD başta olmak üzere batılı emperyalist güç merkezleri, yitirdikleri pozisyonlarını güçlendirmek için yeni bir müdahale süreci başlatmıştır. Türkiye’ye de bu süreçte Libya örneğinde görüldüğü gibi işbirlikçi roller biçilmektedir. Türk Devleti’nin Emperyalistlerle giriştiği pazarlıklarda Kürt sorunu kartı masaya sürülmekte, kardeş Kürt halkının özgürlük taleplerini bir kez daha boğmanın hesabı yapılmaktadır. Erdoğan’ın dizginlerinden boşanan ırkçı söylemi ve giderek şiddetini arttıran askeri/siyasi operasyonlar böylesi bir hesabın işaretleridir. 3. AKP, 8,5 yıllık iktidar dönemi boyunca neoliberal politikalar doğrultusunda sermayenin sömürüsü önündeki tüm engelleri kaldırmıştır. İşçi sınıfının tarihsel kazanımları birer birer gasp edilmiş, çalışma hayatı tamamıyla güvencesizliğe terk edilmiştir. Vergiler, zamlar, işsizlik, iş cinayetleri yoksul hayatları yangın yerine çevirmiştir.
Şifre kepazeliğiyle adeta alay edilen gençlerimizin gelecekleri çalınmıştır. Kadın cinayetleri yüzden 1.400 artmıştır. Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik alanlarındaki kamu hizmetleri piyasaya açılmış, paran kadar sağlık, eğitim ve sosyal güvenlik anlayışı hâkim kılınmıştır. Bütün bunlar yaşanırken de Türkiye’nin en zenginleri listesine yeni zenginler eklenmiş, korkunç adaletsizlik almış başını yürümüştür. 4. CHP, seçim sürecine girildiğinde AKP’nin geçtiği bütün yollardan geçmiş, icazet alınacak yerlerden icazetini almıştır. Patronlar örgütü TÜSİAD’ından ABD’ye, sermaye cephesini tavaf etmiştir. CHP’nin ne özgürlükler söylemi, ne de “Aile Sigortası” üzerinden geliştirdiği toplumsa adalet söylemi inandırıcı değildir. CHP, Kürt kelimesini ağzına almadan özgürlükleri, sermaye sınıfının kılına dokunmadan toplumsal adaleti geliştireceğini ifade etmektedir. Tarihinde yalnızca halk hareketinin yükseldiği bir dönem sol argümanları kullanan geleneksel devlet partisinin genetik kodları sol kimlikle bağdaşmamaktadır. 5. AKP’siyle, CHP’siyle halk düşmanı partilere mahkûm edilen halklarımızın gerçek kurtuluşu, kendi seslerini büyütecekleri “ezilenler cephesi”nin, “3. Cephe”nin inşasıyla sağlanacaktır. Ezilenler cephesinin seçim sürecindeki somut karşılığı Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu’dur. Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu, işçilerin, işsizlerin, gençlerin, kadınların, Kürtlerin, Alevilerin, yoksulların, yok sayılanların, tüm ezilenlerin ortak mücadele zeminidir. 6. Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu, Kürt Özgürlük Hareketi’yle Türkiye Devrimci Hareketi’nin seçim sürecine yönelik olarak geliştirdiği ittifak ilişkisidir. Bu ittifak, özgürlüğe yürüyen kardeş Kürt halkının isyanıyla, yoksulların varoşlardan yükselecek isyanının buluşturulabilme zeminlerinden birisidir. Halklarımızın
mücadelelerinin ortaklaştırılacağı her platform, tarihsel değerde olduğu kadar düzen güçleri açısından da korkutucudur. 7. Genel Seçim’de asıl olarak iki güç karşı karşıya gelecektir. Bir yanda AKP’siyle, CHP’siyle sermayenin hâkimiyetinden, paranın saltanatından yana, tekçi, inkârcı anlayışın savunucuları. Diğer yanda adaletin, özgürlüğün, umudun, onurun, savunucusu Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu. Bu saflaşmada Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu’nun kat edeceği her mesafe, düzenin çözümsüzlüğünü daha da derinleştireceğinden çapının çok ötesinde sarsıcı bir etki yaratacaktır. 8. Bu ittifak zemini, gücünü asıl olarak sokaktan almaktadır. Bloğun adayları, halklarımızın sokaktan yükselecek sesinin meclisteki yansıması olacaktır. Halklarımızın ortak mücadelesiyle her cephede düzen güçlerinin oyunu bozulacak, dengesi alt üst edilecektir. Terazinin kefesinde nicelik değil nitelik ağır basacaktır. 9. “Tek tip”çi Cumhuriyet her yanından zorlanmakta, “eşitlikçi, özgürlükçü bir Anayasa” gereksinimi ertelenemez bir noktaya gelmektedir. Süreci süründüren AKP, Anayasa değişikliği adına halkların özlemlerini istismar ederek kendi hegemonyasını güçlendirmekten öteye adım atmamaktadır. Halklarımızın ortak mücadelesiyle, sokakta ve meclis platformunda, başta AKP olmak üzere tüm düzen güçleri bu hesaplaşma alanına çekilecek, halk düşmanı kimlikleri deşifre edilecektir.
Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu, Kürt Özgürlük Hareketi’yle Türkiye Devrimci Hareketi’nin seçim sürecine yönelik olarak geliştirdiği ittifak ilişkisidir. Bu ittifak, özgürlüğe yürüyen kardeş Kürt halkının isyanıyla, yoksulların varoşlardan yükselecek isyanının buluşturulabilme zeminlerinden birisidir.
Sonuç Olarak;
SODAP, içerisinde bulunduğumuz bu kritik hesaplaşma sürecinde, halklarımızın ortak mücadele zeminine güç vermeyi doğru bir politik tavır ve tarihsel bir görev olarak değerlendirmektedir. Platformumuz, bulunduğu alanlarda, Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu’nu büyütmek için bütün gücüyle emek harcayacaktır.
9
Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2011
EMEK, ÖZGÜRLÜK VE DEMOKRASİ BLOĞU ADAYLARI Emekçilerin ve Kürt halkının taleplerini meclis kürsüsünden de dillendirmelerini önlemeye dönük %10 barajı bu seçimlerde de hükmünü sürdürüyor. BDP ve TDH’nin bileşenlerinden önemli bir kısmının yan yana gelerek oluşturdukları Emek, Demokrasi ve Özgürlük bloğu bağımsız adaylarla seçime giriyor. Adaylardan birkaçı ile süreci, yönelimlerini, hedeflerini konuştuk:
Röportaj
“SOKAĞIN SESİNİN PARLAMENTODAKİ TEMSİLCİLERİ OLACAĞIZ”
yabilir. Kürdistani güçlerin daha çok bir araya gelip, Kürt sorunu konusunda aynı cephede durmaları Kürt özgürleşmesinde çok önemli bir nokta. Bu iki özellik bloğu çok daha önemli kılıyor. Biz geçen dönem de işçilerle emekçilerle bir ara durup, Türkiye işçi sınıfının sorunlarını gündemleştirme konusunda kısmi de kalsa kimi çalışmalar yaptık. Ama daha çok Kürt sorunuyla ilgili gündemler yansıdı sadece kamuoyuna. Bu dönem bu performansın daha fazla gelişeceğini düşünüyorum. Dolayısıyla önümüzdeki dönem daha güçlü çıkacak sesimiz.
“Kürt sorunu yoktur” sözleriyle hızlanan süreçte, AKP iktidarı olumsuz anlamda, Kürt demokratik taleplerine çok net bir yanıt verdi. Operasyonların son bulması talebine karşı daha çok askeri ve siyasi operasyon yaptı, KCK’li tutukluların anadilde savunma hakkını tanımadı, siyasi tutukluları bırakmak bir yana yeni tutuklamalara girişti.
10
B
lok adayları olarak, Türk emekçilerle Kürt halkının 3. cephesinin inşasını önemsediğinizi biliyoruz. Bu doğrultuda ne gibi bir yönelim geliştirmeyi düşünüyorsunuz? Emek, Demokrasi, Özgürlük Bloku İstanbul 1. Bölge Milletvekili Adayı Sebahat Tuncel: Blok tam da bunu gerçekleştirmeye dönük bir projedir. Aslında yeni değil bu çalışma, 2002’den beri denemeler var. Ama belki de ilk kez emek, demokrasi ve özgürlük bloğu bu kadar geniş bir yelpazeye sesleniyor. İki temel özelliği var bu bloğun: Biri bu güne kadar iddiasında olduğumuz ama bir türlü gerçekleştiremediğimiz Türk emekçiler ile Kürt halkı arasındaki bir geniş cepheyi inşa edebilir. Bu aynı zamanda emekçilerin mücadelesini daha görünür kılabilir. Dolayısıyla onların örgütlenmesinin önünü açabilir. İkincisi Kürtlerin birliğini sağla-
Kürt muhalefetine dair YSK’nın yasaklama saldırısının sokakta püskürtülmesi sonrasında yaşananları nasıl değerlendiriyorsunuz? Saldırının ardında kimler vardı ve neyi hedeflemişlerdi? Bu gücün, Kürt demokratik muhalefetinin, emekçilerin muhalefetinin parlamento dışında kalması konusunda hükümetin özel bir politikası var. %10 barajında bu kadar ısrar etmelerinin nedeni tam da bu. Bu engelin aşılmasını gündeme aldık ama aşılamadı. Bunun üzerine bir kez daha bağımsız adaylar yöntemiyle parlamentoya girme yaklaşımı açığa çıkınca, bu kez de YSK vetosu gündeme geldi. Bu AKP’den, siyasi iktidardan bağımsız bir durum değil. Bir denemeydi. Ama bu deneme Türkiye emekçilerinden, Kürt halkından döndü. Kürt ve Türk halkı,” Bu kadar da olmaz ki ” diye büyük tepki gösterdi. Çok geniş bir kesim bloğun parlamentoda olmasını destekledi. Bu halk iradesinin gücünü ortaya koyan bir durumdu.
Erdoğan’ın ‘Kürt sorunu yoktur ‘vurgusu ile birlikte başlayan süreç, Kürt sorununda yeni bir kriz momentine yaklaştığımızı mı gösteriyor? Nasıl değerlendiriyorsunuz? Aslında bu AKP iktidarının istediği bir krizdi. Uzun zamandır bu “açılım politikaları konusunda hükümet samimi mi diye” soruyorduk. Gelinen noktada bunun bir tasfiye politikası olduğu çok net açığa çıktı. “Kürt sorunu benim için bitmiştir” dediğinde bu başka bir politik tercihi ifade ediyordu. Askeri ve siyasi operasyonların devam etmesi bundan bağımsız değil. Kürt hareketi, Kürt sorunun çözümü için Demokratik Özerk Kürdistan projesini sunuyor. Ama bu müzakereyle olacak bir şey sonuçta. Sadece Kürt tarafının istemesi yetmez. Türkiye’nin de istemesi gerekiyor. Müzakere sürecinin başlayabilmesi için de ortamın hazırlanması gerekiyor. Kürt hareketinin bu tıkanan süreci aşmak için ortaya çıkardığı 4 talep, nihai çözüm değil sonuçta, müzakere sürecinin başlayabilmesi için ortamı hazırlamaya dönük taleplerdir. AKP iktidarı olumsuz anlamda, bu taleplere çok net bir yanıt verdi. Operasyonların son bulması talebine karşı daha çok askeri ve siyasi operasyon yaptı, KCK’li tutukluların anadilde savunma hakkını tanımadı, siyasi tutukluları bırakmak bir yana yeni tutuklamalara girişti. Bu AKP’nin bir politik tercihidir. Bundan sonraki sürecin, daha fazla kriz içerdiği ortada. Bu Ortadoğu’daki gelişmelerden bağımsız değil. Bunun uluslar arası boyutu da var. Aslında Ortadoğu’daki bu gelişmelere ABD’nin yeni müdahalesini, AKP kendi çıkarına göre kullanmaya, baskıyı artırmaya çalışıyor.
Mayıs 2011 / Sosyalist Dayanışma
Sivil itaatsizlik eylemlerimiz MGK gündeminde. Eskiden “şiddetle aranıza mesafe koymuyorsunuz” diye eleştirilirdik, şimdi ise sivil itaatsizlik eylemleri bile tehlike olarak görülüyor. Bütün bunlar rastlantı değil, AKP tarafından politik bir öngörüyle yapılmış şeyler. Bu oyunu boşa çıkaracak şey emek, demokrasi ve özgürlük blokudur. Bu sadece seçimlerde 30-40 milletvekili çıkarma meselesi değildir. Bu sürece de müdahale etmektir. Anayasa sürecine, savaş politikalarına müdahale edecek bir blok önemlidir. Yeni meclisin en önemli gündemi yeni Anayasa hazırlıkları olacak. Yeni Anayasa’nın hazırlanması sürecinde toplumsal muhalefete nasıl bir rol düşüyor? Biz 12 Eylül anayasasını çok eleştiriyoruz. Bu yasaklarla dolu bir anayasadır. Herşey tekçi anlayışın içindedir. Toplumun çok geniş kesimleri buna itiraz ediyor. Yeni anayasa hazırlama sürecinin nasıl gerçekleştirileceği önemli. Nihayetinde anayasayı parlamento yapıyor. Sokakta yapılmıyor. Ama sokak parlamentoyu çok etkiliyor. Anayasa yapım sürecinde sokağın güçlü olması ve örgütlü durması önümüzdeki süreci belirleyecek. İktidarın şöyle bir yaklaşımı var: MHP’yi de barajın altında bırakıp tek başına anayasa yapmak. Eskiden Kenan Evren anayasa vardı, şimdi de Tayyip Erdoğan anayasası olsun diyen bir plan olduğu çok açık. Bunu bozabilecek olan da bizleriz. Sokakta ortaya çıkabilecek güçlü bir anayasa hareketi ile yapabiliriz bunu. Toplumsal muhalefeti güçlendirmek, eşit özgür yurttaşlık temelinde yeni bir anayasa talebini güçlendirmek etkili olacaktır. Emek, demokrasi, özgürlük bloğunun milletvekilleri de sokağın sesinin parlamentodaki savunucusu olacaktır. 4 yıllık süreçte sokağın sesinin parlamentoyu etkilediğini gördük. Kadına yönelik şiddet konusunda böyle, işçilerin emekçilerin sorunları konusunda böyle, ygs rezaleti konusunda böyle. Yoğun ısrarcı bir talep sokağa döküldüğünde mutlaka sonuç alıyorsunuz. Bu nedenle sokağı iyi örülmüş, geniş, yaygın ve etkili bir toplumsal muhalefet önemli.
“KURUCU MECLİS İRADESİNİ AÇIĞA ÇIKARMAK İÇİN”
Sizi Emek, Demokrasi, Özgürlük bloğunun milletvekili adayı olmaya iten düşünce neydi? Emek, Demokrasi, Özgürlük Bloku İstanbul 2. Bölge Milletvekili Adayı Sırrı Süreyya Önder: Önümüzdeki dönemin Meclis’i tarihi işler yapacaktır. Kürt sorununun kalıcı, onurlu bir barışa evrilmesi için anayasanın engelleyici hükümlerden arındırılması gerekiyor. Bunlara omuz vermek gerektiğini düşünüyorum. Bizim blokta hem sosyalistlerin sesi olabilmek hem de ülkenin en önemli meselesi olan Kürt sorununda sınıfsal bir bakış açısının altını çizebilmek, siyaseten çözümler üretebilmek, istismar, imha ve yok sayılmaya karşı kitleleri uyandırmak, kitlelerin sesi olmak gibi bir işlevimiz söz konusu. Seçimde aday olmamız bu yönüyle tarihsel bir görev. Ben ayrıca, Blok’un meclisteki varlığının bir kurucu meclis işlevi görebileceğini düşünüyorum. Ayrıca, sınıfsal köken ve ve siyasal aidiyet bakımından adayların profili şu an Türkiye’de oluşturulabilecek en geniş yelpazeye karşılık geliyor. Bloğun adaylarının inançlar ve etnisiteler bakımından da böyle bir gözetme ve temsil gücü var. Bu, ortaklaşabilme niyeti ve iradesi anlamına geliyor.
Böyle bir girişime biz de kayıtsız kalamazdık. Adaylığa biz talip olmadık, bu noktada bize görev tevdi edildi. Bu da bütün siyasal yaşantımız, şahsi siyasal tarihimiz açısından onurlandırıcı, hatta en onurlandırıcı dönüm noktalarından biriydi. Böyle bir görev ve sorumluluk duygusuyla elimizden gelenin en iyisini yapmak ve hayal kırıklığı yaşatmamak üzere meydanlardayız. YSK’nın yasaklama saldırısını nasıl görüyor musunuz? Arkasında birileri var mıydı? Bir kere, bir kavram kargaşası hepimize sirayet etmiş durumda. Biz Ergenekon denilen, ya da Gladyo, Kontrgerilla, Derin Devlet her neyse; bu yapılanma bir tarafta, AKP iktidarı diğer tarafta gibi değerlendiriyoruz hep. Oysa AKP iktidarı artık devletin gizli-açık aygıtlarıyla, dönüşerek entegre olmuştur. Bizim böyle bir ayrım yapmamızın gerçek hayatta bir karşılığı yoktur. Dolayısıyla YSK’nın kararının arkasında hangi ittifaklar var, hangi güç dengeleri buna karar verdi ve sahadaki pratiği kim yürüttü; bizim bunları bilmemizin imkânı yok. Ama sorumlusunu bilebiliriz. Sorumlusu hâkim siyasal yapıdır, o da AKP iktidarıdır. Çözücü olabilecek bir durumda olduğunda hepimiz hemfikir değil miyiz, hükümet istediği zaman bunu iki dakikada düzenler.
YSK saldırısına karşı halkın attığı tokadın sesinin Fizan’dan duyulması sonucunda bundan vazgeçmek zorunda kaldılar. Egemenler bu halkın gösterdiği protestoları ‘Bir iki bağırırlar sonra susarlar’ şeklinde düşünüyordu fakat gençlerin öfkesini hesap etmemişlerdi.
Neden geri adım atıldı? İşin en başında hedef neydi? Bunun için nerelerde operasyon yapıldığına bakmak lazım. Mesela benim “sabıka” durumum Ertuğrul’dan farklı değil ama ben akredite edildim, Ertuğrul Kürkçü veto edildi. Böyle olunca analitik akıl dönüp başka şeylere bakmak zorunda. Bir; bölgesi ne? Bölge Mersin. Mersin’e dair egemenlerin refleksi şu; oradan çıkacak milletvekilliğini toprak vermek gibi görüyorlar. Kürkçü özelinde durum budur. Sebahat’e gelince Tokat meselesinin halkların moral dünyasında yarattığı etkinin rövanşını alma çabasıdır. Diğerlerine baktığımızda da bölgesel bazlı bir ayıklama var.
11
Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2011
O kadar böyle ki, şöyle anlatayım, her birimizin bir yedeği var, yedek milletvekili adayı var. İşte bir trafik kazası oldu mesela, o durumda bölge adaysız kalmasın diye hep 2 kişi müracaat ettik. Belli bölgelerde bu yedeği de veto ettiler. Yani tam da bölge adaysız kalacak şekilde. Bu dolayısıyla siyasi bir operasyondur ve en üst perdeden tepki vermezsen geriletemezsin. Belki bu kadar geniş bir tepki alacaklarını öngöremediler. Bu saldırıya karşı halkın attığı tokadın sesinin Fizan’dan duyulması sonucunda bundan vazgeçmek zorunda kaldılar. Egemenler bu halkın gösterdiği protestoları ‘Bir iki bağırırlar sonra susarlar’ şeklinde düşünüyordu fakat gençlerin öfkesini hesap etmemişlerdi. Bu süreç örgütlü bir halkın iradesinin nasıl bir güç olduğunu dosta düşmana bir kez daha göstermiştir. Seçim sonrası mecliste gündeme gelmesi beklenen Anayasa hazırlama sürecindeki rolü ne olacaktır blok adaylarının? Palyatif, yüzeysel hiçbir çözüm Türkiye halklarını ve yoksulları kesecek durumda değildir. Bu yüzden seçimleri takip edecek siyasal atmosfere kurucu meclis iradesiyle yaklaşmakta fayda var. Bundan kastım meclise gittiğimizde kanunlar kararnamelerle boğuşarak çıtayı düşürmememiz gerektiğine dairdir.
Yerel seçimlerde aldığı oy, Mersin’de BDP’nin an ağır koşullarda bile bir milletvekili çıkarabileceğini gösteriyor.
mento dışındaki güçler birlikte bir çözüm dinamiği üretmeye taliptirler. Ben bu süreci böyle okuduğum ve bugüne kadar aşağı yukarı benzer bir hattı savunmuş olduğum için, şimdi bir üçüncü odak olarak böyle bir bloğun oluşturulmasından söz edildiğinde kendimi siyaseten doğrulanmış hissediyorum.
“BİZ İKİ HALK ARASINDA BARIŞ KÖPRÜSÜYÜZ” Sizi Emek, Demokrasi, Özgürlük Bloku adına aday olmaya iten düşünce neydi? Emek, Demokrasi, Özgürlük Bloku Mersin Milletvekili Adayı Ertuğrul Kürkçü: Bu blok zaten vardı. Sadece seçimlere giderken kimi yeni katılımlarla bir seçim bloku olarak kendisini yeniden ifade etti. 1995’ten beri Türkiye’de sosyalistler Kürt Özgürlük Hareketi ile daimi bir ortaklık içindeler, ama bu hiçbir zaman sosyalistlerin tamamını kapsayacak bir hale gelmedi. Dolayısıyla, biz herhangi bir göreve talip olmadık, Kürt özgürlük hareketi bize böyle bir ittifak için aday verin dediğinde, bu adayın kim olacağı konusunu tartıştık ve ortaya böyle bir sonuç çıktı. Bu da yapmamız gereken, payımıza düşen işlerden birisi. Kimi zaman böyle, kimi zaman başka türlü, üzerimize düşeni yerine getirmeye çalışıyoruz. Bu seçimlerde Blok’un adaylarının meclise girmesinin önemini nasıl izah edersiniz? Bu seçimlerin neticesinde oluşacak tablo, esasen parlamento dışında gerçekleşen bir mücadele ortaklığının parlamentodaki bir ifadesi olacaktır. Bu ortaklığı parlamentoyla sınırlı görmek de, parlamento tıkandığı anda çözümsüz kalabileceğimizi ima eder. Oysa parlamenter süreç tıkandığında, yani bu parlamento problemi çözemediğinde, parlamentodaki blok grubuyla parla-
12
Peki, bir sosyalist milletvekili adayı olarak sizin rolünüz? Kürtler, hakları için ayağa kalktılar. 1968’de Mahirlerin, Denizlerin, İbrahimlerin Sinanların yolundan giderek kendi özgürlükleri için mücadeleye başladılar. Ve bugün Batı’da yakılan, Doğu’da yeniden tutuşan bu ateş, Türkiye’de özgürlük yolunu açıyor. Biz, Kürt halkıyla ortaklık kuran sosyalistler, Türkiye’de ve Meclis’te savaşın son bulması, Kürtlerin ve diğer tüm herkesin haklarını kazanması, eşit, özgür yurttaşlardan oluşan yeni bir cumhuriyet ve yeni bir hayat için mücadele edeceğiz. Biz iki halk arasında barış köprüsüyüz, tercümanız. Abdullah Öcalan’ın şimdi sık sık ifade ettiği demokratik özerklik çerçevesi, 40 yıldır süregiden mücadeleye yeni ifade kazandırma şansı veriyor. Ama bunun iki yorumu olabilir. Devrimci bir yorumu olabileceği gibi, liberal, burjuva bir yorumu da olabilir. Demokratik Özerkliğin devrimci yorumu güçlendirmek için sık sık PKK ile THKO ile THKP arasındaki tarihsel bağlardan, DevGenç ile yakın tarihsel ilişkiden bahsettiğini düşünüyorum. Eğer böyle bir devrimci yoruma yaslanılmazsa pekâlâ liberal burjuva bir özerklik de mümkün olabilir. Bu konuda bir mücadele de söz konusu kanımca. O nedenle bununla hem geçmişe bir hatırlatma yaptığını, hem bu günkü görevlere işaret ettiğini, hem de iki halk arasındaki bağların ancak bir devrimci ortaklık mirası üzerine yükselebileceğini bizlere hatırlattığını düşünüyorum. Bütün bunlardan dolayı bu çok verimli bir dönem olacak. İnsanların kulağı artık bu fikirlere daha çok açık.
Mayıs 2011 / Sosyalist Dayanışma
BDP’nin yaygın bir şekilde gerçekleştirdiği sivil itaatsizlik eylemi sürekli saldırılara maruz kalıyor. Siyasi ve askeri operasyonlar tüm hızıyla sürüyor. Öcalan “15 Haziran’da ateşkes sona erer”. Arap isyanları kapımıza dayanıyor. Bütün bu etkenler sivil itaatsizliği bir isyana dönüştürebilir mi? Elbette bu olasılık yoktur denilemez ama aslolarak Türkiye’nin batısı BDP’yi gördüğü oranda bu sorun çözülecektir. Mersin buna bir örnek oluşturuyor. Yerel seçimlerde aldığı oy, Mersin’de BDP’nin an ağır koşullarda bile bir milletvekili çıkarabileceğini gösteriyor. Bu gerçeklik üzerinden bakarsak, arkasını Türkiye’ye dönerek, sadece Kürdistani değerler etrafında bir propaganda örerek oy sayısını daha da artırabilirdi, ama Kürtler bunu tercih etmiyorlar. Onlar bütün değişim, dönüşüm ve emek dinamikleriyle Türkiye’nin batısında bu hareketin bir ortaklığını arıyorlar. Geçtiğimiz 20 yıl içinde yeterli seviyede kurulamamış olan bu ortaklık, bir seçimde kurulamayabilir ama ban Mersin’de şunu gözlemledim: Kentte çok kayda değer bir hareketlenme var, muhalif dinamiklerin bu bloğu ciddiye aldığına dair pek çok gösterge doğdu. Bu doğunun batıya, batının doğuya bakması gibi, ikisinin kesiştiği bir yerde bunu başarmak pek çok şeyi kolay hale getirecek. Ben Mersin’in Türkiye’deki dönüşüm imkânının bir test yeri olabileceğini düşünüyorum.
EMEK, DEMOKRASİ VE ÖZGÜRLÜK BLOĞU SEÇİM BEYANNAMESİ 2011
E
mek Demokrasi ve Özgürlük Bloku, 12 Haziran Genel Seçimleri Seçim Beyannamesi’ni düzenlediği basın toplantısı ile açıkladı. 8 Mayıs günü BDP eski eşbaşkanları Selahattin Demirtaş ve GültanKışanak tarafından kamuoyu ile paylaşılan 38 sayfalık beyannamenin “Demokratikleşme”, “Ekonomi, eğitim ve sağlık”, “Çevre, doğa ve ekoloji”, “Gençlik”, “Kent”, “Engelliler”, “Dış politika” ve “Kadın” şeklinde 8 ana başlıktan oluşan temel vurguları şöyle:
* İfade hürriyeti ve örgütlenme özgürlüğü önündeki engeller kaldırılacak, * Din ve inanç özgürlüğü sağlanacak
DEMOKRATİKLEŞME
* Dini ve etnik azınlıklara eşit yurttaşlık hakkı sağlanacaktır.
* Özgürlükçü demokratik anayasa yapılacak * Kürt sorununda demokratik çözüm ve barış sağlanacak * Hakikatleri araştırma ve adalet komisyonu kurulacak * Siyasi partiler kanunu değiştirilecek ve seçim barajı kaldırılacak * Demokratik özerk yönetimler kurulacak * YÖK ve MGK kaldırılacak * Köy koruculuğu kaldırılacak * Yargı reformu yapılacak * Anadilinde eğitim herkes için hak olarak sağlanacak * Ayrımsız siyasi af uygulanacak
* Tarım ve hayvancılık sektörünün bitirilmesine izin verilmeyecek!
KADIN
* Diyanet işleri başkanlığı kaldırılacak,
* Örgütlü kadınla demokratik özerkliğe!
* Cemevleri ibadethane statüsüne kavuşturulacak,
* Hayatın her alanında eşitlik istiyoruz!
* Dokunulmazlıklar kaldırılarak,
EKONOMİ, EĞİTİM VE SAĞLIK * Tekelleşmeye karşı katılımcı toplum ekonomisi * Yönetimde katılımcılık, paylaşımda adalet! * Adaletsiz vergi sistemine son verilecek
* Eşitlik sağlanıncaya kadar kota! * Yoksulluk kadınların kaderi değil! * Kadına yönelik her türlü şiddeti “ama”sız, reddediyoruz! * Bin bir emek ve bedelle yarattığımız, uğruna yıllarca mücadele ettiğimiz bütün değerlerimize bağlılığın en somut ifadesi olarak diyoruz ki;
Artık yeter!
* Gelir dağılımında eşitsizliğe son verilecek
* Emekten, demokrasiden ve özgürlüklerden yana bir gelecek kurmanın,
* Çalışanların yoksulluğuna son verilecek
* Barış içinde kardeşçe yaşamanın zamanıdır.
* Çalışma yaşamında her türlü ayrımcılığa son verilecek
EMEK, DEMOKRASİ VE ÖZGÜRLÜK BLOKU
* Eğitim temel ve her kademesi ücretsiz bir kamu hizmeti haline getirilecektir. * Herkese eşit parasız sosyal güvence sağlanacak
13
Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2011
AKP’NİN SON BALONU: YENİ ANAYASA M. Sinan MERT
1970’de 12 Mart, hükümeti sosyal açıdan denetleme mekanizmalarını zayıflatmıştı. 12 Eylül’de ise hükümetlerden ziyade toplumun tümüyle vesayet altına alındığı bir siyasi rejim kurgulanmıştı.
14
12
Haziran seçimleri yaklaşırken tansiyon yükseliyor. Yeni parlamentonun yeni bir anayasa hazırlamak için çalışmalar yürüteceği düşünülüyor. AKP’nin 2007’deki seçimlerden bu yana aslında bir anayasa değişikliği gündemine sahip olduğunu biliyoruz. Toplumun Kürt sorunu başta olmak üzere birçok sorununun anayasal bir çerçevede çözülebileceğine dair umutlar, yeni bir anayasa-
nın içeriği ile ilgili beklentileri de yükseltiyor. Ancak son günlerde yükselen gerilim ve yaşanan sürecin genel yönelimi, böylesi beklentilerin çok da gerçekçi olmadığını gösterir gibi. 1961 Anayasası, özellikle SolKemalist çevrelerce gelmiş geçmiş en ilerici anayasamız olarak anılır. 1960’lardaki halk hareketlerinin yükselişi, bu savı desteklemekte kullanılan en önemli argümandır. DP’nin uçsuz bucaksız, önlenemeyen iktidarı, bürokraside hükümeti frenleyecek, dengeleyecek mekanizmalar yaratma ihtiyacı doğurmuştu. Bu mekanizmalar MGK gibi doğrudan askeri, Anayasa Mahkemesi gibi hukuki ya da sendikalar, özerk üniversite vs. gibi sosyal alanlarda tanımlanmıştır. Tabii kapitalizmin biriktirdiği çelişkiler dünyadaki anti-emperyalist,
ulusal kurtuluşçu dalga ile birleşince işler bambaşka bir yöne doğru akmıştı. 1970’de 12 Mart, hükümeti sosyal açıdan denetleme mekanizmalarını zayıflatmıştı. 12 Eylül’de ise hükümetlerden ziyade toplumun tümüyle vesayet altına alındığı bir siyasi rejim kurgulanmıştı. 12 Eylül’ün ortaya koyduğu temel ilkeler, iktidar bloğu içindeki dengeler 2. AKP hükümetine kadar önemli oranda korundu. 28 Şubat, tamamen 12 Eylül hukukunun yarattığı imkânlarla düzende bir kesintiye yol açmaksızın sistem içi bir darbe olarak hayata geçirilebildi. Erdoğan-Büyükanıt arasında gerçekleşen Dolmabahçe mutabakatının sonucunda ortaya çıkan ve arkasına ABD desteğini alan bloklaşma, düzenin temel parametreleri açısından çok önemli bir değişikliği ifade etmese de iktidar bloğu içindeki dengeleri yeni bir noktaya taşıdı. Bu yeni dengenin fiili sonuçları şu anda yaşanmaktadır. Askeri bürokrasi ile genetik kodları açısından oldukça uyumsuz bir parti olan AKP, hükümet olup devlet olamadığı ilk iktidar dönemi sonrasında Ergenekon operasyonları ile başlayan ve referandum sonuçları ile perçinlenen bir iç hesaplaşmanın sonucunda iktidarı büyük oranda tekeline geçirmiş durumdadır. Bizde partilerin iktidarda son sözü söyleme durumunda olabilmeleri 60 ihtilalından bu yana pek de alışık olunan bir durum değildir. AKP’nin yeni anayasadan muradı bu yeni dengenin anayasal bir statü kazanmasıdır. Askeri ve yargısal bürokrasinin elindeki tüm kozların alınması, iktidarı dengeleyebilecek tüm mekanizmaların ortadan kaldırılmasıdır. AKP bu haliyle
1960’ın açtığı parantezi kapatmanın peşindedir. Burjuva demokrasisine derin bir hayranlık besleyenler açısından bu arayış, “otantik burjuvazi”nin demokratik devrime yürüyüşü olarak okunabilir belki ama bunun ne kadar büyük bir ham hayal olduğunu herhalde son bir kaç ayda yaşadıklarımızdan daha iyi başka hiçbir şey ispatlayamaz. Halkın aktif bir siyasi özne olarak devrede olmadığı ve parti savaşları şeklinde yaşanan bu sürecin, yeni bir statükonun ve vesayetin oluşumu şeklinde yaşandığı tüm berraklığı ile açığa çıkmış görünmektedir. İleri demokrasi diye diye toplumun gerçek bir tımarhaneye dönüştürülmesi yönünde büyük mesafe katedilmiştir. Erdoğan seçimle elde edilen gücü bütünüyle mutlaklaştırmak için başkanlık sistemi önerisi geliştirmiş ve bunu tartıştırmaktadır. Bunun önemli bir kısmının Erdoğan’ın megalomanisi ile ilişkili olabileceği düşünülse de aslında “yeni Türkiye”nin bir tek adam iktidarına doğru yürüyeceğinin işaretleri gün geçtikçe çoğalmaktadır. Hatta önümüzdeki günlerde eğer Erdoğan bu hevesinden geri adım atmazsa kendi partisi içinden de daha gür çatlak sesler çıkabilecektir. Uzun sözün kısası AKP için demokrasi lafazanlıkları tamamen bir araçtır. Bütün açılımların balonlarının patlamasının da gösterdiği gibi AKP’nin toplumun köklü meseleleri ile ilgili gerçek, çözüm gücü olan, radikal hiçbir projesi söz konusu değildir. AKP’nin Anayasa değişikliği ile ilgili en önemli muradı, kendi iktidarını hukuki alanda bütünüyle perçinlemektir. Fakat öyle gözüküyor ki referandum sonrasında ulaşılan seviye de AKP açısından kısmen yeterli gözükmektedir. Eğer ki AKP seçimler
Mayıs 2011 / Sosyalist Dayanışma
Anayasa değişikliği olmuş. Orada değişiklikler ile ilgili üç temel eksen, asker-siyaset ilişkisi, dindevlet ilişkileri ve etnik mesele olarak belirlenmiş. Erdoğan Kürtlere “verebileceklerimizi zaten verdik, ötesi olmaz” diyor. O zaman fiilen geriletilen ordunun hukuken de kontrol altına alınması ve dinin toplumsal yaşamda daha belirgin görüldüğü bir statükonun yaratılmasından başka bir amaç kalmıyor geriye. AKP’nin kafasındaki değişikliğin çerçevesi tam da budur. sonrasında tüm süreci tek başına denetim altında tutabileceği bir meclis aritmetiği yakalayamazsa, anayasa gündemi balık kavağa çıkana kadar ertelenebilir. AKP’nin ve Erdoğan’ın seçim sürecinde Anayasa mevzusuna neredeyse hiç atıfta bulunmaması da bu tespiti desteklemektedir. Oysaki Kürt halkı açısından anayasa değişikliği çok büyük bir beklenti haline gelmişti. Kürt halkı bugün örgütlülüğünün gücüyle önemli bir özgürlük alanı yaratmış durumda. YSK meselesinde olduğu gibi, örgütlü mücadelenin düzenin hukukunu nasıl paçavraya çevirebileceğini dosta düşmana gösterilebilmiştir. 35 yıllık mücadele Kürt halkına büyük kazanımlar getirmiştir. Var olan özgürlük seviyesinin, verili hukuki çerçeveye sığması mümkün değildir. Böylesi bir örgütlülüğün, böylesi bir yok sayılmaya tahammül etmesi beklenemez. Kürt halkı taleplerinin içeriğini belirginleştirmek ve anlaşılır kılmak açısından da son yıllarda büyük adımlar atmıştır. Son sivil itaatsizlik eylemlerinin taleplerinden hukuki düzenleme talep eden içeriğe sahip olanlar iki tane idi: %10 barajı ve anadilde eğitim meselesi. Bunca kanın döküldüğü, acının yaşandığı bir meselenin sonunda böylesi bir noktaya gelinmiş olmasının düzen açısından bir avantaj olarak okunması gerekirken, Başbakan seçimlerin arifesinde çok arızalı bir söylem geliştirmektedir. “Kürt sorunu yoktur, Kürt vatandaşlarımın sorunu vardır” demek “biz size bir zırnık vermeyiz, bir gıdım
özgürlüğü size çok görüyoruz, ilk fırsatta canınızı çıkaracağız, fırsat kolluyoruz” demektir. Kürt hareketi bu yaklaşıma karşı tepkisiz kalamaz, kalırsa gelinen bu noktada kendi tabanını yönetemez hale gelir. AKP bu tavırda ısrarcı olursa – ki bu yeni açılımın Erdoğan’ın milliyetçi oyları alma taktiğinden çok daha öte anlamları olduğu düşünülmelidir- savaş yeniden kızışır ve Anayasal çözüm beklentileri de büyük oranda ortadan kalkar. Kürt meselesinde de geri dönüşsüz bir yola girilebilir. Sınıfsal meseleler açısından bakıldığında yeni anayasanın şu andaki güçler dengesinde, çok daha neo-liberal bir eksende oluşacağı neredeyse kesin gibidir. Sosyal devlet kalıntılarının anayasadan bütünüyle silineceği, iş piyasalarındaki katılıkları ortadan kaldırmak amacıyla anayasal dayanaklar yaratılacağı beklenmelidir. Şu andaki sendikal örgütlülüğün ve devrimci hareketlerin sınıf içinde tutabildiği mevzilerin üzerinden yeni anayasada iz bırakabilme ihtimali çok zayıftır. Açıklanan Anayasa önerilerinde işçilerin haklarını zerre kadar ileriye taşıyacak hiçbir öneri görünmemektedir. İnsanların işçi olmaktan kaynaklanan hiçbir sorunu yokmuş gibi davranılmaktadır. Devrimci hareketler bu sorunları toplumun hatırlaması ve fark etmesi için çabalarını ortaklaştırmanın yollarını aramalıdırlar.
Ankara’da 5 gün kalan CIA başkanı ile neler konuşuldu? Kürt halkının iradesi bu sefer nasıl sınanacak? Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler ne gibi sonuçlara gebe? Sorularının cevapları, Anayasa değişiklikleri ile ne yaşayabileceğimizin birinci dereceden belirleyicileri olacak.
AKP’nin yeni anayasadan muradı bu yeni dengenin anayasal bir statü kazanmasıdır. Askeri ve yargısal bürokrasinin elindeki tüm kozların alınması, iktidarı dengeleyebilecek tüm mekanizmaların ortadan kaldırılmasıdır. AKP bu haliyle 1960’ın açtığı parantezi kapatmanın peşindedir.
F. Gülen çevresinin düzenlediği Abant toplantılarının sonuncusunun temel konusu
15
Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2011
2011
1 Mayısı’nın en görkemlisi İstanbul Taksim Meydanı’nda gerçekleşti. Yüzbinleri aşan kitlesel bir katılımın olduğu mitingin içeriği de ortaklaşan devrimci irade tarafından belirlendi. Direne direne alanı kazananlar, mitinge kendi renklerini verdi. Hiçbir konfederasyon başkanının konuşmadığı kutlamada, sendikalar adına hazırlanan ortak metin direnişçi işçiler tarafından okundu. Devrimci, sosyalist kurumlar adına hazırlanan ikinci bir metin de kürsüden Kürtçe ve Türkçe okundu. Mitingde Kürt bir müzik grubu da sahne aldı. İşçilerin, işsizlerin, gençlerin, kadınların, yok sayılanların, hakları gasp edilenlerin hep bir ağızdan isyanlarını haykırdıkları mitingde taşeronlaştırma ve güvencesizliğe karşı mücadele vurgusu, eşitlik, özgürlük ve adalet talepleri öne çıktı. Hemen her kortejde kitlesel bir şekilde yer alan liseliler, büyük bir coşkuyla mitinge katılım gösterdi. Liselilerin öne çıkarttıkları gündemleri ise YGS’deki şifre rezaletiydi.
Hiçbir konfederasyon başkanının konuşmadığı kutlamada, sendikalar adına hazırlanan ortak metin direnişçi işçiler tarafından okundu. Devrimci, sosyalist kurumlar adına hazırlanan ikinci bir metin de kürsüden Kürtçe ve Türkçe okundu.
16
1 Mayıs’ta Y Taksim Meydanı
“Gün gelir, zorbala
1 Mayıs’taki kitleselliğinle, militan duruşunla, disiplininle, coşkunla ve sınıf kininle gösterirsin. Haramileri korku, sarar her 1 Mayıs yaklaştığında. Sınıfsız, sömürüsüz bir dünya için savaşanlarıysa tarifi imkânsız bir heyecan. Türlü oyunlar oynanır 1 Mayıs üstüne. AKP, “biz bahşettik o alanı, biz izin verdik o güne” der. Binlerce emekçinin, devrimcinin savaşarak, sermaye güçlerinin barikatlarının üstüne üstüne yürüyerek kazandığı 1 Mayıs’a… SODAP’lılar bu yalanlara gereken cevabı vermek için hazırlandı varoşların sokaklarında. AKP’nin, rında emekçilerden “kalkınma için dayanışma” istediler. SODAP’lılar, “Yoksuluz Çünkü Siz Varsınız” diye haykırmak için, varoşların öfkesinin zenginlerin korkusu olduğunu göstermek için, “Zengine Cennet, Yoksula Sefalet; Ya Adalet Ya Kıyamet” demek ve isyan ateşinin zenginleri yakacağını haykırmak için hazırlandı 1 Mayıs’a.
1 Mayıs Hazırlık Komiteleri’yle Varoşlarda Tempoyu Artırdı
“Ekmek, Onur, Özgürlük İçin İsyana, 1 Mayıs’a” Şiarıyla Çıktık Yola
“Ekmek, Onur, Özgürlük İçin İsyana, 1 Mayıs’a” şiarıyla hazırlandı SODAP’lılar. Toplumsal adaletsizliğe, yoksulluğa, sömürüye, zulme karşı çalışanların, üretenlerin, sömürülenlerin, ezilenlerin, yoksulların isyanını en güçlü şekilde bayraklaştırmaktı amaçları. Biliyorlardı ki devrim ve sosyalizm mücadelesini yürütenler açısından 1 Mayıs tarihsel önemde bir gündür. Gün, gücünü gösterme günüdür düşmana; yani, egemen sınıflara. Yani, paranın saltanatına. Yani, cennette yaşayan bir avuç azınlığa… Savaştaki kararlılığını, inancını
iktidarındaki 8,5 yıl içinde zenginle yoksul arasındaki uçurumu daha da derinleştiren, emeğin tüm kazanılmış haklarını gasp eden, çalışma yaşamını iş cinayetleriyle kâbusa çeviren sermayeden yana halk düşmanı politikalarını ve halkların özgürlük taleplerini görmezden gelen tekçi, inkârcı, zorba anlayışını teşhir etmek için binlerce emekçinin alana taşınmasına seferber oldular. ABD ve TÜSİAD’dan icazet almış CHP’yi de unutmadan, “Ne AKP Ne CHP, Devrim İçin Üçüncü Cephe” şiarıyla hazırlandılar. Patronların örgütü TÜSİAD, emek ve dayanışma gününü kutladı işçilerin. Halkın iliğini kemiğini sömürenler, 1 Mayıs kutlama mesajla-
1 Mayıs’a günler kala, SODAP’lılar, yoksulların, yok sayılanların isyanını alana taşımak üzere yoğun bir hazırlık içerisine girdi varoşlarda. Komiteler, sokak sokak, ev ev, kişi kişi gezerek coşkulu bir hazırlık çalışması yürüttü. Hazırlık Komiteleri, İstanbul dışında çeşitli illerde de çalışmalarını sürdürdü. Bursa, Aydın ve Antakya’da, 1 Mayıs mitinglerine güçlü katılmanın, her yerde işçilerin, işsizlerin isyanını büyütmenin, “Yaşasın ve Devrim Sosyalizm” sloganını her yerden haykırmanın önemli olduğunun bilinciyle hazırlandı SODAP’lı yoldaşlar. Çorlu ve Çerkezköy’deki SODAP ve BATİS üyeleri ise Taksim’de yapılacak olan mitinge katılma heyecanı ile çalışmalarını sürdürdü.
Mayıs 2011 / Sosyalist Dayanışma
ta Yüzbinler eydanı’ndan Taştı
alar kalmaz gider!” Yoksulun Sesi SODAP Korteji
SODAP’ın hedefi, 2011 1 Mayısı’nda İstanbul Taksim’de ezilenlerin ve yoksulların isyanını ve öfkesini alana taşırken, aynı zamanda onların yıkma ve kurma enerjisini göstermekti. “Zengine Cennet, Yoksula Sefalet; Ya adalet Ya Kıyamet” pankartı arkasında SODAP korteji kitleselliği, duruşu, disipliniyle miting boyunca isyanın sözcüsü oldu, bayrağı oldu. En önde komünist önder Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın ve 12 Eylül şehidi Kenan Budak’ın portreleri taşındı.
tı. “Ya Adalet Ya Kıyamet! Yaşasın Devrimci Sendikal Mücadelemiz” pankartını taşıyan BATİS’li işçiler, önlükleri, flamaları ve dövizleriyle kortejdeki yerlerini almışlardı.
“Külkedisi Değil Ev İşçisiyiz!”
“Külkedisi Değil Ev İşçisiyiz” pankartını taşıyan İMECE Kadın Sendikası girişimi de yol boyu “Görünmeyen Emek Kır Kafesini”, “Mutfaktaki Tencere Kimin Umurunda; Bu Dünyanın Yükü Benim Sırtımda” ve “Kadın Cinayetlerine Son” sloganlarını haykırdı.
“Yaşasın Renklerin Kardeşliği!”
2011 1 Mayısı’nda alanda yerini alan çok sayıda muhalif taraftar grubundan birisi de Nurtepe Spor taraftar grubu Dev-Nurtepe’ydi. “Yaşasın Renklerin Kardeşliği” pankartıyla SODAP kortejinin arkasında yer alan Dev-Nurtepeliler, renkli sloganları ve marşlarıyla ilgi çekti.
Ve 1 Mayıs Günü, SODAP: “Ya Adalet Ya Kıyamet!”
Sabahın erken saatlerinden itibaren 1 Mayıs heyecanını içinde taşıyan tüm SODAP’lı yoldaşlar mahallelerinden bayrakları, marşlarıyla yola koyuldular. Çorlu ve Çerkezköy’den sabahın yedisinde yola çıktı SODAP’lı ve BATİS’li yoldaşlar Taksim’de 1 Mayıs’ın havasını solumak için. Gebzeli yoldaşlar genç SODAP’lıların yanında Çelmer’den, Kroman’dan, Areva’dan metal işçileriyle yerlerini aldılar. Esenler’in liseli gençlerle büyüyen coşkusu ve kitleselliği görülmeye değerdi. Okmeydanı, “Sokak Sendikası”nın havasıyla geldi alana. Bağcılar’dan gelen yoldaşlarda mahallelerindeki yoksul halkın isyanını alana taşıyabilmenin gururu vardı. Ümraniye’den gelen yoldaşların kabına sığmaz direnişçi enerjileri ve heyecanları, Alibeyköylü gençlerin düzene olan öfkeleri yüzlerinden okunuyordu. Nurtepe’den gelen liseli, işçi ve işsiz gençler devrimci coşkularını korteje yansıttılar. Esenyurt’tan gelen kadınlar, liseli gençler, güvencesiz işçiler, yok sayılmalarına, görmezden gelinmelerine karşı “Biz de Varız ve Bu Düzeni Değiştireceğiz” şiarıyla korteje katıldılar.
“Geleceğimizin Şifresi İsyanda, Kavgada, Sosyalizmde!”
SODAP kortejinin arkasında Liseli Direnişçi Gençlik kendi pankartları ve flamalarıyla yerini aldı. “Geleceğimizin Şifresi İsyanda, Kavgada, Sosyalizmde” pankartını taşıyan LDG’liler eşit, özgür, parasız, anadilde eğitim taleplerini yükseltti.
“Yaşasın Devrimci Sendikal Mücadelemiz!”
Liseli Direnişçi Gençlik kortejinin ardından gelen Bağımsız Tekstil İşçileri Sendikası (BATİS), Çorlu, Çerkezköy, Güneşli, Bağcılar ve Esenyurt’tan gelen güvencesiz işçilerin taleplerini alana yansıt-
Son söz: “Direniş Sürüyor, Parti Yürüyor!”
13.30’a doğru alana girebilen SODAP’lıların coşkusu alanda da sürdü. Müzik gruplarının ezgilerine halaylar ve sloganlarla eşlik eden gençlerin enerjisi dinmek bilmedi. Mitingin bitiminin ardından kortejlerini yeniden oluşturarak Tarlabaşı’na doğru yürüyüşe geçen SODAP korteji, sloganlarla bir süre yürüdükten sonra Direniş Andı içerek kutlamalarına son verdi. SODAP’lılar son olarak “Kıvılcım Parlıyor, Alev Alıyor; Direniş Sürüyor, Parti Yürüyor” sloganını haykırdı.
SODAP’ın hedefi, 2011 1 Mayısı’nda İstanbul Taksim’de ezilenlerin ve yoksulların isyanını ve öfkesini alana taşırken, aynı zamanda onların yıkma ve kurma enerjisini göstermekti. “Zengine Cennet, Yoksula Sefalet; Ya adalet Ya Kıyamet” pankartı bunun simgesiydi.
17
Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2011
1 MAYIS COŞKUSU HER YERDE macıların ardından, son olarak Grup Nidal müzik dinletisi sundu. Müzik grubunun ezgileri eşliğinde çekilen halaylarla miting sona erdi. SODAP: “Ekmek, Onur, Özgürlük İçin İsyana!”
Antakya’da 1 Mayıs Coşkuyla Kutlandı
2011 1 Mayısı Antakya’da, DİSK ve KESK’in yanı sıra devrimci ve sosyalist kurumların katılımıyla coşkulu bir şekilde kutlandı. Antakyalı işçiler, işsizler, gençler, kadınlar, mitinge katılmak için saat 14.00’den itibaren Maksim Doğuş Okulları önünde bir araya gelmeye başladı. En önünde yer alan DİSK ve KESK’e bağlı sendikaların ardından içerisinde BDP, SODAP, Dayanış-
SODAP’lılar “Ekmek, Onur, Özgürlük İçin İsyana” yazılı pankartla davul zurna eşliğinde coşkulu bir şekilde Harbiye Caddesi üzerinden toplanma yerine doğru yürüyüşe geçti. Yürüyüşte ayrıca Dayanışmaevleri imzalı “Zengine Cennet, Yoksula Sefalet; Ya Adalet Ya Kıyamet” yazılı bir pankart da taşındı.
Aydın’da Kitlesel 1 Mayıs Mitingi
Aydın’da 1 Mayıs Mitingi İstasyon Meydanı’ndaki Sulu Park önünde gerçekleşti. Katılımın yüksek olması nedeniyle miting alanı dolup taşarken, İstasyon Meydanı’nda çıkan yollar bir süre trafiğe kapatıldı. Zafer Meydanı’nda bir araya gelen emekçiler, kortej eşliğinde mitingin yapılacağı alana doğru yürüyüşe geçti. Kortejde, KESK, TMMOB, DİSK Emekli-Sen, Türk-İş’in yanı sıra aralarında SODAP’ın da bulunduğu çok sayıda kurum yer aldı. Miting, konuşmaların ardından, halaylar ve türkülerle sona erdi. SODAP, mitingde “Türkiye Ezilenlerinden Selam Olsun 1 Mayıs’ı Yaratan Chicago’lu Direnişçi İşçilere!” yazılı pankartıyla katıldı.
mevleri, Partizan, Halkevleri, ÖDP, TÖP ve EMEP’in bulunduğu kortej, mitingin yapılacağı Uğur Mumcu Meydanı’na doğru yürüyüşe geçti. Saygı duruşuyla başlayan miting, DİSK’e bağlı Genel-İş ve KESK’e bağlı SES Hatay şube başkanlarının konuşmalarıyla devam etti. Konuş-
18
Bursa’da 2011 1 Mayısı Kitlesel ve Görkemliydi
Bursa’da gerçekleştirilen 1 Mayıs Mitingi de geçmiş yıllara göre çok daha kitlesel bir katılımla gerçekleşti. Emekçiler, Kent Meydanı’nda yapılacak olan mitinge katılmak üzere saat 12.30’dan itiba-
ren Atatürk Stadyumu önünde bir araya gelmeye başladı. Saat 14.00’e geldiğinde sayıları 10 bini aşan bir kitlesellikle işçiler, emekçiler, gençler, kadınlar Kent Meydanı’na doğru yürüyüşe geçti. Yürüyüş kortejinin en önünde mitingi düzenleyen Türk-İş, KESK, TMMOB, TTB yer aldı. Ardından DİSK’e bağlı sendikalar sıralandı. DİSK kortejini, SODAP, BATİS, BAMİS, GİP ve Dayanışmaevi tarafından oluşturulan Bursa Demokrasi Platformu izledi. Kitlesel katılımıyla dikkat çeken Bursa Demokrasi Platformu’nun yanı sıra çok sayıda kurum alanda yerini aldı. Saygı duruşuyla başlayan mitingde sendikalar adına yapılan ortak açıklamayı Türk-İş ve KESK üyesi iki işçi okudu. Miting, Grup Kuçaklaşma’nın verdiği konserle son buldu. Bursa Demokrasi Platformu: “İş, Ekmek, Adalet İçin Alanlardayız!” Günlerdir Bursa’da fabrikalarda, mahallelerde yoğun bir hazırlık çalışması yürüten Bursa Demokrasi Platformu, yüzlerce işçiyi, işsizi, kadını, genci, “İş, Ekmek Adalet İçin Alanlardayız” pankartı ile Kent Meydanı’na taşıdı. İş, Ekmek, Adalet taleplerinin yanı sıra “Devrimci 1 Mayıs” vurgusunu da öne çıkartan Bursa Demokrasi Platformu, bu yıl da devrimci yapıları dışlayıcı bir tutum sergileyen sendikal bürokrasinin belirlediği programa alternatif kendi programını hayata geçirdi.
Mayıs 2011 / Sosyalist Dayanışma
CHP NE VAAT EDİYOR? CHP
, geçtiğimiz yıl gerçekleştirdiği genel başkan değişikliği sonrasında ilk kez genel seçimlere katılıyor. Baykal’ın katı devletçi yaklaşımı ile Kılıçdaroğlu’nun yeni CHP’si arasında belirgin bir fark var mı? CHP halkın iktidarını mı yoksa her şeyin eski tas eski hamam sürdüğü sömürü günlerini mi vaat ediyor? Kılıçdaroğlu’nun ilk kongre konuşmasında yaptığı vurgular, CHP’nin sosyal demokrat bir çizgiye doğru hareketleneceği izlenimi uyandırmıştı. “Taşeronu kaldıracağız” diye başlayan konuşma en azından birkaç ay boyunca bir CHP rüzgârı esmesine yol açmıştı. AKP’den muzdarip kimi sermaye çevrelerinin de açık destek verdiği CHP, bu rüzgârı çok uzun sürdüremedi. Baykal’dan farklı olarak devletin kırmızıçizgileri ile ilgili katı mesajlar verilmekten kaçınıldı. Ordunun yedeğindeki bir siyasi güç görüntüsü ortadan kaldırılmaya çalışıldı. Fakat neo-liberal çerçeve, düzen partilerine neredeyse hiçbir manevra alanı bırakmıyor. 60-70’lerin devletçilik-özel sektör geriliminin benzeri olabilecek bir çelişki alanı günümüz kapitalizminde kendine yer bulamıyor. CHP, bu alanda Aile Sigortası meselesi ile bir pozisyon almaya çalışıyor. Sosyal dayanışmanın AKP’nin sadaka tekelinden alınarak, sabit bir hak noktasına taşınmasının tartışılması olumlu ancak, CHP’nin bu projesinin toplum nezdinde bir inandırıcılığının olabilmesi için kaynak meselesinin netleştirilmesi gerekiyor. Bunun için de CHP’nin sermayenin vergilendirilmesi ile ilgili bir projeye sahip olması gerekiyor. Fakat Kılıçdaroğlu, “kaynağı nereden bulacaksınız?” sorusuna “benim adım Kemal, ben bulurum” dışında sağlıklı bir cevap veremiyor. CHP, sermaye çevrelerinin desteğini alabilmek
için, Ecevit’in 70’lerde uyguladığı politikaları eleştiriyor, Kemal Derviş’e methiyeler düzüyor. Bugün ‘ben sosyal demokratım’ diyen bir parti günümüz Türkiye’sinde vergi adaleti ile ilgili bir talep ortaya koyamıyorsa hiçbir şey söylemiyor demektir. Bir düzen partisinden mülkiyet meselesine el atmasını beklemiyoruz ama “zenginden çok, yoksuldan az vergi alacağız” diyemeyen bir parti kendisine solculuk atfedemez. Hem AKP’yi eleştireceksin hem de son 10 yılın ekonomi politikalarının mimarı Kemal Derviş’i öve öve bitiremeyeceksin. AKP, Derviş’in 2001 krizinden sonra ortaya attığı “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programını” harfiyen uygulamadı mı? AKP ile CHP’nin ekonomi politikaları arasında hangi temelli fark bulunmaktadır? CHP’nin taşeron karşıtı söylemlerinin de somut olarak ne içerdiği belli değildir. Güvencesizliğe karşı mücadelenin yükselmesi ve bu mücadelenin işçi sınıfının temel gündemi haline gelmesi, CHP popülizmini söylem üretmek zorunda bırakıyor, fakat bütünlüklü bir neo-liberalizm eleştirisinin ortaya konmaması böyle eklektik taleplerin ayaklarını havada bırakıyor. CHP’nin utangaç da olsa Kürt meselesine giriş yapmış olması orta sınıflardaki şoven eğilimleri gevşetecek eğilimler yaratabilir. Fakat bunun ötesinde Kılıçdaroğlu’nun Kürt kelimesini bile ağzına almaktan kaçınması nasıl izah edilebilir? Türkiye’nin en önemli güncel sorunlarından biri olan Kürt meselesi ile ilgili yorum yapmamak için CHP kırk takla atmaktadır. Bir taraftan seçim barajının düşürebileceği yönünde açıklamalar yapmak, anadilde eğitime utangaçça onay vermek diğer yandan Sinan Aygün, Mehmet Haberal gibi milliyetçi adamları listelere koymak herhangi bir tutarlılık arz etmek-
te midir? Ortaya çıkan toplu mezarlar ile ilgili CHP ne demiştir? YSK kararı sonrasında yaşanan eylemlerde hayatını kaybeden Bismilli genç için ne açıklama yapılmıştır? CHP Kürt meselesini aynen AKP’nin tavrıyla ele almaktadır. İstismar etmek, uzunca bir süredir oy alınamayan bir bölgeden yeniden oy kazanabilmek, bölgede AKP ile arası bozulan kimi aşiret reislerinin desteğini yanına alabilmek dışında bir hedef gözlenmemektedir. CHP toplumdaki AKP’ye dönük tepkiyi örgütleyebilmek adına Erdoğan’la Kılıçdaroğlu’nun kişisel hesaplaşmalarından medet ummaktadır. Erdoğan’ın da tüm açılımlarının patlaması sonrasında cinnet ruh haliyle saldırganlaşması CHP’nin elini güçlendirmektedir ama böylece seçim süreci tartışmalarının da içi iyice boşaltılmaktadır. Böylece de CHP fazlaca suya sabuna dokunmadan, önemli meselelere el değmeden muhalif bir görüntü sergileyebilmektedir. Zaten Erdoğan’ın ikili bir siyasi yapı istediği bilinmektedir. CHP, AKP karşıtı görüntüsünü en önemli oy kaynağı olarak görmektedir. 1990’ların başında yaklaşık 10 yıllık ANAP iktidarından bıkan kitleler Demirel ve İnönü’ye koalisyon iktidarı kazandırmışlardı. O dönem Demirel kimi solcuların gözüne bile neredeyse melek gibi görünmeye başlamıştı, “bir darbe daha olsa Demirel komünist olacak” esprileri pek neşeli neşeli yapılıyordu. Fakat 1993’le birlikte başlayan topyekûn savaş konsepti halklarımıza karşı en yoğun saldırıları gerçekleştirdi. Kılıçdaroğlu’ndan da benzer bir kurtarıcı yaratmaya çalışmak halklarımıza yapılacak en büyük ihanet olur. Bugün düzen güçlerinin çözebileceği hiçbir sorunumuz yoktur. Yoksulluk sorunu neo-liberalizmin kaleleri sarsılmadan hiçbir projeyle çözülemeyecek kadar derinleşmiştir.
Mert BÜYÜKKARABACAK
Kürt sorunu Türkiyeli emekçiler Kürt halkıyla kardeşleşemedikçe, mücadeleler ortaklaştırılamadıkça çözülemeyecektir. Bugün AKP’ye karşı, “kötünün iyisidir” diyerek, “yine de bizim çocuklardır” diyerek CHP’ye destek vermek, kendi ayağımıza sıkmaktan başka bir anlama gelmeyecektir. Bizim ihtiyacımız radikal bir adalet, eşitlik ve kardeşleşme projesinin zeminini halka halka güçlendirmektir. CHP’ye verilen oylar bu zeminin karşısında konum almış olur. Kimi sosyalist hatta devrimci grupların CHP’ye hayırhah bakan yaklaşımları tarihlerini de göz önüne aldığımızda şaşırtıcı değildir. Fakat böylesi yaklaşımlar kafaları bulandırmamalıdır. Emek, Barış ve Demokrasi bloğu halklarımızın mücadele birliğini yaratmak için tek seçenek durumundadır. Halkımız AKP’nin boğucu iktidarından duyduğu öfkeyle CHP’ye yönelmek isteyebilir. Bizler de bu noktada bıkmadan usanmadan CHP’nin de para babalarının ve patronların partisi olduğunu, AKP’den temelde bir farkı bulunmadığını, bugün ihtiyacın halkın kendi gücünü büyütmeye çalışmak olacağını anlatmaya devam edeceğiz.
19
Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2011
AKP Ekonomide Neyi Başardı ve Kanal İstanbul Örneği? Duble yollar bitiyor, özelleştirmeler ve kentsel yağmada kaymak kısım bitti. AKP, kendi yarattığı canavar olan inşaat sektörü para babalarına yeni alan yaratmak zorunda, Kanal İstanbul sermayenin birikim ihtiyacını besleyecek bir çılgınlık.
M. ÖZGÜR
AKP
’nin büyüme masallarına inanmamak gerek. Ortalama %5’e yakın bir yıllık büyüme sağlandı, tamam. Şimdi bundan sonraki cümlenin şu olacağını sanıyorsunuz; “ama cari açık yani ülke ekonomisinin döviz açığı (cari açık) rekor kırdı, 2010’da yıllık 48 milyar dolar oldu, bu büyüme borçla sağlandı. ”
GSYİH Ne Ola?
Hayır, bu değil. Böyle argümanları sol olarak yeterli bulmamak gerek. 3 büyüdün 5 büyüdün tartışması yeterli değil. İyi bir yaşam, insanca bir yaşam, gelirin hakça bölüşüldüğü, adil ve ekolojik bir ekonomi istiyoruz. GSYİH ya da yapılan tüm üretimi ölçen bu parasal değer bizim işimize yaramıyor, hedeflediğimiz hayat kalitesini ölçmüyor. Ne gelir dağılımı, ne insanların çalışma saatleri, ne güvencesizlik, ne hayattan memnuniyet, ne işten memnuniyet, ne çalışan çoğunluğun maaşı, ne boş zaman, ne çevre kirliliği bu ölçümde yok. Karadeniz’in bağrına yaptıkları HES’leri de, yoksulları istifledikleri TOKİ konutlarını da, sigortasız sendikasız emekçiler olarak ürettiğimiz malları da, hava ve trafik kirliliğinden kanser olunca ödediğimiz paraları da, özel hastanelerin kestiği abartılı faturaları da, ilaç şirketlerinin kârlarını da GSYİH sayıyorlar. Medyadaki GSYİH tartışması, büyüme – cari açık tartışması biz sosyalistlere yeterli gelmiyor. Hayatımızdaki gerçek değişkenleri ölçmüyor.
20
Gelir adaletsizliklerini ölçen Gini endeksi değişmemiş AKP döneminde, ekonominin karbon salınımları neredeyse patlamış yani sağlık hiçe sayılmış, işsizlik azalmamış, resmi %11 gayrı resmi %20. Gençlerde %29. İnsani gelişmişlik endeksinde ilerledik mi, gelir dağılımı düzeldi mi, taşeronlaşma azaldı mı, dünyada diğer ekonomilerle daha eşitlikçi ilişkiler kurduk mu? Her yaştan insanlarımızın hayatını değiştirdik mi, eğitim ve sağlıkta sorunlarımızı çözdük mü? Bunlarda ciddi hiçbir gelişme yok. Tamam ekonomide ortalama %5 büyüme var, ama toplumun ve doğanın sömürüsü almış başını gitmiş. Biyoçeşitliliğe gelmiyorum bile.
Emeği, Devlet Kuruluşlarını ve Kamuyu “Ucuz Sermaye” Yaptı
AKP döneminde sermaye egemenliği daha da perçinlendi, hayatın değişik alanlarına ve çeşitli yerelliklere saçıldı ve yoğunlaştı. Hepimiz görüyoruz, uzatmayacağım. Sağlık politikalarından HES projelerine, her il ve tüm ilçelerde özelleştirilen elektrik-doğalgaz hatlarına kadar insanlığın ihtiyacı olan her hizmet sermayedarların sınırsız sömürüsüne teslim edildi. Hayatın en önemli temel ihtiyaçları metalaştı. İnternet için özelleştirilen Türk Telekom patronuna, doğalgaz için bir başka patrona, sağlık için başka patronlara, temel ulaşım için petrol ve ulaşım tekellerine haraç ödüyoruz.
İnşaat Sektörü ve Kanal İstanbul
AKP’nin üretim politikaları, çevreye ve insana yüksek maliyet yaratan “ucuz emek var - bedava
doğa var” politikalarıdır. Dünya ekonomisine eklemlenme koşulları sermaye gerekleri çerçevesinde belirleniyor. Orta düzey imalat malları ve dayanıklı-dayanıksız tüketim malları... İnşaat, gıda gibi sektörler… Çimento ihracatında Avrupa’da birinci, dünyada üçüncüyüz. Dünyada 1. ve 2. sıradaki üreticiler Çin ve Tayvan. Çimento sektörü, kâr oranı düşük, istihdamı çok arttırmayan, çevreyi çok kirleten ve çok enerji isteyen bir sektör. İşte size bir Avrupa birinciliği... İnşaat sektörü AKP’ye daha yakın Türkiye’ye yayılmış sermayeler için ve kapitalist ilişkilerin derinleştirilmesi için en büyük dayanak oldu. Şimdi devam eden 400 HES, TOKİ yatırımları, duble yollar, boru hatları, alışveriş merkezleri, üniversite inşaatları, kent konut alanlarının istilasında belirli bir yol alındı, inşaatta bu anlamda bir doygunluk da oluşmaya başladı. Duble yollar bitiyor, hatta TOKİ son 6 yılda yaptığı konuttan çok daha azını gelecek 12 yıl için planlamış durumda. Bazı şirketler AKP döneminde büyük kârlar elde ettiler. İşte “Kanal İstanbul” projesi yanında şehir içi hastaneleri alış-veriş merkezi yapıp hastaneleri kent dışına itecek sağlık kenti projeleri bu birikim sürecinin devamının sağlanması için şart gibi. AKP kendi eliyle büyüttüğü bu sektörü/şirketleri beslemek için engel tanımayacak gibi görünüyor, kent-doğa-emek açısından durum vahim. Hükümetin “Şehir merkezlerindeki okulları, arazileri, hastaneleri sermayeye satalım, buraların geliri ile okul yapıyoruz” sözüne verilecek yanıt çok. “Bu ranttan vergi alsanız da emekçi-
leri mağdur etmeseniz. Ya da bu büyük rantı yaratan koşulları ortadan kaldırsanız” demek mümkün. Sektörü incelemeye devam edelim; inşaat sektörü büyümeye etkisi en yüksek sektör; %35 civarında bir etkiymiş. Toplam yapılan inşaatların yüzde 50’ye yakını kamu yatırımlarından oluşuyormuş. Yani hükümet Kotil, Limak, Çalık, Cengiz, Boydak, Kiler, Alarko,Yüksel, Tepe, İçdaş, Taşyapı, KC Grup ve Han Yapı gibi şirketleri büyütmenin yollarını bulmuş. Rantsız ve topluma hizmet amaçlı, demokratik bir şekilde yapılması mümkün olan yatırımlar, birilerinin kâr kapısı yapılmış. Öte yandan sektörün istihdama etkisi %10. İnşaat sektöründe ücretlerde son 5 yılda %30 reel azalma, var. Görüldüğü gibi sektörün durumu AKP politikalarını özeti sayılabilir: Büyüyen şirketler, yağmalanan kentler ve doğa… Temel ihtiyaçların özel şirketlerce kâr alanı yapılması… Güvencesizleştirilen ve artan gelirden daha az pay alan emekçiler…
Mayıs 2011 / Sosyalist Dayanışma
ORTA DOĞU’DA PAT A PAT
İ
çinde bulunduğumuz günlerde Orta Doğu’da dünya güçler dengesi değişim sancısı içinde. Bunun en güzel kanıtı Filistin El Fetih örgütü ile Hamas güçlerinin Mısır’da barış anlaşması imzalamalarıdır. Bazılarına göre bu barış anlaşması İngiltere’deki Kate ve Williams’ın düğününden daha önemli bir düğündür. Barış karşısında İsrail’in öfkelenip bağırmasına karşın ABD ve emperyalist güçler susmayı tercih ettiler. Öfkelerini göstermemeyi, güçler dengesinde aleyhlerine dönmekte olan durum karşısında deve kuşu gibi davranmayı seçtiler.
Bu “evlilik” Orta Doğu “Arap baharında” ortaya çıkan yeni güçler dengesinin somut bir göstergesidir. Ne Batı güçleri ne de her gün sokaklara dökülen ilerici halk güçleri dengeyi değiştirebiliyor. Tüm bölgede bu doğrultuda kazan kaynıyor. Dengenin iki taraftan birinden yana değişmesi sancıları yaşanıyor. Belirsizlik içinde ana hatları belli Filistin sorununu dondurmak bu git gelli dengede iki tarafın da işine geliyor. Suriye kendi sorunlarından başını kaşıyamıyor. İsrail bölgenin en zalim dikta rejimi olduğunun bilincinde, bu Arap baharının kendi ülkesine de gelmesi kâbusunu görüyor. Suudi Arabistan ses çıkartmaya korkuyor. Yemen’le özel olarak başı derttedir. Orta Doğu böyle bir geçici can sıkıcı durgunluğun, pata pat durumun içindedir. Olayların ilk patlak verdiği Tunus’da, Ben Ali diktatörlüğü gitti ama geride duran eski rejim kalıntılarını da halk tam benimsemiş değildir. Denge sürekli git gel yapıyor. Batı boyalı basını yazmıyor ama ülkede özellikle yoksulluğun çok yoğun olduğu güney illerinde, kasabalarında artan gıda fiyatlarına karşı protestolar sürüyor. Sanayinin ağırlıklı olduğu kuzey kıyı kentlerinde sendika grevleri devam ediyor. Halkın şimdiki Batı yanlısı iktidardan hoşnut olmadığı
ortadadır. Hatta ortada darbe söylentileri var. Yani ne eski kalıntısı iktidar duruma hâkim ne de halk güçlerinin üzerinde anlaştığı tek bir lider vardır. Güçler dengesi pata pat duruyor. Her an başka bir yana kayabilir.
Yakında da Ramallah kapısının açılacağı söyleniyor.
Ayşe TANSEVER
Bütün bu son gelişmeler Mısır iktidarının bölgede başka bir dengeye oturmaya çalıştığının
MISIR
Batı gericiliğinin bölgede İran’a karşı en büyük müttefiki Mısır’da olaylar önce Batı lehine gelişti. Batı beslemesi Ordu, Mübarek’in sandalyesine oturdu. Batının yüreğine su serpildi. Ama arkasından yaşananlar bunun hiç de öyle kolay olmadığını gösterdi. İsrail’in en sağlam kalesi sayılan Mısır Ordu iktidarı, beklenmedik işler yapmaya başladı.
Mübarek devrildikten sonra askeri iktidarın tüm çağrıları ve baskılarına rağmen Tahrir meydanını dolduran kalabalığın sayısı sıfıra inmedi. Direniş sürüyor. Geçtiğimiz haftalarda ordu direnişçileri evlerine yollayamayınca zoru, yani ateş açmayı denedi. 2 kişi öldürüldü. Ölümlerin Tahrir meydanını boşaltmadığı, aksine kalabalıklaştırdığı görülünce, Ordu geri adımları ardı arkasına atmaya başladı. Mübarek ve oğulları ve hatta diğer eski iktidar güçleri tutuklanıp cezaevlerine atıldı. Mübarek’in kaderinin Saddam gibi ip olabileceği söyleniyor. Yılların iktidar partisi Ulusal Demokratik Parti (NDP) kapatıldı. İran’ın yıllardır kapalı olan konsolosluğu açılarak bu ülke ile ilişkiye geçildi. Ordu Batı’nın tüm baskılarına rağmen 2 adet İran askeri gemisinin Süveyş kanalından geçişine izin verdi. İsrail’e yıllardır satılan ucuz doğal gazın fiyatı arttırılacak. Ve bütün bunların üzerine tuz biber ekercesine Filistinli taraflar barış anlaşması imzaladılar. Tarafları masaya oturtan ve anlaşmaya olanak tanıyan Mısır gizli istihbaratıdır. Anlaşmanın gerçekleşmesi için Suriye ve İran’a danışıldığı ve onların onayının alındığı kesindir.
işaretleridir. Bu yeni denge hiç de Mübarek’in bu güne kadar oturduğu denge değildir. Mısır İran ile ilişkilerde yeni bir sayfa açacağını söylüyor. İran ile ilişki şimdiye kadarki ABD, İsrail ve Suudi Arabistan ekseninden uzaklaşmak anlamına geliyor. İsrail karşıtı politikalar artıyor. İsrail stratejik duruşu için tehlike çanları çalıyor. İsrail’in kâbusu gerçekleşiyor. En önemli müttefiklerinden biri kendisini terk ediyor. Mısır Askeri iktidarının bu rota değiştirişini nasıl yorumlamak gerekir? Tahrir meydanını dolduranlar “asker postalları ile demokrasi kurulamayacağını” bildiklerini söylüyor ve ekliyorlardı: “Onlardan kendi liderlerimizi yaratacağız” diyorlardı. Sonuç böyle olabilir mi? Bu kalıcı bir politika mı olacaktır? Yoksa eylül ayındaki seçimlere kadar böyle bir takım tavizler verilecek sonra yavaş yavaş geri adım mı atılacaktır? Ne olursa olsun şu anda Mısır’ın içine oturduğu denge Batı’dan uzaklaşan bir yapıdadır. Batı, kayıplarının hesabını yapıyor olmalıdır ve o nedenle de Filistin taraflarının anlaşmasını sessizce kabullenmekten başka seçenek görmemiştir.
Ne Batı güçleri ne de her gün sokaklara dökülen ilerici halk güçleri dengeyi değiştirebiliyor. Tüm bölgede bu doğrultuda kazan kaynıyor. Dengenin iki taraftan birinden yana değişmesi sancıları yaşanıyor.
21
Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2011
yeğleyebilirler. Bingazi asilerini adam edemeyen Batı, Suriye’de adam edecek destekçi bile bulamıyor. Özellikle Dera kentinde yaratılan potansiyelin arkasında Irak’tan getirilen silahlı özel komandolar duruyor, Ürdün ve Lübnan’dan geçirilen para ve silah yardımları pek işe yaramıyor.
LİBYA
Tunus ve Mısır’da Batı, arkasında durduğu liderlerin gitmesini kabul etmek zorunda kaldı. Yeni gelenleri kendi güdümüne almaya çalışıyor. Libya’da ise istemediği bir lider olan Kaddafi’yi devirmek için Bingazi isyancılarını destekliyor.
22
Tunus ve Mısır’da Batı, arkasında durduğu liderlerin gitmesini kabul etmek zorunda kaldı. Yeni gelenleri kendi güdümüne almaya çalışıyor. Libya’da ise istemediği bir lider olan Kaddafi’yi devirmek için Bingazi isyancılarını destekliyor. O ülkelerde son ana kadar suskun kaldı, burada tam tersine Bingazi direnişçilerinin eline silah verdi. İlk günden onların direnişi kanlı başladı. Demokratlık maskesi altında dengeyi kendi güçlerinden yana çevirmeye çalışıyor. Ama tüm bombalamalarına, Bingazi’li isyancılara politik, askeri, ekonomik her türden destek vermesine rağmen dengeyi kendinden yana çeviremiyor. Kaddafi güçleri yenilemiyor. Aksi de doğrudur. Kaddafi güçleri de kesin bir zafer elde edemiyorlar. ABD, Fransa ve İngiltere öncülüğündeki güçler kendi yandaşlarını bile yanlarına çekmekte zorlanıyorlar. Bütün bağırtı ve gürültüye rağmen Bingazi asilerini tanıyan ülke sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Bingazili asilerin ellerindeki petrolün satılıp gelir elde edilmesi başarılamıyor. NATO’nun “insancıl bombardımanına” muhalefet sesleri yükseliyor. Savaş
uzadıkça da Batı ittifakını bir bütün olarak tutmak giderek zorlaşıyor. Batı Libya’da çaresizdir. Zaman uzadıkça Rusya ve Çin gibi başka güçlerin devreye girmesinden, çıkarların çatallaşmasından korkuluyor. Ne yapılacaktır? Bingazi’lilere karadan destek vermekten başka çare yoktur. Askeri yetkililer hiç bir savaşın hava bombardımanı ile kazanılamayacağını biliyorlar. Öyleyse karadan asker çıkartmak gerekiyor. Yaşanan Irak, Afganistan hatta Somali deneylerinden sonra hiçbir Batılı gücün bunu göğüsleme gücü yoktur. Yani pata pat durum, Libya için de geçerlidir. Bunun çok uzun süreceği düşünüldüğünden NATO bombardımanları direkt Kaddafi’nin kendisini hedef almaya başladı. Oğlunu ve torununu öldürdüler. NATO saldırılarına kendi cephelerinden muhalefeti güçlendirdiler.
SURİYE
Suriye bölgede pandoranın kutusu gibidir. Suriye İran ittifakı, Batı ve İsrail için en büyük tehdit unsurudur. Esad rejiminin gitmesini belki son dönemde Batı petrol şirketlerine kapılarını açan Kaddafi’nin gitmesine
Suriye toplumu çok karışık etnik kimliklerle doludur. Kuzey Batı dağlarında Şii eğilimli Alevilerden güneyde Ürdün ile bağları olan Dürziler dışında Kürtler, Hıristiyan Araplar, Ermeniler yaşarlar. Burada Irak, İsrail, Filistin ve Ürdün den gelen milyonlarca mülteci vardır. Direnişin yüksek olduğu Dera kasabası Müslüman Kardeşler örgütünün anavatanıdır. Yoksulluk onları böyle bir yapıya itmiştir ve Suriye’nin en yoksul kesimidir. Direnişleri başarılı olsa bile Esad sonrasında Batı ile işbirliklerini devam ettirip ettirmeyecekleri belirsizdir. Yeni bir Hamas ya da Hizbullah yaratma tehlikesi bile yok sayılamaz. O nedenle Libya’daki “başarısızlıklarından” ders alan Batı Suriye’de pek aynı oyunu oynama rüyasını göremiyor. Obama içerideki tüm baskılara rağmen hala Esad rejimi önde gelenlerine yaptırım koyamıyor. Ayrıca Esad iktidarı Kaddafi’den daha silahlıdır. Sonuçta Suriye eğer Libya’da yapıldığı gibi bir iç savaşın içine sokulursa bundan İsrail’in kazançlı çıkacağının hiçbir garantisi yoktur. Suriye halklarındaki köklü İsrail nefretinden korkuluyor. Lübnan, Ürdün, Irak, Türkiye gibi ülkelerde karışıklıklara istikrarsızlığa yol açabilir ve Orta Doğu güçler dengesi içinden çıkılmaz bir hal alır. O nedenle Suriye ile çok fazla oynanmaktan korkulup çekiniliyor. Son gelişmeler de Esad iktidarının konumunu güçlendirdiğini gösteriyor. Halkların İsrail’e duyduğu derin nefret ülkeyi daha çok Esad’ın arkasında tutuyor. Sonuçta Batı Suriye’de Libya’da yaptığı gibi bir iç savaşı bile göze alamayacak kadar güçsüzdür. Esad da çeşitli reformlar yapsa da baskısını sürdürüyor. Batı burada kendi lehinde bir denge değişikliğini başaramıyor.
Mayıs 2011 / Sosyalist Dayanışma
YEMEN, BAHREYN VE DİĞERLERİ
Batı, Mübarek ve Ben Ali diktatörlüklerinin arkasından çekildi ama aynı şeyi Yemen ve Bahreyn’de yapmayı göze alamıyor. Oysa buradaki halk direnişi en az o ülkelerdeki kadar yüksektir. Batı, Yemen’de Salih iktidarını Suriye’den hatta Libya’dan daha fazla insanın protesto etmesine rağmen koruyor. Onların da gidici olduğunu bile bile başkasını yapacak gücü yok. Körfez Ülkeleri Örgütü’nün sahte ve sırf zaman kazanmaya yönelik arabuluculuğunun arkasında duruluyor. Bahreyn’de ABD onayı ile giren Suudi askerlerinin işkencelerine göz yumuluyor. Bölgedeki ABD 5. Filosunun yerinden kımıldatılmasını kaldıramayacakları açıktır. O nedenle Bahreyn’de hastanelerdeki yaralı direnişçiler cezaevleri işkencelerinden geçiriliyor. Buradaki gerici iktidarlar ne pahasına olursa olsun korunmaya çalışılıyor. Tek yapabildikleri bu iki ülkede yaşanan insanlık dramlarını Libya ve Suriye toz dumanı arkasına gizlemektir. Bu iki ülkedeki iktidar değişikliği Suudi Arabistan için çok önemlidir. O nedenle de bu iki ülke halkları Batı dışında müthiş bir Suudi baskısı ile karşı karşıyadırlar. Suudi Arabistan ve Bahreyn petrolleri Batı’nın asla vazgeçemeyeceği değerdedir. Ama şurası kesindir ki Arap baharı bir gün bu ülkede de doğacaktır. Zaten bu ülkelere bu kadar baskı da bu kaçınılmaz geleceği mümkün olduğunca geciktirmek için olsa gerektir. Diğer çeşitli petrol zengini Arap Emirlikleri de böylece konvoya ortak olarak katılacaklardır.
Kuzey Afrika’daki Cezayir’de yoksul halklar gıda fiyatları ve diğer yaşam maddeleri pahalılığına karşı sokaktalar. Binlerce işçi kıyı şeridindeki fabrikalarda grevdedir. Libya bombardımanı bu ülkelerin patlamasını bir derece engellemiştir. Şimdilik böyle olsa bile önümüzdeki günlerde halkaların bu Arap diktatörlüklerine karşı ayaklanacağı kesin-
dir. Fas’ta patlayan bombalar bunun işaretlerini veriyor. Abdullah krallığının yaptığı çeşitli reform ve yardımlar pek bir işe yaramayacak ve Arap ülkeleri tek tek bu baharı yaşayacaklardır.
SONUÇ
Sonuçta Arap dünyasındaki gelişmelere Batı güçleri henüz kalıcı sağlam bir damga vuramadılar. Kaybettikleri eski diktatörler yerine çıkarlarını savunacak yenilerini oturtamadılar. Aksi de doğrudur. Tunus’ta başlayan Arap Baharı henüz çiçek açmadı. Bölge halkları gerçek kurtuluşlarına giden yolun başında ve kat edecekleri daha çok yol var. Günümüzde bölgede emperyalist güçler ve ilerici halk talepleri pata pat gibi duruyor. İşte tam bu güçler dengesi ortasında, Filistinli tarafların anlaştığı bir momentte Usama bin Ladin’in öldürülmesi bir rastlantı olamaz. Arkasındaki gerçekler, yalanlar ne olursa olsun önemli değildir. Batının böyle bir showa ihtiyacı vardı. Afganistan ve Irak başarısızlığı, ardından bölgedeki Arap direnişindeki acizliği karşısında böyle bir “başarıya” ihtiyacı vardı. Yalnız siyasi ve askeri olarak değil ekonomik olarak da böyle bir şey gerekliydi.
Belki de asıl önemli olan uluslar arası terör doktrininde ihtiyaç duyulan değişiklikti. Arap İslam dünyasında yaşanan altüstlüklerin hangisinin arkasında El-Kaide ya da Müslüman Kardeşler örgütü vardır? Hiç birinde. Oysa bölge diktatörlükleri bu korku üstüne yıllardır desteklenmedi mi? O zaman artık İslam korkusu bu ülkelerde yeni bir cephe oluşturmaya hizmet etmeyecektir. Aksine bu politika geri bile tepebilir. Batı’nın bu ülkelerde yeni bir doktrine ihtiyacı vardır. Peki, nedir bu doktrin? Yok. ABD’nin en azından Obama iktidarının elinde şimdilik yeni bir doktrin var sadece Usama bin Ladin öcüsünün kalktığı bir doktrinsizliktir.
Tunus ve Mısır’da Batı, arkasında durduğu liderlerin gitmesini kabul etmek zorunda kaldı. Yeni gelenleri kendi güdümüne almaya çalışıyor. Libya’da ise istemediği bir lider olan Kaddafi’yi devirmek için Bingazi isyancılarını destekliyor.
Ama teori bir yana pratikte belki Obama Usama bin Ladin’i öldürerek başka bir şeye hazırlanılıyor. Belki de Afganistan ve Irak’tan güçleri çekip gelecekte daha da yükselecek halk hareketlerine karşı kullanmak üzere toparlanmaktadır.
23
Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2011
BİN LADİN SUİKASTI: NE İŞE YARAR-NASIL İSTİSMAR EDİLİR? James PETRAS
Tunus’tan Körfez ülkelerine kadar kitlesel halk ayaklanmaları ya ABD işbirlikçisi rejimleri devirmekte ya da bunu başarmanın sınırlarına ulaşmış durumda. El Kaide bu isyanlarda, Libyalı “asilerin” arasındaki muhtemel rolü dışında neredeyse hiç bir etkiye sahip olamadı.
B
in Ladin suikastı Beyaz Saray’da, Avrupa başkentlerinde ve dünya çapında tüm merkezi kitle iletişim araçlarında büyük bir stratejik zafer olarak kutlanıyor. Bu cinayet, yurtiçi kamuoyunun nezdinde ABD imajını iyileştirmek ve dünyanın dört bir yanındaki düşmanlara bir gözdağı olarak kullanılabilecek bir önemli propaganda aracı olarak işlev görmekte. Devasa propaganda kampanyasına ve cellâtlarının gözünde bu cinayetin sahip olabileceği tüm olası sembolik anlamlarına rağmen, bu ölümün Güney Asya’da, Ortadoğu’da, Kuzey Afrika’da ve diğer bölgelerde ABD’nin gün geçtikçe kan kaybeden politik ve askeri pozisyonu üzerinde herhangi bir etkisi olacağına dair neredeyse hiçbir işaret yok.
Bin Ladin ve El Kaide
Bu ölümün, El Kaide’yi yenmeyi geçtik, zayıflatmak konusunda bile hesaba dahi katılmayabilecek bir etkisi olacaktır. El Kaide; her birinin kendi lider, taktik, strateji ve programına sahip olduğu, çatışma bölgelerine dağıtılmış grupların son derece gevşek bir toplamının, neredeyse hiçbir merkezi olmayan örgütünün adıdır. El Kaide tek bir kişi tarafından yürütülen merkezi
24
kumandaya bağlı, merkezi bir uluslar arası örgüt değildir: Bin Ladin, operasyonları aktif olarak yöneten bir liderden ziyade ideolojik bir semboldü. Ölümü sadece yerini yeni bir liderin almasına yol açacak ve kendine El Kaide diyen, aralarında çok gevşek bir bağ bulunan küresel gruplar ağının geri kalanı üzerinde hiçbir etkisi bulunmayacaktır. Bu yüzden, şu ana kadar ne yapılıyor idiyse gelecekte de aynen yapılmaya devam edecektir.
Bin Ladin ve Afgan Direnişi
Bin Ladin’in ölümü herhalde en önemsiz etkiyi Afgan Direnişi üzerinde yapacaktır, çünkü söz konusu silahlı direnişi yürüten temel gruplar, Taliban ve diğer çeşitli bağımsız milliyetçi gruplardır. Taliban; kökenleri, yapısı, liderliği, taktikleri, stratejisi ve sosyal bileşimi itibariyle bütünüyle El Kaide’den bağımsızdır. Dahası, Taliban ülke çapında kökleri ve destekçileri olan bir kitle örgütüdür. On binlerce Afgan savaşçıya sahiptir; Afgan hükümetine ve ordusuna derinlemesine nüfuz etmiştir ve çok yakın geçmişte (1 Mayıs 2011) “bahar saldırısı” başlatmayı planladığını açıklamıştır. Taliban bileşim, ideoloji ve liderlik açısından ezici bir oranda ulusal iken el Kaide liderlik ve üye tabanı açısından uluslararasıdır (Arap). Taliban El Kaide’ye müsamaha göstermiş ya da belli koşullarda işbirliği de yapmış olabilir ama Bin Ladin’den emir aldığına dair hiçbir delil bulunmamaktadır. Afganistan’daki NATO ve Amerikan kayıplarının çok büyük bir kısmı Taliban tarafından verdirilmektedir. Pakistan’daki operasyon ve destek üslerinin çok önemli bir kısmı Taliban’a bağlıdır. Özetle, Ladin’in öldürülmesinin Afganistan’daki güçlerin ilişkisi üzerinde hiç etkisi olma-
yacaktır; Taliban’ın ABD güçlerine karşı yürüttüğü uzun erimli savaşı yürütme ve Batılı güçlere her hafta onlarca kayıp verdirme kapasitesi bu olaydan hiçbir şekilde etkilenmeyecektir.
Bin Ladin ve Arap Halk Ayaklanmaları
Tunus’tan Körfez ülkelerine kadar kitlesel halk ayaklanmaları ya ABD işbirlikçisi rejimleri devirmekte ya da bunu başarmanın sınırlarına ulaşmış durumda. El Kaide bu isyanlarda, Libyalı “asilerin” arasındaki muhtemel rolü dışında neredeyse hiç bir etkiye sahip olamadı. Mısır ve Tunus, laik öğrencilerin, sendikaların, sosyal grupların ve ılımlı İslamcı hareketlerin geniş bir birlikteliğini bir arada tutabilmeyi başaran sosyal hareketlerin ağırlıklı etkisi altında ayaklandı. El Kaide çok marjinal bir etken, Bin Ladin ise açık olarak dışlanmasa da çok marjinal bir kişilik olarak kaldılar. Bin Ladin’in öldürülmesi bu kitlesel ayaklanmaları yönlendiren anti-emperyalist duygular üzerinde hiçbir etkide bulunmayacaktır. Hatta bazı yorumculara göre Ladin’in ölmesi Beyaz Saray’ın “anti terör” bahanesiyle yürüttüğü operasyonları meşrulaştırmaya çalışan propaganda çalışmalarının da zayıflamasına yol açacaktır.
Bin Ladin ve İran/Irak
Irak’taki ABD varlığına karşı muhalefet, Şii çoğunluk, Sünni azınlık ve eski Baasçı unsurlardan güç almaktadır. El Kaide’nin terörist faaliyetleri çok küçük bir rol oynamakta olup ABD güçlerinin çekilmesini talep eden Irak halkının talepleri ile de örtüşmemektedir. Önemli dini temelli işgal karşıtı hareketlerin tümünün liderleri, milisleri ve toplumsal tabanları bulunmaktadır: Hiçbiri El Kaide’den emir almamakta, hatta onlarla işbirliği bile yap-
Mayıs 2011 / Sosyalist Dayanışma
mamaktadır. ABD’nin ülkeden çekilmesi tabandan gelen kitlesel basınca yanıt olarak gerçekleşmiştir, ara sıra kendini havaya uçuran El Kaide’li intihar bombacılarının sebep olduğu sivil can kayıplarının sonucu değildir. Açıkçası ABD’nin Irak’tan çekilmesi, Bin Ladin’in ölümünden etkilenmeyeceği gibi geçiş süreci üzerinde de takipçilerinin bir iz bırakması mümkün gözükmemektedir. İran’daki İslami rejim ise üye zanlılarını hapsettiği ve Afgan Savaşı’nın ilk yıllarında (20012003) destekçilerin yakalanması konusunda ABD ile işbirliği yaptığı el Kaide’nin en ölümcül düşmanıdır. Hem laik hem de İslamcı muhalefet, El Kaide’ye düşman gözüyle bakmaktadır. Amerika’ya karşı silahlı direnişin sembolü olarak kitlelerin gözünde bir cazibeye sahip olma ihtimali olsa da sonuç olarak Ladin’in burada çok küçük bir etkisi bulunmaktadır. “Düşmanımın düşmanı dostumdur”. Fakat Ladin’in ölmesi burada hiçbir etkiye sahip olamayacaktır, çünkü İranlıların kendi sembolleri, Humeyni’leri, kendi İslami milliyetçilik markaları mevcuttur ve Suriye, Hizbullah ve Hamas’ı desteklemekle çok daha fazla meşguller. ABD, İranlı rakiplerini zayıflatmak ve yok etmek konusundaki gayretlerini destekleyecek en küçük bir avantajı dahi kazanamayacaktır.
Bin Ladin Suikastının Anlamı
Bin Ladin’in öldürülmesinin, Arap dünyasındaki temel öneme sahip savaş ve isyan sahnelerinde hiçbir stratejik ve taktiksel etkiye
sahip olmadığı açıktır. Suikastın önemi özellikle son dönemde ABD’nin Afganistan’da yaşadığı askeri ve politik yenilgiler açısından anlaşılabilir. 27 Nisan 2011’de 9 üst düzey ABD askeri yetkilisi, üst düzey güvenlik önlemleri alınmış olan Kabil havaalanında “güvenilir” bir Afgan pilot tarafından öldürülmüştür. 4 binbaşı, 2 yüzbaşı, 2 teğmen sömürgeci 20. ve 21. Yüzyılda bir defada en fazla ABD üst düzey subayının öldüğü saldırıda can verdiler. Birçok olgu bu yaşananın stratejik öneme sahip bir olay olduğuna işaret etmektedir. Olay bir yüksek güvenlik alanında gerçekleşmiştir ki bu Afganistan’da hiçbir yerin Taliban ya da silahlı direnişin saldırıları karşısında güvenli olmadığını göstermiştir. İkinci olarak, ABD ordusunun tüm bileşenleri rütbeleri ne olursa olsun öldürücü saldırılara maruz kalabilmektedirler. Üçüncü olarak, ABD tarafından eğitilmiş hiçbir Afgan subayı ya da askeri sadık olarak değerlendirilemezler - en yakın işbirliği içinde olanlar bile silahlarını “hoca”larına doğrultabilmektedirler-. Eğer ABD en üst düzey subaylarını en yüksek korumalı mekânlarda bile koruyamayacak durumda ise dışarıdaki alanların –köylerin, kasabaların, şehirlerin –güvenli hale getirildiğini nasıl iddia edebilir? İki hafta önce 500 kadar Taliban savaşçısı ve lideri hapishanedeki görevlilerin de yardımı ile 350 metrelik bir tünelden kendilerini bekleyen 12 kamyona ulaşarak kaçmayı başardılar. Sadece iki yıl önce 900 mahkûm aynı hapishaneden kaçmıştı. Bu olayın akabin-
de ABD “yakından takip edilen” sadık işbirlikçilerin, güvenlik ve hapishane sisteminin başına geçmesi konusunda ısrarcı olmuştu, bu ısrar hiçbir işe yaramamış görünmemektedir. Birçok veri açıkça ortaya koymaktadır ki ABD’nin savaş aracılığı ile gösterdiği çabalar Afganistan’da etkin bir kukla rejimin kurulmasında başarısız olmaktadır. Taliban ağır fakat emin adımlarla ABD etkisini aşındırmaktadır. Üst düzey subayların şoke edici ölümleri örneğinde görüldüğü gibi çok önemli stratejik kayıplar karşısında Obama’nın Amerikan kamuoyunun, ordusunun ve NATO üyesi destekçilerinin ruh halini ayağa kaldıracak, bir politik kurgu – askeri bir başarı öyküsü, silahsız Bin Ladin’in öldürülmesi- sahnelemesi gerekiyordu. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki her bir ABD kuklası rejime karşı kitlesel ayaklanmaların her biri politik bir yenilgidir. İran’daki rejimin ABDİsrail’in aralıksız ve kavgacı rejim değişikliği çabalarına rağmen ayakta kalması bir yenilgidir. Ani ve çabuk zafer umanlar için Kaddafi’nin direnmesi bile bir yenilgidir. Bu yüzden Obama’nın ve medyadaki işbirlikçilerinin, marjinal teröristlerin gevşek örgütünün yalıtılmış politik liderinin ölümünü dünyayı alt üst eden, oyunun kurallarını yeniden yazan bir olay olarak lanse etmeleri gerekmekteydi. Tabii tüm bu kurgunun yürütülmesi öncesinde, esnasında ve sonrasında kayıplar ve yenilgiler tüm hızıyla devam etmekte. Taliban gözünü bile kırpmadı, “bahar saldırısı” tüm hızıyla sürüyor, ABD ordu yetkilileri “sadık” Afgan işbirlikçileri ile her karşılaşmalarında ihtiyatı elden bırakmamaya gayret ediyorlar. Mısır, ABD-İsrail’in Filistinlilerin birleşmesine karşı çıkan politik çizgisini reddediyor. Körfez’deki ayaklanmalar sürüyor. ABD’nin şimdilik kutlayabileceği beraberlik –ama kesinlikle zafer değil-, El Kaide ile ittifak halinde Bingazi’de savaşın sürdüğü Libya’da Kaddafi’nin oğlunun ve torunlarının katledilmesi oldu. 5 Mayıs 2011, www.axisoflogic.com sitesinden alınmıştır.
Bin Ladin’in öldürülmesinin, Arap dünyasındaki temel öneme sahip savaş ve isyan sahnelerinde hiçbir stratejik ve taktiksel etkiye sahip olmadığı açıktır. Suikastın önemi özellikle son dönemde ABD’nin Afganistan’da yaşadığı askeri ve politik yenilgiler açısından anlaşılabilir.
25
Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2011
BAĞIMSIZ SENDİKALARDA ÖRGÜTLENMEK HAKTIR Sevgi EVREN
İşçi sınıfının öz örgütleri olacak ve sadece iş kolu sendikacılığı ile sınırlı kalmayan, sigortasız, güvencesiz çalıştırılan işçiyi de örgütlemeyi hedef edinen devrimci-bağımsız sendikaların önünün açılması gerekiyor. Mevcut sistemdeki ülke ve işyeri barajlarının derhal değiştirilmesi ve örgütlenmenin önündeki engellerin kaldırılması gerekiyor.
26
H
ak nedir? Bunu sormaya hakkımız var mı? Her insan, doğanın bir parçası olarak; doğar, büyür, yaşar ve ölür. Tüm bu süreç içinde maddi manevi haklarla donatılmıştır. Yaşam hakkı, eşitlik hakkı, sağlık hakkı, eğitim hakkı, örgütlenme hakkı, din ve vicdan hürriyeti hakkı, düşünce özgürlüğü hakkı, konut hakkı, tercih hakkı, oy verme hakkı, çalışma hakkı, kölece çalıştırılmama hakkı ve daha bir çok hak. Anayasada da allanıp pullanan bu hakları şöyle bir alt alta dizdiğimizde;
Anayasa Madde 50 der ki “Kimse, yaşına, cinsiyetine ve gücüne uymayan işlerde çalıştırılamaz. Dinlenmek, çalışanların hakkıdır. Ücretli hafta ve bayram tatili ile ücretli yıllık izin hakları ve şartları kanunla düzenlenir.” Anayasa Madde 53 derki “İşçiler ve işverenler, karşılıklı olarak ekonomik ve sosyal durumlarını ve çalışma şartlarını düzenlemek amacıyla ÖRGÜTLENME ve toplu iş sözleşmesi yapma hakkına sahiptirler.” Tüm bu haklar anayasada bir bir sayılmış ve devletçe korunaca-
Anayasa Madde 17 derki “Herkes, yaşama, maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir. Kimseye işkence ve eziyet yapılamaz; kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya muameleye tâbi tutulamaz.” Anayasa Madde 18 derki “Hiç kimse zorla çalıştırılamaz. Angarya yasaktır.” Anayasa Madde 19 der ki “Herkes, kişi hürriyeti ve güvenliğine sahiptir.” Anayasa Madde 25 der ki “Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir”
ğı yönünde sözlü ve yazılı teminat altına alınmıştır. Ve anayasanın başlangıç hükümlerinde de aynen şu ifadeye yer verilerek; “Her Türk vatandaşının bu Anayasadaki temel hak ve hürriyetlerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanarak millî kültür, medeniyet ve hukuk düzeni içinde onurlu bir hayat sürdürme ve maddî ve manevî varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine doğuştan sahip olduğu…” belirtilmektedir. Ancak, kâğıt üzerinde Anayasa’da olan bu haklar “yasada”, “sözlü hukukta” ve “uygulamada” yok!
ÖRGÜTSÜZ HALK KÖLE HALKTIR
Yukarıda alt alta koyduğumuzda gözümüzde canlanan adalet-barış ve eşitlik dolu bu tabloyu uygulamada sefalet-savaş ve sömürü olarak birebir yaşıyoruz. Bugün güvencesizlik, kayıt dışı çalışma, örgütsüzlük o kadar yaygınlaştı ki, anayasa ile “teminat altına alınan” kölece çalıştırma yasağı her gün defalarca ihlal ediliyor. 12-16 saate varan uzun çalışma saatleri işsizliği çoğaltıyor, asgari ücretin sefalet ücreti olmasının üstünü örtüyor. Çünkü insanlar asgari ihtiyaçlarını karşılayabilmek adına 12 saat çalışmaya mecbur bırakılıyor. Bir işçinin 7 gün 12 saat aynı makinede çalışmaya zorlanmasınınmecbur bırakılmasının müebbet hapis cezasından nitelik olarak ne farkı var? İşçi sınıfı örgütsüzlüğünün bedelini 2011 yılında açlıktan ölen 2,5 aylık bebekleriyle ödüyor. İş kazalarında kaybettiği koluyla, bacağıyla, canıyla ödüyor. Gelinen noktada kâğıt üzerinde tanınan hakların hiç biri gerçekte biz emekçilere tanınmıyor. Yaşam hakkımız var, iş kazalarında birer birer, onar onar ölüyoruz. Eğitim hakkımız var, harçları yatırmadığımız için okuldan atılıyoruz ya da zaten okula hiç alınmıyoruz. Sağlık hakkımız var, patron sigorta yapmadığı için 1 liralık aspirin dahi alamıyoruz. Kölece çalıştırılmama hakkımız var, taşeronların elinde can çekişiyoruz. Anayasada kapı gibi, duvar gibi örgütlenme hakkımız var, örgütlenemiyoruz, grev hakkımızı kullanamıyoruz. Halen sendikalar yasasında yer alan barajlar yüzünden sermayenin ve hükümetin denetimindeki sarı sendikalarda örgütlenerek “hiçbir şey kazanamama” hakkımız dışında gerçekten bir örgütlenme hakkımız yok.
Mayıs 2011 / Sosyalist Dayanışma
Mevcut sistemde sendikaların yetki alıp bir işveren ile toplu sözleşme yapabilmesi için iki barajı aşmaları gerekiyor. Bunlardan biri yüzde 10 olan ülke barajı, diğeri de yüzde 50+1
ya başlanılan 5838 Sayılı Kanun ile Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanununa bir madde eklenmiştir. Bu madde “yetkili sendikanın tespitinde artık SGK kayıtları istatistikleri veri olarak kullanılacak” demektedir. Ancak bakanlık halen sendikaların yetkisini belirleyecek olan işçi
olan işyeri barajı. Buna göre bir sendika bir işyerinde toplu sözleşme yapmak istiyorsa kurulu bulunduğu işkolundaki toplam işçilerin en az yüzde 10’unu üye yapmak zorunda, sonra da örgütlendiği işyerinde işçi sayısının yarısının bir fazlasını üye yapmak durumundadır. Ülke barajının tespiti için her yıl ocak ve temmuz ayının ortasında Çalışma Bakanlığı, işyeri işçi sayıları ile işkollarına göre sendikalı işçi sayılarını içeren istatistik yayınlar. 28 Şubat 2008’de uygulama-
sayılarını açıklamadı ve hâlâ bu açıklama bekleniyor. Bu arada sendikalar yasasında gerekli düzenlemeyi yapamayan hükümet, geçici bir maddeyle 2009 yılı Çalışma Bakanlığı istatistiklerinin 2010 yılı için de geçerli olduğunu düzenlemişti. Bu yılki istatistiğin de 17 Ocak 2011 günü yayınlanması gerekiyordu ama halen yayınlanmadı. Bu sebeple yayınlanıncaya veya durumu kurtarmak için yeni bir yasa çıkarılıncaya kadar, halen yürürlükteki yasaya göre ülkedeki sendikalar yetkisiz ve tüm işçiler
SENDİKALAR YASASI DERHAL DEĞİŞTİRİLMELİDİR
sendikasız durumdalar. Yani anayasa “hakkın” diyor, yasa “dur bekle acele etme” diyor. Anayasa, “ben senin teminatınım” diyor, yasa “şimdilik idare et” diyor. Bu arada olan bizim geleceğimize oluyor. “Bugün” elimizden kayıp gidiyor, “yarın” ise hiç yakalanamayacak bir yıldız gibi bizden uzaklaşıyor. Geleceğimiz yasa yasa çalınıyor. Emekçilerin adalet arayışı mahkeme koridorlarında defalarca tekrarlanan bir tiyatro oyunun bir başka temsilinden başka bir şey ifade etmiyor. Bağımsız sendikalar sahada yaptıkları onlarca çalışmaya rağmen baraj uygulamasına takılıyor. Bu safsatanın artık son bulması gerekiyor. İşçi sınıfının öz örgütleri olacak ve sadece iş kolu sendikacılığı ile sınırlı kalmayan, sigortasız, güvencesiz çalıştırılan işçiyi de örgütlemeyi hedef edinen devrimci-bağımsız sendikaların önünün açılması gerekiyor. Mevcut sistemdeki ülke ve işyeri barajlarının derhal değiştirilmesi ve örgütlenmenin önündeki engellerin kaldırılması gerekiyor. Tabi ki bunu geleceğimizi üç kuruşa satanların kendiliğinden yapmasını bekleyecek kadar saf değiliz. Öncelikli olarak örgütlenmenin bir hak olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Örgütlenmek evrensel hukukta da, ülke hukukunda da devletin garanti altına aldığı, korumak ve geliştirmek için söz verdiği bir haktır. Devletin kurumlarına bu sözünü hatırlatmak ve hakkımızı kullanmaktan kaçınmamak ise işin bize düşen bir tarafı. Bugün ezilenler, sömürülenler olarak haklarımızın olduğunu ve ancak biz taleplerimizde direnirsek bunları koruyabileceğimizi ve üzerine yeni haklar kazanabileceğimizi bilerek örgütlenmeliyiz. Bunun için ülke ve işyeri barajlarının, sendika üyeliği için noter şartının kaldırılarak kâğıt üzerindeki örgütlenme hakkımızın uygulamada da tanınması için ciddi bir talep oluşturmalı ve bunun için esaslı bir direniş sergilemeliyiz. Çünkü sınıfın iradesini yansıtacak bağımsız sendikalarda örgütlenmek haktır.
Anayasa “hakkın” diyor, yasa “dur bekle acele etme” diyor. Anayasa, “ben senin teminatınım” diyor, yasa “şimdilik idare et” diyor. Bu arada olan bizim geleceğimize oluyor. “Bugün” elimizden kayıp gidiyor, “yarın” ise hiç yakalanamayacak bir yıldız gibi bizden uzaklaşıyor.
27
Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2011
Masal Bitti! Ev İşçileri Haklarını İstiyor! Güler TOPRAK
Ev işçilerinin sosyal güvenlik yasası ve iş yasası kapsamına alınmaması ve sadece sosyal sigortalar yasasında “sürekli ve ücretli” çalışma kaydı konarak işçi kabul edilmesi -ki bu hakkın da uygulanabilirliği tartışmalıdıregemen sınıfın kadın emeğinin üstüne nasıl da çöreklendiğinin göstergesidir.
K
adınlar ev hizmetlerinin neredeyse tamamını üstlenmiş durumdalar. Bu durum doğal bir süreç olarak yaşanmıyor, tersine erkek egemen kapitalist sistem tarafından kadınlara dayatılan bir gerçeklik olarak sürekli olarak yeniden üretiliyor. Ev hizmetlerinin her geçen gün daha fazla kamusal hizmetler olarak gerçekleştirilmesi, yerel yönetimlerin, kamunun, sosyal hizmet kurumlarının bu alandaki üretimlerinin artması gerekirken; tam tersine kısıtlı sayıdaki hizmetler dahi ortadan kaldırılıyor, eğitim ve sağlık ticarileşiyor, toplumsallaşmış bakım hizmetlerine ulaşmak yeni liberal uygulamalarla daha da olanaksızlaşarak kadınların yükü daha da artırılıyor…
Kadınların bu yükü ne şekilde taşıdığına bir bakalım.
Erkek egemen kapitalist sitemde, kamusal alana aktarılan son derece sınırlı hizmetler dışında kalan ev hizmetleri kadınlar tarafından üç şekilde gerçekleştiriliyor. Birincisi istihdam dışı bırakılan kadınların, evde karşılıksız emek sarf ederek aile ve toplum için ev hizmetlerini üretmeleridir. Ev kadını olarak doğallaştırılan bu pozisyonda kadınlar, iş yasasından ve sosyal güvenlik haklarından dışlanmaktadırlar. Milyonlarca kadının evdeki üretimi yok sayılmakta, ev kadınlarının hakları tanınmamaktadır. En fazla kocaya ya da babaya bağımlı olarak bazı haklara sahiptirler ki o da yakınlarının sigortalı olması durumunda geçerlidir.
Diğer bir yol ise ev hizmetinin dışarıdan satın alınmasıdır.
Gelir durumu el veren kişiler ev hizmetini ev dışından gelen çoğu kadın işçiye ücret karşılığı yaptırmaktadırlar. Fakat bu durumda da ev işçileri, gündelikçi
28
kadınlar devlet tarafından görmezlikten geliniyor ve açık bir şekilde iş yasası kapsamı dışında bırakılıyor. Ev işçilerinin sosyal güvenlik yasası ve iş yasası kapsamına alınmaması ve sadece sosyal sigortalar yasasında “sürekli ve ücretli” çalışma kaydı konarak işçi kabul edilmesi -ki bu hakkın da uygulanabilirliği tartışmalıdıregemen sınıfın kadın emeğinin üstüne nasıl da çöreklendiğinin göstergesidir. Bir başka kategori ise, bir işyerinde ücret karşılığında çalışan kadınların durumudur. Ev işleri toplumsallaştırılmadığı için ve de evin erkek üyeleri tarafından ev işinin paylaşımı söz konusu dahi olmadığından kadın işçi çifte mesai yapmak zorunda kalmaktadır. Ücretli çalışan kadınlar da, evde 2. mesai yaparak kapitalist sistem için büyük önem taşıyan ailenin ve toplumun yeniden üretilmesi için karşılıksız emek harcamaktadırlar. Kadınlar değeri verilmeyen, doğallaştırılan ve görmemezlikten gelinen ev hizmetlerinin üreticileri olarak devletin ve erkeklerin sırtından büyük bir yükü almaktadırlar. Bedava emek sunarak sermaye sınıfının kârını artırmaktadırlar. Kadınların ataerkil toplumsal yapı sonucunda baskı altına alınabilmesi, gelenekler ve cinsiyetçi toplumsal ilişkiler içinde sıkıştırılmış olması, yoksulluk ve işsizlik kıskacıyla kuşatılması yeniden üretimin yükünü taşımak üzere bedava emek deposu olarak kadınlara başvurulmasını son derece kolaylaştırmaktadır. Görünen köy kılavuz istememektedir. Buna rağmen devlet tarafından ev hizmetlerinin işten bile sayılmaması, ev işçisi tüm kadınların haklarının verilmemesi oldukça sinsi, bilinçli ve hesabı kitabı yapılmış planlı bir sömürü stratejisidir. Türkiye’de 1 milyonun üstünde ücretli çalışan ev işçisi bulunduğu halde (kaldı ki Ali Tezel sadece
kaçak göçmen ev işçilerinin sayısının 1 milyon olduğunu iddia etmektedir) ev hizmetinin iş sayılmayarak ev işçilerinin sosyal güvence kapsamı dışına atılması başka türlü açıklanamaz. Dünyada da ev hizmetlerinin kadınlara, en yoksullara ve göçmenlere yaptırılıyor olması ve birkaç istisna dışında ev hizmetlerinin pek çok ülkede sosyal güvence kapsamının dışına atılmış olması ev işçilerinin evrensel bir sorunla karşı karşıya bulunduğunu da göstermektedir. Ev hizmetlerinin bu denli kolay bir şekilde değersiz gösterilmesi, görünmez kılınması ve “sevgi emeği” şeklinde gizlenmesinde toplumsal cinsiyetçi ilişkiler büyük rol oynasa da kapitalist sistemin bu ilişkileri menfaati için yeniden ürettiği ve yeniden anlamlandırdığı söylenebilir. Bütün bu karanlık tablonun içinde göçmen işçilerin vahim durumu, iş kazaları, meslek hastalıkları ve mesleki standartlardan yoksunluk gibi pek çok sorun da bulunuyor. Günümüzde evlerde karşılıksız harcanan emeğin doğallaştırılarak görünmez kılınması Türkiye’de de, dünyada da kadın hareketi tarafından öfkeyle karşılanmaktadır. Kadına biçilen bu rol reddedilmekte erkeklere ve devlete karşı kadın emeği için baş kaldırmak, emek mücadelesi olduğu kadar kadın özgürlük mücadelesi olarak da büyük öneme sahip olmaktadır. Bunun için her geçen gün ev işçileri Türkiye’de ve dünyada seslerini daha fazla yükseltiyor ve ev işçilerinin büyük bir uyanış içinde olduğu da yavaş yavaş kendini ortaya koyuyor. 1 Mayıs meydanında İmece Kadın Sendikası Girişimi’nin kör gözlere batırdığı gibi: “Kül Kedisi değil ev işçisiyiz, yasaya girmek istiyoruz!” “Masal bitti! Ev işçileri haklarını istiyor!”
Mayıs 2011 / Sosyalist Dayanışma
YGS İSYANLARININ AÇTIĞI YOLDAN YÜRÜYELİM! 2011
1 Mayıs’ının en göze batan yönlerinden bir tanesi de kortejlerdeki liselilerin yoğunluğu idi. Şifreli YGS sonrasında yaşanan eylemler, zaten bir süredir politikleşmekte olan liseli gençliğin ivmesini daha da arttırdı. Türkiye’nin dört bir yanında eylemlerin dalga dalga yayıldığı bir dönem yaşandı. Boykot örgütlendi ve hiç de azımsanmayacak bir katılım gerçekleşti. Devrimcilerin temas etmediği okullarda bile yoğun katılım yaşandı. Bu yazı yazıldığı sırada gözler YGS’nin iptali ile ilgili idari mahkemede açılan davaya çevrilmiş durumda. Açıklanan sonuçlarda ortaya çıkan sorunlar da sınavın çok sağlıksız koşullarda gerçekleştirildiğine dair yaygın kanaati daha da güçlendiriyor. Başbakan’ın “çılgın” proje diye lanse ettiği saçmalığı açıklama tarihi de özel olarak YGS’nin sonuçlarının fazla patırtı kütürtü koparmadan açıklanabilmesi için özel olarak, paravan olsun diye seçilmiş gibi görünmekteydi. YGS skandalı aslında bu düzende hepimizin hayatının egemenler tarafından ne kadar iki paralık algılandığının bir işareti olarak görüldü. Gençler, hayatlarının en önemli olayıymış gibi lanse edilen bir sınavda yaşananların etkisiyle bir anda büyük bir aydınlanma yaşadılar. Büyük bir öfkeyle sokaklara döküldüler. Bu yaşananlar neye yol açacak? Liseli gençlik hareketi şifreli YGS’den aldığı enerjiyle nereye doğru yürüyecek? Malum önümüzde seçimler var. AKP’nin bir piyasalaştırma ve özelleştirme partisi olduğunu çok iyi biliyoruz. Kamusal olan her şeyin başarısız olduğu, verimli işlerin ancak sermaye eliyle yapılabileceği fikri neo-liberalizmin en önemli alâmetifarikalarından biri durumunda. Eğitim ve sağlık gibi en önemli iki hizmet kaleminde özele daha fazla yer açma konusundaki süreç tüm hızıyla ilerliyor. Kamu hastanelerinin çok büyük bir hızla itibarsızlaştırılması süre-
cini geçtiğimiz on yıllarda yaşadık. Bunun sonucu olarak sağlık alanında özel sermaye çok hızlı ilerledi. Devletin, sağlık hizmeti üretme yerine sağlık hizmeti satın alma tercihi, özellikle AKP hükümetine yakın bir sağlık sermayesinin oluşumunun koşullarını sağladı. Bu süreçte gelinen noktada sağlık sisteminin bütçeye yükü çok fazla arttı. Seçimlerden sonra muhtemelen SGK karşıladığı sağlık hizmetlerini azaltacak. Doktorların ve sağlık çalışanlarının sistemdeki sorunlara dikkat çekmeye çalışan eylemleri ise işlerin nereye doğru gittiğinin farkında olmayan toplumun geniş kesimleri tarafından pek de desteklenmiyor. Eğitimde de devletin hizmet üretmek yerine hizmet satın aldığı bir yapıya geçmesi için yoğun çalışmalar yürütülüyor. Devletin okulların binalarını, personelini ve ders araçlarını özel sektöre – ya da geçiş sürecinde belediyelere- devrettiği, okula gelen öğrenci sayısına göre devlet tarafından okul sahiplerine ödeme yapıldığı, meslek liselerinin özel sektörün ucuz ara eleman ihtiyacını karşılamak üzere yeniden yapılandırıldığı bir noktaya doğru ilerliyoruz. Eğitim çalışanlarının da güvencesiz çalışıp performansa göre ücretlendirildikleri bir okul atmosferi oluşturulmak isteniyor.
Bu durumun da yine kamusal okulların yetersizliği ve iş güvenceli öğretmenlerin kaytarmacılığı ile açıklanmaya çalışılacağını rahatlıkla öngörebiliriz. Eğitimin bu şekilde özel sektöre açılması, cari açığını döndürebilmek için dışarıdan sabit sermaye yatırımlarına acil ihtiyaç duyan AKP hükümetinin iktidarının ilk yıllarından bu yana arzu ettiği bir durumdur. Uzun yıllardır devlet memurluğuna atanmayan öğretmenlerin yoğun sömürü koşullarında çalıştırılabilecek olması sektöre alıcı gözle bakan sermaye gruplarının iştahını kabartmaktadır. Eğitimin kamusal yönünün tasfiyesi bu alandaki adaletsizlikleri daha da arttıracaktır. Piyasa ve kâr mantığının bütünüyle hâkim olduğu okullarda hem çalışanlar hem de öğrenciler için işler çok daha zorlaşacaktır. Katkı payı adı altında ödenmesi gereken miktarlar artacaktır. AKP’nin seçimlerin hemen öncesinde çıkardığı kanun hükmünde kararname ile hemen seçimlerin sonrasında kamu hizmetleri ile ilgili çok önemli değişikliklere imza atılacağını ve bu değişikliklerin dayanacağı temel felsefenin yukarıda çizilmeye çalışılan felsefeye uygun olacağı öngörülebilir. Liselerde YGS skandalına karşı
yakılan isyan ateşi, eğer eğitimin köleleştirici boyutunun yanı sıra içine sokulduğu bu piyasacı yönelimine karşı da sürekli bir mücadele çizgisine sıçratılamazsa kazanımlarımız sınırlı kalabilir. Tabii ki mücadelenin kazanımları hafife alınamaz. AKP’nin kirli yüzünün gençlerin zihninde bu derece teşhir edilmesi bile başlı başına büyük bir kazanımdır. Yine emek hırsızı ve yalancı Ali Demir’in istifası muhalefetin somut bir kazanımı olacaktır. YGS eylemleri gerekçesiyle ortaya çıkan geniş ilişki ağı da kazanımlar hanesine not edilmelidir. Ancak liseli direnişçiler, eğitimdeki genel gidişatı sezerek bunlara karşı ciddi bir hazırlıkla gelecek dönemle ilgili planlarını şimdiden yaparlarsa, merkezine sınavları ve elemeyi alan, özgürleşme yerine köleleşme, olgunlaştırma yerine cahilleştirme, öğrenme yerine ezberleyip unutma temellerine dayalı bu eğitim sistemine karşı radikal bir eleştiri geliştirebilirlerse gelecek dönemde bir adım öne çıkacaklardır. 2010-11 eğitim yılı liseli direnişçiler için önemli bir sıçrama yılı oldu. 1 Mayıs alanına da yansıyan bu sıçrama için önümüzdeki dönem daha alınacak çok yol var. Özellikle bulunduğumuz alanların dışında yeni alanlara açılabilmenin olanaklarını geliştirmek konusunda çok yoğunlaşmamız gerekecek. Fakat bu sene edindiğimiz deneyimler bizleri geleceğe taşıma noktasında çok önemli bir role sahip olabilecek. Eğer güncel gelişmelere karşı etkin ve dakik tepkisel taktikler geliştirebilme yeteneğimizi arttırırsak önümüzdeki sene çok daha etkin sonuçlar alabileceğimiz çok açıktır. Yakalanan militan çizgi, merkezi ve etkin taktikler geliştirebilme yeteneğindeki ustalaşma ile birleştikçe liseli direnişçilerin isyan dalgası da daha büyüyecektir.
29
Sosyalist Dayanışma / Mayıs 2011
6 ve 18 Mayıs: Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, İbrahim Kaypakkaya
ANILARI DEVRİMCİ KAVGAMIZDA YAŞIYOR!
Kuzey KARAHAN
Dünya çapındaki ’68 gençlik dalgası Türkiye’de hızla karakter değiştirerek siyasallaştı, bir devrim/iktidar kavgasına dönüştü. Hepi topu 4-5 yıllık bir sürece denk gelen bu zaman diliminde, çoğu 20 yaşın az üzerinde olan genç devrimciler partiler, cepheler, ordular kurdular. 30
71
Devrimciliği deyince üç önemli isim anılır. THKP-C önderi Mahir Çayan, THKO önderi Deniz Gezmiş ve TKP/ML önderi İbrahim Kaypakkaya. Her üç önder de 12 Mart faşizmine karşı direnişçi bir tutum ortaya koydular. Sonları, devletin kolluk güçlerince katledilmek oldu. Mahir çatışmada, Deniz darağacında, Kaypakkaya işkencede katledildiler. Devletin hesabı,
içine düştüğü ekonomik ve siyasal krizin faturasını “anarşi ve teröre” kesmekti; öyle de yaptı. Bir taraftan baskı yasalarını meclisten geçirip toplumsal muhalefeti bastırmaya çalışırken diğer taraftan genç devrimcileri katletti, işkencelerden geçirdi, zindana tıktı. 6 ve 18 Mayıs bu bağlamda, Türkiye Devrimci Hareketi (TDH)’nin önemli günlerindendir. 6 Mayısta Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan, bugün bile toplum vicdanında kapanmamış bir yara gibi duran bir siyasi kararla idam edildiler. İdam kararlarının hukuksal hiç bir temeli yoktu. Deniz’in dediği gibi “kelle istiyorlardı” ve aldılar. Bir yıl sonra 18 Mayıs 1973’te, kolluk kuvvetlerinin bir dağ operasyonunda yaralı olarak yakalanan İbrahim Kaypakkaya da ifade vermeyi reddettiği işkenceli sor-
gularda öldürüldü. Adı sonraki kuşaklara “ser verip sır vermeyen devrimci” olarak kaldı. Denizlerin, Mahirlerin, İbo’ların anıları hep saygıyla anıldı, kavgaları sonraki kuşakların kavgalarında sürdü. Bir Mayıs ayında daha, ’71’in öncü devrimcilerinden Deniz-YusufHüseyin ve Kaypakkaya’yı saygıyla anıyoruz. TDH’nin uzun bir durgunluk döneminden sonra yeniden doğuşuna tekabül eden ’71 devrimciliği toplumsal, devrimci bir dalganın ürünüydü. Dünya çapındaki ’68 gençlik dalgası Türkiye’de hızla karakter değiştirerek siyasallaştı, bir devrim/iktidar kavgasına dönüştü. Hepi topu 4-5 yıllık bir sürece denk gelen bu zaman diliminde, çoğu 20 yaşın az üzerinde olan genç devrimciler partiler, cepheler, ordular kurdular. Partilerinin tüzükleri, programları olamadı, merkez komiteleri bir kerecik olsun tam katılımla toplanamadı, orduları bir cephe açamadı; kimi daha dağ yolunda, kimi daha dağa yenice ulaşmışken katledildiler. Ama bütün bunlar “zaaftan” öte dalga devrimciliğinin karakteri; devrime inanç, kendine güven, mücadele kararlılığı ve azmi olarak algılanmalıdır. Bu özellikler bugün devrimci hareketin en erozyona uğramış yanlarıdır. Ve aynı zamanda bugün Denizleri Kaypakkayaları anarken, en öne çıkartılması gerekenlerdir de. Devrimci hareketin önemli yıl dönümleri geriye dönüp bakmamız, mücadelenin genel bir kritiğini yapmamız için de bir vesile oluyor. 2011 yılı, ’71 devrimciliğinin doğuşunun 40. yılı. Aynı zamanda Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın da 40. ölüm yıldönümü. Belki konuya yeniden dönülür ancak burada yeri gelmişken kısaca değinmekte yarar olacak. Çünkü Dr. Hikmet, ’71 devrimciliğinin hem “muhatabı” hem etkileyenidir.
TDH’nin ’71’deki “tarihsel talihsizliği” mücadele ve kuşak kopukluğudur. Onbeşlerin katli, Yeşil Ordu ve Halk İştirakiyyun Fırkası tasfiyelerinin ardından; yasaklar ve baskılar altında dar bir kadroyla mücadele etmeye çalışan; içerden ve dışarıdan provokasyonlarla sürekli tökezletilen TKP güç kaybederek zaman içinde yoğa dönmüş. Geride kalan üç beş inançlı kadronun mücadelesi sınıfın ve halk hareketini geri ve hareketsiz olduğu on yıllar boyunca dişe dokunur bir toplumsal karşılık yaratamamış. Buna karşın ardından gelen güçlü toplumsal dalga, taşları yerinden oynatmış, ezberleri bozmuş ve kendi yeni kuşak devrimcilerini yaratmıştır. ’71 devrimcilerinin düşünce ve davranışlarını, politikalarını ve mücadele tarzlarını ön belirleyen içinde doğdukları bu devrimci dalga oldu. Yeni kuşak, dalganın hızı ve coşkusuyla devrime ve iktidara ne kadar yakın olduklarını düşündüler. Geriye bakınca, elli yıllık mücadelede “pasifizmden” başka bir şey göremediler, “şaşırdılar”. “Bir şey yaratılamamış” olmasının sorumluluğunu “objektif şartlara” değil de eski kadroların “beceriksizliğine” yüklediler. Eski(ler)den öğrenilebilecek bir şey bulamadılar. Dr. Hikmet Kıvılcımlı “eskilerden” ayrı, çok özel bir yerde durmasına rağmen en sonunda, elli yıllık durağan, sığ bir dönemin devrimcisiydi. Üstelik en uyduruk suçlamalarla açılan davalarla mahkûm edilip uzun yıllar mücadeleden, toplumsal yaşamdan tecrit edilmiş. O da bu şartların devrimcisi. Elli yıllık kavga yaşamında ancak belli belirsiz kıpırtılar görebilmiş bir devrimcinin, devasa bir dalganın önünde tutuk, katı kalamayacağını kim iddia edebilir. Elli yıl sürekli polis takibi ve
Mayıs 2011 / Sosyalist Dayanışma
sızmalarıyla provoke edilen hareketin önder bir kadrosu olarak yeni, deneyimsiz kuşağı polis provokasyonlarından koruma amaçlı öneri ve önlemlerinin yer yer aşırı ihtiyata varmasında yadırganacak ne olabilir. “Talihsizlik” teorik ve örgütsel anlamda eski deney ve birikimlerin, yeni kadrolarla bir senteze vardırılamayışıdır. Çünkü sonraları –onca yıl strateji tartışıldıktan sonra- çok daha iyi anlaşılmıştır ki, Türkiye devriminin stratejisi Dr. Hikmet’in ’30’lardaki YOL çalışmalarında ortaya konulmuştur. Neredeyse istisnasız bütün solun tartışa tartışa vardığı yer de, üç aşağı beş yukarı orası olmuştur. Ancak sentez yaratılamamıştır, demek ki yaratılamayacaktı. Tarih yargılanmaz, anlaşılır. Dr. Hikmet her şeye rağmen ’71 devrimciliğinin en anlayanıdır da. Yeni kuşak devrimcileri tarafından kendisine’’revizyonist’’, ’’pasifist’’, ’’troçkist’’ vb. ’’eleştiriler’’ yöneltilmiştir ama ondan karşı bir yaftalama gelmemiştir. Anarşist, goşist, revizyonist vb. yaftalarını kullanmamış, hoşgörülü davranmış, eleştirilerini hep yapıcı tutmuştur. Deniz idam edilmezden önce de -diğerlerinden farklı olarakgruplar üstü ortak bir lider değerindeydi. Bu özelliği hep sürdü. Bugün de sadece devrimcilerin değil, sol dışı çevrelerin bile saygıyla andığı (kimi istismar amaçlı olsa da), içlerinde bir sahiplenme duyumsadığı bir değer olarak yaşıyor, yaşayacak. TDH’nin tarihinde “Poliste direnmek” dendiğinde (elbette daha nice adsız devrimci vardır) iki isim simgeleşmiştir. Dr. Hikmet ve İbrahim Kaypakkaya. İdeolojik farklılıklar ne olursa olsun devrimci onurun korunması anlamında iki önder kişiliktirler. Dr. Hikmetlerden Denizlere, Mahirlere, Kaypakkayalara, değerlerin ortaklığının bilincinde olmak, devrimci mirası ortakça sahiplenmek onların anılarına bağlılık olacaktır.
Üç Fidan, 6.Filo’yu Denize Döktükleri Yerde Anıldı
Devrimci gençlik önderleri Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan, katledilişlerinin 39. yıldönümünde anıldı. 6 Mayıs günü saat 16.30’da Galatasaray Meydanı’nda bir araya gelen yüzlerce kişi, Taksim Meydanı üzerinden Dolmabahçe’ye kadar yürüdü. Aralarında, SODAP, Liseli Direnişçi Gençlik’in de bulunduğu çok sayıda kurum, üzerinde Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in fotoğraflarının yer aldığı “Kavgamızda Yaşıyorlar” yazılı pankartın arkasında kortejler oluşturarak İstiklal Caddesi üzerinden önce Taksim Meydanı’na kadar geldi. Ardından Gümüşsuyu Caddesi’nde yol trafiğe kapatılarak 6. Filo’nun denize döküldüğü Dolmabahçe’ye kadar yüründü. Yürüyüş boyunca, “Emperyalistler, İşbirlikçiler, 6. Filo’yu Unutmayın”, “Yaşasın Devrim ve Sosyalizm”, “Devrim Şehitleri Ölümsüzdür” sloganları atıldı. Yürüyüşün ardından Dolmabahçe’ye gelen gençler, devrim şehitleri anısına saygı duruşundan bulunduktan sonra basın açıklaması yaptı.Anma, Adalılar müzik grubunun türkü ve marşlarıyla sona erdi.
Bursa’da: “Katil Devlet Hesap Verecek!”
Aralarında SODAP, BATİS, BDSP, DHF, SDP ve Partizan’ın bulunduğu kurumlar, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ı Bursa’da andı. 6 Mayıs günü saat 18.00’de Orhangazi Parkı’nda bir araya gelen kitle, Fomara Meydanı’na kadar bildiri dağıttı. Buradan Kent Meydanı’na kadar sloganlar ve halka dönük konuşmalar eşliğinde yüründü. Yürüyüş boyunca sık sık “Katil Devlet Hesap Verecek”, “Bedel Ödedik Bedel Ödeteceğiz” sloganları atıldı. Kent Meydanı’ndaki anma etkinliği devrim şehitleri için yapılan saygı duruşuyla başladı. Ardından ortak basın açıklaması metni okundu. Eylem, hep bir ağızdan söylenen marşlarla sona erdi.
Esenler’de Liseliler 3 Fidanı Andı
Esenler İbrahim Turhan Lisesi öğrencileri de katledilişlerinin 39. yıldönümünde Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ı gerçekleştirdikleri sokak gösterisiyle andı. 6 Mayıs Cuma günü, yaklaşık 100 kişilik liseli grubu okul kapılarının önünden sloganlarla yürüyüşe geçti. Yürüyüş boyunca Gün Doğdu Marşı’nı hep bir ağızdan coşkuyla söyleyen liseliler, “Denizler Ölmedi, Kavgamızda Yaşıyor”, “Devrim Şehitleri Ölümsüzdür” sloganlarını haykırdı. Esenler Dörtyol Meydanı’na kadar yürüyüşlerini sürdüren gençler burada bir basın açıklaması yaptı. Liseliler açıklamalarında, eşitlik, özgürlük ve adalet için Denizler’in yolundan yürüyeceklerini belirtti. Gençler, yapılan açıklamanın ardından sloganlarla eylemlerine son verdi.
Deniz, Yusuf, Hüseyin’i ve İbrahim’i saygıyla anıyoruz.
31
“Ben, hiçbir şahsi çıkar gözetmeden halkın mutluluğu için savaştım...” Hüseyin İnan
ANILARI DEVRİM VE SOSYALİZM MÜCADELEMİZDE YAŞIYOR! "Yaşasın Marksizm Leninizmin yüce ideolojisi!” “Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi!" Deniz Gezmiş
"Ben bu uğurda her türlü neticeyi göze alarak ve can bedeli bir mücadeleyi öngörerek çalıştım ve neticede yakalandım. Asla pişman değilim. Bir gün sizin elinizden kurtulursam gene aynı şekilde çalışacağım.” İbrahim Kaypakkaya