YAŞAYAN
MARKSİZM YIL:SAYI:3 FİYATI :10 TL
ELEŞTİREL BAKIŞ MUSTAFA BAYRAM MISIR BİTMEYEN TARİH ERSEN OLGAÇ PUSULASI PAOLA SPRIANO
I
I
‘KISA DERS’: KOMÜNİZMİN
SOSYALİST DEMOKRASİ YA DA
PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜ ÖZNUR AĞIRBAŞLI I 1917 DEVRİMİNİN BOĞULUŞU YUSUF ZAMİR
Yaşayan Marksizm Yerel Süreli Yayın Ortaklaşa Yayıncılık Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Erdal Çınar 847. Sk. No:14/201 Kemeraltı İzmir Yönetim Yeri Katip Mustafa Çelebi Mahallesi Tel Sok. No:28 Kat:3 Beyoğlu / İSTANBUL Tel: 0 (212) 2936220
Kapak Tasarım Harman Şaner Mizanpaj Mustafa Horuş
●
İÇİNDEKİLER
●
Eleştirel Bakış . ........................................................................................................... 5 Mustafa Bayram Mısır Bitmeyen Tarih........................................................................................................... 23 Ersen Olgaç ‘Kısa Ders’: Komünizmin Pusulası.......................................................................... 67 Paola Spriano Sosyalist Demokrasi ya da Proletarya Diktatörlüğü.............................................. 77 Öznur Ağırbaşlı 1917 Devriminin Boğuluşu....................................................................................... 97 Yusuf Zamir
Eleştirel Bakış İklim değişikliği ve Cochobamba Konferansı Çevre kirliliğini yaratan başlıca 25 ülkenin Kopenhag İklim Zirvesi’nde oluşturduğu ve kirliliğin asıl sorumluları olan ülkeleri dışarıda bırakan anlaşma karikatürünü kati olarak reddeden bir Konferans Bolivya Hükûmeti'nin desteği ile Cochobamba'da toplandı. Özlüer'in vurguladığı gibi, “Cochabamba, sadece iklim değişikliğinin sonuçlarının en yakıcı hissedildiği bir bölgenin adı değil; aynı zamanda Bolivarcı hükümetin de isyan bayrağının filizlendiği yerdir. Bu yönüyle konferansın burada toplanması bir yönüyle Bolivya’da sosyalizme geçiş programı açısından simgesel ve stratejik bir anlam taşımaktadır.”1 Simgesel ve stratejik anlamına uygun bir içerikle 20-22 Nisan 2010'da Bolivya'da gerçekleştirilen Cochobamba Konferansı, kimi tartışmalara sahne olmakla birlikte, başarıyla sonuçlandı. Konferans sonucunda Doğa Hakları Evrensel Bildirgesi yayınlandı. Günümüzde, kapitalist devletler ve onların “sivil toplum örgütleri” tarafından genel olarak görmezden gelinme eğilimi içinde olunsa da, Doğa Hakları Evrensel Bildirgesi (Bildirge), kapitalizmin yarattığı ekolojik kriz kapitalizmin kriziyle birlikte derinleştikçe daha çok tartışılacak. Gerçekten de Cochabamba Protokolü “Dünya halklarından 'iyi yaşam' düşünce ve pratikleriyle kabul görmüş Yerli İnsanların bilgi, bilgelik ve kadim pratiklerinin iyileştirilmesi, yeniden değerlendirilmesi ve güçlendirilmesini öneriyoruz” derken geleceği yerlicilikte arıyor gibidir.2 Şimdilik bu tartışmalara peşin hükümlerle ile bakmamak gerekir, Bildirge, küçümsenemeyecek ölçüde anti-kapitalist bir perspektife sahip görünmektedir. Günümüzde işçi sınıfı evrenselciliği, insanlar ve Bildirge'nin diliyle diğer varlıklar -ekosistemler, doğal topluluklar, türler ve Doğa Ana'nın bir parçası olan diğer tüm doğal varlıklar- arasındaki kozmopotolizmi veri kabul ederek bir önceki dönemin enternasyonalizmi içererek aşacak olan yeni bir kozmopolitik enternasyonalizmle kurulacaktır3. 1 2
3
Bkz. Fevzi Özlüer, “İklim Değişikliği, Yerelcilik ve Doğaanacılık”, Kolektif, sayı: 5, Haziran 2010, s. 20. Böyle bir bildirgenin yayınlanmasının başlı başına bir olumluluk olup olmadığı ise, kapitalizme karşı güçlerin, toplumsal muhalefetin de gündemi olmaya aday. Nitekim Ekoloji Kolektifi Derneği, Kolektif adlı bülteninin 5. sayısında bu tartışmanın Bolivya'daki yankısını aktarıyor. Kapitalizm karşıtlığının ekolojik mücadeleler içinde hala öne çıkarılması gereken bir gündem olduğunu, bu tartışmalar içinde de gözlemek mümkün. Kolektif, sayı 5 içinde, Richard Fidlerz, Pablo Stefanioni ve Hugo Blanco arasında geçen tartışmalara bkz. İşçi sınıfının kozmopolitanik enternasyonalizminin Marx ve Engels'teki erken kökleri için bkz. Michael Lowy “Marx ve Engels'in Kozmopolitizmi”, Ulusal Sorun, Enternasyonalzm ve Küreselleşme içinde ss. 7-23, çev. Nurcan Turan, İstanbul, Yazın, 2005.
5
Yaşayan Marksizm
Bu sayımızda Sosyalist Gelecek Parti Hareketi'nin iklim değişikliği ve ekolojik kriz karşısında mücadelelere dair kararını okuyacaksınız4. Kararda, Konferans, ekolojik krize temelli çözümü kapitalist üretim tarzına son verilmesinde gördüğünü; üretimin amacını kârda değil, toplumsal ihtiyaçlarda gören, ihtiyaçlar ile tüketim arasındaki dolayımın gerçekleşme düzlemi olarak piyasanın işleyişine son veren; insanlık ile doğa arasında uyumu esas alan, toplumsal tarihimizi doğanın tarihinin bir bileşeni olarak gören daha derin bir tarih bilinci üzerinde yükselen yeni –sosyalist- bir uygarlık için mücadele edeceğini teyit etti. Cochobamba Konferansı ile kabul edilen Bildirge'ye yöneltilen eleştirilerden en önemlisi, yukarıda da andığımız üzere, salt yerelci/doğalcı bir perspektifin kapitalizmi, kapitalist üretim tarzını gözardı ederek bildirgenin ruhunu kurduğu yönündedir5. Buna rağmen, Cochobamba Konferansı anti-kapitalist mücadeleler içinde hükûmet olmayı başarmış bir siyasal halk hareketinin, şu anda Bolivya'yı yöneten halkçı hükûmetin aşağıdan dinamiğini göstermekle kalmamış; genel olarak, iklim değişikliği ve ekolojik kriz karşısında kapitalist alternatiflerin sorgulanması bakımından da ciddi olanaklar yaratmıştır. Bu bakımdan, tüm yerelci kısıtlarına rağmen, Bildirge'yi ileri bir adım olarak nitelemekte ve 2. Maddesinde sayılan toprak ana ve tüm varlıkların “yaşama ve varolma hakkı; saygı görme hakkı; insani kaynaklı engellemelere maruz kalmadan bio-kapasitesini yeniden üretme yaşamsal önemi olan döngü ve süreçlerini sürdürebilme hakkı; kendine özgü kendi kendini kontrol eden ve kendi içindeki unsurlarla karşılıklı bağı olan bir varlık olarak kimlik ve bütünlüğünü koruma hakkı; bir yaşam kaynağı olarak su hakkı; temiz hava hakkı; vazgeçilmez bir unsur olarak sağlık hakkı; bulaşıcı kirlilikten, çevresel kir4
5
6
Sosyalist Gelecek Parti Hareketi, kısa süre önce topladığı bir Konferansla kendisini ilan etti. Konferans, bir yılı aşkın süredir Sosyalist Emek Hareketi, Sosyalist Cumhuriyet Kolektifi ve Sosyalist Demokrasi Kolektifi'nin bireysel olarak katılan sosyalistleri de içererek yürüttükleri ortaklaşma sürecinin birikimi üzerine toplandı. Konferans sonrasında, kökenlerinden bağımsız olarak bazı katılımcılar Konferans sonuçlarını tanımakla birlikte, açığa çıkan yürüyüş hattını eleştirerek yollarını ayırdılar. Bu, bir dipnotta geçiştirilebilecek bir konu değildir ve sürece katkı koyan ancak şu anda Sosyalist Gelecek Parti Hareketi içinde yer almayan yoldaşlar, süreçle ilgili görüşlerini kamuoyu ile paylaşmak istediklerinde, talep etmeleri halinde, dergi sayfalarımız 1. Meclis toplantısında belirlenen yol ve yordam içinde ilgili yoldaşların görüş ve eleştirilerine de açık olmaya devam edecektir. Ancak, fiilen ortaklaşma sürecinden kopan yoldaşların ne bu yönde bir talebi olmuştur, ne de yayınladıkları kısa deklerasyonu, kolektifin hukuku çerçevesinde ve 1. Meclis toplantısının önerilerine uygun şekilde yayınlamışlardır. Belirtilmelidir ki, biri hariç, bu sayımızda yayınladığımız kararlar, Konferansın genel bir mutabakatına dayanmaktadır ve biri hariç, son oylamada oybirliği ile ya da oybirliğine yakın bir çoğunlukla kabul edilmişlerdir. Kadın Konferansı ise ayrıca toplanmış; Kadın Konferansının aldığı kararlar, Konferansta okunmak sureti ile üzerinde görüşme açılmadan oybirliği ile kabul edilmiştir. 1 nolu dipnotta anılan yayında Fevzi Özlüer, “İklim Değişikliği, Yerelcilik ve Doğaanacılık” adlı yazısında, bu sorunu bütün boyutlarıyla inceliyor. Doğaanacılık perspektifinin kısıtlarını, Bolivya Hükûmeti'nin bu türden bir yerelcilikten beklentilerini ve bu beklentilerin sosyalizm yerine özgül bir kapitalist yeniden kuruluşa yol verip vermeyeceğini tartışan yazı, yine de umutla bitiyor: “[İklim Değişikliği ve Doğa Ana Hakları] Dünya Halkları Konferansı, kapitalizme karşı uluslararası bir mücadelenin yürütülmesinin zorunluluğunu ve bu mücadelenin gerçek başarı düzeyini göstermiştir. Bu haliyle, yerliciliğin bir tür evrensel karakter haline getirilmesine ve doğa-emek sömürüsünü görünmez kılmasına yönelik politik hattın gözümüzü kör eden ışıltısı arkasında dikkat kesilmemiz gereken husus, kapitalizme karşı mücadelenin; suyun, toprağın ve emeğin biricik özgürleşme zemini olduğunu bir kez daha göstermesidir. Hem de Kopenhag zirvesinin olanca basiretsiz sürecinin hemen ardından. Bununla birlikte, emek mücadelesini bir tür ekonomizme sıkıştırmadan, dillerin, kültürlerin, toplumsal bedenin yabancılaşmadan kurtuluşunun yegâne paydası olduğunu da bu konferanstan dolaylı olarak çıkarmak mümkündür. Bu haliyle ekoloji mücadelesini sınıf mücadelesinden ayıranlar, toplumsal hareketçiliğe indirgeyenler, çevre mücadelesi sananlar, kültürel bir renk olarak görenler; Bolivya’da dillerin, yerlilerin, doğanın, halkın özgürleşme yolunu daha dikkatli okumaları gerekir.”
Eleştirel Bakış
lenmeden, zehirli ve radyoaktif atıklardan arınmış olma hakkı; bütünlüğünü ya da yaşamsal ve sağlıklı bir şekilde işleyişini tehdit eder nitelikte genetik yapısıyla oynanmaması veya bozulmaması hakkı ve bu hakların insan faaliyetleri tarafından ihlalinin tam ve hızlı şekilde giderilmesi hakkı” gibi hakları üzerinde evrensel bir oydaşma sağlanana kadar tartışma ve mücadele etmenin sosyalist hareket bağlamında özgül bir sakıncası yoktur. Elbette, salt kapitalist gelişmeye muhalefetin kendi içinde bir toplum projesi ortaya koyma kapasitesi taşımadığını ve başka bir toplumun oluşması yönünde geniş çaplı bir toplumsal hareketlenmenin yaratılabilmesi için strateji üretemeyeceğini unutmadan. Bu unutuş temel soruyu ve sorunu yanıtsız bırakır: Üretimsiz büyük bir çoğunluğunun temel yaşamsal ihtiyaçlarının karşılanmadığı üç milyar insanın gereksinimini karşılamak mümkün müdür? Toplamda üretimin azaltılması gerektiğinde, ekosistemle uyumlu hale getirilmesinde hiçbir tartışma yoktur ama üretimin herkesin ulaşabileceği toplumsal ihtiyaçlar için sürüp gideceğinden kuşku duyan bir sosyalizme, başka türlü -doğaya gömülü- 'kalkınma' olasılıklarını baştan reddeden bir sosyalizme, ekososyalizm denemez. Ekososyalizm, insan ve doğa arasında varsayımsal bir uyum hayalinden hareket etmez; aksine, “insan ihtiyaçlarıyla ekosistemlerin kendilerine mahsus işleyişleri arasındaki gerilimi bilinçli, kolektif ve demokratik biçimde kontrol ederek toplum ve doğa arasındaki sorunlu ilişkinin yönetilmesi yönündeki maddi gereklilikten hareket eder.”6 Anayasa tartışması Dünyanın emekçileri ve ezilenlerinin gündemi ile Türkiye'deki sermaye güçlerinin yeniden dizilişinin yarattığı, AKP'nin tek parti devleti inşasına yönelen güçlü hegemonyacı hamleleriyle süregiden süreç arasında elbette hiçbir ilişki yok. En genel anlamda Türkiye solu Ergenekon adı verilen operasyonlardan beri bu sersemletici hegemonya hamlelerinin sersemliği içinde bir sağa bir sola savrulup duruyor. Bu konuya sıklıkla değinildiği ve hem liberal olanın hemde ulusalcı olanın nasıl serseme döndüğü ve bu sersemlik içinde tarih dışı bir “kuram çukurunda” debelenerek mazeretler uydurduğu hakkında aynı sıklıkla yazıldığı için, daha tarihsel bir bağlam içinde anayasa tartışmasının anlamı ile ilgilenmekte yarar var. Elbette bu tarihsel bağlam, Türkiye'de süre giden anayasa tartışmasının bağlamı ile sınırlı; yoksa, anayasacılık nedir, anayasalar nasıl tarih sahnesine çıktılar gibi tarihsel maddeciliğin sınıf mücadelesi bağlamı dışında anlamlandıramayacağı bir tarih ötesi tarih değil sözü edilen. Türkiye Cumhuriyeti'nin mevcut anayasası ve kurumları ile bir dönüşümün içerisinde olduğu öngörülebilir referandum sonucu ile iyice görünür hale geldi. 6
“Kapitalist İklim Değişikliği ve Görevlerimiz”, 4. Enternasyonal 16. Dünya Kongresi Kararı, Yeniyol, sayı:37-38, s.119.
7
Yaşayan Marksizm
Bu dönüşümün cumhuriyetin ideolojik temelleri ile küresel kapitalizmin gereklerinin, otoriter bir ılımlı İslam cumhuriyetinde yeniden harmanlanması biçiminde süreceğini öngörmek için kahin olmak gerekmiyor. Referandumda kabul edilen anayasa değişikliği paketi de bu dönüşümü gerçekleştiren siyasal güçlerin önündeki başta yargı olmak üzere kimi kurumsal engellerin aşılmasına yönelik, sonuçları itibariyle 12 Eylül Anayasasını aşmak yerine bu dönüşüme uyarlayarak yürütmeyi diğer erkler karşısında tek belirleyici haline getirecek bir içeriğe sahiptir. Bu dönüşüm süreci içinde, Türkiye Cumhuriyeti ya bir Kurucu Meclis eliyle Kürt Sorununun siyasal ve demokratik çözümünü sağlayarak bir sosyal cumhuriyet için adım atacak ve böylece yaşayacak ya da başlayan dönüşüm süreci içinde cumhuriyetçi ve demokratik ideallere karşı giderek yozlaşan, çoğunluğun iradesini temsil ettiği safsatasına dayanan tek parti diktatörlüğü altında kaçınılmaz sonuna, yok oluşuna varacaktır. Türkiyeli emekçilerin ve ezilenlerin tarihsel çıkarı, bir sosyal cumhuriyet olarak anayasal temellerini köktenci bir şekilde değiştirmek koşulu ile tam hak eşitliğine dayalı bir Türk-Kürt Cumhuriyeti olarak, Türkiye Cumhuriyetinin ademi merkeziyetçi temelde yeniden kurularak varlığını sürdürmesindedir. Kürt halkının çeşitli düzeylerdeki temsilcilerinin, Kürt özgürlük hareketi kurumlarının, TBMM’deki milletvekillerinin ve belediye başkanlarının Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkı bağlamında 1999’dan bu yana sistematik bir biçimde ileri sürdüğü Türkiye Cumhuriyeti’nin bugünkü sınırlarını esas alan ve bu topraklar üzerinde yaşayan halkların özgür siyasi birliğini savunan “Demokratik Özerklik” önerisi savaşa son verecek ve çözüm yolunu açacak ciddi bir perpektif içermektedir. Anayasa tartışması ancak bu genel bağlam içinde sosyalistler tarafından içeriklendirilebilir. Boykot taktiği Daha doktriner olanlarınca Lenin'den alıntılarla boykot taktiğinin neden uygulanamayacağına vurgu yaparak, çoğunluğunca AKP karşıtlığı gerekçesiyle hayırcı kampta yer alan sol; sosyalist hareketin anayasa tartışmasını bu genel bağlam dışında salt AKP karşıtlığı üzerinden yürütemeyeceğini referandum öncesinde çözümleyememişti. Sonrasında da çözümleyemedi. O nedenle, 13 Eylül günü karşılarına çıkan yeni hegemonya hamlesi karşısında, hayır çağrısı yapıp oy kullanmayı beceremeyen CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu'nun şaşkınlığını yaşadı ve “milliyetçi-muhafazakar tablo yine değişmedi” diye manşet attı. Bu çözümlemeye göre, referandum sonucunda ülkede “yüzde altmış sağ – yüzde kırk sol dengesi kemikleşti”7. Bir yazı işleri gafı değilse, bu 13 Eylül'de manşete yansıyan 7
8
BirGün Gazetesi, 13.09.2010.
Eleştirel Bakış
çözümleyememe hali, CHP ile olan tuhaf siyasi bağımlılık ilişkisinin dışa vurumundan başka ne olabilir? “Yüzde kırk sol”un içinde MHP'nin de olduğunu bir sır olmadığına göre, bu gaf değilse dil sürçmesine ne denilmesi gerektiğini, geçmişlerindeki anti-faşist mücadeleyle övünen aynı çevreye bırakmak en iyisidir. Halbuki, tarihsel bağlamı doğru çözümleyebilselerdi; 12 Eylül'e kadar Kürt Özgürlük Hareketi'nin demokratik özerklik talebi çerçevesinde geliştirdiği boykot taktiğini yaymanın, 13 Eylül'de peydahlanacağı açık olan burjuva siyasetindeki yeni hegemonya hamlesi karşısına dimdik dikilmek için gerçek bir olanak yarattığını kolaylıkla görebilirlerdi. Elbette burada, öngörüsüzlüğün ötesinde bir perspektif sorunu vardı ve hala da var. SGPH Meclisi, “anayasa değişikliği referandumunu boykot çağrısında bulunma ve referandum süresince bir sosyal cumhuriyet hedefi güden bir anayasa çağrısını propaganda etme ve politik tutumumuzu somut bir propaganda ve eylem planına büründürme”ye, tüm emekçileri ve ezilenleri sosyal bir cumhuriyeti ilan edeceğimiz kurucu meclis için mücadeleye; kurucu meclisi de sosyal cumhuriyet anayasasının temellerini kurmaya çağırdığında bu tarihsel bağlamı genelliği içinde çözümlemişti. Sosyal cumhuriyet için kurucu meclis Eski cumhuriyet AKP'nin hegemonya hamleleriyle çözülürken, sosyal bir cumhuriyet için anayasanın, mevcut meclisle yapılacağını varsayan hayır taktiği, objektif olarak Kılıçdaroğlu CHP'si gibi tersten de olsa mevcut meclisi kitleler nezdinde meşru kılarak, yeni hegemonyaya tarihsel meşruluk sağlıyordu. Halbuki, 12 Eylül Anayasasını çöpe atacak yeni anayasa toplumun tüm kesimlerinin, ama öncelikle emekçilerin ve ezilenlerin doğrudan temsilcilerinin yer aldığı, özel olarak da Kürt Halkının meşru temsilcilerinin adil şekilde temsil edildiği bir Kurucu Meclis tarafından yapılabileceği propaganda edilmeliydi. AKP’nin tek başına hazırladığı anayasa değişikliği paketinin, hazırlanma yöntemi bakımından antidemokratik ve tek parti iradesini yansıtmakta olduğu, öncelikli talebin Kurucu Meclis olduğu bu nedenle de sandığa gidilmemesi gerektiği vurgulanmalıydı. Ancak böylece, bugün de mücadele konusu olmayı sürdüren, meşru ve demokratik bir anayasa tartışmasına devrimci temelde yükselen bir propaganda eşlik edebilirdi. Çünkü: a. Cumhuriyet, ancak ve ancak alenen Sosyal Cumhuriyet olarak mümkündür: 1984’ten beri süren savaş, "Cumhuriyet" hakkındaki bütün düşleri yerle bir etti... Türkiye'yi bir Cumhuriyet olarak tanımamızı sağlayan bütün yaşamsal bileşenler, artık sadece "Sosyal Cumhuriyet" olarak mümkündür ve varlığını sürdürebilir. Sosyal Cumhuriyet, Cumhuriyetin temel amacının "sosyal kurtuluş" olduğunu samimi bir şekilde ve açıkça ilan eder ve böylece sosyal dönüşümün Komünal örgütlenme yoluyla gerçekleşmesini garanti altına alır. Önceki Cumhuriyet, kendisinden türeyen tüm fraksiyonların, nihai amaç olarak bölgesinde 9
Yaşayan Marksizm
alt-emperayalist heveslere herhangi bir kapitalist devletin iktidarına ayak basma hedefinde birleşmiş olan ılımlı İslamcı muhafazakarlar ile ulusalcı ve milliyetçi sağcıların, hatta şovenizme düşmüş ulusal solcuların tümünün emekçilere ve ezilenlere, özellikle de Kürt Halkına karşı anonim terörizminden başka bir şey değildir. Bu, bütün kirli işleriyle her zaman bir kapitalist devleti ayakta tutmaya yönelen sınıf hükümranlığın anonim terörüdür. b. Kürt sorununun barışçı ve demokratik bir biçimde çözüm yolunun açılabilmesi süre giden çatışmanın sonlandırmasını ön gerektirir. Çatışmanın sonlandırılması savaş sebeplerinin giderilmeye başlandığına dair somut göstergelerin görünür kılınmasıyla yakından ilgilidir. Bu bağlamda Kürtlerin kimlik ve varlıklarının tanındığının tescil edilmesi; ilk elde “bağımsızlığın teminatı” kabul edilen Lozan Antlaşması’nın, Türkçeden gayrı anadil sahiplerinin hak ve özgürlüklerini güvenceye alan bütün hükümlerinin ayrımsız ve şartsız uygulanması; savaş ve insanlığa karşı suçları dışarıda bırakan bir Genel Af ilanı; operasyonların karşılıklı olarak durdurulması; PKK silahlı güçlerini Türkiye sınırı dışına çıkartırken, devletin de “terörle mücadele” amacıyla bölgeye sevk ettiği güçleri asıl yerlerine döndürmesi; koruculuğun tasfiyesi ve taraflar arasında çok yönlü müzakerelerin başlatılması çatışmanın çözümü açısından yaşamsal önemdedir. Bu temel adımlardan sonra Kurucu Meclis’in hazırlayacağı meşru ve demokratik anayasanın nasıl olabileceği tartışmasına girilebilirdi: Bu anayasa, Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkının içinde gerçekleşeceğini öngördükleri “ademi merkeziyetçi” bir tarzda “Cumhuriyet”i yeniden kurmalıdır. Çoğulcu, çok kimlikli, özyönetimci, temel hakların yanı sıra ikinci ve üçüncü kuşak hakları da tanıyan demokratik bir yeni bir anayasayı ve bu anayasayı yapacak bir Kurucu Meclis’i öngerektiren bir rejim değişikliği yalnızca Kürt halkının değil toplumun büyük çoğunluğunun, emekçilerin, kadınların, Alevilerin de özgürlük ve demokrasi taleplerinin yükseltilmesi için elverişli bir siyasal çerçeve oluşturmaktadır. Meşru ve demokratik bir anayasa, Kürt halkının çeşitli düzeylerdeki temsilcilerinin 1999’dan bu yana sistematik bir biçimde ileri sürdüğü Türkiye Cumhuriyeti’nin bugünkü sınırlarını esas alan ve bu topraklar üzerinde yaşayan halkların özgür siyasi birliğini savunan “Demokratik Özerklik” önerisini içermek zorundadır. Demokratik Özerklik ile ne kast edildiği Demokratik Toplum Kongresi tarafından ifade edilmiş olup, bunun gerisine düşen bir anayasanın tarafımızca meşru ve demokratik olarak kabulü mümkün değildir. Kurucu Meclis’in yapacağı meşru ve demokratik bir anayasa, demokratik biçimleri yalnızca şeklen/lafzen değil, ruhen/amaç olarak da içermelidir: a. Demokratik biçimler, demokratik yönetim ve denetiminin açığa çıkış koşullarıdır. Sosyal Cumhuriyet”in temeli olacak anayasada, her türden yönetsel yetkiler halkın özyönetimine dayanan biçimler içinde devredilmeli ve halkın özdenetimine açık olmalıdır. 10
Eleştirel Bakış
b. Devletin merkezileşmiş olarak kullandığı ancak coğrafi-tarihsel-siyasal bakımdan yerelleşmiş bir topluluğu (köy, ilçe, il, bölge vd.) ilgilendiren yetkilerin tümü, demokratik bir özyönetim çerçevesinde oluşacak yerinden yönetim organları ile o topluluğa devredilmelidir. Benzeri şekilde Soysal Cumhuriyetin gerçekleşebilmesi için Cumhuriyetin tümünü ilgilendiren konularda -toplumsal zenginliğin adil paylaşımı için, pozitif ayrımcılığın sağlanabilmesi, toplumsal önceliklerin tespit edilerek toplumsal tercihlerin belirlenebilmesi vb. için- demokratik bir özyönetim çerçevesinde oluşacak merkezi yönetim organları ile halkın tümüne ait olmalıdır. c. Fransız Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin 16. Maddesinde belirtildiği üzere, “Anayasaya sahip olmayan toplumlarda, haklar güvence altına alınamaz ve kuvvetler ayrılığı gerçekleştirilemez.” Merkezi yönetimin esas denetimi halkın özyönetimi ve denetimi ise de, merkezi yönetimin kullandığı yetkilerin ister bir mecliste, ister bir kurulda, ister bir kişide toplanması demokratik ve meşru bir anayasa içinde kabul edilemez. d. Merkezi ve yerinden yönetimin temel ilkesi, kamu hizmeti olup, ister merkezi ister yerinden yönetim olsun, hiçbir yönetsel organ, çoğunluğun ya da halkın ya da başka bir soyut iradenin temsilcisi değildir; anayasada düzenlenmiş yönetsel organların tümü halkın özyönetimi ile oluşmalı ve kamu hizmeti temel ilkesine dayanmalıdır. Demokratik ve meşru bir anayasada, yargı dahil, hiçbir yönetsel organ, iktidar kullanma yetkisine sahip değildir; kamu hizmetini gerçekleştirmek için halkın özdenetimine açık şekilde örgütlenme/organize olma yetkisine sahiptir. Kurucu Meclis’in yapacağı meşru ve demokratik bir anayasa, esasen temel hakları içeren özgürlükler sözleşmesi ve ayrıca bunların gerçekleşmesi için kamu hizmetinin organizasyonuna dair temel ilkeler metnidir: a. Fransız Devrimi ile ilan edilen başta olmak üzere tüm hak bildirgelerinin ve ileri unsurlar içerin diğer uluslararası sözleşmelerin -İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve tüm Ek Protokolleri, BM Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi, BM Çocuk Hakları Sözleşmesi, Avrupa Sosyal Şartı, ILO Sözleşmeleri vb.- içerdiği haklar yanında, temel geçim koşullarının sağlanması, barınma, eğitim, sağlık, ekolojik yıkımın durdurularak insanların yaşanabilir ve sağlıklı çevresel koşullarda yaşaması hakları, Cochobamba’da kabul edilen Doğa Ana Hakları Bildirgesi, demokratik ve meşru bir anayasanın olmazsa olmaz haklar çerçevesinin ana başlıklarıdır. b. Demokratik ve meşru bir anayasa, temel hakları hukuksal eşitlik burjuva varsayımından türetmekle yetinemez. Emekçiler ile ezilenler lehine pozitif ayrımcılık ve de özellikle ekolojik yıkımın önlenebilmesi için mülkiyet hakkının pozitif ayrımcılık temelinde kısıtlanması, demokratik ve meşru bir anayasanın temel bir kamu hizmeti ilkesidir. Kapitalizmin tüm tarihinde görüldüğü üzere, bu ilke olmaksızın özgürlükler için kamu hizmeti organizasyonu sağlanamayacağı gibi 11
Yaşayan Marksizm
mülkiyet ilkesinin mutlak korunmasına dayalı anayasalar, tüm toplumun değil yalnızca egemen sınıfların tarihsel çıkarlarına hizmet ederler ve kamu hizmeti ile görevlendirilen ajanları, mülkiyet hakkının bekçileri olarak devlet iktidarının taşıyıcılarına dönüştürürler. Bu haliyle devlet, bir sınıfın hizmetindeki, tarihsel bir kötülük haline dönüşür. Devlet ve devrim Merkezine tüm bunları almayan ve isterse reform olsun, hiçbir kazanımın aşağıdakilerin mücadelesi olmaksızın gerçekleşemeyeceğini göz ardı eden ve sosyalist solu bölen anayasa tartışmasını, bir başka tartışmaya bağlamak mümkün. Bu sayımızdaki yazıların odaklandığı tartışmaya: Bir kurucu meclisin gerekliliğine dair propagandanın tarihsel sınırlarını gösteren sovyet demokrasisinin yükselişi ve çöküşü tartışmasına8... Sovyet demokrasisi ile; halka kendi üstünde durmayan, lafta kalmayan bir "hizmetkârlık" kurumu sağlanmış, daha doğrusu halkın gerçekten kendi kendisini yönetmesi ve yönetenlerle yönetilenler arasındaki farklılaşmanın sona erdirilmesini sağlayacak bir mekanizma kurulmuş olur. Böylesi bir demokrasi, parlamentarizmin biçimsel demokrasisinden çok daha derine giden bir temsil imkânı sağlar. Çünkü birinci olarak o, işçilerin seçmeleri ve seçilmelerinin önündeki ilk engeli, kapitalist özel mülkiyeti ortadan kaldırarak, ezilen sınıfı egemen sınıf haline sokan bir devrimin ürünüdür. İkincisi, yönetenleri halk, halkı yöneten haline getiren bir ilkeye dayanır: Temsilcilere işçiler kadar ücret vermek, onları her an geri çağırabilmek. Bu parlamentarizm eleştirisinin eksenini parlamentonun anti-demokratik karakterinin eleştirisi oluşturur. Demokrasiyi yönetilenler için bir hayale dönüştüren parlamentonun yerine, nüfusun asıl emekçi çoğunluğunun seçilmiş temsilcilerine dayalı meclisler işçi devletinin karakteristiğidir Lenin'e göre.9 Lenin Nisan Tezleri'nin sekizincisinde acil görevi, sosyalizmi “başlatmak” olarak değil, “toplumsal üretimi ve ürünlerin dağıtımını İşçi Vekilleri Sovyeti'nin denetimi altına sokmak” olarak tanımlıyordu10. Gerçekten de, Ekim Devrimi ola8
Bu tartışma, Yaşayan Marksizm'in 1. sayısında, Ertuğrul Kürkçü'nün “Komünist Manifesto: Teorinin Pratiği, Pratiğin Teorisi” adlı yazısının özellikle “devrim pratiğinin teoriye ettiği kötülük” ara bölümünde başlatılmıştı. Kürkçü, o yazıda, “Marx, Paris Komünü'nün sonuçlarını özetlerken, üzerinde en çok durduğu yönlerinden biri Komün'ün “parlamenter değil, çalışan bir kurul”, hem yasa yapan hem de yaptığı yasaları yürüten bir kurul olmuş olmasıydı. Bütün Avrupa'da bunun anlamını Lenin'den daha iyi kavrayabilmiş bir başka Marksist'in bulunabileceğini düşünmek zordur. Çünkü 1905 Devrimi sayesinde Lenin, Komün'e yaklaşan bir gelişmeye, 1905-1907 Sovyetlerinin imkanlarına ve bunların kudretine tanık olabilmişti. Lenin'in, Marx'la birlikte parlamentarizme itirazı, parlamentonun temsili bir kurum olmasından kaynaklanmaz. Tersine, “temsili kurumlar proletarya diktatörlüğü altında da vazgeçilmez”dir. İtiraz, parlamentoların yetkilerini hükümetlere devrederek, çıkarttıkları yasaların yürütülmesi üzerindeki bütün denetimlerini fiilen yitirmeleri ve bütün iktidarın “bürokratik-askeri makine”yi elinde tutan güce aktarılmasınadır. Bu, en tam burjuva demokrasisinde bile demokrasinin bir hayale dönüşmesinin başlıca nedenidir. Yasama ve yürütmenin birbirinden ayrılması ve her ikisinin de toplum karşısında bir imtiyaz kaynağı haline getirilmesinin karşısına Komün, halk temsilcilerinin ücretlerinin sıradan bir işçinin ücretiyle aynı olacak şekilde belirlenmesini geçirir. ” tespitini yapıyordu. Yaşayan Marksizm, sayı: 1, s.30. 9 Agy., s.30-31. 10 V. I. Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, çev. M. Ardos, Sol, Ankara, 1989, s.13. [Yalnız bu çevirideki
12
Eleştirel Bakış
rak bildiğimiz büyük devrim işçi ve asker vekilleri üzerinde yükselmişti ve Nisan Tezleri'nin aynı yıl yayınlanan Devlet ve Devrim broşürüyle birlikte önemi, bu meclisleri alternatif iktidar organları olarak işaret etmesinden doğuyordu. Nisan Tezleri, işçi ve asker sovyetlerinin yarattığı ikili iktidar durumunun “bir sovyet cumhuriyetine evrilmesini” öneriyordu. Bolşevikler, işçi vekilleri sovyetinin mümkün olan biricik devrimci hükûmet olabileceğini, yığınlara anlatmalı; burjuvazinin etkisinde kaldığı sürece yığınlara sabırla, ona dönmek geri bir adım olacağından “bir parlamenter cumhuriyetin” değil, “temelden doruğa kadar bütün ülkede işçiler, tarım emekçileri ve köylü temsilcileri sovyetlerinin bir cumhuriyeti”nin propandasını yapmalıydı11. Devlet ve Devrim'de ise, devletin sönümlenmesi gereğinden ısrarla söz ediyordu: Demek ki, kapitalist toplumda budanmış, yetersiz, yanlış bir demokrasiye, sadece zenginler için, bir azınlık için demokrasiye sahibiz. Proletarya diktatörlüğü, komünizme geçiş dönemi, sömürücü azınlığın zorunlu olarak baskı altında tutulmasının yanı sıra ilk kez halk için, çoğunluk için bir demokrasi yaratacaktır. Ancak ve yalnızca komünizm, gerçekten tam bir demokrasi sunabilecek durumdadır ve bu ne kadar eksiksiz olursa o kadar çabuk gereksiz hale gelecek, kendiliğinden sönüp gidecektir.12 Bu broşürün bu ve benzeri pasajlarında Lenin'in, Marx'ın, “gerçek demokrasi”de, başka deyişle, komünizmde siyasal düzeyin yitip gideceğine dair fikrini, komünizme geçiş sürecine de yayarak, özenle savunduğu görülür. Ancak Büyük Ekim Devrimi sonrasında yaşananlar, bu öngörüleri pek de doğrulamadı. Örneğin, benzer bir devletin sönümlenmesi stratejisini savunan Troçki, iç savaş yıkıntılarından hızlıca kurtulmak ve ekonomik büyümeyi hızlandırmak gerekçeleriyle emeğin üretiminin askerileştirilmesine dair tezlerini geliştirebildi. Bizzat Lenin, özellikle Kronştad'ta bir dizi baskıcı uygulamayı savundu ve gizli polisin kurulması dahil olmak üzere, daha önce yarı-sönmüş devlet olması gerektiğini ileri sürdüğü proletaryanın bu diktatörlüğünün sıradan bir diktatörlük olmasına bizzat yol verdi. SSCB'nin çökmesinden sonra, bugün bu konularda daha fazla kaynağa sahibiz.13 yedinci tezin Türkçe çevirisi ile İngilizce çevirisi arasında bir uyumsuzluk vardır; “bütün bankalar” ve “büyük bankalar” arasında sanırım Rusça'nın izin vermesinden kaynaklanan siyasal tercih farkı çevrilen teze yansıtılmış görünmektedir.] 11 Age, s.12. 12 V. I. Lenin, Devlet ve Devrim, çev. İsmail Yarkın- Süheyla Kaya, İnter, İstanbul, 1999, s.108. 13 Burada, içeriden olmayan, Amerikan akademilerinden çıkmış eserlere dair küçük bir kaynakça sunacağım. Ama ilk önce devrimci Marksist gelenek içinden yazılması nedeniyle daha 1990'da yayınlanan Samuel Faber'in Stalinizmden Önce: Sovyet Demokrasinin Yükselişi ve Çöküşü adlı eserini anayım. Zira, sovyet demokrasisinin bir tek parti iktidarına feda edildiğine dair çalışmalar, gerçek dışı değiller aksine çoğunlukla gerçeği yansıtıyorlar. Bu tek parti devletinin işlediği cinayetlerin bir dökümünü Ersen Olgaç'ın yazısında bulacaksınız. Daha genel bir bağlam sunması açısından Faber'e dönersek; eserin ilk bölümünde Faber, sovyet demokrasisinin hangi nesnel ve ideolojik nedenlerle saldırı altında kaldığını tartışıyor. Buna göre, sovyetlerin nesnel ve ideolojik kökleri, yapısal zayıflıkları, iç savaş ve savaş komünizmi uygulamaları, Bolşevikler ve köylü sorunu, Bolşeviklerin kurucu meclis karşısındaki tutumu, sovyetleri iktidar organları olarak güçsüzleştiriyor. Faber'in ikinci bölümde tartıştığı üzere, sadece sovyetler çökmüyor, çöküş esasen fabrika komitelerinde başlıyor ve böylece işçi denetimi de zayıflıyor. En sonunda sendikalar tümüyle
13
Yaşayan Marksizm
Özetle söylemek gerekirse, sovyet demokrasisinin bir yıldız gibi parladığını ve henüz parlamaya devam ederken, bizzat her aşamada esinlendikleri Fransız Devrimi'nin acı anısını her adımlarında hatırlayan Bolşeviklerin de iktidarı kaybetme korkusunun katkılarıyla hızlıca söndüğünü, sönenin yerini de Rus Devrimi'nin Thermidor'unun aldığını artık biliyoruz. Bu bilgi, Büyük Ekim Devrimi'nin değerini azaltmıyor ya da azaltmamalı. Artık sadece Fransız Devrimcilerin anıları değil Rus Devrimcilerin anıları da, dünya devrimcilerine yol gösteriyor; yaptıkları hataları tekrar etmemek için büyük bir hazine sunuyor. Diyebiliriz ki, başta Lenin-Troçki olmak üzere, 20. yüzyılın başındaki tüm devrimci Marksistler, Gramsci, Luxemburg, Liebnekcht ve adını anmadığım yüzlerce diğeri çağdaşımızdır ve her gün onlardan öğrenmeye, hatalarını eleştirmekten geri durmadan, devam etmek zorundayız. Lenin, Devlet ve Devrim'de savunduğu devletin sönümlenmesi fikri konusunda devrimden sonra ikircikliydi. İktidarın ilk yıllarında, Buharin'e verdiği bir yanıtta, “şimdilik kesinlikle devletten yanayız” diyordu. Liebman'ın aktardığı üzere, “Devlet tam olarak ne zaman sönecek? 'Bizim devletimizin nasıl söndüğünü görün demenin' zamanı gelmeden önce ikiden fazla kongre toplayacak zamanımız olacak daha. Şimdilik bunun için çok erken. Devletin sönüp yok olduğunu zamanından önce ilan etmek tarihsel perspektifi çarpıtır” kanısına evrildi14. Bu görüşün bir gerçeği ifade etmekle birlikte yarı sönmüş bir devlet olarak proletarya diktatörlüğü fikrinden diktatörlük olarak bürokratik diktatörlük fikrine sıçramayı kolaylaştırdığı da sır değildir; üstelik yıllar sonra madalyonun öteki yüzü göründü, sovyet bürokrasisi “komünizmin ilk aşamasına geçildiğini” ilan etti. Halbuki, aynı Lenin, kurucu meclise karşı çıkmış, sovyetleri devlet iktidarının temel organı olarak betimlemişti. Üstelik, konseycilik, sadece Rus Devrimi'ne has bir gelişme değildi; 1848'den başlayarak, 1871'de de burjuvazi işçi sınıfının karşısına sadece silahla değil oyla da çıkıyordu ve kurucu meclis karşısında komün, konsey, sovyet proletarya demokrasinin tarihsel olarak da öne çıkardığı organdı. Bütün dünyadaki sosyalist mücadeleler de bu temelde gelişmişti ve Rus Devrimi'nde sonra da Almanya'da, İtalya'da ve başka yerlerde bu temelde gelişmeye devam etti. Kurulacak yarı-sönmüş devlet sovyet demokrasisi olacaktı. Ancak, madalyonun diğer yüzü görünmeden çok önce, iktidar organı olan sovyetler yozlaştırılarak bir dizi yerde gizli polis denetimine sokulmuş, iç savaş ve savaş komünizmi uygulamaları Troçki ve Buharin gibi bir çok devrim önderinin militarize olmasını getirmişti. Sovyetlerden, daha 1921 yılı gelmeden ve Kronştad felaketi olmadan önce geriye kalan şey, yarı- resmi Komünizmin ABC'sinin parti denetimine giriyor. Basın özgürlüğünün ve sivil özgürlüklerin tartışıldığı diğer bölümlerde de, uygulamalar sandığımız kadar iç açıcı değil. Bkz. S. Faber, Before Stalinizm: The Rise and Fall of Soviet Democracy, Verso, London, 1990. Diğerleri için ise, I. Getzler, Kronstadt 1917-1921: The Fate of a Soviet Democracy, Cambridge University Press, Cambridge, 1983. L. H. Siegelbaum, Soviet State and Society Between Revolutions 1918-1929, Cambridge University Press, Cambridge, 1992. A. Rabinowitch, The Bolsheviks in Power, Indiana University Press, 2007. 14 Aktaran M. Liebman, Lenin Döneminde Leninizm Cilt 2, çev. O. Akınhay, 1992, s.20.
14
Eleştirel Bakış
yazarları Buharin ve Preobrajenski'nin nitelediği gibi “militarist bir proletarya diktatörlüğü”ydü15. Bunun silahlı işçi ve köylülerin anti-militarist çoğunluk yönetimi olarak sovyet demokrasisi ile pek ilgisi kalmamış bir yeni mekanizma olduğu, çok değil 1929'da Troçki tasfiye edildikten hemen sonra anlaşıldı ama artık 1930'ların tasfiyelerinden geri dönüş mümkün değildi. Kronştad İsyanı Kronştad konusunda Troçki'nin Wendelin Thomas'a, Meksika'dayken yazdığı 1937 tarihli mektup, “Kilise için uygun ama sosyalist cumhuriyet için uygun olmayan bir ilk günah teorisi oluşturuyorsunuz” cümlesiyle biter16. Lenin'in Kronştad için yazdıkları da hemen hemen Troçki'yle aynı eksendeydi. Bir dizi piyasanın -özellikle tarım piyasalarının- devlet denetiminde güçlendirilmesini de içeren yeni ekonomik politikayı (NEP) Sovyet halkına açıklamak için yazdığı “Sınıf Gerçeği” yazısı, bu isyan karşısında iki teze sahipti. İlki, Kronştad isyanında, burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin zeki lideri Miliukov, “içinde Bolşeviklerin yer almadığı bir Sovyetler” sloganını bilinçli olarak yayıyorlardı ve ikincisi, küçük burjuva sosyal-devrimcileri ve anarşistler de bu aynı sloganın peşinden giderek karşı devrim cephesine geçmişlerdi; eşitlik, özgürlük ve kurucu meclis istiyorlardı17. Bu biraz tartışmalıdır, köylüleri peşinden sürüklemeyi başaran sosyal-devrimciler kurucu meclis sloganını haykırıyorlardı ama Kronçtad'lı denizciler, “özgür sovyetler!” sloganından ötesine geçmemişlerdi18. Kronştad'ta isyan edenlerin talepleri şunlardı: 1. Bugünkü sovyetlerin işçilerin ve köylülerin isteklerini ifade etmediği gerçeği göz önüne alınarak, öncelikle bütün işçilerin ve köylülerin ajitasyon özgürlüğü ve gizli oy kullanma hakkı temelinde derhal yeni seçimlere gidilmelidir. 2. İşçilere ve köylülere, anarşistlere ve sol sosyalist partilere basın ve konuşma özgürlüğü verilmelidir. 15 Aktaran M. Liebman, age, s.34. 16 V. I. Lenin ve L. Troçki, Kronştad: Makaleler, Mektuplar, Ek Belgeler, çev. E. Oğuz, O. Akınhay ve M. Güneşdoğdu, Ataol, İstanbul, 1992, s. 78. 17 Age, s.55. Ayrıca şu sözlerde Lenin'e aittir: “Olay ne anlama geliyor? Bolşeviklerin elindeki iktidar, görünüşe göre Bolşeviklerin biraz sağında, hatta belki de daha 'sol'unda yer alan -yönetimi ele geçirmeye çalışan politik gruplaşmaların bileşimleri belirsiz olduğu için bu bilinemiyor- karışık bir kütlenin ya da birbirini tutmayan, uyumsuz bir topluluğun eli,ne geçmiştir. Aynı zamanda Beyaz generallerin önemli rol oynadıklarını hepiniz hiç kuşkusuz ki biliyorsunuzdur. Bu tümüyle meydana çıkmıştır. Kronştad olaylarından iki hafta önce, Paris gazeteleri Kronştad'ta bir ayaklanma olacağını ilan ediyorlardı. Bunun sosyalist-devrimciler ve dışardaki Beyaz muhafızların işi olduğu kesinkes açık; hareket de aslında bir küçük burjuva karşı devrimi, anarşist bir küçük burjuva hareketi boyutuna ulaştı. (...) Devrimi savunmak durumunda olduğumuz mevcut koşullar sorunlarımızın çözümünü inanılmaz ölçüde zorlaştırdı. Geniş çaplı üretimin bütün faydalarını göstermeyi başaramadık, çünkü üretim enkaz halinde ve varlığını güçlükle sürdürüyor. Bu durum, yalnızca yine küçük çiftçilerden fedakarlık yapmalarını isteyerek eski haline dönüştürülebilir.”, age, s.41-2, 44. 18 P. Avrich, Kronştad, çev. Gün Zileli, Versus, İstanbul, 2006, s.3. Kronştad isyancılarını ve taleplerini daha militan bir pespektif içinde savunan bir çalışma için ise bkz. İ. Mett, Kronştad 1921, çev. Ümit Altuğ, İstanbul, 1998.
15
Yaşayan Marksizm
3. İşçi sendikaları ve köylü örgütleri için toplantı özgürlüğü güvence altına alınmalıdır.19 (...) Lenin'in “Bolşeviksiz Sovyetler istemi” olarak andığı talepler ise, 7. Hiçbir partiye fikirlerinin propagandasında özel ayrıcalıklar verilemeyeceği ya da bu amaçla devletten mali destek sağlanamayacağı için (sovyetlerdeki -b.n.) bütün politik bölümler ilga edilmelidir. Bunların yerine devlet tarafından finanse edilen ve yerel planda seçilen kültürel ve eğitsel komisyonlar kurulmalıdır. (...) 10. Bütün ordu dallarındaki Komünist savaş müfrezelerinin yanısıra, fabrika ve atölyelerde iş başında bulunan Komünist muhafızlar ilga edilmelidir. Böyle muhafızlar ya da müfrezeler, gerekli görüldüğü takdirde, askerlerce atanmalı ve fabrikalarda işçilerin kararlarına göre belirlenmelidir.20 (...) Bu taleplerden son ikisinin, hele de üç Bolşevik, Geçici Devrimci Komite tarafından rehin alındıktan sonra21 Bolşeviklerin kabulüne mazhar olmayacağı açıksa da, diğerlerinin çoğu, İşçi Muhalefeti'nin talepleriyle aynıydı. İşçi Muhalefeti, Troçki'nin emeğin üretiminin militarize edilmesine dair tezleri yerine, nicedir fabrika komiteleri komiserokrasilere terk edildiğinden, sendikaların özerkleştirilmesi yoluyla işçi özyönetimi ve denetiminin ileriye taşınabileceğine dair bir inanç taşıyordu22. Lenin, bu iki tez karşısında “onlar grubu” diye bilinen orta yolcu bir yönelimi savunmuştu. Aslında, Kronştad'ta dile gelen talepler işte bu İşçi Muhalefeti'nin talepleriydi. Bu bakımdan da Kurucu Meclis en az Lenin kadar Kronştad'ın uzağındaydı. Kronştad'ın kanlı bir şekilde bastırılması, Ekim Devrimi'nin yetmiş yıl sürecek ve nihayet kapitalizme dönüşümle sonuçlanacak Thermidor'unun başlamasına neden oldu. Bu dönem, içinde Çin Devrimi, Küba Devrimi, 1968 varsada toplamda, dünya devrimci hareketinde Marksizmin ve işçi sınıfı enternasyonalizminin yabancı olduğu bir ulusal Marksizmler yaratmanın da Rus Marksizmi diye bilinen Stalinist vulgerasyonla birlikte yayılmasına vesile olduğu uzun bir karanlık dönemdir. Bunun etkileriyle halen mücadele ediyoruz. Kronştad'ın tarihteki ilk büyük işçi devriminin Thermidor'u mu olduğu, “Kronştad'ın Bolşevikler için devrim tarihinde acı dolu bir sayfayı, 'trajik bir zorunluluğu' mu 19 20 21 22
16
Avrich, age, s.66. Mett, age, s.59. Avrich, age, s.67. Mett, age, s.60. Avrich, age, s.78. Sovyet demokrasinin yükselişi ve çöküşü üzerine anarko-sendikalist bir değerlendirme ve İşçi Muhalefetinin yürüttüğü mücadele için bkz. M. Brinton, Bolşevikler ve İşçi Denetimi: 1917'den 1921'e Devlet ve Karşı Devrim, çev. Necmi Erdoğan, Ayrıntı, İstanbul, 1990. Bu değerlendirmeyi büyük oranda tekrar eden Yusuf Zamir imzalı bir makaleyi bu sayımızda bulacaksınız. Bu yazıdaki görüşler, diğer (bu satırların yazarı dahil) görüşlerde olduğu gibi sadece yazarını bağlıyor. Daha farklı bir değerlendirme için, yine bu sayıda, Ersen Olgaç imzalı makaleye bakabilirsiniz.
Eleştirel Bakış
temsil ettiği”23, sosyalist demokrasi üzerine, devlet ve devrimci siyaset üzerine, devrimci Marksizmin çözümleme yöntemi üzerine ve en nihayet toplumsal kurtuluşa yönelen bir siyasal hareketin siyasal programının ne olması gerektiği üzerine bir dizi başka tartışmayı daha beslemeye dolaysızca devam etmektedir. Son dönemlerde, özellikle SSCB yıkıldıktan sonra arşivlerin açılmasıyla ele geçen belgeler üzerinden yapılan yeni çalışmalar, bu konularda bizi daha fazla öğrenmeye ve daha sık düşünmeye kışkırtıyor24. Burada sorun, Kronştad'ın bastırılma biçiminin Thermidor'un başlamasına açıkça vesile olmasından doğmaktadır. Yoksa, Lenin-Troçki ve çağdaşlarının Kronştad'taki isyana yaklaşımlarında, iktidarı yitirmemek, Beyaz generallerin ve Rus göçmenlerin isyanda rolü olabileceği kuşkusu ve buna dair elde edilen duyumlar vd. ileri sürülerek haklılık payları olduğu elbette ileri sürülebilir. Ancak bu haklılık iddiasına itibar etmesi gereken biz bugünün devrimcileri olamayız; işçi ve asker sovyetlerinin yukarıda saydığımız taleplerine baktığımızda, bunu yapamayacağımız iyice belirir. Hele de Kronştad'tan sonra, sol sosyal-devrimciler başta olmak üzere bütün muhaliflerin hiç bitmeyecek şekilde tasfiye edilmeye başlandığını öğrendiğimizde! Daha da fazlası; kitap sansür komisyonunun kurulduğu ve kitap sansürlemek üzere çalıştığı hakkında fikir edindiğimizde!25 Lenin ve işçi köylü denetimi (İKD) Yine de yapmamız gereken şey Lenin-Troçki'yi bir Robespierre kılığında düşünmemektir. Lenin-Troçki, işçi sınıfı devrimcileriydi ve Stalin döneminde kurumlaşan ve Komünist Enternasyonal kapatıldığı için SSCB Dışişleri Bakanlığından ve de KGB üzerinden yayılan bürokratik ideoloji ile aralarında mutlak karşıtlık değilse de, çok önemli bir açı vardı. Örneğin Lenin'in ölmeden yazdırdığı makalelerden biri, “İşçi Köylü Denetimi İçin Neler Yapmalıyız?” başlığını taşıyordu. Makalede, Dışişleri Halk Komiserliği dışında tüm devlet aygıtının geçmişin bir uzantısı olduğunu, belirgin bir değişim geçirdiğinin söylenemeyeceği tespit ederek, şöyle yazıyordu: Bu İKD reformunu zihnimde şöyle canlandırıyorum: MK üyelerine ek olarak, partinin MK'sine, dürüstlük ve bağlılıkları açısından güvenilirlikleri tam olarak kanıtlanmış elli-yetmişbeş işçi ve köylü seçilecek. Aynı zamanda, İKD kadrosu sonunda (en sonunda!), bir kısmı genel olarak İKD çalışmalarında en deneyimliyani, üstün yetenekte uzmanlardan kurulu aygıtımızın genel yönetimi konusunda en bilgili ve ofis işlerinin düzenlenmesine ilişkin kurallar ve sorunlara, gözetim ve soruşturma yöntemlerine ilişkin bilgisi olup devlet aygıtımızı da tanıyan, bir kısmı da, salt sekreterlik kadrosunda, yardımcı kadroda çalışacak birkaç yüz kişiye indirilmelidir.26 23 24 25 26
P. Frank, “Giriş”, Lenin-Troçki, Kronştad, age. içinde, s.35. Bkz. 4 nolu dipnot. Bkz. Faber, age, s.104 vd. V. I. Lenin, Lenin'in Son Kavgası, çev. M.D. Topçu, Öteki, Ankara, 1999, s.303.
17
Yaşayan Marksizm
Halbuki, sovyet demokrasisi kitlelerin yönetsel süreçler içinde eğitimi bakımından da muazzam olanaklar yaratmıyor muydu? Lenin'in bu görüşleri, parti içinde iyice yerleşen ve sadece devlet aygıtını değil, fabrika ve sendikaları da bir devlet aygıtına dönüştürerek yöneten komiserokrasi tarafından dikkate alınmadığı gibi, sovyet demokrasinin de sonuna işaret ediyordu. Victor Serge, Bir Devrimin Kaderi'nde Rusyayı bir sovyet demokrasisi olarak görmeyi çoktan bırakmış, Rusya'nın geçmişi SSCB'nin bugünü üzerinde ağır basıyor diye yazıyordu: “[Devrimin bu-b.n.] başarısızlığında en önemli olan şey, eski Rusya'nın etkisidir. Tarih oluşumunun yol açtığı faktörler, şaşırtıcı bir güçle çalışmaya devam ediyor. Politik gelenekler içerisinde, özellikle devamlılık korkunç. Kötü yürekli ve cahil olan, gerçekte geçmişe yönelik olsa da, Çar sessiz Aleksi Mihailoviç, Korkunç İvan Vasiliyeviç, aslında Kaçık, Acımasız, Dalavereci, Barbar Büyük Pier, Medeniyetçi Birinci Nikolaların Rusayasına karşı savaşmaya çalışan eleştirmenler bana bunu sosyalizme atfetmektedirler.”27 Bugün bu kaderi daha kolaylıkla çözümleyebilmeli, ardında gururu kırılsa da hâlâ “büyük” Rus şovenizminden başka bir şey bırakamamış olmasına da şaşırmamalıyız. Komünist Enternasyonali kapatıp, Milletler Cemiyeti'ne “Büyük Rus”u yeniden sokmayı meziyet sayan bir bürokratik diktatörlüğün sonu başka ne olabilirdi ki? Elbette bunun o zamandan öngörülebilmesi mümkün değildi. Troçki, devrimin temelinin sağlam olduğunu, işçi devletinin kurulduğunu, burjuvazi iktidarı alsa bile, bu sınıf tarafından erkin ele geçirilmesinin “mümkün ve sürekli olamayacağını”, “çünkü bürokratik diktatörlüğün toplumsal içeriğinin proleter devrimi tarafından yerleştirilmiş üretim ilişkileri tarafından belirlendiğini” düşünüyordu28. Başta Mandel olmak üzere, bütün Dördüncü Enternasyonal geleneği bu görüşleri izledi; Mandel, son ana kadar SSCB içinde bir politik işçi devrimi bekliyordu. Bu politik devrim bürokratik diktatörlüğü yıkacaktı. Tony Cliff, Rusya'da Devlet Kapitalizmi adlı bilinen çalışmasının ekinde Troçki'nin yozlaşmış işçi devleti tanımlamasını, “işçi sınıfının denetimi altında olmayan bir devlet işçi devleti olamaz” ilkesi üzerinden eleştirdi29. Lenin'e, devlet kapitalizmi kavramı yabancı değildi, 1918'de “Devlet kapitalizmi Sovyet Cumhuriyetimiz'de var olan duruma göre bir ileri adım olacaktır. Cumhuriyetimiz'de yaklaşık altı aylık bir sürede devlet kapitalizmi kurulmuş olsa, sosyalizmin bir yıl içinde yerinin sağlamlaşacağı ve ülkemizde yenilemz olacağının kesin bir güvencesi, dolayısıyla da büyük bir başarı olurdu.”30 diye yazıyordu. 13 Kasım 1922'de Komünist Enternasyonal Kongresinde yaptığı konuşmada da, yeni ekonomi politikasından söz ederek, “bir sosyalist form olmasa da devlet kapitalizmi bizim ve Rusya için daha işe yarar bir form olacaktır”31 önermesini devam ettirdi. Elbette buradan Tony Cliff'in anladığı anlamda SSCB'nin devlet kapitalisti 27 V. Serge, Bir Devrimin Kaderi, çev. M. Cengiz, Pencere, İstanbul, 1997, s.212. 28 Aktaran Serge, age, s.210. ve bkz. T. Cliff, Rusya'da Devlet Kapitalizmi, çev. A. Saffet ve T. Kaya, Metis, İstanbul, 1990, s.219 vd. 29 Cliff, age, s.219. 30 Lenin, age, s.108. 31 Age, s. 109.
18
Eleştirel Bakış
olduğu sonucunu çıkmaz; aksine, Lenin, devlet kapitalizmi içinde kontrollü piyasanın sosyalist ekonominin esasını etkilemeyeceği fikrine sahipti. Bunun ne denli bir Marksist fikir olduğu son derece tartışmalıdır; çünkü Lenin, devrimin güvencesi olarak şunları görüyordu: Ülkemizde başlatmış olduğumuz devlet kapitalizmi özel bir oluşumdur. Genel devlet kapitalizmi kavramına uymaz. Tüm ana mevzileri tuttuk. Toprağı aldık, toprak devlete aittir. (...) Bu çok önemlidir. (...) Ticaret konusunda, karma şirketler kurmaya çalıştığımızı, bir kısmı özel sermayeye -ve yabancı kapitalistlere- bir kısmı da devlete ait olan şirketler kuruyor olduğumuzu tekrar vurgulamak isterim.32 Aynı dönemde, kapitalist restorasyonun mümkün olduğunu ileri sürenler vardı. Ama Lenin, aktardığım üzere, önemli mevzileri tuttuklarını düşünüyordu. İki kaygısı vardı, ilki, geri bir ülkede bir köylü ülkesinde devrim yapmış olmak ve ikincisi, eski devlet mekanizmasını devralmak: “Eski devlet mekanizmasını devraldık ve şanssızlığımız da bundan kaynaklandı. Çok sıklıkla bu mekanizma bize karşı işlemektedir. 1917'de iktidarı ele geçirmemizin ardından hükûmetteki kadro bize engel oluşturdu. Bu bizi çok korkuttu ve 'lütfen geri dönün!' diye yalvardık. Hepsi geri geldi ama bu bizim için talihsizlik oldu.”33 Lenin, Devlet ve Devrim'i yazdığında halkın yönetemeyeceğini söyleyenleri sert bir dille kınıyordu. Ama bir köylü ülkesinde iktidara geldiğinde, proletaryanın öncü partisinin en önde gelenlerinden biri olarak, elbette Robespierre değildi ama sendromunu aşamadı. Bugünde hemen hemen temayüz etmiş her devrimcide bu sendrom, söz konusu olan bizim gibi devrimci hareketin kitlelerle hemhal olmadığı bir coğrafya olduğundan küçük örgütlerin küçük koltukları içinde devinmekte ise de bir şekilde sürüyor. Lenin'i biraz da böyle hatırlamak, bu sendromlarla mücadele ederken, geçmişin başka bir biçimde parlamasına ve önümüzün daha da aydınlanmasına hizmet edebilir. Sonuçta, Lenin, evet mujiklerden korkuyor ve onlara ekmek vererek iktidarda kalmayı köylü-asker-işçi sovyetlerinin kendi iktidarını tehdit eden demokrasisine yeğ sayıyordu: İktidarda kalamayacaklarından korkmuştu ve sırf bu korkudan, Çarlığın devlet aygıtının partiyle hemhal olmasını seyretmiş, Kronştad'ta isyanın anlaşılması değil bastırılması cephesinde yer almış ama sonunda MK'ya yüz işçi alarak işçi denetimini -en azından- parti bünyesinde güvenceye almak istemişti. Kronştad'ın üçüncü isyanından çok önce İşçi Muhalefeti'nin taleplerini dinleyebilirlerdi, demiyorum elbette... Sadece olduğu gibi hatırlamakta, gelişecek hareketin tarihsel bilincinin kurulması süreçleri bakımından oldukça yarar görüyorum. Sonuçta bu, eğrisi ile doğrusu ile bizim tarihimizdir! Ve devrim, hâlâ günceldir...
Mustafa Bayram Mısır 32 Age, s. 119. 33 Age, s. 120.
19
Yaşayan Marksizm
Geçen sayımızda "Eleştirel Bakış"ta "Kozmik Keramet" adlı şiiri yayınlamıştım. Bu şiiri yayınlanmış olmam Kadın Meclisimiz tarafından kınanmış ve SPGH'li Kadınlar bir kınama metni hazırlamıştır. Kadın Meclisi'nin yayınlamaya karar verdiği metni, aynı yerde, olduğu gibi yayınlıyoruz:
CİNSİYETÇİ KÜFÜR CİNSEL ŞİDDETİ MEŞRU KILAR Bu yazı, Yaşayan Marksizm’in ikinci sayısında yer alan Mustafa Bayram Mısır’ın Tekel direnişi konulu yazısında kullandığı Kozmik Keramet adlı şiirin eril/cinsiyetçi söylemine itirazımızı dile getirme ihtiyacından doğdu. Yaşayan Marksizm sosyalizmin teorik meselelerini çözümleme iddiası taşıyan bir yayın ve içinde bir şiirin yer alması istisnai bir durum. Eklenen dipnotta, Kozmik Keramet Tekel işçilerinin direnişiyle ilişkilendiriliyor ve ikibinli yılların “deneysel” şiirinin politikleşme olanaklarını gösterdiği için övülüyor. Şiir “Ahmet siyasi bir tespit yapıyor” diye bittiğine göre, politik bir içerikle karşı karşıya olduğumuzu düşünüyor ve buradan hareketle politik bir eleştiriye girişiyoruz. Kozmik Keramet, enformel işlerde çalışarak geçinmeye çalışan Ahmet adlı bir emekçinin hayatını ve onun gerçeğine tamamen kayıtsız kalan burjuva kurumlarını anlatıyor: Ahmet çöp topluyor, porno film ve korsan kitap satıyor, karısını gündeliğe “gönderiyor”, bu arada çok çocuk “yapıyor”. Oysa “ÇYD raporları nüfusun kontrol altına alınmasını istiyor”. Ahmet ÇYD’ye, Tüsiad’a, büyükelçilere vb. tepkisini söverek dile getiriyor. Şiir, yukarıda da belirttiğimiz gibi, Ahmet’in politik bir tespitte bulunduğunu ileri sürerek sona eriyor. Bu sövgünün politik bir anlam taşıdığında hemfikiriz. Fakat “sosyalist” politikalarla ilgisini kurmakta güçlük çekiyor ve cinsiyetçi politik bağlamının açıkça görülebildiğini düşünüyoruz. Kozmik Keramet tam da eleştirdiğimiz ve mücadele ettiğimiz eril/cinsiyetçi dili yeniden üretiyor, hatta "feministler bizi bir seferliğine affedecek" diyerek feministleri hedef tahtasına oturtuyor. Bu tutum, "halktaki cinsiyetçi eğilimlerin ve kültürün deşifre edilmesi" veya "cinsiyetçi dile karşı duruşun estetize edilmesi" gibi gerekçelerin arkasına sığınamaz. Çünkü erkeklerden ibaret ve erkeklik kurgusu üzerine inşa edilmiş bir "halk" tanımlaması doğru olmadığı gibi, güya dil ile araya bir mesafe koymuş olmanın verdiği 'entelektüel' rahatlık ve erkeklik konumunun bahşettiği üst perdeden konuşma haliyle cinsel şiddete davetiye çıkaran küfür hoş görülemez. 20
Eleştirel Bakış
Cinsel şiddet ve onu meşru kılan cinsiyetçi dil, ne yazıda kullanılan şiirin ima ettiği gibi sınıfsal bir başkaldırıyı dile getiriyor, ne de modernleşmecilerin ileri sürdüğü gibi, eğitimsizlikten ya da eski toplumlara ait tasfiye edilmemiş alışkanlıklardan kaynaklanıyor. Erkeklerin kadınlar üzerindeki egemenliğini ve çıkarlarını devam ettirebilmesinin -erkek egemen sistemin/patriyarkanın- bir aracı ve mekanizması olarak kullanılıyor. Birbirini yeniden üreten patriyarka ve kapitalizm kadınları, sokakta, evde ve işte şiddet eylemleriyle sürekli boyun eğmeye zorluyor. Türlü mitlerle ve yalanlarla beslenen bu “politika”nın, burada ayrıntılarına giremeyeceğimiz bariz ekonomik temelleri var. Cinsiyetçi dil ve söylem bunun bir parçası olmakla kalmıyor; “gündelik şiddet”i olumluyor ve olağanlaştırıyor. Sosyalizmin basit bir iktidar değişikliği değil, büyük bir alt üst oluş olduğunu; sınıfsal ilişkileri olduğu kadar cinsiyetler arası ilişkileri de dönüştürmeyen bir devrimin insanlığın kurtuluşunu sağlayamayacağını düşünüyoruz. Nasıl ki bir sosyalist olarak sınıfsal sömürüye karşı mücadele ediyorsak -feminist olalım ya da olmayalım- bir kadın olarak da cinsel şiddeti meşrulaştıran cinsiyetçi dil karşısında sessiz kalmıyoruz ve affetmiyoruz. Sosyalist Gelecek Parti Hareketi (SGPH) konferansında alınan aşağıdaki kararı da hatırlatıyoruz: “SGPH kadına yönelik her türlü erkek şiddetine karşı her alanda yürütülen mücadeleyi destekler, kadınların mücadelesi sonucunda oluşmuş/oluşacak talepleri gündemine alır ve savunur. Cinsiyetçi tüm tavır, söylem ve pratiklere karşı tutum almanın tüm üyeler tarafından benimsenmesini hedefler.”
SGPH'li kadınlar
21
Bitmeyen Tarih1 Ersen Olgaç “Burjuvazinin çığırtkanları şu deyimi pek severler: ‘Ölenler hakkında ya laf etmeyin, ya da iyi şeyler söyleyiniz.’ Fakat proletaryanın, ister yaşasın isterse ölmüş olsun siyasete girenler hakkında gerçeği bilmeğe ihtiyacı vardır.” (Lenin)
G
eçen yüzyılın ilk çeyreğinde, insanlık ilk kez sınıfsız ve özgür bir dünya özlemini gerçeğe dönüştürmenin eşiğine yaklaşmıştı. Ekim Devrimi’nin yarattığı coşku dünyanın siyahlarını, beyazlarını ve sarılarını tek bir hedef için, baskısız, sömürüsüz bir gelecek için, dünya devrimi için Üçüncü Enternasyonal’in sancağı altında toplamaya başladı. Ancak beş kıtada milyonlarca emekçiyi kucaklayan bu devrimci atılım, Üçüncü Enternasyonal’in ilk dört kongresinden sonra, ‘sosyalizmin vatanı’nı savunmaya dönüştü. Yetmiş yıla yakın bir süre yaşanan bir yığın dalgalanmalardan sonra, Ekim Devrimi’nin son kalıntıları da tarih sahnesinden silindi. Ekim Devrimi’nden sonra Lenin, ilk kurulan Bolşevik hükümetin tüm Avrupa’nın en entellektüel hükümeti olmasından gururla söz ediyordu. Eşit olmayan ve birleşik gelişme yasasının doğal bir sonucu olarak, Avrupa’nın en geri ülkesi, en gelişkin ve ileri devrimci önderleri yetiştirebiliyordu. Avrupa’nın en ileri ideolojisi Rusya’ya, en ileri teknolojisi de Amerika’ya ihraç edildiği için bu sonuca ulaşıldı. 1
Bu yazının ilk versiyonu 1998 yılında kaleme alınmıştı. Herhalde aradan geçen yıllar, yazının özünü eskitmediği için olacak, arkadaşım Gün Zileli’nin isteği üzerine kimi yerlerini değiştirdiğim ve eklemeler yaptığım, bu yeni versiyon gündeme geldi. Sanıyorum Gün Zileli’nin bu yazıyı kitabına alması, Sovyetler Birliği’nin ve Doğu Avrupa’daki bürokratik diktatörlüklerin yıkılışı ile, kimi ”komünist” ve sol çevrelerdeki şaşkınlığın yerini yüzsüzlüğe terkederek hiç birşey olmamış gibi siyaset yapma cüretine karşı, genç kuşaklara bir ibret belgesi sunma gereksinmesi duymasındandır.
23
Yaşayan Marksizm
Ama bu ileri ideolojinin ürünü olan devrimci süreci izleyen döneme damgasını vuran, o geri ülkenin ileri önderleri değil, geriliğin bizzat kendisi oldu. Plekhanov tarihte kişilerin rolünü incelerken, belirli politik görevin yerine getirilmesi için tarihsel koşulların o görevleri yerine getirecek önderleri de yarattığını vurgular. Ekim Devrimi dönemi Lenin, Troçki, Radek, Buharin, Lunaçarski, Rakovski gibi önderlere gereksinme duyuyordu ve onları ön plana çıkaracak koşulları yarattı. Daha sonraki tarihsel dönem de kendine uygun, daha doğrusu layık önderleri öne çıkardı. Yoldaşları, muhalifleri ve çağdaşları tarafından hiçbir şekilde büyük bir lider, ya da Bolşevik önder sıfatına layık görülmeyen Stalin, bunların başında gelir. Eserler adı altında yayınlanan ciltler incelendiğinde, Marx’ın Kapital’i ile hayatının sonlarına doğru tanıştığı kanıtlanabilir. Marksizm adı altında geliştirdiği vulgar teoriyle, politika, felsefe ve edebiyat arasındaki mesafeyi kısaltarak, teoriyi pratik kurallar düzeyine indirgemiş ve Marksizmi bayağılaştırmış, bilim, tarih ve sanatı politikanın hizmetkarları haline getirmiştir. Stalin döneminde doğa bilimlerinin önüne engeller koyuldu ve bilimsel çalışmalar baltalandı. Kuantum, rölativite ve kimyadaki rezonans teorileri burjuva teorileri olarak eleştirildi. Sibernetik ve psikoanaliz bilim dünyasından çıkarıldı. Sovyet yöneticilerinin gözünde Einstein ve Freud tehlikeli kozmopolitik kişilikler görünümündeydi. Bilim ‘burjuva’ ve ‘proleter’ diye iki kategoriye ayrıldı. Şostakoviç, Prokofyev, Muradeli, Kabalevski ve Khaçaturyan’ın yaptığı müziği ‘yoz’ olmakla suçlayan Jdanov, soyut resim sanatına da saldırdı. Kadın hakları kısıtlandı. Boşanma yasası aile hayatını teşvik edecek biçimde ayarlandı. Kürtaj yasadışı ilan edildi. Eşcinsellik ahlaksızlık sayıldı. Sanat ve edebiyata sosyal realizm adına her türlü müdahalede bulunuldu. Jdanov’un Leningrad’lı şair Anna Ahmatova’nın kişiliğine yönelik saldırısı, kendi düzeyini açığa vurması açısından öğreticidir: “Bu kadın bir rahibe mi yoksa düşüğün teki mi? Bunu bilebilmek zor”2. Enformasyon, politika, kültür, teori, ideoloji, ekonomi ve bilim dahil yaşamın tüm alanlarındaki faaliyetler üzerindeki sansür ve baskı uygulanarak yaratıcılık ruhu öldürüldü. Ama bunlar, karanlık resmin sadece bir yanıdır. Bu yazı resmin vahşi ve gaddar olan ikinci yarısının hikayesidir. Bunun pek zevkli bir iş olmadığını da itiraf etmeliyiz. Esas olarak eski Bolşevik kuşağın yokedilmesi sürecini vurgulamakla birlikte, konunun çok geniş bir alanı kapsaması nedeniyle, kimi yerlerdeki açıklamalar genel ve sınırlı bir düzeyde kaldı. Bu arada İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Doğu Avrupa’da kurulan işçi devletlerinde 1936-38 Moskova duruşmalarının bir tekrarı olan 1950-52 mahkemelerinin de ayrıca ele alınması gerektiğine inanıyoruz. Kulaktan duyma ve yazılı kaynağı olmayan tek bir satırın bile yazıya 2
24
Jean Elleinstein, The Stalin Phenomenon, Lawrence and Wishart, Londra, 1976, s.149.
Bitmeyen Tarih
dahil edilmemesine özel bir itina gösterilmiştir. Buna rağmen, dipnotlarla okuyucuyu boğmak yerine, kaynakları yazının sonundaki bibliyografyada sıralamayı daha uygun bulduk. Bu alanda oldukça bol olan literatür arasından özellikle Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra gizli arşivlerin bir dönem için açılması yazdıklarımızın doğruluğunu pekiştiren bir gelişme oldu. Milliyetçiliğin ve Bürokratik Diktatörlüğün Teorisi: Tek Ülkede Sosyalizm Dünya Ekim Devriminin yıkılış tarihi olarak 1990 yılını bilir. Oysa ki, yıkılan Ekim Devrimi’nden geriye kalan tek ve son miras olan üretim araçlarının kollektif mülkiyetiydi. Ekim Devrimi 1921’den başlayarak ve1920’lerin ortasında da pekişerek, çoktan çöküş sürecine girmişti. Bu çöküş sürecinin ideolojik ifadesi Stalinizmdir. Stalinizmi salt baskıcı bir yönetim, sosyalizmin demokratik ilkelerini ihlal eden bir yöntem olarak düşünenler, Stalinizmden hiçbir sey anlamayan küçük burjuva kafalardır. İnsanlığın 1917’de yakaladığı bu büyük tarihsel fırsatın yitirilmesini ve yirminci yüzyılın trajedisini anlayabilmek için Stalinizmin bir bütün olarak kavranması gerekir. Stalinizm, ulusal planda burjuvazinin ekonomik olarak, proletaryanın da politik olarak mülksüzleşmesini temsil eden tecrit durumundaki geri bir ülkedeki bürokratik diktatörlüğün adıdır. Stalinizmin bu konumu onu, tek ülkede sosyalizm gibi milliyetçi bir teoriyle donatmak zorunda bırakmıştır. Bu teori, yani tek ülkede sosyalizm teorisi aslında sovyet bürokrasisinin, Avrupa Devrimi’nin yenilgisini fırsat bilerek, kendi varlığını garanti, güvenlik ve istikrar altına alabilmesi için geliştirilmişti. Aslında Avrupa Marksizminin seçkin bir bölümünü oluşturan Rus Marksistlerinin bu konudaki düşünceleri eskiden beri açık ve netti. Onlara göre, gelişmiş sanayi ülkelerinin yardım ve desteği olmadan, Rusya gibi geri bir toplumda sosyalizmin, yani sınıfsız toplumun kurulamayacağı tartışmasız en temel Marksist düşünceydi. Üçüncü Enternasyonal’in ilk dört kongresinin kararları, Lenin’in yazı ve konuşmaları bu konudaki en açık belgelerdir. Hatta Stalin bile, 1924 yılında, “ileri ülkelerin proleterlerinin ortak çabası olmadan sosyalizmin tek bir ülkede zaferi mümkün müdür?” diye soruyor ve yanıtı yine kendisi veriyordu: Hayır, mümkün değildir! Burjuvaziyi tasfiye etmek için….ve sosyalist üretim organizasyonunu gerçekleştirmek için tek bir ülkenin harcadığı çabalar özellikle de Rusya gibi geri bir tarım ülkesinin çabaları yeterli değildir.3
Ancak altı ay sonra yayınladığı Leninizmin Problemleri’nde yaptığı bir değişiklikle zaferi kazanan proletaryanın tek ülkenin sınırları içinde sosyalizmi kurabileceğini savunmaya başladı. Daha önce “sosyalizmin tek ülkede kurulmasının olanaksız” olduğunu vurguladığı Leninizmin Esasları adlı broşürünü ise, toplattı. 3
J.Stalin, Problems of Leninism,Moscow, 1945. s.157.
25
Yaşayan Marksizm
Tek ülkede sosyalizmin kurulamayacağı o denli açık bir Marksist ilkeydi ki, Kautsky, Martov ve Plekhanov’un Bolşeviklerin iktidarı almalarına karşı çıkışlarındaki en büyük gerekçe buradan kaynaklanıyordu. Rus Bolşeviklerinin ve hatta Menşeviklerin bile baştan beri savundukları bu temel Marksist tezden bu köklü kopuş, o denli büyük bir değişikliği ve teorik revizyonu içeriyordu ki, Zinovyev ve Kamenev bile tepki göstermekte gecikmediler. O dönemde tek ülkede sosyalizm tezine yatkın olan Buharin bile, Marksizmden bu köklü kopuşun yaratabileceği olumsuz sonuçları hatırlatmak sorumluluğunu duydu: “Eğer olanaklarımızı abartırsak, uluslararası devrime tükürecek bir eğilimin doğma tehlikesiyle karşı karşıyayız demektir. Böylesi bir eğilim, kendi özgün ideolojisini, bir tür ‘milli bolşevizm’i, ya da ona benzer bir şeyi yaratabilir ve buradan çok daha zararlı bir dizi düşünceye hızla varabilir.”4 İşçi sınıfının iktidara geçtiği geri bir ülkede, bir köylü ülkesinde sosyalizmin ve hatta komünizmin kurulabileceğinin ilan edilmesinin sonucu olarak ortaya çıkan milliyetçi komünizm anlayışının, Komintern aracılığıyla dünya komünist hareketine aşılanması, Marksizmle resmi ideoloji arasındaki kesin kopuşun boyutlarını dünya ölçüsüne vardırdı. Artık milliyetçi komünizm tek ülkede sosyalizm sloganı ile malum kaderine doğru ilerleyebilirdi. Uygarlık düzeyi fethettikleri ülkenin insanlarının uygarlık düzeyinden daha düşük olan fatihler, yenilgiye uğrattıkları milletin uygarlığını kabul etmek zorunda kalırlar. Aynı durum toplumsal sınıflar açısından da geçerlidir. Ekim Devrimi, Çarlık düzenini paramparça ederek tarihin çöplüğüne atmıştı. Lenin, Çarlık bürokrasisinin kültürünün düşük olduğunu, ama bu kültürün sorumlu Bolşevik idarecilerin kültüründen yüksek olduğunu söylerken çok haklıydı: Komünist önderlerde ne eksiktir: kültür. Moskova’yı ele alalım: 4700 komünist önder ve devasa bir bürokrat kitlesi. Kim yönetiyor ve kim yönetiliyor. Komünistlerin yönettiğinin söylenebileceğinden çok kuşkuluyum. Onların yönetildiğini söyleyebilirim.5 Devlet cihazımız önemli ölçüde geçmişin bir devamıdır ve herhangi bir ciddi değişikliğe uğramamıştır. Sadece yüzeyde bazı şeylere dokunulmuş fakat tüm diğer açılardan eski devlet cihazımızın tipik bir kalıntısıdır... Sanki, şöförün istediği yönde değil, başkasının istediği yönde giden bir otomobil gibi, cihaz onu yönetene itaat etmiyor.6
İşte Sovyet devletindeki yozlaşmanın objektif tohumları bu gerçekte yatıyor. Çünkü lanetli geçmiş, kendisinden kopmak isteyen devrimci gelecekten intikamını böyle alıyordu. Rus devriminin içine düştüğü bu paradoks, Stalin’in kişiliğinde somutlaşıyor, ete ve kemiğe bürünüyordu. Stalin, Lenin’in sözünü ettiği eski yöneticilerden kültür düzeyi bakımından daha düşük olan yeni idarecileri 4 5 6
26
Stephen F.Cohen, Bukharin and The Bolschevik Revolution, Oxford University Press, 1980, s.245. Moshe Lewin, Lenin’s Last Struggle, New York and London, 1968, s. 10 Lenin, Collected Works, Vol. 33, Moscow, 1976, s.279 ve 481.
Bitmeyen Tarih
ve yöneticileri benimsemeyi en iyi temsil eden kişiydi. Bunlar, farkında olmadan eskinin davranış ve alışkanlıklarını en iyi şekilde benimsemiş unsurlardı. Partinin en üst organları olan Merkez Komitesi ve Politbüro da bu özelliklere uygun olan Kaganoviç, Kossior, Kuibyşev, Rudzutak, Mikoyan, Andreyev, Voroşilov ve Molotov gibi kişilerle donatılacaktı. Bürokratik Dejenerasyondan Rus Termidoruna Ekim Devrimi insanlığın düşlediği yeni toplumu yaratma yolunda büyük bir adım olduğu için, tüm dünyanın çalışan ve ezilen yığınlarının önemli bir kesimince coşkuyla karşılandı. Devrimin amacı, sınıf sömürüsünü ortadan kaldırmak ve sosyalist temeller üzerine oturan yeni bir toplum biçimi yaratmaktı. Ancak Paris Komününü saymazsak proletaryanın tarihte kesin olarak ilk kez iktidarı ele geçirdiği bu toplum geriliği de temsil ediyordu. Oysa ki, düşlenen yeni toplumun kuruluşuna geçmek için ileri bir kapitalizm, yüksek bir teknoloji ve gelişmiş bir proletaryanın varlığı gerekiyordu. Bu koşullar ise, Rusya’da değil, Batı Avrupa ülkelerinde vardı. Rusya’nın tecritten kurtulması, devrimin Batı Avrupa’ya yayılmasına bağlıydı. Rusya, dünyada ilk sosyalist devrimi başlatma gibi, cesur bir adım atmıştı. Fransız, İngiliz ve diğer Avrupa işçileri daha ileri adımlar atarak, kendi ülkelerinde iktidarı ele geçirecekler ve başta Alman işçileri olmak üzere Rus işçilerinin yardımına koşacaklardı. Böylece Batı Avrupa’nın üstün teknolojisi ve yüksek kültürü Rus devrimini tecrit çemberinden kurtaracak ve sosyalizmin kuruluşunu kolaylaştıracaktı. Gelişmiş ülkelerin proletaryası sadece Rusya’nın yardımına koşmakla kalmayacak, fakat aynı zamanda Çin, Hindistan gibi diğer geri kalmış ülkeleri de sosyalist devrime yöneltecekti. Rusya başlamıştı, Avrupa devam edecekti ve de ezilen ülkeler devrime yetişecekti. Böylece dünya ölçüsünde yeni bir sosyalist toplumun kuruluşuna doğru adımlar atılacaktı. Başta Lenin ve Troçki olmak üzere, Bolşevik önderlerin değerlendirmeleri böyle bir öngörüye ve umuda dayanıyordu. En başta, İkinci Enternasyonal’in geleneksel sosyal demokrat partileri ve bunlara bağlı sendikaların bürokratik önderliklerinin burjuva toplumlarıyla bütünleşmeleri ve üyelerinin büyük kısmı sosyal demokrasiden gelen tecrübesiz, genç komünist partilerinin Ekim Devrimi’nden gerekli dersleri çıkaramamaları nedeniyle, Avrupa Devrimi her cephede yenilgiye uğradı. Macar Sovyeti ve Polonya ayaklanması ezildi, İtalyan Komünist Partisi tereddütler geçirerek kritik momenti kaçırdı ve en önemlisi Alman Devrimi iki kez bastırıldı. Kısacası Avrupa proletaryası, ileri teknoloji ve yüksek kültür düzeyini Rusya’ya taşıyamadı, Rus işçilerinin yardımına koşamadı. Avrupa Devrimi’nin yenilgisi, Sovyetler Birliği’nde bir başka oluşumun ortaya çıkmasına katkıda da bulunmuş oldu: b ü r o k r a t i k l e ş m e. Bu oluşumu iyi kavrayabilmek için, devrimden sonraki devlet cihazı sorununun çözümüne nasıl yaklaşıldığına, kısaca da olsa bakmak gerek. 27
Yaşayan Marksizm
Lenin, “Nisan Tezleri” ile sosyalist devrim perspektifine geçince, devlet ve devrim ilişkisini aydınlığa çıkarmak için çalışmaya koyuldu. Ekim Devrimi’nden hemen önce sonuçlanan bu çalışmanın ürünü Devlet ve Devrim oldu. Burada Lenin, proletaryanın sadece devrimi gerçekleştirmekle kalmayıp, egemen sınıfların devlet cihazını da yok edeceğini vurguladı. Devrimle, devletsiz komünist toplum arasındaki geçiş döneminde özel bir devlet biçimi olacaktı. Lenin buna “yarı devlet” adını verdi. Burjuva devletinin yerine geçecek olan bu yeni “yarı devlet” biçimi ise, Paris Komünü biçiminde örgütlenecekti: Mevcut ordu dağıtılacak, yerine silahlı halk örgütlenmesi geçecek; yüksek devlet memurları ve polisler seçimle işbaşına gelecek ve seçmenlerce görevden alınabilecekti. Devlet sektöründe çalışanlarla işçiler arasında gelir farkı olmayacaktı. Hiç kimseye kalifiye bir işçiden daha yüksek maaş ödenmemesi ilkesini Lenin, bu “yarı devlet”in en açık ve belki de en önemli ilkesi olarak görmekteydi. Daha önce sovyet rejimi tarafından geri çağırılan, teknisyenler, burjuva uzmanlar ve bürokratlar iç savaşın sona ermesiyle bu kez kendileri rejimle barış yaparak, idari ve bürokratik cihazlara yerleştiler. Eski devlet cihazı bir başka biçimde yeniden canlandı ve yeşerdi. 1921 yılında proleter bir organ olarak işleyen tek bir kurum kalmıştı: Parti. Lenin’in daha önceleri Sovyetlere verdiği önemin yerini şimdi Parti almıştı. Bürokratizm hastalığının bu organa bulaşmasını engellemek gerekiyordu. 1921’deki Onuncu Kongre’de fraksiyonların yasaklanması konusunda alınan karar, NEP döneminde güçlenmesi kaçınılmaz olan burjuva unsurların partiye sızmalarını ve partinin bölünmesini engellemek gerekçesiyle geçici bir tedbirdi. Bu tedbir başka yöntemlerle de desteklendi. Ekim Devrimi gerçekleştirildiğinde partinin üye sayısı 50.000 kadardı. 1920’de üye sayısı 600.000’e yükselmişti. Bu tarihte sanayinin feci durumu ve işçi sınıfının neredeyse yokolma sınırına geldiği hatırlanacak olursa, bu sayının toplumsal kökenleri konusunda pek iyimser olunamayacağı açıktır. 1921’de yapılan temizliklerle, kariyeristlerden ve çıkarcılardan partiyi arındırmak düşünülmüştü. Bu amaçla üye sayısı 200.000’e indirildi. 1922 yılında Bolşevik Partisi’nin proleter karakteri, sınıf bileşiminden çok, partinin eski kuşağının manevi otoritesinden geliyordu. Ekim Devrimi’nden sonra yaşanan deney, daha önce hayata geçmemişti. Bu yüzden gerek Sovyetler ve gerekse Parti içindeki gelişmelerin ne anlama geldiğini açıklıkla görmek zordu. Sovyet Devleti’nin kuruluşunda en önemli rolü oynayan Lenin bile, başlangıçta gelişmeleri tam olarak kavramakta güçlük çekmesine rağmen, bürokratik yozlaşmayı ilk farkeden yine o oldu. 1922 Sonbaharında parti yönetiminde sadece iki insan, Lenin ve Troçki bürokratizm tehlikesinin farkındaydı. Lenin bürokratizmi, Sovyet Devleti’nin geleceği açısından bir tehlike olarak görmesine rağmen, bunun parti içine yansımasına karşı mücadele konusunda tam bir perspektif getirememişti. Troçki ise, problemi farketmekle birlikte bunun boyutları ve ciddiyeti konusunda Lenin’den daha ileri bir konumda değildi. 1923 yılında bürokrasi tehlikesini bütün boyutlarıyla 28
Bitmeyen Tarih
kavrayan Troçki, Yeni Yol adlı broşürüyle bu tehlikeyi sadece vurgulamakla kalmaz, çözüm yollarını da önerir. Troçki’nin Politbüro’da çoğunluğu sağlamasını engellemek için Kamenev ve Zinovyev ile kurulan fraksiyona karşı, aralarında Troçki, Rakovski, Muralov, Antonov-Ovseenko, Radek, Piyatakov, Sosnovski, Preobrazhenski’nin de bulunduğu, devrim ve iç savaşın en önde gelenlerinden 46 Bolşevik 1923’ün Sol Muhalefet’ini kurdu. Bürokrasiye karşı Lenin’in başlattığı ama sürdüremediği mücadeleye Sol Muhalefet şu istemlerle başladı: a) Partide tartışma özgürlüğünün arttırılması; b) Parti merkezinden alt parti organlarına atamalar yapılmasının durdurulması; c) İşçi sınıfının güçlü bir toplumsal etken haline gelmesi ve parti içinde de işçi sayısının artması açısından sanayinin geliştirilmesi. Parti merkezini oluşturan fraksiyon, Sol Muhalefet’in istemlerini ve eleştirilerini yanıtlayacağı yerde, devrim öncesinde Lenin’le Troçki arasındaki kimi tartışmaları yeniden piyasaya sokma yolunu seçti. Partiye sadece Şubat-Mayıs arasındaki dönemde yapılan 240.000 kişilik kitlesel kayıtla, kariyer ve yükselme hırsı içinde toplumda sağlam bir yer arayan onbinlerce katip, küçük memur ve her türden çıkarcı unsurların, kendilerine parti yolunu açanlara hizmet yarışında kusur etmeleri beklenemezdi. Leninizm mi, Troçkizm mi? adlı sanal tartışmanın momenti de iyi seçilmiş oldu. Sol Muhalefetin haklı eleştirilerine karşı, bürokratik fraksiyon iki cepheden saldırıya geçti. Bir yandan ideolojik mücadele adı altıında ilk kez bir “Troçkizm” efsanesi yaratıldı, diğer yandan da bürokrasi konusundaki eleştirilere karşı bürokratik önlemler alındı. Muhalefetin görüşlerinin basılmasının yasaklanması, iftira ve tahrifat gibi araçların yardımıyla, bürokrasi gelecekteki yeni tip başka mücadele yöntemlerinin(!) temelllerini de atmaya başlamış oldu. Sol Muhalefet’in 1923-24 yenilgisi Sovyetler Birliği için bir dönüm noktası teşkil eder. Bürokrasinin parti ve devlet cihazının belirleyici organlarına egemenliği tamamlandığı için, 1925-27 dönemindeki Birleşik Sol Muhalefetin yenilgisi de mukadder oldu. Sovyetler Birliği’nde bürokrasinin fonksiyoner bir düzeyden toplumsal bir tabakaya doğru gelişmesi iki ayrı evreye ayrılabilir: Birinci evre 1920’li yılların ilk yarısını, ikinci evre ise, kollektifleştirme ve sanayileşme ertesindeki 1930’lu yılların ilk yarısını temsil eder. Troçki’nin bürokrasi tahlili de bu evrime uygun bir gelişmeye denk düşer. Birinci Evre de Bolşevik Partisi’nde başlıca şu gelişmeler göze çarpar: • Parti sekreterliği seçimle işbaşına gelmediği ve denetlenmediği halde, hızla güçlenerek Politbüro ve Merkez Komitesinin politik fonksiyonlarını da üzerine almaya başladı. Sekreterliği yöneten Stalin, bu konumu nedeniyle bilinçsizce de olsa sekreterliği bürokratikleşmenin önderi haline getirdi. 29
Yaşayan Marksizm
• Tüm mahalli yöneticiler ve hata illerdeki parti yöneticileri aşağıdan seçilme yerine tepeden indirildi. • Yüksek parti organlarının muhalifleri görevden alma yetkisi vardı. 1923’de muhalefetin destek sağlamasını engelllemek için bu yönteme pek sık başvuruldu. • Kontrol Komisyonu muhalefete karşı mücadeleye daldı. Parti üyeleri, muhalefetin faaliyetlerine ilişkin bilgi vermeye zorlandı; bunun tersinin parti disiplinini bozmak olduğu ilan edildi. • Muhalefet temsilcilerinin “otokritik” yapması, hata içinde olduklarını ve eleştiride bulundukları için objektif olarak “karşı-devrimci” niteliklerini ilan etmeleri istenmeye başlandı. İlk kez 1924’de Troçki’ye karşı Zinovyev tarafından kullanılan bu yöntem, 12 yıl sonra kendisine karşı uygulanacaktı. • Muhalefetin görüşleri parti basınında yayınlanmıyor ve bu yüzden üyelere de ulaştırılamıyordu. 1921’de Parti’de fraksiyonlar geçici olarak yasaklandığında, Parti içindeki tartışmaları canlı tutmak amacıyla özel bir tartışma bülteni çıkarılmaya başlanmıştı. 1923’de Troçki’ye karşı kampanya başladıktan sonra, bu olanak da ortadan kalktı. Parti yönetimi basın-yayın üzerinde kesin bir tekel kurdu. • Yeni değişikliklerin ideolojik bir yansıması olarak “monolitik parti” anlayışı ve terimi yerleştirildi. Bürokratik dejenerasyonnun bu birinci evresinde parti devlet cihazıyla ve bürokrasiyle eşitleşti, aynı kimliği aldı. Bu yeni birim kendi iç yasalarının yol gösterdiği yeni bir iç yapıyla yönetilecekti. Bürokrasinin bu yeni partisi kendi otoritesini, kendi hiyerarşisini, kendi dogmalarını ve kendi geleneğini kurmaya girişti. Tersine çevrilen bir parti ve devrim tarihi bu geleneğin bir ürünüdür. Bürokrasinin partisine katılmanın doğal sonucu, iktidara katılmak ve imtiyazlar elde etmekti. İkinci Evre, zorla kollektifleştirme ve sanayileşmeyi izler. Parti bürokrasisinin toplumsal imtiyazlar sağladığı bu dönem, sert disipline rağmen partiyi cazip bir hale getirdi. Stalin bu kollektifleştirme atılımını ne önceden görmüş ve ne de buna hazırlanmıştı. Korku ve paniğe kapılarak, el yordamıyla, sol muhalefetin daha önceki tezlerini deforme ederek, bütün mantık ve ekonomi kurallarını altüst eden çılgınca bir teşebbüse kalkıştı. 1929’da başlayan tarımdaki zorla kollektifleştirme girişimi en sol Bolşevik önderlerin bile hayal gücünü aşan bir toplumsal vahşet biçimine büründü. Bu vahşet Marx’ın Kapital’de İngiltere’deki sanayi devriminin kanlı terörünü anlatırken kullandığı, “sermaye, tepeden tırnağa bütün gövdesi ve hücrelerinden kan ve pislik akıtarak dünyaya gelir” diyen sözlerini hatırlatıyor. 30
Bitmeyen Tarih
Sonuç ise bürokrasi açısından şuydu: • Parti üyelerine daha yüksek maaş, daha iyi konut, daha iyi eğitim gibi imtiyazların yanısıra, yiyecek maddelerinin daha ucuz satın alındığı özel mağazalar ve hatta piyasada bulunmayan lüks malların temini gibi açık imtiyazlar bu evrede ortaya çıktı. • Bürokratik diktatörlüğün imtiyazları ideoloji diline “herşeyi kadrolar ve teknik belirler” sloganı ile tercüme edilir oldu. • Burada, bürokrasi terimi sadece kelimenin dar anlamında memurlar hiyerarşisi olarak değil, devlet, parti ve ekonomi alanındaki imtiyazlı kastın adı olarak anlaşılmalı. Gerçekte bürokrasinin önemli bir kesimi işçi sınıfı arasından çıktı, onun adına kendi siyasi iktidarını kurdu. Toplumsal imtiyazları ve konumunu yasal olarak dile getirmesi ve kağıda dökmesi olanaksızdı. İktidarını pekiştirmek için tertip, hile, tahrifat, iftira ve illegal yöntemlere başvurarak muhalefeti ezdi; gelişmesinin ikinci evresinde de Stalin’in kişisel diktatörlük görünümüne bürünen otokratik yönetimiyle tam anlamıyla bütünleşti. Bir toplumun sınıf karakterini belirleyen o toplumdaki çürüyen unsurların yönetimdeki egemenlikleri değil, üretim ve mülkiyet ilişkileridir. Örneğin Fransız Devrimi’ndeki yeni yönetici sınıfın birçok temsilcisi hayatını kaybetti, birçoğu sürgünlere gönderildi, ama yine de Robespierre’in devrilmesi ve iktidarın Napolyon’un eline geçmesi Fransız toplumunun egemen burjuva karakterini değiştirmedi. 1815’de eski yönetici hanedanlığın restorasyonu, aristokrat göçmenlerin ve devrim düşmanlarının Fransa’ya geri gelmeleri de toplumun egemen sınıf karakterinde bir değişikliğe yol açmadı. Sovyetler Birliği bürokratik dejenerasyona rağmen, 1930’lu yıllarda hala bir işçi devleti karakteri taşıyordu. Fransız Devrimi ile Rus Devrimi arasında analojik bir karşılaştırma yapan Troçki ve diğer muhalefet temsilcileri, Sovyetler Birliği’nde bir Rus Thermidoru’nun varlığından sözederler. Thermidor sözcüğü, Fransız devrim takvimine göre, Robespierre ve Jakoben önderlerin öldürülmesi ile sonuçlanan karşı-devrimci darbenin gerçekleştirildiği ayın adıdır. Nasıl ki, politik bir karşı-devrim olan Fransız Thermidoru devrim öncesinin yarı-feodal aristokrasisini iktidara geri getirmediyse, Rus Termidoru da iktidarın kapitalistlerin eline geçmesiyle sonuçlanmadı. 1921’de Sovyet Devleti’ni “bürokratik çarpıklıklar içinde bir işçi devleti” olarak tanımlayan Lenin’in, 10. Kongre notları arasındaki şu değinmesi ise, Ekim Devrimi’ni Fransız Devrimi gibi bir Thermidor, yani politik karşı-devrim tehlikesinin beklediğini gösterir: “Thermidor? Mantıken söylemek gerekir ki, pekala mümkün. Gerçekleşecek mi? Göreceğiz.”7 Evet, Lenin Thermidor’u göremedi, ama Sovyetler Birliği sadece Rus Thermidoru’nu değil, kollektif mülkiyetin yıkılarak, bürokrasinin kapitalizmle entegrasyonunu da yaşadı. 7
V.I.Lenin, Sochiheniya, cilt 43, s.403, aktaran E.Mandel, Quatrieme Internationale, no.24, Nisan 1987, s.79.
31
Yaşayan Marksizm
Termidor’dan Bolşevik Kuşağın Yok Edilişine 1920’de partinin üye sayısı 430.000’di ve 1927’ye gelindiğinde bunlardan sadece 135.000’i ve on yıl sonra ise, çok daha azı partide kalabilmişti. Devrimin Bolşevik kuşağı ilk dönem ihraçlar ve ikinci dönem ise fiziki tasfiyelerle eritildi. 1929 yılına gelindiğinde Partide eski Bolşevikler kalmamıştı. İç Savaş dönemini yaşayan bu sınırlı üye sayısının dışındaki kitle, coşku dolu yılların devrimci insiyatifi ve Leninist dönemin ilk yıllarının özgür eleştiri ortamını yaşamayan unsurlardı. Entelektüel düzeyleri çok düşük ve siyasi tecrübeden yoksun olan partinin bu yeni ezici çoğunluğunun en büyük özelliği, parti otoritesine körükörüne itaat ve bağlılıktı.Lenin döneminin idealleri, ahlaki değerleri tarihe gömülmüş, yepyeni bir parti tarih sahnesine çıkmıştı. Bu partinin geçmişteki gelenekle bağlarını tam olarak koparabilmesi için de, sırtında bir yük olarak kalan Ekim Devrimi’nin yaşayan geleneği eski Bolşeviklerin ortadan kaldırılması zorunlu görülüyordu. Ekim Devrimi’ni gerçekleştiren eski Bolşevik kuşak, bürokrasi ve Stalinizmin geleceği açısından beklenmeyen rastlantılara gebe olan potansiyel bir tehdit ve tehlikeydi. Bu yüzden Stalin, eski Bolşeviklere karşı kin ve nefretinin ilk belirtilerini şu ince dille ifade ediyordu: Biz de Rusya’da birçok eski yönetici teorisyenlerin, propagandistlerin ve siyasi beşerin ortadan silinip gidişlerini yaşadık. Bu süreç devrimci kriz dönemlerinde yoğunlaşırken, pekişme dönemlerinde yavaşladı, ama her zaman sürüp gitti. Lunaçarskiler, Pokrocskyler, Rozhkovlar, Goldenbergler, Bogdanovlar, Krasinler v.s.: Bunlar önemsiz duruma düşen bir zamanların Bolşevik önderlerinden akla gelen ilk örneklerdir.8
Stalin bu satırları yazdığı sırada yıllarda, Voroşilov aracılığıyla Kızıl Ordu’yu ve Yagoda aracılığıyla da “Güvenlik Örgütü” GPU’yu denetliyordu. Bu elverişli konuma rağmen, eski Bolşevikleri yok edecek ve kitlesel terör dalgasını başlatacak ortama kavuşmak bir on yılı daha alacaktı. Parti dışına püskürtülmüş olmasına rağmen, muhalefetin hala önemli bir etkinliği vardı ve iyice palazlanan kulaklar hatırı sayılır bir toplumsal tehdit oluşturuyordu. “Tarihsel Misyon”un ertelenmesi gerekiyordu. 1929’da terörist yöntemlerle başlatılan ve tüm ülkeyi sarsan kolektifleştirme hareketinin, Rus Termidoru’nu teröre yönelmek zorunda bırkakacağını sadece Troçki 1927’den itibaren birçok kez tekrarlamıştır. Daha 1929’da Uluslararası Muhalefet Bülteni’nin ilk sayısında, Stalin’in muhalefetin tamamen yok edebilmek için atacağı adımı şu önseziyle açıklamıştı: ...cinayet teşebbüsleri, silahlı ayaklanma hazırlıkları ile muhalefet arasında bir bağ kurmak mutlaka gerekecektir... Yükselen ekonomik zorluklara, sallanan ve dalgalanan bir iktidarsızlık politikasıyla yaklaşım ve partinin yönetime karşı gelişen güvensizliği, Stalin’i büyük bir oyun sahneye koya8
32
Ruth Fischer, Stalin and German Communism, s. 436.
Bitmeyen Tarih
rak Partiyi serseme çevirmek zorunda bırakacaktır...Bir darbe, bir sarsıntı, bir felaket gereklidir....Ve sadece bu tür bir şeyle ve bu yolla Stalin düşündüğünü sonuna kadar götürebilsin.9.
Troçki’nin sözünü etttiği darbe 1 Aralık 1934’de indi. Komünist Partisinin Leningrad başkanı Kirov, Nikolayev adlı bir konsomol üyesi tarafından öldürülür. Bu cinayete ilişkin birçok karanlık nokta olmasına rağmen, çok aydınlık ve açık olan bir gerçek vardı: Bu cinayet, terörün psikolojik koşullarının hazırlanmasına eşsiz bir katkıda bulundu. Sadece cinayeti izleyen hafta içinde Leningrad’da 37, Moskova’da da 33 kişi kurşuna dizildi. Bunların beyazlar ve gericiler olduğu ilan edildi ama hiçbir isim verilmedi. Kirov’un öldürüldüğü Aralık ayında Merkez Komitesi, “yoldaş Kirov’un vahşice öldürülmesinden çıkarılacak dersler” başlığı ile bütün parti komitelerine gizli bir mektup göndererek, partide kalan eski muhalefet unsurlarının açığa çıkarılmalarını, partiden atılmalarını ve tutuklanmalarını teşvik etti. Bu mektupla beraber, kitleleri terörün hazırlığı içine çekme kampanyası da başlamış oldu. Sovyyet basını, Aralık ayı boyunca gizli düşmanlara ve ülkenin çeşitli yerlerinde ortaya çıkarıldığı iddia edilen Troçkistlere saldırdı. Bu ortam içinde Zinovyev, Kamenev ve onların muhalefet dönemindeki destekçilerinden G.E. Evdakimov, A.M. Gertik, I.P. Bakaev, A.S. Kuklin, V. Sharov, B.L. Bravh, S.M. Gessen ve on kişi daha tutuklandı. Ocak 1935’de başlayan duruşmalarda sanıklar, kapitalizmi geri getirmeyi istemekle suçlandılar. İdida edilidiğine göre, Zinovyev ve Kamenev’in daha önceki muhalefet faaliyetleri devletin ve partinin otoritesini zedelemiş ve Nikolayev de bundan dolaylı bir destek ve teşvik bularak Kirov’u öldürmüştü. Bu yüzden ahlaki açıdan cinayetten sorumlu tutuldukları için, Zinovyev’e on yıl, Kamenev’e beş yıl hapis cezası verildi. Diğer sanıklar da benzer cezalara çarptırıldılar. 1935’de ve 36’nın ilk yarısındaki tutuklama ve partiden ihraçlar onbinlerle ifade edilebilirdi. Bunlar kitlesel olmaktan çok, seçerek yapılan temizliklerdi. Radek, Piatakov ve Buharin’in yazılarına gazete ve dergilerde henüz rastlanıyordu. Büyük terörün başlatıldığı yıl olan 1936’da Sovyetler Birliği’nin içinde bulunduğu objektif koşullar, kitlesel bir terör dalgasına en az gereksinme olan, fakat aynı zamanda da en elverişli döneme tekabül ediyordu. 1930’ların başlarındaki ekonomik sıkıntı atlatılmış; 1934’de toptan büyüme %19’a, 1935’de %23’e ve 1936’da da %29’a yükselmişti. 1932’de 5,9 milyon ton olan çelik üretimi 1936’da 16,40 milyon tona ulaşmıştı. Benzer ilerlemeler tarımda da görüldü. 1935’de tarımsal üretim 1933’dekinden %19 kat daha yüksekti. 1930’ların ilk başlarındaki gıda maddeleri krizi de atlatılmıştı. Kulaklar tarih sahnesinden silindiği gibi, Sol ve Sağ Muhalefetin belli başlı temsilcileri de teslim olmuşlar ve partiye geri dönmüşlerdi. Uluslararası planda Sovyetler Birliği 9
Writings of L.Trotsky, 1929, s.60-62, Pathfinder.
33
Yaşayan Marksizm
Milletler Cemiyetine kabul edilmiş ve kapitalist ülkelerle yakınlaşma ve ilişkiler geliştirilmişti. 1936’da kabul edilen yeni Sovyet Anayasası’nın dünyanın en demokratik anayasası olarak ilan edildiği bir yılda, terörün başlatılması anlamlıdır. Terörün gerekliliğinin Stalinist dille ifadesi ise, “sosyalizme doğru ilerledikçe, sınıf mücadelesinin daha da keskinleşeceği” demagojisidir. Ağustos 1936’da, Kirov’un öldürülmesinden iki yıl sonra gazeteler, cinayetle ilgili olarak SSCB savcısının yeni bir soruşturma raporunu yayınladılar. Raporda sanıklardan birçoğunun yeniden yargılanacağı bildiriliyordu. Kirov cinayetini eşsiz bir provakasyon silahı olarak patlatmanın tam zamanı gelmişti. 19 Ağustos 1936’da ünlü Moskova duruşmalarının ilki başladı. Sanık olarak mahkemeye çıkarılan ve dördü daha önce “yargılanan” 16 kişiyi iki gruba ayırmak mümkündür. Birinci gruptakiler, yüzyılın başından beri parti üyesi olan eski Bolşeviklerden oluşuyordu: Zinovyev, 1903 yılından beri parti üyesiydi ve sürgün yıllarında Lenin’in en yakın mücadele arkadaşlarından birisiydi; partide yönetici görevlerde bulunmuş, Komünist Enternasyonal’de başkanlık yapmıştı. Kamenev de aynı şekilde 1903’den beri parti üyesiydi; partide ve devlet yönetiminde önemli bir yeri vardı. Yevdekimov Bolşevizme en eski katılan işçilerden birisiydi. Merkez Komitesi ve Orgbüro üyeliğinde bulundu. I.P. Bakaev eski Bolşevik işçilerdendi ve Merkez Kontrol Komisyonu üyeliği yapmıştı. I.N. Simirnov 1899’dan beri parti üyesiydi; Kolçak ordularına darbe indiren Kızıl Ordu’nun 5. Kesimini yönetmişti. Merkez Komitesi ve hükümet üyeliği yaptı. S.V. Mratchkovski, ailesi devrimci mücadele nedeniyle hapis cezası çekerken doğmuştu; işçiydi ve 1918-21 döneminde iç savaş kahramanı oldu. Ter-Vanganyan eski Bolşeviklerdendi ve Komintern’in teorik organı Unter dem Banner das Marksizmus’un kurucusuydu. Golzman eski bir Bolşevikti ve Sovyet Devleti’nin ekonomik planlamasında önemli roller aldı. Pikel, 1917’den beri parti üyesi ve Zinovyev’in sekreteriydi. Dreitzer, 1917’den beri parti üyesiydi ve İç Savaş’ta önemli görevlerde bulundu. Reingold, 1917’den beri parti üyesiydi ve devlet cihazında önemli görevler üstlenmişti. Bu insanların tümü, ya 1920’li yılların başında ya da ortasında Sol Muhalefete mensuptu. Ancak 1928-29’da örgütsel ve ideolojik olarak hepsi teslim oldu ve birçoğu hapis ya da sürgüne gönderildi. İkinci grup ise, E.S. Holtman, David Fritz, V. Polberg, Y. Berman, M. Lurye ve Nathan Lurye gibi daha genç, tanınmamış kişilerden oluşuyordu. Bunlar hiçbir zaman muhalefete katılmamış, politik olarak da aktif olmayan kimselerdi. Yargılananların suçluluklarını gösteren hiçbir maddi delil ve belge yoktu. Delil olarak kullanılan tek malzeme ünlü “itiraflar”dı. En geç ve en kısa “itiraf”ta bulunanlar eski Bolşevikler oldu. Yargılananların tümü, Ekim Devrimi’nden beri İngiliz, Alman ve Japon gizli servisleri hesabına çalışmakla suçlandılar. Beş gün süren duruşmalardan sonra tümü ölüm cezasına çarptırıldı ve birkaç gün sonra da, cezaların infaz edildiği açıklandı. 34
Bitmeyen Tarih
Ağustos 1936’da “Troçkist-Zinovyevist Terörist Merkez” suçlamasıyla açılan söz konusu duruşmalar sürerken, yıllarca Sendikalar Birliği Merkez Konseyi Başkanlığında bulunan M.P. Tomski intihar etti. Ekim Devrimi’ne, İç Savaş’a katılan, 1936’da Politbüro üyesi ve Ağır Sanayi Komiseri olan Serge Ordzonikidze de aynı şekilde çareyi intihar etmekte buldu. Aynı günlerde Rikov’un intihar teşebbüsü yakınlarınca engellendi. Ama aynı yakınları iki yıl sonra Rikov hakkında verilecek kararın infazını engelleyemeyeceklerdi. Bu duruşmalarla beraber toplumun bütün alanlarında ve düzeylerinde “temizlikler” başladı. Duruşmalardan birkaç hafta sonra, 1920’lerin sonlarından beri hapislerde olan gerçek muhalefet temsilcilerinin katline başlandı. Onbinlerce insan, temelsiz ve delilsiz gerekçelerle tutuklandı, mahkum edildi ya da öldürüldü. 1937 yılı büyük bir siyasi “yargılama” ile açıldı. 1936’daki “Troçkist-Zinovyevist blokun yerini, bu kez “Parelel Merkez” deyimi almıştı. Bu kez artık eski Bolşeviklerin esas gövdesi sanık sandalyesine oturtulmuştu. Sanıkların büyük bir çoğunluğu devrimci mücadeleye çok erken yaşlarda girmiş, Ekim Devrimi’ne ve İç Savaş’a katılmış, 1920’lerin ortalarında da hemen hemen hepsi Troçki’yi desteklemişlerdi. Bu yüzden partiden atılmışlar, 1930’ların başlarında Stalinist bürokrasiye teslim oldukları için partiye geri alındıkları gibi, önemli görevlere de getirilmişlerdi. Örneğin Piatakov 1910’dan beri parti üyesiydi. Devrimden sonra Sovyet Devleti’nin ekonomi ve idari alanlarında yönetici durumuna gelmişti. Lenin’in vasiyetinde söz konusu edilen beş kişiden biriydi. 1921’den sonra Merkez Komitesi üyeliğine getirilen Piatakov, 1930’lardaki Sovyet sanayileşmesinin beyni durumundaydı. Radek, devrimden önce Polonya partisinde üyeydi ve Rosa Luksemburg’un fraksiyonunda aktifti. 1919’da Bolşevik Partisi Merkez Komitesi üyeliğine getirildiği gibi, Komintern yöneticileri arasında da bulunuyordu. Partinin önde gelen sözcü ve yazarlarındandı. Sokolnikov Bolşevik Partisi’nin ilk üyelerinden olup, 1905 Devrimi’ne katıldı; Lenin’in en yakın mücadele arkadaşlarındandı; 1917’de Merkez Komitesi’ne girdi. Serebriakov partinin ilk işçi üyelerindendi. Merkez Komitesi Sekreteri ve Ulaştırma Komiser Yardımcısı’ydı. Muralov 1905 Devrimi’ne aktif olarak katılan bir işçiydi. 1905-117 dönemini Çarlık zindanlarında geçirdi. İç Savaş’ta Moskova’nın savunmasından sorumluydu. Drobnis 1906’dan beri aktif bir devrimciydi. Altı yılını Çarlık hapisanelerinde geçirdi ve daha sonra İç Savaş yöneticilerinden biri oldu. Boguslavski eski bir Bolşevik olup, Halk Küçük Konseyinin eski başkanlarındandı. Ayrıca Kniazev, Rataichek, Norkin ve Shestov gibi Bolşevikler de sanıklar arasında yer alıyordu. Yargılananların hepsi casusluk, sabotaj, terörizm, faşist Almanya’ya karşı savaş kışkırtıcılığı yapmak ve böyle bir savaşta da Sovyetler Birliği’nin yenilgisini hazırlamakla suçlanıyorlardı. Moskova duruşmalarının ikincisi bir hafta içinde sonuçlandı. Piatakov ve Serebriakov ölüm cezasına, diğer sanıklar ise, 10’la 18 yıl arasında değişen hapis cezalarına çarptırıldılar. Sokolnikov 1941’de kurşuna dizildi. Hapis cezasına çarptırılan sanıklardan hiçbiri sağ olarak dışarı çıkamadı. 35
Yaşayan Marksizm
1938 yılının Mart ayında büyük final başladı. Bu kez sanık sandalyesinde 1920’li yılların “Sağ Muhalefet”inin temsilcileri de oturuyordu. Sanıklar arasında en fazla tanınmış olan, Lenin’in “partinin gözbebeği” diye nitelendirdiği Buharin’di. Buharin, Bolşevizmin önde gelen teorisyenlerinden biri olup, Komintern başkanlığı, Merkez Komitesi üyeliği, Pravda ve İzvestiya’nın sorumlu müdürlüğünü yapmış, uluslararası kimliği olan bir Marksistti. Sanıklar arasında bulunan Rikov, eski bir Politbüro üyesiydi. Lenin’in ölümünden sonra Halk Komiserleri Başkanlığına getirilmişti. Krestinski, Dışişleri Komiserliği Yardımcılığı’nda bulunmuştu ve 1903’den beri parti üyesiydi. 1890’dan itibaren Bulgaristan, İsviçre, Fransa ve Rusya’daki sosyalist hareketler içinde aktif olan Romanyalı Kristian Rakovski, 1919’da Rus Komünist Partisi Merkez Komitesine seçilmiş; Ukrayna Halk Komiserleri Konseyi Başkanlığı da yapan Rakovski, Troçki’nin görüşlerini benimsediği için, görevden alınarak, Paris’e Sovyet elçisi olarak atanmıştı. Kapitalist ülkelerdeki işçi ve askerleri kışkırtarak, diplomatik sıfatını kötüye kullandığı gerekçesiyle Fransa’dan, Sol Muhalefet’in önderlerinden birisi olduğu için de 1928’de Partiden atıldı. Entelektüel kapasitesi ve yetenekleri büyük olan Rakovski, Troçki’den sonra Sol Muhalefet’in en önde gelen teorisyeniydi. Stalinist terörün ilk tezgahlayıcılarından Yagoda ve devrimden sonra ekonomik gelişmeye katkılarda bulunan Menşevik Çernov da sanıklar arasındaydı. Sanıklar arasındaki diğer isimler ise şöyleydi; A. Rosengolts, V. İvanov, G.F. Grinko, S.A. Bessonov, A. Zelenski, A. Ikramov, F. Khodjayev, V.F. Sharangovich, P.T. Zubarev, P.P. Bulanov, L. Levin, D.D. Pletnev, İ. Kazakov, V. Maksimov-Dikovski, P.P. Kryuchkov. Bunların hepsi dönemin bilinen isimleriydi. Rakovski ve Krestinski dışındakiler, eski “Sağ Muhalefet”in başlıca sözcüleri ve sadık Stalinistlerdi. Rakovski ve Bessenov dışındaki tüm sanıklar kurşuna dizildi. On yıl hapis cezasına çarptırılan Rakovski hapiste öldürüldü; Bessonov ise, 1941’de kurşuna dizildi. 1938’in ortalarına gelindiğinde, o sıradaki görüşleri ne olursa olsun, tüm eski muhalifler ya tutuklanmış, ya da kurşuna dizilmişlerdi. Eğer toplumun bütün alanlarındaki terör hesaba katılırsa, yirmi otuz bin kişilik muhalefetin katliamı nicelik olarak fazla birşey ifade etmez. Moskova’daki duruşmalar sadece küçük bir komünist azınlık için söz konusuydu. Öldürülen, hapse atılan, ya da kamplara gönderilen büyük kitle için duruşma adlı “lüks imtiyaz” hakkı yoktu. Üç yıl peşpeşe süren üç ünlü duruşmanın yanısıra “temizlikler”in kurbanı olan kimi ünlü kişilerden sözederek, bu tatsız anlatıyı sürdürelim: V.A AntonovOvseenko, Ekim Devriminde Devrimci Askeri Komite’nin üyesiydi. Kışlık Sarayı ele geçiren birliğin komutanı olduğu gibi, Geçici Hükümeti tutuklatan da oydu. Kızıl Ordu’da kumandanlık ve siyasi şeflik de yapmış olan Ovseenko, 1923-27 yılları arasında Troçki’nin muhalefet hareketine katıldı. Sol Muhalefet’in ezilmesinden sonra teslim oldu. 1930’ların ortalarında Troçkistleri ve anarşistleri tasfiye etmek için Stalin tarafından İspanya İç Savaşı’nda görevlendirildi. Ancak geçmişteki muhalif kişiliği nedeniyle 1937’de tutuklandı ve kurşuna dizildi. 36
Bitmeyen Tarih
Sovyet askeri haber alma servisinin kurucusu ve yöneticisi olan K. Berzin, çarlık dönemindeki devrimci mücadelesi nedeniyle iki kez ölüm cezasına çarptırılmıştı. O da 1937 yılında kurşuna dizildi. Böylece Berzin için çarlık mahkemesinin verdiği ölüm cezasını, Stalinist bürokrasi infaz etmiş oldu. Aynı Berzin, emperyalist saflarda faaliyet gösteren birçok gizli savaşçıyı yetiştirmişti. Bunlar arasında Almanların Sovyetlere saldıracağı tarihi öğrenerek Moskova’ya ileten Richard Sorge de vardı. Sorge daha sonra Moskova’ya çağırıldı; fakat başına gelecekleri tahmin edebildiğinden, bu talimata uymadı. Moskova’da bulunan karısı Ekaterine Maksimova tutuklandı ve daha sonra da öldürüldü. R. Sorge ise, Sovyet casusluğu suçlamasıyla Japonlarca Tokyo’da kurşuna dizildi. Ekim Devrimi’ne ve Kafkaslarda iç savaşa katılan E. Eshba 1926’daki Birleşik Sol Muhalefet’in içindeydi. Daha sonra Stalinist bürokrasiye teslim olunca, Dış Ticaret ve Ağır Sanayi Komiserliğine getirildi. Troçkist geçmişi nedeniyle 1937’de tutuklandı ve arkasından kurşuna dizildi. 1 numaralı parti kartının sahibi G.F. Federov’u da aynı akibet bekliyordu. 1917 Konferansında Parti Merkez Komitesine seçilen ve Ekim Devriminde aktif yer alan Federov 1937’de kurşuna dizildi. Merkez Yürütme Komitesi’nde sürekli sekreterlik görevinde bulunan, Sverdlov, Dzerzhinski, Kirov ve uzun süre Stalin’in arkadaşı olan A. Enukidze 1935’de partiden atıldı, iki yıl sonra da kurşuna dizildi. 1929’dan 1937’ye kadar Rusya Federatif Sosyalist Cumhuriyeti’nde Eğitim Komiserliği yapan A.S. Bubnov, çarlık döneminde onüç kez tutuklanarak sürgüne gönderilmiş, her seferinde de kaçmayı başarmıştı. 1937’de öndördüncü kez tutuklanmış, ama bu kez kaçamayarak Stalinist bürokrasi tarafından kurşuna dizilmiştir. NKVD eski muhalefet gruplarının tüm temsilci ve üyelerini temizlemekte kararlıydı. Örneğin, 1898’den beri Parti üyesi olan A.S.Kiselev, 1920-22’lerin “İşçi Muhalefeti”ndendi. 1924’den 1938’e kadar Sovyet hükümetinin Merkez Yürütme Kurulu sekreterliğini yaptı. Ancak bu uzun hizmet süresi, geçmişteki “İşçi Muhalefeti” üyeliğini unutturmaya yetmediğinden, kurşuna dizildi. Politbüro üyesi ve Komiserler Konseyi Başkanlık Temsilcisi V.Chubar önce Solikamsk’a atandı, daha sonra tutuklandı ve kurşuna dizildi. Karısı da aynı akibete uğradı. Terörün zirveye ulaştığı 1938-39 yıllarında ölüme gönderilenlerden birkaçını sıralamakla yetinelim: Ukrayna Komünist Partisi Birinci Sekreteri S.V. Kosior; Politbüro ve Ukrayna Komünist Partisi Merkez Komitesi Üyesi P.P. Postyshev; Batı Sibirya Parti Komitesi Birinci Sekreteri ve Politbüro Aday Üyesi E. Rudzutak; Merkez Komitesi Orgbüro eski sekreteri, daha sonra Merkez Komitesi Bilim Seksiyonu Başkanı K. Bauman; eski Tarım Komiseri, daha sonra Merkez Komitesi Tarım Seksiyo37
Yaşayan Marksizm
nu Başkanı A. Yakovlev; Merkez Komitesi Basın-Yayın Komitesi Başkanı B.M. Tal; Merkez Komitesi Ajitasyon ve Propaganda Seksiyonu Başkanı A.I. Stetski; Lenin’in tavsiyesi üzerine 1922 yılında Stalin’in yardımcılığına getirilen A.M. Nazaratian. Bütün bu adını saydığımız yöneticiler 1934 yılındaki 17. Kongrede Merkez Komitesi üyeliğine, ya da aday üyeliklere seçilmişlerdi. Lenin’in güvendiği birçok insan tutuklandı. 1917 yazında Razliv’de Lenin’i saklayan Petrogradlı işçi N.A. Emelianov daha 1935’lerde tutuklanmıştı. Ve 1921’de Lenin, aynı Emelianov’la ilgili olarak şöyle diyordu: “Yoldaş Emelianov’a tam bir güven gösteriniz ve mümkün olan bütün yardımları yapınız. Kendisini Ekim Devrimi’nden önceleri tanıyorum; eski bir partili ve St. Petersburg işçi sınıfı öncüsünün liderlerindendir.” Ancak Stalin bürokrasisi için bu tür ölçüler geçersiz olduğundan, Emelianov tutuklandı. A.V. Snegov anılarında, Emelianov’un bağışlanması için Krupskaya’nın gözyaşları içinde Stalin’e nasıl yalvardığını anlatır. Emelianov, karısı ve iki çocuğu ile birlikte, Stalin’in ölümüne kadar hapiste kaldı. 1917 yılında Lenin’in muhafızlığını yapan ve onun Razliv’den Finlandiya’ya geçişini örgütleyen eski Bolşevik Shotman da tutuklandı ve 1939’da öldürüldü. İsviçreli tanınmış Sol sosyalist ve sonra komünist olan, Üçüncü Enternasyonal’in önderlerinden Fritz Platten de terörün kurbanı oldu. F. Platten, 1917’de Lenin ve arkadaşlarına Almanya’dan Rusya’ya geçiş yolunu hazırlamıştı. Onlarla birlikte Rusya’ya giderek, Ekim Devrimi’ne katıldı. 1 Ocak 1918’de Simienovski köprüsünde Lenin’e karşı düzenlenen bir suikastte, kendisinin yaralanması pahasına Lenin’in hayatını kurtarmıştı. Bunun karşılığını, Stalinizmin zindanlarında ölerek ödedi. Polonya işçi hareketinin önderlerinden S. Ganetski, Lenin tarafından Rus Komünist Partisi’ne salık verilmişti. 1914’de Rus ajanı suçlamasıyla Avusturya makamlarınca tutuklanan Lenin’in salıverilmesini Genetski sağlamıştı. Lenin’in Rusya’ya dönüşünün örgütlenmesine yardım eden Genetski, Lenin’le İsveç’de buluşarak, Petrograd’a kadar sürecek seyahatın güvenliğini temin etmişti. Ekim Devrimi’nden sonra Sovyetler Birliği’nde önemli diplomatik ve ekonomik görevler üstlendi. Lenin’in bu yoldaşı da Eylül 1937’de kurşuna dizildi. 1918’de Lenin’in ilk hükümetinde Adalet Komiseri ve kısa bir süre yaşayan Letonya Sovyet Cumhuriyeti’nin başı olan S.I. Gusev öldüğünde büyük bir askeri törenle Kızıl Meydan’a gömülmüştü. Daha sonra adı Parti Tarihi’nden çıkarıldı. Yeraltı çalışmasında adı destanlaşan Kamo, az da olsa terörden payına düşeni aldı. Tiblis’de mezarının üzerinde bulunan büstü kaldırıldı ve kızkardeşi tutuklandı. Sverdlov’un kardeşi Veriamin Sverdlov kurşuna dizildi. Krasin, Nogin, Çiçerin, Lunaçarski gibi ünlü Bolşeviklerin adları tarih sayfalarından silindi. 38
Bitmeyen Tarih
E.N. Egerevo, 1917’de Sendikalar Birliği Konseyi sekreterliği görevinde bulunuyordu. Bu devrimci kadın, 1917’de Vyborg parti komitesinin sekreteriydi. Lenin’in parti üyeliği kartını da o doldurmuştu. Krupskaya’nın eski bir arkadaşı olan Egerevo, Temmuz 1917’de Lenin’in saklanmasına da yardımcı olmuştu. Anti-Sovyet faaliyetle suçlanarak öldürüldü. Okuyucuyu bıktırmak pahasına buraya kadar sıraladığımız birkaç düzine isim, dünyanın ilk işçi devletini kuran ve daha sonra Stalinist bürokrasinin terörü ile yokedilen Bolşevik kuşağın en önde gelenleridir. Biraz ileride terörün genel bilançosuna bakıldığında, verilen örneklerin nicelik olarak bir “hiç” olduğu görülecektir. Toplumun Bütün Alanlarında “Temizlik” 1930’lu yılların sonuna doğru başlayan terör, devlet çarkını elinde tutan bürokratik kastın, sadece eski muhalefetin temsilci ve izleyicilerine karşı bir sindirme eylemi değildi. Terörün uygulayıcıları genellikle NKVD memurları olsa bile, onbinlerce insan “halk düşmanları” adı altında olmayan bir hedefe karşı kampanya içine sokuldu. Milyonlarca insan şüphe içine düşürüldü. Herkesin en yakınından bile kuşku duyduğu bir endişe ortamı yaratıldı. Yabancı ülkelerin gizli servislerinin Sovyetler Birliği’nin her yerine sızdığı, emperyalist ajanların uzaklarda değil, en yakın çevrede aranması gerektiği düşüncesi beyinlere işlendi. Parti organları kanalı ile bu şüphe ve endişe ortamı sürekli olarak geliştirildi ve derinleştirildi. Bu sayede terör, hiçbir direnmeyle karşılaşmadan, toplumun bütün katlarına yayıldı ve kurumlaştı. Terörün psikolojik hazırlığı ve birikimi öyle bir noktaya ulaşmıştı ki, “temizlikler”in savunucu ve uygulaycıları bile temizlenebiliyorlardı. Örneğin terörün ilk uygulayıcılarından Yagoda kurşuna dizilebiliyordu. Devletin başında, karısı yedi yıl hapis cezasına çarptırılan bir insanın (Kalinin) oturduğu trajikomik bir yapı oluşmuştu. Muhalefetin temizlenmesiyle başlayan bürokratik terörün ulaşamadığı hiçbir alan kalmadı. Örneklerle devam edelim: Parti tarihi enstitüsünün yöneticisi ve Merkez Komitesi üyesi V.G. Knorin kurşuna dizildi. İlk Lenin biyografisini yazan, Lenin’in eserlerinin ilk toplu yayınını gerçekleştiren, Marks-Engels-Lenin Enstitüsünün yöneticilerinden V.G. Sorin hapiste öldü. İzvestiya’nın ilk yayımcılarından ve önde gelen tarihçilerden M. Steklov ile Bilimler Akademisinde Tarih Enstitüsü yöneticisi N.M. Lukin de terörün kurbanları arasındaydı. 1920’lerde en üstün felsefeciler arasında sayılan Jan Sten, Stalin’e diyalektik konusunda özel dersler vermişti. 1928’de Sten bir yıl süreyle partiden atıldı ve Akmalinsk’e sürgüne gönderildi. 1937 yılında Stalin’in doğrudan emriyle tutuklandı ve Menşevikleşen idealistlerin önderlerinden birisi olarak ilan edildi. O sıralarda Jan Sten’in “Diyalektik Materyalizm” adlı geniş bir yazısının da içinde olduğu Büyük Sovyet Ansiklopedisi’nin ciltlerinden birisi baskıdan daha yeni 39
Yaşayan Marksizm
çıkmıştı. O dönemdeki olağan çözüm yolu, basılan tüm kopyaların yok edilmesiydi. Ancak ansiklopediyi yayınlayanlar daha ucuz bir çözüm yolu buldular: Sadece Jan Sten’in adının bulunduğu sayfayı değiştirdiler ve yazı M.B. Mitin adıyla çıktı. Sten 19 Haziran 1937’de daha sonra öleceği Lefortova hapisanesine gönderildi. Sovyet dil bilimcileri de kayıp verdi. 1919’da parti üyeliği başvurusu Lenin tarafından benimsenen Kiev’deki Linguistik Enstitüsü yöneticisi N.M. Siiak ve parlak bir şark bilimcisi olan ve Tangut hiyografilerini çözen N.A. Nevski tutuklanıp ölenler arasındaydı. 1936’da Pravda, Moskova matematik okulunun kurucularından büyük matematikçi N.N. Luzin’i ‘karşı-devrimci’, ‘Karayüzler Çetesi Üyesi’ sıfatlarına layık gördü. Tüm Moskova Matematik Okulu gerici ilan edildi. Yönetici durumundaki kimi biyologlar, Troçkizm, casusluk ve yıkıcılıkla suçlanarak tutuklandılar. Bunlar arasında Ukrayna Bilimler Akademisi sekreteri ve uzman yönetici genetisyen Agol, Tıbbi Genetik Enstitüsü yöneticisi Levit, ünlü Darvinist ve bilim tarihçisi Uranowski de vardı. Biyoloji ve ziraat bilimlerinin önderlerine karşı iftira kampanyasına başlayan T.D. Lysenko, bu tutuklamalardan sonuna kadar yararlandı. Dünya bilimi hakkında ciddi bilgiden yoksun olan, Darwin ve Mendel yasalarına karşı olmakla tanınan Lysenko ve yardımcısı Prezent, bilimsel cehaletlerini, bilim dalındaki muhaliflerine temelsiz politik çamur atmalarla örtmeye çalıştılar. Sonuç olarak da, biyologlar ve ziraatçılar arasındaki tutuklamalar özellikle yoğunluk kazandı. Tıp bilimi de terörün dışında kalmadı. Merkezi tüberküloz enstitüsü yöneticisi olan dünyaca tanınmış uzman V.S.Kholtzman ve ünlü tıp operatörü K. Kokh kurşuna dizildi. Birçok tıp doktoru altın madenlerinde çalışmaya zorlandı. Binlerce teknik uzman, mühendis, yönetici ve hatta mağaza müdürleri ya kurşuna dizildi, ya da çalışma kamplarına gönderildi. Silah sanayiindeki birçok planlamacı tasfiye edildi. 1937 Haziran’ında Kızıl Ordu’ya ağır darbeler inmeye başladı. En deneyimli, en yetenekli 82.000 komutan ve siyasal görevli tasfiye edildi. Troçki ve Frünze’den sonra Sovyetler’in en üstün askeri stratejisti olarak nitelenen M.V. Tuhaçevski tutuklandı; “yargılandıktan” sonra kurşuna dizildi. İç Savaş kahramanı, Kerkez Komitesi üyesi, askeri yetenekleri ile uluslararası planda tanınan I.E. Yakir; Vladivostok’un kurtarıcısı ve Denikin’e karşı büyük zaferin komutanı I.P. Uborevich; iç savaşta “Kızıl Kazaklar”ın ünlü komutanı V.M. Primakav kurşuna dizildi. Savunma Komiserliği temsilcisi ve ordu siyasi şefi B. Gamarnik ise intihar ederek aynı kaderi paylaştı. Kızıl Ordu’daki temizliğin komutanlar düzeyindeki bilançosu ise şöyleydi; beş mareşalden üçü, dört orgeneralden üçü, ikinci derecedeki oniki orgeneralin tümü, altmışyedi korgeneralin altmışı, 199 tümen komutanından 136’sı, 397 40
Bitmeyen Tarih
tugay komutanından 221’i; Deniz Kuvvetlerindeki her iki donanma oramirali, ikinci derecedeki altı amiralin tümü, birinci derecedeki iki amiral, ikinci derecedeki 15 ordu komiserinin tümü, 28 kolordu komiserinin 25’i, 97 tümen komiserinin 79’u, 36 tugay komiserinin 34’ü tutuklandı, ya da kurşuna dizildi. Askeri bir deha olarak kabul edilen Tuhaçevski, kurşuna dizilmeden önceki son günlerini askeri strateji konularına harcadı. Bu satırlar da ona aittir: “Faşist Almanya 1941 baharında 200 hareketli tümenle Sovyetler Birliği’ne saldıracaktır.” Gerçi 1937 yılında Faşist Almanya’nın Sovyetler Birliği’ne karşı savaşa kalkışacağını tahmin etmek için siyasi bir dehaya sahip olmak gerekmezdi. Bu tarihten daha on yıl önce Troçki, Nazi partisinin iktidara gelmesinin kaçınılmaz olarak Sovyetler Birliği’ne karşı savaşa yol açacağını açıkça söylemişti. Faşistlerin iktidara gelemeyeceğini yıllarca savunan ve 1933’de ise, faşizmin iktidara gelmesiyle düşmesinin bir olacağını iddia eden Stalinist Üçüncü Enternasyonal ve onun uzantısı Alman Komünist Partisiydi. 1930’ların sonlarına gelindiğinde Alman faşizmine karşı Kızıl Ordu neredeyse komutansız kalmıştı. Nürnberg duruşmalarında yapılan açıklamalara göre, 9 Ocak 1941’de Nazi generallerinin toplantısında Hitler Sovyetler Birliği’ne saldırı planını sunarken, Sovyet ordusunda iyi kumandan kalmadığını söyler. Hitler bu gözleminde pek haksız değildir, çünkü 1940 sonbaharında Sovyet piyade müfettiş generalinin raporuna göre, o yaz 225 topçu komutanından hiçbiri askeri akademide eğitim görmemiştir. Bunlardan sadece 25’i askeri okuldan mezun olmuş, geri kalanları ise asteğmenler için açılan kursları tamamlamışlardı. 1940’ın başlarında tümen komutanlarının %70’inden fazlası, alay komutanlarının %70’i, komiserlerin ve siyasi bölüm şeflerinin %60’ı sadece bir yıldır bu görevlerde bulunuyorlardı. Ve bütün bunlar tarihin en korkunç savaşının eşiğinde oluyordu. Hava savunma dalındaki terörün sonuçları da çok ilginçtir. Radar geliştirme teorisi Sovyetlerde 1930’ların başlarında oluşturuldu. 1934’de ilk kez keşif istasyonları kuruldu. 1934’ün sonlarında beş deneme radar istasyonu yapmak için Savunma Komiserliği Leningrad fabrikası ile anlaşmaya vardı. Fakat 1937 Ağustos’unda Hava Savunma Temsilciliği’ndeki yönetici radar mühendis P.K. Oshcepkov tutuklandı. Sonuç olarak Sovyet Ordusu İkinci Emperyalist Savaşa radarsız olarak girdi. Her alandaki yaratıcı insan ve kurum terörün gadrine uğradı. Ressamlar, müzisyenler, mimarlar, film yapımcıları, kısacası toplumun bütün alanları terör ağının içine sokuldu. İç savaş sırasında Odesa yeraltı hareketinin destanlaşan ismi Elena Sokolovskaya 30’lu yıllarda Mosfilm’in sanat yöneticisi olmuştu. 1937’de Moskova’da tutuklandı. Ekim Devrimi’ni dökümanter bir seri haline getiren filmci A.F. Dorn’un da başına aynı şey geldi. 41
Yaşayan Marksizm
1936’da realizmin dar biçimde anlaşıldığından yakınan ünlü tiyatro yönetmeni V.E. Meyerhold’a karşı kampanya açılmıştı. 1938’de Meyerhold’un yönetiminde bulunduğu tiyatro, ‘Sovyet sanatına yabancı olduğu’ gerekçesiyle kapatıldı. Sovyet gençliğinin Mayakovski kadar bağlandığı bu tiyatro yönetmeni bir yıl sonra da öldürüldü. 1936-38 dönemindeki boyutlara ulaşamasa da, 1939-40 yıllarında hapis cezaları ve kurşuna dizmelerle sonuçlanan binlerce yeni dava açıldı. 1912 Prag konferansında Bolşevik partisi Merkez Komitesi’ne seçilen F.I. Goloshchekin de bu dönemde kurşuna dizildi. 1939-41 döneminde Batı Ukrayna, Beserabya ve Baltık bölgelerinde bir yığın illegal tutuklamalara girişildi. Binlerce insan ağır baskılara uğrarken, onbinlercesi de ülkenin doğusuna sürüldü. Bu durum yerli halklar arasında büyük tedirginlik ve memnuniyetsizliğe yolaçtı. Tam savaş arifesinde Lvov, Kishinev, Tallin ve Riga’nın bütün hapisaneleri ağzına kadar doluydu. Savaşın ilk günlerinde bazı bölgelerde mahkumları başka yerlere nakledemeyen NKVD, çok daha kestirme bir yol yol bularak tutukluları kurşuna dizdirdi. Örneğin Lvov’da, Almanlar gelmeden önce halk ölülerin kimliğini öğrenebilmek için hapisaneye akın etti. Almanlara karşı direniş hareketinin Sovyetlerin batı bölgelerinde ve özellikle ilk başlarda Ukrayna’da yavaş gelişmesinde Stalinist bürokrasinin caniliklerinin payı küçümsenemez. Hitler’in orduları bir düşman gibi karşılanmadı. Zorla kollektifleştirme döneminde bu bölgelerde binlerce insan hayatını kaybetmişti. Bunun yanısıra Sovyet bürokrasisinin milliyetçi baskısının yarattığı huzursuzluk çok büyüktü. Ukrayna halkı Hitler’in ordularını alkışlamadı, ama şikayetçi de olmadı. Ancak Alman işgalinden birkaç hafta sonra ilk partizan birlikleri Ukrayna’da kurulmaya başlandı. Çünkü Alman işgalinin sonuçları, sadece yabancı bir faşist ordunun Sovyet topraklarını işgal etmesi olayının ötesinde, üretim araçlarının kollektif mülkiyetten özel mülkiyete geçmesi anlamına geliyordu. Alman işgali, Ekim Devrimi’nin bütün kazanımlarının yok edilmesi demekti. Bu yüzden Ukrayna halkı Stalinist bürokrasiye rağmen, Ekim Devrimi’nin kazanımlarını korumak için silaha sarıldı. Troçki bir yazısında “Ekim Devrimi’nin sonucu olan toplumsal ilişkiler yığınların bilincinde yaşamaktadır” der. Komintern Seksiyonlarında “Temizlik” Sol Muhalefet’in Rusya’da ezilmesi ve partiden atılması süreci, uluslararası komünist hareket içinde de yaşandı. Rus partisinin baskı ve teşvikiyle Komintern seksiyonlarındaki Sol Muhalefet unsurları partilerden püskürtüldü. Komintern’in dünya komünist hareketinin devrimci merkezinden, Stalinist bürokrasinin uluslararası uzantısı bir organa indirgenişi, 1920’lerin ikinci yarısında tamamlanmıştı. 1935’de 7. ve ölüm kongresi yapılan Komintern’in denetimi, sanıldığı gibi Dimitrov’un, ya da Togliatti’nin değil, NKVD’nin elindeydi. Aynı kongrede polis şefi Yagoda Komintern Yürütme Kurulu’na, NKVD yöneticilerinden Mikhail A. Trilisser de Komintern Prezidyumu ve Sekreterliğine girmişti. 42
Bitmeyen Tarih
1930’larda illegal koşullardaki komünist partilerin yönetici kadrolarının önemli bir kesimi Sovyetler Birliği’nde bulunuyordu. İşte bu kadroların çok büyük bir kısmı terörün gadrine uğradı. Bu dönemde Sovyetler’de sayıca en kabarık yabancı komünistler ve anti-faşistler Almanlardı. Hitler faşizminden Sovyetler Birliği’ne kaçak bu insanları orada bir başka trajik sürpriz bekliyordu. Alman Komünist Partisi’nin en perestijli üyeleri darbelendi. Politbüro eski üyesi Heinz Neumann tutuklandı. Ünlü Lefortova cezaevine gönderilen Politbüro üyeleri Herman Remmele, Fritz Shulte ve Herman Schubert ortadan kayboldu. 1919’daki Komintern’in kuruluş kongresinde bulunan Alman Komünist Partisi Merkez Komitesi ve Komintern Yürütme Kurulu üyesi Hugo Eberlein, astım krizleri altında vahşice sorgulandıktan sonra, 25 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Diğer tutuklananlar arasında Alman Komünist Partisi illegal örgütlenme ve askeri cihaz şefi Hans Kippenberger; Merkez Komitesi örgütlenme sekreteri Leo Şieg; Rote Fahne’nin (Kızıl Sancak) yayın şefi Heinrich Susskind ve Werner Hirsch de vardı. Sovyetler Birliği’ne iltica eden Karl Liebnecht’in oğlu partiden atıldı ve yeğeni Kurt Liebnecht tutuklandı. Ünlü Leibzig davasındaki başlıca Alman sanık ve Reichtag’daki komünist lider Ernst Torgler’in oğlu da Sovyetlere sığınmıştı. O da Alman ajanı suçlamasıyla hapse atıldı. Nazi-Sovyet paktının imzalanmasından sonra Sovyetlere kaçan anti-faşistler ve yahudiler Almanya’ya geri teslim edildi. Bundan sonra, Nazizmin köleleştirdiği ülkelerdeki insanlara Sovyetlerin kapısı kapandı. En ağır darbe yiyen Polonyalılar oldu. Polonya Komünist Partisinin Moskova ile ilişkilerinde özel bir durumu vardı. Daha 1906’da, Polonya Sosyal Demokrat Partisi Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisinin 4. Kongresine kabul edilmişti. Bu gelenek nedeniyle bir Polonyalı rahatlıkla Polonya partisinden Rus partisine geçebilirdi. Bir bakıma da bu yüzden, temizlikler sırasında Polonya partisine karşı kıyım, aynen Sovyet partisindeki rahatlık ve ipotek duygularıyla yapıldı. Temizlik sadece Polonya partisini değil, Sovyetlerdeki Polonyalı azınlığı da sarstı. 1926 yıllarında Sovyetler’deki Polonyalı sayısı 792 000 olarak belirtilirken, 1939’da bu sayı 626 000’e inmişti. Polonyalı bir komüniste göre, Buharin davası sırasında sadece Moskova’da 10 000 Polonyalı kurşuna dizilmişti. Polonya Sosyal Demokrat Partisi ve daha sonra da Komünist Partisinin kurucularından A. Warski Ağustos 1937’de kurşuna dizildiğinde yetmiş yaşındaydı. Polonya Komünist Partisi sekreteri Julian Leszczynski (Lenski) ve hayatının kırk yıldan fazla bir süresini devrimci mücadele içinde geçiren Wera Kostrzewa (Maria Koszutska) 1939’da kurşuna dizildi. 43
Yaşayan Marksizm
O sıralarda Polonya’da bulunan kimi önderler Moskova’ya “görüşme”ye çağırıldılar. Bunlar arasında Polonya Komünist Partisi Politbüro üyelerinden Jerzy Heryng (RyNg) ve Saul Amsterdam (Henryk Henrykowski) de vardı. Hepsi öldürüldü. Polonya Partisini Komintern Yürütme Kurulu ve Kontrol Komisyonu’nda temsil eden eskilerin eskisi Walecki de aynı kaderi paylaştı. 1937’den 1939’a kadar Polonya Merkez Komitesinin Sovyetler’deki oniki üyesi ve yüzlerce partili kurşuna dizildi. Polonya Komünist Partisi’ne karşı duyulan bu özel nefretin nedeni ne olabilir? Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin 18. Kongresinde, Manuilski Komintern raporunu okurken, katledilen Polonyalı Komünistlerden “Polonya faşizminin ajanları” olarak sözeder. Isaac Deutscher’e göre, Stalinizmin Polonya partisine karşı daha özel bir kin duymasının nedeni, bu partinin Luksemburist geleneğinden kaynaklanmaktaydı. Stalin’e göre Luksemburgizm Troçkizmin Polonya versiyonunun adıydı. 1939’da Polonya Komünist Partisinden geriye kalanların yetmiş seksen kişi kadar olduğu söylenir. Temizliklerde Polonya partisi ile yarışabilecek tek parti Ukrayna partisiydi. Fakat Ukrayna partisi tamamen yok edilemezdi, çünkü Kiev’de yöneticilik yapacak insanlara gereksinme vardı. Polonya için böyle birşey söz konusu olmadığı gibi, yaklaşan Nazi-Sovyet paktına ve Polonya’nın paylaşılmasına karşı önemli bir engel de ortadan kaldırılmış oluyordu. Bu yüzden de, Polonya Komünist Partisi 1938’de anti-faşist cephe kurma yolunda önemli ilerlemeler gösterirken, Stalinist Kominternce dağıtılarak likide edilmiş oldu. 1944 yılında “komünist” bir hükümet kurma zorunluluğu ortaya çıkınca, Polonya zindanlarına düşebilme “şans”ına sahip Gomulka yeni kurulan partinin başına, eski NKVD sorgulamacısı Bierut devlet başkanlığına, Orta Asya’da bir enstitüde dersler veren Minc de ekonomik şefliğe getirildi. Macarların kayıpları da büyük oldu. 1919 Macar ayaklanmasının önderi Bela Kun bunların başında gelir. Mayıs 1937’de yapılan Komintern Yürütme Kurulu toplantısında Manuilski Bela Kun’u Stalin’e hakaret edici davranışlar içinde bulunmak ve 1919’dan beri Romanya gizli polisi ile ilişkide olmakla suçladı. Bu konuşmadan birkaç gün sonra tutuklanan Bela Kun, casusluk suçlamasıyla kurşuna dizildi. Karısı İrina da sekiz yıl hapis cezasına çarptırılırken, oğlu Macar şairi Hides çalışma kampına gönderildi. Diğer tutuklular arasında Macar komünizminin eski önderlerinden Dezsö Bokanyi, F. Korikos, Farkos Gabor, teorisyen Lajos Magyar ve Jozsef Rabinovicz de vardı. Yugoslav Komünist Partisinin yediği darbe de hiç küçümsenmeyecek boyutlardadır. Gerici Yugoslav diktatörlüğü binlerce komünisti temizlerken, Moskova’da da Yugoslav partisi Merkez Komitesi’nin aşağı yukarı tamamı ve çok sayıda Yu44
Bitmeyen Tarih
gosslav komünisti tutuklandı. Yüzden fazlası hapis ve kamplarda öldü. Parti genel sekreteri Gorkic 1937 yazında tutuklandı. Karısı ise, İngiliz ajanlığı suçlamasıyla daha önce tutuklanmıştı. Yugoslav Komünist Partisi’nin Sovyetler Birliği’nde yaşayan önderlerinin kaderini, “o dönemde ben tek başıma kalmıştım” diyen Tito’nun ağzından dinleyelim: Temizlikler sırasında tutuklanan yargılanan ve tasfiye edilen, ya da hapse atıldıktan sonra izine rastlanamayanlar arasında Filip Filipovic, Kamilo Horvatin, Kosta Nokakovic, Djuka ve Stjepan Cvjic, Rade ve Grgur Vujovic, Mladen Conic, Anton Mavrak ve diğerleri vardı. Hiçbir zaman işlemedikleri suçlardan ötürü üzerlerine yıkılan müthiş suçlamalarla ölüme yollanan bu insanların yaşadıkları trajedi çok büyüktür. O günler olağanüstü karmaşıktı. Partimiz tümüyle suçlama altındaydı. Komintern içinde partinin dağıtılacağı yolunda söylentiler bile dolaşıyordu.10
Romanya Komünist Partisi genel sekreteri ve Komintern yürütme kurulundaki temsilcisi Marcel Pauker ve Merkez Komitesi üyesi Aleksandru Dobrogenau 1937’de kurşuna dizildi. Rakovski ile olan eski ilişkileri casus sayılmaları için yeterliydi! Olayın trajik yanlarından biri de, Pauker Moskova’da tutuklanırken, karısının da Romanya’da faşistlerce tutuklanmış olmasıydı. Dimitrov’la birlikte Leibzig’de yargılanan Popov ve Tanev’e Sovyetler Birliği vatandaşlık vermişti. 1937’de Sovyetler’de tutuklanan bu iki Bulgar komünistine faşist Alman Mahkemesi’nin veremediği cezayı Sovyet Mahkemesi verdi. Yüz kadar İtalyan komünisti, anarşisti ve partili olmayan işçi öldürüldü. Bunlar arasında Alman komünisti Neumann’la birlikte Kanton Komününe katılan tanınmış gazeteci Edmondo Peluso da vardı. Togliatti’nin üvey kardeşi Paoli Robotti de tutuklandı. Aralarında Çin Komünist Partisi’nin Komintern temsilcisi Go Shao-Tan’ın da bulunduğu birçok Çinli komünist tutuklandı. Komintern’deki Kore seksiyonunun tamamı tutuklandı. O zamanlar Finlandiya Komünist Partisi birinci sekreteri olan Avo Tuominen daha sonraları, kurşuna dizilen birçok Fin’li komünistin adını açıklarken, o sıralarda Sovyetler Birliği’nde yaşayan bütün Finli’lerin “halk düşmanı” olarak ilan edildiklerini belirtir. İspanyol, Çek, Fransız, Avusturyalı, Hollandalı, Hindistanlı ve hatta Brezilyalı ve Amerikalı birçok komünist tutuklandı, ya da öldürüldü. Komintern seksiyonlarındaki teröre hedef olan komünistler, ülkelerinde illegal koşullarda faaliyet gösteren partilere mensup olanlardı. Olayın en dehşet verici yanlarından birisi de, aynı tarihlerde sınıf düşmanlarının iktidarda olduğu kendi ülkelerinde hapislerdeki komünistlerin birçoğu hayatta kalırken, Sovyetler Birliği’nde olanların büyük bir kesiminin öldürülmüş olmasıdır. 10 J.B.Tito, The Struggle and Development of the CPY Between the Two Wars, s.54.
45
Yaşayan Marksizm
Sovyet Sınırları Dışında “Temizlikler” “Temizlikler” sadece Sovyetler Birliği sınırları içine hapsedilmedi. Moskova’daki komünistlerle başa çıkmak oldukça kolay bir işti. Yabancı ülkelerde “temizlikler”e girişmek, daha gizli, daha planlı taktikler gerektiriyordu. Aralık 1936’da Yezhov, “Özel Görevler Seksiyonu” adı altında NKVD’de bir örgütlenme oluşturdu. “Seyyar Gruplar” denen bu seksiyonun görevi, Sovyetler Birliği dışında “temizlikler” gerçekleştirmekti. Stalinist bürokrasiyi Sovyet sınırları dışında en fazla telaşlandıran gelişmelerden birisi İspanya İç Savaşı’ydı. Bu savaşın devrimci saflardaki belkemiğini POUM (“Sol Merkezciler”) ve Anarşistler oluşturuyordu. İspanya’da Markos adıyla faaliyet gösteren NKVD şeflerinden Slutsky’e göre, POUM sadece Zinovyev ve Piatakov’un yargılanmalarını eleştirmekle kalmıyor, aynı zamanda Troçki’yi İspanya’ya getirmekle de uğraşıyordu. Daha Aralık 1936’da Sovyet basınında Katalonya’nın geleneksel Marksist partisi POUM’un tasfiyesinin gerekli olduğundan söz ediliyordu. 16 Haziran 1937’de POUM’un politik sekreteri ve Kızıl Sendikalar Enternasyonali eski başkanı Andres Nin NKVD görevlilerince İspanya’da tutuklanıp sorguya çekildikten sonra öldürüldü. Fakat Andres Nin’e “itiraf” türünden birşey imzalatılamadı. POUM ve anarşistleri ezebilmek için, iç savaşın en kritik bir döneminde güçlerin parçalanmasından çekinilmedi. İspanya Komünist Partisi yönetimi Komintern direktiflerine uygun olarak hareket etmesine rağmen, Parti Genel Sekreteri Jose Diaz NKVD’nin faaliyetlerinden “ahlaki bir ölüm” diye sözeder. Aynı Diaz daha sonra Moskova’da karanlık bir biçimde ölmüştür. 1930’larda dış ülkelerde görevli bazı Sovyet diplomatları ve NKVD ajanları Sovyetler Birliği’ne geri dönmeyi reddettiler. Bunun en önemli nedenlerinden birisi duydukları endişeydi. Geri çağırılarak kurşuna dizilen Antonov-Ovseenko’dan daha önce söz etmiştik. Diğer bir örnek NKVD’nin Fransa’daki temsilcisi Nikolai Smirnov’dur. Moskova’ya geri çağırıldı ve döndüğünde Fransız ve Polonya ajanlığı suçlamasıyla kurşuna dizildi. NKVD’nin üst düzeylerinde görevli olan general Krivitski, Aralık 1937’de Fransız Sosyalist Partisi’ne, Fransız Komünist Partisi’ne ve Dördüncü Enternasyonal hareketine birer mektup göndererek, onbinlerce suçsuz insanın tutuklanması ve kurşuna dizilmesi nedeniyle kendi konumunu feda etmek zorunluluğu duyduğunu ve kendisini, haksız yere suçlanan ve öldürülen insanların itibarlarının yeniden iadesi yolunda mücadeleye adadığını söyler. Krivitski’nin mektubu şöyle sona erer: “GPU’nun beni öldürerek susturacağını biliyorum. Yezhov’un emri altında herşeyi yapmaya hazır yüzlerce kişi peşime düştü bile. Devrimci bir savaşçı olarak, bu durumu uluslararası işçi sınıfının bilgisine sunmayı bir görev sayıyorum.” Krivitski’nin tahmini yanlış çıkmadı. Kurşunlanan vücudu Waşhington’daki bir otel odasında bulundu. 46
Bitmeyen Tarih
Bu mektuptan birkaç gün sonra Avrupa gazeteleri, Sovyetler’in eski Yunanistan elçisi A.G. Barmin’in benzer bir mektubunu yayınladılar. Barmin mektubunda, ondokuz yıldır komünist olduğunu, ama şimdi devrimi yapan ve ilk işçi devletini kuranların kitlesel olarak yok edilme hazırlıklarının görüldüğünü yazıyordu. Bu arada Ekim Devrimi ve İç Savaş kahramanı F.F. Raskolnikov’dan söz etmeden geçmeyelim. Raskolnikov 1917’de Kronştad Parti Komitesi başkanıydı. Daha sonra Donanma Komiserliği Temsilciliği, Volga, Hazar ve Baltık Donanma Komutanlığı yaptı. 1930-39 yılları arasında Estonya, Danimarka ve Bulgaristan’da Sovyet Elçiliği görevlerinde bulundu. Raskolnikov, 17. Parti Kongresinden sonra kişi putlaştırma ve en iyi parti kadrolarının tasfiyesi karşısında büyük bir tedirginlik duymaya başladı. Temmuz 1939’da Fransa’da bulunduğu sırada kendisinin “halk düşmanı” ilan edildiğini öğrendi. Stalin’e yazdığı açık mektupta, eski Bolşevik kuşağın yokedilmesini, Troçkistlere, Zinovyevcilere ve Buharincilere karşı girişilen iftira ve terör kampanyasını sert bir dille protesto etti. Stalinist bürokrasinin üzerinde yarattığı sarsıntı sonucu, Raskolnikov Eylül 1939’da intihar etti. Yüksek bir GPU görevlisi olan Ignace Reiss Temmuz 1937’de Stalin’e açık bir mektup yazarak 4. Enternasyonal hareketine katıldığını açıkladı. İki ay sonra İsviçre’nin Lozan şehrinde vücudu delik deşik edilmiş bir halde ölü olarak bulundu. Troçki’nin sekreteri Erwin Wolf gönüllü olarak katıldığı İspanya İç Savaşı’nda sınıf düşmanlarının değil, GPU’nun kurşunlarıyla öldü. 4. Enternasyonal hareketinde yönetici bir rol oynayan Troçki’nin oğlu Leon Sedov 1 Şubat 1938’de Paris’de öldürüldü. Altı ay kadar sonra, 4. Enternasyonal’in kuruluş konferansını düzenleyen Rudolf Klement esrarengiz biçimde ortadan kayboldu. İşkence edilmiş vücudu başsız olarak Sein nehrinde bulundu. Artık sıra, bitirilmemiş bir hesabın görülmesine gelmişti. Moskova duruşmalarında Troçki biçimsel olarak gıyabında ölüm cezasına çarptırılmıştı. Stalinist bürokrasinin kararını infaz etme görevini, NKVD subayı Leonid Eitingan örgütledi. Eitingan 1936’da Kotov adıyla İspanya’ya gönderildi. Bundan sonrası Stalinizme özgü “deneyimli” yöntemlerle tezgahlandı. 20 Ağustos 1940 tarihi Stalinizmin bayram ve şenlik günü oldu. Stalin’in emriyle Troçki’nin katili Sovyetler Birliği kahramanı ilan edildi. Katilin annesine de Lenin ödülü verildi. Kısa Bilanço Bu yazıda sıraladığımız isimler, en önde gelen siyasetçiler, bilim adamları, askeri liderler, sanatçılar ve yöneticilerin bir kesimine aittir. 1930’ların kıyım ve temizlikleri sadece parti ve devlet cihazını değil, tüm ülkeyi baştan aşağı çatırdattı. 1937 yılına gelindiğinde 5 milyon insan çalışma kamplarına toplanmış bulunuyordu. Ocak 1937 ile Aralık 1938 yılları arısında tutuklanan insan sayısı 7 milyon civarındaydı. Tutuklananların 1 milyonu kurşuna dizilirken, kamplardaki ağır yaşam koşullarından dolayı 2 milyon kişi yaşamını yitirdi. Temizliklerde yaşamlarını kaybedenlerin kesin bir sayısını vermek oldukça zordur. Ancak 1956 yılında İtal47
Yaşayan Marksizm
yan Komünist Partisi delegasyonuna Kruşçev tarafından verilen bilgiye göre temizlikler boyunca toplam olarak yaşamlarını kaybedenlerin sayısı 8 milyondu. Toplumda nicelik olarak bir oranlama yapılırsa Stalinist terörün en büyük darbesini yiyenlerin sıradan parti neferleri, alt ve orta derecedeki parti görevlileri olduğu görülecektir. Ekim Devrimi’nin önderleri, Lenin kuşağı sürgünlere, zindanlara, ölüm mangalarının önünde hedef olmaya layık görüldü. 1917’deki Politbüro’nun tamamı, Merkez Komitesinin tamamına yakını, ilk devrim yıllarının Halk Komiserleri Konseyi’nin birçok üyesi öldürüldü. Lenin’in vasiyetnamesinde adı geçen kişilerden Stalin hariç kimse hayatta bırakılmadı. Devrimci miras, Bolşevik geçmiş ortadan kaldırıldı. 1917 Ekim Devrimi’ndeki Lenin’in Merkez Komitesi’nin kaderini bir kez daha anımsatalım: Lenin 1924’de öldü; Troçki 1940’da öldürüldü; Rikov 1938’de kurşuna dizildi; Buharin 1938’de kurşuna dizildi; Sverdlov 1919’da bir terörist tarafından öldürüldü; Zinovyev 1936’da kurşuna dizildi; Kamenev 1936’da kurşuna dizildi; Milyutin 1938’de kurşuna dizildi; Lomov 1938’de kurşuna dizildi; Sjamyan 1918’de bir İngiliz tarafından öldürüldü; Berzin 1939’da kurşuna dizildi; Muranov 1939’da tasfiye edildi, akibeti belli değil; Artem 1921’de öldü; Stassova ortadan kayboldu, akibeti belli değil; Kollontay 1952’de öldü (?); Nogin iç savaşta öldü; Dzerjinsky 1926’da öldü; Uritski 1918’de bir terörist tarafından öldürüldü; Krestinski 1938’de kurşuna dizildi; Bubnov 1938’de kurşuna dizildi; Sokolnikov 1939’da hapisanede öldü; Joffe 1927’de intihar etti. 1934’de yapılan 17. Kongre sırasında partide 2.809.000 üye ve aday üye vardı. Bunlardan 900.000’i aday üyeydi ve normal olarak 1939’daki 18. Kongreden önce asil üye olacaklardı. Ancak 1935-36’da Partiye hiçbir yeni üye alınmadı. 1936 Kasım’ında yeniden üye kaydı başladı. Bu tarihten 1939 baharına kadar bir milyonun biraz üstünde insan aday üye olarak alındı. Bunların en azından üçte birinin 18. Kongreden önce asil üye olmaları gerekiyordu. 1934’den 1939’a kadar geçen beş yıllık sürede ortaya çıkan eksilme 300-400 bin kişi civarındadır. Geniş bir hesaplamayla bile, 1939’daki toplam asil ve aday üye sayısı 3.5 milyondan az değildir. Bu sayının en azından 2.600.000’i asil üye sayısına tekabül etmektedir. Fakat 18. Kongre sayımlarına göre Parti’nin üye sayısı 2.478.000’dir ve bu sayının sadece 1.590,000’i asil üyedir. Bu muazzam azalma sadece kitle kıyımının açık bir göstergesinden başka birşey değildir. 1934’de toplanan 17. Kongreye “zafer kongresi” denmişti. Beş yıl sonraki 18. Kongreye gelindiğinde, bir önceki kongreye katılan 1966 delegeden 1108’i (yani yarısından fazlası) “karşı devrimci suçlar”dan tutuklanmış bulunuyordu. 18. Kongreye katılan delegelerin de sadece %2’si bir önceki kongrede delegeydiler. 1934’deki 17. Kongre’den sonraki Politbüro’nun 10 üyesinden geriye kalan, sadece Stalin ve Mikoyan’dır. Kısacası Stalinist bürokrasinin iki üç yıl içinde komünistlere uyguladığı baskı ve katliamın faturası tüm devrimci mücadele , üç devrim (1905, 1917 Şubat ve 1917 Ekim) ve İç Savaş’daki kayıplardan çok daha yüksektir. 48
Bitmeyen Tarih
Siyasi tecrübeye, devrimci kişiliğe, bağımsız ve eleştirel bilince sahip olan üyeler temizlendi. Heryere “evet efendimciler”, dalkavuklar, kariyeristler ve entrikacılar dolduruldu. Birçok eski Menşevik önemli görevlere getirildi. Örneğin Amerika’daki Sovyet elçisi Troynanovski, Almanya elçisi Kintyuk eski Menşeviklerdendi. Fransa’daki elçi Potemkin bir burjuva tarihçisiydi. 1917’de Lenin ve Troçki’ye Alman ajanlığı suçlamasını yapan Serebrovski, Merkez Komite’sine üye yapıldı. Menşevik Saslavski de basında önemli bir göreve atandı. Temizlikler ve kıyımlarda başrollerden birini oynayan başsavcı Vişinski’nin de eski Menşevik liderlerden biri olduğu bilinmektedir. İddialar, “Deliller” ve “İtiraflar” Üzerine Eski Bolşeviklere karşı girişilen katliamlarla ilgili olarak Stalinist bürokrasi hangi gerekçelere başvurmuştu? Gerekçeler, Stalinizmin gelenek ve kurum haline getirdiği, “kapitalizmi geri getirme” iftirası olarak özetlenebilir. 1935’de Zinovyev ve Kamenev’e karşı açılan ilk davada, sanıkların “kapitalizmi geri getirmek için gizli bir Moskova merkezi” kurdukları iddia edilmişti. Bu aşamada henüz, yabancı devletlerle, ya da faşizmle anlaşma iftiraları geliştirilememişti. 1936’daki yargılamada ise, sanıkların ne pahasına olursa olsun iktidarı ele geçirmek istediklerini “itiraf” ettikleri ileri sürüldü. Bu yeni “itiraf”a göre, Zinovyev ve Kamenev’in hiçbir toplumsal ve politik programları yoktu, hedefleri iktidardı. Onlar kurşuna dizildikten sonra, Eylül 1936’da Sovyet basınında Zinovyev ve Kamenev’in mahkemede yalan söyledikleri, aslında “kapitalizmi geri getirme” planlarını gizli tuttukları açıklanacaktı.Bu sayede Ocak 1937’deki yeni “yargılamalar” için yeni bir gerekçe de bulunmuş oldu. Bu kez iddianamede gibi bir yenilik vardı. Bu yeni iddiaya gerekçe olarak da Troçki gösterildi. Siyasi olarak birbirleri ile farklı eğilimlerde olan insanları bu tezin savunucusu ve uygulayıcıları olarak sunabilmek için de “paralel Troçkist merkezler” adıyla, tüm sanıkları aynı suçlamanın kapsamına alabilecek olan bir “örgütler dizisi” yaratıldı. İddianameye göre, muhalefet iktidara gelemeyeceğini bildiğinden, bu işi yabancı devletlerin desteğiyle gerçekleştirecekti. Bu sayede Troçkistler iktidarı alacak, arkadan Sovyetler’in önemli kısmını yabancı devletlere peşkeş çekecekti. Amur bölgesi Japonya’ya, Ukrayna da Almanlara verilecekti. Bu konuda Troçki ile Hitler’in en yakınlarından Hess arasında anlaşmaya varıldığını bile yazabilme cüreti gösterildi. 1935’deki ilk duruşmada sanıklar sadece “iktidar hırsı” içinde olmakla suçlanırken, daha sonraki yargılamalarda “kapitalizmi geri getirme” iddialarının ortaya atılmasının nedeni neydi? İşin daha başında böyle bir iddia, gerek Sovyetler Birliği ve gerekse dünya işçi sınıfı için, hiç de inandırıcı olamazdı. Lenin’in yakın arkadaşlarına karşı böyle bir suçlama “zamanlama” bakımdan uygunsuz düşerdi. Önce, eski Bolşeviklere karşı psikolojik bir tepki ortamını hazırlamak gerekiyordu. Bu yüzden ilk yargılamalar “iktidar hırsı” teması ile sınırlı tutuldu. Böylece, önce eski Bolşeviklerin itibarları kırılacak, “yargılanma”ları için “haklı” ve “ölçü49
Yaşayan Marksizm
lü” bir gerekçe bulunmuş olacaktı. İkinci aşamada “kapitalizmi geri getirmek”le suçlanabilirlerdi. Yığınlar Stalin bürokrasisi hakkında ne düşünürlerse düşünsünler, en duyarlı oldukları konuların başında, üretim araçlarının kollektif mülkiyeti geliyordu ve Ekim Devrimi’nin kazanımları mutlaka korunmalıydı. Bu yüzden sanık sandalyesinde oturan eski Bolşevikler, amaçlarının “kapitalizmi geri getirmek” olduğunu “itiraf” etmeliydiler. “Kapitalizmi geri getirmek” için başvurulacak araç da, yabancı emperyalist güçler olarak belirlendikten sonra, mizansen tamamlanmış oldu. Artık devrim tarihi yeniden yazılabilirdi. “Yargılamalar”da üç temel yöntem üzerinde duruldu: terör, sabotaj ve casusluk. İddianameye göre muhalefet, başta Stalin olmak üzere parti yöneticilerine suikastlar düzenleyerek, onları ortadan kaldırmayı planlıyordu. Bu konuda bir tek delil bile ileri sürülemedi. En büyük dayanak noktası ve “deliller”, biraz ileride üzerinde duracağımız ünlü “itiraflar”dır. 1937’deki duruşmalarda yeni bir iddia daha ortaya atıldı: Ülkenin ekonomik kaynaklarına sabotaj! Böylece, maden ve tren kazalarından, ekonomideki her bozukluktan, kolektif çiftliklere karşı her direnişten sorumlu olan bir düşman bulundu: Troçkizm! Sovyetler Birliği’nin teknik bilgi, hammadde sıkıntısı, yatırım problemleri gibi sanayileşmede karşılaştığı objektif zorluklar ve bunun yanısıra kötü planlama, işçi sınıfının içinde tabakalaşma, yüksek çalışma temposu, düşük ücretler, kalitesi düşük konutlar, uzun kuyruklar gibi 1920’lerde sanayinin geciktirilmesinin yolaçtığı ve bürokrasinin güçlendirilmesi için yararlanılan subjektif zorluklar, Troçkistleri suçlu çıkarmak için zengin bir malzeme kaynağı olarak kullanıldı. 1938’deki “yargılamalar”da “sabotaj” suçlaması en gözde silahlardan biriydi. İddianameye göre, Troçkistler sadece terör ve sabotajla yetinmemiş, fakat aynı zamanda yabancı devletlerden destek de almışlardı. Çıldıran bürokrasinin savcısı, “Troçki’nin başında bulunduğu blokun tamamı yabancı casuslardan ve çarlığın gizli polislerinden oluşmaktadır” diyerek tarihin en saçma, dayanaksız ve iğrenç iftiralarından birini yapıyordu. Moskova duruşmalarının birincisinde, sanık sandalyesine oturtulanlara, 1932 yılından beri Gestapo ajanları oldukları “itiraf” ettirildi. Oysa ki, 1932 yılında Gestapo diye bir örgüt henüz kurulmamıştı. İkinci yargılamada, Troçki’nin sadece Alman ajanı değil, aynı zamanda Japon gizli servisleri ile de birlikte çalıştığı söylenecekti. Nihayet 1938’deki üçüncü Moskova duruşmalarında Polonya ve İngiliz gizli servislerinin de Troçkistlerden bilgiler aldığı açıklanacaktı! Troçki’nin İngiliz gizli servisleriyle ilişkisi olduğu yolunda 1938’deki suçlamanın temelinde, Stalin’in İngilizlerle ilişkilerinin kötüleşmesi yatar. 1939’da Stalin Hitler ile pakt yapınca, bu kez Troçki’ye İngiliz ajanlığının yanısıra, Amerikan ajanlığı da yakıştırılır. 1941’de Almanya ile Sovyetler arasında savaş başlayınca, Troçkistler tekrar Alman ajanlığı damgasını yerler. İkinci Dünya Savaşı’ndan 50
Bitmeyen Tarih
sonra Amerika ile Sovyetler arasındaki ilişkilerin olumsuz olarak gelişmesi nedeniyle, Dördüncü Enternasyonal’e yöneltilen Amerikan ajanlığı suçlaması, göreceli bir süreklilik kazanır. Soğuk savaştan sonra, Sovyetlerin Amerika ile ilişkileri iyileştiğinde, Çin’le ilişkileri bozulur. Ama Dördüncü Enternasyonal Çin ajanlığı ile suçlanmaz ve bu kez “ajanlar” ironik olarak yer değiştirirler ve Çinliler Troçkist ajanlar olmakla suçlanırlar. 1917 yılında Geçici Hükümet, Lenin ve Troçki’nin Alman ajanları oldukları yalanını tüm dünyaya yaymıştı. Aynı yöntemi yirmi yıl sonra Sovyet bürokrasisinin şefi Stalin, Ekim Devrimi’nin önderlerinden ve Kızıl Ordu’nun kurucusu Leon Troçki’ye karşı uyguluyordu. Tam burada ünlü Nazi şeflerinden Göbels’in sözlerini anımsamamak elde değil: “Yalanı ne denli büyük söylerseniz ve sık tekrarlarsanız, insanları inandırmak o denli kolay olur.” Herhangi bir nedenle suçlanan insanlar hakkında, suçu ispat için delil gereklidir. Peki Moskova duruşmalarında öne sürülen deliller nelerdi? Hiçbir maddi delil yoktu. Duruşmaların hiçbirinde, suçlamaları haklı çıkarabilecek tek bir maddi delil ileri sürülememiştir. İddianamelere göre, devlet ve parti yönetimine karşı korkunç bir komplo hazırlığı söz konusudur! Dört yabancı devletin gizli servisleri de bu komplonun içindedir. Ve de bu korkunç “komplo”yu yöneten sürgündeki Troçki’dir. Duruşmalarda sürekli olarak sanıkların Troçki’den mektupla direktif aldıklarından söz edilmiş, fakat tek bir mektup bile gösterilememiştir. Delil olarak gündeme getirilen “mektup”, Troçki’nin 1932 yılındaki “Sovyetler Birliği Komünist Partisine Mektup” adlı yazısıdır. Troçki bu yazısında partiden, Stalin’i görevden uzaklaştırarak Lenin’in vasiyetini yerine getirmesini talep eder. Menşevik savcı Vişinski’ye göre bu talep terörizme çağrıydı. Delil bulunamayışı konusunda ise, savcı şöyle diyordu: “Bir komplo ile karşı karşıyayız. Karşımızdaki insanlar, bir darbe yapmak için yıllardır örgütlenmiş olan, bu komplolarını geliştirebilmek için faaliyet gösteren, yabancı faşist güçlerle temasa geçen komploculardır. Bu durumda deliller sorusu nasıl gündeme getirilebilir?”11. Savcı Vişinski kendi sözleri ile kendini kapana kıstırıyor. Darbe gerçekleştirecek boyutta bir komplo hazırlanacak ve hiçbir yazılı belge, ya da direktif olmayacak! En sıkı, en gizli örgüt faaliyetinde bile, tüm yazılı belgelerin yok edilebilmesi olanaksızdır. Bu kadar çok sayıda insanın içinde olduğu iddia edilen komplocu bir örgüte sızamamak olanaksızdır. Bolşevikler Ekim Devrimi’nde iktidarı ele geçirdikten sonra, en gizli saydıkları bir yığın belgeyi polis arşivlerinde bulunca, oldukça şaşırmışlardı. Aynı durumun iktidardaki bürokrasi açısından daha da elverişli olduğu bu yeni koşullarda tekrarlanamaması olanaksızdır. Hiçbir yazılı delilin ortaya konulamadığı böyle bir durumda, savcı ve yargıçların sanıkların doğru itiraflarda bulunup bulunmadıklarını incelik ve duyarlılıkla araştırmaları, en basit hukuk kurallarının da bir gereğidir. Çok sayıda tanığın ifadelerine başvurulması ve çelişkili ifadeler görüldüğünde, çapraz sorgulamalar, ya da yüzleştirmeler yapılması akla gelen ilk örneklerdir. Ama bunların hiçbirisi yapılmadı. 11 Moskva Processen, Partisanförlaget, 1971, s.364.
51
Yaşayan Marksizm
Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra açılan arşivlerin başına üşüşen tüm araştırmacı, tarihçi, yazar ve akademisyenler o dönemdeki suçlamalara ilişkin hiçbir delil bulamadılar. Tek delil ünlü “itiraflar”dı. 1936’daki Birinci Moskova Duruşmalarında Smirnov ve Golzman “kısmi itiraflar”da bulunmuştu. Duruşmada özellikle Smirnov, GPU’nun sorgulama yöntemleri ile tamamen ezilmediğini gösterdi. Suçlananlardan her birinin “itiraf” ettiği “gizli merkez” suçlamasını kabul etmedi. Hiçbir “somut ayrıntı” masalı da anlatmadı. Smirnov, Troçki’nin Sovyetler Birliği’ndeki “temsilcisi”, “Troçkist örgütün başı” olarak sunulmuştu. 1933’den beri hapiste olan bir insan, iddia edilen büyük bir komployu, mahkeme önüne çıkarıldığı 1936’ya kadar yani üç yıl hapisten nasıl yönetmişti? Sadece bu olgu bile, en sıradan bir burjuva mahkemesince suçlanan kişinin lehine değerlendirilecek bir delil özelliği taşırken, gerçekte adaletli olması gereken bir işçi devletinin mahkemesinde savcı şöyle konuşabiliyordu: Merkezin faaliyetleri çok iyi örgütlenmiş bir bağlantı tekniği sayesinde sürdürülmüştür. Örneğin Smirnov gibi serbest olmayan kişiler merkezin faaliyetlerinin yönetimine katılmışlardır. Smirnov 1 Ocak 1933’den beri tutukludur. Fakat onun hapisten Troçkistlerle ilişki kurduğunu biliyoruz. Smirnov’un hapiste şifreler aracılığıyla yoldaşlarıyla ilişkiler kurduğu keşfedilmiştir.12
Sözü edilen şifrelerden hiçbirisi mahkemede ortaya konmadı. Şifrelere ilişkin spekülasyonun piyasaya sürülmesi ile çekilmesi bir olmuştur. Aslında Smirnov’un kısmi “itiraf”ı tertipte bir terslik yarattı. Komplo ile suçlanarak mahkeme önüne çıkarılanların sayısı sınırlıydı. Çünkü sebatla suçlamaları red edenler, daha işin başında ayrı tutulmuşlardı. Smirnov’u ayıramamalarının nedeni, onun daha baştan en temel sanık ilan edilmiş olmasından geliyordu. Onun “yarım itiraf”ına razı olmaları gerekiyordu. Radek de 1937’deki ikinci Moskova duruşmalarındaki tanıklığı sırasında, hesapta olmayan konuşmalar yapmıştı. Uyanık bir kişi, onun suçlamaları nasıl boşa çıkardığını rahatlıkla farkedebilirdi. Krestinski 1938’de, duruşmaların daha ilk gününde iddianamenin okunmasından sonra “itiraflar”ını şöyle geri aldı: Krestinski: “Ben suçlu değilim, Troçkist değilim. Sağların ve Troçkistlerin blokuna hiçbir zaman üye olmadım; böyle bir bloğun varlığından da haberim yoktu. Bana yüklenen suçları da işlemiş değilim. Alman gizli servisleri ile hiçbir ilişkim olmadı.” Mahkeme Başkanı: “İlk sorgudaki itirafınızı mı kastediyorsunuz?” Krestinski: “Evet, ilk sorguda itirafta bulunmuştum, fakat hiçbir zaman Troçkist olmadım.” 12 Kent-Ake Anderson, Lögnens Renassans, Fourth International, 7-8 1972.
52
Bitmeyen Tarih
Mahkeme Başkanı: “Casusluk yaptığınız ve terörist eylemlere katıldığınız yolundaki iddiaları kabul ederek, suçlu olduğunuzu açıklayacak mısınız?” Krestinski: “Hiçbir zaman Troçkist olmadım. Sağların ve Troçkistlerin bloğuna katılmadım ve hiçbir suç işlemedim.”13
İlk günkü duruşmada savcı, diğer sanıkların Krestinski’den söz etmelerini sağlayabilmek için bir dizi sorular yöneltti. Krestinski, her türlü suçlamayı reddederek, 27 Kasım 1927 tarihinde Troçki’ye yazdığı bir mektupta onu eleştirdiğini söyledi ve savcıdan mektubu okumasını istedi. Böyle bir mektup olmadığını söyleyen savcı, ikinci gün mektubu ortaya çıkararak, bazı pasajlar okudu. Savcıya göre Krestinski manevra yapıyor, parti içinde Troçkist mücadeleyi sürdürebilmek için Troçkizmle kopuşmuş gibi görünmeye çalışıyordu. Duruşmaların ilk gününde sorgu ifadelerini reddeden Krestinsky, ertesi günkü duruşmada iddianameyi kabul ettiğini söyleyecekti. Krestinski: “İlk sorgudaki itirafarımın isabetli olduğunu kabul ediyorum.” Vişinski: “Dünkü ifadeniz, mahkemeye karşı Troçkist bir provakasyon dışında bir anlam ifade edebilir mi?” Krestinski: “Dün sanık sandalyesinde oturmamla, iddianameyle ve benim iyi olmayan sağlık durumumla daha da kötüleşen etkilenme nedeniyle bir an için kendimi sahte bir utangaçlık duygusu içinde hissetttim. Bu yüzden doğruyu söyleyecek durumda değildim. ‘Evet suçluyum’ diyeceğim yerde mekanik olarak ‘hayır suçsuzum’ diye yanıt verdim.” Vişinski: “Mekanik olarak mı?” Krestinski: “Dünya kamuoyuna karşı doğruyu, yani Sovyet iktidarına karşı daima Troçkist bir mücadele sürdürdüğümü söyleyecek gücü kendimde bulamadım. Kişi olarak bana yöneltilen bütün ağır iddialardan suçlu olduğumu ve suçlarımı tam olarak itiraf ettiğimi mahkemenin zapta geçirmesini istiyorum. Ve ihanet sorumluluğu taşıdığımı itiraf ediyorum.”14
Mahkemenin ilk günü olan 2 Mart’la ikinci günü olan 3 Mart’ı bağlayan gecede Krestinski’ye ne olduğunu bilemeyiz, ama rahatlıkla tahmin edebiliriz! Buharin’in ve hatta sadık Stalinist eski GPU şefi Yagoda’nın mahkemedeki ifadeleri, Krestinski ile benzerlikler göstermekteydi. Örneğin Yagoda birtakım iddiaları reddetti ve hatta Maksim Gorki’nin ölüm nedeni ile ilgili olarak açıklamalarda bulunma eğilimi gösterdi. Mahkeme başkanı derhal duruşmaya ara verdi ve aradan sonra Yagoda daha fazla konuşturulmadı. Okuyucunun da gördüğü gibi, “itiraf” sözcüğünü bu yazıda sürekli olarak tırnak içinde kullandık. İtiraf ne anlama gelir? Bir kimsenin işlediği suçu açıkça kabul etmesi demektir. Eğer söz konusu olan politik bir davaysa ve yargılanan kişi 13 Robert Conquest, The Great Terror, s.499, Great Britain 1971. 14 Kent-Ake Anderson, Lögnens Renassans, s.83, Fourth International, 7-8 1972.
53
Yaşayan Marksizm
de politik bir bilince sahipse, Moskova duruşmalarındaki türden “itiraflar” söz konusu olamaz. Duruşmalarda suçlanan insanların kişilikleri meçhul olsaydı, yalnızca “itiraflar” denen ifadelerle varılabilecek sonuç, sanıkların politik bilinçten yoksun, acemi ve yeteneksiz komploculardan öteye bir nitelik taşımadıkları olabilirdi. Oysa ki, sanık sandalyesine oturtulan insanlar, yirmi ya da otuz yıldır dünyanın en gerici düzenlerinden birine karşı Lenin’le yan yana savaşmış, politik mücadelede pişmiş, zengin deneyim sahibi kişilerdir. Aşağı yukarı tüm sanıklar Ekim Devrimi’ne katılmış, partinin ve devletin önemli yerlerinde görevler üstlenmişti. Bu çaptaki insanların politik nitelikte bir örgütlenmenin sonucunda ortaya çıkabilecek riskleri göze alamayacakları düşünülemez. Politik bir savunma ve meydan okuma yerine, “itiraflar” adı altında mahkeme zabıtlarına geçen ifadeler, bu insanların kendi öz geçmişleri ve tüm kişilikleri ile taban tabana zıttır. Moskova duruşmaları türünden politik bir davada, böyle ünlü politik kişilerin sanık sandalyesini, politik bir arena olarak kullanmalarından başka bir alternatif düşünülemez. Örneğin, eğer sanıklar iddia edildiği gibi gerçekten Stalin’i öldürmeyi planlamış, ya da düşünmüş olsalardı, yapacakları şey, bunun nedenlerini açıklamak olacaktı. 1922’de Sosyalist Devrimciler Lenin ve Troçki’yi öldürmek iddiasıyla mahkeme önüne çıkarıldıklarında, niyetlerinin gerekçelerini açık seçik anlatmışlardı. Devlet yönetimine karşı terör kullanmanın gerekli olduğu sonucuna vardıklarını itiraf ederek, politik amaçlarını mahkeme önünde savundular. Sadece, planları gerçekleşemediği için üzüntü duyduklarını söylediler ve ideolojik bütünlüklerini korudular. Hamburg ve Gdansk’ın burjuva mahkemelerinde yıkıcı faaliyette bulunmaktan yargılanan Troçkistler de aynı tavrı aldılar. Eylemlerinin nedenlerini açıklayarak, düşüncelerini savundular. Politik “itiraf” böyle anlaşılır, böyle değerlendirilir. Ama Moskova duruşmalarında böyle birşey olmadı. İllegal mücadelede uzun yılların deneyimlerine sahip olan eski Bolşevikler, sadece ezik bir suçluluk psikozu içinde “itiraflar”da bulunmakla kalmadılar, aynı zamanda kendilerini yargılayanların değer yargılarını ve terminolojilerini de kullandılar. “İtiraflar” gerçeklerin dile getirilmesi olarak değil, boyun eğdirilme, teslim alınma olarak algılanmalıdır. Birçokları kendilerini savunmanın gereksiz olduğunu söyleyerek avukat istemedikleri gibi, ölüm cezasına çarptırılmalarını da istediler.Teslimiyet ve eziklik o denli dehşetliydi ki, örneğin Piatakov şöyle diyebiliyordu: “Birkaç saat sonra bizim hakkımızda karar vereceksiniz. Burada karşınızda kendi suçumun pisliği ve ezikliği altındayım. Herşeyden yoksun kalmanın borçluluk duygusu içinde partimi kaybettim, ailemi kaybettim, hiçbir arkadaşım yok, kendimi kaybettim...” 15 Savcı ve bizzat sanıklar, yargılananları aşağılama konusunda Rusça’daki en ağır deyimi bulabilmek için bir çeşit yarışa girdiler: 15 Report Of The Court Proceedings in the case of Trotskite-Zinovyevite Terrorist Centre, s.116, 1936, Moscow
54
Bitmeyen Tarih
Vişinski: “1933’de yazdığınız yazılar ve bildirilerde partiye sadakatiniz olduğu izlenemini vermiştiniz. Bunu nasıl değerlendirmeli? Sahtekarlık mıydı?” Kamenev: “Hayır sahtekarlıktan da kötü.” Vişinski: “İnançsızlık mı?” Kamenev: “Daha kötü.” Vişinski: “Sahtekarlıktan, inançsızlıktan daha kötü olan sözcüğü siz bulabilirmisiniz? Yoksa ihanet mi?” Kamenev: “Doğrusunu siz buldunuz.”16
Stalin bürokrasisini yıkmayı planlamış olsalar bile, eski Bolşeviklerin mahkeme önünde bu tür bir davranış içinde olmaları inanılmaz derecede şaşırtıcıdır. En azından kendi dillerini ve terminolojilerini kullanmaları gerekirdi. Öyleyse bu trajik durumun izahı nedir? Fiziki ve psikolojik baskılara karşı büyük deneyimleri olan bu insanlar neden direnemediler ve düzmece “itiraflar”da bulundular? Buharin’in kurşuna dizilmeden önce karısına bıraktığı mektupla başlayarak, bu sorunun yanıtını aramaya çalışalım: Hayattan ayrılıyorum. Başımı, acımasız fakat aynı zamanda pırıl pırıl olması gereken proletaryanın baltası önünde eğmiyorum. Ortaçağ yöntemlerine başvurup, muazzam bir güç ele geçirerek planlanmış iftiralar üreten, cüretli cehennem makinasının önünde kendimi çaresiz hissediyorum. Dzerzhinski öldü; Çeka’nın üstün gelenekleri geçmişin içinde solup gitti. Devrimci düşünce Çeka’nın tüm eylemlerine yön veriyordu: Düşmanlara karşı adaletli sertlik, devleti hertürlü karşı devrime karşı koruyordu. Çeka böyle bir özel güven, özel bir saygı, otorite ve kabul gördü. Şimdi, NKVD’nin bir çok sözüm ona organları dejenere olmuş bürokratlar örgütüdür. Düşüncesiz, yoz, iyi para alan kimseler, Çeka’nın geçmişte kaybolan otoritesini, Stalin’in hastalıklı şüpheciliğine (daha fazlasını söylemekten korkuyorum) eğlence sağlayan bir konum ve isim temin etme itiş kakışı için kullanmaktadırlar. Kendi yarattıkları mide bulandırıcı masalllarla aynı zamanda kendilerini de mahvettiklerini anlayamıyorlar. Tarih kirli işlerin tanıklarına katlanamaz. Merkez Komitesi’nin herhangi bir üyesi, partinin sıradan bir üyesi bu ‘mucize yaratan’ organlarca temizlenebilir, bir hain, bir dönek, bir ajan haline dönüştürülebilir. Eğer Stalin kendisi hakkında şüphelere düşecek olsa , bunun doğrulanması hiç gecikmeyecektir. Parti üzerinde kasırga bulutları dolaşıyor. Benim hiç birşeyden suçlu olmayan bir tek başım, binlerce suçsuz başları da aşağıya çekecektir. Aslında şimdi var olmayan bir Buharinist örgütün yaratılması gerek16 A.g.y. s.49
55
Yaşayan Marksizm
mektedir. Partiyle bir anlaşmazlığın gölgesi bile yoktur; yedi yıl önce Sağ Muhalefet yıllarında da yoktu. Ryutin ve Uglanov’un gizli örgütleri hakkında da hiçbir şey bilmiyorum. Görüşlerimi Rykov ve Tomski ile birlikte açıkça söyledim. Onsekiz yaşımdan beri partideyim. Hayatımın amacı, herzaman işçi sınıfının çıkarları, sosyalizmin zaferi için savaşmak olmuştur. Songünlerde saygıdeğer Pravda, Nikoloay Buharin’in Ekim’in zaferlerini yok etmeyi, kapitalizmi restore etmeyi amaçladığı yolunda en iğrenç yalanları yaymaktadır. Bu eşi görülmemiş bir aşağılamadır; bu, halka karşı sorumsuzluk içinde söylenen öyle bir yalandır ki, Romanov’un tüm yaşamını kapitalizme ve monarşiye karşı mücadeleye, proletarya devrimine ulaşılması için mücadeleye harcadığını keşfetme gibi aşağılık bir yalanla eşittir. Eğer sosyalizmi kurma yöntemleri konusunda bir kereden fazla yanıldıysam, gelecek nesiller beni Vladimir İlyiç’ten daha sert yargılamasın. İlk kez izsiz bir yolda tek bir hedefe doğru yürüyorduk. O zamanlar başkaydı, başka gelenekler vardı. Pravda’nın tartışma sayfası vardı, herkes düşüncesini söylüyor, yolları ve yöntemleri arıyor, tartışıyor, birlikte oluşturuyor ve ilerleniyordu. Gelecek neslin parti önderleri! Sizlere sesleniyorum! Bu dehşetli günlerde daha da büyüyen, alevlerle kaplı ve partiye nefes aldırmayan korkunç suç bulutlarının dalgasından uzak durmak zorunluluğu tarihsel görevlerinizin içindedir. Bütün parti üyelerine sesleniyorum! Belki de yaşamımın sonu olan şu günlerde, bana bulaştırılan iğrenç pisliği tarih filtresinin kaçınılmaz olarak ergeç temizleyeceğine inanıyorum. Hiçbir zaman bir hain olmadım; Lenin için tereddüt etmeden hayatımı verebilirdim; Kirov’u seviyordum, Stalin’e karşı bir şeye başlamadım. Parti önderlerinin yeni, genç ve dürüst neslinden, Parti Plenumunda benim mektubumu okumalarını, beni temize çıkarmalarını, bana partideki eski yerimi vermelerini istiyorum. Şunu biliniz ki yoldaşlar, komünizme doğru muzaffer yürüyüşte taşıyacağınız sancağın üzerinde benim de bir damla kanım vardır. N. Buharin. 17
Bu mektupta oldukça ezik ama düzmece bir itirafa imza atan bir Buharin’i bulmak olanaksız. Sorgulamalarda baskı yöntemlerinin kullanıldığı tartışma götürmez, ancak “itiraflar”ı sadece işkence zoruyla alınan ifadelere indirgemek, son derece basit bir yaklaşım olur. Fiziki baskı yöntemleri, yönetici durumdaki Bolşeviklerden çok, tabandaki “sıradan” insanlara uygulanan bir yöntemdi.”İtiraf” elde etmek için psikolojik baskıların yanısıra, birçok durumlarda rehin alma yöntemine de başvuruluyordu. 30 Mart 1935 tarihinde Sovyet yasalarında yapılan değişikliğe göre sanık aileleri tutuklanabileceği gibi, yurt dışına kaçan sanık17 Ken Coates, The Case of Nikolai Bukharin, s.76-77, Great Britain 1978.
56
Bitmeyen Tarih
ların ailelerine, eğer sanık ordu mensubuysa on yıl hapis, sivilse yedi yıl sürgün cezası verilebilecekti. 7 Nisan 1935’de çıkarılan bir yasayla da ölüm cezası, 12 yaşındaki çocuklara kadar genişletiliyordu. Bu yasalardan “itiraflar” elde etmek için azami derecede yararlanıldı. Bunun yanısıra eski Bolşevikler’in derin dayanışma ve birlik ruhu sonuna kadar kullanıldı: “Eğer ‘itiraf’ etmezsen ya da ‘itiraf’ını geri alırsan, sanık sandalyesinde oturan 30 yıllık arkadaş ve yoldaşların büyük darbe yer. Onlarla dayanışma içinde olmak ve daha hafif cezalara çarptırılmalarını istiyorsan cezayı paylaş! Parti’nin çıkarları senin canından daha mı önemsiz? Parti’ye bağlıysan senden istenen herşeye evet demen gerekir.” Bu türden bir psikolojik taarruz, sınıf düşmanının en ağır fiziki işkencesinden daha etkili bir silahtır. Sorgulamalar ne kadar ustaca planlanmış da olsa, Bolşevizmin Sovyetler’deki beynini yalnızca bu yöntemlerle ezmek mümkün olamazdı. Duruşmaların ve “itiraflar”ın gerçek nedenlerini anlayabilmek için, o dönemin politik ilişkilerine yönelmek gerekmektedir. Başlarda da vurguladığımız gibi, genç Sovyet Devleti’ne musallat olan bürokrasi, parti içinde de mevzilenmekte gecikmedi. Bürokrasi 1930’larda parti üzerindeki egemenliğini tartışmasız kurmuştu. Bürokrasi Sovyet toplumu üzerinde egemenliğini kurarken, Marksist teoriyi darmadağın etmiş, Marksizmi kopuk ve parçalara ayrılmış elemanlar haline getirmişti. Dağıtılan teori, basitleştirilmiş ve ilkelleştirilmiş biçimde bir araya toplandı. Eğer bir benzetme yapacak olursak, Marksizm, İngilizce’de puzzle denen parça toplama oyunundaki kaybolan bazı parçaların yerine, uymayan başka parçaların ite kaka sokulup sıkıştırılarak aslına uymayan, ama benzeyen yeni bir biçim ortaya çıkarılmasına indirgendi. Terminolojideki sulandırmalar, Marksist teorinin reel politikaya uydurulması için biçimsizleştirilmesi ve dejenerasyonu, sadece Sovyetler Birliği’ne özgü değil, Komintern aracılığıyla dünya işçi hareketine bulaştırılan ideolojik mikroplardı. Kominterne bağlı partilerde ise, Sovyetlerdeki teorik-pratik “orijinallikler” daha minyatür ve karikatürize haliyle sahneleniyordu. 1930 yıllarında Stalinist partilere giren binlerce genç komünist içinden bu vulger Marksist teori-pratiğe uyum sağlayamayan en iyi unsurlar kısa sürede dışarı püskürtüldüler. Sovyetler’deki püskürtme ise, vahşice yaşandı. Bürokratik çürüme içindeki cihaza karşı potansiyel olarak bir alternatif, ya da tehlike oluşturabilecek onbinlerce komünistin yaşamlarını yitirdiğini, ya da çalışma kamplarına sürüldüklerini yazmıştık. Muhalefet hareketlerinin önde gelen temsilcileri, eleştirilerini yumuşatarak, uzlaşmacı bir yolla parti ilişkilerini doğru bir raya sokabileceklerini sanmışlardı. Bu dev bürokratik cihazın karşısında değil, içinde barışçıl bir konumda bulunmanın mantığı, boyun eğme ve teslimiyetle sonuçlandı. 57
Yaşayan Marksizm
Daha 1930’lara gelmeden, sürekli hakaret ve aşağılama ile başlayan psikolojik terörün etkisini küçümsememek gerekir. Büyük yazma yeteneği olan Radek seviyesiz bir polemik makalecisi oldu. Pravda’nın 1934 yılındaki ilk sayısında şöyle yazabiliyordu. “Stalin’e şükran borçluyuz. Eğer biz, yani muhalefet Fransız Devrimi zamanında yaşasaydık, çoktan kellelerimizi kaybetmiştik.”18 Buharin, kendinde artık kalemini tutacak güç bulamadı. Bir zamanlar Sol Muhalefet’in en önde gelen teorisyenlerinden olan Rakovski, Zinovyev ve Kamenev’in 1936’daki duruşmaları sürerken, “Acımak Yok” adı altında Pravda sütunlarında çıkan yazısında, sanıkların ölüm cezasına çarptırılmaları gerektiğini yazabiliyordu. Herbiri uluslararası çapta teorisyen olan bu insanların düştükleri, ya da düşürüldükleri bu trajik durumun izahı nedir? 1920’li yıllarda Stalinist bürokrasi, parti içinde yeni bir kurum geliştirdi: “Otokritik”. Daha önceleri parti, devrimci politikanın oluşturulması için bir forum görevini de yerine getiriyordu. Düşünceleri söz, ya da yazıyla açıklama ve eğilim oluşturma özgürlüğü vardı. Herhangi bir konu gündeme geldiğinde, yoğun bir tartışma ortamına girilir ve değişik gruplar değişik önerilerin arayışı içine girerlerdi. Devrimin uzun vadeli sorunlarının çözümünde, fraksiyonların işleyişi görülebilirdi. Bolşevikler’in bizzat kendileri de, parti çerçevesi içindeki bir fraksiyondan gelişip güçlenen politik bir akımdı. Eğilim ve fraksiyonlar oluşturma, demokratik merkeziyetçilikle bütünleşen açık bir kurumdu. 1921’de geçici olarak fraksiyonların yasaklanması, daha sonra partinin bürokratlaşmasının aracı haline getirildi. Farklı görüşte olan parti üyelerinin eğilim ya da fraksiyon oluşturmalarına karşı sadece baskı tedbirleri geliştirmekle yetinilmedi, fakat aynı zamanda bir yenilik daha getirildi: Farklı görüşte olan insanlar hata içinde olduklarını açık olarak ilan edeceklerdi. Buna da otokritik adı veriliyordu. Otokritik denen kurum, parti yaşamının sürekli ve kalıcı bir parçası oldu. Otorkritik’in kapsamı, bürokrasinin kendi yönetimini de kucaklayacak derecede genişletildi. 1930’lu yıllarda otokritik kurumu, üst düzeydeki kararlardan kaynaklanan siyasi hataların sorumluluğunun alt düzeydeki görevlilere yüklendiği bir uygulamaya dönüştürüldü. Otokritik, muhalefet unsurlarını susturmak ve parti yönetimini de kendi siyasetinin sorumluluğundan kurtarmak için eşi bulunmaz bir disiplin aracı oldu. Eski Bolşevikler partide kalabilmek için bu disiplin aracının önünde boyun eğdiler ve “otokritik” yaptılar. Tüm yaşamları parti çatısı altında geçen bu insanlar, partiyi kaybetmemek için hertürlü fedakarlığı yapmaya hazırlardı. Parti üyeleri partinin yanılmazlığına inandırıldılar. Parti herşeyin doğrusunu bilirdi, partiden hiçbirşey gizlenmezdi. Tanrı önünde nasıl herşey itiraf edilirse, parti önünde de herşey açıklanmalıydı. Parti için herşey göze alınmalı, partinin ve partiyle özdeşleştirilen devletin çıkarları için herşey yapılmalıydı. 18 Roy Medvedev, Let History Judge, s.258, New York, 1973.
58
Bitmeyen Tarih
Yaptıkları “otokritik”lerle belki de farkında olmayarak Stalinist bürokrasiye teslim oldular. Bu teslimiyet biçimsel olarak partide kalmalarına, ya da partiye geri dönmelerine yardımcı oldu. Ama o dönemde yapılan otokritikler, aynı zamanda daha sonraki itiraflar’ın tohumlarını da içinde taşıyordu. 1920’lerin sonlarındaki itiraflar’ın adı otokritik’di. Bir zamanların muhalefet sözcüleri olan eski Bolşevikler’in otokritik yaparak Stalinist bürokrasiye teslim olmaları, hepsinin kişiliklerinde derin yaralar açmıştır. Sanık sandalyesine oturtulduklarında hepsinde ortak olan yan, direniş gücünü tüketmiş olmak, ezilmişlik ve yıkıntıydı. İnsanları tecrit etmek, ya da yok etmek yeterli değildi. Bu insanların kişilikleri ezilmeli, bunlar aşağılanmalı, kendilerini halk düşmanları olarak ilan etmeleri sağlanmalı ve işlemedikleri suç ve yapmadıkları gizli faaliyetleri itiraf etmeye zorlanmalıydılar. Legal soruşturma yöntemleri tıkandığında,bizzat Stalin’in 1937’de açıkladığı, fiziki etki yöntemlerine başvurulmalıydı. Boyun eğmeyen gerçek muhalifler ise, kamplarda ve zindanlarda katledildi. İddianamelerin sürekli olarak bir “yargılama”dan bir sonrakine doğru aşama aşama geliştirilmesi bir rastlantı değildir. 1935 yılında Zinovyev ve Kamenev Kirov’un öldürülmesindeki manevi sorumluluğu üstlenmekle işe başladılar. Böylece ilk soyut itiraf elde edilmiş oldu . Daha önce yapmak zorunda bırakıldıkları otokritik düşünülürse, yeni adım pek zor bir gelişme sayılmaz. Verdikleri ödünlerin gerekçelerini kendi içlerinde bulmuşlardı: Ülkedeki huzursuzluk ve memnuniyetsizlikten en azından kendileri de sorumlu değilller miydi? Kendi sendelemeleri yüzünden, partinin monolitik yapısını zedelememişler miydi? Şimdi yargı önünde, partinin ve devletin otoritesini güçlendirmek gerekmiyor muydu? Bu mantık silsilesi içinde moral sorumluluğu yüklendiler. Bir sonraki adım birbuçuk yıl sonra atıldı. Bu kez Kirov cinayetini doğrudan üstlendikleri gibi, değişik muhalefet merkezleriyle birlikte parti yönetimine karşı suikast planladıklarını “itiraf” edeceklerdi. Bu adımın çok daha zor atılmış olması gerekir. Ancak çok zorlu bir ikna uğraşısı, parti çıkarlarına ve parti disiplinine uyma çağrısı, onları bu noktaya kadar çekebilirdi. Onlardaki derin aşağılanma duygularını tahmin etmek pek zor olmasa gerek. Artık ülkenin bürokrasi egemenliği olmadan, halkın kendi özyönetim organlarıyla yönetebilme olanaklarının var olabileceğini düşünemezlerdi. Böyle bir adım ülkenin zayıflaması anlamına gelirdi! Huzursuzluğu, zorla kollektişeştirmenin yarattığı derin memnuniyetsizliği biliyorlardı. Ama onların düşünce sistemine göre, hangi gerekçelerle olursa olsun devletin zayıf düşürülmesine yolaçabilecek olan düşünce ve tavırlar, kulakların ayaklanmasına ve kapitalizmin dirilişine neden olmaz mıydı? Devletin zayıf düşmesi sonucunda ortaya çıkabilecek kaos ve karışıklık, yabancı işgaline yol açmaz mıydı? Eğer partinin ve devletin çıkarları ön planda gelecekse, kendilerini feda etmek pahasına da olsa, “itiraflar”da bu59
Yaşayan Marksizm
lunmak onların görevi değil miydi? Mahkemelerde suçlamaları reddederlerse, partinin ve devletin otoritesi sarsılmış olmayacak mıydı? “İtiraf” etmemek karşıdevrimcilik sayılmaz mıydı? Yaşamlarını sosyalizme adamışlardı, şimdi kendilerinden son bir fedakarlık bekleniyordu: Parti’ye ve devlete yardımcı olmak için “itiraf”da bulunmaları! Stalinist bürokrasinin engizisyon organları, istediği “itiraflar”ı elde etmekte son derece başarılı oldu. Nitekim, 1938’de yargılanan Krestinski, bu mantık yöntemini sonunda benimseyerek şöyle demişti: “Kendimin suçlu olduğunu itiraf etmeyi reddetmemin, objektif olarak karşı-devrimci bir adım atmak olduğunu itiraf ediyorum.”19 Eski Japon toplumlarında imparator için harakiri denen intihar kurumunun bir benzerine, 1930’ların Sovyetler’inde yeni ve orijinal bir içerik kazandırıldı. İtiraflar aynı zamanda bir entelektüel harakiri anlamına geliyordu. Ama şunu da sormak gerekiyor: Bu kadar çok sayıda ünlü devrimci, yönetici, en üst düzeydeki askeri komutanlar, sanatçılar, yazarlar, bilim adamları, sayıları yüzbinleri geçen parti üyeleri, böyle bir beşinci kolu oluşturabilmişlerse, o ülkede yaşayan milyonlarca insan hangi ruhsal ve ahlaki konumdadır? Eğer bunların hepsi baştan aşağı uydurmaysa, o toplumdaki ilişkiler, düzen, yönetim tepeden tırnağa çürümüş değil midir? Evet çürümüştür. 1936 yılında Buharin’in tutuklanmadan önceki merkez komitesi toplantı zabıtlarına bakıldığında, sarfedilen sözler ve konuşmaların düzeyi bir komünist partisinin yönetici kadroları arasındaki tartışmadan çok, mafya içindeki bir hesaplaşmayı andırıyor. Ülkedeki yozluğun ve çürümüşlüğün boyutlarını gözler önüne seriyor. Buharin 23 Şubat 1937’de Merkez Komitesi önünde yaptığı son konuşmada intihardan söz ederek, bunun partiye zarar verebileceğini, o yüzden de açlık grevine başlamak istediğini söylediği görüşmelerin gidişatını ibretle izlemek gerekiyor. Voroşilov: Buharin samimi ve dürüst bir insandır, ama ben Buharin için Tomsky ve Rikov’dan fazla korkuyorum. Neden Buharin için korkuyorum? Çünkü o yumuşak yürekli bir insandır. Bu iyi mi yoksa kötü mü bilmiyorum, ancak bugünkü durumda böyle yumuşak yürekliliğe gerek yoktur. Politik konularda yumuşak kalplilik kötü bir yardımcı ve danışmandır. Bu yumuşak kalplilik sadece o kişiye değil, fakat aynı zamanda parti davasına da zarar verir. Buharin ise çok yumuşak yürekli bir kişidir... Buharin: Kendimi öldürmeyeceğim çünkü o zaman halk bunu partiye zarar vermek için yaptığımı söyleyecektir. Bir hastalık nedeniyle ölürsem bundan ne gibi bir kaybınız olur? (gülüşmeler) Sesler: Santajcı! Voroşilov: Seni alçak! Kes sesini! Na adilik! Böyle konuşmaya nasıl cüret edebiliyorsun? 19 Kent-Ake Anderson, Lögnens Renassans, s.82, Fourth International, 7-8 1972
60
Bitmeyen Tarih
Buharin: Fakat anlamalısınız ki, benim için yaşamaya devam etmek çok zor. Stalin: Sanki bizim için kolay mı? Voroşilov: Duydunuz mu ne diyor: ‘İntihar etmeyecegim, ama öleceğim’?! Buharin: Sizin için benim hakkımda konuşmak kolay. Bütün bunlardan sonra ne kaybedeceksiniz? Bakın, eğer ben bir sabotörsem, şerefsizsem neden hayatta kalmamı istiyorsunuz? Hiçbir konuda bir iddiam yok. Sadece kafamdaki düşünceleri, neler hissettiğimi anlatıyorum. Eğer bir biçimde bunun arkasından başka bir şey gelirse ne isterseniz yapın. (gülüşmeler) Neden gülüyorsunuz? Bunda komik bir şey yok... Ne bugün, ne yarın, ne de yarından sonra suçsuz olduğum şeyleri kabul edemem... Öyle bir ortam yaratıldı ki hiç kimse insancıl duygulara, hislere, gözyaşlarına inanmıyor. (gülüşmeler) Bir çeşit delil olma özelliğini temsil eden insan duygularına ilişkin daha önceki açıklamalar -ve bunda utanılacak bir şey yoktur- geçerliliğini ve gücünü kaybetmiştir. Kaganoviç: Sen ikili oynamayı iyi öğrenmişsin! Buharin: Yoldaşlar, olanlara ilişkin olarak şunları söyleyeyim... Klopliankin: Seni hapse atmanın zamanı geldi. Buharin: Ne? Klopliankin: Sen çok daha önceleri hapise atılmalıydın. Buharin: Tamam, beni hapse atın. ‘Onu hapse atın’ diye haykırmakla benim farklı mı konuşacağımı sanıyorsunuz? Hayır! Stalin: Burada, ölmeden, dünyadan ayrılmadan önce son bir kere daha partiye tükürük atmak, partiyi kandırmak için en son, en hilekar ve en kolay yöntemlerden birine başvurulduğunu görüyorsunuz.20
Bu konuşmalar dünyadaki ilk sosyalist devrimi gerçekleştiren ülkenin merkez komitesinde geçiyor. Kollektifleştirmenin tamamlandığı, dünyanın “en demokratik” anayasasına kavuşulduğu, sınıfların ortadan kaldırıldığı ve sosyalist toplumun kurulduğunun ilan edildiği bir döneme ait bu belgeler, sosyalizm adı altındaki bu cehennemin, Stalin’in önderliğindeki bir cinayet şebekesi tarafından yönetildiğinin en açık kanıtıdır. İnanılması zor olaylar zincirinde traji komik sahneler de yer alabiliyordu. Örneğin 1937 baharında ünlü kompozitör Dmitri Şostakoviç NKVD’nin merkezine çağırılır. Kendisini sorgulamakla görevli olan Zanşevski, kısa bir söz alışverişinden sonra, Şostakoviç’in o sırada tutuklu olan Mareşal Tuhaçevski ile ilişkilerini öğrenmek ister. “Tuhaçevski’nin evinde politika konuştuğunuzu ve hatta yoldaş Stalin’i öldürmeyi planladığınızı gizlemeyeceksiniz değil mi?” diye sorar. Soşta20 J.Arch Getty and Oleg V.Naumov, The Road to Terror. Stalin and the Self-Destruction of Bolsheviks, 1932-39, New Haven and London, Yale University Press 1999, s.100, 322, 370, 399.
61
Yaşayan Marksizm
koviç politika konuştuklarını kabul etmemeyi sürdürünce, Zanşevski, “Pekala bugün Cumartesi ve şimdi gidebilirsin. Fakat sana Pazartesi’ye kadar süre tanıyorum. O güne kadar eksiksiz herşeyi hatırlayacaksın. Stalin’e karşı hazırlanan ve senin de tanık olduğun entrikaya ilişkin tartışmayı bütün ayrıntılarıyla açıklayacaksın.” Soştakoviç kabuslu bir hafta sonu geçirdikten sonra tutuklanmak için hazırlıklı olarak, Pazartesi sabahı NKVD merkezine gelir. Girişte adını verip Zanşevski’yi görmeye geldiğini bildirince, kendisine Zanşevski’nin o gün orada olmadığı söylenir. Hafta sonunda Zanşevski’nin bizzat kendisi casusluk suçlamasıyla tutklanmıştır.21 Neden? 1930’lu yılların başında Sovyetler Birliği’nde ekonomik, politik ve sosyal bir kriz vardı. NEP’in vahşice tasfiyesi, zorla kolektişeştirme ve sanayileşmedeki uzun gecikme nedeniyle alınan şiddet tedbirleri, halk yığınları arasında büyük bir huzursuzluk yaratmıştı. Genç komünistler arasında parti yönetimine karşı memnuniyetsizlik önemli boyutlara ulaşmıştı. Partinin üst kademelerinde de benzer huzursuzluklar vardı. 1932’de partide dağıtılan Ryutin Platformu’nda ekonomik reformlar, parti ve devlet cihazının yeniden düzenlenmesi talep ediliyor, Stalin’in parti yöneticisi olarak yetersiz ve yeteneksiz olduğu vurgulanıyordu. Daha önce de söylediğimiz gibi, 1934 Kongresinde merkez komitesine seçilen adaylar arasında Stalin en az oyu almıştı. Kongrenin seçim komitesi başkanı Vertjociç’in açıklamasına göre, 1960 delegeden 270’inin Stalin’e karşı oy kullanması nedeniyle oy pusulaları yok edildi ve Stalin’e karşı sadece üç oy çıktığı açıklandı.22 Duruşmaların ve temizliklerin ilk hedefi, kitlelerdeki bu muhalefet eğilimlerinin kökünü kazımaktı. Bu konuda şu yöntem izlenecekti: Önce duruşmalara çıkarılan sanıklar ülkedeki sorunların sorumluluğunu üzerlerine alacaklardı. İtiraflar bunu fazlasıyla yerine getirdi. Ekonomi politikanın planlanmasından sorumlu olan üst düzeydeki görevlilerden bir kaçı da feda edilirse, iddianame daha inandırıcı olacaktı. Örneğin 1930’lardaki sanayi atılımının en önde gelen planlayıcılarından Piatakov’un sanık sandalyesine oturtulmasının nedeni budur. Ama herşeye rağmen, inandırıcı olmak en başta gelmiyordu. En önemlisi terör yoluyla halk yığınları arasındaki sosyal bağlantı ve ilişkileri paramparça etmek, işçi sınıfını atomize etmekti. Toplum o denli derin yaralar aldı ki, varlığının son dönemlerine kadar Sovyetler Birliği bu yaraları sarabilmiş değildi. Tek amaç ülkedeki huzursuzluğu bastırmak olsaydı, temizliklerin ağırlık merkezinin parti ve devlet cihazı dışında kalmış olması gerekirdi. Beklenmeyen zamanda yeniden gelişebilecek olan eski muhalefet merkezleri bürokrasi için son dereceli tehlikeli bir potansiyel tehdit teşkil ediyordu. İşte bu yüzden Stalinizm en büyük sürekli düşman olarak Troçkizmi gördü. Moskova duruşmalarının en 21 Elizabeth Wilson, Shostakovich, A Life Remembered, Princeton, 1995, s. 124-25. 22 Roy Medvedev, Let History Judge, New York, 1973, s.156.
62
Bitmeyen Tarih
önemli hedeflerinden birisi Troçkizmi politik bir hareket olarak ezmek, eski ve yeni tüm kadrolarını fiziken yok etmekti. Bolşevik Partisi’nin eski deneyimli kadroları ve manevi geleneği pratikte fiziken ezildikten sonra, Troçkizm partinin devrimci geçmiş ve geleneğinin temsilciliği gibi bir politik vasiyet görevini de objektif olarak yüklenmiş oldu. Bürokrasi, Avrupa burjuvazisiyle uzlaşabileceğini ve hatta faşizmle bile anlaşma yapabileceğini göstermiştir. Sağdan gelen bu tehlikeleri anlaşma ve uzlaşmalarla kısa vadeli olarak bertaraf etmek mümkün olmuştur. Fakat soldan gelen tehlikeye karşı ateşkese hiçbir zaman yanaşamazdı. Potansiyel bir tehlike olan Troçkizm, genel huzursuzluğun etkisi ve Bolşevik kuşağın müdahalesiyle pekâlâ gerçek bir tehlikeye dönüşebilirdi. On yıllık bir iftira kampanyasına rağmen, Sol Muhalefet’in programına halk yığınları arasında belirli bir sempati vardı. Bu sempatiyi fiili bir politik devrime dönüştürebilecek olan güç partiydi ve onun da devrimci özünü oluşturan unsur muhalefetti. Bu yüzden muhalefet parti dışına sürüldü. Ama bu yeterli değildi. Troçkizmin itibarını kırmak, onu gözden düşürmek de gerekiyordu. Bu amaca da Moskova duruşmalarıyla varıldı. Büyük kaynaklar ve olanaklar, işçi sınıfı üzerindeki etkinlik ve denetim de hesaba katılırsa, Troçkizmin “kapitalizmi geri getireceği ve emperyalist ülkeler hesabına casusluk yaptığı” yolundaki iftiraların etkinliği inkar edilemez. Vahşi bir iftira kampanyasıyla Troçkizmin gerek Sovyetler Birliği’nde ve gerekse dışarıda karantinaya alınması başarıldı. Troçkizmle en ufak bir temasın büyük riskler taşıdığı izlenimi sistemlice beyinlere yerleştirildi. Benzer girişimler Komintern içinde de yaşandı. Alman Komünist Partisi’nin tarihsel ve ideolojik mirası ve geleneği silindi. Rosa Luksemburg Komintern kararıyla mahkum edildi. Onun geleneğinde bağlı ideolojik ve entelektüel parti beyni tasfiye edildi. Aynı uygulamalar Komintern’in bütün seksiyonlarına yayıldı. Eski ve tecrübeli yöneticilerin temizlenip yerlerine genç kariyeristlerin, işgüzarların ve her kılığa girebilecek görevlilerin getirilmesi, nihai hedef olan Komintern’in tasfiyesine doğru atılan ön adımlardı. Komintern’in tasfiyesinden daha önce yapılan temizlikler uluslararası planda gerekli fonksiyonu yerine getirmişti. Temizliklerle aynı döneme rastlayan Halk Cephesi stratejisi, Batı Avrupa ve Amerikan burjuvazisine, Sovyetler Birliği’nin artık 1917 yıllarındaki gibi devrimci bir merkez olmadığını gösteren anlamlı jestlerdi. Nitekim savaşın hemen ertesinde, gelmiş geçmiş en büyük anti-komünist burjuva politikacılarının başında gelen Churchil’in Stalin’le ilgili olarak Avam kamarasında sarfettiği övgü dolu sözler hafızalardadır: “Mareşal Stalin ve Sovyet liderleri, Batı demokrasileri ile, şerefli bir dostluk ve eşitlik içinde yaşamak istiyorlar... Sorumluluklarını, Sovyet hükümeti gibi sağlam şekilde yerine getiren bir başka hükümet daha bilmiyorum.”23 Bu sözlerde bir komünist için sanki gurur duyacak birşey varmış gibi, Stalin’in Savaş konuşmaları adlı kitabına eklenmesi, batı kapitalizmiyle muhabbete tanıklık etmektedir. 23 6 J.Stalin, War Speeches, s.111, Moskova, 1953.
63
Yaşayan Marksizm
Temizliklerde sadece eski Bolşevikler değil, fakat aynı zamanda Stalin savunucuları da darbelendi. Bunun nedenleri üzerinde durmak gerek. İster burjuva ister işçi karakterli olsun, devlet cihazının her türü, belirli sınırlar içinde gelişme ve değişmeye izin verecek bir araç da bulur. Ama egemen olan ekonomik ve politik ilişkilerle büyük ölçüde uyum içinde olmak zorundadır. Sistemi garanti altına alacak, gelişmeye, evrime ve dereceli reformlara yol açacak bir kurum gereklidir. Kapitalist toplumda bu görevleri parlamenter rejim yerine getirmektedir. Çok partili sistem ve “serbest tartışma”, egemen sınıfların kendi gelişmeleri için gerekli olan hareket alanını da sağlar. Sovyet tipi bir sistemde, daha geniş ve derin bir özgürlük ortamında bunun karşılığı olacak bir fonksiyon gereklidir. Yığınların çıkarlarına tabi olacak olan devlet, baskıcı fonksiyonunu kaybedecek, bunun yerine kamu hizmeti fonksiyonu öne geçecektir. Fakat bürokratik Sovyet sisteminde böyle bir kurum yoktu. Siyasi iktidarı elinde tutan Bonapartist tipi bir rejim, toplumun üretim ilişkilerinden bağımsız bir nitelik kazanan bir rejim, bürokrasinin yönetimi altında geniş bir demokrasi kuramaz. Bürokratikleşen bir partide ise, parti üyeleri için demokrasi düşünülemezdi. Bu durumda sistemin çerçevesi içinde değişiklikler gerçekleştirebilecek iki araç kalıyordu: Entrikalar ve temizlikler. İşte Stalinizmin gelişme ve değişimdeki araçları bunlardı. Bu sayede, moral açıdan düşük unsurlara cazip gelecek ilişkiler ortaya çıktı. 1930’lu yıllarda önemli devlet görevleri ve hatta belirli bir dönem için reel iktidar Yagoda, Yezhov, Beria gibi seviyesiz kişilerin elinde toplandı. Bu bir rastlantı değildi. Egemen ilişkilere en kolay uyum sağlayabilecek unsurlar bunlardı. Fakat aynı zamanda da bu tür ilişkiler, genel planda bürokrasinin kendi durumunu da sarsabilirdi. Yönetici durumda olan görevliler, kendi başlarına buyruk davranarak, belirli tertip ve entrikalara bulaştıklarında, devlet cihazı desantralize olma tehlikesiyle karşılaşabilirdi. Bu yüzden devlet çarkının aksamadan yürüyebilmesi için belirli aralıklarla kendini “arındırması” , kendi içinde temizlikler yapması gerekiyordu. Bu konudaki somut bir örnekle bu dönemi kapayalım: 13 Kasım 1938’de Parti Merkez Komitesi ve Halk Komiserleri Konseyi’nin yayınladığı gizli kararname, ceza organlarının düzenlenmesini emrediyordu. 8 Aralık 1938’de de Moskova gazetelerinin arka sayfalarında küçük bir haber yayınlanıyordu: “N.E. Yezhov kendi isteğiyle İç İşleri Komiserliği görevinden ayrılmıştır.” Yezhov’un yeni görevi Su Taşımacılığı Komiserliği idi. Kısa bir süre sonra da Yezhov ortadan kayboldu. Pravda’nın “büyük örgütsel yetenek, çelik iradeli proleter devrimcisi” diye takdim ettiği Yezhov, 1939’ların başlarında tutuklandı, 1940’ların yaz aylarında da kurşuna dizildiği söylenir. Yezhov’un selefi Yagoda ve halefi Beria’nın da aynı akıbete uğradıkları düşünülürse, bu kendini arındırma atılımlarının içeriği daha iyi anlaşılır. Kendini arındırma ve temizleme sürecine işlerlik ve meşruiyet kazandıran da itiraflar kurumudur. 64
Bitmeyen Tarih
Sonuç Yerine Kullandığımız her türlü kavramın ve teorik açıklamanın derin anlama sahip olduğu özgürlükçü ve devrimci Marksist bir gelenekten geliyoruz. Uzun bir tarihsel dönem boyunca Stalinizmin teori ve pratiğe ile terbiye gören Komünist Partisi üyeleri, sempatizanları ve onlardan ayrı da olsa diğer sol eğilim, örgüt ve kişiler için yaşanan trajediyi kabullenmenin zor geleceğini bilmez değiliz. Neredeyse üç çeyrek yüzyıl nesilden nesile devredilen resmi ideolojiyle ve daha doğru bir deyimle mitolojiyle eğitilen ve beslenen beyinlerin, duvarın yıkılışından bu yana yirmi yıl geçmesine rağmen, yeni bir açılım ya da arayışa gireceklerini bekleyecek kadar safdil değiliz. Ama şurası da çok açık bir gerçektir ki, Sovyet sisteminin yıkılışından ders çıkaramayanların geleceğe ilişkin bir perspektif geliştirme olanakları da yoktur. 1920’lerin ortalarından beri yaşanan sosyalizm deneyimine devrimci bir açıklama getirilmeden, sosyalizmin hiçbir inanılırlığı ve güvenilirliği olmayacaktır. Stalinizm, pratik, politik, ideolojik ve kuramsal olarak mahkum edilmeden de bu inan ve güvenin sağlanması olası görünmemektedir. İnsanlar derin bir inançla devrimci mücadeleye ve kavgaya atılmaya kararlı olabilir. Örgütler kabarık üye sayılarına ulaşabilir ve hatta uygun koşullarda siyasi iktidarı bile ele geçirebilir. Tek ülkenin sınırları içine sıkışan, geçiş toplumunun ayırdedici özelliklerini bilince çıkaramayan, işçi denetimi ve yönetiminden yoksun, kadının kurtuluşunu merkeze yerleştirmeyen, ekososyalist eleştiriyi ve yeni kozmopolit enterternasyolizmi özümsemiş bir dünya partisi ve devrimi anlayışıyla yoğrulmayan ve bu yüzden evrensel bir öz taşımayan bir devrim, devletleştirme perspektifinden başka ne getirebilir? İnsanlığın kurtuluşunu önüne koymayan, evrensel bir devrim programının parçası olamayan mahalli bir devrimin kapitalizmin ulaştığı düzeyin, burjuva ilişkilerinin ötesine gidebilmesi bile olanaksız görünüyor. Bugün insanlığın çektiği acıların kaynağı yeterli sayıda inançlı devrimci ve örgütün olmamasından, ya da eksikliğinden kaynaklanmıyor. Geçtiğimiz yüzyıl tüm ülkelerde inançlı, fedakar yüzbinlerce devrimcinin kavgasına tanık oldu. Sosyalizm uğruna hayatını kaybedenlerin sayıları milyonlara vardı. Milyonlar da olacaktır. Yirminci yüzyılın son yetmiş yılında, başarıya ulaşarak, ya da ulaşmadan yenilgiye uğratılan bütün devrimlerin yenilgisinin ardında doğrudan, ya da dolaylı olarak Sovyet bürokrasisinin ve onun sosyalizm adıyla insanlığa bulaştırdığı Stalinizm vebası vardır. Bu mikroptan arınmak insanlığa yeni bir kurtuluş vadetmenin ve sosyalizmin rönesansının ön koşuludır. Yirminci yüzyılın geceyarısı, komünizmin geleneği değil, tüm eylem ve teorisiyle yakılması gereken bir deli gömleğidir. 65
Yaşayan Marksizm
BİBLİYOGRAFYA Anton Antonov Ovseenko, The Time of Stalin, New York, 1981. Elizabeth Wilson, Shostakovich, A Life Remembered, Princeton, 1995. G.Haupt and Jean J. Marie, Makers of the Russian Revolution:Biografies of Bolshevik Leaders, Ithaca, N.Y., 1974. J.Arch Getty and Oleg V.Naumov, The Road to Terror. Stalin and the SelfDestruction of Bolsheviks, 1932-39, New Haven and London, Yale University Press, 1999. Jean Elleinstein, Stalin Fenomonets Historia, Arbetarkultur, Lund 1977. Joel Carmichael, Stalins Masterpiece, London, 1976. Josip Broz Tito, The Struggle and Dvelopment of the CPY Between the two Wars, Belgrade, 1979. Ken Coates, The Case of Nikolai Bukharin, Great Britain, 1978. Kent-Ake Anderson, Lögnens Renassans, Fourth International, 7-8, 1972. M.M.Drachkovitch and B.Larich, The Comintern:Historical Highlights, New York, 1966. Paola Spriano, Stalin and The European Communists, Verso, London, 1985. Report Of The Court Proceedings in the case of Trotskite-Zinovyevite Terrorist Centre, 1936, Moscow. Victor Serge, Memoirs of a Revolutionary, London, 1963. Robert Conquest, The Great Terror, Great Britain, 1971. Roy Medvedev, Let History Judge, New York, 1973. Ruth Fischer, Stalin and German Communism, Cambridge, 1948. Stephen Cohen, Bukharin and the Bolshevik Revolution, Oxford University Press, 1980. Tarık Ali, The Stalinist Legacy, Penguin Books, 1984. Vadim Rogovin, Stalin’s Terror of 1937-1938: Political Genocide in the USSR, Mehring Books, 2009. W. Lerner, Karl Radek: The Last Internationalist, Stanford University Press, California, 1970.
66
‘KISA DERS’: KOMÜNİZMİN PUSULASI Paola Spriano
Türkçesi: Ersen Olgaç
Çevirmenin Sunuşu:
S
on yıllarda ve özellikle Perry Anderson’un, Komünist Partisi Tarihi adı altında yazdığı kısa önsözden sonra, Komünist Partileri tarihlerine ilişkin yayınların arttığı gözleniyor.1 E.H.Carr’ın History of Soviet Russia’daki Kominternle ilgili bölümler ve bu kapsamlı eseri tamamlayan Twilight of the Comintern 1930-35 (1982) ile The Comintern and the Spanish Civil War (1984), zengin kaynaklar olma özelliğini hala korumaktadır. Lenin sonrası Komintern dönemine ilişkin olarak en titiz ve doyurucu eserlerin başında gelen Fernando Claudin’in The Communist Movement, From Comintern to Cominform (1975) ise, tek tek partilerin örgütsel işleyiş ve yapıları hakkında fazla birşey söylememektedir. Ancak bu bir kaynak sorunudur ve Moskova’ daki Komintern arşivi son yıllara kadar kapalı kaldığından, bu durum kaçınılmazdı. Komintern tarihini, Stalinizmle Batılı Komünist Partiler arasındaki ilişki perspektifinden inceleyen en ilginç yapıtlardan birisi de, son yıllarda yayınlanan Stalin ve Avrupalı Komünistler (Stalin and the European Communists) adlı kitaptır. Kitabın yazarı 1
P. Anderson, ‘Communist Party History’, People’s History and Socialist Theory, London 1981, s.145-56. Son yıllarda Komünist Partilerin tarihlerine ilişkin olarak bazı isimleri sayabiliriz: İngiltere Komünist Partisi üzerine Stuart Macintyre ve James Hinton; Alman Komünist Partisi üzerine Eve Rosenhaft ve Detlev Peukert; Fransız Komünist Partisi üzerine George Ross ve Irwin Wall; İtalyan Komünist Partisi üzerine Harald Hamrin, Grant Amyot ve Donald Sassoon; Çekoslavakya Komünist Partisi Jacques Rupnik; SBKP üzerine de Maurice Isserman, Mark Naison’un çalışmaları.
67
Yaşayan Marksizm
Paola Spriano, daha önce yazdığı dört ciltlik İtalyan Komünist Partisi Tarihi ve Gramsci: Hapishane Yılları adlı kitaplarıyla tanınmakta. Stalin ve Avrupalı Komünistler, Üçüncü Enternasyonal’ın son kongresinden (1935), bu örgütün dağıtıldığı 1943 yılına kadar, Avrupa Komünist Partileri ile Sovyetler Birliği’nin ilişkilerini analitik bir anlatımla sergiliyor. Kitap, sadece İtalyan Komünist Partisi’nin arşivlerine değil, fakat aynı zamanda çok sayıda anılara, Rusça ve diğer Doğu Avrupa ülkelerinden çevirilere de dayanmakta. Alman, İngiliz ve ABD diplomatik kaynaklarından da ikinci derecede yararlanmaktadır. Sovyetler ile ilişkileri incelenen Batılı partiler arasında, İtalyan ve Fransız Komünist Partileri her bakımdan egemen bir konumdadır kitapta. ‘Kısa Ders’:Komünizmin Pusulası başlığı altındaki ilginç bölüm, uzun bir tarihi dönem, dünya “komünistler”inin ezici bir çoğunluğunun başucu kitabından da öte, bir çeşit Kuran-ı Kerim’i olan ünlü Sovyetler Birliği Komünist (Bolşevik) Partisi Tarihi’nin bir çeşit analizidir. Bu ilginç bölümü olduğu gibi çevirdik. Olayın kapsamı gerçekten az rastlanır bir şeydi. Ekim1938’de yayınlanan Sovyetler Birliği Komünist Partisi (Bolşevik) Tarihi ‘Kısa Ders’, Stalin’in doğrudan yönetimi altında Kalinin, Molotov, Voroşilov, Kaganoviç, Mikoyan, Zhdanov ve Beria gibi üst politik yöneticilerden oluşan bir komisyonca hazırlandı.2 Şüphesiz, ‘Kısa Ders’ dünyadaki en başarılı tarih özetiydi. Derhal 12 milyon adet Rusça ve 2 milyon adet de Sovyetler Birliği’ndeki Rusça olmayan dillerde basıldı. Bunu izleyen yirmi yıl boyunca, tüm dünyadaki yeni militan nesiller, öğrenciler, işçiler ve aydınlar arasında dağılan kopyalarının adedi astronomik sayılara ulaştı.3 ‘Rehber parti’nin tarihinin bu özlü açıklaması içindeki düşünceler, parti okulları ağlarıyla da yayıldı ve Sovyet eğitim sisteminde zorunlu ders olarak kabul edildi. İlk yayınlanışından on yıl sonra, 1948’e gelindiğinde, 62 ayrı dilde 200 baskısı yapılmıştı. Toplam olarak basılan sayısı ise, 34 milyon adete ulaşmıştı.4 Böyle bir işlemin, uluslararası komünist harekette bir eşi daha görülmemişti. Ondokuzuncu yüzyılda ve yirminci yüzyılın başlarında sosyalist nesiller arasında Komünist Manifesto’nun ya da Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra komünistler arasında Lenin’in Devlet ve Devrim’inin dolaşımı, Kısa Ders’in dağıtımı yanında cüce kalır.5 Sadece Mao Zedung’un, Kızıl Kitap’ı sayısal bir kıyaslamaya açıktır. Bu genel boyut unutulmamalıdır. Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin Onsekizinci Kongresinde, neredeyse tüm konuşmacılar, Kısa Ders’e bağlılık sözü 2
3 4 5
68
Pravda Eylül 1938’de, Stalin’in “bu devasa çalışma’nın başında bulunduğunu ilan ederek, kitabı seri halinde yayınlamaya başlıyordu. Bkz. ‘Un abrege deI’hisrfJiredu Particommunisredei,urss’, La Correspondance Inrernarionale, vol.17 no.50, 24 Eylül 1938. Mart 1944’de, Riccardo Ricciardi sayesinde Napoli’de yayınlanan lüks İtalyanca baskıda Sovyet yöneticilerinin adları sıralanıyordu. Boffa, Storia dell’Unione Sovierica, cilt 1 , s. 612- 13. IL.Grunwald, ‘per una storia della” storia del Pcus’ L’Est, c. 8 no 1, 31 Mart 1973, s.60 Bkz. ‘Une possente arma ideologice del movimento comunista internazionale’, Per una pace stabile, per una democrazia popolare!, c.2, no. 19, 1 -5 Ekim 1948. Bkz. Hert Andreas, Le Manifesre Communisre de Marx er Engels (Hi,,tfJrie t’r Bihliographie: 1840-1918), Milan 1963.
‘Kısa Ders’: Komünizmin Pusulası
verirlerken, Andrei Zhdanov da, Marksizmin başlangıcından beri hiçbir Marksist kitabın bu kadar geniş dağıtılmadığını söylüyordu.6 Yirmi yıl sonra Schlesinger gibi titiz bir gözlemci, metnin tarihsel olayları sunuşundaki dürüstlüğü konusunda ne düşünülürse düşünülsün, “şimdi insanlığın üçte birini yöneten politik kadroların, Marksizmi, bu kitapta formüle edildiği biçimiyle kabullendiklerinin anımsanması gerektiğini belirtiyor.7 Ancak herşey bu kadarla da bitmiyor. Kitap bir belge olarak, o yılların dramatik koşullarına sımsıkı bağlı olması nedeniyle, gerek gerçekleştirmeyi tasarladığı acil hedeflerin ve gerekse de sunduğu tarih ve doktrinin yorum tarzının bir yansıması olarak okunmalıdır. Anlık siyaset için, ’Marksist-Leninist’ teorinin düşüncesizce kullanılması, şüphesiz Stalinizmi oluşturan özelliklerden birisidir. Bunun bir çok örneğini yeri geldikçe göstereceğiz. Daha genel planda, György Lukacs komünizmin entelektüel mirasına ve bu mirası sınamadaki ‘bilimsel yöntem’e yaklaşımda Lenin’le Stalin arasında önemli fark bulunduğunu belirtirken haklıydı. Lukacs şöyle diyor: Büyük ve önemli kazanımlar üzerine kurulan ve şimdi bir bakıma,’doğal’ sayılan Lenin’in otoritesinden yoksun olan Stalin aldığı bütün tedbirleri, Marksist-Leninist doktrinin doğrudan ve gerekli sonuçları olarak takdim etmekle, acilen ortada duran gerekçe bulma yoluna girmiş oldu. Bu amaç için ara buluculukları ortadan kaldırması gerekiyordu; ve teoriyle pratik kaçınılmaz olarak ve vakit geçirmeden birleşecekti... Stalin hiçbir kaygıya kapılmadan, otorite olduğu yolundaki iddialarını haklı göstermek için, gerektiğinde teoriyi değişikliğe uğratma noktasına vardı.8
Aynı gözlem, tarihin, en başta da hareketin ve partinin tarihinin değiştirilmesindeki kayıtsızlığa da uygun düşmektedir. Artık Marksizm-Leninizmin bizatihi kendisi, iç tarihsel projeye uygun hale getirilmişti. Ernesto Ragiomeri’nin belirttiği gibi, “tarih, militanların ideolojik eğitiminin kaynağı ve üst kriteri” haline gelmişti.9 Doktrinin açıklaması ve basitleştirilmesi tarihsel olayların yorumlanmasına hizmet edecek bir düzeye indirgendi ve arkasından aynı tarihsel olayların sadeleştirilmesi, bunlara tek yönlü anlam atfedilmesine katkıda bulundu. Kitabın (Stalin tarafından yazılan)10 dördüncü bölümündeki bir kısmın, diyalektik ve tarihi materyalizmin açıklanmasına ayrılmış olması boşuna değildi: kırk kadar sayfa ile, okuyucu şu görüşe inandırılmaya çalışmaktaydı: “toplumsal yaşamdaki 6 7 8
Bu dipnot bir baskı hatası sonucu ingilizce metinde atlanmıştır. Çev.-E.O. Schlesinger, 11 partiro tcommunisra dell’Urss, s. 121. Lukacs’ın ‘SBKP Yirmiikinci Kongresi hakkında 8 Soru’ya verdiği yazılı yanıttan, NuoviArgumenri, nfJ. 49-50, MartHaziran 1961, s. 121. 9 Ernesto Ragionieri, La Terza Inrernazionale ilPartito communisra ira lianoc T’Jrina 1978, Sc 234. 10 Bu bölüm bir broşür olarak hemen basıldı ve bütün Komünist partilerince dağıtımı yapıldı. İtalyan Komünist Partisi’nin, yasal hale gelir gelmez, 1944’de Napoli’de kitabı yayınlaması ve ertesi yıl Roma’da yeni baskısını çıkarması dikkat çekicidir. Önsözde, “broşürün , Marksizm-Leninizmin teorisine ilişkin olarak bugüne kadar yazılan en basit ve derin açlklamayı temsil’ ettiği kaydediliyordu. (Bkz. J.Stalin, Materialismo dialerrico e marerialismo srorico, ‘İKP (Güney İtalya Delegasyonu’nca yayınlandı, Napoli, 1944. 1945 Roma baskısı, ı.lu ‘Jva Biblioteca Marxista Leninista’ koleksiyonuna beşinci sırayı alıyordu.
69
Yaşayan Marksizm
bütün karmaşıklığa rağmen, toplum tarihi bilimi, diyelim ki bir biyoloji gibi kesin bir bilim haline getirilebilir.”11 Böyle bir mantıksal sonuca varmak için gereksinme de vardı: Gerçek tarih bilgisini üretmek, ya da bunun yasa ve derslerinin üstesinden gelmek için gerekli olan bireysel araştırma yeterli değildi. Bunun yerine resmi bir yorum, partinin yorumu verilmeliydi. Merkez Komitesi’nin bir kararında ‘her türlü keyfi yorumu önlemek için...’, kitabın, ‘SBKP(B) tarihinin temel sorunlarının resmi olarak yorumlanmasını sağlayan...eşsiz bir rehber’ niteliğinde düşünülmesi gerektiği belirtiliyordu.12 Bu koruyucu girişim tam zamanında yetişti. Lukacs’ın işaret ettiği gibi, Kısa Ders’in yayınlanması, çıplak gerçeklerle genel teorik tavırlar arasında acil bir bağlantı kurma eğiliminin doruğunu belgeliyordu. Tesadüflere dayandırılan politik çizgiyi mazur gösterebilmek için Lenin’e başvurulması gerekmiş olsaydı, söz konusu politikayla çelişkili gibi görülebilecek her şeyi, Lenin’in yazılarından çıkarmak konusunda bile hiçbir tereddüte yer yoktu (Marx-Engels Enstitüsü bu amaçla yeniden düzenlenmiş ve Lenin’in eserlerinin yeni ve uygun versiyonu baskıya hazırlanmıştı). Parti tarihinin dinsel bir kutsallığa bürünmesi, Marx ve Engels’den başlayarak Lenin ve Stalin’e kadar uzanan ve kilise hanedanlığına benzeyen çizginin kutsallaştırılmasına yardımcı oldu. Buna göre Stalin, sadece Lenin’in meşru halefi ve temsilcisi değil, fakat aynı zamanda kişiliğinde partinin, sosyalizm davasının ve nihai doktriner otoritenin tanımlandığı bir şahsiyetti. Bu süreç gerçekte 1937-38’den daha önce başlamıştı. Tarihsel inceleme alanının ‘temizlenmesi’ne ilişkin olarak Stalin’in193l’de Proletarskaya Revolutsia dergisine gönderdiği ünlü mektup, bu sürecin başlangıcında atılan ilk adımın kaynağı olarak görülebilir. Stalin bu mektupta, çeşitli yazar ve bilginleri Troçkist düşünceleri sızdırmak ve ‘kokuşmuş liberalizm’i sergilemekle suçluyordu.13 Bu anlayışın Sovyet lider çevrelerinde ne denli derinlere kök salışının bir belirtisi, Sovyet Komünist Partisinin 1956’daki Yirminci Kongresinde Anastas Mikoyan’ın (büyük saygınlığının hala sürdüğü) el kitabına ilişkin olarak yaptığı eleştiri tarzında gözlenebilir: Merkez Komitesi raporu, propaganda çalışmamızın düzeyinin yetersiz olduğunu açıkça belirtiyor. Bunun en temel nedenlerinden birisi, genel olarak Marksizm-Leninizmin sadece Kısa Ders’den öğrenilmiş olmasıdır. Ve elbette ki bu yanlıştır. Marksizm-Leninizm düşüncesinin zenginliği, parti tarihimizin ve onun bir özeti olan Kısa Ders’in kapsamına sığmaz. Bu yüzden, yoldaşlar için çeşitli derecelerdeki eğitimlere yönelik teorik el kitapları yazmalıyız. Yapılması gereken ilk iş budur. İkincisi, Kısa Ders parti yaşamımızın son yirmi yılının olaylarına değinmediği için de eksiktir. Partinin son yirmi yılına ilişkin ayrıntılı bir tarihin bulunmayışının herhangi bir gerekçesi olabilir mi?14 11 12 13 14
70
Dialectical and Historical Materialism, London 1941, ‘Little Stalin Library’, nu. 4, s. 14-15. Schlesinger, 11 Parriro Communisra dell Urss, s. 271. Bkz. Medvedev, Let History Judge, s. 143; ve Boffa, Storia dell Unione SfJvierica, c. 1, s. 456. XX Congresso del Parriro Communista dell’Unione Sovierica’da Mikoyan’ın yaptığı konuşmadan, Arri e Risoluzioni, Roma 1956, s. 202.
‘Kısa Ders’: Komünizmin Pusulası
Kısa Ders’in yirmi yıl önceki danışmanlarından -ya da hazırlayıcılarından- birisinin daha sonraki görüşü buydu. O zamandan beri SSCB’nde ve başka yerlerde teorik ve tarihi yeni kitaplar hazırlandı. Yirminci Kongre’den sekiz yıl ve Yirmi ikinci Kongre’den de üç yıl sonra, 1964’de Stalin’in artık kanlı bir despot olarak tanımlandığı sıralarda, Fransız Komünist Partisi’nin resmi tarihi yayınlandı.15 SSCB’ ndeki sınırlı de-Stalinizasyon döneminde, 1938 el kitabının büyük gücü azalmış fakat metodolojik ölçüt, yani resmi bir tarihin tek kabul edilebilir kategori olduğu anlayışı değişmemişti. Stalinizmin teorisini oluşturan yapı, Kısa Ders’in ünlü dördüncü bölümü olan ve diamat denilen şaheser, yani Diyalektik Materyalizm değişmeden duruyordu. Bu temel şöyle karakterize edilmişti: Her kavram açık bir tanımlamayla oluşturulmakta ve her tanımlama da bir dizi tümdengelimle (dedüksiyon) ortaya çıkarılan şu sonuca varmaktadır: ’Diyalektik materyalizmden doğrudan tümdengelim, proletarya sosyalizmine varır.’ Düz bir açıklık ve genelden özele gidişteki basitlik, Stalinist kuramcılığın başta gelen zorunlu ilkesiydi ve her zaman da böyle kaldı. Bu zorunluluğa uygun düşmeyen her şey bir kenara atılmalıydı. Stalin, Kapital’ deki tahlilin karmaşıklığına aldırmayabilirdi; çünkü Marx’ın düşüncesinde onun gereksinme duyduğu şey, slogana dönüştürülebilecek basit formülleri çekip çıkarmaktı (bu nedenle, el kitabı türünden açıklamalarla yetinebilirdi). Stalin şüphesiz tutarlıydı, çünkü ona gerekli olan, sarsılmaz bir inanca tem el olarak hizmet edebilecek ve derhal mücadele bayrağına yazılabilecek bir teoriydi. Bu yüzden, Çekiç’in diğer alanlarda olduğu kadar, felsefede de önemli bir araç haline gelmiş olması şaşırtıcı değildir.16
Doğrulanmayan ama gerçek sayılan açıklamalara dayanan bir sadeleştirmenin, elbette, uzun vadede Marksizmin tutuculaştırılmasına yol açmak gibi olumsuz etkileri vardır ve özgür araştırmanın önünde engel haline gelmektedir. Ancak Schlesinger ilginç başka yönlere de dikkat çekiyor: Komünist partilerinin tipik merkezi, orta ve alt yöneticilerinin eğitilmesi ile ortaya çıkan yeni kadrolar, Komünist Enternasyonalin ilk kuşak kadrolarından çok daha homojendi. İşçi sınıfının erkek ve kadınlarına ve köylü kökenlilere kitle ölçüsünde ulaşabilmek amacıyla basitleştirilen düşüncelerle beyinleri yıkamak, gerçeğin bir parçası haline gelmişti. ’Kadrolar her şeyi belirler’ diyordu Stalin; ve aynı kadrolar, kesin inanmış olmaları nedeniyle halk yığınlarını etkinlikle yönettiler ve istikrarlı bir disiplin ruhu gösterdiler. Kendilerinin, toplumsal evrimin yasalarını öğrendiklerini sanıyorlardı. Sovyetler Birliği’ndeki çeşitli halkların gençliği ve dışarıdaki diğer komünist partilerin öncü savaşçıları içine de yayılan bu beyin yıkama konusunda çok şey 15 Hisroire du Parri Communisre Français (Manuel). Paris 1964. El Kitabı, Jacques Duclos ve François Billoux’un yönetimi altında Merkez Komitesi komisyonunca yazıldı. 16 Gerratana, Lenin e il Marxismo-Leninismo, s. 182.
71
Yaşayan Marksizm
söyleyebiliriz: savaş ve özellikle savaş sonrasındaki on yıl boyunca -en azından 1956’ya kadar- söz konusu durum sürdü. O dönemlerde kitle partileri durumuna yükselen komünist partileri, ya iktidara geldiler (Doğu Avrupa ve Asya’ da olduğu gibi), ya da saflarına yüzbinlerce yeni üye kazandılar (İtalya ve Fransa’ daki gibi). Böylece Kısa Ders, komünist olan Batılı entelektüeller arasında bile (bunlar gıdalarını, Marksist kültürün pek kurak olmayan kaynaklarında, gerçek ‘klasikler’de aramalarına ya da arayabilme olanağında olmalarına rağmen) hiçbir ciddi engelle karşılaşmadan uzun yolculuklarına devam etti.17 Rehber parti’nin rolünün ve bunun içinde Stalin’in teorik otoritesinin tartışma götürmezliği nedeniyle, Kısa Ders’in sunduğu vulgarlaştırmanın karakterine, işlerliğine ve tam meşruiyetine, sözkonusu on yıl boyunca hiçbir zaman karşı çıkılmadı. Daha sonraki ideolojik eleştiri, esas olarak bu ‘rehber parti’ rolünün krizi ve bu görüntünün Yirminci Kongre ile başlayarak bozulmasıyla ortaya çıktı ve 1956’daki dramatik olaylarla derinleşti. Kısa Ders, hareketi kendi merkezi ve Sovyet toplumunu partinin etrafından birleştirme yolunda güçlü bir araç olmuştu. Üstün gelmesi mukadder görülen ‘doğru çizgi’ ile, ‘Ekonomistler’den Menşeviklere, Troçkistlerden ‘Buharin-Rikov’ grubuna kadar çeşitli sol ve sağ oportünistler arasındaki çelişkiler olarak sunulan Komünist Partisi tarihi ve özellikle iç mücadeleler yoluyla partinin yeni baştan inşası, örnek verici sayılıyordu. Diğer partilerin adı geçmese bile Kısa Ders tüm diğer ulusal ‘kesimleri’ eğitmek için tasarlanmış bir tarih kitabıydı. Bolşeviklerin, görkemli denebilecek müstesna nitelikteki üstünlüğü metinde gizlenmiyordu. Üçüncü Enternasyonal’in 1919’daki kuruluşuna, Kısa Ders’in dörtyüzün üzerindeki sayfasından sadece birkaçı ayrılmıştı. Üçüncü Enternasyonal’in kuruluşundan sonraki kongreleri hızla geçiştiriliyor, fakat Yedinci Kongre’ den söz bile edilmiyordu.18 Bu atlama bilinçli yapılmıştı; güncelliğini koruyan kongrenin, sınırlı ve taktiksel olarak yorumlanması gibi bir gerekçe, gerektiğinde gösterilebilir. Birinci Dünya Savaşından sonra Batı’ da devrimin yenilgisinden İspanya cumhuriyeti için döğüşen gönüllülere kadar, uluslararası işçi hareketindeki olaylar, Sovyet kamuoyunu kıpırdatmasına ve anti-faşist düşüncelerin yayılmasında önemli bir unsur olmalarına rağmen, Kısa Ders’de sessizce atlanmıştı. Diğer yandan Japon işgaline karşı Çin kurtuluş mücadelesi önemli görülüyor ve esas olarak milli mücadele olarak tanımlanıyordu. Ve bunun da kendince haklı bir nedeni vardı. Kitabın sıkıştırılmış bir ideolojik temele dayanması, toplumsal evrimin doğrudan yasalarının doğrudan bir ürünü olarak, (sosyalizmin ‘esas’ olarak gerçekleştirildiği) belirli bir toplum ve devletin (metinde , olumlu olarak söz edilen sadece iki kişiyle sürekliliği sağlamlaştırılan Sovyet devleti) sonucu olarak ortaya çıkıyordu bu fırsatlar. Gerçekte, 17 Kısa Ders’in savaş sonrası yapılan baskılarından bazı sayılar verelim: Fransa’da 1944-45’de 24.000, 1945-48 arası 300.000 daha; İtalya’da 1944-48 arası 350.000; Romanya’da 1945-48 arası 300.000; Bulgaristan’da 1944-48 arası 95.000; Macaristan’da 1945-48 arası 90.000; İngiltere’de 1940-48 arası125.000; Polonya’da 1948’de 100.000; Hollanda’da 1945-48 arası 30.000; Avusturya’da 1946’da 26.000 ve 1948’de 10.000 adet basılmıştır. (‘Una Possente Arma İdeologica’dan). 18 Bkz. V.M. Lejbzon-K.K. Sirinija, VII Congressa dell’ Internazionale Communista, Roma, 1975, s. 263.
72
‘Kısa Ders’: Komünizmin Pusulası
Rus halkının Cumhuriyetler Birliği’ndeki bütün halkları birleştirme çabalarına ve Rus tarihine yapılan doğrudan başvuru aracılığıyla da süreklilikten övgüyle söz ediliyordu.19 Genel olarak Kısa Ders’in hedefi, resmi doktriner gerçekler için bir ideolojik temel yaratmaktı. Ama ne türden? Resmi ideolojinin doktriner doğruları, artık sosyalist olarak tanımlanan devletin rolü ve sürekliliğini vurgulamak için düzenleniyordu. Stalin, Onsekizinci Parti Kongresinde ideolojik bir çizgi oluşturmanın arayışını bir kere daha dile getiriyordu: Sosyalist devletin, daha yerine getireceği kritik fonksiyonları vardı ve Engels’in devletin ortadan kaybolması süreci olarak bilinen formülü’ndeki Marksist tahlil rafa kaldırılmalıydı. Stalin, geleneksel tezlerin belirli koşullarda doğru, fakat başka koşullarda yanlış olduğuna dikkat çekiyordu: Stalin, devletin silinip kaybolması sürecinin Sovyet toplumunun özel koşulları altında gerçekleşebilmesine ilişkin davranış, biçimler, gelişme hızı, zorluklar ve çelişkiler sorunlarını gündeme getirmek yerine, Engels’in devleti ‘genel ve soyut’ tarzda sunmuş olduğu gibi bir noktadan hareketle, problemi tamamen dışladı. Marksist teorideki genelleştirme ve soyutlamanın önemi tamamen saptırılmış oldu ve Engels’in bir süreç olarak tanımladığını, Stalin sadece skolastik hipotez biçimine soktu.20
Stalin, Lenin’in eserinin tek varisi ve sadık sürdürücüsü olarak sunuluyordu. Aynı statüyü teori alanında da iddia ediyordu. Stalin’in sosyalist devlet açıklaması, Lenin’in devlet teorisinin doğal bir eki, Lenin’in yazmaya zaman bulamadığı Devlet ve Devrim’in ikinci parçası olarak meşrulaştırıldı. Resmi izah buydu. “Lenin’in tahlilinin yerini, özünde tamamen yeni bir sosyalist devlet teorisi aldı” diye yazıyordu Valentino Gerratana.21 Devlet cihazının baskıcı fonksiyonunu, bir üstünlük pozisyonuna yükselten bir teoriydi bu. Yazarların girişimlerinin acil hedefleri fark edilebilecek gibiydi. Bu hedeflerden birisi, daha birkaç ay önce sona ermiş olan Moskova duruşmalarının geçmişe yönelik iddialarını geçerli ve haklı gösterme biçiminde ortaya çıkıyordu. Troçki, Zinovyev, Kamenev, Piatakov ve Buharin, devrime ve sosyalizmin kuruluşuna karşı tertip niyetleri taşıyan ”canavarlar” olarak gösteriliyordu. Onların “anti-Bolşevik pozisyonları” ve “emperyalist-şövenist anlayışları” sadece yanlışlar olarak değil, 1918’le 1924 arasında Lenin’e ve daha sonra da Stalin’e karşı tekrarlandığı iddia edilen konspirasyona götürecek türden kişisel kusurlar olarak sunuluyordu. Besbelli ki kullanılan dil pek sevimsizdi. Gerçek ya da potansiyel bütün ’muhalifler’e uygulanabilen iftira dolu nitelemeler harekete, farklı bir görüşe olasılı politik ilgiyi dışlama konusunda büyük ölçüde damgasını vuran bir başka özellikti. Bu durum ikinci Dünya Savaşından sonra da sadece ’Halk Demokrasileri’ndeki yargılamalarla sınırlı kalmayacak biçimde tekrar görülecekti. 19 Bkz. Jacques Droz, ‘Communismo Sovierico ed Europeo’, Sroria del Socialismo, Roma 1981, c. 4, s. 455. 20 Gerratana, Ricerca di Sroria delMarxismo, Roma 1972, s. 178. 21 Ibid.,s.179-80.
73
Yaşayan Marksizm
Ancak, duruşmalardan esinlenme ve cinayet terminolojileri, kitabın en büyük özelliği değildi. Daha esas teşkil eden olgu, topluma ve dışarıya yönelik gelişmelere ilişkin olarak Partinin evriminin yerli kökenli bir süreç olarak tanımlanmasıydı. SSCB’nin tarihi, aynı zamanda yabancı emperyalistlerce beslenen sabotajcı ve casusların kesintisiz saldırılarına karşı direnen bir ülkenin tarihi olarak sunuluyordu. Faşist devletler böyle tanımlanıyordu; fakat diğer kapitalist ülkelerin de, Sovyetler Birliği’nin geçmişte uğradığı kuşatmayı daraltmada daha az gayretli olmadıkları ekleniyordu. “Demokratik denen devletler, elbette ki faşist devletlerin aşırılıklarını onaylamıyor ve onların güçlenmelerinden korkuyorlar: Fakat Avrupa’daki işçi sınıfı hareketinden ve Asya’ daki ulusal kurtuluş hareketinden daha fazla korkuyor ve faşizmi bu ’tehlikeli’ hareketlere karşı”mükemmel bir panzehir” olarak görüyorlar.22 SBKP’nin Onsekizinci Kongresinde olduğu gibi, metinde de, ikinci emperyalist savaş kaçınılmaz olarak görülüyordu. Kısa Ders’in son bölümünde yazılanları, Mart 1939’da Stalin Kongre kürsüsünden tekrarlıyordu: “...ikinci emeperyalist savaş, gerçekte savaş ilan edilmeksizin el altından başlamıştır”. Bu sözlerin, Münih paktından önce berraklaştırıldığını belirtmekte yarar var; ve bu yüzden de Stalin’i esinlendiren şu düşüncelerin sürekliliğine işaret edilmektedir: “Demokrasiler denen” devletlere güvensizlik ve şüphe ve sadece SSCB’nin gücüne, sağlamlığına ve iç birliğine ve Sovyetlerin Batıdaki işçi hareketi içindeki sadık dostlarına ve Asya’ daki kurtuluş hareketine güvenç. Batılı iktidarlara ilişkin olarak da, simtomları olan bir tarihsel paralellik çiziliyordu: ‘Demokratik’ devletlerin yönetici çevreleri, özellikle de Büyük Britanya’nın tutucu yönetici çevreleri, fazlasıyla güven içinde olan faşist yöneticilere ‘aşırılıklara gitmeme’ yolundaki rica siyasetiyle kendilerini sınırlamakta; aynı zamanda da faşist yöneticilere ’tam bir anlayış’ göstererek, onların işçi sınıfı ve ulusal kurtuluş hareketine karşı izledikleri gerici polis siyasetine tüm olarak sempati duymaktadırlar. Bu konuda İngiliz yönetici çevreleri, çarlık zamanında Rus liberal monarşist burjuvazisinin izlediği politikanın aynısını izliyor. Rus burjuvazisi, çarlık siyasetinin ‘aşırılıklar’ından korkarken, halktan daha fazla korkuyordu ve bu yüzden de çara rica siyasetine başvurarak, çarla birlikte halka karşı tertiplere girişiyordu.23
Kitap, bu iç karartıcı notla sona eriyor. Bu, Sovyet vatandaşları için, kendilerini yeni duruşmaların beklediğine dair bir uyarıdır. Yabancı okuyuculara ilişkin olarak ise, bu çalışmanın etüt edilmesi, Komünist hareketlerin “saflarını sıklaştırma’ya yarayacaktı; düşünülen amaç buydu. 1938 ve 39’da Kısa Ders’i okumak, dağıtmak ve incelemek, Bolşevizmin demirden, merkezi ve kendine güvenen örgüt biçiminin özünü kavramak ve uluslararası sorunlardaki derin 22 History of The Communist Party of the Soviet Union (Bolsheviks): Short Course, Moskova 1939, s. 334. 23 Ibid., s. 334.
74
‘Kısa Ders’: Komünizmin Pusulası
krizde “rehber parti’ye sadakat demekti. Birçok komünist partisi, Kısa Ders’i yukarıdaki terimlerle karşılarken, parti liderleri de Kısa Ders’in propagandasını yapmaya söz veriyorlardı. Birkaç örnek bunu göstermeye yeter. Nisan 1939’da Kısa Ders’in Fransızcası yayınlandığında, Georges Cogniot bir basın toplantısı yaparak, kitabın Fransa’da 300.000 adet basıldığını açıklıyordu. Cogniot, militanlardan, elde kağıt ve kalemle, ya da daha iyisi bir defterle, kitapta klasiklerden yapılan alıntıları ve önemli tarihsel göndermeleri alt alta sıralayarak Kısa Ders’i okumalarını istiyordu. FKP lideri, kitabın günlük dersler çıkarmak için de okunabileceği tavsiyesinde bulunuyordu. Uluslararası durumun, komünistlerin güvenlerini sarsacak kadar olmasa da, ciddi ve korkutucu olduğunu söylüyordu. Pek safça görülebilir ama, Cogniot, Selle Pleyel’deki dinleyicilerine, Avusturya, Çekoslavakva ve İspanya’da anti-faşizmin yenilgisi nedeniyle umutları yitirmeye bir neden bulunmadığını, çünkü Rusya’da 1905 devriminin de yenilgiye uğradığını, buna rağmen arkadan 1917 Ekim zaferinin geldiğini söylüyordu. Ancak Cogniot, Kısa Ders’in sunduğu genel açıklamadan en önemli noktayı çekip alıyordu: SSCB hariç, tüm dünya ‘kaos içinde’ydi. Sovyetler Birliği tek kurtuluş alternatifiydi, Marksizmin ışığının hala parladığı, yükseklerde yanan ateşti. Ve onun tarihi, ‘komünizmin pusulası’ydı. Şimdilik (Fransa’da) durum sakindir; işçi hareketinin yönetim ve iletim organları, fonksiyonlarını normal olarak yerine getirmektedir. Fakat şunu da çok iyi biliyoruz ki, her şeyin hızla değişikliğe uğradığı bir dönemde yaşamaktayız. Üyelerin çeşitli yerlere dağılacağı, Komünistlerin ve hatta partili olmayan anti-faşistlerin tek başlarına karar alma, kendi başlarına ciddi insiyatif gösterme zorunda kalacakları durumlar ortaya çıkabilir. Orduda, tecrit edilmiş savaşçı gruplara pusulalar verilir. Bizim de her işçiye, her emekçiye, her dürüst demokrata verebileceğimiz bir pusulamız vardır...Bu pusula da Sovyetler Birliği Komünist Partisi Tarihi’dir.24
Kısa Ders, artan fırtınada yol gösteren bir pusulaydı, bir silahtı; Sovyetler Birliği’ne bağlılık biçimindeki saygıyı Cogniot şöyle dile getiryordu: “Stalin’in önder ve öğretmeni olduğu komünistlerin dünya partisinin üyeleri olarak, sosyalizmin vatanına tüm varlığımızla bağlıyız.” Aynı mesaj, legal ya da illegal bütün Komünist partilerinin yayınlarında tekrarlanıyordu. İngiliz komünistleri büyük çabalar göstererek, Kısa Ders’in ilk ingilizce baskısının 127.000 kopyasını dağıtmışlardı. Kısa Ders’in İtalyancası 1939’da Moskova’da basıldı, Paris’de sürgünde olan İKP merkezi, kitabı, “bütün komünist partilerin ideolojik yaşamı için tarihsel önemde bir olay” olarak değerlendirerek, derhal Fransa’daki İtalyan işçiler arasında dağıtmaya başladı. Kitap her komüniste, ‘halkımızı faşist boyunduruktan kurtarma yolunu gösteren’ bir rehber olarak hizmet edecekti.25 Kısa Ders’in diğer dillere yapılan çevirileri, çeşitli Komünist partiler tarafından örgütsel ve 24 Georges Cogniot, ‘Ce que nous enseigne l’Hisroire du parti bolchevik’, La Brochure Populaire, no. 9, Nisan 1939. 25 İtalyan Komünist Partisinin Lo Sraro Operaio’da yayınlanan kararından, c. 13, no. 9, 15 Mayıs 1939.
75
Yaşayan Marksizm
propaganda amaçları için de kullanıldı. Örneğin Çin’de, o sıralarda parti üyeleri arasında sekterizm ve şematik düşüncelere karşı kampanyaya girişen Mao Zedung, kitabın sonuçlar bölümündeki beşinci madde’ de verilen metodik direktifi alıyordu.26 Söz konusu maddede şöyle deniyordu: “Bir Parti, eleştiri ve öz eleştiriden korkmazsa, çalışmasındaki hata ve kusurları örtbas etmezse, Parti çalışmasındaki hatalardan dersler çıkararak kadrolarını eğitirse ve hatalarını zamanında düzeltmeyi bilirse, yenilmez bir parti haline gelir.” Mao’nun uyarıları, zamanında Komünist harekette kutsallaşan bir başka yasayı anımsatıyor: bir teori çalışması gibi, bir tarih kitabı da, güncel amaçlar için kullanılmalıdır. Bu sayede her ikisinde de, izlenecek çizgiye destek olacak gerekli alıntı her zaman bulunabilir.
26 ‘Oppose Stereotyped Part Writing’, Selecred Readings From rhe Works of Mao Tserung, Pekin 1967, s. 193c.
76
Sosyalist Demokrasi ya da Proletarya Diktatörlüğü Öznur Ağırbaşlı
Sosyalizm, yani şu demek ki, dayı kızı, sosyalizm, senin anlayacağın yani, el kapısının yokluğu değil de imkansızlığı. Nazım Hikmet
Giriş
S
osyalistlerin hangi araçlarla ve hangi yöntemlerle mücadele ettiklerinden çok daha önemli bir konu ne için mücadele ettikleridir. Bu soruyu hemen herkes “elbette sosyalizm için mücadele ediyoruz” diye yanıtlayacaktır. İyi ama nasıl bir sosyalizm? Kendisini sosyalist olarak niteleyen örgüt ve bireylerin hepsi bu soruya aynı yanıtı vermezler. Dolayısıyla bu örgüt ve bireyleri asıl olarak birbirinden ayıran şey mücadele yöntem ve araçları değil, “nasıl bir sosyalizm?” sorusuna verdikleri yanıtlar olmalıdır. Oysa uzun bir süreden beri bu konu, yani amaç geri plana itilmiştir. 77
Yaşayan Marksizm
Yaptığımız tartışma bağlamında çok açıktır ki amaç, kurmak için mücadele ettiğimiz toplumsal düzeni, araç da bu düzeni kurma yolunda kullandığımız her türlü örgüt, politika yapma tarzı ve yöntemleri anlatır. Lafa gelince her Marksist, özü biçime, amacı araca feda etmemek gerektiğini söyler. Bu zaten Marksist diyalektik felsefenin abecesidir. Ancak işler lafta değil, pratik tutum alışlarda karışır. Bir bakmışsınız ki, işçi sınıfının çıkarlarının yerini partinin/örgütün çıkarları almış, amaç belirsizleşirken araç öne çıkarılarak fetişize edilmiş, yani kısaca içerik/öz biçime feda edilmiş, herkese amaçlar üzerinden ayrışmak anlamlı geldiği halde yine herkes araçlarda ayrışmıştır. Aslında eğer amaçlarda değil araçlarda/politika yapış tarzında ayrışıyorsak bunun tek anlamı o amaçlara gerçekten inanmadığımızdır. Amaçların gerçekleşeceğine inanmadığınız ya da onu ulaşılması imkansız bir ütopya olarak gördüğünüz zaman, onun için ayrışmak da anlamsız hale gelir. Öyle ya zaten hiç olmayacak bir şey için neden bugün birbirimizi üzelim. Oysa araçlardan/tarzdan kaynaklı sorunlar her gün karşımıza çıkar. Dolayısıyla bunun için çatışmak/ayrışmak daha anlamlı ve elzem görünür. Örneğin sosyalist demokrasi bizim amaçlarımızdan biridir. Biz bu iki sözcük ile aslında birçok şeyi anlatırız. İşçi sınıfının egemen sınıf olarak örgütlenmesi, her türlü ezme-ezilme ilişkilerinin ortadan kaldırılması, emek-sermaye çelişkisinin yok edilmesi, üretim araçlarındaki kapitalist özel mülkiyetin tasfiyesi ve mülkiyet ilişkileri ile üretim biçiminin uyumlu hale getirilmesi, devletin giderek kendi kendine sönümlenecek biçimde kurgulanması, rekabetin yerine dayanışma ilişkilerinin geliştirilmesi vs.vs. Ancak sosyalist demokrasi yalnızca bilinmez bir zamanda ulaşacağımız bir hedefi değil, aynı zamanda bugünden yaratmak zorunda olduğumuz ilişkileri de tarif eder. Dayanışmacı bir topluma ulaşmak niyetinde olan insanların bugünden geliştirecekleri mücadele biçimleri ve bu mücadelenin örgütlü ifadesi olacak olan yapılanmalarda da aynı ilişkilerin, içinde yaşanan koşulların izin verdiği ölçüde yaratılması gerekir. Dolayısıyla “Nasıl bir sosyalizm için mücadele ediyoruz?” sorusunu yanıtlamak için yürütülen bir tartışma aynı zamanda “hangi araçlarla ve yöntemlerle mücadele etmeliyiz?” sorusunun da yanıtını verecektir. Sosyalizm anlayışımızı ortaya koymadan önce, bu öneride yer alan belirli temel ilkeler dışındaki noktaların, süreç içerisinde birikecek tecrübelerin ve bunların teorik işlemlerinin temelinde zenginleştirilmeye ve değişikliklere açık olduğunu vurgulamak gerekir. Bu nedenle bilimsel sosyalizmin kurucuları sosyalist bir toplumun nasıl olacağını ayrıntılarıyla tarif etmekten özenle kaçındılar. Bunun nedeni bu konuda bir fikirleri olmaması değildir. Tam da kendi öğretilerine uygun bir biçimde bu ayrıntıları geleceğin nesnel koşullarının belirleyeceğini biliyorlardı: “…İşte bu insanlar dünyaya geldiği zaman, bugün onların nasıl davranmaları gerektiği üzerine düşünülen şeylere hiç kulak asmayacaklar; kendi pratiklerini ve herkesin davranışını yargılayacakları kamuoyunu kendileri 78
Sosyalist Demokrasi ya da Proletarya Diktatörlüğü
yaratacaklardır”1 Marx veya Engels’in yapmadığını biz yapacak değiliz. Düşüncelerimizi ortaya koyarken sosyalizmin teorik ve tarihsel temeline yaslanmanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Bunu, sosyalizmin ideolojik kökleri, pratikteki aksaklıkların tarihsel yeri ve günümüzün dünyasına etkileri hakkında değerlendirmelerimizi ortaya koyarak yapabiliriz. 1. Sosyalizmin İdeolojik Kaynakları Marksizm’in felsefe yanı Alman idealizminin ve özellikle Hegel'in eleştirilerek aşılmasından doğmuştur. Marx'ın yöntembilimi Hegel diyalektiğinin özce değiştirilip zenginleştirilmesi ve maddi temeline oturtulmasıyla meydana gelmiştir. Marksist felsefe, bilimsel gelişmenin ürünüdür ve Diyalektik Materyalizmle Tarihsel Materyalizmin temelleri üstünde kurulmuştur. Marx ve Engels, gelişen bilime dayanarak, felsefi düşüncenin tüm evriminin kazançlarını yeniden ele alıp mevcut materyalist anlayışı bütün yanılgılarından arındırmışlar ve proletaryanın felsefedeki sınıf tavrı temeline oturtulmuş bir felsefe pratiğini ortaya koymuşlardır. Bu felsefede materyalizm, diyalektiğe organik olarak bağlıdır. Bundan ötürü evrimsel ve gelişimseldir. Marx ve Engels, Hegel'in tam tersine, diyalektiği, bilinçten değil, doğadan ve toplumdan çıkarmışlardır. Bu sayede teorik felsefe, tarihinde ilk kez, pratiğin yöntemi olmakta ve özellikle toplumun değişmesinde ideolojik bir etkinlik kazanmaktadır. Marksizm, bizi, sınıflar ilişkisinin ve tarihinin her anının özelliklerinin en doğru, aslına en uygun ve nesnel olarak doğrulanabilir, denetlenebilir bir hesabını yapmaya zorunlu kılar... Marx ve Engels, ezbere öğrenilen ve yinelenen, olsa olsa tarihsel sürecin her evresinin, somut ekonomik ve siyasal durumuyla zorunlu olarak değişen genel hedefleri gösterebilen “formüler”le haklı olarak alay ederek, her zaman ‘bizim öğretimiz bir dogma değil, ama bir eylem kılavuzudur’ demişlerdir.2
Bu yüzdendir ki Marksist felsefe bir başka felsefe tarafından aşılamaz, çünkü her an pratiğe bağlı olarak kendi kendini aşmaktadır. Marksist düşünce, teoriyi pratikle ve bütün pratikleri birbirleriyle olduğu gibi bütün teorileri de birbirleriyle bağımlı kılan bütünsel düşüncedir. Marksizm, insanlığın düşünsel ve toplumsal gelişmesinin bir sonucu olmakla beraber, hiç de geçmiş kuramların bir bileşkesi ya da onların gelişimsel bir süregelişi değildir. Marksizm, klâsik Alman felsefesiyle, İngiliz ekonomi politiğiyle, Fransız ütopyacı sosyalizmiyle kıyasıya savaşmış ve toplumsal bilimlerin tümünde gerçekleştirdiği tümsel bir devrimden doğmuştur. Marksizmden söz ederken Lenin’in katkılarını göz ardı etmek haksızlık olur. Lenin, her şeyden önce, Marksist yöntemle tekelci kapitalizmi çözümlemiş ve onun bütün çelişkilerini saptayarak Marx’ın sınıf mücadelesi kavramına, emperyalizm teorisini eklemiştir. 1 2
F. Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları, Mayıs 1977, s. 117. Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, Sol Yayınları, Kasım 1978, s.22–23.
79
Yaşayan Marksizm
Lenin, Marksizmi sadece pratik yönünden ele alarak metafiziğe düşen ve “artık felsefe diye bir şey kalmadığını” ileri süren Marksistlere karşı felsefi Marksizmin geliştiricisidir. Bir yandan Marksizmi sadece teorik yönünden ele alarak metafiziğe düşen Marksistlere karşı eylemsel Marksizmin geliştiricisi olurken, diğer yandan Marksizmdeki bütünlüklü düşünceyi görmezden gelerek saldırıya geçen akademik çevrelere karşı mücadele etmiştir: Akademik burjuva filozofları, kendi felsefe geleneklerinin kalıpları, kavramları, biçimleri içerisinde kalarak Marksist felsefeyi felsefe olmamak, olamamakla suçlarlar. Oysa Marksist felsefe, apayrı bir felsefe pratiğidir ve pratiği uygulamak, zaten, bütün o akademik burjuva felsefesinin geçersizliğini ilan etmektir... Geleneksel felsefe, kendisini, gene kendi ideolojik çerçevesi içinde tanımlar. Dolayısıyla felsefenin ne olduğunu gerçekten bir bilgi haline getirmez. Oysa Marksizm, felsefeyi inceleyip yerine koyabilecek bir felsefe teorisine de sahiptir. Lenin de felsefe yapmaktan çok bir felsefe teorisi yapmıştır, yani felsefenin yerini, ne olduğunu göstermiştir. Tabii bu, geleneksel felsefenin yadsınması demek olduğu için, filozoflara çok acı gelir.3
Kimileri Leninizm’i, Marksizm’in Rusya'ya özgü bir varyantı sayarlar. Oysa Marksizm bir bütündür, evrenseldir ve uluslararasıdır, çeşitli ulusal varyantları yoktur. Şu ülkede başka türlü, bu ülkede başka türlü değildir. Henüz çözümlenmemiş yeni sorunlar karşısında değişik görüşler ileri sürülebilir, bilimsel tartışmalar yapılabilir. Bütün bunlar Marksizm-Leninizm’in sürekli gelişmesinde gereken koşulları hazırlamak içindir ve hiçbir zaman Marksizm’in ulusal varyantları bulunduğu anlamına gelmez. 2. Tarihsel Referanslar Birçok insanın sandığının aksine geçmişi merak ettiğimiz için değil, geleceği merak ettiğimiz için tarihle ilgileniyoruz. Gelecekle ilgili ipuçları ise geçmişimizde gizlidir. Burjuva sınıfının kadrolu akademisyenleri bunu çok iyi bildikleri için tarihi kendi çıkarlarına göre yeniden ve yeniden yazarlar. Çünkü çok iyi bilirler ki, bir toplumun bugününe ve geleceğine egemen olmak için o toplumun geçmişine egemen olmak gerekir. Bu nedenle Marksist düşüncede tarih araştırmalarının büyük bir önemi vardır. Bir farkla ki, azınlık egemenliğini savunduğu için burjuva ideolojisi yalanlar üzerine oturmak zorundayken, işçi sınıfı ideolojisi gerçeklerin üzerinde yükselmek zorundadır. Marx’ın Kapital’inin ekonomiyle ilgili olması kadar tarihle de ilgili olmasının nedeni budur: Marx yeni bir bilimin temellerini atmıştır: Tarih bilimi… Felsefenin doğuşu (Platon’la) matematiğin oluşumuyla gerçekleşmiş, fiziğin gelişimiyle bir dönüşüm yapmıştır. Marx’ın tarih bilimini bulmasıyla da devrimci kimliğini kazanmıştır. Bu devrimin adı Diyalektik Materyalizm’dir.4 3 4
80
L. Althusser, Lenin ve Felsefe, İletişim Yayınları, İstanbul, 2004, s. 51. Age. s. 24.
Sosyalist Demokrasi ya da Proletarya Diktatörlüğü
“Gelecekte nasıl bir sosyalizm istiyoruz?” sorusuna verilecek yanıtın da ipuçları işçi sınıfının kolektif hafızasında vardır. 1871 Paris Komünü, Rusya’daki 1905 ve 1917 Sovyetleri ve hatta doğrudan işçi sınıfıyla bağlantılı olmasalar da emekçilerin eşitlik ve özgürlük istemlerinin tercümanı olan Anadolu’da Şeyh Bedreddin’in, Azerbeycan’da Babek’in, Irak’ta Karmatilerin, İran’da Mazdek’in önderlik ettiği girişimler tarihsel referanslarımızdan birkaç tanesidir. Yazının kapsamı dolayısıyla bunlardan ilk ikisine değinmekle yetineceğiz. Paris Komünarları Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da başka bir dünyanın mümkün olduğu hakkında yazdıklarını doğrularcasına bunun gerçekleşebilir olduğunu gösterdi. Bu nedenle Marx, Komün’ü “ emekçilerin iktisadi kurtuluşunun gerçekleşebileceği, en sonunda bulunmuş siyasi biçimdir” diye tarif eder. Marx ve Engels, Komünist Manifesto’da yapmayı zorunlu gördükleri tek düzeltmeyi Paris Komüncülerinin devrimci deneyinden esinlenerek yapmışlardır. Komünist Manifesto’nun 1872 tarihli yeni baskısı için yazılan, Marx ile Engels’in birlikte imzaladıkları son önsözde, Komünist Manifesto programının bazı noktalarda eskimiş olduğunu bildirerek, “Komün, özellikle işçi sınıfının devlet makinesini olduğu gibi almak ve onu kendi hesabına işletmekle yetinemeyeceğini kanıtlamıştır” derler.5 Komün her an seçenler tarafından görevden alınabilen üyelerden oluşan bir halk hükümetidir. Komün üyeleri ortalama bir işçinin ücretinden fazla maaş alamaz. Yürütme ve yasama yetkilerini elinde toplayan Komün, 20 Mart 1871’de yayınladığı bir bildirgeyle proletaryanın zaferinin sağlandığını ilan etti. Yine aynı bildirgeyle Paris halkının Komün işlerine sürekli müdahalesini istedi. Bu nedenle Komün genel konseyinin yanı sıra kulüpler, sendikalar, gazeteler yönetime katıldılar. Kadın ve erkek yurttaşlar mahalle komitelerinde, belediye ve ilçe konseylerinde kendi temsilcilerini görevlendirdiler. Kapalı olan fabrikaların bir dökümü yapılarak işçi birlikleri tarafından işletilmesi sağlandı. Yaşamak için gerekli asgari ücret güvencesi getirildi. 17 Mayıs günü yayınlanan bir bildirge ile evlilik içievlilik dışı çocuk ayrımı kaldırıldı. Zorunlu ve parasız okullar açıldı. Adalet işleri ücretsiz hale getirildi. Seçilenlerin seçenler tarafından görevden geri alınabilmesi sağlandı. Sürekli ordu kaldırılarak yerine silahlı halk milisleri geçirildi. Senetlerin ve kiraların ödenmesi ertelendi. Kilisenin devlet işlerine karışması engellendi. Ancak Komün bu olumlu adımlar yanında ölümcül hatalar da yaptı. Merkez Bankasındaki altınlara el koymayarak ihtiyaç duyulan kadar para almakla yetindi. Bu da bankanın burjuva ordularını finanse etmesine olanak verdi. Köylülerin kazanılmasına önem vermeyerek onların burjuva propagandasından etkilenmesinin önünü açtı. Bu köylüler daha sonra merkez bankasından alınan altınlarla Komünü ezen ordunun askerleri oldular. Komünün ikinci önemli hatası, iç savaştaki askeri eylemlerin önemini göz ardı ederek, düşmanları üzerinde ajitasyon-propaganda etkinlikleriyle yetinmesi oldu. Hareketin başlarında 5
Marx-Engels, Komünist Manifesto, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 1976, s. 8.
81
Yaşayan Marksizm
Alman yenilgisiyle zaten dağınık olan burjuva güçlerini tamamen dağıtmak yerine onlara toparlanmaları için fırsat verildi. Dahası özel fabrika ve işyerleri kamulaştırılmadı. 8 saatlik işgünü yerine eski çalışma süresi ve eski vergiler devam ettirildi. Lenin “Komün Dersleri” adlı makalesinde şöyle yazıyor: … Ama tüm yanılgılarına karşın Komün, 19. yüzyılın en yüce proleter hareketinin en ulu örneğidir… Komün Avrupa’daki sosyalist hareketi derinden derine harekete getirmiş, iç savaşın gücünü ortaya çıkarmıştır. Yurtseverce yanılsamaları dağıtmış ve burjuvazinin ulusal özlemlerine duyulan aptalca inancı yok etmiştir. Komün, Avrupa proletaryasına sosyalist devrim sorunlarını somut olarak koymasını öğretmiştir.6
Nitekim Komün’den sonra sosyalist partiler bu kısa zaman dilimindeki uygulamaları programlarına yazarlar. Ancak bu ilkelerin programlarda yazmasının yeterli olmadığı defalarca görülmüştür. Lenin “Komünün ilk buyrultusu sürekli ordunun kaldırılması ve onun yerine silahlı halkın geçirilmesi oldu. Bu istem, şimdi sosyalist olduğunu söyleyen bütün partilerin programında yer alıyor. Ama programlarının kaç para ettiğini en iyi, tam da 27 Şubat (1917) devriminden sonra bu isteme uymayı kabul etmemiş bulunan bizim Sosyalist Devrimcilerimiz ile Menşeviklerimizin tutumu gösterir!”7 derken buna işaret etmektedir. Rusya’da daha önce kurulmuş olan Grev Yürütme Komiteleri 1905 Devrimi sırasında Sovyetlere dönüştü. Fabrika Sovyetlerinden seçilen temsilciler bölge Sovyetlerini, onların temsilcileri de kent Sovyetlerini oluşturuyordu. Sovyetlerde örgütlü sosyalistler azınlığı, onların içinde de Bolşevikler en zayıf grubu temsil ediyorlardı. Her Sovyet kendi bölgesinde tek karar sahibiydi. Kararlar bütün işçilerin katılmasıyla alınıyordu. Azınlıkta olanın bile tartışmalar sonunda önerisini kabul ettirme olanağı vardı. Sovyetler 1905 devriminde çarlık orduları tarafından yenilgiye uğratılınca uykuya daldı. Ancak işçiler arasındaki etkisinin kaybolmadığı 1917 Şubat Devriminde daha güçlü olarak yeniden tarih sahnesine çıkmasıyla anlaşıldı. Devam eden savaşın etkisiyle artık İşçi, Asker ve Köylü Vekilleri Sovyetleri adını alan Sovyetler aynı zamanda sürmekte olan demokratik devrimin ittifak ilişkilerini yansıtıyordu. Rusya’da artık bir ikili iktidar durumu söz konusudur. Bir yanda savaş dahil çarlık rejimi politikalarını devam ettiren merkezi burjuva hükümeti, diğer yanda emekçi halkın temsilcilerinden oluşan Sovyetler. Sovyetlerde çoğunluğu oluşturan Menşevikler ve Sosyalist Devrimciler burjuva hükümetinde yer alıp onların politikalarına yedeklenince devrimi daha ileri götürme görevi Bolşeviklerin yönlendirdiği işçilerin omuzlarına yüklendi. Lenin Nisan Tezleri adlı ünlü broşüründe “Tüm iktidar Sovyetlere!” sloganını ortaya atarak bu ikili iktidar durumuna son vermenin adımını atmıştır. Nitekim emekçilerin barış talebini sahiplenen Bolşevikler 1917 Ekim ayında yapılan Tüm 6 7
82
Lenin, Komün Dersleri, Sol Yayınları Kasım 1992, shf. 55. Lenin, Devlet ve İhtilal, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 1989, s. 52.
Sosyalist Demokrasi ya da Proletarya Diktatörlüğü
Sovyetler Merkez Kongresinde çoğunluğu sağladıktan sonra Bolşevik Partisinin önderliğindeki silahlı işçiler 1922 yılındaki zafere kadar sürecek olan iç savaşı başlattılar. İç savaş devam ederken Komünde ortaya çıkan deneyimler zenginleştirilerek uygulanmaya başladı. Lenin, yazılarında sürekli olarak proletarya demokrasisinin yönelimini işaret ediyordu: Demokrasiyi sonuna dek geliştirmek, bu gelişmenin biçimlerini araştırmak, bu biçimleri pratiğin deneyinden geçirmek vb.: toplumsal devrim savaşımının en önemli görevlerinden biri de budur. Tek başına alındığı aman, hangisi olursa olsun, hiçbir demokratizm sosyalizmi sağlamaz; ama gerçek yaşamda, demokratizm hiçbir zaman “tek başına” değil, “tümün içinde” alınacaktır; demokratizm bir yandan ekonomik gelişmenin etkisine uğrayacak, ama bir yandan da, dönüşümün uyardığı ekonomi üzerinde etkide bulunacaktır vb. yaşayan tarihin diyalektiği böyledir.8
3. Ekonomik Temel a) Kalkınma Yanılsaması Bütün Marksist edebiyat sosyalizmin yeni bir dünya olduğunu, insanlık çağının şafağı olduğunu yazar. Sosyalist insan kendisinden önceki kapitalist insanın inkarı, yani onun olumlu yönlerinin alınarak yeni bir düzeye sıçramış halidir. Ama tarihsel süreç böyle işlemedi. Sosyalizm bir kalkınma yöntemi derekesine indirgendi. Oysa ekonomik kalkınma sosyalizmin amacı değil, olsa olsa bir yan ürünüdür. Sosyalizmin temel amacı sınıf ve sömürünün ortadan kaldırılmasıyla özgür toplumun oluşturulmasıdır. Nitekim kaynakların verimli kullanılması, kapitalist üretimin kaçınılmaz israfının önlenmesi ile sosyalist ülkeler o güne kadar görülmemiş ekonomik büyüme hızları elde ettiler. Bu durum özellikle bağımsızlıklarını yeni kazanmış eski sömürge ülkelerin yüzlerini sosyalizme dönmesini sağladı. Ancak Sovyetler Birliği bu genç devletlerle ve bağımsızlık mücadelesi veren halklarla eşit ilişki kurmuyordu. Bütün ilişkiler “Sosyalist anavatanın savunulması” ekseninde ele alınıyordu. İçeride her türlü demokratik hak talebi emperyalist kuşatma bahanesiyle bastırılırken, dış politikada emperyalist devletlerin nasırına basmamaya özen gösteriliyordu. Örneğin İspanya iç savaşında Almanya ve İtalya açıktan açığa İspanyol faşistlerine para ve malzeme yağdırırken Sovyetler Birliği gizliden gizliye olması gerekenden çok az malzeme ve insan gönderiyordu. Sonuçta Sovyet halkı ABD vatandaşlarıyla yarışacak derecede apolitik hale geldi. Marksizm’e göre tarihin öznesi olan insan, “sosyalizmin anavatanında” nesne haline geldi. Dünyanın en güçlü ordusu olan Kızıl Ordu, 2. Paylaşım savaşından 1978 yılında Afganistan’ın işgaline kadar hiç savaş yapmadı ama büyümeye devam etti. Unutmadan bu tarihler arasında Kızıl Ordu iki defa kullanıldı. Macaristan ve Çekoslovakya’da “balans ayarı” yapmak için. 8
Lenin, Devlet ve İhtilal, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 1989, s. 89.
83
Yaşayan Marksizm
Sosyalizmin ekonomist yorumunun bir başka sonucu üretim insanlar için değil, insanlar üretim içindir anlayışı yerleşti. Ön planda olan insanların ihtiyaçları değil, parti bürolarında saptanan üretimin ihtiyaçlarıydı. b) Demokratik Planlama Sosyalist bir toplumda ekonominin demokratik planlanması sosyalist toplumun nasıl örgütlendiği, dolayısıyla sosyalizmin temel amacının ne olduğuyla doğrudan ilgilidir. Sosyalizmi esas olarak bir kalkınma modeli olarak düşünürseniz ve kalkınmayı da emperyalist kapitalistlerle pazar ekonomisi kurallarına göre üretim ve ürün merkezli rekabet olarak görürseniz; planlama, merkezi ve verimlilik ekseninde olur. Eğer sosyalizmi işçi sınıfının egemen sınıf olarak örgütlenmiş hali olarak görür ve devletin adım adım sönümlenerek burjuva hukukunun dar ufkunun aşıldığı, sınıfsız topluma/komünizme geçiş olarak görürseniz; ekonomik planlama yerel ve sınıfın doğrudan iradesinin yansıdığı, işçi sınıfının ve diğer emekçi sınıfların özgünlüklerinin gözetildiği, örneğin küçük üretici köylünün kendi planlamasını yapmasını gözeten bir biçimde, işçi denetimine açık olarak yapılır. Merkezi planlama, yerel planlamaların koordinasyonu ve bölgeler arası eşitsizliklerin dengelenmesi olarak şekillenir. Yerel planlamaların ışığında ekonomi stratejisinin hazırlanması, ülke düzeyindeki hedef ve önceliklerin belirlenmesi, ekonominin temel dengelerinin belirlenmesi, bilimsel, teknik, düzeltici ve yatırımcı bir politikanın tayin edilmesi ve uygulanması gibi konular, işçi denetimine açık merkezi planın konusu olur. Kuşkusuz demokratik planlamadan anlaşılanın ikincisi olması gerekir. Demokratik planlamanın başarılması için temel ön koşullar; bir yandan bilimsel teknolojik gelişimin sonuçlarının tam olarak değerlendirilmesi, diğer yandan da gerçek iktidar organlarının işçi sınıfı ve müttefiklerinin yerel öz örgütlerinin olması ve merkezi devlet organlarının her türlü ayrıcalıktan uzak ve tam anlamıyla işçi denetimine tabi olmasıdır. c) Sosyalizmde Mülkiyet Mülkiyet ve üretim biçimi, toplumsal ilişkilerin, hukuki ve diğer kurumların, genel olarak üst yapı olarak adlandırılan kurumların temelini oluşturur. Üretim araçlarında toplumsal mülkiyet sosyalist sistemin temel karakteristiğini teşkil eder. Yani temel üretim araçlarının görece olarak küçük bir insan gurubuna ait olduğu kapitalizmin aksine, sosyalizmde toplumsal zenginliğin sahibi üretenlerdir. Üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti, üretimin toplumun bütününün hizmetine girmesi için, ekonomik sömürünün ortadan kaldırılmasının ön koşullarını yaratmaktadır. Üretim araçlarının sahipliğinin kapitalist sınıfta olduğu kapitalizmin doğal sonucu olarak işçiler işlerinin sonuçlarına yabancılaşmaktadırlar. Mülkiyetin toplumsallaştırılması ve üretenlerin öz yönetimin sağlanması sömürü ve yabancılaşmanın ortadan kalkmasının olduğu gibi yönetilen yöneten ilişkisinin de kalkmasının ön koşullarındandır. Bu konudaki bir sapma da reel sosyalist ülkelerde görülen toplumsal mülkiyetin devlet mülkiyetiyle özdeşleştirilmesidir. 84
Sosyalist Demokrasi ya da Proletarya Diktatörlüğü
Daha doğrusu, sosyalist devletin işçi sınıfının egemen sınıf olarak iktidarı olamamasıdır. Reel sosyalizmde işçi sınıfı iktidarının parti iktidarına ikame edildiği bir devlet örgütlenmesinin varlığı, üretim araçları mülkiyeti üzerindeki söz yetki ve karar süreçlerinde işçilerin doğrudan belirleyiciliğini ortadan kaldırmış, işçiler adına devlet kadroları olan azınlığın belirleyiciliğini getirmiştir. Bu olgu sonradan sosyalist camiada büyük yanılgılara yol açtı. Türkiye’nin 1930’lardaki devletçilik uygulamalarını sosyalizmle karıştıran “sosyalistlerin” hâlâ var olması bu büyük tahrifatın sonucudur. Çok açıktır ki sosyalizm bir anda verilen bir kararla inşa edilemez. İşçiler iktidarı ele geçirdikten ve üretim araçlarını toplumsallaştırdıktan sonra da daha bir süre özellikle tarım kesiminde küçük özel mülkiyet devam edecektir. Bunların hepsinin tam olarak toplumsallaştırılması zaman alacaktır. Ancak yapılan uygulamalar göstermiştir ki bu toplumsallaştırma şiddet yoluyla değil, özendirme yoluyla gerçekleştirilirse tam bir başarı sağlamak mümkün olacaktır. Bir yandan özel mülkiyetten alınan vergiler, diğer yandan ortak işletmelerin başarıları küçük üreticileri ortak üretime katılmaya teşvik edecektir. 4. Toplumsal Üst Yapı a) Sosyalist Demokrasi ve Çok Partililik Sosyalist Demokrasi en kısa tanımıyla işçilerin egemen sınıf olarak örgütlenmesidir. Bunu Marx ve Engels komünizmin birinci aşaması olarak tarif ederler. Marksist yazında “proletarya diktatörlüğü” olarak adlandırılan olgu sosyalist demokrasinin tam kendisidir. Diktatörlük sözcüğü kimilerine itici gelse de bir şeyin adını değiştirmek onun içeriğini değiştirmez. Demokrasi kavramının bir devlet biçimini anlattığını ve her devletin hem demokrasi hem de diktatörlük içerdiğini bilen Marksistler için bu tartışma anlamsızdır. Burada önemli olan şey proletarya diktatörlüğünün her türlü burjuva demokrasisinden milyon kez daha demokratik olduğunu akıldan çıkarmamaktır. Sosyalist demokrasi ancak geniş toplumsal desteğe sahip bir proje olarak, işçiler tarafından ve ezilen sınıfların içinden kurulabilir. Bu ise öncelikle çoğunluğu, sosyalist demokrasinin kapitalizmin yarattığı derin sosyal, ekonomik ve ekolojik çelişkilere yönelik çözümlerini inandırıcı bir biçimde gösterip, kazanmakla olanaklı olacaktır. Başlıca iki nedenden dolayı bunu başarmak güçtür. Birincisi, şimdiye kadarki sosyalizm denemelerinin başarısızlığı ve sosyalist düşüncenin itibarının düşürülmüş olmasıdır. İkinci neden ise, günümüzden hareketle sosyalist toplumun hangi surette ve şekilde ortaya çıkacağını, oluşacağını ve gelişeceğini somut olarak öngörebilme olanaksızlığıdır. Lenin Sovyet yönetiminin görevlerini tarif ederken şöyle der: Biz ütopyacı değiliz. Tüm yönetim makinesinden, bütün devlet basamaklarından bir anda vazgeçmeyi “hayal” etmiyoruz; proletarya diktatorasına düşen görevlerin anlaşılmamasına dayanan bu anarşistçe düşler,
85
Yaşayan Marksizm
Marksizm’e adamakıllı yabancıdır ve gerçekte, sosyalist devrimi insanların değişecekleri güne kadar ertelemekten başka bir işe yaramaz. Bize gelince, biz, sosyalist devrimi, astın üste bağımlılığından, denetimden, “gözetimci ve muhasebecilerden” vazgeçmeyecek olan bugünkü insanlarla yapmak istiyoruz. Ama buyruğu altına girilmesi gereken şey bütün sömürülenlerin, bütün emekçilerin silahlı öncüsü olan proletaryadır. Devlet memurlarına özgü “tepeden buyurma yöntemlerini” daha bugünden kentli halkın çoğunun yetkinlikle yapabileceği, dolayısıyla “işçi ücretleri” karşılığı pekâlâ yapılabilecek olan çok basit işlerle, basit bir “gözetim ve muhasebe” uygulamasıyla değiştirmeye, daha şimdiden, bugünden yarına, başlanabilir ve başlanmalıdır da.9
Yerel ve merkezi Sovyetler sınırlı teknoloji ve üretim koşulları içinde halkın bütün sorunlarına çözüm bulmaya çalıştı. Ancak iç savaş koşulları çarlık rejiminden devralınan memurların denetlenmesi işini lafta bıraktı. Buna bir de Stalin dönemindeki tasfiyeler de eklenince bürokratizm yeniden sahne aldı. Demokratik merkeziyetçilik ilkesinin, bürokrasi haline dönüşecek noktaya kadar çarpıtılması sonucunda parti liderliği parti tabanından, işçi sınıfından ve halktan koptu. Bu kopuş aşamalı bir şekilde işçilerin siyasi erkten, üretim araçlarından, maddi ve kültürel değerlerin paylaşımı ve yönetiminden yabancılaşmasını getirdi. Bürokratik mekanizmanın çıkarlarının genel olarak partinin, sınıfın ve halkın çıkarlarıyla özdeşleştirilmesiyle demokrasinin genişlemesinin yerine parti liderliğinin yanılmazlığı konuldu. Lenin 1918 Kasımında “Rusya’da bürokratik mekanizma tümüyle ezilmiş, yerle bir edilmiş; eski yargıçların tümü uzaklaştırılmış, burjuva parlamentosu dağıtılmış ve işçi ve köylülere daha çok temsil hakkı verilmiş; onların Sovyetleri bürokratların yerini almış, ya da Sovyetler bürokratları denetimleri altına almış ve Sovyetler, yargıçları seçmek için yetkilendirilmiştir”10 diye yazıyordu. O halde Sovyetler ne zaman işlevsiz hale geldi? Ne zaman parti bütün toplumsal yaşama egemen oldu? Bunu tam olarak saptamak çok zor. Çünkü bu bir kararla, bir anda olmuş bir şey değil. Adım adım gelişen bir sürecin sonunda Marksizm’in kurucularının düşündüklerinden bambaşka bir yere gelindi. Ekim Devrimi'nin ilk yıllarında ve iç savaş koşullarında Bolşevikler Sovyetleri gerçek bir iktidar organı gibi işletmeye gayret ediyorlardı. Ancak gerek Bolşevik partisinin katı merkeziyetçi tutumu gerekse Sovyetlerde çoğunluğu oluşturan Menşevikler ve sosyalist devrimcilerin açıkça karşı-devrim saflarında yer almasıyla bu süreç akamete uğradı. İç Savaş'ın kazanılmasından sonra Ekim Devriminde Bolşeviklerle aynı tarafta yer alan Enternasyonalist Menşevikler ve Sol Sosyalist Devrimciler üzerinde baskılar artmaya başladı. Bu gruplar kendilerini dağıtıp Bolşevik Partisine katılınca Sovyetlerdeki tek örgütlü güç Bolşevik Partisi oldu. Bu durum sonraki yıllarda dünya sosyalist hareketine sosyalizmin ancak tek partiyle olabileceği gibi kötü bir miras bıraktı. 9 Lenin, Devlet ve İhtilal, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 1989, s. 60. 10 Lenin, Proleter Devrimi ve Dönek Kautsky, Başak Yayınları, 1989, s. 29.
86
Sosyalist Demokrasi ya da Proletarya Diktatörlüğü
Bugünden bakıldığında Sovyetlerin farklı örgütlü güçlerin yer aldığı zeminler olarak kalmasının sonradan görülen hastalıkları büyük ölçüde engelleyebileceği görülmektedir. Bütün yanlışlıkların nedeni Sovyetlerde tek bir partinin kalmasıdır demek istemiyorum. Nihayetinde bilebildiğim kadarıyla Bulgaristan ve Polonya gibi devletlerde Komünist Partilerin dışında da partiler vardı ve hükümete ortak oluyorlardı. Ama bu durum o ülkelerde de sosyalist demokrasinin yeşermesine yol açmamıştı. Bu ülkelerde de aynı “büyük ağabey” SSCB gibi Komünist Partisi toplumsal yaşamı asıl belirleyen aktör olmuştur. Parti görevleriyle yönetsel görevler iç içe geçtiği için Parti organlarında alınan kararlar aynı zamanda devletin aldığı kararlar oluyordu. Devrimin ilk yıllarında karar organları olan Sovyetler ise artık parti kararlarının teyit edildiği göstermelik kurumlara dönüşmüştü. Burjuva devletlerde genel seçimlerin bir aldatmaca olduğuna kuşku yok. Ama Sosyalist ülkelerdeki seçimler onların düzeyine bile erişemiyordu. Yapılan seçimlerin hiçbir anlamı yoktu. Çünkü seçilecekler parti tarafından belirleniyor ve bunlar dışında kimsenin seçilme şansı kalmıyordu. Bu nedenle emperyalist devletler büyük bir yüzsüzlükle kendilerinin diktatörlüğe karşı demokrasiyi temsil ettiklerini iddia edebiliyorlardı. Sosyalistler için iktidarın bir geçiş dönemindeki tek meşru kaynağı örgütlü işçilerin denetimi ve yönetimi olabilir. Sosyalizmde henüz sınıfsız topluma geçilmediği için halkın farklı kesimlerinin çıkarları çeşitlilik arz edecektir ve bu da farklı hareketlerin, birliklerin ya da partilerin örgütlenmelerini gerekli kılmaktadır. Ayrıca, Sosyalist Demokrasi'nin çoğulculuk ilkesi sadece farklı sınıfların varlığının sonucu değildir. İşçi sınıfı da türdeş değildir. İşçi sınıfı içinde farklı tekil ya da kolektif görüşler olacaktır. Bu farklı görüşler, farklı programlara tekabül ettiğinde örgütlenme özgürlüğü önem kazanmaktadır. Çünkü örgütlenme özgürlüğünü içermeyen ifade özgürlüğünün sahiciliği yoktur. Burada tek koşul kapitalist özel mülkiyetin ve sömürünün reddi olmalıdır. Bu temel üzerinde farklı program sunan partiler her düzeyde kurulan meclislerde özgürce yarışabilmeli, hiçbiri iktidar tekelini talep etmemelidir. İşçilerin egemen iradesinin ürünü olacak olan demokratik seçimler aracılığıyla yönetimin el değiştirmesini kabul etmelidirler. b) Düzenli Ordu ve Silahlı Halk Milisleri Marx, “proletarya diktatörlüğünün neye benzediğini anlamak istiyorsanız, Paris Komünü'ne bakınız!” diyordu. Komün'ün yaptığı ilk işlerden birinin düzenli orduyu dağıtıp yerine halkın silahlı örgütlenmesi olan milisi geçirmek olduğu bilinmektedir. Bu değişiklik, o anın pratik gereklerinden biri olarak değil, sosyalizmin gerçekleşebilmesinin şartlarından biri olarak hayata geçirilmiştir. Zaten pratik olarak komüncülerin elinde eski ordudan önemli bir şey kalmamıştı. Bu nedenle tüm halkın silahlı örgütlenmesini gündeme getirmiş olmalarını doğrudan doğruya eski türden bir kurumlaşmaya karşı alınan bir tutum olarak görmek gerekir. 87
Yaşayan Marksizm
Komün kuruluncaya kadarki tüm devrimler eski devlet mekanizmasını devralıp, kendi amaçlarına uygun bir biçimde onu yetkinleştirmekle son bulmuştu. Ama bütün bu devrimlerin ortak karakteri yeni bir azınlık egemenliğinin kurulmasıydı. Komünle birlikte tarihte ilk kez çoğunluğun egemenliğine dayanan bir devlet tipinin yaratılması ve bu devlet tipinin azınlık egemenliğine olanak tanınmayacak bir karakterde kurulması olanağı ortaya çıktı. Çoğunluk çıkarlarının ifadesi olarak gerçekleşen bir devrimin devlet konusunda ilişkiyi tersine çevirmesi, devlet denilen yapılanmayı oluşturan her bir kurumu yeniden şekillendirmesi gerekliydi. İşte bunun içindir ki, düzenli ordu pratik bir tedbir olarak değil, çoğunluk amaçlarıyla bağdaşmayan bir araç olarak reddedilmiş ve benzer bir fonksiyonu yerine getirmek üzere tüm halkın silahlı örgütlenmesi olarak milis benimsenmiştir. Şimdiye kadar olan tüm örneklerinin ortaya koymuş olduğu gibi düzenli ordu, üretim faaliyetinin dışında ve tek esaslı faaliyeti şiddet uygulamak olan uzmanlaşmış yapılanmadır. Çoğunlukla bu uzmanlaşmanın “dışarıdan” gelecek olası şiddete karşı oluşturulmuş olduğu iddia edilir. Buradaki “dışarı” ifadesinin siyasi sınırların dışını kastettiği söylenirse de aslında kastedilen “sistemin dışı” dır. Düzenli ordu esas olarak sistemin dışından, yani onu değiştirmek amacına yönelik bir şiddetin varlığına karşı koruma görevini yerine getirir. Burjuva sistemini koruyan bu aracın aynı şekilde sosyalizmi de koruyabileceği iddia edilebilir. Aslında soyut olarak ele alındığında bu olabilir gibi görünüyor. Nasıl kapitalizme bağlı olan kapitalist sistemi koruyorsa sosyalizme bağlı bir uzman grup da sosyalizmi pekâlâ koruyabilir! Kızılordu Alman faşizmine karşı sosyalizmin ülkesini koruma görevini yerine getirmedi mi? Ancak sorun şu ki; "sosyalizmin ülkesini" korumakla bizatihi sosyalizmin kendisini korumak aynı şey değildir. Çünkü sosyalizm düşüncesi bir ülkenin sınırlarıyla özdeş olamaz. Bunun böyle olmadığını sosyalist ülkelerin çöküş pratiğinde ve öncesindeki ilişkiler ilerisinde açıkça gördük. Sosyalizmi koruduğunu iddia eden sosyalist ordular, çalışanları baskı altına alan kurumlar olduklarını gösterdikleri gibi, çöküşe karşı da hiçbir sigorta oluşturmadıklarını, tam tersine yaptıklarıyla yığınların "sosyalizm" denilen siyasal sistemden daha da uzaklaşmasına neden olduklarını ortaya koydular. Eğer sosyalizmi emekçilerin serbest iradesinin üretim temelini ve onun üzerinde yükselen siyasal faaliyeti belirlediği bir siyasal sistem olarak tanımlıyorsak, toplumun dışında ve üzerinde yer alıp belli bir denetleme gücüne sahip olan kurumların bu siyasal sistemle tam cepheden çatışma içerisinde olduğunu kabul etmek gerekir. Şiddet uygulama yeteneğini profesyonel bir biçimde bünyesinde örgütlemiş olan bir kurumun bu özelliğini koruduğu müddetçe toplumun tümü tarafından denetlenebilmesi olanağı yoktur. Böyle bir yapı kendi işleyişine bağlı olarak, pratikte de görüldüğü üzere belli bir azınlığın denetimi altında işleme kabiliyetine sahiptir ve başka türlü işlemesi de olanaklı değildir. Ancak hegemonya 88
Sosyalist Demokrasi ya da Proletarya Diktatörlüğü
ilişkisinin tümden kırıldığı koşullarda, toplumdan gelen seslerden etkilenebilen bu kurum, bu koşulda da zaten işleyiş kabiliyetini kaybetmekte ve çökmektedir. Belli bir azınlığın denetimi altında işleme kabiliyeti dolayısıyla bu ilişkinin çoğunluğun belirleme hakkına karşı olduğu ve dolayısıyla sosyalist ilişkilerin kurulmasının karşısında bir pozisyona sahip olduğu iddiası, tekil olarak bu kurumla ilgili bir iddia değil, tüm toplum denetimi dışında kalabilen kurumlar için geçerlidir. Bundan dolayı da sosyalizmin tanımına bağlı olarak, sosyalist devrimin de eski devlet mekanizmasını parçalayıp, bir kenara attıktan sonra, yerine yeni tipten bir devlet ilişkisini, çoğunluğun egemenliğinin ifadesi olan bir devlet tipini geçirmesi gerekir. Bu yeni devlet tipi eskiden bir şeyleri taşıyacak olsa da, hem içerik hem de biçim olarak eskisinden farklı olmak zorundadır. İçerik olarak çoğunluğun egemenliğine hizmet edecek olması biçim olarak her bir gerekli kurum için değişikliği gerekli kılmaktadır. Geçmiş deneyimlerde düzenli ordunun adını halk ordusu veya kızılordu olarak değiştirdikten sonra asker ve subaylarına da birer kızıl yıldız takarak gerekli içerik ve biçim değişikliğinin gerçekleştirilmiş olduğu sanılmıştı. Ama bu değişiklikler ilişkilerin değişikliğine asla tekabül etmemiş, kızıl yıldızın yerini kolaylıkla kara yıldız alabilmiştir. Kapitalizmin ülkeler arasında eşitsiz bir gelişim yarattığı bilindiğine göre tüm dünyada tam zamandaş bir düya devrimi olanaksız görülüyor. Bu durumda geçmişte olduğu gibi gelecekte de sosyalizm ile kapitalizm aynı zamanda var olacak demektir. Böyle bir dutumda kapitalist ülkelerin sosyalist ülkelere fiili bir müdahalede bulunması olasılığını göz ardı edemeyiz. Böyle bir saldırıya eski türden kurumlarla karşı durmanın bizatihi sosyalizmi içeriden çökertmek anlamına geldiğinde anlaştığımıza göre, sosyalizmle uyumlu olabilecek bir başka savunma mekanizmasını tasarlamaktan başka çaremiz yoktur. Bilimsel sosyalizmin kurucuları kuşkusuz bu soruna kafa yormuşlar ve somut pratiğin ortaya çıkardıklarını sosyalist teorinin gerekleriyle bir araya getirerek milis örgütlenmesini önermişlerdir. Aslında başka kurumlar gibi devrimini gerçekleştiren hemen her ülkede milis oluşturulmuş ve bu ismi taşıyan örgütlenmeler varlığını yıkılıncaya kadar devam ettirmiştir. Ne var ki ona yüklenen içeriğin korunmuş olduğunu söyleyebilmek olanaklı değil. Her devrimde ortaya çıkan kızıl silahlı birlikler sözünü ettiğimiz milisi oluşturmaktaydı. Ne var ki uzayan savaşların zorunlu gereği olarak şekillendirilen uzmanlaşmış yapılar olarak düzenli orduların şiddet uygulama konusunda geliştirdikleri tekel, milisi ya gereksiz kılmış ya da ordunun yapmadığı işleri yerine getiren ve onun bir eklentisi olmaktan öteye geçemeyen bir kuruma dönüştürmüştür. Milisle düzenli ordu arasındaki rekabette, konumların belirlediği tercihlerin ötesinde, çağımızda milisin düzenli ordunun yerine getirebileceği fonksiyonları taşımasının olanaksızlığı temel argüman olarak öne sürülmektedir. Gerek savaş stratejilerinin üretilmesi ve gerekse günümüzdeki teknolojinin gerektirdiği uz89
Yaşayan Marksizm
manlığın düzeyi bu iddianın üzerinden kolayca atlanabilmesine olanak tanımamaktadır. Elbette savaş her dönemde varolan bilim ve teknolojiyle son derece yakın bir ilişkiye sahip olmuştur. Bir anlamda da azınlıkların çoğunluk üzerinde egemenlik kurabilmelerini bu teknoloji tekelini ellerinde bulunduruyor olmaları sağlamıştır denilebilir. Ama sorun teknoloji ve savaş biliminin uzmanlığı gerektiriyor olmasında değil, karar mekanizmalarında kimin yer alacağında yatıyor. Bu ekonomik alanda olduğu gibi askeri alanda da geçerlidir. Eğer işçi sınıfı ekonomi alanında demokratik denetleyici ve yönlendirici bir güç olabilecekse, bunun askerlik alanında olmaması için hiç bir neden yoktur. Tüm halkın askerî olarak bir kere daha örgütlendiği, askerlik bilimi ve teknolojisinin halkın denetimi altında ve örgütlenme özgürlüğünün varolduğu koşullarda teknolojinin gerekleri yerine getirilerek ulusal savunma güvence altına alınabilir. Böyle bir durumda toplumun ezici çoğunluğu fikir birliğine varmadığı durumda topluma dışarıdan bir şeylerin dayatılması olanaksız hale gelir. c) Sönümlenen Devlet ve Hukuk Hukuk devleti düşüncesi feodal çağın keyfiliğine karşı burjuva aydınlarının savunduğu ve burjuva devrimini yapmış ülkelerde aşamalı olarak yaşam bulan bir kavramdır. Burjuva sınıfının henüz devrimci karakterini koruduğu bir dönemde ortaya çıkan bu kavram, temel hak ve özgürlüklerin biçimsel güvencelerinden biri olarak şekillenmiştir; çünkü hukukun üstünlüğü, insan hak ve özgürlüklerinin korunması, özgürlük ve demokrasi biçimsel güvencelere de ihtiyaç duyar. Ancak bütün Marksistler bilir ki, hukuk bir üst yapı kurumudur ve üzerinde yükseldiği üretim biçiminden bağımsız olamaz. Dolayısıyla hukuk, o üretim biçimindeki egemen sınıfın hukukudur. Bu nedenle kapitalist toplumda burjuva hukuku geçerlidir ve bu biçimsel güvenceler çoğunlukla işlemez. İşçi sınıfının tarih içindeki mücadeleleriyle bu hukuku kendi yararına genişletmesi onun asıl karakterini değiştirmez. Hukuk devletten dolayısıyla sınıflı toplumdan ayrılamaz ve sınıfsal olarak farklı çıkarları olan toplum bölüntülerinin arasındaki ilişkileri belirler. Aynı şekilde hukuk da adım adım gelişerek kalıcı bir sosyalist hukuk mertebesine çıkarılmaz. Çünkü sosyalizmde insanların değil şeylerin, üretim sürecinin yönetimi temeldir. Çünkü artık yöneten yönetilen ilişkisi talidir ve sınıfların ortadan kalkmasıyla tümüyle yok olacaktır. Eşitlik temelli ilişkiler aşılıp, özgürlük temelli ilişkiler belirleyici olduğunda “burjuva hukukunun dar ufku da” aşılacaktır. Lenin'in deyimiyle sosyalist devlet bir yönüyle “burjuvasız kapitalist devlettir”. Aynı şekilde hukukta burjuvasız burjuva hukuku olacaktır. Lenin bunu Devlet ve İhtilal’de Marx'a gönderme yaparak şöyle ifade eder: … bu yüzden, komünist rejimde, bu rejimin ilk evresinde, 'burjuva hukukunun sınırlı ufku' korunur; ... Kuşkusuz, burjuva hukuku, tüketim nesnelerinin bölüşümü bakımından, zorunlu olarak bir burjuva devlet'e
90
Sosyalist Demokrasi ya da Proletarya Diktatörlüğü
dayanır; çünkü, koyduğu kurallara uymaya zorlamaya yetenekli bir aygıt olmaksızın, hukuk hiçbir şey değildir. Bundan şu sonuç çıkar ki, komünist rejimde, belli bir zaman boyunca, yalnızca burjuva hukuku değil, burjuva devlet de sürer- ama burjuvasız burjuva devlet!11
Burjuva hukuku sosyalist ilkeler ışığında aşılarak devletsiz, hukuksuz ve sınıfsız özgür topluma ulaşılacaktır. Lenin, Devlet ve İhtilal'de bu durumu tüm açıklığıyla ortaya koymuştur: … sosyalizm üretim araçlarını ortaklaşa bir mülkiyet haline getirir. İşte bu ölçüde, ama ancak bu ölçüde 'burjuva hukuku' yürürlükten kaldırılmış olur. Ama bunun dışında, ürünlerin bölüşümü ve çalışmanın toplum üyeleri arasındaki dağılımının düzenleyicisi olmak bakımından (burjuva hukuku) yürürlükte kalır. “Çalışmayan yemez”: Bu sosyalist ilke, şimdiden gerçekleşmiştir; “eşit nicelikte emeğe eşit nicelikte ürün” bu öteki sosyalist ilke de, şimdiden gerçekleşmiştir. Bununla birlikte, bu henüz komünizm değildir ve henüz, bir emek tutarı için, eşit bir nicelikte ürün veren “ burjuva hukuku”nu ortadan kaldırmaz. İşte bu bir “sakınca”dır, der Marx; “ama bu sakınca, komünizmin ilk evresinde kaçınılmaz bir şeydir, çünkü kapitalizm yıkıldıktan hemen sonra, insanların, hiçbir tür hukuk kuralı olmaksızın toplum için çalışmayı hemen öğrenecekleri, ütopyaya düşmeden düşünülemez; kaldı ki, kapitalizmin ortadan kalkışı, böylesine bir değişikliğin öncüllerini hemencecik vermez. Oysa “burjuva hukuku” kurallarından başka hukuk kuralı yoktur.12
Sosyalist devlette, burjuva devletinde lafta kalan bireysel ve toplumsal özgürlükler, yasalar önünde eşitlik gibi olgular pratikte de yaşanır hale gelir. Yasaların uygulanmasının ve adaletin tecellisinin sağlanması ve denetlenmesi için, seçimle gelen görevlilerin oluşturduğu bağımsız yargılama erkinin rolü yerine başka bir şey konulamaz ve bağımsız yargılama erki, kendisini seçenler ve yasalar dışında başka hiçbir erke hesap vermez. Bütün yurttaşlar, aralarında hiç bir ayrım olmadan devlet organlarının özenini hissedecek, yasaları ihlal edenin eğer yasa tarafından öngörülüyorsa gerekli yaptırıma uğrayacağından emin olacaktır. Bütün bunlar yapılırken yasalar dolayısıyla hukuk yüceltilmez. Burjuva hukukunun dar ufku yerine kalıcı sosyalist hukuk inşa edilerek değil, sosyalist ilkeler temelinde burjuva hukukun adım adım aşılmasına yönelinir. Lenin'in ifadeleriyle Toplum, “herkesten yeteneklerine göre,herkese gereksinimlerine göre” ilkesini gerçekleştirmiş olacağı zaman,yani insanları yeteneklerine göre isteye isteye çalışacak kadar toplum içinde yaşamanın temel kurallarına uymaya alışacakları,ve emeklerinin bunu sağlayacak kadar üretken bir duruma geleceği zaman, devlet büsbütün sönümlenecektir..... “sakın komşu11 Lenin, Devlet ve İhtilal, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Aralık 1989, s. 110. 12 Lenin, age., s. 106.
91
Yaşayan Marksizm
dan yarım saat çok çalışmış olmayayım? Sakın ondan düşük ücret almış olmayayım?” biçiminde hesaplamaya zorlayan “burjuva hukukunun sınırlı ufku” o zaman aşılmış olacaktır.13
Eşitlik ve adalet kavramlarının burjuva hukukunun kavramları olduğu gerçeği göz ardı edilmeden, sınıfların ortadan kalkmasının paralelinde gün be gün yasaların gelişmesini değil, eşitlik hukuku temelindeki yasaların işlevsizleşmesi, toplumun doğal özgür ilişkilerinin egemen olması için çaba gösterilir. “… ama fiili eşitsizliği onaylayan 'burjuva hukuku' korunmaya devam edildiğine göre, devlet henüz büsbütün yok olmamıştır. Devletin büsbütün sönmesi için, tam komünizmin gerçekleşmesi gerekir.”14 Komünist toplumda (sosyalizmin ikinci evresi) “burjuva hukukunun sınırlı ufku” ile beraber zorunluluk olarak görülen kurallar/yasalar tarihin çöplüğüne atılacaktır. Artık, hukuk ve yasalar sönümlenecek ve Lenin'in ifadesiyle, “tüm insan toplumunun yalın ama özsel kurallarına uyma zorunluluğu, çabucak bir alışkanlık durumuna gelecektir.” Ancak, uygulama bu yönde olmamış, devlet gibi hukukta sönümlenme yerine git gide yetkinleştirilmiş ve bunun adına da “halkın devleti” ve “sosyalist hukuk” denilmiştir. Devletin ve hukukun yüceltilmesi ve kalıcılığı 1939'daki 18. Kongre'de Stalin'in “ kapitalist devletlerle çevrili bir ülkede, bu durum sürdüğü sürece, komünist aşamaya geçilse dahi devletin varlığını güçlü bir şekilde sürdüreceği” tezini dillendirmesiyle tescil edilmiştir. Sosyalizmde bütün yurttaşların din ve vicdan özgürlüğü anayasal olarak güvence altına alınmış olacaktır. Devlet bütün inançlara karşı eşit mesafede durarak gerçek laikliği hayata geçirir. Herhangi bir dine inananlar dinsel gereksinimlerini kendileri karşılar. Devletin bu konudaki görevi bir dine mensup olanların diğerleri üzerinde baskı kurmasını engellemektir. Din, Marx’ın da belirttiği gibi “vicdansız toplumun vicdanı, acılar içinde kıvranan insanların afyonu” olduğu için, sosyalist toplumda zaman geçtikçe gereksizleşecektir. Ancak yaşanmış örneklerde olduğu gibi, onu zamanı gelmeden zor yoluyla ortadan kaldırmaya yeltenmek insanların daha da dine sarılmasından başka bir sonuç vermeyecektir. d) Sosyalizm ve Ulusal Sorun Ulus kavramı ile kapitalist üretim biçimi arasındaki bağlantıyı ortaya koyan Marksizmin kurucuları olmuştur. Ulusların ve ulusal devletlerin ortaya çıkışının burjuva tarihçilerinin iddia ettiği gibi öyle bin yıllar öncesine giden mistik bir olay olmadığını, gelişmekte olan burjuva sınıfının sınırları belli ve diğerlerine kapalı bir pazar ihtiyacının ürünü olduğunu Kapital yazıldığından beri biliyoruz. Ancak bunun böyle olması ulusların bugün var olduğu gerçeğini değiştirmez. Bu sadece burjuvalar için değil, onların ideolojik hegemonyası altındaki işçiler için de böyledir. Sosyalistler bu sorundan “işçilerin vatanı olmaz” diyerek kaçamazlar. İşçilerin kafasını meşgul eden bütün sorulara olduğu gibi bu sorunu da çözecek, 13 Lenin, age., s. 108. 14 Lenin, Devlet ve İhtilal, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Aralık 1989, shf. 107.
92
Sosyalist Demokrasi ya da Proletarya Diktatörlüğü
ikna edici yanıtlar vermek zorundadırlar. Bu konudaki temel referansımız Lenin ve onun “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” ilkesidir. Çok uluslu ülkelerde ulusal sorunu çözmenin enternasyonalist yöntemi bu ilkedir. Bu hak çok açıktır ki özgürce birleşme ve ayrılma haklarını da içermektedir. Burada unutulmaması gereken nokta; ayrılma hakkı güvenceye alınmadan özgür birlikteliğin olamayacağıdır. Ezen ulusa mensup işçiler, ezilen ulus veya uluslara onları burjuva sınıfının yaptığı gibi horlamayacakları, ezmeyecekleri, yok saymayacakları konusunda güven vermek zorundadır. Değişik uluslara mensup işçilerin “işçi kardeşliği” şemsiyesi altında toplanmasının yegâne yolu budur. e) Şeffaflık Yaşanmış sosyalizm deneylerinde bürokratik yozlaşmayı ortaya çıkaran düşünsel iklim, sosyalizmin, çalışanların çıkarları arasındaki ortaklık ve çatışmanın içerisinde gelişmesi yerine belli bir kesimin belirlediği doğrultuda toplumun, zorlanarak da olsa, ilerletilmesi gerektiği düşüncesine dayanır. Bu düşünce doğrultusunda sosyalizme öncülük edenler, düşüncelerinin etkinliğini dolayısıyla öncülüklerini belli kurumlar aracılığıyla güvence altına almak isterler. Bu düşünce biçimi "toplumdaki yanlış eğilimlerin sosyalizme ilerleyişi durdurmasını engellemek, amacıyla" burjuva devletinde olduğu gibi azınlık hakimiyetini garantileyecek toplumun üzerinde yer alabilen ve öncünün talimatıyla gerekliğinde çoğunluğa karsı da işleyebilecek uzmanlaşmış kurumların varlığını zorunlu görür. Profesyonel polis, gizli örgütler, geniş bir bürokratik aygıt, uluslararası gizli ilişkiler vb. hep bu mantık üzerine kurulur. İşte böyle bir şekillenme içerisine sürüklenen toplumsal yapı artık komünizme ilerleme açısından zorunlu olan, toplumsal inisiyatifin de, en azından sınırlanması ve daha ileri düzeyde de ortadan kaldırılması anlamına gelir. Bunun doğal sonucu ilerleme ve özgürleşme konusundaki inisiyatiflerin tüketildiği gerginlik üzerinde yaşanan bir toplum yapısının ortaya çıkmasıdır. Böyle bir durum aynı bir geri besleme devresi gibi, oluşturulmuş olan baskı kurumlarının zaruretini daha da artırır. Başlangıçta yapılan sosyalist devrime rağmen ve toplumdan gelen dönüştürücü girişimler gerçekleşemediği durumda, bu ilişkiler içerisinden sosyalizmle ilişkili hiçbir şeyin kalmadığı çöküş noktasına ulaşılması artık politikadaki esneklikler ve bir zaman sorununa dönüşür. İşte bu nedenle sosyalist -artık bir devlet olmayan- devlette, partilerin, hükümetin, kamu organizasyonlarının ve kitle iletişim araçlarının faaliyetlerinde şeffaflık koşullarının egemen olması, eleştiri ve öz eleştirinin yaygınlaşması, işçi denetiminin sağlanması sosyalist demokrasinin ön koşuludur. Bu aynı zamanda yurttaşların kamu meseleleriyle ilgilenmesi ve sosyalizmin saptırılması girişimlerine karşı da sonuç alıcı bir güvencedir. Şeffaflık devletin, hükümetin ve bütün sosyalist kurumların emekçiler tarafından denetimini olanaklı kılar. Basın ve kitlesel iletişim araçlarının özgürlüklerinin güvence altına alınması sağlanmadan bu denetimin sonuç vericiliği düşünülemez. Görüşlerin çoğulculuğu ve çıkarların 93
Yaşayan Marksizm
çeşitliliğini yansıtan ve bir araya getiren bir araç olarak, şeffaflık, halkın sosyalist öz yönetiminin, yurttaşların anayasal haklarını, özgürlüklerini kullanmalarının ve görevlerini yerine getirmelerinin gerekli koşulunu teşkil etmektedir. Yurttaşların bilgilendirilmesi hakkı anayasal olarak güvence altına alınmalıdır. Ayrıca devletin, yetkililerin ve yurttaşların hak ve görevlerini belirleyen özel yasaların onaylanmasıyla, şeffaflık ilkeleri sonuç verici olacaktır. Bizim için demokrasi ve şeffaflık, her zaman bir arada olan ve biri olmadan diğerinin olamayacağı iki kavramdır. Sosyalist demokrasinin yaşaması ve ilerlemesi için doğal atmosferi şeffaflık teşkil eder. 5. Sosyalizm ve Ekoloji Ekolojik meseleler günümüz insanının yaşamını büyük ölçüde etkilemektedir. Bilimsel- teknik devrim, beraberinde getirdiği bütün olumlu unsurlarla birlikte, bir dizi sorunların doğmasına ve yığılmasına da yol açmıştır. Bu sorunlar kökten ve kararlı bir şekilde çözülmediği takdirde, dünyamız toptan bir yok oluşa sürüklenecektir. Reel Sosyalizm uygulamaları bu konuda da sınıfta kalmıştır. “Üretici güçleri geliştireceğiz” derken, “aman kapitalist ülkelerden geri kalmayalım” derken doğanın tahribi üst boyutlara varmıştır. Sosyalist ülkelerin şehirleri de tıpkı kapitalist şehirler gibi kirlilikten nasibini almıştı. Çernobil felaketi kapitalist bir ülkede değil, Sovyetler Birliği’nde yaşandı. Oysa sosyalist üretimden beklenen doğa ile uyumlu, onu yok eden değil, geliştiren bir üretimdir. Bugün hepimiz kapitalizmin insanlık uygarlığı ile çelişki içinde olduğunu, bu gidişle dünyayı yok edeceğini söylüyoruz. Ama dünyanın yok oluşunda sosyalist ülkelerin de bir payı olduğunu göz ardı edemeyiz. Oysa herhangi bir ekonomik temelin ve bunun üzerindeki üst yapının işlerliğinin olması için gerekli önkoşul insan ile onu çevreleyen dünya arasında doğru ilişkinin olmasıdır. Canlı doğal bir çevre olmaksızın insanın ve toplumun yaşaması, faal olması mümkün değildir. Bu nedenle de, ekolojik sorunlar üzerine kafa yorma ve çözüm yolları üretmek, bizim sosyalizm anlayışımızın hayati derecede önemli bir unsurunu teşkil etmektedir. Özel hukuki çerçeve ve bu çerçevenin uygulanmasının denetimi aracılığıyla, çevrenin korunmasına yönelik olarak bütünsellik arz eden bir program sürekli olarak geliştirilmelidir. Doğru kent planlaması, ev ve işyeri ortamlarının sürekli olarak iyileştirilmesi, doğanın, vahşi yaşamın, atmosferin ve yerin korunması, ekolojik kirliliğinin sürekli olarak azaltılması sosyalist bir devletin yoğunlaşacağı konular arasında olmalıdır. 6. Sonuç Bugüne kadar yaşanan sosyalizm deneyimlerinden çıkarılabilecek en önemli sonuç; egemen sınıf olarak örgütlenmesi gereken işçilerin özne olmadığı hiçbir girişimin başarı şansının olmadığıdır. Sosyalistler daha bugünden nasıl bir sosyalizm istediklerine karar vermelidirler; işçiler sahiden söz, yetki ve karar sahibi 94
Sosyalist Demokrasi ya da Proletarya Diktatörlüğü
özneler mi olacak, yoksa daha önce olduğu gibi kapalı kapılar ardında dar bir kadro tarafından alınan kararlara kafa sallayan nesneler mi olacaklar. Sosyalistler kurulacak olan her düzeydeki meclislerde gerektiğinde azınlığa düşmeyi kabul edecekler mi, yoksa işçilere karşı zor kullanıp iktidarlarını sağlamlaştıracaklar mı? Bu sorulara ne yanıt verdikleri kadar bugünden kendi örgütlenmelerinde nasıl bir tutum aldıkları da önemlidir. Açık söylemek gerekirse mevcut durum hiç iç açıcı değildir. Sosyalist demokrasiye en çok vurgu yapanından, en sekterine kadar sosyalist örgütlerin hepsinde asıl kararı veren dar bir grup ve bu dar grubun kendi üyelerinden bile sakladığı sırlar varken, yarın aynı kişilerin işçi kitlelerine güven duyacağını iddia etmek oldukça zordur. Şimdilerde çok görülmese de kimse sosyalistler arası şiddet kullanma sorununun çözümlendiğini iddia edemez. Üstelik şiddet sadece dövmek, öldürmek değildir. Herkesin çevresinde şöyle ya da böyle şiddete uğradığı için örgütsüz kalmış onlarca sosyalist vardır. Bunların kimi dışlandığı için, kimi dar grup tahakkümünden, kimi de söylenenlerle yapılanların açı farkından usandığı için örgütsüz kalmış kişilerdir. Bu gibi insanlar için örgütlü kalanların yaptığı “yoruldu, korktu” yorumları da bir başka şiddet uygulama biçimidir. Aralarında böyle olanlar elbette vardır. Ama her olayda örgütün/dar grubun haklı olması eşyanın doğasına aykırıdır. Kendi yoldaşlarına bile düzeyi ne olursa olsun şiddet uygulayan ve ezkaza iktidara geldiklerinde geleceğin bürokratları olacak olan dar grupların işçi kitlelerine karşı da şiddet uygulayacağını öngörmek kehanet olmasa gerek. Bu nedenle sosyalistler daha şimdiden önce kendi içlerinden başlayarak kolektif bir yönetim göstermek zorundadırlar. “Önderler” şimdiden yetkilerini paylaşmalılar ki, gelecekte de işçilerin tercihlerine/kararlarına saygı göstereceklerini kanıtlasınlar. Bürokratizm sosyalist ülkelerde bir kongre kararıyla ortaya çıkmadı. Zaten var olan bürokratik eğilim ve mekanizmalar uygun koşulları bulduğunda yeşerdi. O halde sosyalistler şimdiden içlerindeki bürokratik tohumları yok etme cesaretini göstermek zorundadırlar. Unutmayalım devrimcilik cesaret işidir.
95
1917 Devriminin Boğuluşu Yusuf Zamir
Sosyalist ya da komünist toplumsal devrim nedir Toplumsal devrimi siyasal devrimle karıştırmamak, bunları birbirinin yerine kullanmamak gerekir. Siyasal devrim, yoğun bir iradi müdahaleler silsilesi sonucunda, iktidar ilişkilerinde köklü bir dönüşümün gerçekleşmesi demektir. Takvimsel olarak ifade edilebilecek bir zaman aralığında gerçekleşir. Toplumsal devrim ise her şeyin birdenbire değişeceği bir kader anı ya da mahşer günü demek değildir. Toplumsal devrim, eski toplumdan yeni topluma geçişin yaşandığı koskoca bir tarihsel dönemi kapsar. Bu tarihsel döneme kısaca geçiş dönemi de denir. Çağımızın toplumsal devrimi, bütün dünyada yabancılaşmış faaliyetten komünal faaliyete geçişi gerçekleştirecek olan sosyalist ya da komünist devrimdir. Marks’a göre sosyalist ya da komünist devrimin önceki devrimlerden farkı, yabancılaşmış emeği ortadan kaldırmasıdır: “Şimdiye kadarki bütün devrimlerde faaliyet tarzına hiç dokunulmadı. Sorun bu faaliyetin sadece değişik bir dağıtımıydı, emeğin öteki kişiler arasında yeni bir dağıtımıydı. Oysa komünist devrim, daha önceki faaliyet tarzına karşı yönelir, emeği (yabancılaşmış emeği - YZ) ortadan kaldırır.” (K. Marks, F. Engels, “Alman İdeolojisi”, Kasım 1845 - Ağustos 1846, MESY, İng., c. 1, s. 40-41.) “Emek” sözcüğünün yukarıda hangi anlamda kullanıldığını çözmek, alıntıyı doğru anlamanın anahtarını verir. Marks “emek” sözcüğünü iki anlamda kullanır. Birincisi, genel-evrensel anlam97
Yaşayan Marksizm
daki kullanımdır. Genel-evrensel anlamda emek, insan ile doğa arasındaki alışverişi sağlayan aracı süreçtir, dolayımdır. İnsan ile doğa arasında madde alışverişini sağlamanın zorunlu koşuludur. İnsanın varoluşuna doğanın dayattığı ezeli ve ebedi koşuldur. Marks aşağıdaki alıntılarda “emek” sözcüğünü genel-evrensel anlamda kullanır: “Kullanım değerinin yaratıcısı olarak emek ... bütün toplum biçimlerinden bağımsız olarak insan soyunun varlığı için zorunlu bir koşuldur, doğanın dayattığı ezeli ve ebedi zorunluluktur. Doğanın dayattığı bu ezeli ve ebedi zorunluluk olmaksızın insan ile doğa arasında maddi alışveriş olamaz, dolayısıyla yaşam da olamaz.” (K. Marks, Kapital, 1867, İng., c. 1, s. 50.) “Emek süreci, ... kullanım değerleri üretimi amacıyla, yani doğal maddeleri insan ihtiyaçlarını karşılar şekilde sahiplenmek amacıyla girişilen insan eylemidir. Emek süreci, insan ile doğa arasında madde alışverişini sağlamanın zorunlu koşuludur. Emek süreci, insanın varoluşuna doğanın dayattığı ebedi koşuldur. Bu nedenle de emek süreci, insanın varoluşunun bütün toplumsal aşamalarından bağımsızdır, ya da daha doğrusu, bütün toplumsal aşamalarda ortaktır.” (K. Marks, Kapital, 1867, İng., c. 1, s. 179.) Marks “emek” sözcüğünü bir de “yabancılaşmış emek” anlamında kullanır. Bu kullanım, emeğin genel-evrensel anlamına değil, fakat emeğin belli tarihsel koşullara özgü haline, yani partiküler anlamına işaret eder. Marks, “komünist devrim, daha önceki faaliyet tarzına karşı yönelir, emeği ortadan kaldırır” derken, yabancılaşmış emeği kasteder. Sosyalist ya da komünist toplumsal devrimin ortadan kaldıracağı emek, genelevrensel anlamda emek değil, fakat emeğin belli tarihsel koşullara özgü hali olan yabancılaşmış emektir. Sosyalist ya da komünist toplumsal devrim, “bütün toplum biçimlerinden bağımsız olarak insan soyunun varlığı için zorunlu bir koşul” anlamındaki emeği değil, yani “insanın varoluşuna doğanın dayattığı ebedi koşul” anlamındaki emeği değil, fakat partiküler anlamdaki emeği, yani yabancılaşmış emeği ortadan kaldırır. Yabancılaşmış emeğin sapkın niteliği, burjuva toplumu saran bütün insana yabancılaşmış faaliyet biçimlerinde kendini dışa vurur. Buradan hareketle, yabancılaşmış emek tabiri, insana yabancılaşmış faaliyetin tamamı için de kullanılır. Sosyalist ya da komünist toplumsal devrimin yabancılaşmış emeği ortadan kaldırması, yabancılaşmış emekten kaynaklanan bütün insana yabancılaşmış faaliyet biçimlerini ortadan kaldırması demektir. Bu anlamda Marks’ın ortadan kaldırılacaktır dediği “daha önceki faaliyet tarzı”nın başlıca tezahürleri şunlardır: İnsana aykırı işbölümü, mülkiyet, mübadele, meta, değer, para, fiyat, pazar, ücretli emek, ücret, sermaye, kâr, rant, faiz, hisse senedi, borsa... Yalıtık birey, sivil toplum, sınıf, hukuk, siyaset, devlet... 98
1917 Devriminin Boğuluşu
Bütün bu kavramların hepsinin birbirleriyle içsel bağlantısı vardır. Çünkü o kavramların ifade ettiği insana aykırı toplumsal ilişkiler, toplumdaki yabancılaşmış karakterin çeşitli tezahürleridir. İnsana aykırı toplumsal ilişkiler, dışsal bakışla, birbirlerinden kopukmuş gibi görünür ama aynı yabancılaşmış faaliyetin çeşitli tezahürleri oldukları için gerçekte bütünsel bir dokuyu meydana getirirler. Aşağıdaki ifadeler, içerikleri doğru verilmek kaydıyla, sosyalist ya da komünist toplumsal devrimi, ulaşacağı hedeflere referansla tanımlamak için kullanılabilir: 1. İnkârın inkâr edilmesi. (İlkel komünal toplumlardan bu yana doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşullarının spontane birliğini inkâr edegelen tarihsel sürecin inkâr edilmesi. Böylece başlangıçtaki birliğin üst düzeyde yeniden sağlanması. ) 2. Doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşullarının ya da emek ile emeğin maddi koşullarının sahici birliğinin sağlanması. 3. Yabancılaşmış emeğin, insana aykırı işbölümünün, mülkiyetin, metaın, değerin, paranın, kısacası değer yasasının teorize ettiği toplumsal ilişki biçimlerin ortadan kaldırılması. 4. Üretim araçları üstünde toplumsal, yani komünal mülkiyetin kurulması. 5. Özgürce birleşmiş doğrudan üreticilerin kendi faaliyetlerini kendi ellerine alması. 6. Faaliyetin parçalılığına, “ekonomi” ile “siyaset” alanlarının birbirinden ayrılığına son verilmesi, faaliyetin sapkın biçimlerden kurtularak bir bütün halde insana geri dönmesi. 7. İnsanın insan olması, insanın kendine geri dönmesi. 8. Yalıtık bireyin yerini komünal bireyin alması. 9. Sivil toplumun yerini sahici insan toplumunun, yani komünal toplumun alması. 10. Sınıfsız, devletsiz, siyasetsiz, hiyerarşisiz, tahakkümsüz faaliyetin, yani özgür faaliyetin yaratılması. İnsana yabancılaşmış faaliyet, insanları hem yalıtık birey olarak birbirlerinden ayırmakta hem de giderek küresel toplum illüzyonu altında sapkınca “birleştirmektedir”. Küresel sermaye, dünyasal ilişkiyi insanlar arasındaki doğrudan toplumsal ilişkiler olarak değil, fakat metalar aracılığıyla kurulan dolaylı toplumsal ilişkiler olarak sapkın biçimler altında örmektedir. O halde devrimci mücadele, yabancılaşmış faaliyete karşı her alanda pratik eleştiriyi geliştirme yoluyla işçiler, yoksullar, ezilenler, insanlığı reddedilenler arasında dayanışma ilişkilerini güçlendirerek kurucu-komünal ağlar örmelidir. Yerelden küresele yükselen mücadele, bütün dünya mülksüzlerini sermayenin yaratmakta olduğu küresel toplum illüzyonunun dışında birleştirerek komünleştirmelidir. 99
Yaşayan Marksizm
Komünal insanlığa geçiş, insanı, insanlığı dönüştürücü, çok boyutlu, ardıcıl mücadelelerin yaşanacağı, insanın binlerce yılın kirliliğinden kurtulmak için kendisini dâr’a çekeceği, kendisiyle ve geçmişiyle hesaplaşacağı, binlerce yılın zihinlerde biriktirdiği parçalı, fantastik, mistik bilinç formlarıyla boğuşacağı, yaşam biçimini yığınsal olarak değiştireceği, insana aykırı işbölümünün, mülkiyetin, değerin, paranın, sınıfların, devletlerin ortadan kaldırılacağı, halkların mevcut varoluş pratiklerinin ötesine geçerek evrensel insanlık pratiğine yükseleceği, cinslerin kendilerine biçilmiş toplumsal rolleri aşarak birbirleriyle sahici uyum kuracağı, insan ile doğa birliğinin sağlanacağı, böylece şimdiye kadar insana aykırı biçimler altında parçalı gelişegelmiş olan faaliyetin insana bir bütün olarak geri döneceği uzun bir devrimci dönüşümler döneminin tamamlanmasıyla mümkündür. Şubat devrimi Devrimleri toplumların gündemine getiren, mevcut düzenin artık işleyemez hale gelmesidir. Her gerçek toplumsal devrim, toplumun çöküşe geçmesi karşısında yığınların can havliyle gidişata müdahale etmesiyle başlar. Çarlık rejimi, 1917’ye girildiğinde, savaşın getirdiği ağır yıkımlara dayanamayarak çökmeye başlamıştı. Rejim, savaşa sürdüğü milyonlarca askerin iaşesini, donanımını artık sağlayamıyor, askeri cephede tutamıyordu. Cephelerde ağır zayiat veriliyor, bozgun havası yayılıyordu. Muazzam miktarda işgücünün ekonomiden çekilip silah altına alınması, üretimde büyük düşüşe yol açmıştı. Rus sanayii, Avrupa’nın ürettiği makinelere, yedek parçalara, mamul ve yarı mamul mallara göbeğinden bağımlıydı. Savaş yüzünden Avrupa’dan mal gelişi aksadığı için sanayiin çarkları zorlukla dönüyordu. Sonra, zaten yetersiz olan demiryolları şebekesine askeri sevkiyatın aşırı yük bindirmesinden ötürü ulaşım sık sık kesiliyor, sanayiin ihtiyacı olan petrol, kömür temininde sıkıntılar yaşanıyordu. Enflasyon, karaborsa, kıtlık gittikçe artıyordu. Halk yığınları umutsuzluk içindeydi. Ciddi bir açlık tehlikesi baş göstermişti. Şubat ayı ortalarına doğru Petrograd’ta sadece on günlük un stoğu kalmıştı. Bunun üzerine şehir yönetimi ekmeği karneye bağlama kararı aldı. 16 Şubat günü kararın duyulması üzerine halk fırınlara, yiyecek satan yerlere hücüm etti. Bir kaç saat içinde satılacak mal kalmayınca dükkânlar kapandı. Öfkeli kalabalıklar dükkânların camlarını kırdı, şehirde gerilim yükseldi. Petrograd’ta devrimin kıvılcımını çakan, tekstil fabrikalarındaki kadın işçilerin sokağa çıkması oldu. Kadın işçiler, eski takvimle 23 Şubat’a rastlayan Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü’nde inisiyatifi ele aldılar. Kadın işçiler, fabrikalardaki toplantılardan sonra sokaklara döküldüler. Gösterilere grevdeki Putilov işçileri de katıldı. “Ekmek istiyoruz”, “Kahrolsun otokrasi”, “Kahrolsun savaş” sloganları hızla şehre yayıldı. 100
1917 Devriminin Boğuluşu
Kadın işçilerin başlattığı hareketin bu kadar büyüyeceğini hiçbir devrimci örgüt tahmin edememişti: “Kadınlar gününün devrimi başlatacağı kimsenin aklına gelmemişti. Tek bir örgüt dahi o gün için grev çağrısı yapmamıştı. Hatta, en savaşkan Bolşevik örgütlerden biri olan, işçi semti Vıborg’daki komite grevlere karşı çıkıyordu. Bu işçi bölgesindeki liderlerden biri olan Kayurov’a göre, kitlelerin ruh hâli çok gergindi ve herhangi bir grevin açık çatışmaya dönüşme tehlikesi vardı. Komite, militan eylem için zamanın henüz olgunlaşmadığını düşündüğünden -parti yeterince güçlü değildi ve işçilerle askerler arasındaki ilişkiler zayıftı- grev çağrısı yapmamayı, onun yerine gelecekteki devrimci eylemler için hazırlanmayı kararlaştırmıştı. “23 Şubat’ın arifesinde komitenin çizgisi buydu ve herkes bunu benimsemiş görünüyordu. Ama ertesi sabah, bütün direktiflere rağmen, kadın tekstil işçileri greve çıktılar ve destek vermeleri için metal işçilerine temsilciler gönderdiler. Kayurov, destek çağrısını Bolşeviklerin ‘gönülsüzce’ kabul ettiklerini, Menşevik ve Sosyalist Devrimci işçilerin de onları takip ettiğini yazıyor... “Hiç kimse ama hiç kimse, 23 Şubat’ın mutlakiyete karşı kararlı kalkışmanın başlangıcı olacağını düşünmemişti. Perspektifleri belirsiz ama her halükârda sınırlı bir gösteri olacağı konuşuluyordu. “Velhasıl olan şudur ki, Şubat devrimi, kendi devrimci örgütlerinin direnişine rağmen aşağıdan başlatılmıştır. Kendi başlarına inisiyatifi alanlar, proletaryanın en çok ezilen kesimi olan ve içlerinde hiç kuşkusuz pek çok asker eşinin de bulunduğu kadın tekstil işçileri olmuştur.” (L. Troçki, Rus Devriminin Tarihi, İng., c. 1, s. 74-75.) 25 Şubat’ta genel grev ilân edildi. Bütün işçi Petrograd meydanlardaydı. Çarlık hükümeti göstericilerin üzerine askerleri sürdü. Ama işçilerin karşısına çıkarılan askeri birliklerde itaatsizlik baş gösterdi. Hükümet bunun üzerine polisi harekete geçirdi. İşçilerin direnişi geliştikçe, askerler de göstericilere katılmaya ve polisle çatışmaya başladılar. Petrograd’a çok yakın olan Kronştadt adasındaki Baltık deniz üssünde isyan çıktı. İsyancı bahriyeliler gemileri ve adadaki kasabayı ele geçirdiler. Başbakan Prens Goliçin, rejimin taviz vermeme kararlılığını göstermek için, 26 Şubat’ta Çar adına Duma’yı kapattı. Duma, karara uyup uymama arasında bocaladı, bir ara çözüm olarak 27 Şubat sabahı “Duma Geçici Komitesi”ni kurdu. Duma Komitesi, kendi görevini, başkentte düzeni yeniden sağlamak ve kamu kurumlarıyla yeniden temasa geçmek olarak tanımladı. Bolşevik parti Petrograd örgütü, devrim başladıktan sonraki ilk bildirisini ancak 27 Şubat günü çıkarabildi. Bildiri, “işçi sınıfı ve devrimci ordunun görevi, yeni rejimi, yeni cumhuriyet rejimini yönetecek bir geçici devrimci hükümeti yaratmaktır” çağrısı yapıyordu. (Aktaran: Marcel Liebman, Leninism Under Lenin, İng., çev. Brian Pearce, s. 118.) 101
Yaşayan Marksizm
27 Şubat akşamına doğru güçler dengesi hızla değişti, generallerin Çar İkinci Nikola’nın arkasında duramayacağı belli oldu. Duma’nın çalıştığı Tauride sarayı artık Petrograd Sovyeti’nin işgali altındaydı. Duma Komitesi’nin önde gelen üyesi Milyukov, binayı doldurmuş olan ayaklanmacıları, halkın güvenini kazanacak bir hükümet kurma taahhüdüyle yatıştırmaya çalıştı. Duma Komitesi başkanı Rodziyanko, daha sonra, “Duma bu sorumluluğu yüklenmek istemeseydi, tutuklanacak ve üyelerin tümü ayaklanan askerlerce öldürülecekti” diye yazacaktı. (Aktaran: Marcel Liebman, Rus İhtilâli, çev. Samih Tiryakioğlu, s. 127.) Duma Komitesi, Petrograd Sovyeti ile iktidar pazarlığına girişti. 2 Mart sabaha karşı anlaşma sağlandı. Anlaşmaya göre Petrograd Sovyeti, demokratik reformları yapmak, ilhakçı olmayan bir barış için çalışmak kaydıyla, kurulacak geçici hükümeti destekleyecekti. Bu arada İkinci Nikola’ya tahttan vazgeçtiğine dair bir kağıt imzalatıldı ve 3 Mart’ta Prens Lvov başkanlığında geçici hükümet ilân edildi. İkili iktidar Geçici hükümet, Petrograd Sovyeti’nin müsaade ettiği kadar yetki kullanabiliyordu. Hükümetin savaş bakanı Guşkov’un general Aleksiyev’e yolladığı meşhur mektup, bu durumu şöyle belgeler: “Geçici hükümet hiçbir gerçek yetkiye sahip değildir. Buyrukları, ancak İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyeti’nin iradesine uygun olduğu ölçüde yerine getirilmektedir. Gerçek iktidarın en önemli unsurlarını, askeri kıtaları, demiryollarını, posta-telgraf ulaşımını elinde tutan odur. Geçici hükümetin, Sovyet’in onun varlığını kabul ettiği ve bu varlığa izin verdiği ölçüde var olduğu açıkça söylenebilir.” (Aktaran: Marcel Liebman, Rus İhtilâli, çev. Samih Tiryakioğlu, s. 137.) Geçici hükümet, savaşı sona erdirecek, toprak reformunu gerçekleştirecek, üretimi ayağa kaldıracak, Rusya’yı toparlayacak bir siyasal güç yaratamadı. Devrimci dalga öylesine derinden ve güçlü gelişiyordu ki, Mayıs başında hükümete Sosyalist Devrimci ve Menşevik bakanların katılması, 5 Temmuz’da eski Trudovik yeni Sosyalist Devrimci Kerenski’nin başbakan olması, devrimin ilerleyişini durduramadı. Aleksandr Kerenski, daha sonra, bu durumu şöyle itiraf edecekti: “Şubat ile Ekim arasında, devrim dalgası bir sele dönüştü. Seli ne durdurabiliyor ne de yönlendirebiliyorduk.” (Aktaran: Marc Ferro, Bolşevik Devrimi, İng., s. 2.) 1917 Şubat devrimi, sermayenin dünyasal iktidarına karşı Rusya coğrafyasından bir meydan okuma başlatmıştı. İşçiler, kır emekçileri, mülksüzler, mevcut düzenin yığınsal çapta pratik eleştirisini yapmak suretiyle yepyeni bir dünya yaratma işine koyulmuşlardı. Rusya, yabancılaşmış faaliyetin böylece hırpalanmakta olan iktidarı ile yabancılaşmış faaliyeti inkâr mücadelesinin yaratmakta olduğu karşıiktidarı yan yana barındıran geçiş sürecine girmişti. 102
1917 Devriminin Boğuluşu
Bir yanda, yabancılaşmış faaliyetin darbelenmekte olan iktidarı, yani özel mülkiyetin, metaın, değerin, paranın, ücretli emeğin, sermayenin “ekonomik” denilen iktidarı ve bunlardan doğan devlet aygıtının, geçici hükümetin “siyasal” iktidarı vardı. Öte yanda da, yabancılaşmış faaliyetin iktidarına karşı kendi toplumsal iktidar organlarını yaratmakta olan eleştirel, devrimci, kurucu kalkışma vardı. Sovyetler, fabrika komiteleri, işçi konseyleri, mahalle konseyleri, kolektifler, inisiyatifler, adları ne olursa olsun, hepsi, kendi kaderlerini kendi ellerine almaya çalışan yığınların yaratmakta olduğu karşı-iktidarın embriyonik biçimleriydiler. Yabancılaşmış faaliyetin yığınsal çapta pratik eleştirisiyle ortaya çıkan bu toplumsal iktidar nüveleri, yabancılaşmış faaliyetin “ekonomik” ve “siyasal” olarak bölünmüşlüğünün de inkârını içinde taşıyordu. Sovyetler, işçilerin yanı sıra askerler ve kır emekçilerinin de yaşama müdahale organları olarak bütün ülkeye yayılıyordu. Ülkeyi saran sovyetler ağının geçici hükümete karşı ezici üstünlüğü, her kesimden halk kitlelerinin meydanlardaki fiili gücünü temsil etmesinden geliyordu. Sovyet toplantıları, herkesin katıldığı, fikir alış verişinde bulunduğu, eğilimlerin berraklaştığı açık forumlar olarak işliyordu. İşçilerle askerler yan yana tartışıyor, herkes farklı kesimlerin farklı sorunlarını birbirlerinden doğrudan öğreniyordu. Böylece mücadelenin yaşamın her alanını kapsayan çok boyutlu niteliği daha iyi kavranıyor ve genel siyasal mutabakatlar ortaya çıkıyordu. Sovyet toplantılarında varılan mutabakatlar, hemen mücadeleye yansıyor, pratiği fiilen dönüştürüyordu. Çarlığın çöküşüyle birlikte cephelerde çözülme hızlanmış, emir komuta zincirini kıran bir milyondan fazla üniformalı köylü köylerine dönmüştü. Kırdaki iktidar boşluğunu hızla köylü sovyetleri doldurmaya başlamıştı. Köylüler, mevcut toprak mülkiyeti rejiminin yığınsal olarak pratik eleştirisini yapmaya, yani toprakları bölüşmeye girişmişlerdi. Geçici hükümet toprakların işgalini yasadışı ilân etmişti. Ancak geçici hükümetin kırda hiçbir fiili yaptırım gücü yoktu. Köylü komiteleri, resmi hükümetin suyuna gider görünümün altında, kırda fiilen karşı-iktidarı örgütlüyordu. Örneğin, o zamanki gazetelerin “kırın Kronştadt’ı” diye bahsettiği Penza bölgesi mücadelenin en gelişkin olduğu yerdi. 15 Mayıs 1917’de toplanan Penza Köylü Konvensiyonu’nu hükümete rapor eden devlet görevlisi, kır emekçilerinin artan özgüvenle duruma vaziyet etmelerini şöyle anlatır: “Komite, bir adam ve bir kadın öğretmen haricinde, okuma yazması olmayan köylülerden oluşuyor. Komite, toprak sahiplerini, kararlarına uymaya ve eğer bireysel köylülerin yasadışı işgallerinden kaçınmak istiyorlarsa mülklerini kendi iradeleriyle toprak komitesine vermeye çağırıyor. “Komite, manastırların ve toprak sahiplerinin kendi topraklarının kendilerinde kalmasına müsaade edilen bölümünde, dışarıdan yardım almadan, kendi ailele103
Yaşayan Marksizm
riyle çalışmaları için gereken tarım araçlarını onlara bırakmaya karar verdi. Geriye kalan topraklar az topraklı köylülere dağıtılacak, fiyat toprağın kalitesine göre dört ile sekiz ruble arasında olacak... “Toprak sahipleri daha önceden topraklarının bir bölümünü kiralamışlarsa, kira bedeli sekiz rubleden fazla olmayacak... Komite, tarım araçlarını ... günlük kiraya vermek suretiyle paylaştıracak. Kira bedelleri aletleri tamir fonunda toplanacak.” (Aktaran: Marc Ferro, Bolşevik Devrimi, İng., s.118.) Fabrika komiteleri Sovyetler işçi, asker ve köylü delegeleri içinde barındırdığı için, daha ziyade nüfusun bütününü ilgilendiren genel siyasal konulara yoğunlaşırken, fabrika komiteleri daha çok fabrika içi sorunlarla boğuşuyordu. Fabrika komiteleri, sermayenin fabrika içindeki iktidarına karşı gelişen işçi otonomisinin, üretim sürecini işçi kontrolüne alma mücadelesinin yarattığı örgütsel bir biçimdi. Fabrika komiteleri, ilk başlarda, fabrika yönetimlerini sınırlayan işlevler görüyorlardı. Sekiz saatlik işgünün uygulanması, çalışma koşullarının düzeltilmesi, işten atılmaların engellenmesi, ücretlerin artırılması, hastalık izinleri, tatiller gibi günlük mücadele veriyorlardı. Geleceğin çalışma halk komiseri Bolşevik Schmidt, fabrika komitelerinin ilk zamanları için şunları söyleyecekti: “Fabrika komiteleri kurulduğu günlerde sendikalar henüz ortada yoktu ve bu boşluğu fabrika komiteleri doldurdu.” (Aktaran: Tony Cliff, Kuşatılmış Devrim, s. 118.) Fabrika komitelerinin fabrika içi iktidarı arttıkça, toplumsal yaşamın öteki alanlarında da ağırlığı artmaya başladı. Fabrika komiteleri giderek günlük yaşamda toplumsal iktidar işlevleri üstlendiler. Örneğin, gıda maddelerinin dağıtımı, işsizlere iş, evsizlere ev bulunması, dara düşmüşlere yardım toplanması, komünal mutfakların, kreşlerin çalıştırılması, düğün, eğlence gibi sosyal faaliyetlerin örgütlenmesi, asayişin, adaletin sağlanması gibi işler hep fabrika komitelerine bakıyordu. Fabrika komiteleri, yığınsal çapta pratik eleştirinin içsel sürükleyişiyle, sermayenin fabrikadaki iktidarını sınırlayıcı konumlardan üretimin yönetimini alma hedefine doğru ilerlemeye başladı. Mücadelenin içsel dinamikleri, fabrika komitelerinde, üretim ve tüketim komünlerine doğru gelişme potansiyeli biriktiriyordu. Fabrika komitelerinde kendisini ifade eden işçi otonomisi, mücadelenin gerçekte yepyeni bir dünya yaratma mücadelesi olduğunun gittikçe daha çok bilincine varıyordu. Örneğin Putilov Fabrika Komitesi’nin 24 Nisan 1917 tarihli bildirisi şöyle diyordu: “Belirli tesislerdeki işçiler özyönetim içinde kendilerini eğitirlerken, kendileri104
1917 Devriminin Boğuluşu
ni fabrikaların özel mülkiyetinin ortadan kaldırılacağı ve üretim araçlarının işçi sınıfının eline geçeceği zamana hazırlamaktadırlar. Şimdilik sadece küçük ayrıntılarla uğraşıyor olsak da, işçilerin uğrunda mücadele ettikleri bu büyük ve önemli amaç hep akılda tutulmalıdır.” (Aktaran: Carmen Sirianni, İşçi Kontrolü ve Sosyalist Demokrasi, İng., s. 26.) Fabrika komiteleri o kadar etkili bir güç haline gelmişti ki, sanayide fabrika komitelerinin onayını almadan üretimi sürdürmek artık mümkün değildi. Geçici hükümet, fabrika komitelerini düzen sınırları içine çekmek amacıyla 23 Nisan 1917’de bir kararname yayımladı. Kararname, fabrika komitelerinin iş sağlığı ve iş güvenliği konularıyla uğraşma, fabrika yönetimiyle pazarlık yapma hakkını resmen tanıyordu. Bunlar fabrika komitelerinin zaten fiilen hayata geçirdikleri işleyişlerdi. Hükümetin amacı, fabrika komitelerini hukuken tanıma manevrasıyla komitelerin fiilen elde ettikleri otonomiyi sınırlamaktı. Hükümet, verdiği hukuki statü karşılığında, üretimin koordinasyonunu kendi eline almak istiyordu. Ancak hükümetin bunu dayatacak fiili gücü yoktu. İşçiler, kararnamenin gerçek amacını derhal anladılar. Eğer hükümetin ihsanlarına kapılırlarsa, fiilen ellerinde bulundurdukları iktidarı kaybedecekleri açıktı. 30 Mayıs - 5 Haziran 1917 tarihleri arasında Petrograt ve havalisi fabrika komitelerinin birinci konferansı yapıldı. Konferansa, Petrograd ve çevresindeki 400 bin işçinin 337 binini temsil eden 367 fabrika komitesinden delegeler gelmişti. Ana gündem maddesi, fabrikaları hangi iradenin yöneteceği idi. Çünkü işçiler, içine girdikleri eleştirel pratik sayesinde, üretimi fiilen yöneten iradenin toplumsal gidişatı da yöneteceğinin bilincine varmışlardı. Konferansta konuşan Menşevik çalışma bakanı Skobolev’e göre, sanayii devlet düzenleyip kontrol etmeli, işçiler de devlete yardımcı olmalıydı: “Devrimin burjuva aşamasında bulunuyoruz. İşletmelerin halkın eline devredilmesinin bu aşamada devrime bir yararı olmayacaktır... Sanayiin düzenlenmesi ve kontrolü belli bir sınıfın meselesi değildir. Bu görev devlete aittir. Devlete bu işi örgütleme çalışmasında yardımcı olma sorumluluğu, tek tek sınıfların, özellikle de işçi sınıfının omuzlarında duruyor.” (Aktaran: Tony Cliff, Lenin 2, “Lenin and Workers’ Control”, http://www.marxists.org/archive/cliff/works/1976/ lenin2/ch12.htm) Menşevik delege Dalin de aynı minvalde konuştu: “Fabrika komiteleri, sadece üretimin sürdürülmesine bakmalı, üretimi ve fabrikaları kendi ellerine almamalıdır... Eğer fabrikayı sahibi terkederse, fabrika işçilerin eline geçmemeli, şehir idaresine ya da merkezi hükümete geçmelidir.” (Aktaran: Carmen Sirianni, İşçi Kontrolü ve Sosyalist Demokrasi, İng., s. 50.) Konferans çoğunluğu, işçi kontrolü mücadelesinin aşağıdan yukarıya doğru örülerek üretimin yönetimini üstlenecek kolektif bir irade yaratmasından yanaydı. 105
Yaşayan Marksizm
Bolşevik delege Naumov, çoğunluğun duygularına şöyle tercüman oldu: “Kontrol, yukarıdan bürokratik olarak değil, fakat aşağıdan demokratik olarak oluşturulmalıdır. Hepinizi bu misyonu üstlenmeye çağırıyorum. Sadece biz işçiler geleceğimiz için gerekeni yerine getirebiliriz.” (Aktaran: Carmen Sirianni, İşçi Kontrolü ve Sosyalist Demokrasi, İng., s. 55.) Ekim devrimi Şubat devriminden sonra polis teşkilatı dağılmıştı. İşçi semtlerinin güvenliğini fabrika komiteleri ve yerel sovyetlere bağlı olarak çalışan Kızıl Muhafızlar sağlıyordu. Kızıl Muhafızlar’da görev alacak işçileri fabrika komiteleri belirliyordu. Fabrika komiteleri, kızıl muhafız görevine yolladığı işçilerin ücretini fabrika yönetimlerine ödettiriyordu. General Kornilov’un Ağustos ayındaki darbe girişimine karşı koymak için, Petrograd Sovyeti ve fabrika komiteleri büyük bir gayretle işçileri silahlandırdılar. Artık bütün işçiler fabrikalarda çalışırlarken yanlarında silahlarını hazır bulunduruyorlardı. Hatta Vıborg fabrika komitesi, kendisine bağlı bir askeri devrimci komite kurmuştu. Komite, kendi bölgesindeki Neva nehri köprülerini kontrol altına almış, düzenli devriyeler çıkarmaya başlamıştı. Kornilov’un darbe girişiminin boşa çıkarılmasından sonra, işçiler arasındaki hava, geçici hükümetin artık indirilip yerine sovyet hükümetinin gelmesinden yana dönmüştü. Rusya İşçi ve Asker Sovyetleri İkinci Kongresi yaklaşıyordu. Artık her kitle toplantısında, yaklaşan kongreye iktidarı alacak bir hükümet kurma çağrısı yapılıyordu. Sovyetler iktidarı alınca, sanayide yönetimin fabrika komitelerine geçeceği düşünülüyordu. Petrograd Fabrika Komiteleri Merkez Konseyi, işçilerdeki bu hava doğrultusunda Lenin’in ayaklanma önerisini destekledi. Fabrika komiteleri, Troçki’nin başında bulunduğu Askeri Devrimci Komite’yle uyum içinde, işçi milislerin sevk ve idaresini başarıyla yerine getirdi. Petrograd Sovyeti’nin yetkilendirdiği Askeri Devrimci Komite, 25 Ekim sabaha karşı, fazla direnişle karşılaşmadan Kışlık Saray’ı basıp Kerenski hükümetini devirdi. O gün öğleden sonra toplanan Rusya İşçi ve Asker Sovyetleri İkinci Kongresi, Lenin’in başkanlığındaki Halk Komiserleri Konseyi’ni hükümet görevine getirdi. Siyasal iktidarın fazla zorlukla karşılaşılmadan alınmasının arkasında, aylardan beri gelişegelen eleştirel, devrimci, kurucu mücadelenin adım adım kendi toplumsal iktidarını örmüş olması yatıyordu. 1917 Şubat - Ekim devrimci süreci, mevcut üretim ilişkilerini esaslı bir yığınsalpratik eleştiriye tabi tutmuştu. Mülksüzlerin giderek yığınsallaşan saldırısı, sanayideki özel mülkiyeti geriletmiş, kırdaki 70 köylü sovyetinden 65’i toprak sahiplerini kovarak toprağı fiilen bölüştürmüştü. Mülk sahibi sınıfların ekonomik 106
1917 Devriminin Boğuluşu
iktidarının böylesine ağır darbelenmiş olması, onların siyasal güçlerini de alabildiğine zayıflatmıştı. Öyle ki, Sol Sosyalist Devrimci liderlerden Sergei Mstislavski’ye göre, 25 Ekim sabahı “iktidar yerde uzanmış yatıyordu, isteyen eğilip alabilirdi, ... durup eğilmek ve onu yerden almak yeterliydi”. (Sergei Mstislavski, “Five Days which Transformed Russia”, 1923, http://www.struggle.ws/rbr/freerev.html) Mstislavski, belli ki, geçici hükümetin bir hayli güçten düştüğünü vurgulamak için abartıya başvurmuş. Ancak, abartıyı ayıklayınca geriye kalan, Kışlık Saray’ın basılmasından önceki dönemde mülk sahibi sınıfların toplumsal iktidarının iyice silkelenmiş olduğudur. İkili toplumsal iktidar “Reel sosyalizm”in kendisini aklamak için kotardığı resmi tarih, 1917 Şubat Ekim arasını “ikili iktidar dönemi” olarak adlandırır. Resmi tarihe göre, 1917 Ekim ayaklanması geçici hükümeti devirerek ikili iktidar dönemine son vermiştir. Resmi tarihin zihinlere döktüğü bu kalıp, “ikili iktidar” kavramından sadece “ikili siyasal iktidar”ı anlayan sığlığı beslemiştir. Oysa, yabancılaşmış faaliyetin bütününü inkâr mücadelesi açısından bakıldığında, ikili iktidar, toplumsal devrim dönemi boyunca sürecek olan ikili toplumsal iktidar demektir. İktidarı siyasal alan alıklığıyla algılayan zihniyet, yabancılaşmış faaliyetin “ekonomik” ve “siyasal” olarak parçalı tezahürüne takılı kalmış parçalı zihniyettir. Siyasal iktidar olgusu, sınıfların ekonomik, toplumsal alandaki fiili güç ilişkilerinden doğar. Burjuvazinin siyasal iktidarı, sermayenin günlük yaşamda insanlar üstünde kurduğu fiili tahakkümün siyasal alana yansıması olarak ortaya çıkar. Burjuvazinin siyasal iktidarı, mülkiyet, meta, değer, para, ücretli emek, sermaye gibi insana aykırı toplumsal ilişkileri yaratmaz. Tam tersine, burjuvazinin siyasal iktidarı, “ekonomik” denilen bu sapkın ilişkilerin insanları tahakküm altına alan gayri şahsi toplumsal iktidarından doğar: “Eğer burjuvazi siyasal olarak, yani elindeki devlet iktidarı sayesinde ‘mülkiyet ilişkilerindeki adaletsizliği idame ettiriyor’sa, adaletsizliği yaratmıyor demektir. Modern işbölümü, modern mübadele biçimi, rekabet, yoğunlaşma vb. tarafından belirlenen ‘mülkiyet ilişkilerindeki adaletsizlik’, hiç de burjuva sınıfın siyasal egemenliğinden doğmaz. Tersine, burjuva sınıfın siyasal egemenliği, burjuva ekonomistlerinin zorunlu ve ebedi olduğunu ilan ettikleri bu modern üretim ilişkilerinden doğar.” (K. Marks, “Ahlâkileştirici Eleştiri ve Eleştirisel Ahlâk”, Deutsche-Brüsseler-Zeitung, No: 90, 11 Kasım 1847, METY, İng., c. 6, s. 312.) Köleci ve feodal toplumlarda mülk sahibi sınıfların artı ürüne el koyması, doğrudan zor kullanımıyla olur. Kapitalist toplumda ise mülk sahibi sınıfın mülksüzleri sömürmesi, meta, değer, para, ücretli emek, sermaye gibi ekonomik ilişkilerin dolayımıyla, yani “ekonomik ilişkilerin sessiz zorlaması”yla gerçekleşir. 107
Yaşayan Marksizm
Kapitalist toplum odur ki, insanların üretim faaliyetleri insanların kontrolü dışındaki “ekonomi” denilen otonom bir alan yaratmaktadır. Kapitalist toplumda insanlar üretim sürecine değil, fakat üretim süreci insanlara egemendir. İnsanlar kendi faaliyetlerine değil, fakat insanların vahşileşmiş kendi faaliyetleri insanlara hükmetmektedir. İnsana yabancılaşmış emekten doğan mülkiyet, meta, değer, para, ücretli emek, sermaye gibi insana aykırı toplumsal ilişkiler, insanları tahakküm altına alan gayri şahsi toplumsal iktidarı örmektedir. Kapitalistler, sermayenin hareketine vesile olan, böylece sermayenin toplumsal iktidarını kişiliklerinde soğuran ekonomik aktörlerdir. Kapitalistlerin mülksüzler üstündeki toplumsal yaptırım güçleri, soyluluğa mensubiyetlerinden, dinsel ya da siyasal iktidar sahibi olmalarından değil, fakat sermayenin “nesnel” hareketinde oynadıkları rolden kaynaklanır. Burjuvazinin siyasal iktidarı, burjuvazinin sermaye sahipliğinden gelen ekonomik iktidarından doğar. Yabancılaşmış faaliyet öylesine akıl-sır ermez, mistik bir faaliyettir ki, kendisini yapan insanların iradesinden bağımsızlaşmıştır. Yabancılaşmış faaliyet, bu faaliyet içinde kendisini kaybetmiş yalıtık bireylerin zihnine akarak fetişist bilinç biçimleri doğurur. Zihni meta fetişizmiyle içeriden kuşatılmış olan yalıtık bireyler, kendi yarattıkları mistik toplumsal güçlere söz geçiremedikleri için, onları doğanın bir verisiymiş gibi, “ekonomi” alanından kendilerine dayatılan “nesnel” zorunluluklarmış gibi algılarlar. Ancak, ne zaman ki işçiler, ezilenler birbirleriyle dayanışmayı örerek insana aykırı düzenin yığınsal-pratik eleştirisine girişirler, işte o zaman bu kontrol dışı toplumsal güçlerin üstünü örten mistik sisler dağılmaya, fetiş ilişkilerin zihinleri esir alan sihri bozulmaya, “ekonomik alan” ile “siyasal alan” ayrılığı kapanmaya başlar. Mülksüzler, toplumun gidişatını doğrudan doğruya kendi ellerine alma bilincini bu mücadele içinde geliştirirler. İşçilerin kendi üretim faaliyetlerini kendi ellerine alma mücadelesi, işçi kontrolü ya da işçi otonomisi mücadelesi, çoğunluğu esir almış olan yabancılaşmış faaliyet akıntısına karşı, karşı-akıntı olarak gelişir. Karşı-akıntının üstünlük sağlamasıyla toplumda devrimci dönüşümler dönemi başlar. Her gerçek devrimci kalkışma, yığınsal hareketliliği yansıtan doğrudan demokrasinin yaşandığı, bütün kutsalların sorguya çekilip deşifre edildiği, “ekonomik” ile “siyasal” ayrılığının üstüne yüründüğü, sahici insan ilişkilerinin pratikte yeşermeye başladığı devrimci dönüşümler dönemine açılır. Bu kalkışma içinde burjuvazinin siyasal iktidarına son verilmesi, sermayenin ve öteki insana aykırı ilişkilerin toplumsal iktidarını ortadan kaldırma yolunda sadece bir adımdır. “Reel sosyalizm”, üretim araçlarını devletleştirerek sermayenin tahakkümüne son verdiği, böylece sosyalizme geçtiği demagojisiyle dünya halklarını aldatmıştır. Oysa, bizatihi “reel sosyalizm” illüzyonunun kanıtladığı gibi, üretim araçla108
1917 Devriminin Boğuluşu
rının kapitalistlerin elinden alınıp devlete verilmesi, sapkın bir toplumsal ilişki olarak sermaye soyutlamasının reel tahakkümünü ortadan kaldırmaz. Üretim araçları üstündeki bireysel, hisseli ya da devlet mülkiyetinin hepsine birden son verilmedikçe sermaye sapkınlığı sona ermez. Sermaye, durmaksızın kendisini büyütmeye programlı değerdir. Onun için, sermayenin yığınsal-pratik eleştirisi, değer yasasının teorize ettiği bütün insana aykırı ilişkilerin eleştirisine doğru genişlemek, bütün bu sapkın ilişkileri yaratan yabancılaşmış emeğin eleştirisine doğru derinleşmek zorundadır. Değer ilişkisi, doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşullarının ayrılığına dayalı “toplumsal” üretimin düzenleyicisidir. Ekonomi politik, değerin “görünmez el”inin düzenleyici marifetlerini değer yasası olarak teorize eder. Doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşullarının sahici birliği sağlanmadıkça, yani insana yabancılaşmış faaliyet ortadan kaldırılmadıkça değer yasasının işleyişi sürer. Değer yasasının egemen olduğu toplumda mülksüzlerin yükselen mücadelesi, değer yasasının otonom işleyişini baskı altına alır. Yığınsal-pratik eleştirinin baskısı arttıkça, mülkiyetin, metaın, değerin, paranın, piyasanın, ücretli emeğin, sermayenin toplumsal iktidarı gittikçe gerilemeye başlar. Toplumsal devrim, yığınsal-pratik eleştiri bütün tezahürleriyle yabancılaşmış faaliyetin tamamını ortadan kaldırmaya yöneldiği ölçüde sosyalist ya da komünist toplumsal devrim olmaya devam eder. Sosyalist ya da komünist toplumsal devrim dönemi boyunca, yabancılaşmış faaliyeti inkâr mücadelesi ile yabancılaşmış faaliyetin kendisini toparlama eğilimi birbirleriyle sürekli boğuşacak olan iki ana eğilimdir. Yabancılaşmış faaliyetin yarattığı toplumsal iktidarın çeşitli vecheleri olan mülkiyetin, metaın, değerin, paranın, ücretli emeğin, sermayenin, yalıtık bireyin, sivil toplumun, hiyerarşik yapılanmaların, sınıfların, devletin ortadan kaldırılması, bu inkâr mücadelesi içinde yeni insanın, yani komünal bireyin yaratılması uzun bir dünya-tarihsel mücadele dönemine yayılacaktır. Başka bir deyişle, yabancılaşmış faaliyetin toplumsal iktidarı ile onun yığınsal-pratik eleştirisi temelinde yükselen karşı toplumsal iktidarın birbirleriyle mücadelesi, sosyalist ya da komünist toplumsal devrim dönemi boyunca sürecektir. Kapitalizmden komünizmin ilk aşamasına geçiş süreci, bu anlamda, ikili toplumsal iktidar dönemi demektir. İşçi kontrolü mücadelesinin anlamı Üretimin doğal amacı, insan ihtiyaçlarını karşılamak için kullanım değerleri üretmektir. Eğer üretimi yapan topluluk komünal bir topluluksa, üretim sürecini komünal irade doğrudan yönetir. Eğer toplum yarılmışsa, yani doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşulları birbirinden ayrılmışsa, üretim süreci sapkınlaşmıştır. Sapkınlaşmış üretim süreci içinde yalnızca kullanım değerleri değil, fakat kullanım değerlerine yapışık olarak değer de üretilir. 109
Yaşayan Marksizm
Değer ilişkisi, gelişmesinin belli bir aşamasında ücretli emek - sermaye ilişkisini ortaya çıkarır. Ücretli emek - sermaye toplumunda üretimi yöneten irade sermayenin iradesidir, yani insana yabancılaşmış iradedir. Fabrikada yalnızca maddi ürünler değil, fakat ücretli emek - sermaye ilişkisi de üretilir. Fabrika, ürünlerin üretildiği yer olmanın yanı sıra, aynı zamanda sermayenin işçiler üstündeki tahakkümünün, yani üretimin maddi koşullarının doğrudan üreticiler üstündeki tahakkümünün yeniden üretildiği yerdir de. Sermaye sermaye olarak ayakta kalacaksa, kendisini doğuran toplumsal yarılmayı, yani doğrudan üreticilerin üretimin maddi koşullarından ayrılığını yeniden üretmek zorundadır. Bu nedenle, sermayenin stratejisinin merkezinde, ayrılığın toplumsal koşullarını süregen kılmak vardır. İşçi, işgücü meta haline geldiği için, kendi emek faaliyetinden koparılmış olan doğrudan üreticidir. Sermayenin ücret karşılığı işçinin işgücünü satın alması pratiğine, ücretli emek sistemi denir. Ücretli emek sistemi odur ki, işçi kendi işgücünü sattığı için işgücünün nasıl kullanıldığı üstünde söz sahibi değildir. Bu sistem, işçiyi kendi emek faaliyetine, kendi emeğinin sonuçlarına yabancılaştıran sistemdir. İşçi işgücünü kapitaliste sattığı anda, kendi emek faaliyeti üstündeki egemenliğini çalışma saatleri boyunca kapitaliste devretmiş olur. Sermayenin üretim süreci üstündeki egemenliği, dolayısıyla işçiler üstündeki tahakkümü bu temelden doğar. Marks, onun için, mücadelenin “ücret sisteminin tamamen kaldırılması”na yöneltilmesi gerektiğini söyler. (K. Marks, “Ücret, Fiyat, Kâr”, Haziran 1865, MESY, İng., c. 2, s. 75-76.) İşçilerin birleşerek kendilerine dayatılan iş ve yaşam koşullarına karşı her başkaldırısı, ilk başlarda, kölelik koşullarının iyileştirilmesi talebiyle ortaya çıkar. Ancak, ezilenlerin mevcut insana aykırı koşulları her yığınsal-pratik eleştirisi, kendi iç mantığının sürükleyişiyle, tersine dönmüş dünyanın en radikal pratik eleştirisine, yani bütün ezilenlerin kendilerini komün olarak inşa etme mücadelesine açılma potansiyeli taşır. Onun için, kurulu düzen, en küçük işçi direnişini, en sıradan hak arama eylemini fazla gelişmeden ezmek için seferber olur. Üretimin yönetilmesi alanı, sermayenin “kutsal dokunulmazlık” alanıdır. İşçilerin yaşam koşullarını düzeltme mücadelesi, mücadelenin içsel dinamiğiyle bu “kutsal” alana yönelerek işçi kontrolü mücadelesine büyür. İşçilerin fabrikada sermayenin iktidarını sınırlayıcı bir irade yaratmaları, fabrikada ikili iktidarın baş göstermesi demektir. Her düzeydeki ikili iktidar, doğası gereği istikrarsızdır. İkili iktidarın yaşandığı toplumsal geçiş süreçlerinde, eski düzeni geri getirmeye çalışan eğilim ile yeniyi kurmaya doğru ilerleyen eğilim birbirleriyle kıyasıya mücadele içindedir. Ya fabrika yönetimi biçiminde tecelli eden sermayenin iradesi işçilerin otonomi mücadelesini bastıracak ve işçiler üstünde kesin hakimiyetini kuracaktır ya da kolektif doğrudan üreticiler kendi 110
1917 Devriminin Boğuluşu
üretim faaliyetlerini sermayenin tahakkümünden kurtarıp kendi iradelerine tabi kılarak üretimi yöneteceklerdir. İşçi kontrolü mücadelesi geliştikçe, kendi içsel hedeflerinin bilincine daha çok varır. İşçi kontrolü mücadelesi, toplumsal yaşamın her alanındaki faaliyeti komünal faaliyet olarak bütünleyip özgürce birleşmiş doğrudan üreticilere geri döndürme mücadelesinin belkemiğini teşkil eder. Bu anlamda, işçi otonomisinin, halk inisiyatifinin, yığınsal müdahalenin giderek gelişmesi, kapitalizmden komünizmin ilk aşamasına geçişin yaşanacağı devrimci dönüşümler döneminin, yani sosyalist ya da komünist toplumsal devrimin ana halkasıdır. İşçi kontrolü kararnamesi Ekim ayaklanmasıyla iktidara gelen Halk Komiserleri Konseyi ilk iş olarak barış ve toprak kararnamelerini ilân etti. Bu kararnameler üstünde zaten görüş birliği olduğu için siyaseten tartışılacak bir durum yoktu. Ancak, işçi kontrolü üstüne kararname yukarıdakiler gibi kolaylıkla çıkarılamadı. Çünkü, parti içinde işçi kontrolü kavramını farklı farklı yorumlayan eğilimler vardı. Bolşevik parti, ayaklanmaya giden süreçte işçi kontrolü sloganını çokça kullanmış ama sloganın içeriğini doldurmaktan kaçınmıştı. Bolşevik sendika liderlerinden A. Lozovski, 1918’de basılan İşçi Kontrolü broşüründe, bu durumu şöyle anlatır: “İşçi kontrolü, Ekim günleri öncesinde Bolşeviklerin savaş sloganıydı... Fakat, bütün karar tasarılarında, bütün pankartlarda yer almasına rağmen, işçi kontrolü sloganı gizemli bir sisle örtülüydü. Parti basını bu slogan hakkında çok az şey yazmıştı... Ekim devrimi patlayınca, işçi kontrolünün tam olarak ne anlama geldiğini söyleme zorunluluğu doğdu. O zaman ortaya çıktı ki, bu sloganın en sıkı taraftarları arasında bile sloganın ne anlama geldiğine dair büyük fikir ayrılıkları vardı.” (Aktaran: G. P. Maksimov, “Syndicalists in the Russian Revolution”, http://libcom.org/library/syndicalists-in-russian-revolution-maximov) Ekim ayaklanmasından hemen sonra, devrimin işçi otonomisinin açmakta olduğu yoldan mı ilerleyeceği yoksa devletçi bir mecraya mı sokulacağı üstüne muazzam bir güç mücadelesi patlak verdi. İşçi kontrolüne dair teorik farklılıkların birdenbire ortalığa saçılması, bu kapışmanın bir yansımasıydı. Halk Komiserleri Konseyi’ne egemen olan devletçi zihniyete göre, işçi kontrolünün işlevi burjuvazinin ekonomik iktidarını yıpratarak siyasal iktidarın alınması için ortamı hazırlamaktan ibaretti. Siyasal iktidar alındığına göre işçi kontrolü işlevini görmüş, devrini tamamlamıştı, artık sanayide “düzen”i sağlama zamanıydı. Fabrika komitelerinin temsil ettiği eğilime göre ise, işçi sınıfı ve kır emekçilerinin aylardır gelişegelen özyönetim mücadelesinin sonucu olarak iktidar alınmıştı. Bundan sonra devrimin ilerlemesi için, işçi kontrolünün önünün açılması, emekçi halkın özyönetim organlarının güçlendirilmesi gerekiyordu. 111
Yaşayan Marksizm
Fabrika Komiteleri Merkez Konseyi, iktidar alındıktan sonraki ilk gün, Lenin’e, sanayiin yönetimi için fabrika komitelerinin ağır bastığı bir ekonomik konsey kurma önerisi getirdi. Öneri, hükümete egemen olan devletçi eğilimi de dikkate alan bir uzlaşı çabasıydı. Lenin, kendi tutumunu, hazırladığı işçi kontrolü üstüne kararname taslağında ortaya koydu. Taslak, bir yandan işçi kontrolü mücadelesinin fiilen kazandığı mevzileri tanıyordu ama öte yandan da bu mevzileri zayıflatan ifadeler taşıyordu. Örneğin taslağa, fabrika komitelerinin aldığı kararları sendikaların iptal edilebileceği ibaresi konulmuştu: “5. İşçilerin ve büro çalışanlarının seçilmiş temsilcilerinin kararları işletme sahipleri üstünde bağlayıcı olacaktır. Bu kararlar ancak sendikalar ve kongreleri tarafından iptal edilebilecektir. “6. Devlet önemi taşıyan bütün işletmelerde bütün sahipler, işçi kontrolü amacıyla seçilen bütün işçi ve büro çalışanları temsilcileri mülkün korunması, en sıkı disiplin ve düzenin sağlanması hususunda devlete karşı sorumlu olacaklardır... “7. Devlet önemi taşıyan işletmeler, savunma sanayii için çalışan ya da nüfusun varlığını sürdürmesi için gerekli olan malların üretimiyle herhangi bir biçimde bağlı olan bütün işletmelerdir.” (V. İ. Lenin, “İşçi Kontrolü Üstüne Taslak Düzenlemeler”, 26 ya da 27 Ekim 1917, Toplu Yapıtlar, İng., c. 26, s. 264-265.) Taslağın yayımlanması, sendikalar ile fabrika komiteleri arasındaki çekişmeye yeni bir boyut getirdi. Sendikalar, üretimde en sıkı disiplin ve düzenin sağlanması hususunda devlete karşı sorumlu olma fikrine yapıştılar. Hararetli müzakereler ilerledikçe, görüşler berraklaşmaya, tutumlar netleşmeye başladı. Fabrika Komiteleri Merkez Konseyi yeni öneriler getirdi ama uzlaşma sağlanamadı. Hükümet ve hükümete yakın duran sendika hiyerarşisinin devletçi bir rotada ilerlemek istediği artık iyice açığa çıktı. Böylece devrimin ilk büyük kırılması yaşandı. Lenin’in taslak metni, Rusya Sovyetler Merkez Yürütme Komitesi tarafından 14 Kasım 1917’de bazı eklemelerle kabul edildi. Kararname, bir eliyle verdiğini öteki eliyle geri alan yukarıdan yönetim zihniyetinin tipik bir örneğiydi. Aynı zihniyeti paylaşması açısından, Bolşevik hükümetin işçi kontrolünü zapturapt altına almaya çalışan kararnamesi ile geçici hükümetin 23 Nisan 1917 tarihli kararnamesi arasında pek bir fark yoktu. Bolşevik kararnameye göre, “yeni hükümet işçi kontrolünün bütün ekonomideki otoritesini tanıyor”du. Ancak, bu kontrol sıkı bir hiyerarşiye tabi olmalıydı. Fabrika komitelerinin kendi fabrikalarının kontrol organı olarak kalmalarına “müsaade edilecek”ti. Ama her fabrika komitesi yereldeki “Bölgesel İşçi Kontrolü Konseyi”ne, her bölgesel konsey de “Rusya İşçi Kontrolü Konseyi”ne bağlı olacaktı. Sendika hiyerarşisinin temsilcileri, işçi kontrolü hiyerarşisinin orta ve üst kademelerine yatay geçiş yapacak ve her kademede çoğunluğu oluşturacaktı. (Maurice Brinton, The Bolsheviks and Workers’ Control, http://libcom.org/library/bolsheviks-workers-control-solidarity-1917) 112
1917 Devriminin Boğuluşu
Kararnamenin iki pratik sonucu vardı: 1. Sendikalar, fabrika komitelerinin kararlarını iptal edebilecekti. 2. “Devlet önemi taşıyan işletmeler”de, ki uygulamada hemen hemen bütün işletmeler bu tanımın içine sokulabilirdi, fabrika komiteleri devlete hesap verir konumda olacaktı. Kararnamenin öngördüğü hesaplama yöntemine göre, sendikaların üye sayısına bağlı olarak, hiyerarşinin tepesindeki Rusya İşçi Kontrolü Konseyi 30’u aşkın üyeden oluşacaktı. Bu üyelerin sadece 5’i fabrika komitelerinden gelecekti. (Marc Ferro, Bolşevik Devrimi, İng., s. 175.) Kararnamenin yukarıdan aşağıya kurmak istediği bürokratik mekanizmanın, tabandan yükselen fabrika komiteleri hareketini boğmak amacı taşıdığı belliydi. Hükümetin uygulaması, bu niyeti daha da açık ediyordu. Örneğin, Posta ve Telgraf Halk Komiseri, 22 Kasım 1917 tarihli genelgede şöyle diyordu: “Posta ve Telgraf bakanlığının yönetimi için girişimde bulunan hiçbir sözde grup ya da komitenin merkezi iktidara ve Halk Komiseri olarak bana ait olan işlevleri gasbedemeyeceğini ilân ediyorum.” (Aktaran: E. H. Carr, Bolşevik Devrimi, İng., c. 2, s. 71.) Rusya İşçi Kontrolü Konseyi’ndeki hükümet yanlısı çoğunluk, kararnamenin nasıl uygulanacağını anlatan bir yönerge hazırlaması için komisyon kurdu. Komisyon, “İşçi Kontrolü Üstüne Genel Yönerge”yi hazırladı. Yönergenin aşağıdaki maddesi, devletçi kanadın işçi kontrolüne hiç alan bırakmak istemediğini açıkça gösteriyordu: “Madde 7: İşletmelerin yönetimi, çalıştırılmasına ilişkin direktif verme hakkı sahiplere ait kalacaktır.” (Aktaran: Carmen Sirianni, İşçi Kontrolü ve Sosyalist Demokrasi, İng., s. 99.) Artık karşılıklı kılıçlar çekilmişti. Fabrika Komiteleri Merkez Konseyi de cevap olarak, “Fabrika Komiteleri İçin Tüzük Modeli” ve “İşçi Kontrolünün Uygulanması İçin Pratik Kılavuz” hazırlayıp, kendi yayın organı Novyi Put’ta yayımladı. Bu metinler, hükümetin oluşturmak istediği hiyerarşinin dışında, aşağıdan yukarı doğru örülen bir işçi kontrolü anlayışını savunuyordu. Fabrika komitelerinin büyük çoğunluğu, işçi kontrolü yanlısı Fabrika Komiteleri Merkez Konseyi’ni destekledi. Örneğin Petrograd metal sanayii fabrika komitelerinin bir toplantısında, hükümet yanlısı yönergenin sermayeye karşı mücadelede “işçilerin elini bağladığı”, ama işçi kontrolü yanlısı kılavuzun ise “işçilere otonom faaliyetleri için büyük bir alan açtığı ve işçileri fiilen fabrikaların yöneticisi kıldığı” dile getirildi. (Carmen Sirianni, İşçi Kontrolü ve Sosyalist Demokrasi, İng., s. 101.) 113
Yaşayan Marksizm
Fabrika komiteleri - sendikalar - devlet 7 - 14 Ocak 1918’de, Petrograd’ta Birinci Rusya Sendikalar Kongresi toplandı. Kongrenin ana gündem maddesi, fabrika komiteleri ile sendikalar arasındaki ilişki idi. Bu maddeye bağlı olarak, sendikalar ile devlet arasındaki ilişkinin de nasıl olması gerektiği tartışıldı. 1918’in başında henüz devrimin coşkusu bastırılmış, farklı fikirlerin özgürce ifade edilmesi yasaklanmış değildi. Bütün delegelerin kürsüden peşpeşe okunan karar tasarılarını abartılı alkış ritüelleriyle kabul ettiği devletlu kongrelerin sahnelenmesine daha vardı. Yığın hareketliliği hâlâ sürüyor, dolayısıyla kitlelerin nabzı kongrelere de yansıyordu. Bu bakımdan, Birinci Rusya Sendikalar Kongresi’nde dönemin aktörlerinin dile getirdiği görüşler, işçi sınıfı içindeki çeşitli eğilimlere ve mücadelenin önündeki alternatif gelişme güzergâhlarına dair önemli ipuçları vermektedir: Kongrede konuşan Bolşevik sendikacı Lozovski, fabrika komitelerinin fiilen kazanmış olduğu otonomiyi şöyle teslim etti: “Fabrika komiteleri, devrimden üç ay geçtikten sonra fabrikaların o kadar sahibi ve hakimi konumuna geldiler ki, genel kontrol organlarından önemli ölçüde bağımsız oldular.” (Aktaran: Maurice Brinton, The Bolsheviks and Workers’ Control, http://libcom.org/library/bolsheviks-workers-control-solidarity-1918) Menşevik delege Maiski, proletaryanın işçi kontrolü ile sosyalizm arasında ilişki kurmuş olmasından rahatsızdı: “Proletaryanın bir kesimi değil, fakat çoğunluğu, özellikle Petrograd proletaryası, işçi kontrolünü sosyalizmin fiilen doğuşuymuş gibi görüyor... (İşçiler arasında) sosyalizm fikrinin işçi kontrolü kavramında içerildiği düşünülüyor.” (ibid) Anarko sendikalist delege Maksimov, Marks’ın “işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır” sözünü ima ederek, anarko sendikalistlerin Menşevik ve Bolşeviklerden “daha iyi Marksist” olduklarını ileri sürdü. Maksimov, fabrika komitelerini ve mücadelenin hedefini şöyle değerlendirdi: “Fabrika komiteleri, devrim süreci içinde doğrudan doğruya hayatın ortaya çıkardığı örgütlerdir. Fabrika komiteleri, işçi sınıfına en yakın örgütlerdir, sendikalardan daha yakındır... “Devrimin doğurduğu fabrika komiteleri, yeni bir temelde yeni bir üretim yaratacaktır... “Proletaryanın hedefi, bütün faaliyetleri, bütün yerel çıkarları koordine edecek bir merkez yaratmaktır. Fakat bu merkez, kararname ve emirname merkezi değil, fakat düzenleme ve yol gösterme merkezi olacaktır.” (ibid) Tartışmalar sonunda Bolşevik çoğunluklu kongre, fabrika komitelerinin sendika organları haline getirilmesi doğrultusunda oy verdi. 114
1917 Devriminin Boğuluşu
Kongredeki Bolşevik delagasyonun başı olan Zinovyev, sendikalar ile devletin ilişkisi konusunda Bolşevik parti adına bir karar tasarısı sundu. Zinovyev, yaptığı sunumda partinin görüşünü mealen şöyle açıkladı: “Ekim devrimi işçi sınıfını siyasal iktidara getirerek yeni bir durum yaratmıştır. Esas olarak işçi sınıfının ekonomik çıkarlarını savunan sendikal hareket, yeni duruma uygun düşmemektedir. Sendikalar, proletaryanın uzun vadeli çıkarlarını, bu çıkarları temsil eden devlet ve partiye kendilerini ancak tam anlamıyla tabi kılarak koruyabilirler.” (Carmen Sirianni, İşçi Kontrolü ve Sosyalist Demokrasi, İng., s. 125.) Kongrede, Zinovyev’in tebliğ ettiği parti görüşüne karşı çıkan Bolşevik delegeler de vardı. Örneğin, Bolşevik sendika liderlerinden Riyazanov itirazını şöyle kayda geçirdi: “Burada başlayan toplumsal devrim Avrupa ve bütün dünya toplumsal devrimiyle birleşmedikçe... Rus proletaryası... teyakkuzda kalmalı ve tek bir silahını bile elden bırakmamalıdır... sendika örgütlerini muhafaza etmelidir.” (Aktaran: Maurice Brinton, The Bolsheviks and Workers’ Control, http://libcom.org/library/bolsheviks-workers-control-solidarity-1918) Bolşevik partinin sol kanadında yer alan Çiperoviç, kongreyi siyaseten bağlamak için, sendikaların greve başvurma hakkının tasdik edilmesini isteyen bir önerge sundu. Ancak sendikalar kongresi, bir sendikayı sendika yapan bu hakkı onaylamayı reddetti. En sonunda kongreden adeta devlet tebligatı gibi bir karar çıktı: “Sendikalar, şimdiki sosyalist devrim süreci içinde geliştikçe, sosyalist iktidarın organları olmalıdırlar... Böyle öngörülen süreç gereğince, sendikalar kaçınılmaz olarak sosyalist devletin organları haline dönüşeceklerdir. Sendikalara katılmak, herhangi bir sanayi kolunda istihdam edilen herkesin devlete karşı görevinin bir parçası olacaktır.” (Aktaran: E. H. Carr, Bolşevik Devrimi, İng., c. 2, s. 106.) Yukarıdaki görüş, İkinci Enternasyonal icadı devletli sosyalizm zihniyetinin ürünüdür. Marks’ın anlattığı komünist toplumun ilk aşamasında ne devlet ne de sendika vardır. Komünist toplumun hiçbir aşamasında komünal bireylerin “devlet”e karşı görevleri olamaz. Bireyleri devlete karşı görevli kılan, bireyleri çalıştıkları alandaki devlet organına katılmaya zorlayan anlayış, komünist (sosyalist) değil, fakat korporatif bir anlayıştır. İşçi kontrolünden devlet kontrolüne Hükümet, işçi kontrolü kararnamesiyle oluşturduğu sendikal bürokrasi ağırlıklı Rusya İşçi Kontrolü Konseyi’ni başıboş bırakmak niyetinde değildi. Vakit geçirmeden, 18 Aralık 1917 tarihinde “Yüksek Ekonomik Konsey”in kuruluşunu ilân eden bir kararname yayımladı. Yüksek Ekonomik Konsey, yerel ya da merkezi bütün ekonomik karar organlarının, Rusya İşçi Kontrolü Konseyi de dahil olmak 115
Yaşayan Marksizm
üzere bütün işçi kontrolü örgütlerinin faaliyetlerini yönlendirecekti. Yüksek Ekonomik Konsey, Rusya İşçi Kontrolü Konseyi üyeleri ile hükümetteki bütün bakanlıkların temsilcilerinden ve danışmanlardan oluşacaktı. Yukarı doğru çekilip tabandan uzaklaştırılan işçi temsilciler böylece yüksek bürokrasinin içinde boğularak iyice işlevsizleştirilecekti. Yüksek Ekonomik Konsey, devletlerin teşkilatlanma geleneği uyarınca yukarıdan aşağıya kurulmaya başlandı. Konseye bağlı alt organlar, yine kadim devlet geleneği uyarınca, eski düzenden kalan unsurlardan oluşturuldu. Çarlık rejimi, 1915’de, orduya ikmal sağlayan endüstriyel faaliyetleri düzenlemek için “komite” ya da “merkez” denilen üst organlar kurmuştu. Bu düzenleyici kurullar, 1917’ye gelindiğinde hemen hemen bütün endüstriyi kontrolü altına almıştı. Bolşevik hükümetin 1918 başında kurduğu Yüksek Ekonomik Konsey, fiilen bu eski yapının kasnağı üstüne oturdu: “Savaşın talepleri, metal ürünlerinin dağıtımı için 1915’te Rasmeko adında resmi bir komitenin kurulmasına yol açmıştı. Yüksek Ekonomik Konsey’in ilk işlerinden biri Rasmeko’yu kendi metal seksiyonunun yürütme organına dönüştürmek ve ona metal fiyatlarını saptama görevi vermek oldu. 1918 Mart’ında, Yüksek Ekonomik Konsey’in devrim öncesi esaslara göre kurulmuş olan maden ve metalurji seksiyonu, merkezinde 750 kişinin çalıştığı aktif bir örgüt haline gelmişti.” (E. H. Carr, Bolşevik Devrimi, İng., c. 2, s. 79.) Çarlık zamanındaki Ağır Silahlar İdaresi’ne bağlı kimya komitesi, yeni rejimde Glavkhim adı altında örgütlenerek kimya endüstrisini yönetmekle görevlendirildi. Benzer şekilde, deri endüstrisi için Glavkozh, tekstil endüstrisi için Tsentrotekstil vb. kuruldu. Yeni rejim kucağını açtıkça, devletçi zihniyetle yetişmiş eski bürokrat ve teknokratlar hizmet sunmakta gecikmiyorlardı. Örneğin, eski rejimin zehirli gaz uzmanı Makevetski, Rus kimya sanayiinin ilerlemesi ancak millileştirme ve devlet kontrolüyle mümkündür mealinde bir makale kaleme alarak yeni rejime yazılabiliyordu. (Aktaran: E. H. Carr, Bolşevik Devrimi, İng., c. 2, s. 81.) Devletçi çizgiye göre, işçi kontrolü mücadelesi işlevini görmüş ve ömrünü tamamlamıştı. Bu fikir, sendikalar aracılığıyla işçiler arasında da yaygınlaştırılmaya çalışıldı. Örneğin, 15-21 Ocak 1918’de Moskova’da toplanan Bolşevik çoğunluklu Rusya Tekstil İşçileri Kongresi, şöyle hüküm kesti: “İşçi kontrolü, üretim ve dağıtımın plânlı örgütlenmesine sadece bir geçiş adımıdır.” (Aktaran: Maurice Brinton, The Bolsheviks and Workers’ Control, http:// libcom.org/library/bolsheviks-workers-control-solidarity-1918) Rusya Tekstil İşçileri Kongresi’ne hakim olan devletçi zihniyet, işçi kontrolünü savunan fabrika komitelerini sendika hiyerarşisi altında hizaya sokmanın örgütsel tarifini yaptı: 116
1917 Devriminin Boğuluşu
“Sendikanın en aşağıdaki hücresi fabrika komitesidir. Fabrika komitelerinin yükümlülüğü, sendikaların bütün talimatlarını bulundukları işletmelerde hayata geçirmekten ibarettir.” (ibid) Lenin, Halk Komiserleri Konseyi başkanı sıfatıyla, 11 Ocak 1918’de Rusya İşçi Asker ve Köylü Temsilcileri Sovyetleri Kongresi’nde okuduğu raporunda, hükümetin işçi kontrolüne son verme iradesini resmen şöyle ilân etti: “İşçi kontrolünden Yüksek Ekonomik Konsey’in kuruluşuna geçtik. Sırf bu önlem ve birkaç gün içinde gerçekleştireceğimiz banka ve demiryollarının millileştirilmesi sayesinde yeni sosyalist ekonomiyi inşa etmeye başlamamız mümkün olacaktır.” (V. İ. Lenin, “Üçüncü Rusya Sovyetler Kongresi”, 11 Ocak 1918, Toplu Yapıtlar, İng., c. 26, s. 468.) Alıntıdaki “işçi kontrolünden Yüksek Ekonomik Konsey’in kuruluşuna geçtik” cümlesinin şifresini çözmeye çalışalım. “İşçi kontrolü” bir prensibi, “Yüksek Ekonomik Konsey” ise bir örgütlenmeyi anlatır. Bir prensipten başka bir prensibe geçilir ama bir prensipten bir örgütlenmeye, yani elmadan armuta geçilmez. O halde, cümlenin bozuk mantığını düzeltmek için, “Yüksek Ekonomik Konsey” yerine o yapının hayata geçireceği prensip olan “devlet kontrolü”nü koymak gerekir. Kavramları böyle adıyla yerli yerine koyunca, Lenin’in aslında, düpedüz, “işçi kontrolünden devlet kontrolüne geçtik” demek istediği açığa çıkar. Lenin, alıntıda, işçi kontrolünden devlet kontrolüne geçiş ile “banka ve demiryollarının millileştirilmesi”ni ilişkilendirmektedir. Lenin’in buradaki mantığına göre, işçi kontrolü millileştirmelerin öncesinde yer alır. Lenin’i aynı ilişkilendirmeyi sekiz ay önce de yapmıştır: “Bütün bankaları tek bir ulusal bankada birleştirmeye doğru pratik ve uygulanabilir adımları atmaları için İşçi Temsilcileri Sovyetleri’ni, Banka Çalışanları Temsilcileri Konseyi’ni vs. derhal hazırlamaya başlamalıyız. Bunu, İşçi Temsilcileri Sovyetleri’nin bankalar ve birlikler üstünde kontrolünü kurması, daha sonra da bankalar ve birliklerin millileştirilmesi, yani bütün halkın mülkiyetine geçmesi takip edecektir.” (V. İ. Lenin, “Rusya’daki Siyasi Partiler ve Proletaryanın Görevleri”, 23 - 27 Nisan 1917, Toplu Yapıtlar, İng., c. 24, s. 104.) Yukarıdaki “bankalar ve birliklerin millileştirilmesi, yani bütün halkın mülkiyetine geçmesi” ibaresi, devletli sosyalizm zihniyetinin “devlet mülkiyeti eşittir bütün halkın mülkiyeti” illüzyonuyla sakatlıdır. Yukarıdaki ibarenin ima ettiği İkinci Enternasyonal teorisine göre, devrimci iktidar altında işletmelerin devletleştirilmesi, o işletmelerin bütün halkın mülkiyetine geçmesi demektir. Bu teorinin Marks’ın teorisiyle hiçbir ilgisi yoktur. İşletmelerin devletleştirilmesi, işletmeler üstündeki bireysel ya da hisseli mülkiyet biçiminin ortadan kaldırılıp, yerine devlet mülkiyetinin getirilmesi demektir. 117
Yaşayan Marksizm
Devlet mülkiyeti, özel mülkiyetin en genelleşmiş biçimidir. Özel mülkiyet tabirindeki “özel” lâfı, “bireysel” anlamına gelmez, “toplumsal olmayan” anlamına gelir. Devlet mülkiyeti, gerçekte topluma ait olmayanı, yani gerçekte toplumsallaşmamışı, topluma yabancı bir güç olan devlete teslim etmek demektir. Paragrafın mantıksal analizi, şöyle bir fikri akışı ortaya koyar: 1. İşçi Temsilcileri Sovyetleri bankalar üstünde kontrol kuracak. 2. Bankalar üstünde işçi kontrolü kurulmasını ne takip edecek? 3. “Daha sonra ... bankaların ... millileştirilmesi” takip edecek. Yukarıdaki fikri akışa göre, işçi kontrolü bankaların millileştirilmesinin öncesinde yer alır. Bankalar devletleştirildikten sonra işçi kontrolünün akıbetinin ne olacağı bu paragrafta açık edilmemiştir. Ancak, işçi kontrolünün akibeti hakkında gerçekte ne düşünüldüğünü, iktidara geldikten sonra ortaya konan devletçi pratik ifşa etmiştir. Bolşevik siyaset iktidara geldikten sonra, üretim üstünde devlet kontrolünü kurabilmek için işçi sınıfının özyönetim örgütlerini yavaş yavaş işlevsizleştirmeye, işçi kontrolünü savunan siyasi eğilimleri yok etmeye başlamış, böylece işçi kontrolünü zamana yayarak fiilen ortadan kaldırmıştır. Lisan-ı hal ile söylenen nedir Bolşevik siyasete egemen olan devletçi zihniyet, iktidara gelmeden önce işçi kontrolü mücadelesini hep destekler göründü ama bu mücadelenin komünal geleceği kurucu niteliğiyle hiçbir zaman uyuşmadı. Çünkü, işçi kontrolü mücadelesinin otonom kurucu dinamiği, Bolşevik partinin İkinci Enternasyonal’den devraldığı sosyalizmi devlet marifetiyle kurma anlayışına karşı yönde işliyordu. Ancak, işçi kontrolü hareketi, Bolşevik partiyi iktidara taşıyan eğilimler koalisyonunda önemli bir yer tutuyordu. Bolşevik partide işçi kontrolü hareketini çeşitli nüanslarla savunan kadrolar vardı. Bu nedenle partinin işçi kontrolü siyaseti çelişkili bir seyir izledi. İşçi kontrolü hakkında parti liderliğinin hepsini bağlayan siyasal tezler üretilemedi. Her eğilime göz kırpan muğlak ifadelerle iş geçiştirilmeye çalışıldı. Lenin, daha sonra, işçi kontrolü konusunda nasıl bocaladıklarını, izledikleri siyasete yol gösterecek bir teori geliştiremediklerini şöyle itiraf edecektir: “En fazla uğraştığımız sorunu ele alalım: Sanayide işçi kontrolünden işçi yönetimine geçiş. Halk Komiserleri Konseyi’nin ve yerel sovyet otoritelerinin kararname ve kararlarından sonra -ki bunların hepsi bu alandaki siyasal deneyimize katkı yapmıştır- Merkez Komite’ye düşen, sadece bunların bir toparlamasını yapıp özetlemekti. Merkez Komitesi, böyle bir konuda kelimenin gerçek anlamıyla pek yol gösteremedi. Sanayide işçi kontrolü konusundaki ilk kararname ve kararlarımızın ne kadar sakar, olgunlaşmamış ve gelişigüzel olduğunu hatırlamak yeter. Bunun kolay bir mesele olduğunu sanıyorduk. Pratik bize işçi kontrolünün inşa edilmesi gerekliliğini kanıtladı, fakat nasıl inşa edileceği sorusuna hiçbir yanıt 118
1917 Devriminin Boğuluşu
veremedik. Millileştirilmiş her fabrika, millileştirilmiş her sanayi dalı, ulaşım, bilhassa demiryolu ulaşımı -geniş çaplı mühendislik temelinde kurulmuş, yüksek düzeyde merkezileşmiş ve devlet için en hayati önemdeki kapitalist mekanizmanın bu en çarpıcı örneği- bütün bunlar kapitalizmin yoğunlaşmış deneyiminin cisimleşmesiydi ve bize muazzam zorluklar çıkardı.” (V. İ. Lenin, “Sekizinci Parti Kongresi’ne Merkez Komite Raporu”, 18 Mart 1919, Toplu Yapıtlar, İng., c. 29, s. 154.) Alıntıdaki “sanayide işçi kontrolünden işçi yönetimine geçiş” ibaresi dikkat çekicidir. On dört ay önceki, yani 1918 başındaki formülasyon “işçi kontrolünden Yüksek Ekonomik Konsey’in kuruluşuna geçtik” idi. Bu formülün gerçekte, “işçi kontrolünden devlet kontrolüne geçtik” demek olduğunu yukarıda açıklamıştık. Yüksek Ekonomik Konsey, devlet kontrolüne geçişi örgütleyecek bir manivela olarak 1918 başında kuruldu. Devlet kontrolüne geçiş süreci ilerlerdikçe, içinde çok az da olsa işçi temsilcilerin bulunduğu Yüksek Ekonomik Konsey’i bile taşıyamaz oldu. 1918 Ağustos’unda çıkan bir kararnameyle Yüksek Ekonomik Konsey’in bileşimi yeniden düzenlendi ve Konsey adına günlük işleri yürütmek üzere dokuz kişilik ayrı bir prezidyum oluşturuldu. Prezidyumun başkan ve başkan yardımcısını hükümet, geriye kalan üyelerini de Rusya Sovyetler Merkez Yürütme Komitesi atadı. Birkaç ay sonra Yüksek Ekonomik Konsey toplantıları tavsamaya başladı. Böylece, iktidar alındıktan bir yıl sonra, sanayiin yönetimi fiilen hükümetin güdümündeki prezidyuma geçmiş oldu. Lenin’in yukarıdaki sözlerinin itiraf ettiklerini şöyle maddeleyebiliriz: 1. İşçi kontrolü hareketi, devletçi çizgiyi çok uğraştırmıştır. Yani işçi kontrolü hareketinin sert direnişiyle başa çıkmak kolay olmamıştır. 2. İşçi kontrolü üstüne tutarlı bir teorik hazırlık yoktur. “Sakar, olgunlaşmamış ve gelişigüzel” kararlarla günü kurtarmaya çalışmışlardır. 3. Merkez komitesi, işçi kontrolü üstüne alınan siyasal kararları, “ki bunların hepsi bu alandaki siyasal deneyimize katkı yapmıştır”, toparlayarak işçi kontrolü üstüne teorik bir tez geliştirememiştir. 4. Sonuçta, işçi kontrolünün “nasıl inşa edileceği sorusuna hiçbir yanıt” verilememiştir. İşçi kontrolü mücadelesin açtığı negatif güzergâh ile devletçi siyasetin sığındığı pozitif güzergâh birbirini inkâr eder. Dolayısıyla, doğası gereği birbirini iten işçi kontrolü mücadelesi ile yukarıdan sosyalizm çizgisini aynı teori içinde tutarlılıkla birleştirmek mümkün değildir. Bolşevik partiye egemen olan devletçi çizgi, bu yüzden, işçi kontrolünün nasıl inşa edileceği sorusuna hiçbir teorik yanıt verememiştir. 1917 Ekim’inde iktidara gelen yukarıdan sosyalizm çizgisi, esas olarak, içinde ilerlediği devletçi mecranın teori ve siyasetini yapmıştır. Yukarıdan sosyalizm 119
Yaşayan Marksizm
çizgisi, işçi kontrolü hareketine devletçi pencereden baktığı için, işçi kontrolü hareketinde kitlelerin “anarşizm”ini görmüştür. İşçi kontrolünün nasıl kurulacağı sorusuna teoride yanıt veremeyen devletçi çizginin pratikteki yanıtı, işçi kontrolü hareketini fiilen ezerek soruyu ortadan kaldırmak olmuştur. Devletçi siyaset, işçi kontrolü hareketini ehlileştirip devlete tabi kılamadığı her momentte işçi otonomisinin üstüne yürümüştür. Yukarıdan sosyalizm çizgisinin söylediklerinden çok söylemediklerinden çıkan, daha da önemlisi, ortaya koyduğu devletçi pratiğin lisan-ı hal ile ima ettiklerinden çıkan bir işçi kontrolü teorisi vardır. Devletçi pratiğin esir aldığı zihinlere hitap eden bu teorinin ana hatları şunlardır: 1. İşçi kontrolünü hayata geçiren fabrika komiteleri gibi özyönetim örgütlenmeleri, devrimci dalganın yükselişiyle birlikte ortaya çıkar. 2. İşçi kontrolü mücadelesinin işlevi, işletmelerdeki kapitalist iradeyi hırpalamak, fabrika yönetimlerini yönetemez hale getirmek, böylece işletmeleri millileştirme siyasetinin işçi sınıfı “adına” iktidarı almasının koşullarını hazırlamaktır. 3. İşçi kontrolü geçicidir. Siyasal iktidar alındıktan sonra yerini “işçi devleti”nin kontrolüne bırakmalıdır. İşçi kontrolünü iğdiş eden yukarıdaki teori, daha sonra “reel sosyalizm”in kendisini meşrulaştırmak için servis ettiği resmi ideolojinin bir parçası olmuştur. İşçi kontrolüne karşı devletçi pratiği aklayan resmi görüşün en özlü sunumu, yıllar sonra, sürgündeki Troçki’den gelmiştir. Sürgündeki Troçki, işçi kontrolünü geçiciymiş gibi gösteren, işçi kontrolünün devrimci iktidar altında yapılacak millileştirmelerle biteceğini, ondan sonra üretimi yönetme işinin “işçi devleti”nin organlarına bırakılacağını vaaz eden devletçi teoriyi şöyle özetlemiştir: “Bize göre, kontrol sloganı, burjuva rejimden proleter rejime geçişe tekabül eden, sanayide ikili iktidar dönemiyle bağlıdır... Brandler’cilere göre, ‘üretim üstündeki kontrol, sanayiin işçiler tarafından yönetimi anlamına gelir’... Fakat kontrol niye yönetim anlamına gelsin ki! Kontrol, insanlığın bütün dillerinde gözetim altında tutma, teftiş etme ve bir kuruluşun ötekisinin yaptığı işi incelemesi, gözden geçirmesi anlamına gelir. Kontrol aktif olabilir, baskın olabilir, her şeyi kapsayıcı olabilir ama neticede kontrol olarak kalır. “Bu sloganın fikri, sanayideki geçiş rejiminden doğmadır. O zamanlar kapitalist ve onun idarecileri işçilerin onayı olmadan hiçbir adım atamıyorlardı. Fakat öte yandan, işçiler o zamanlar millileştirme için gereken siyasal önkoşulları henüz sağlamamışlar, millileştirme için gereken teknik idareyi henüz ele geçirmemişler, hayati öneme sahip organları henüz yaratmamışlardı. Şunu unutmayalım ki, burada sadece fabrikanın sorumluluğunu ele almayı konuşmuyoruz. Aynı zamanda, ürünlerin satışını, fabrikalara hammadde ve yeni techizatın temin edilmesini, kredi işlemlerini vesaireyi de konuşuyoruz... 120
1917 Devriminin Boğuluşu
“İşçi kontrolü tek tek işyerlerinde başlar. Kontrol organı fabrika komitesidir. Fabrikalardaki kontrol organları, sanayilerin kendi aralarındaki ekonomik bağlara göre birbirlerine eklemlenirler. Bu aşamada henüz genel bir ekonomik plân yoktur. İşçi kontrolü pratiği bu plânın unsurlarını sadece hazırlar. “Sanayiin işçilerce yönetilmesi, bunun tersine, bu ilk adımlarında bile çok büyük ölçüde yukarıdan başlar, çünkü devlet gücünden ve genel ekonomik plândan ayrı olamaz. Yönetimin organları fabrika komiteleri değil, fakat merkezileşmiş sovyetlerdir. Fabrika komitelerinin rolü tabii ki yine önemlidir. Ama sanayiin yönetilmesi alanında artık önde gelen değil, fakat yardımcı bir role sahiptir.” (L. Troçki, “Alman Proletaryasının Hayati Sorunları”, Ocak 1932, http://www.marxists.org/archive/trotsky/germany/1932-ger/next03.htm#s14) Troçki, yukarıda “kontrol niye yönetim anlamına gelsin ki” diyerek zihinleri baskı altına almaya çalışıyor. Marks ise kontrol tabirini, yönetim anlamına, yani insanların kendi faaliyetlerini kendilerinin yönetmesi anlamına kullanır: “Özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasıyla, üretimin komünistçe düzenlenmesiyle (yani insanların kendisinin ürettiği nesneler ile insanlar arasındaki yabancılaşmış ilişkinin yok edilmesiyle), arz ve talep ilişkisinin kudreti hiçe iner, böylece insanlar, mübadeleyi, üretimi, karşılıklı ilişki tarzlarını yeniden kendi kontrolleri (yönetimleri - YZ) altına alırlar.” (K. Marks, F. Engels, “Alman İdeolojisi”, Kasım 1845 - Ağustos 1846, MESY, İng., c. 1, s. 36.) “Toplumsal ilişkilerini, kendi komünal ilişkileri olarak, kendi komünal kontrollerine (yönetimlerine - YZ) almış olan evrensel gelişmiş bireyler, doğanın değil tarihin eseridirler.” (K. Marks, Grundrisse, Ağustos 1857 - Mart 1858, İng., çev. Martin Nicolaus, Penguin Books, s. 162.) Kavramlar, mücadelenin zihne akışıyla, zihnin mücadele içinde yoğurulmasıyla oluşur. Mücadele gelişerek başlangıçta potansiyel olarak taşıdığı açılımları fiile çıkardıkça, buna uygun olarak kavramlar da gelişir. Kavramların içeriğinin en dolu hali, mücadelenin bütün mantıksal sonuçlarını soyutlayan halidir. Teori asıl olarak kavramların bu en gelişkin haliyle işlem yapar. Bugünün pratik eleştirisini ancak en üst düzeyde soyutlayan teori, bugünden yarını kurma mücadelesine ışık tutabilir. İşçi kontrolü mücadelesinin ilk başlarda fabrika yönetimlerinin iktidarını sınırlayıcı bir işlev taşıdığını söylemek başka şeydir, işçi kontrolü mücadelesini bu başlangıç haliyle zihinde dondurup öylece “teori” haline getirmek başka şeydir. 1917 Şubat - Ekim sürecindeki işçi kontrolü mücadelesinin başlangıç formlarını teori katına yükselten ve işçi kontrolünü o döneme hapseden devletçi zihniyet, daha sonra, fabrika komitelerinin likide edildiği, böylece işçi kontrolünün ortadan kaldırıldığı devletçi pratiği geliştirmiştir. Devletçi zihniyete göre, işçi kontrolü kavramı, üretimin temel kararlarının başka yerde alınacağını varsayar. Üretimin temel kararları, işçilerin dışındaki bir yerde, 121
Yaşayan Marksizm
“işçi sınıfının bilimi” ışığında alınır. İşçi sınıfına düşen, tepede alınan bu “bilimsel” kararların etkili biçimde hayata geçmesi için gereken disiplini göstermektir. Üretimin fiilen icrası ile üretimin yönetilmesinin yukarıdaki gibi ayrı ayrı konumlandırılışı, doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşullarının birbirinden ayrılığını onaylar. Oysa, işçi kontrolü kavramı, tam da bu ayrılığı inkâr mücadelesinin bir kavramıdır. Onun için, doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşullarının birbirinden ayrılığını kabule dayanan akıl yürütme ile işçi kontrolü kavramı birbirlerini itekler. Bu yüzden, ayrılığı varsayan devletçi siyaset ile ayrılığı inkâr eden işçi kontrolü mücadelesini birbirleriyle bağdaştırmak mümkün değildir. Üretimin icrası ile üretimin yönetilmesinin birbirinden ayrılmış hali, doğrudan üreticilerin kendi emeklerine, emeklerinin ürünlerine, insan olarak birbirlerine, inorganik bedenleri olan doğaya yabancılaşmalarını, özel mülkiyeti, metaı, değeri, parayı, ücretli emeği, sermayeyi, hiyerarşik yapılanmayı, bürokratik plânlamayı, devleti öngörür. Ne gibi devrimci lâflarla ambalajlanırsa ambalajlansın, üretimin icrası ile üretimin yönetilmesini birbirinden ayrı tutan siyaset, işçi sınıfının otonom mücadelesini bastıran devletçi pratiği doğurmaya mahkumdur. Troçki’nin işçi kontrolüne dair açıklamaları, iktidara gelişten itibaren örülmeye başlayan ve kendisinin de dahli olduğu devletçi pratikle tutarlıdır. Ancak bu açıklamalar, devrimin gerçek yaratıcısı olan yığınların eleştirel, devrimci, kurucu pratiğiyle ve onun açılımlarıyla tutarlı değildir. Teoriler, siyasal tezler, hayata belli çıkarlar doğrultusunda müdahale etmenin, belli çıkarları meşru göstermenin düşüncesel modelleridir. Troçki’nin özetlediği işçi kontrolü teorisi, üretimin yönetimi üstünde parti ve devlet bürokrasisinin tekel kurmasını meşrulaştırdığı için “reel sosyalizm” tarafından benimsenip takma akıl olarak servis edilmiştir. İşçi kontrolüne karşı Taylorizm 7 - 14 Ocak 1918 tarihli Birinci Rusya Sendikalar Kongresi’nde, yeni kurulan Rusya Metal İşçileri Sendikası sekreteri olarak, Aleksey Gastev adında enteresan bir zat da hazır bulundu. Aleksey Gastev, Taylorcu çalıştırma sistemine hayranlığıyla biliniyordu. Gastev, kongreye, çalışma disiplinini ve üretkenliği artırmak için Taylor sisteminin uygulanmasını öneren bir karar tasarısı sundu. Kongre büyük bir çoğunlukla tasarıyı kabul etti. Gastev’in ya da kongrede söz alan öteki liderlerin hangi sol elbise altında konuştukları başka şeydir, savundukları fikirlerin gerçek hayattaki hangi eğilimlere karşılık geldiğini araştırmak başka şeydir. Belli bir dönemi ele alan araştırma, o dönemin aktörlerinin kendilerini hangi kimlikle takdim ettiklerini sadece not eder. Araştırmanın asıl araştıracağı husus, 122
1917 Devriminin Boğuluşu
kişilerin kendileri hakkında ne dedikleri değil, fakat ileri sürdükleri görüşlerin ve aldıkları tutumların pratikteki hangi eğilimlerin önünü açtığıdır. Kongrenin yapıldığı 1918 Rusya’sında, her devrimci dönemde olduğu gibi, eskiyi geri getirmeye çalışan eğilim ile eskiyi inkâr etmekte olan eğilim birbirleriyle mücadele halindeydi. Bir yanda, yabancılaşmış faaliyetin yarattığı meta, değer, para, sermaye gibi insana aykırı toplumsal ilişkilerin bir hayli sarsılmış olan gayri şahsi toplumsal iktidarı vardı. Geriletilmiş ama yok edilememiş olan bu soyut toplumsal iktidar, günlük yaşamda an be an kendisini yeniden üreterek toparlanma gayretindeydi. Öte yanda ise yabancılaşmış faaliyeti inkâr mücadelesinden doğan karşı toplumsal iktidar etki alanını genişletmeye çalışmaktaydı. Gastev’in Taylor sistemine geçme önerisi, sermayenin devrimci saldırıyla hırpalanmış olan toplumsal iktidarını münhasıran fabrikalarda yeniden dayatma mücadelesine tercüman olmuştur. Bu öneri, işçi kontrolü mücadelesini bastırıcı siyasetlere ilham vermiştir. Sermayenin biçimsel ve gerçek egemenliği Taylor sistemi, sermayenin işçiler üstünde gerçek egemenliğini kurma mücadelesinin bir ürünü olarak doğmuştur. Taylorcu fikirleri gündeme taşıyan toplumsal koşulların tarihsel arka plânında, sermayenin işçiler üstündeki biçimsel egemenliğinden gerçek egemenliğine geçiş süreci yatmaktadır. Kapitalist meta üretimi, geleneksel zanaatçı teknolojisini aynen devralan basit üretim birimlerinde doğdu. Zanaatçılıktan devşirilen ilk işçiler, aynen zanaatçıyken yaptıkları gibi, bir malı baştan sona el aletleriyle ve kendi öznel hızlarıyla üretiyorlardı. İlk kapitalist üretim birimlerinin üretici güçlere getirdiği tek yenilik, eskiden zanaatçı olarak ayrı ayrı çalışan üreticileri, artık işçi olarak aynı çatı altında toplu çalıştırmasıydı. Aynı çatı altında toplu çalışma pratiği, zamanla işbölümü ve uzmanlaşmayı ilerletti. Böylece kapitalizmin manifaktür aşamasına geçildi. Ancak üretimde hâlâ el aletleri, kol gücü, işçilerin öznel beceri ve hızı egemendi. Kapitalizmin manifaktür aşamasındaki üretim süreci, yaptığı iş parçasını yanındakine devreden işçilerden kurulu bir insan zinciri olarak görünürdü. Üretim hattı yan yana gelen işçilerden oluşurdu. İşçiler emek aletlerini kendi iradelerinin bir uzantısı olarak kullanırlardı. Kapitalizmin henüz emeklediği yukarıdaki dönemlerde, kapitalist işletmelerde çalışan işçilerin çoğu zanaatçılıktan devşirilmiş emekçilerdi. Üretim süreci her ne kadar kapitalist iradenin emri altında örgütleniyorsa da, işçilerin üretimin bütünsel bilgi ve becerisine sahip olmalarından ötürü belli bir otonomileri vardı. Üretim süreci, ağırlığıyla işçilerin becerisi, hızı, dayanıklılığı ve çalışma isteği gibi öznel durumlarına bağlıydı. Sermaye, üretim sürecinin bu öznel yapısından ötürü, işçiler üstünde ancak biçimsel egemenliğini kurabilmişti: 123
Yaşayan Marksizm
“Başlangıçta emeğin sermayenin boyunduruğu altına girmesi, emekçinin kendi hesabına değil, fakat kapitalistin hesabına çalışması ve dolayısıyla onun emri altına girmesinin biçimsel sonucundan başka bir şey değildir.” (K. Marks, Kapital, 1867, İng., c. 1, s. 313.) Normal olarak bir meta satıldığında, metaın eski sahibiyle hiçbir ilişiği kalmaz, meta üstündeki kontrol tamamen yeni sahibe geçer. Yani, metaı satın alan onu istediği gibi tasarruf eder. Bu durum, işgücü metaı için aynen geçerli değildir. Çünkü işgücü, işçi-özneden mutlak olarak koparılamazdır. Kapitalist satın aldığı işgücü metaını üretim süreci içinde tüketirken, işçi de bir özne olarak orada bulunmak durumundadır. O halde, sermayenin satın aldığı işgücü metaını istediği gibi tasarruf edebilmesi için işçilerin öznelliğini ezerek onlar üstünde tam bir tahakküm kurması gerekir. Sermayenin işçiler üstünde tam bir tahakküm kurması, endüstri devrimi sayesinde, üretim sürecini işçileri fiziken esir edici şekilde dönüştürmesiyle mümkün olmuştur. On sekizinci yüzyıl sonlarında İngiltere’de başlayan endüstri devrimi, geniş ölçekte makineli üretim çağını açtı. Endüstri devrimi, üretimde el aletleri teknolojisine dayalı el emeğinden makine teknolojisine dayalı endüstriyel emeğe doğru köklü bir dönüşüm başlattı. Kapitalizm, makine devriminin ilerlemesiyle, manifaktür aşamasından maşinofaktür aşamasına yükseldi. Maşinofaktür aşamasında üretim sürecinin örgütlenmesi tamamen değişti, fabrika sistemine geçildi. Fabrika sisteminde üretim hattı artık yan yan gelen işçilerden değil, fakat yan yana getirilen makinelerden oluşur. Makinelerden oluşan üretim hattında işçilerin rol alacağı yerler, sermayenin iradesini temsil eden üretim mühendislerince önceden plânlanmıştır. Bu plân uyarınca işçiler, makinelerin eklentisi olarak üretim hattında yer alırlar. Yani işçi, kendisine yabancı bir iradenin kurguladığı üretim hattı içinde, o iradeye fiziken bağımlı olarak bulunmaktadır. Fabrika sisteminde emek araçlarını kullanan işçiler değil, fakat işçileri kullanan emek araçlarıdır, yani makinelerdir. İşçi, artık kendi iradesinin belirlediği hız ve yoğunlukta değil, fakat merkezi motor gücünün dayattığı hız ve yoğunlukta çalışmaktadır. Fabrika sisteminde “işçiler yalnızca bilinçli organlar olarak, otomasyonun bilinçsiz organları ile işbirliği içerisinde ve onlarla birlikte merkezi hareket ettirici güce tabi olarak görünürler”. (K. Marks, Kapital, 1867, İng., c. 1, s. 395.) Kapitalizmin manifaktür aşamasından maşinofaktür aşamasına geçişi, sermayenin işçiler üstündeki biçimsel egemenliğinden gerçek egemenliğine geçişine tekabül eder. Sermayenin biçimsel egemenliği mutlak artı-değer üretimiyle, sermayenin ger124
1917 Devriminin Boğuluşu
çek egemenliği ise nispi artı-değer üretimiyle bağlıdır. Sermayenin biçimsel egemenlikten gerçek egemenliğe geçişine, sermayenin mutlak artı-değer üretimine dayalı birikim stratejisinden nispi artı-değer üretimine dayalı birikim stratejisine geçişi eşlik eder. “Mutlak artı-değer üretimi, münhasıran işgününün uzunluğuyla bağlıdır. Nispi artı-değer üretimi ise emeğin teknik sürecini ve toplumun bileşimini tamamen devrimcileştirir. Bu nedenle nispi artı-değer üretimi, emeğin sermayeye biçimsel bağımlılığının sağladığı temel üzerinde kendi yöntemleri, araçları ve koşullarıyla birlikte spontane olarak doğup gelişen özgül bir tarzı, kapitalist üretim tarzını öngörür. Bu gelişme sırasında emeğin sermayeye biçimsel bağımlılığı, yerini, zamanla gerçek bağımlılığa bırakır.” (K. Marks, Kapital, 1867, İng., c. 1, s. 477478.) Makine kırıcılığı – Ludist hareket Manifaktür dönemindeki işçiler, hem üretimin plânlanmasında ağırlığı olan hem de üretimi fiilen gerçekleştiren usta işçilerdi. Manifaktür sermayesi, emrinde çalıştırdığı nitelikli işçilere, üretimin bütünsel bilgi ve becerisine sahip oldukları için bağımlıydı. Dolayısıyla, manifaktür sermayesi dik başlı işçilere istediği disiplini dayatamıyordu: “Zanaatçı becerisi manüfaktürün temeli olduğu için ve manifaktür mekanizmasının bütünü emekçiler dışında bir iskelete dayanmadığı için, sermaye, mütemadiyen işçilerin itaatsizliğiyle uğraşmak zorunda kalır. Dostumuz Ure, ... ‘işçi ne kadar çok beceriliyse o kadar çok inatçı ve dik başlı olmaya eğilimlidir, dolayısıyla ... mekanik bir sistemin parçası olmaya o kadar az uygundur’ diyor. Bundan ötürü, bütün manüfaktür dönemi boyunca, işçiler arasında disiplin eksikliğinden şikayet edilmiştir.” (K. Marks, Kapital, 1867, İng., c. 1, s. 346-347.) Sermaye, işçileri disipline sokmak için, bilgi ve beceriyi işçilerin elinden alan makine teknolojisinden yararlanmıştır. Sermaye, endüstri devrimiyle açılan dönemde, bilimin olanaklarını seferber ederek emek sürecini parçalamaya, işçinin becerisini makineleştirmeye, böylece dik duruşlu manifaktür işçisine bağımlılıktan kurtulup emek süreci üstünde gerçek egemenliğini kurmaya başlamıştır. Bilimsel buluşların, teknolojik yeniliklerin üretimde uygulanması, bu anlamda, kapitalistlerin işçi sınıfına karşı verdikleri sınıf mücadelesinin bir aracı olmuştur. Kapitalizmin manifaktür aşamasından maşinofaktür aşamasına geçişi, dolayısıyla sermayenin işçiler üstündeki biçimsel egemenliğinin yerini sermayenin gerçek egemenliğinin alışı, on sekizinci yüzyılın sonlarındaki endüstri devrimiyle başlamış, on dokuzuncu yüzyılın sonlarındaki ikinci sanayileşme dalgasıyla hızlanmış ve yirminci yüzyılın ilk yarısında yaygınlaşmıştır. Manifaktür aşamasından maşinofaktür aşamasına geçiş, kapitalizmin kartları her yeniden dağıtışında olduğu gibi, işçi sınıfının sert direnişiyle karşılaşmıştır. 125
Yaşayan Marksizm
İngiltere’de 1790’larda başlayan, 1811-1812’de zirveye çıkan Ludist hareket, bu direnişin destansı klâsiğidir. Ludist hareket ya da makine kırıcılığı hareketinin merkezi, o zamanki İngiltere’de en çok işçiyi istihdam eden tekstil sektörüydü. Sektördeki el tezgâhlarının yerini makineler alıyor, dolayısıyla dokuma ustalarının, iplikçilerin mesleki hünerleri gereksizleşiyordu. El tezgahlarına dayalı manifaktürde baş rolü oynadıkları için sermaye karşısında dik durabilen usta işçilerin yerini, makinelerin eklentisi olarak sermayeye tamamen boyun eğen düz işçiler alıyordu. O zamanki İngiltere’de manifaktürün devralmış olduğu geleneksel üretim örgütlenmesi, geleneksel iş adabı henüz çözülmüş değildi. O zamanın işçileri, kendi emeklerine, emeklerinin ürünlerine, iş arkadaşlarına karşı günümüzdekiler kadar yabancılaşmış değildi. O zamanın yabancılaşmış faaliyeti, günümüzün yabancılaşmış faaliyeti kadar herkesi zihnen sakatlayıp esir almış değildi. Manifaktürün zanaatçıdan devşirme usta işçileri, günümüzün parça-işçileri gibi, sermayenin dayattığı iş süresinin, akort çalışmanın, üretim hedeflerinin, kredi kartlarının, banka borçlarının kıskıvrak esiri olmuş değillerdi. Manifaktür işçileri, işyerlerinde geçimlerini temin edecek kadar çalışırlar, geriye kalan zamanlarını kendileri, aileleri ve sosyal çevreleri için ayırırlardı. Makinelerin üretime girişinin paradoksal bir sonucu, emek üretkenliği olağanüstü arttığı halde, iş süresinin uzaması oldu. Çünkü sermaye, makineler sayesinde üretim süreci üstünde tam hakimiyetini kurdukça, el koyduğu artı-değer kitlesini çoğaltmak için iş süresi ve yoğunluğunu artırmaya başladı. Sermaye üretim sürecini kendi sapkın doğasına göre dönüştürdükçe, ücretler düşüyor, iş koşulları ağırlaşıyor, işgünü uzuyordu. İş ve yaşam koşulları hızla kötüleşen işçiler, bu durumu makinelerden bildiler. İşçiler, makinelerin fiziksel varlığında, işlerini ellerinden alan, üretimdeki otonomilerini ortadan kaldıran, insana düşman bir güç gördüler ve öfkelerini makinelere yönelttiler. Gerçekte öfkenin yöneltilmesi gereken, gittikçe daha da derinleşmekte olan yabancılaşmış faaliyetin kendisiydi. Gerçekte manifaktür işçilerinin otonomisini ortadan kaldıran, makinelerin fiziksel varlığı değil, fakat makine kılığına girmiş olan sermayeydi. Sermaye, o zamana kadar ancak biçimsel olarak kontrol ettiği işçileri artık makineler dolayımıyla gerçek egemenliği altına almaya başlamıştı. Tarihsel mücadelelerin niteliği, o mücadeleyi verenlerin bilincine, o mücadelenin şiarlarına bakılarak anlaşılamaz. Tarihsel mücadelelerin gerçek niteliği, üretim tarzının o dönemdeki maddi dönüşümünün ne olduğundan hareketle açıklanabilir. Makine kırıcılığı hareketi, kapitalizmin manifaktür aşamasından maşinofaktür aşamasına geçişine karşı bir direniş hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Makine kırıcılığı hareketi, manifaktür işçilerinin endüstriyel proletaryaya dönüşerek sermayeye tamamen esir olmaya karşı içgüdüsel isyanlarıdır. 126
1917 Devriminin Boğuluşu
Taylorizm Makineli üretime geçiş, işçileri fiziken makinelerin eklentisi haline getirerek, sermayenin işçiler üstünde gerçek egemenliğini kurmasının teknik temelini döşedi. Kapitalistler, makineli üretimin potansiyellerinden sonuna kadar yararlanabilmek için, işçileri sıkı disiplin altında çalıştıracak yeni kontrol yöntemleri aramaya başladılar. Amerikan kapitalizminin yetiştirdiği Frederick Taylor, bu ihtiyaca cevap olarak, 1890’larda, döneme damgasını vuran “bilimsel iş yönetimi”ni geliştirdi. Taylor’a göre, usta-çırak ilişkilerine, kişisel ilişkilere, geleneksel zanaatçı becerilerine dayalı üretim süreçlerinde işçileri gerçek anlamda kontrol etmek mümkün değildi. İşçilerin performansları üstünde tam bir kontrol kurarak emek üretkenliğini artırmak için, üretimin zihinsel yanı ile fiziksel yanını birbirinden ayırmak gerekiyordu. Nitelikli işçilere bağımlılıktan kurtulmak için, üretim bilgisi, tasarlama, plânlama gibi zihinsel işler, işçilerden koparılıp fabrika yönetimlerinde toplanmalıydı. Üretim usullerinin belirlenmesi ve üretimin örgütlenmesi üstünde işçilerin hiçbir ağırlığı kalmamalıydı. Taylor’a göre, üretim süreci niteliksiz işçiler tarafından da yapılabilecek kadar küçük parçalara bölünmeliydi. Böylece, hem nitelikli işçilerin üretimi fiilen kontrol etmelerine son verilecek, hem de ucuza çalıştırılan düz işçilerden, hep aynı iş parçacığını yaparak robotlaşacakları için, yüksek verim alınacaktı. Taylor’un teorisine göre, bir işi yapmanın tek doğru yolu vardı ve bu tek doğru yolu işçiler değil, fakat emek sürecini dışarıdan gözlemleyen bir uzman belirleyebilirdi. Çünkü işin nasıl yapılacağı işçilere bırakıldığında, işçiler kendi aralarındaki dayanışma gereği işi ağırdan almakta, böylece işin bütünsel bilgi ve becerisine sahip olmayan yönetimi kandırmaktaydılar. Gözlemci, elinde kronometre, iş sürecinin her bir parçacığının ne kadar zamanda yapıldığını ölçmeliydi. Ölçülen iş parçacıklarıyla doğrudan ilgisi olmayan bütün hareketler elenmeliydi. Böylece minimum işlemle nasıl yapılacağı standardize edilen belli bir iş parçacığının ne kadar zamanda bitirilmesi gerektiği hesaplanmalı ve tespit edilen bu normlar doğrultusunda çalışması kaydıyla işçiye parça başı ücret ödenmeliydi. Belirlenen iş kotalarının altında kalan işçinin ücretinden kesinti yapılmalı, üstüne çıkana prim verilmeliydi. Taylor’un geliştirdiği “bilimsel iş yönetimi” sistemindeki “bilimsel” lâfı, Taylor’un sanki emek faaliyetini örgütlemenin doğru yöntemlerini bulduğu izlenimini uyandırır. Oysa Taylor’un teorisi, genel-evrensel anlamda emeğin değil, fakat insana yabancılaşmış emeğin, artı-değer üretimini maksimize edecek şekilde nasıl sapkınca örgütlenmesi gerektiği üstünedir. Emek faaliyetinin doğru örgütlenmesinin en başta gelen bilimsel kriteri, üreti127
Yaşayan Marksizm
min insan ihtiyaçlarını karşılamak üzere, insana layık koşullarda, insanı geliştirici şekilde, en az enerji harcayarak ve doğayla uyum içinde yapılmasıdır. Emek faaliyetinin insanı geliştiren, insanın insan olma potansiyellerini gerçekleyen bir süreç haline gelmesi için, doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşullarının birliğinin sağlanması, böylece emeğin insana geri döndürülmesi, yani emeğin komünal doğasına kavuşturulması gerekir. Emek faaliyetinin komünal doğasına kavuşması, üretimi komünlerin yönetmesi demektir. Sahiden insana ait olan emek, yani komünal emek Taylor’un ufkuna girmez. Taylor’un aklının erdiği tek emek tarzı, emekçinin emeğin maddi koşullarından koparıldığı akıl dışı emek tarzıdır, yani yabancılaşmış emektir. Taylor, gerçekte akla uygun olmayan yabancılaşmış emek faaliyetinin sermayenin aklına uygun olarak nasıl örgütleneceğinin teorisini yapmıştır. Taylor, işçileri sermayenin tam tahakkümü altına alacak şekilde disipline etmenin “bilimsel” çalışmasını yapmıştır. Gastev’in makine fetişizmi Devrimci dönüşüm dönemleri, süreci geri devşirmeye çalışan eğilimler ile ileri çekmeye çalışan eğilimlerin birbirlerinden kolayca ayırt edilemediği karmaşa dönemleridir. Böylesi dönemlerde, geçmişten devralınan ekonomik, toplumsal sürekler, farklı farklı çıkarlar, zamanın muteber ideolojisinin meşrulaştırıcı dilini kullanarak önlerini açmaya çalışırlar. Dönüşüm dönemlerine damgasını vuran söylemler, çoğu durumda, tarihin o döneminde gerçekte ne olduğunu değil, fakat dönemin aktörlerinin içinde yaşadıkları dönüşümü ne gibi ideolojik formlarda algılayıp ifade ettiklerini gösterir. Onun için ele alınan dönemin kendisi hakkındaki bilincine, siyasal aktörlerin kullandığı retoriğe değil, fakat o bilinç ve retorikte şifrelenen gerçekliğe bakmak gerekir. Toplumsal altüst oluş dönemlerinde öne çıkan siyasal aktörlerin, sürecin çeşitli momentlerinde farklı farklı görüşleri savunmaları bu karmaşık dönüşüm dönemlerinin doğası gereğidir. Devrimin hercümerci içinde deneme-yanılmalar olur, pratiğin öğreticiliğiyle fikirlerin değişmesi, gelişmesi, tutumların netleşmesi olur. Netice itibarıyla siyasettir, dolayısıyla, siyasal zorunluluklara göre uzlaşmalar, saf değiştirmeler, “hidayete ermeler” de olur. Bolşevik kadrolar ve devrimin öteki kadroları arasında bunlar çokca yaşanmıştır. Belli momentlerde, belli tutum alışlarda, belli saflarda olan siyasal aktörler başka momentlerde, başka tutumlarda, başka gruplaşmalar içinde görülmüştür. Gastev’i dönemin öteki aktörlerinden farklı kılan, savunduğu Taylorcu çizgiyi mantıksal sonuçlarına kadar tutarlılıkla sürdürmüş olmasıydı. Gastev’in savunduğu Taylorcu görüşlerin şüphesiz ki gerçek yaşamda karşılığı vardı. Çarlık, on dokuzuncu yüzyıldan sarkan geç sanayileşme sürecinin sorunlarını aşamadan yıkılmıştı. Gastev, Taylor felsefesini yeni rejimin diline uyarlayarak, aslında, eski 128
1917 Devriminin Boğuluşu
rejimin çöküşüyle tökezlemiş olan sanayileşme sürecini ayağa kaldırmanın modernist argümanlarını sağladı. Gastev’e göre, çağın örgütleyici iradesi, insanlarda değil, fakat makinelerdeydi. Çağdaş toplum, makinelerin iradesine göre örgütlenmeliydi. Gastev bu görüşlerini şöyle ifade etti: “Aletlerin (makinelerin - YZ) ve toplumsal otomasyonun her yere nüfuz eden örgütleyici iktidarının karakterize ettiği çağda, aralıksız hareketiyle, hergün sürekli yeniden doğan örgütlenmesiyle modern fabrika yapısı, kültürün ve modern psikolojinin tamamen yeniden yapılanması için gereken araçları sağlamaktadır... “Kitlesel üretim, uzmanlaşma, otomasyon, etkili iş plânlaması, üretim sürecinin sürekli akışı ve eşzamanlılığı gibi fabrikada yapılan örgütsel devrim, modern makineleri ve bilhassa makine komplekslerini yarattı. Bu makine ve makine komplekslerinin kendi hissiyat, iş idaresi, dinlenme yasaları var. Bu yasalar, bireylerin yaşam ritmleriyle ve sosyal organizmayla koordinasyon içinde değildir, fakat onları fiilen belirlemektedir... Makineler ve makine kompleksleri, bireylerin iradesinden bağımsız olarak kendi uyumlu yasalarını ve normlarını yaratmaktadır.” (Aktaran: D. R. Shearer, Aleksey Gastev, Russian Modernism and the Proletarian Cultural Tradition, s. 71-72., http://etd.ohiolink.edu/send-pdf.cgi/Shearer%20 David%20Randall.pdf?acc_num=osu1145455042) “Modern çağda toplumsal iş yönetiminin makinelere adapte olma işlevi taşıması gerektiğini ne kadar vurgulasak azdır. Bu nedenle beyan ediyoruz ki, modern makineli üretim ve örgütlenme çağında toplumsal üretim araçları artık insan emeğinin eklentisi değildir. İnsan artık makinelerin efendisi değildir. Aksine, toplumsal emek, makinelerin ‘altında’, makinelerin mekanik yasalarının ve teknolojik işleyiş alanın uzantısı olarak yer alır.” (ibid. s. 73.) Gastev’e göre makineler, bireylerin iradelerinden bağımsız olarak, kendi yasa ve normlarını yaratmaktadır. Bu yasa ve normlar, “bireylerin yaşam ritmleri”ni ve “sosyal organizma”yı fiilen belirlemektedir. Gastev’in makinelere atfettiği toplumsal yaşamı düzenleyici irade, gerçekte sermayenin iradesidir. Fetişist ilişkiler dünyasında, parada, sermayede insanları tahakküm altına alan fiili bir toplumsal iktidar vardır. Bu fiili toplumsal iktidarı doğuran, insanların içinde sürüklendikleri yabancılaşmış faaliyettir. Yabancılaşmış faaliyet odur ki, insanların kendi faaliyetleri insanların kontrolü dışına çıkarak para, sermaye kılığına bürünmekte ve dönüp insanlar üstünde tahakküm kurmaktadır. Fetişist ilişkiler dünyasında kendisini kaybetmiş olan zihin, paradaki, sermayedeki fiili toplumsal iktidarın kaynağına nüfuz edemez. Sermayenin toplumsal iktidarı, aslında, vahşileşerek insanların iradesi dışına çıkan kendi faaliyetlerinin yarattığı sapkın toplumsal iktidardan başka bir şey değildir. Yabancılaşmış, vahşileşmiş faaliyeti pozitifinden okuyan zihin, insana aykırı ilişkilerde tecelli eden toplumsal iktidarı doğanın bir verisiymiş gibi algılar. Gastev’e göre, işçi sınıfının 129
Yaşayan Marksizm
kendisini, makinelerde tecelli eden bu toplumsal iktidara göre hizalaması çağın karşı konulamaz bir gereğidir. İşçileri makinelerin eklentisi olarak vazeden koşular, işçileri nesne derekesine düşüren yabancılaşmış emek koşullarıdır. Bu insana aykırı koşulları modern çağın gereğidir diye onaylayan zihniyet, çağını pozitifinden, yani eleştirel olmayan tarzda algılayan zihniyettir. İşçileri makinelerin eklentisi olarak vazeden koşulları, karşı çıkılamaz bir zorunlulukmuşçasına kabullenen zihniyetin yabancılaşmış emeğe karşı pratik eleştiriye, yani çağı dönüştürücü mücadeleye ilham vermesi mümkün değildir. Çağın gereği, nereden bakıldığına göre farklı görünür. İşçi sınıfı açısından çağın gereği, yabancılaşmış faaliyetin pratik eleştirisini yaparak kurtuluşa giden yolu açmanın mücadelesini vermektir. İşçi sınıfının kurtuluş mücadelesi, doğrudan üreticileri makinelerin, sermayenin kölesi kılan yabancılaşmış emeği inkâr ettiği ölçüde, böylece işçi sınıfı öznelliğini geliştirdiği ölçüde kurtuluş mücadelesi olmaya devam eder. İşçi sınıfının kendisine dayatılan koşullara karşı her direnişi, o direnişi ne gibi ideolojik formlarla algılayıp yürütüyor olursa olsun, yabancılaşmış emeği inkâr mücadelesine açılır. İşçiler bu mücadele içinde kendilerindeki potansiyel dönüştürücü öznelliğin farkına varırlar. Yabancılaşmış faaliyeti inkâr mücadelesi, o mücadeleyi yürütenlerin zihnine akarak kendi bilincini, kendi kültürünü yaratır. İşçiler ancak bu mücadele sayesinde kendilerini ve içinde bulundukları koşulları değiştirerek “nesne” olmaktan kurtulup kolektif özne olmaya doğru ilerleyebilirler. İşçiler ancak kolektif özne olabildikleri ölçüde, kendi kaderlerini kendi ellerine alabilir, yani toplumsal yaşamı düzenleyici komünal bir irade ortaya çıkarabilirler. Gastev, makinelere vurgundu, sanayileşme hummasına tutulmuştu. Hummanın ateşiyle zihni öylesine hasar görmüştü ki, 24 Mayıs - 4 Haziran 1918 tarihinde toplanan Birinci Rusya Halk Ekonomik Konseyler Kongresi’nde yaptığı konuşmada, işçi sınıfının yukarıdan dayatılan üretim normlarına karşı direnişine “sabotaj” diyebilmişti: “Doğrusunu söylemek gerekirse, muazzam boyutlara ulaşan bir sabotajla karşı karşıyayız. Ne zaman ki korkmuş bir burjuvayı sabotajcı gibi önüme getirip burjuva sabotajdan söz ediyorlar, gülesim geliyor. Ülke çapında, yaygın, proleter bir sabotaj var karşımızda. Ne zaman işçilere üretim ‘normları’nı empoze etmeye kalkışsak, işçi yığınlarının muazzam direnişiyle karşılaşıyoruz.” (Aktaran: S. N. Prokopoviç, SSCB’nin Ekonomik Tarihi, Fr., s. 270.) Sermayenin soyut toplumsal iktidarı adeta Gastev’de ete kemiğe bürünmüş, sermayenin pratik eleştirisini yapan işçi sınıfına karşı ateş püskürüyor. 130
1917 Devriminin Boğuluşu
İktidardan önce iktidardan sonra Lenin, devrimden önceki yıllarda, Taylor sistemini “ağır çalıştırmanın ‘bilimsel’ sistemi” olarak adlandırmıştı: “Taylor, sistemini ‘bilimsel’ başlığı altında tanımlıyor... Bu ‘bilimsel’ sistem nedir? Bu sistemin amacı, aynı uzunluktaki işgününde işçiden üç misli daha fazla emek sıkıp çıkarmaktır. En dayanıklı ve en becerili işçi işe sürülüyor, saniyeleri, saliseleri ölçen özel bir saatle her bir işlem ve her bir hareket için harcanan süre tespit ediliyor, en ekonomik ve en etkili çalışma yöntemi geliştiriliyor... “Sonuçta, dokuz ya da on saatlik aynı işgününde, işçinin bütün gücünü acımasızca tüketerek ondan üç misli daha fazla emek sıkıp çıkarıyorlar. Ücretli kölenin ruhsal ve fiziksel enerjisinin her bir damlasını üç misli daha hızla emiyorlar. Ya işçi genç yaşta ölürse? Eh, fabrikanın kapısında bekleyen pek çok başka işçi var! “Kapitalist toplumda bilim ve teknolojide ilerleme ağır çalıştırma sanatında ilerleme demektir.” (V. İ. Lenin, “Ağır Çalıştırmanın ‘Bilimsel’ Sistemi”, 13 Mart 1913, Toplu Yapıtlar, İng., c. 18, s. 594-595.) Bolşevik sendika liderlerinden Mikhail Tomski’ye göre, iktidar alındıktan sonra Gastev Lenin’i kendi görüşleri doğrultusunda etkilemiştir: “Tomski’ye göre, 1917 ve 1918’de Metal İşçileri Sendikası sekreteri olan Gastev, Lenin de dahil olmak üzere parti görevlilerini, sendikacı arkadaşlarını, enkaz halindeki Sovyet ekonomisinde emek üretkenliğini artırmak için parça başı ücrete geçmeye ikna etmede baş rolü oynamıştır.” (D. R. Shearer, “Aleksey Gastev, Russian Modernizm and the Proletarian Cultural Tradition”, s. 20., http://etd.ohiolink.edu/send-pdf.cgi/Shearer%20David%20Randall.pdf?acc_ num=osu1145455042) Gastev’in etkisiyle ya da değil, aşağıdakiler Lenin’in iktidara geldikten sonraki kendi sözleridir: “Parça başı çalışmayı gündeme almalı, bunu uygulamalı ve pratikte test etmeliyiz. Taylor sistemindeki bilimsel ve ilerici olan her şeyi uygulama meselesini öne çıkarmalıyız. Ücretleri, üretilen malların toplam miktarına ... tekabül eder hale getirmeliyiz. “İleri ülkelerdeki halklara kıyasla Rus kötü bir işçidir. Çarlık rejimi altında ve serflik kalıntılarının inatla sürmesine bakarak başka türlü de olamazdı. Sovyet hükümeti, çalışmayı öğrenme görevini bütün kapsamıyla halkın önüne koymalıdır. Kapitalizmin bu alandaki son sözü olan Taylor sistemi, bütün kapitalist ilerlemeler gibi, çalışma sırasındaki mekanik hareketlerin analizi, gereksiz hareketlerin elenmesi, çalışmanın doğru yöntemlerinin belirlenmesi, en iyi muhasebe ve kontrol sisteminin uygulanması vb. alanındaki en büyük bilimsel kazanımlar ile burjuva sömürünün katışıksız vahşetinin bir bileşimidir. Sovyet Cumhuriyeti, her ne pahasına olursa olsun, bilim ve teknolojinin bu alandaki bütün değerli 131
Yaşayan Marksizm
kazanımlarına sahip çıkmalıdır.” (V. İ. Lenin, “Sovyet Hükümetinin Acil Görevleri”, Mart - Nisan 1918, Toplu Yapıtlar, İng., c. 27, s. 258-259.) Alıntıya göre, Çarlık zamanında kapitalizmin yeterince gelişmemiş oluşundan ötürü, “Rus kötü bir işçidir”. O halde, eski rejimin eksik bıraktığını, Sovyet hükümeti tamamlamalıdır. Sovyet hükümeti, işçilere nasıl çalışması gerektiğini öğretmelidir. Bu mantık yürütme tarzı, işçi sınıfına dışarıdan bakan, işçi sınıfına biçimlendirilecek bir nesne muamelesi yapan, yani düşünen özne ile üstünde düşünülen nesnenin birbirinden ayrılığına dayanan sosyolojik düşünme tarzıdır. Bu tarz, çağın pozitif gereklilikleri açısından analiz ettiği sosyolojik durumdan, işçiyi “adam etme” vazifesi çıkaran toplum mühendisliği tarzıdır. Alıntıya göre, Taylor sistemi çalışmayı öğrenme alanında kapitalizmin son sözüdür. “Çalışmanın doğru yöntemlerinin belirlenmesi, en iyi muhasebe ve kontrol sisteminin uygulanması”, Taylor sisteminin “iyi” yanıdır. Bu “bilimsel” kazanımlar ile “burjuva sömürünün katışıksız vahşetini” birleştirmiş olması, Taylor sisteminin “kötü” yanıdır. Ancak, kötüyü atıp iyiyi almak mümkündür. Bilim ve teknoloji kültü, geri kalmışlıktan kurtulmaya çalışan toplumların modernleşme heveslisi entelijensiyasında yaygındır. Batı’ya bir yandan haset eden, öte yandan da içten içe hayranlık besleyen şark aydınları, bilim ve teknolojiyi onu yaratan insan faaliyetinin bütününden kopararak, uzanılıp alınabilecek bir şeymiş gibi takdim etmiştir. “Batı’nın iyi yanlarını alalım” kolaycılığı, bu takdimin mantıksal sonucudur. Bu ucuz formül, araçlar ve yöntemler ile o araç ve yöntemlerin içerdiği amaçların organik bütünlüğünü görmeyen seçmeci algılamaya dayanır. Taylor, alıntının iddia ettiği gibi “çalışmanın doğru yöntemlerini” değil, fakat işçilerin öznelliğini ezen, böylece işçileri sermayeye tamamen esir eden çalıştırma düzeninin “doğru” yöntemlerini bulmuştur. Bu anlamda, Taylor sisteminde yöntem ve amaç bütünlüğü vardır, bunlar birbirinden koparılamazdır. Çalışmanın doğru yöntemi işte budur diye Taylor sistemini ithal eden zihniyet, aslında, işçi sınıfını yabancı bir iradenin kontrolü altında ruhsuzlaştıran, yabancılaşmayı derinleştiren çalıştırma sistemini ithal etmiştir. Bir zamanların Sovyetler Birliği, çağdaşı Batı ülkelerinde görülenlerden farklı bir emek örgütlenmesini ortaya koyamamıştır. Çünkü, işçiye dışsal emek örgütlenmesinin pratik eleştirisinden hareketle komünal emek örgütlenmesine doğru gidişi örecek olan işçi kontrolü mücadelesi daha baştan bastırılmıştır. Ekim devriminden sonra sanayiin yönetimi, adım adım devletin atadığı direktörlerin eline geçmiştir. “Reel sosyalizm”i aklamakla işlevli takma aklın imalatçıları, “kapitalizmin iyi yanlarını alalım” mealindeki kaygan söylemi, sermayenin soyut toplumsal iktidarını hayata geçiren ekonomi bürokrasisini meşrulaştırmak için kullanmışlardır. 132
1917 Devriminin Boğuluşu
“İşçi sınıfına karşı kalkan sopa” Her tarihsel devrimci momentte mücadelenin önünü açacak en uygun pratik çözüm, toplum mühendisliği kurmaylarının zihninden değil, fakat yığınların yaratıcı pratiğinden fışkırır. İşçi sınıfının eleştirel, devrimci, kurucu mücadelesi, her tarihsel devrimci momentte ortaya çıkan farklı çözüm önerilerini pratiğin diliyle tartışarak kendi yolunu kendisi açar. Örneğin, 1918 Rusya’sındaki tarihsel koşullarda, sanayiin toparlanması için kabaca iki yol haritası ileri sürülmüştü. Birincisi, yukarıdan sosyalizm çizgisinin savunduğu, işletmelerde Taylor sistemine ve “tek adam” diktatörlüğüne geçişti. İkincisi ise, işçi kontrolü mücadelesinin kısmen yaşama geçirmekte olduğu üzere, işletmelerin “yerel ekonomik konseylerin kontrol ve liderliği altındaki, işçilerden ve teknik personelden oluşacak karma kurullar” tarafından yönetilmesiydi. “Reel sosyalizm”in kendisini aklamak için servis ettiği resmi tarihe göre, devrimden sonra sanayi üretimini ayağa kaldırabilmek için işçilere Taylorcu disiplinin dayatılması zorunluydu, başkaca bir çözüm yolu yoktu. Oysa, işçilere Taylorcu disiplinin dayatılması, sadece, yabancılaşmış faaliyeti olumlayan pozitif güzergâhın sınırları dahilindeki bir zorunluluktu. Yabancılaşmış faaliyeti inkâr mücadelesinin açmakta olduğu negatif güzergâh ise farklı perspektifler sunmaktaydı. Örneğin, Bolşevik partideki sol kanat, hazırladığı “Şimdiki Durum Üstüne Tezler” başlıklı manifestoda, Taylorcu dayatmayı eleştirmiş ve farklı çözüm önerileri ileri sürmüştü. Şimdiki Durum Üstüne Tezler, sol kanadı destekleyen haftalık Komünist dergisinde 20 Nisan 1918’de yayımlandı. Tezlere göre, bürokratik merkezileşmeye, komiserler yönetimine, yerel sovyetlerin bağımsızlığının ellerinden alınmasına ve aşağıdan yönetilen devlet-komünü tipinin reddine doğru bir gidiş vardı. Tezler, parça başı ücrete, işgününün uzatılmasına, fazla mesaiye karşı çıkıyor ve üretimde işçi kontrolünün sağlanmasını savunuyordu: “Üretimde kapitalist yönetimin geri getirilmesiyle sağlanacak çalışma disiplini, emek üretkenliğini aslında artırmaz, fakat proletaryanın sınıf otonomisini, faaliyetini ve örgütlenme düzeyini düşürür. İşçi sınıfını köleleştirmekle tehdit eder ve proletaryanın hem geri kesimlerinde hem de öncüsünde hoşnutsuzluğa yol açar. İşçi sınıfı ‘kapitalist ve sabotörler’e karşı keskin sınıf öfkesi içindeyken, komünist partisi bu sistemi başarıya ulaştırmak uğruna işçilere karşı küçük burjuvazinin desteğini almak durumunda kalacağı için proletarya partisi olarak kendisini bitirecektir... “İşletmelerin kontrolü, yerel ekonomik konseylerin kontrol ve liderliği altındaki, işçilerden ve teknik personelden oluşacak karma kurullara verilmelidir. Bütün ekonomik hayat, ... işçilerin seçtiği bu konseylerin organize etkisine tabi kılınmalıdır.” (The ‘Left’ Communists’ Theses on the Current Situation, http://libcom. org/library/theses-left-communists-russia-1918) 133
Yaşayan Marksizm
Sol kanadın liderlerinden Osinski’ye göre, Taylorcu dayatma işçiler arasındaki dayanışmayı çökertecek ve işçileri bireysel işgücü satıcıları olarak birbirleriyle rekabete düşürecekti. Osinski’ye göre, “işçiler bir günde mümkün olduğunca çok para kazanmaya teşvik ediliyor ve öteki şeyler için ne zamanları ne de ilgileri kalıyor”du. İşçilere Taylorcu disiplinin dayatılması, işçilerin fiziksel olarak yorgun düşmesine, sınıfın bir bütün olarak pasifleşmesine ve iş dışındaki toplumsal görevlere karşı duyarsızlığa yol açmaktaydı. (Aktaran: Carmen Sirianni, İşçi Kontrolü ve Sosyalist Demokrasi, İng., s. 143.) Osinski, çalışma disiplininin geliştirilmesine değil, fakat çalışma disiplinini geliştirme adına kapitalist yöntemlere başvurulmasına karşıydı. Osinski’ye göre, işçilerin uyması gereken üretim normları demokratik biçimde kurulacak olan halk ekonomi konseyleri tarafından belirlenmeliydi. Konseylerin belirlediği üretim normlarına uymayan işçilerle çalışma arkadaşları ve yoldaşlık mahkemeleri ilgilenmeliydi. Ayrıca işsizliğin alabildiğine arttığı bir ortamda işgününü uzatmak saçmaydı, tam tersine, herkese iş bulmak için işgünü kısaltılmalıydı. Osinski, Komünist’in ikinci sayısında, işçi sınıfına karşı kalkan sopa ile devlet kapitalizmini ilişkilendirerek, gidişata dair uyarıda bulundu: “Proleter toplumun, sanayi kaptanlarının fermanlarıyla değil, fakat işçilerin kendi sınıf yaratıcılığıyla inşa edilmesini savunuyoruz... Eğer proletaryanın kendisi emeğin sosyalist örgütlenmesi için gerekli ön koşulları nasıl yaratacağını bilmiyorsa, kimse işçi sınıfı için bunu yapamaz ve kimse işçi sınıfını bunu yapmaya zorlayamaz. Eğer sopa işçi sınıfına karşı kalkarsa, kalkan sopa ya başka bir toplumsal sınıfın etkisi altındaki toplumsal gücün elindedir ya da sovyet iktidarının elindedir. Eğer bu sopa sovyet iktidarının elinde olursa, o zaman sovyet iktidarı işçiler aleyhine başka bir sınıftan (mesela köylülerden) destek almak zorunda kalacaktır ve böylece proletarya diktatörlüğü olarak kendi kendisini yok edecektir. Sosyalizm ve emeğin sosyalist örgütlenmesi ya proletaryanın kendisi tarafından kurulacaktır ya da hiç kurulmayacak, onun yerine başka bir şey, yani devlet kapitalizmi kurulacaktır.” (Aktaran: Maurice Brinton, The Bolsheviks and Workers’ Control, http://libcom.org/library/bolsheviks-workers-control-solidarity-1918) İkili toplumsal iktidar döneminde sermayenin toplumsal iktidarı ile sermayeyi inkâr mücadelesinden doğan karşı toplumsal iktidarın birbirlerine karşı sopa kaldırması, dönemin doğası gereğidir. Hiç kuşkusuz, değerin, paranın, sermayenin soyut toplumsal iktidarına, kısacası değer yasasının tahakkümüne son verilmesi için gereken maddi koşulların yaratılması uzun bir tarihsel döneme yayılacaktır. Bu tarihsel geçiş dönemi içinde, maddi koşulların yeterince gelişmemişliğini dikkate alan ama yığınsal inisiyatifin karşı-iktidarı örmesinin önünü kesmeyen ve aşağıdan baskıyla sürekli dönüşmeye zorlanan bir dizi dinamik uzlaşı biçimlerinin ortaya çıkması doğaldır. Ancak, yukarıdan sosyalizm çizgisinin işçi sınıfına Taylor sistemini dayatma si134
1917 Devriminin Boğuluşu
yasetini bu çerçevedeki bir uzlaşı olarak mütalaa etmek mümkün değildir. Çünkü hükümet, bir yandan Taylor sistemini dayatırken, öte yandan işçi sınıfının fabrika sisteminin pratik eleştirisi yoluyla karşı-iktidarı örmesini engellemiştir. Hükümetin devlet sopasıyla Taylor sistemini dayatmasının pratik sonucu, fabrikalarda işçi sınıfını sorgusuz sualsiz itaat altına almak olmuştur: “Diktatöryel güçler verilmiş, Sovyet kurumları tarafından seçilmiş ya da atanmış diktatörlerin, Sovyet direktörlerinin tek adam kararlarına iş sırasında sorgusuz sualsiz itaat...” (V. İ. Lenin, “Sovyet Hükümetinin Acil Görevleri Üstüne Altı Tez”, 30 Nisan - 3 Mayıs 1918, Toplu Yapıtlar, İng., c. 27, s. 316.) İşçi sınıfı açısından, kendi otonom mücadelesi içinde oluşturduğu ve her an için geri çağrılabilir fabrika komitelerinin onayından geçmiş iş yöneticilerine itaat etmek başka şeydir, tepeden inme diktatörlere sorgusuz sualsiz itaat etmek başka şeydir. Taylor disiplinini, tepeden inme diktatörlere sorgusuz sualsiz itaati dayatan sopa, gerçekte, sermayenin, değer yasasının hükmünü icra eden sopa işlevi görmüştür. Fabrika komitelerini likide etme, fabrikalara diktatörler atama, böylece işçi sınıfını sorgusuz sualsiz itaat konumlarına geriletme sürecinin bir parçası olarak sendika temsilciliği seçimleri de devletin vesayetine bağlandı. 16 - 25 Ocak 1919 tarihli İkinci Rusya Sendikalar Kongresi’nde konuşan Perkin adlı delege, bu durumu şöyle protesto etti: “Eğer bir sendika toplantısında bir kişiyi komiser olarak seçmişsek, -yani işçi sınıfının bu konuda iradesini ifade etmesine müsaade edilmişse- o kişinin bizim komiserimiz olacağını, komiserlikte bizim çıkarlarımızı temsil etmesine müsaade edileceğini düşünürsünüz. Fakat hayır. Kendi irademizi -işçi sınıfının iradesini- ifade etmiş olmamıza rağmen, seçtiğimiz komiserin otoriteler tarafından onaylanması gerekmektedir... Bu, proletaryayı maskara yerine koymak demektir. Proletaryaya temsilcilerini seçme hakkı tanınıyor, fakat devlet iktidarı seçimleri geçerli sayıp saymama hakkına dayanarak, temsilcilerimize istediği muameleyi yapıyor.” (Aktaran: Maurice Brinton, The Bolsheviks and Workers’ Control, http://libcom.org/library/bolsheviks-workers-control-solidarity-1919) İşçi otonomisinin ezilmesine, siyasal çok sesliliğin susturulması eşlik etti. İktidar partisi dışındaki devrimci parti ve örgütlerin üstüne Çeka salındı. İktidar partisi içindeki muhalif eğilimler baskı altına alındı. Örneğin Komünist dergisi Mayıs 1918’deki dördüncü sayısından sonra çıkamadı. En nihayet 1921’deki 10. Kongre’de parti içi muhalefet yasaklandı. Devrimin ilk yılında üç ayda bir toplanan Rusya Sovyetler Kongresi, daha sonra yılda bir toplanır oldu. Sovyet Merkez Yürütme Komitesi, güya yüksek yasama organı sayılıyordu. Ama Sovyet Merkez Yürütme Komitesi bu işlevi hiçbir zaman gerçek anlamda hayata geçiremedi. Hükümetin ilk yılda çıkardığı 480 kararnamenin sadece 68 tanesi Sovyet Merkez Yürütme Komitesi’ne sunuldu. İç sava135
Yaşayan Marksizm
şın sonuna doğru Sovyet Merkez Yürütme Komitesi artık hükümetin çıkardığı kararnameleri ilân eden sembolik bir makam haline gelmişti. (Aktaran: Carmen Sirianni, İşçi Kontrolü ve Sosyalist Demokrasi, İng., s. 203 - 204.) Böylece, işçi sınıfının, kır emekçilerinin kazandığı toplumsal iktidar mevzileri adım adım düşürüldü. Sovyetler, fabrika komiteleri, doğrudan demokrasi organları işlevsizleştirildi. Sendikalar, kitle örgütleri, parti üst yönetiminin kararlarını işçi sınıfına, emekçi halka dikte etmenin “volan kayışları”na dönüştürüldü. Parti ile devlet iç içe geçti, tek parti rejimi kuruldu. Tarih, Radek’in Komünist’in ilk sayısında yaptığı şu uyarıyı haklı çıkarır bir seyir izledi: “Eğer Rus devrimi burjuva karşı-devrimin şiddetiyle çökerse, bir anka kuşu gibi küllerinden yeniden doğar. Ancak, eğer Rus devrimi sosyalist karakterini kaybederek çalışan yığınları hayal kırıklığına uğratırsa, bu darbenin yol açacağı sonuçlar Rus ve uluslararası devrimin geleceği için on misli daha kötü olur.” (Aktaran: Maurice Brinton, The Bolsheviks and Workers’ Control, http://libcom.org/ library/bolsheviks-workers-control-solidarity-1918)
136