MERHABA
Siyaset egemen güçler arasındaki bildik çatışmalarla sürüyor. İki kutbun birbirlerine dönük tasfiye çabaları, sistemin tüm kirliliklerini de ortaya saçarak devam ediyor. Sol ise yaşadığı zihin kapanmasının etkisi altında, var olan ikilemleri aşacak, etkili bir iradeyi ortaya çıkarabilmiş değil. Kuşkusuz böylesi bir iradenin ortaya çıkarılması yönünde çalışmalar var. Kapitalizmin neo-liberal yeni düzenine karşı muhalefeti örgütleme derdinde olanlar, geçtiğimiz aylarda sokakları doldurarak, kendisinden epeyce söz ettirdi. Sağlık ve sosyal güvenlik hakkı için emekçilerin yürüttüğü mücadele uzun yıllar sonra, emekçilerin birlikte hareket etme beceresini göstermesi anlamında önemliydi. Bununla birlikte AKP'den hoşnut olmayan kitlelere de bir başka seçenek sunarak, sokağı işaret etti. 1 Mayıs her anlamda AKP'nin gerçek yüzünü bir kez daha ortaya koydu. AKP, iktidar ve sermaye gücünü kullanarak, yukarıdan aşağıya oluşturduğu baskı ile kendisine karşı olan her tür muhalefeti yok etmek ve sindirmek için, bütün baskıcı faşizan yöntemleri uyguluyor. Liberaller ve İslamcıların bu ittifakı içerisinde, sol değerlerin tamamı aşındırmaya yok edilmeye çalışılarak, AKP'nin sol versiyonunun fikri yapısının oluşturulmasına dönük sistemli ve örgütü bir çabada hem dışardan hem de sol içinden yürütülüyor. Devletin mevcut baskıcı-otoriter yapısını, liberal demokrasi programı doğrultusunda aşmaya, küreselleşmeyi düzenleyerek sistemin reforme edilmesine dönük bu çizgi mücadelesini Kemalizme karşıtlık temeline kurmuş durumda. Bunu yaparken aynı zamanda, anti-emperyalist bağımsızlıkçı, düşüncenin kendisini de Kemalizm ve cuntacılık ile özdeşleştirerek etkisizleştirmek peşindedir. Taraf Gazetesi'nin Deniz Gezmiş ile ilgili olarak 'Ergenekon ve cuntacılık' değerlendirmesi bu çabanın en somut ve ahlaksız örneğidir. Emperyalizm ve anti-emperyalizm konusunda bir tartışmayı geçen
sayımızda başlatmıştık. Bu sayımızda solun tarihi ile ilgili olarak ortaya atılan bütün bu iddialara da yanıt verecek nitelikte bir tartışmayı yayınlıyoruz. Toplumsal Araştırmalar Kültür ve Sanat İçin Vakıf (TAKSAV) tarafından düzenlenen, 'Türkiye'nin Toplumsal Gelişim Süreci Bugünün Sorunları ve Sol' sempozyumunda yer alan, Türkiye solunun geçmişten bugüne gelişim seyrine, ayrılıklarına ve teorik alt yapısına dair tartışmanın tam metnini yayınlıyoruz. Türkiye solunun bugüne uzanan ayrışmalarına 60'lı yıllar kaynaklık eder. Solun üzerinde geliştiği esas çizgiler ve ayrışmalar bu dönemde yaşanmıştır. Bu tartışmanın geçmişi de bugünü de anlamak açısından önemli olduğunu düşünüyoruz. 68. 40. yılında herkesin kendi durduğu yerden yaptığı popüler bir tartışma konusu. Sarkozy' “Artık 68 sayfasını kapatmak lazım, bu ideolojiyi mezara gömmek için bana oy verin” çağrılarını yapıyordu, benzer şekilde birileri de çıkıp solun yenilenmesi adına bu sözleri tekrarlayıp duruyor. Elbet herkes tarihe bugün durduğu yerden bakar, öyle anlar. O yüzden kimisi için bu mezara gömülmesi gereken bir tarih iken kimisi için de mücadeleye hayat veren ve devrime çağıran bir ses olmaya devam edecektir. *** Bu sayımızda ayrıca '21. Yüzyılda Din' sorunu hakkında bir dosya hazırladık. Dergimizin 3. sayısında 'Siyasal İslam ve Sol' başlığı ile son dönemde sol içerisinde siyasal İslam konusundaki tavır farklılıklarını ele almıştık. Bu tartışmanın da devamı olarak, çağımızda dinin dönüşünü ve Türkiye'deki etkileri üzerinde durduk. Siyasal İslamın çağımızdaki görünümlerini ve insanlar üzerindeki etkilerini anlamak, ona karşı mücadele edebilmek açısından önem taşıyor. Bu tartışma önümüzdeki dönemde de bizi oldukça fazla meşgul edecekmiş gibi görünüyor. Çünkü çağımızda din ve siyasal İslam, bugün tartışmanın öznesi durumunda olan AKP'den öte bir gerçeklik olarak, hayatımızı kuşatmakta ve değiştirmektedir. *** Önümüzdeki dönemde ayrıca Yeniden Devrim yayınları olarak, kitap hazırlıkları içerisinde olduğumuzu da bu sayımızla birlikte haber vermiş olalım. Önümüzdeki ay içerisinde çıkmak üzere, Mahir Çayan'ın Toplu Yazılar, Devrimci Yol Savunması ve İnönü Alpat'ın Popüler Türkiye Solu Sözlüğü kitaplarını hazırlıyoruz. Aynı zamanda 'Unutulmasınlar Diye' albümünün de genişletilmiş yeni basımı için çalışmalarımız sürüyor. Bunun için elbette bilgi ve belgelere ihtiyacımız var. Yeniden Devrim sitesi yayın hayatına başladı. Sitenin güncel haber ve
yorumlarla birlikte, g yayınlarımızın arşivinin kurulması çalışmalarını da sürdürüyoruz. Yaz boyuncu bu çalışmaları tamamlayarak, Eylül başında bugüne kadarki bütün belgelerimizi içerecek şekilde sitemizi hazırlamış olacağız. *** Bu sayımızla birlikte, 68 dosyasına ek olarak Devrim Türküleri CD'sini veriyoruz. Albüm, Sevinç Eratalay'ın, Kızıldere anmasında söylediği devrim türkülerinin kayıtlarından oluşuyor. Albümün hazırlanması için büyük çaba gösteren ve emek veren Sevinç Eratalay'a teşekkür ediyoruz. Hafazasız toplumlar mücadele edemezler, hafazasız bir solda ayakta duramaz. Devrim türküleri o hafızayı ve duyguyu hep taze ve diri tutarak kuşaklardan kuşaklara aktardı. Bu albümde bu çabanın bir ürünü. Albümün içerisinde yer alan Dev-Genç Marşı, ODTÜ stadyumuna 'Devrim' yazıldığı sırada söyleniyor. 'ODTÜ yürüyor gelenek sürüyor' sloganlarının atıldığı o gün iki arkadaşımızın günlüğüne şöyle düşüyordu, “ODTÜ şenliklerindeydik. Mumlarla Devrim yazdık. Sevinç Eratalay'ı dinledik. Yumruklu Yıldız bayrağı açtık'. Bu yazdıklarından dolayı şimdi cezaevinde olan arkadaşlarımıza yıldızlı selamlar gönderiyoruz, 68'in en taze izlerini sürmeye ve devrimci değerleri savunmaya devam edeceğiz. Sokaklara bu ışığı yeniden düşürmek umudu ve inancıyla, Sevgi ve dostlukla
HER YERDE HEP BİRLİKTE YENİDEN DEVRİM
KESK VE TMMOB KONGRELERİ
ZAAFLARI KÜÇÜLTMEK, MÜCADELEYİ BÜYÜTMEK… 2008 Baharı emek ve meslek örgütlerinin kongrelerinin tamamlanması ile kah puslu kah aydınlık tamda mevsime uygun bir biçimde gerçekleşti. Mühendis,Mimar ve Şehir Plancılarını bünyesinde barındıran Türk Mühendis ve Mimar Odaları birliği TMMOB bağlı odalarının ardından kongreler sürecini tamamladı Kamu emekçileri Sendikalar Konfederasyonu KESK’in Olağan kongresi ise bu ay (haziran) sonunda gerçekleşecek. Yılbaşından bu yana işlemekte olan bu süreç pek çok yönden emek hareketinde ve elbette ki sol içerisinde aşılması gereken bir yığın sorunun mevcudiyetini bir kez daha su yüzüne çıkarttı. Süreç boyunca solu saran ilkesizlik, tutarsızlık ve pragmatizm her boyutta kendini gösterdi. Solun bugün yaşadığı etkisizliği tartışırken, bu kendi kendini kemiren, dar grupçu, bireyci ve çıkar hesaplarına dayanan, bu tür olumsuzlukları da ele almak gerekir. Bir yanda liberal hegemonyanın utangaç izdeşleri,bir yanda H.Kozanoğlu’nun tanımıyla zülfiyare dokunmayan muteber solcular,bir yanda sınıf mücadelesini kimlikler üzerinden siyasete indirgeyenler,bir yanda reformist-uzlaşmacı diye adlandırdığı yapıda çatlak bulunca o çatlağı genişletmek ereğiyle yine o yapı içindeki yapı-bozuculara gül gönderenler.Şişeden cin çıkarma eylemleri,mayalanan hamur gibi büyüyen ilkesizlik,daha neler neler yoktu ki... Çocukluğumuzda yöremizde döndürek dediğimiz daha çok topaç diye bilinen bir oyuncakla sokaklarda vakit geçirirdik.Topaç üzerine bir yönde ip sarılan ve o ipin hızla boşaltılması ile bir yönde döndürülen küçük bir oyun-
10
Yeniden Devrim / 7
cak. Çevirenler bilir topaç ipin sarıldığı yönde döner. Bazen hayat içindeki oyunlar yaşam içinde de kendine yer bulurlar. Bu kongreler sürecinde kimi topaç çevirmeye kimi ise topaç olmaya yani çocukluğa öykünen koca koca insanlarda gördük. Üstelik kimileri fizik kurallarını alt üst edecek bir biçimde tek yönde sarımla her iki yönde dönebilen topaçlar gibiydiler. Diğer bir sorun ise sınıf ve kitle sendikacılığını bir nebze olsun hayata geçirerek küçük küçük devrimler yapma yerine küçük küçük iktidarlar oluşturma peşinde olanların artık o tek benci, kariyerist zaaflarını saklamaya bile gerek duymamalarıydı. İsveç’te Ağustos ayına Röttmanad yani çürüme ayı derler. Ay boyunca iklim öyle nemlidir ki her şey çürüme eğilimine girer. Bizde de bir söz vardır “nem duvarı yıkar” diye. İşte bu bir tür çürüme baharı olarak yaşanan süreç gösterdi ki bireylere işleyen nem emek ve meslek örgütlerinin duvarlarını,sınırlarını zorluyor.
Emek Mücadelesinden Uçurumun Kenarındaki Bir tutam Ot Mücadelesine Getirilmek İstenen:KESK
KESK, 90'lı yıllarda 12 Eylül açık faşizmin baskıcı yapısına, toplumsal muhalefeti bir bütün olarak sindirme politikaları karşı muhalefetin ilk güçlü karşı çıkışı olarak yaşandı. Bu süreç aynı zamanda sol için umutlu bir dönemin de kapısının aralanmasına neden oldu. KESK'in en önemli özelliği geleneksel sendikacılık anlayışının dışında ve alternatif olarak gelişmesi, fiili, meşru ve militan mücadele çizgisinin bir sonucu olarak kurulması ve etkinleşmesidir. Türkiye'deki tüm muhalif renklerin emek ekseni üzerinden birleştiği, farklılıkların birbirine karşı olmadan yan yana yürüyebildikleri bir arada siyasetin en önemli ve güzel örneklerinden birisi olan KESK, bu yapısı ile Türkiye'nin devrimci birikimine de önemli katkıda bulundu. Emek muhalefetini demokrasi mücadelesi ile birleştirerek, neo-liberal dönüşüm sürecinde emekten ve demokrasiden yana önemli bir direniş mevzisi olan KESK, son dönemde yaşanan yeniden yapılanmanın ve emek alanındaki değişimlerin etkisi ile bir krizi de yaşamaya başladı. Bütün bu tarihsel birikimler ve güncel krizin ortaya çıkardığı atmosfer içerisinde, emek hareketinin ve KESK'in yeniden yapılanması tartışmaları yaşanmalıydı. KESK’in politik ve örgütsel potansiyeli emek hareketini yeniden örgütleme kapasitesini içermektedir. Ancak geçtiğimiz dönem özellikle kişisel iktidar beklentileri örgütsel potansiyeli bütünlüklü olarak harekete geçirmeye izin vermedi. Bu kongre sürecinde, örgütün potansiyelini bütünlüklü harekete geçirecek, temel dinamikleri de içeren yönetsel organların oluşturulması önemliydi.
TMMOB ve KESK Kongrelerinin Ardından
11
KESK kongreler süreci ise bütün bu tartışmaların uzağında gerçekleşti. Siyasetteki yaşanan yeni saflaşma ve bölünmelerin bütün örgütlü yapıları paralize ettiği ve ideolojik bulanıklığın hat safhada olduğu bir süreçte, bizim topluluğumuzda dahil bütün yapılar parçalı ve birbirine karşı pozisyonlar içinde kongreye gitti. DSD açısından bir bölünmeyi de gündeme getiren bu süreç maalesef politik ve ideolojik saflaşmalarla şekillenmedi. Özellikle, toplam DSD iradesi içerisinde onay alıp yönetimlere giremeyeceğini görerek, DSD bütünlüğünün dışında kalarak ona karşı hizip faaliyeti yürütenler açısından sürecin politik boyutuyla tartışılacak en ufak bir yeri yoktur. Her şeyden evvel bu arkadaşların sırt döndükleri şey, kendilerinin de içerisinde oldukları bir siyasi geçmiş ve tarihtir. Bunu bir yana bırakıp, siyasi bir pozisyon almak için kimi zaman bu tarihe bir karşıtlığı kimi zaman da geçmiş kimi değerlerimiz üzerinden sahiplenmeyi seçenlere, söyleyebilecek hiçbir şey yoktur. Eskiden yolculuk bir hareket halinde olmak,başka bir yerde olmak ve başka bir dünyanın olanaklılığı biçiminde algılanırdı,şimdilerde ise yolculuk herhangi bir yerde olmak olarak algılanıyor. Anadolu’da kimi yolculuklar kaçamaktır derler ama kaçamağın bu kadarı da yolculuk değildir.Bu kaçamağın ötesindeki yozlaştırıcı dengesizlik emek mücadelesi içerisindeki tüm ilişkilerin düzenini bozmaktadır. Bunu bir yana bırakıp emek hareketi ve KESK açısından baktığımızda ise kongreler boyunca esas belirleyen Kürt hareketinin siyasal projeleri olmuştur. Tarihimiz boyunca devrimci bir hareketin ancak kendi öz gücüne dayanarak gelişebileceğine inandık, onun gerekleri doğrultusunda hareket ettik. Kürt hareketi ile solun ilişkisinin de bu düzlemde ele alınması gerektiği savunduk. Solun bir bölümü de bize karşı Kürt hareketine endeksli bir siyasi tavrı en 'devrimci' tavır olarak savundu. Onun gereğini yaptı. Son dönemde, bağımsız adaylık ile başlayan süreçte ise, çıplak bir pragmatizme dayalı ittifaklar da solun yenilenmesi ve büyümesi adına savunulmaya başlandı. DSD,bütün kongre süreçlerinde,yurtsever hareket dahil bütün temel dinamiklerin yönetimlerde olması için çaba harcamış,SES,Eğitim-Sen kongrelerinde-kaybetme risklerini de göze alarak- eksik listelerle seçime girmiştir.Ancak,yurtsever emekçiler bu çabalara karşılık, devrimci bir siyaset damarını parçalayarak zayıflatma adına, örgütün çoğunluğu kapsamayan, büyük bir kesimini dışarıda bırakarak yaptığı ittifaklarla örgütün geleceğini maceraya sürüklemiştir. Yurtsever emekçiler de bu yanlışın içerisinde kendisine tabi olanlarla birlikte bir yol haritası çıkarma ve birlikte davranmayı tercih etti. KESK kongrelerinde de bu tavır belirleyici oldu. Kürt hareketi, bağımsız devrimci bir odağın etkinliğini azaltmaya dönük ittifaklar ve projeler içerisinde, Kürt so-
12
Yeniden Devrim / 7
rununun çözümüne ilişkin, kendisi dışında konuşabilme imkanı olan bir sesi etkisizleştirerek en büyük zararı kendisine vermiştir. Birkaç kelimede, konuşmaya gelince mangalda kül bırakmayıp en 'devrimci' kesilip sonra sırası geldiğinde, söz konusu bir koltuk olunca tüm iddialarını bir yana bırakanlara söylemek gerekir. Devrimcilik iddiaların karşılığına uygun davranmayı, ilkeli ve tutarlı olmayı gerektirir. Bu iddialar bir yana atıldıktan sonra şimdilerde yapıldığı gibi bin dereden su getirerek yapılanlar açıklanmaya çalışılmasının anlamı yoktur. Gerçeğin üzerini hiçbir şey örtemez. Gelinen noktada KESK Olağan Kongresinden çıkacak yapılanma kimi TMMOB Odalarında olduğu gibi kendini kamuoyuna yenilenme ve atılım öğesi gibi gösterecektir. Oysa yaratılan masumiyet içermeyen hırsızlama bir e-nerjidir. İstemenin, inanmanın,sevmenin ve karar vermenin bir başkasına devredilmesidir ki bu bir vazgeçme stratejisidir. Daha önce sözünü ettiğimiz gibi bu tutum sol-liberalizmden öte utangaç, peçe altı liberalizmin ta kendisidir.
Soytarılar Gerçek Kahkaha Armağan Etmezler…
TMMOB Olağan kongresi de ülkede neo-liberal politikaların Yeni Dünya Düzeni adı altında en vahşi bir biçimde uygulandığı döneme denk geldi. Bu kongre süreci emek mücadelesinde emeği ile üreten ve yaşamını idame eden mimar ve mühendislerin emekçi sınıfın bizatihi içerisinde onunla birlikte mücadeleye nasıl daha etkin katılabileceğinin tartışıldığı bir süreç olmaktan çıkartılıp nasıl kendimizi sol içinde büyütebiliriz çalışmasına dönüştürülmek istendi.Halktan kopuk TMMOB’nin bilim ve teknolojiyi halkın hizmetine sunmak şiarına uzak,popülist politikaların ortaya döküldüğü,kendini delegeye daha devrimci olduğuna ikna çabaları,ilkesizlik vb..ile kongrenin içini boşaltmak bir başka dertti. Fikir testeresi çalışsın talaşına da razıyım anlayışından bile çok uzak sadece seçim gününe yönelik hamlelerin yoğunlaştığı bir kongre kimilerinin hedefi idi. Özellikle Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin son dönemde içinde bulunduğu çatlağı fırsat bilip bu çatlağı TMMOB özelinden nasıl büyütürüm gibi son derece ahlak dışı sol anlayışta hiç te yeri olamayacak bir anlayış ne yazık ki hakimdi. Elektrik Mühendisleri Odası’nda yaşananlar üzerinden kendilerine bir tutam kahkaha armağan edileceğini sananlar ÖDP’lilerin ağırlıkta olduğu listeye karşı aynı listede yer almaya cesaret edemeyip ortak beyaz renk üzerinden örtülü ittifak('14 Nisancılar,İP’liler,CHP’liler,Halkev leri,HÖC,TKP ve EMEP’liler vd..) oluşturmakta bir çelişki görmemişlerdir.Ve TMMOB kongresinin sonucu da göstermiştir ki devrimci siyaset zemininden uzaklaşma ne TMMOB örgütlülüğüne,ne sola nede emek ve özgürlük mücadelesine bir katkı oluşturmamaktadır.
TMMOB ve KESK Kongrelerinin Ardından
13
Devrimci iddiaların zayıflatılması ya da savunulması buralarda süren küçük kavgalara sığmayacak denli büyüktür. O nedenle bütün bu süreç boyunca olup bitenleri yalnızca solun ahvalini görmek açısından önemsemek ve üzerinde durmak gerekir. Bunun ötesinde bir anlamı yoktur.
Bir Yol Var, Manastır Kavgasından Öte Kavgalara Giden.. Bir yazısında yaşananları ‘manastır kavgasına’ benzeten O.Müftüoğlu; “Oysa,devrimci siyaset hayatının,çoğunlukla burjuva siyasetine has zaaflarla yüklü bir ortam içinde yürütüldüğü bir gerçektir.Biz yabancılaşmanın bütün kaynaklarını ortadan kaldırmak için politikayla uğraşıyoruz ama, burjuva politikacılığına dair bizim reddetmeye ve tümüyle ortadan kaldırmaya çalıştığımız ne kadar olumsuzluk varsa, gelip içimize çörekleniyor, anlamsız kavga ve tartışmalarla bizim politik hayatımız çoğunlukla U.Eco’nun Gülün Adı’ndaki unutulmaz ‘manastır kavgası’ manzaralarıyla doluyor. Biz politikayı toplumdaki yöneten-yönetilen ayrımının da sona ermesi için yapıyoruz. Çünkü,bu gün 12 eylülcüleri gerçekten mahkum etmenin yolu Türkiye siyasetinin kirli ortamında,devrimci siyasetin temiz soluğunu estirmekten geçiyor.” derken kavganın hangi yolda ve nasıl yapılacağına da işaret ediyor aslında. Evet, yolculuğumuz 1968’lerin. 40 yıl sonrasında onun devrimci izleri üzerinden sürüyor. O tarihe de bir gönderme yaparak söylersek, 'Kırıntıyı değil dünyayı istiyoruz' sözündeki devrimci tını bugün de yol göstericimiz olmalıdır. Bugün yapmamız gereken inandıklarımız uğruna mücadeleyi büyük bir inanç ve kararlılıkla sürdürmek; hayatın her alanında muhalefeti örgütlemek için iğneyle kuyu kazarcasına çalışmaktır. Bu sanıldığı gibi yarına dair şey değildir, aksine bugünün kazanılması da bu yolla başarılabilir.
DEVRİM,
SAATLERE ATEŞ AÇILMASI, ZAMANIN PARÇALANMASIDIR. W. Benjamin
TÜRKİYE SOLUNUN İDEOLOJİK TEORİK TEMELLERİ Oğuzhan MÜFTÜOĞLU, Ertuğurul KÜRKÇÜ, Oral ÇALIŞLAR, Aydın ÇUBUKÇU, Mahir SAYIN
I.BÖLÜM 68'İN İZLERİ “30 Yıldır Neden Anlaşamadığımızı Anlatıyoruz” Oğuzhan Müftüoğlu Merhaba Arkadaşlar, hoş geldiniz. Televizyon dizilerinde son dönemlerde geçmişi anlatan programlar yayınlanıyor, geçmişi anlatmak moda oldu. Biz de sanki o dizilerden çıkıp gelmiş gibi dizildik karşınıza. Geçenlerde o dizilerden birini izliyorum, küçük bir kız var sevgilisi ona Polintzher’in Felsefenin Başlangıç İlkeleri’kitabını veriyor. Daha sonra başka siyasetten bir arkadaşı da Felsefenin Temel İlkeleri kitabını veriyor. Kız şaşırıyor ve diyor ki, ‘bunlar hep aynı kitapları okuyorlar ama, neden anlaşamıyorlar ?’ Şimdi biz de işte 30 yıldır neden anlaşamadığımızı anlatmaya çalışacağız. Sağımda Aydın Çubukçu ve Oral Çalışlar var. Aydınla uzun zamandır birbirimizi görememiştik, onunla çoğu zaman anlaşıyoruz, Oral Çalışlar ile ise eskiden beri hiç anlaşamayız. Solumda Ertuğrul Kürkçü ve Mahir Sayın
16
Yeniden Devrim / 7
var. Ertuğrul’la hayatımız hani bir dargın bir barışık derler ya öyle geçmiştir. Mahir Sayın önceleri anlaştığımız sonra anlaşamadığımız bir arkadaşımızdır. Biliyorsunuz bende kimseyle anlaşamıyorum. Bana dediler ki sen moderatörsün konuşmayacaksın. Öyle bildiğiniz moderatörlerden olmayacağım, ben de konuşacağım. Kavga ederlerse ayırırım diye ortaya oturdum böyle. * Mihri Belli bir mesaj göndermiş. Biz bu sempozyumu düzenlerken onu da davet etmeyi düşündük çünkü bütün kavgalarımızın ana sebeplerinden bir tanesi o. Ama baş edemeyiz diye düşündük.Yaşı da epeyce bir ilerledi. Fazlada itiraz edemeyiz toplantıdan hayır gelmez diyerek kendisini ileride ayrıca tek başına bir söyleşiye davet etmeye karar verdik. Mihri Belli bize sitemlerini ileten bir metin yollamış, kendisini davet etmediğimiz için. Başlamadan önce Mihri Belli’den gelen mesajı sizlere paylaşmak istiyorum. “Türkiye’de 60’lı yılların son şahlanışını gerçekleştiren Dev-Genç’in arkasındaki teorik ve pratik birikimin arkasındakinin 50 yıllık komünist geleneğin olduğunu unutmamak, Şevkilerin, Nurhanların, Veysilerin, Sevinçlerin hakkını yememek gerekir. Tarihi kendisiyle başlatma hevesinde olanlar oldu. Umarım ki bu gibi hastalıklar artık son bulur. 70’li yıllarda Türkiye solu kuşaklar olarak bölünmüştü. Bu nedenle de yatay olarak olabildiğince bölündü. Bu nedenle 60’lı yılların tersine inisiyatif düşmanın eline geçti. Ve büyük bir yenilgiyle karşı karşıya kaldık. Ben bu kuşaklar arsı bölünmenin daha sonra da net olarak ÖDP’de de gördüm. 60’lı yıllardaki en büyük hatamız devlet yani kontgerilla gençleri tek tek öldürmeye başladığında buna karşı zamanında merkezi savunma örgütü kuramamak, savunmayı perakendeye bırakmaktı. Proleter devrimci kurultayda kurmaya çalıştığımız parti hemen kapatılacak, illegal olmasa da legal bir parti geleneği bırakacak bir işti. Eski tüfekler bu gençlerin ağzına bakmaz, bu gençlerin ağzında bakla ıslanmaz bunlarla gizli iş olmaz diyorlardı.Bu kurultayı oradaki bazı arkadaşlar kavrayamamışlardı.Birde sosyalist merkezlerden bağımsız siyasi tavrın yani Ho Shi Minh tarzı yani Türkiye’ye Sovyetlerin TKP’yi bölme dış TKP’yi kurmaya karar vermesini de unutmamak lazım. Mihri Belli” Mihri ağabey mektubunu, “Artık, orta yaşı biraz geçen Dev-Genç’lilere kolay gelsin. Türkiye solunun yanlış temel üzerinde bölünmüşlüğüne bir son verin de gençliğinizdeki kitlesel devrimci eylemliliğiniz emekçi kitlelere önderlik etsin. Kolay gelsin” diye bitirmiş. Kendisine teşekkür ediyoruz. Konumuz Türkiye solunun ideolojik-teorik temelleriydi.Böyle bir başlık var.Biz bir saat önce bir araya geldik. Ne konuşabiliriz diye bir tartışmaya
Türkiye Solunun İdeolojik Teorik Temelleri 68
17
çalıştık. Hep birlikte bunun içinden kolay çıkamayacağımıza karar verdik. Bakarsanız, bizim içerisinde yaşadığımız aşağı yukarı 50 yıllık tarihi süreçte büyük bedeller ödenerek gelişen Türkiye solu bu gün adete Türkiye siyaset sahnesinden silinmiş durumda. Her birimizin ayrı fikirleri ayrı etkinlikleri var. Ama solun Türkiye’deki gelişmeler karşısında ciddi bir etmen olarak kendini ortaya koyamaması en acı ve en somut gerçeğimiz. Bunda en önemli faktörün son 20-25 yıldır dünya sosyalist hareketin içindeki ve emperyalist kamptaki gelişmelerin rol oynadığını söylemek mümkün. Sosyalist kampın dağılıp yok olduğu bir dönemde emperyalizm küreselleşme çağı adı altında yeni bir döneme geçti. Bu süreç dünyadaki bütün ülkelerdeki sol hareketleri derinden etkiliyor. Burada bulunan arkadaşlarla 60-70’li yıllarda farklı yerlerdeydik. Bir kısmıyla ayrı bir kısmıyla beraberdik. 80’e kadar ki dönemde ise ayrı yerlerde mücadele ettik. Ama esas olarak devrimci mücadelenin taktik meselelerinde farklı düşünmekle beraber, sol denilen şeyde aynı düşünüyorduk, en azından temel konular konusunda. 60’lı yıllarda bütün sol hareketlerin anti-emperyalizm, bağımsızlık temel çıkış noktalarından biriydi. Sosyalizm denildiğinde evet farklı farklı sosyalizm yorumları da olabiliyordu. Sovyetler Birliğinde sosyalizm var mıydı yok muydu geri dönüş mümkün mü değil mi bunlar konusunda farklı düşüncelerimiz vardı ama sosyalizmin evrensel ilkeleri konusundaki anlayışlarımız çok farklı değildi.. Bugün sol olarak kendisini ifade edenler arasında çok güçlü bir ideolojikteorik savrulmanın, dağılmanın yaşandığını görmekteyiz. Sol bir tarafta anti emperyalizmi MHP çizgisinde bir milliyetçiliğe indirgeyen görüşlerin etkisi altında, diğer tarafta da neo-liberal dalganın sonucu olarak Türkiye’deki küresel kapitalizme entegrasyonu olumlayan liberal görüşlerin etkisine girdi. Diğerinin aksine bağımsızlık ve anti-emperyalizm kavramlarını bütünüyle gereksiz bulup, küreselleşme çağında bağımsızlık fikrinden bahsetmenin mümkün olmadığını ve batıyla bütünleşmenin Türkiye’nin daha yararına olduğunu düşünen görüşler sol içerisinde yaygınlık kazandı. Biz bu toplantıyı bu ideolojik ve fikri dağılmanın üzerinde yoğunlaştırmak istiyoruz. 60’lı yıllarda solun ideolojik ayrışmalara varan görüşler nelerdi, hangi noktalarda farklılıklar vardı, çıkış noktalarımız neydi birinci bölümde bu konular üzerine konuşacağız. İkinci bölümde de bu sorunlara nasıl bakıyoruz, solun Türkiye’deki somut gelişmeler karşısında ne düşünüyoruz bu konularda arkadaşlarımız düşüncelerini ifade edecekler. Ben ilk sözü Oral Çalışlar’a vereceğim. Biliyorsunuz Oral Çalışlar 60’lı yıllarda solun ilk ayrışmalarında Aydınlık Sosyalist Dergisi çevresindeydi. Daha sonraki dönemde de Proleter Devrimci Aydınlık diye bilinen Doğu Perinçek çevresiyle beraber davrandı. Bazen bana sorarlar eskiden de Doğu böyle miydi diye bize onu anlatacak Oral şimdi. Söz Oralın.
18
Yeniden Devrim / 7
“68, Sosyalizmin İlk Kez Kamuoyu Önüne Meşru Çıkışıdır” Oral Çalışlar Oğuzhan’a teşekkür ediyorum. Aslında içeride ilk olarak kim konuşsun diye içeride sohbet ederken, ilk sen konuş dediler. Anlaşılan hepsi birlikte üzerime gelecekler, çünkü geleneksel Dev-Genç kongrelerinde biz konuşmak için söz istediğimizde sözlerimiz kesilir, Aydınlıkçılar konuşmasın diye kavga başlardı. Bütün gruplar kendi aralarındaki ayrılıkları bir kenara bırakır Aydınlık’la dövüşmeyi esas alırlardı. Gene öye bir niyet mi var diye düşünüyorum şimdi de. Şimdi ben en son ne zaman bir aradaydık diye düşündüm. 19 Mayıs 1969 günü Dev-Genç mitingi oldu. O mitingden sonra Mihri Belli bizi bir yere toplantıya çağırdı. Mihri Belli’nin bizi çağırdığı ev annesinin Kızılay Çelikkale sokaktaki eviydi. Miting sonrası, daha sonra Türkiye solunun çeşitli fraksiyonlarının başına geçecek olan değişik isimler bir araya geldik. Orada, Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Gülten Çayan, Mustafa Gürkan, Cengiz Çandar ve Doğu Perinçek vardı. O toplantı sonuç olarak oradaki görüşmemiz bizim son görüşmemiz gibi bir şey oldu. Çünkü o gün o evde artık anlaşamayacağımızı herkesin farklı bir yerlere gitmesi gerektiğini anlamıştık. Hatta çıkarken Deniz, ‘tamam kardeşim bitti bu iş’ diye bir şeyler söylemişti. O akşamdan sonra Doğu Perinçek, Gün Zileli, Cengiz Çandar ve ben Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Parti’sini kurduk. Muhtemelen THKO, THKP-C gibi hareketlerin kurulması fikri de o günden sonra gelişti. Aradan yaklaşık 40 yıl geçmiş, bu kırk yılı aramızdaki farklılıklar nelerdir, birleşebilir miyiz diye tartışmalarla geçirdik. Bu süreç boyunca birçok arkadaşımızı yitirdik. Sonuçta 2 tane askeri darbeyle karşı karşıya geldik.Bu askeri darbeler Türkiye soluna çok ağır eziyetler çektirdi. Ve sonuçta bugüne geldik. O günlerde yaşlarımız 20’lerdeydi, şimdilerde 60’larda dolanıyor. Ben bizim kuşak aslında tarih oldu diye düşünüyorum. Bir parça gerçekçi olmak gerekir. Yani artık devrimcilikten soldan yana bir şey olacaksa bizim kuşağın buna ancak fikri katkıları olabilir. Onun dışında devrimci mücadeleyi örgütleyecek onu harekete geçirtebilecek yaşı geçtiğimizi düşünüyorum. Şimdi Deniz Baykal’lara bakarak artık gençlerin bunları yapması gerektiğini düşündüğümüz şeyin bizim içinde geçerli olduğunu düşünüyorum.Ama nedir bunun şartlarını onu da bilmiyorum. Ben bu bölümde, 68’de neler oldu, biz ne yaptık, nasıl bir duruşa sahiptik, 68’in üstünlükleri ve zaafları nelerdi onları konuşacağım. 68’e baktığımızda solun uzun yıllar dışlanmış, TKP’ye bakın illegal olarak kalmış hiçbir toplumsal güç elde edememiş, işçi örgütlüğü yaratamamıştır. 68 ve sonrası Türkiye sosyalist hareketinin kamuoyuna ilk defa meşru olarak çıkması olayıdır. İşçiler, emekçiler gibi ifadeler ilk defa Türkiye kamuoyunun karşısına 68’de
Türkiye Solunun İdeolojik Teorik Temelleri 68
19
geldi ve gerçekten de büyük bir umutla doğdu. Ben 1965 seçimlerini hatırlıyorum. 65 seçimlerinde Türkiye İşçi Partisi’nin 15 milletvekili çıkarmasının ardından, artık sosyalist hareketin ülkenin her yanına yayılacağı konusunda bir umut taşımaya başlamıştık. Ama bu ruh hali çok uzun sürmedi.1965’lere geldiğimizde sol içi kavgalar ayrışmalar tartışmalar başladı.1966 yılında özellikle TİP’in Malatya Kongresi bu süreç içerisinde bir dönemeçtir. Orada ilk defa farklı fikirler önergeler verildi ve ihraçlar söz konusu oldu. Ayrışma noktası da 68 Çekoslovakya işgalidir. Çekoslovakya işgali Türkiye solunda büyük bir sarsıntı yarattı.Çünkü o güne kadar sosyalist olarak bilinen bir ülke başka bir sosyalist ülkeyi, sosyalizmden sapıyor diye, kanlı bir şekilde işgal etti. Orada büyük bir hayal kırıklığı yaşandı. O dönem ben Devrimci Öğrenci Birliği (DÖB) içerisinde Deniz Gezmiş ile birlikteydim. Düşüncelerimiz, içerisinde milliyetçilik barındıran anti-emperyalizm etrafında şekilleniyordu. Çekoslovakya işgalinin ardında, Sovyet Büyükelçiliği’nin önüne giderek siyah çelenk bıraktık. Bu eylemin ardından, TKP’nin önderlerinden Reşat Fuat’ın cenazesi nedeniyle, içerisinde Doğu Perinçek, Uluç Gürkan ve Cengiz Çandar’ın bulunduğu, bir grup arkadaş İstanbul’a gelmişti. Daha o zaman Aydınlıkçı falanda değilim. Onlarla beraber bu Çekoslovakya meselesini yeniden konuştuk. Orada, sosyalizme ihanet eden bir gruba müdahale edildi, şeklindeki fikirleri savunan arkadaşlar oldu. Bu benim açımdan bir kırılma noktası oldu. Sonra 68 Haziran işgalleri başladı. İşgallerin başlamasıyla beraber solcular, sosyalistler kitleleri ilk defa üniversitelilerin önderlik edebilecek bir pozisyonda olduklarını fark ettiler. 68’de ben İstanbul’daydım. O dönemin ateşleyici olaylarından birisi Deniz’lerin İÜ TIP Fakültesini işgal etmeleridir. İşgal, başlarken aslında çok planlı çok tasarlanmış kararlaştırılmış bir işgal de değildi. Kendiliğinden gelişen, Deniz’in ataklığı ile sonuçlanan bir işgal oldu. İşgal başladı ve bu işgal tüm İstanbul okullarına yayıldı.Yani o dönem sağcılarla ülkücülerle çatışmalarda başladı ve biz bu çatışmalardan da üstün çıktık. 68 Haziran işgalleri üniversite gençliği açısından bir dönüm noktası olmuştur. Yavaş yavaş İstanbul ve diğer Anadolu kentlerinde gençler etkin önder güç haline gelmeye başladılar. Bu aynı zamanda TİP’ten kopuş anlamına da gelecekti. 69 yılı Türkiye solunda ayrılıkların ayrılıkları dönemidir. 69’un Aralık ayıydı Aydınlık Sosyalist dergi çıktı ve grup ikiye bölündü. Bir tarafta işte Mahir Çayan, Seyhan Aydoğdu, Vahap Aydoğdu, Mihri Belli, Münir Aktolga vardı. Diğer tarafta da biz Aydınlıkçılar daha sonrada PDA diye anılan grup vardı. Bu bölünme neydi her geçen zamanda yeniden düşünüyorum, düşündüklerimi gözden geçiriyorum. 1988 yılında yazdığım 68 kitabını okuduğum zaman daha sonra okuduğumda bazı şeyleri daha net gördüm.
20
Yeniden Devrim / 7
Cezaevinde anılarımı yazarken eski Aydınlıkçı havamda değildim, daha nesnel davranmaya dikkat ettim. Ama aradan geçen bu kadar zaman sonra kitabı yeniden okuduğumda fark ettim ki, o günkü bakışımda yeterli değilmiş. O döneme bütünsel olarak bakabilmek gerek. Bunu yapmaya çalıştığımda, 60’lı yıllardaki TİP içerisindeki kavgada partinin bürokratik mekanizmayı çok fazla işletmesi ve farklı fikirlere tahammül edemeyen yapısı rol oynamıştır başlangıçta. Ve bu giderek Sosyalist Devrim (SD) ve Milli Demokratik Devrim (MDD) arasında ideolojik bir ayrılığa neden oldu. MDD daha çok bize eski TKP’den arkadaşların miras bıraktığı bir stratejiydi. 1967 ile birlikte Türk Solu dergisiyle başlamıştı. Türk Solu dergisinin arkasında Reşat Fuat ve Mihri Belli vardı. MDD gençlik içerisine de, oradan gelişen bir fikir akımı olarak geldi. Ve sonuç olarak TİP’te çok büyük bir parçalanma yaşandı. Şimdi baktığım zaman bizim o dönem ciddi bir bağımsızlık düşüncesi, ABD’nin Vietnamı işgal etmesiyle ortaya çıkan anti-emperyalist bir damar vardı. Bununla beraber ciddi olarak milliyetçilik PDA içerisinde barınıyordu. Milliyetçi düşünceler etkin ve 27 Mayıs tekrar olabilir mi fikri yaygındı. Askerlerle ilişkileri tam olarak ayarlayamadığımız zaafları içerisinde taşıyordu. Gençlik ve MDD içerisinde 27 Mayıs’ın yeniden olmasına dair beklentiler vardı. Zaman zaman mitinglerde ‘Ordu Millet Elele’, ‘Ordu Gençlik Elele’ türü sloganlar atıyorduk. Mesela, ‘İkinci Kurtuluş Savaşımız’ şeklinde, Mustafa Kemal’in başlattığı mücadeleyi devam ettirme biçiminde fikirlerimiz vardı. Bu işin tali yanımıydı esas yanımıydı bunu tartışmak gerekiyor ama ben MDD hareketinin tamamı içerisinde içindeki farklılıkları da dahil ederek içerisinde milliyetçiliği taşıdığını düşünüyorum. Bugün solu değerlendirirken de, içerisinde taşıdığı zaafların büyük oranda geçmişe dayandığını düşünürüm. Sosyalist harekete baktığımızda geldiğimiz nokta olumlu değil, neden bu buralara geldik? Oğuzhan’da söylüyor, sol içerisinde milliyetçilik, ulusalcılık çok yaygın bir hale geldi, diye. İşte bunun kökleri bu dönemlere dayanıyor. Kürt sorunu ile ilgili yazdığım bir yazı nedeniyle, bana gelen maillerde, ben Marksist-Leninistim, sen bölücü işbirlikçisin, türünden şeyler yazılıyor.
Oğuzhan Müftüoğlu
Ben bir şey sormak istiyorum. Mihri Belli’den gelen mesajın bir yerinde üzeri karalanmış bir bölüm var, başlangıçta orayı okumadım, ama şöyle bir şey söylüyor; 60’larda Doğu’lar bizden cuntaya yeterince yakın davranmadığımız için ayrıldılar, diyor. PDA hareketi için bu doğru mu buna yanıt ver de öyle bitir....
Oral Çalışlar
Ben böyle bir şey hatırlamıyorum.Ama özel olarak Doğu ile aralarında
Türkiye Solunun İdeolojik Teorik Temelleri 68
21
böyle bir diyalog geçtiyse o başka.O sırada yaptığımız bütün tartışmalar içerisinde bunu metinlerde de görmek mümkün böyle bir tartışma yoktu. Oğuzhan Müftüoğlu Peki,ben sizden sonra geldim, o zamanlarda Aydınlık Sosyalist Dergiyi okuyordum, iyide takip ediyordum. Şahin Alpay’ın, işçi sınıfının öncülüğünün objektif-subjektif koşulları yoktur o yüzden askersivil aydın zümre öncülüğünde bir hareket gereklidir diye özetleyebileceğim bir yazısı vardı. Mihri ve Doğu arasında ne oldu bilemiyorum ama bizim aramızda tartışma konusu olan şeylerden bir tanesi buydu. Oral Çalışlar Ya şunu söyleyeyim 1967 yılında Türk Solu dergisi çıktığında, 68’de Aydınlık çıktığında aydın askersivil aydın zümre olarak sosyalist hareketin en önemli bir bileşeni olduğu ifade ediliyordu. Bu sırf Aydınlıkçılara özgün bir şey değildi. Oğuzhan Müftüoğlu Ama önderlik meselesi... Oral Çalışlar Önderlik meselesi olarak o çok tartışıldı eleştirildi ama şunu söyleyeyim, buradan kurtarmaz. Aydınlıkçılar darbeciydi biz değildik diye kurtulamazsınız. Oğuzhan Müftüoğlu Birazdan Ertuğrul’a da soracağız darbeci miydiniz diye... Oral Çalışlar MDD içerisindeki herkeste 27 Mayıs benzeri bir şey görüşü hakimdi.Mihri Belli’lerde de vardı. Bunu Aydınlıkçılar yapıyordu diye bir şey söylemeyelim. Kitleden kopuştan itibaren bu konu herkeste yaygındı. Ertuğrul’a sor 12 Mart’ta yaptıkları konuşmayı.12 Mart’tan sonra hepimiz 12 Mart’ı anlamakta güçlük çektik. Dev-Genç’te dahil.Türkiye’deki MDD hareketi ciddi olarak darbeciliğin cuntacılığın milliyetçiliğin etkisi altındaydı.Teşekkür ederim... Oğuzhan Müftüoğlu Şimdi söz Aydın’da.
22
Yeniden Devrim / 7
“Nedensellik İlişkisi İçerisinde Önceki Olaylar Sonrakini Etkiler” Aydın Çubukçu
Merhaba arkadaşlar. Öncelikle, 40 sene öncesinin konularını yeniden tartışmaya başlıyormuşuz gibi olmayalım, hoş bir şey değil. Ama bunlar devam eden meseleler. Bir algı yanılmasına yol açmasın. Belki bunları bundan 40 sene sonra da torunlarımız bu konularda tartışmaya devam edecek. Öyle bir kötü durum. Türkiye’de sol nereden başladı, solculuk denen şey nereden şekillendi bugün ki sorunlar nelerdir dediğimiz zaman, ben bunun Türkiye’de ilerigeri olarak adlandırılabilecek ve solu da şekillendiren bölünmelere dayandığını düşünüyorum. Türkiye’de solun şekillenmesi, fikri temelleri denilince Batı’dan biraz farklı olarak bizde işçi sınıfının ya da Fransız Devrimi ile başlayan sınıf mücadeleleri eksenine oturan bir bölünmeden bahsedebilmek çok mümkün değil. Onların etkisi olmuştur bizde de ama kendi ülkemizin kendi coğrafyamızın temel özellikleri bu gidişatta temel rol oynamıştır. 60’lı yılların solcu gençlerini düşünelim. Bizi solcu olarak tanımlandırır hale getiren üç temel tarihi dönüm noktası olduğunu düşünüyorum. Birincisi Tanzimat Fermanı, İttihat Terakki’den gelen görüşler gelenekler; ikincisi milli kurtuluş savaşında oluşan bir takım etkiler ve orada komünistlerin takındığı tavır ve komünistlerin milli kurtuluş savaşına getirdiği yorumlar; üçüncüsü de 27 Mayıs. Ben şahsen kendimin nelerden etkilendiğimi düşündüğümde ve bu genel bir çerçeveye oturtmaya çalıştığımda, gördüğüm belirleyici 3 duraktır bunlar. Böyle olunca bizde Marksizm-Leninizm genel olarak 60’lardan sonra kendisini hissettirmiştir. Ondan önceki ileri-geri kavgalarında bu çok belirgin değildir. TKP bile kendini Kemalizm’in bir ileri noktasından tanımlamaya çalışmış bir parti olmuştur. Yani Mustafa Kemal solcu olsaydı neler yapardı gibi görüntü vermiştir ve bunun arkasından kendini meşrulaştırmaya çalışmıştır TKP. Bu önemli bir etkidir ve 27 Mayıs’tan sonra Kemalizm ve Marksizm arasında bir ittifak çalışması bu geleneğin bir devamı olarak ortaya çıkmıştır. Kemalizm nedir? Nasıl tanımlanmıştır? Ve Marksizmle bunun arasında nasıl bir ilişki kurulmuştur? Bu da son derece problemli bir meseledir. Ben daima bir düşüncenin bir siyasi yapının oluşumunda 3 esaslı fikrin rol oynadığını düşünüyorum. Birincisi geçmişten gelen etkiler. İkincisi içinde bulunulan somut durum.Üçüncüsü bu en önemlisi olan ve ayrım noktalarında kendisini hissettiren gelecek tasavvurudur. Nasıl bir gelecek istiyorsunuz nasıl bir gelecek düşlüyorsunuz, bunlar bugün yaptığınız şeyi de belirler. Geleceğin etkisi diyorum ben buna. Bir nedensellik zinciri içerisinde düşünürseniz, önceki olaylar sonrasını etkiler. Zamanda öncelik sonralık ilişkisinde nedensellik belirleyicidir. Ama siyasette henüz olmamış
Türkiye Solunun İdeolojik Teorik Temelleri 68
23
olanların bugünde etkisi son derece önemlidir. Geleceği nasıl tasavvur ederseniz öyle kurarsınız ve tarihe öyle bakarsınız. Tarih sizin için geçmişe dair masallar yığınından öte bir şey ifade ediyorsa bu sizin geleceğe dair tasavvurlarınız içindedir. Siyasette gelecek en az geçmiş kadar etkilidir. Ve bütün bu solun şekillenme döneminde de bunun bir eksikliği faktörü olarak zaman zaman kendisini göstermiştir. Bunun çok etkili olduğu ütopik durumlarda söz konusu olmuştur. Ama ben geleceğe dair tasavvurlarımızın solun geleceği açısından önemli bir yer tuttuğunu düşünüyorum. Mihri Belli hakikaten kilit bir isimdir. Başımıza gelen her şeyin sorumlusudur. Bunu kendisine yüzüne defalarca söyledim. Gene burada bahsedilen zamanlarda gene öyle bir toplantıda, Esat’ta bir evde, Deniz’le arasında şöyle bir tartışma geçti. Deniz ısrarla, bir parti kur abi, zamanı geldi başımıza geç bir parti olarak mücadeleye devam edelim, dedi. Mihri Belli Deniz’e, Şeyh Bedreddin’in partisi mi vardı, diye cevap verdi..Hakikaten yoktu. Aradan 30 yıl geçti gene Mihri Belli’yle bir konuşmada, dergi için röportaj yapıyorduk. Dedim ki abi sen bize bir zamanlar böyle bir şey demiştin. Senin parti kurmaktan yana bir problemin bir sıkıntın mı vardı kaçınıyordun istemiyordun nedendir dedim. Şeyh Bedreddin’inin partisi mi varmıştı diye sormuştun şimdi ne diyorsun dedim, Eeee var mıydı, dedi? Hala oradaydı.
Oğuzhan Müftüoğlu
En azından savrulma yok adamda.
Aydın Çubukçu
Mihri Belli Kemalizm ve sosyalizm arasında kurulması gerektiğini düşündüğü bağın, en militan savunucuydu. Kendisinin MDD teorisi tamamıyla buna yönelikti. Milli Cephe, Zinde Kuvvetler, asker sivil aydın zümre, gibi kavramların gençlik içersinde yayılmasında belirleyici rol Mihri Belli’nindir. Bunların mucidi elbetteki kendisi değildi. Tabi o savaşmış, dağlardan gelmiş birisiydi. Diğer TKP’liler gibi değildi biz bu yüzden onu severdik. Militandı, kavgacıydı. Pısırık pısırık şeyler söylemiyor ihtilal istiyordu adam. Bu ihtilal nasıl bir ihtilaldi bizimde bunu düşünecek çok zamanımız yoktu. Ne diyor dediği son mesajda her fakülte kendi örgütünü kurmalı.Lan fakültelerle olacak iş mi bu?Niye her fabrika değil mesela? Niye her işçi havzasından bir örgüt çıkmıyor?Bu nasıl bir devrimci hareket? Gençlik hareketi.Oysa aynı dönemde Türkiye’de işçi hareketi, köylü hareketi, üretici köylülerin toprak işgallerinden tutun, çay tütün, pancar, sarmısak üreticilerinin hareketleri, ülke bambaşka bir ülke bunun böyle olduğunu biz çok fark etmedik. Her şeyi kendimiz zannettik. Biz kaynayan toplumsal bir hareketin vitrinde gözüken mankenleriydik. Ama biz kendimizi her şey gibi görmeye koşullandırıldık. Kimler tarafından Mihri Belli tarafından. Dev-Genç’e gençlik partisi diyenler bile çıkmıştı. DevGenç parti olacaktır diyenler bile çıkmıştı.Bunun nedeni gençliği diğer
24
Yeniden Devrim / 7
sosyal sınıflardan farklı ama diğer sosyal sınıfların yapacağı hiç bir şeyi yapamayacak, ancak gençliği kendi çektiği yöne doğru gelecek insanların işiydi. Gençlik farklı bir tavır koydu ama. Onların tasavvur ettiğinden daha çok dinamik, daha çok kendi açığa çıkardığı dinamiğe inanmış bir gençlik ortaya çıktı. İşçiler silaha sarılmıyorsa onların yerine ve adına biz silaha sarılırız, köylüler ihtilalci hareketin içerisine girmiyorlarsa onların yerine ve adına biz yaparız diyen bir rolü benimsedi gençlik. Sonra gerçekten gökyüzünü saran bir fetih harekatı oldu ve başarısızlığa mahkum oldu. Yani eğer bir sosyal projeniz varsa, bunu gerçekleştirmek için gerçek bir sosyal güce dayanmalısınız. Bunu öğrendik ve işçilerin köylülerin olmadığı sadece gençlik hareketiyle bu işleri yapamayacağımızı tarihsel deneylerle anlaşıldı. Bunu deneyerek anlamak gerekmiyordu okuyarak ta öğrenebilirdik. Ama okuduğumuz her şey bizi gaza getiriyordu. O bakımdan da anlamamız için deney yapmamız gerekti. Bugün yaşanan şeyler, içeriği anlamsız bölünmeler içerisinde ortaya çıkmış ve bir tarihsel gücün kendi içindeki bölünmeler olarak bana gözüküyor. Mesela MDD mi SD mi bunda niye bölünmüşüz. Parlamento mu yoksa parlamento dışı devrimci mücadele mi? Güler yüzlü sosyalizmi çatık kaşlı pala bıyıklı sosyalizm mi? Gibi.Çok tartıştığımız ve tartışmak için çok zaman sarf ettiğimiz kavramlar ilk olarak ortaya atıldıklarında ciddi bir bölünmenin nedenleri olmayacak kadar dardılar. Ama sonra bölünmenin zorunlu olduğu gibi bir süreç içerisine girdiğimizde bunlara çok sert ve aşılmaz içerikler yüklemeye başladık ve bu asıl 70’li yıllarda oldu. 70’li yıllarda o kadrolar çünkü teoriyi çok sıkı bir şekilde takip eder ve kavgalarında birbirlerinin kafalarına kitapla vurur hale gelmişlerdi. Yani 75-79-80’li yıllara o döneme gelene kadar mahalle kavgalarında kahve kavgalarında köy meydanlarında Lenin öyle demez Stalin böyle der Marx’ı yanlış anlıyorsun hayır o böyle değil gibi alıntılarla birbirleriyle kavga eder hale gelmişlerdi. İçerikler sertleştirilmişti ve kim bilir hangi başka sebeplerle bölünmeler örgütsel hale gelmişlerdi. Bir hikaye ile bitireceğim. Şiddetli bir siyasi tartışmayı anlamlı kılan teorik bir zenginlik miydi bugün? Hayır cevabını veriyorum, bu ihtiyacımız olan bir tartışma değildi. İyi bir dönem değildi, yararlı bir dönem değildi. Hikaye şu:1979 yılında Devrimci Halkın Birliği diye bir gazete çıkıyordu ve onda şöyle bir haber vardı.Tunceli’nin Ovacık ilçesinin bilmem ne köyünde köylüler Revizyonizmin üç dünya teorisini reddettiler. Köylüler toplanmışlar tartışmışlar.Bu revizyonist bir teoridir bize gelmez diye reddetmişler.12 Eylül’den sonra asker köyü basıyor. Komutan milleti meydana topluyor diyor ki üç dünya teorisini reddedenler buraya geçsin. Bir kişi geçiyor. Geriye dönüyor bakıyor kimse gelmiyor. Daha önce toplanmış reddetmişlerdi. Diyor ki hepiniz Maocumu oldunuz ibneler. Biz evet mahalle kavgalarından köy meydanlarına kadar, revizyonizm, modern revizyonizm oportünizmin çeşitli biçimleri orta yolculuk, gibi kavramları bolca tartıştık. Ve her örgüt kendi varlık gerekçesini bu teorik temellere oturtmak için kitaplar okudular, kafalar paraladılar. Dönüp baktığımızda onlardan geriye ne kaldı.Hepiniz
Türkiye Solunun İdeolojik Teorik Temelleri 68
25
Maocusunuz diyen bir ses kaldı. Gelen yok, üç dünya teorisini reddedenler buraya gelsin deseler yine gelen yok niye o kadar kan döküldü niye bunları yaptık. Hiç birimizin elinde değildi bu. Suç kabahat özeleştiri verin niye böyle yaptınız denilebilecek bir durum değil bu. Öyle bir atmosfer öyle bir dünya öyle tarihi bir dönemki bu okullarından çıkıp eline silahı almış örgüt kurmuş insanların engelleyebileceği bir meselede değildi. Bugün bunu tamir edebilecek yerde miyiz. O günkü bölünmelerin nedenlerini bugün ortadan kaldırabilecek durumda mıyız. Bana sorarsanız değiliz. Her yerde söylerim burada da söylemekte bir sakınca görmüyorum. Solcuların birliği denilen kavram boştur. Biz birleşemeyiz, bizim birleşmemiz bir şeyde ifade etmez. Topu topu yüz yüz elli bin kişiyiz birleşsek ne olacak. Önemli olan gündelik kavgaları içerisinde işçileri emekçileri birleştirecek bir platformu yaratabilmektir. Onlar nasıl birleşebilir kendi aralarındaki etnik kültürel dini farklılıkları ortadan kaldırıp ortak bir mücadele içerisinde olacakları zeminleri yaratıp bir araya gelebilirler, bu probleme bir çözüm bulmalıyız.Yoksa Oğuzhan’la ben aynı örgüte girsek ne olacak.Umutsuzum iyi bir şey olmaz. Ama birleşmiş bir halk hareketi içerisinde biz aynı siperde yeniden savaşabiliriz. Canımızı yine aynı inatla aynı inançla verebiliriz. Başka bir yerde birleşebiliriz bu işçilerin birleştiği halkın birleştiği kendileri için mücadele ettikleri zemin olabilir.Teşekkürler... Oğuzhan Müftüoğlu Aydın’ın birleşmek üzere söylediklerinin bir kısmına katılıyorum. Çünkü en azından bugün bu oturumda bizim birlik işini çözelim diye buraya gelmediğimiz ortada. Şimdi söz sırası Ertuğrul’da. Oral’ın sataşmaları vardı. Özellikle Dev-Genç’e yönelik, onların cevabını alacağız.
“Dev-Genç Bağımsız Bir Siyasi Hat Üzerinde Yürüdü” Ertuğrul Kürkçü
Ben tam oradan başlamayı düşünmüyorum aslında. Geçenlerde bana bu Hatırla Sevgili dizisinde geçen bir sahneyi sordular. Bu sahnede Mahir Çayan’ı temsil eden kişinin yanında subay kıyafetli insanlar dolaşıyor. Bunun üzerine bana bunlar acaba cuntacılar mı yoksa ajanlar mı, diye sordular. Ben dedim ikisi de değil onlar devrimci. Nasıl yani dedi? Eğer subayları da örgütleyebilirseniz devrimci subaylar olur. Tıpkı devrimci siviller olduğu gibi devrimci askerlerde olabilir. Mesele şu, ben kısaca düşüncemi söylemişte olayım. Hiç bir devrim devrimler tarihine baktığınız zaman bir tarafta devrim ordusu diğer tarafta karşı devrim ordusu şeklinde karşılıklı dizilir birbirlerini ortadan kaldırmak için kanlı bir savaşa girişirler, ayakta kalan ya devrim yapar yada karşı devrim yapan muzaffer olur gibi bir şey olmaz. Sürekli geçişlerle sürekli parçalanışlarla devlet mekanizmasının parçalanması
26
Yeniden Devrim / 7
dediğimiz şey zaten böyle birşeydir. Zaten böyle olmasaydı Rus çarlık ordusu bir bütün olarak aşağıdan yukarıya doğru Bolşeviklerin yanına geçmiş olmasaydı, Ekim Devrimi örneğimiz olmazdı.İşçilerin köylülerin askerlerin Sovyetleri diye bir şeyden söz etmiş olmazdınız.Dolayısıyla bu askerin göründüğü yerde problem vardır diyenler devrim yapmak için şu kadar zahmet etmek istemeyen asla bir devrimi düşünmeyen bir devrim yapmak için söyleyeceği hiçbir şeyi ve yapacak birşeyi olmayan insanlardır. Devrimci her tarafta devrimci muhalefeti örgütlemek gibi bir görevi olan kişidir. Bu açıdan baktığımızda bizim hareketimiz için Türkiye sosyalist hareketine çok esaslı bir deneyim ve bu askerlerin devrimci harekete bir de şehit getirmiş olduklarını unutmamamız gerektiğini düşünüyorum. Onun için Dev-Genç’in böylesi bir hikayeyle alakası yoktur. 12 Mart’ı doğru tahlil edip doğru tavır almayı birgün öncesinden isterdik. Bu konuda demokratik güçlerden kopmama kaygımız bizi ortaklaşa “eğer reform yaparlarsa destekleriz yapmazlarsa desteklemeyiz” bildirisinin altına imza atmak zorunda bıraktı 13 Mart günü. Ama biz birgün sonra kendi bağımsız pozisyonumuzu da takındık. Dev-Genç’e, Dev-Genç’ten doğan akımlara aşağı yukarı 40 yıldır usanmadan bıkmadan bu metinler gösterilir, her seferinde de ben bunu cevaplamak zorunda kalırım. Neden ben yapıyorsam mesela Merkez Yürütme kurulumuzun diğer üyesi (Oğuzhan Müftüoğlu) burada bunu hep ben yaparım. Ama yapıyoruz bunda bir şey yok. Tarihe yazılsın. Oğuzhan Müftüoğlu Sen içerideyken ben çok yazdım onu. Ertuğrul Kürkçü Sonra da bana bıraktın. Peki tarih yazımında tarih böyle bir şey. Tarihi tarihçiler yapıyor bir bakıma. Bütün bu belgelerin bizim dediğimiz yerden yorumlanacağı bir zaman gelince hikaye başka türlü anlatılacak.Bu söylediklerimi Oral’a hitabende söylüyor değilim. Bu şu anlamada gelmiyor. Bizim THKP-C ve onun evvelinde de Dev-Genç’in bütün bu ne diyelim askere tarihsel anlamında fazla bir misyon yükleyen eğilimlerden yaklaşımlardan bir şekilde etkilenmediği bunun önemini doğru dürüst kavradığı bundan ötürü atılacak ‘a’ adımı yerine ‘b’ adımını atmış olmadığı anlamına gelmiyor. Ama şunu söyleyebilirim; bizim Dev-Genç’i yönettiğimiz bütün dönem boyunca Doğan Avcıoğlu’nun ‘Devrim’ gazetesi, bu gazetenin gençlik işlerine memur ettiği Uluç Gürkan’ın kuşatması altında, şurayı bombalayın, burayı bombalayın, size bomba getirelim, tekliflerini reddetmekle geçti hayatımız. Demek ki kendimize ait ayrı bir tavrımız, kendime ait ayrı bir programımız varmış. Öyle olduğu için de Devrim gazetesi, bizim DevGenç’in başından indirilmemiz için kampanya açtı. Ancak o zaman Aydın Çubukçu’nun dediği şey oldu. Aslında bu hiç kim-
Türkiye Solunun İdeolojik Teorik Temelleri 68
27
senin tahmin etmediği de bir şeydi. Devrimci Gençler, üniversiteliler, yani Dev-Genç’te toplanan insanlar 'hayır, biz bir bağımsız devrimci hat istiyoruz' dediler. Nitekim 12 Mart’a böyle gittik bugüne kadar da böyle geldi. Bu konuya ayırmak istemediğim kadar zaman ayırdım; ama bir şekilde tarihi de Hatırla Sevgili’de görünen subayları da açıklamamız gerekiyor. O açıdan bu soru iyi oldu. Ben birkaç şey daha söyleyeceğim. Birincisi bu aramızdaki ayrılıklar meselesi… Ben dünyada ayrılıkları olmayan bir devrimci hareket bilmiyorum. O yüzden bunda da bir tuhaflık görmüyorum. İşçi hareketinin heterojen ve çoklu yapısından, ezilen sınıfların çoklu kimliklere sahip olmasından doğan bir şeydir ayrılıklar. Manifesto’yu okumuşsunuzdur, oraya baktığınızda Marx’ın dört sosyalizmden bahsettiğini, bunlardan bir tanesinin, proleter sosyalizmin iddialarını taşıdığını söylediğini görürsünüz. Marx’ın zamanından bu zaman geldik diye bu eğilimler ve farklıklar, işçi hareketi içerisindeki farklılıklar ortadan kalkmış değil. Kaldı ki hayat sadece bundan da ibaret değil. Aradan 2 yüzyıla yakın bir zaman geçti. Bütün dünyada toplumsal yapılar büyük değişime uğradı, üretimde büyük farklılaşmalar oldu, dünyada sosyalizm kuruldu ve battı, ve bütün bunlardan doğan görüş farklılıklarının olması kadar doğal bir şey yok. Eğer başarılı olduğunu kabul ettiğimiz, imrendiğimiz devrimlere bakacak olursak, örneğin Ekim Devrimi’ne bakalım, bu devrimin gerçekleştiği rejim, aslında ilk devrimci hükümet bir koalisyondu. Bolşevikler, Enternasyonalist Menşevikler, sosyalist devrimcilerin enternasyonalist kanadı, başka bir iki akım daha… Çin Devrimi’ne baktığınız zaman bir koalisyonun olduğunu görürsünüz. Belli ki iktidara gelemeyen başka koalisyon da dışarıda durmaktadır. Küba Devrimi’ne baktığınız zaman bir koalisyon görürsünüz. En son yakın zamanda gerçekleşen Nikaragua Devrimi’ne baktığınızda göreceğiniz şey yine bir koalisyondur. Bunu Türkiye'ye uyarladığımızda, 70’lerin ikinci yarısında Türkiye’de de Devrimci Sol, Devrimci Yol, Kurtuluş gibi değerlendirebileceğimiz eğilimler birleşerek bir devrim başarmışlardır; ama eğilimler farklılıklarını sürdürmektedirler. Komünist partisi de öte yanda durmaktadır. Böyle baktığınız zaman demek ki şundan kurtulmamız gerekiyor: aramızda ayrılık var, hangimizde ne gibi bir hastalık var acaba? Bence böyle bir şey yok. Ayrıyız; çünkü farklı çıkarları, farklı eğilimleri, farklı konumları temsil ediyoruz, edebiliriz. İkinci mesele şudur, fark iddia ediyorsun da buna hakkın var mı, bunun bir sosyal bir zemini var mı sorularına doğru cevap veriyorsan zaten bir meşruiyetimiz vardır. Bence asıl problem bu farklılıkların, ayrılıkların, ayrı söz ihtiyaçlarının olmasında değil, bunların meşru bir biçimde bir araya gelerek bir büyük faaliyete girişip girişemedikleridir. Yani aralarındaki ayrılıkları bu büyük faaliyet için telif edip edememeleridir. Bu birinci problemdir. İkincisi bunun telif edilemesinin önündeki engeldir. Komintern sonrası Stalin zihniyetinin, sosyalist harekete egemen olan zihniyetin; yani
28
Yeniden Devrim / 7
her sınıfa bir sosyalizm, her sınıfa bir parti, meşru olmayan sosyalizm dışındakilerin hepsinin gayri meşru olduğu yaklaşımıdır bu engel. Yani bu durumda görüş ayrılığınız ancak kriminolojinin, günahların ve suçların, ağır ceza yasalarının içerisinde izah edilebilir. Öyle olduğu içindir ki Türkiye’de böyle bir dönem yaşanmıştır, eğer kitabın emri buysa; yani her sınıfa bir parti ve sadece bir tane meşru sosyalizm varsa, ben isem o, hepiniz gayrimeşrusunuz. Ne yapılır gayrimeşru olana? Devrimci bir faaliyet içerisinde her şey yapılır, düşmana ne yapılıyorsa o yapılır. Bu yaklaşımın kendisinde bir problem vardır, var olmaya devam ediyor. Bence bu problemi hakikaten içselleştirerek halletmez isek önümüzde bu problem durmaya devam edecektir. Bu şu anlama gelmez; farklı görüşlere sahip olanların hepsi bizim gözümüzde eşit değerde olacaktır. Bu niçin öyle olsun? Bu yapmak istediğimiz işe bağlıdır. Eğer biz bir fabrikanın kapısını yıkmak istiyorsak, kapının yıkılmasında hemfikir olanlar bir araya gelip o işi yapabilirler. Yıkılmasın diyene de iyi gözle bakacak değiliz; ama bu onu yok etmemiz gerektiği anlamına gelmez. Çünkü belki de daha sonra bir kapı yapmak gerektiğinde ona ihtiyacımız olacaktır. Bu kadar pragmatist ve yararcı elbette ki bakılmaz politikada; ama teşbihte hata olmaz derler. Böyle baktığımızda bu meşruiyet meselesi çok esaslı biçimde çoğulculuk yaklaşımının sosyalist harekette geçmişte egemen olup olmaması ile ilgilidir. Bunun tamamen yok olduğunu söyleyebilirim. Türkiye sosyalist hareketi bilinçli olarak, çoğulcu bir hayat yaşamamıştır. Ben bunun istisnasının Dev-Genç olduğunu düşünüyorum. Dev-Genç de bir parti olarak görülmediği için bundan bağışık kalabilmiştir. Aslında bugün Türkiye sosyalist hareketine yataklık eden, zeminlik eden, hemen hemen tüm eğilimler Dev-Genç içerisinde şekillenmiştir. Mesela bizim yönetimde olduğumuz dönem en az 8 eğilim vardı. Bu eğilimlerin hepsi yaşayan, çalışan ve güçlenen bir Dev-Genç’in kendi çıkarlarına olduğunu düşünmek akıllılığını gösterdikleri için esas olarak Dev-Genç’e değil, yönetimde bulunanlar itiraz etmişlerdir; ama bütün olarak hasımları karşısında Dev-Genç’i savunmuşlardır. Bu çoğulculuktan Dev-Genç bence karlı çıkmıştır. Bu çoğulculuktan sosyalist hareketimiz birlikte mücadele geleneğini, farklı düşüncelerin bir arada yaşayabileceği bir devrimci örgüt geleneği başlangıcını elde edebilmiştir. Elimizde olan en önemli şeylerden birisi budur. İkinci nokta, bizim geçmişteki ayrılıklarımız o kadar tesadüfi ya da manasız da değildi. Çünkü bu ayrılıklar dünya sosyalist hareketi içerisinde vardı. Dünya sosyalist hareketi içerisinde üç temel eğilim; Sovyetler Birliği eğilimi, Çin’in eğilimi – ki bunlar aynı kominform içerisinde bulunmaktan çıkmışlardı 60’lardan sonra – ve Avrokomünizm dediğimiz eğilim – ki bu kısmen Yugoslavya’daki hareketle akraba sayılır – onun dışında da Küba’nın Sovyetler Birliği’yle müttefik ama ayrı çizgisi vardır. Bunların hepsi izdüşümlerini kaçınılmaz olarak Türkiye’de buldu. Dünya çapında meşru olan, tartışılan, beğenilen ve kendi istikametinde sonuç alan görüşlerin
Türkiye Solunun İdeolojik Teorik Temelleri 68
29
taraftar bulmaması düşünülemezdi. Bunların tartışılmasından daha doğal bir şey ben görmüyorum. Diğer bir nokta, taktik meselesi. Üç taktik, Türkiye’de sosyalist hareketi geçmişte belirlemeye çalıştı. Bana sorarsanız bu taktiklerin hiç birisinin hakikiliği ispat edilebilmiş değil. Bunlardan bir tanesi silahlı kuvvetlerin ilerici kanadıyla ittifak halinde iktidarı ele geçirerek bir devrim yapmak, ikincisi parlamenter yoldan çoğunluğu sağlayarak bir sosyalist rejim kurmak, üçüncüsü ise halk savaşı yoluyla iktidarı parça parça ele geçirerek bir devrim gerçekleştirmek. Bunların üçü de olmadı ve şu ana kadar başarı kazanmış değil. Tabi ki tarihen bir başarı kazanmış değiller; ama mantıken, aklen bunların hangisinin bize gelecek için bir tecrübe kazandırdığı söylenebilir? Bence ikisini hala tartışma halinde bırakabiliriz. İlk başta söylediğimi, yani askerlerin ilerici kanadıyla birlikte bir iktidarı ele geçirme meselesinin aslında tamamen gündem dışı ve tarih dışı olduğunu söylememiz mümkün. Ama geriye kalan ikisi hala tartışılan alan olarak kalıyor. Oğuzhan Müftüoğlu Ben bir şey soracağım. Sol hareketin tarihindeki ayrışmaların nedenleri çok önemli. Ayrışmaların sonuçları da çok önemli. Bizim hareketimizin sürekliliğini sağlamadaki en büyük problemlerden biri, THKP-C hareketi içerisindeki bölünmedir. Ondan hiç söz etmiyoruz. Hep 70 öncesine gidiyoruz. Halbuki 12 Eylül öncesinde THKP-C kuruldu. Kızıldere’nin öncesinde bir ayrışma yaşandı. Bunun nedenleri ve etkileri üzerinde kısaca durabilirsen... Ertuğrul Kürkçü Oraya gelmeden önce bir şey daha söyleyeyim. Aydın Çubukçu’nun ettiği bütün şikayetlere katılıyorum. Fakat ben şöyle demek istiyorum. Aslında Türkiye sosyalist hareketinin geçmişine dönüp baktığımızda ben küçük harfle marksizm içi farklar ve ayrılıklar olarak görüyorum yaşadığımız ayrılıkları. Mihri Belli’nin Mustafa Kemal’e yüklediği anlam, belki bir miktar tercüme anlamlı; ama benzer anlam yüklemeleri örneğin Nikaragua’da Sandino’ya kendilerinden bir önceki devrimci çığırın liderliğine, Venezüella’da Bolivar’a, Küba’da Jose Marti’ye yüklediklerini görüyoruz. Buradaki belki en önemli fark, bunların hepsinin sonuna kadar giden radikal bir demokratik devrimin, bir toprak devriminin, bir milli devrimin temsilcileri olmalarına rağmen Mustafa Kemal’in onlar kadar radikal, sonuna kadar giden bir halkçı hareketin başında olmayışı ile araya bir çizgi çizebiliriz. Nitekim ben birinciler arasındaki bağlantının, geçmiş-gelecek bağlantısının ağır ideolojik tartışmalara yol açmadığını, en azından Küba’yı daha yakından izlediğim için biliyorum; ama ikincisinin Türkiye’de çok ağır bir tartışmaya yol açması son derece tuhaf. Çünkü Mustafa Kemal’in ‘Bunlar Ruslar için çalışan serserilerdir’ demesinden sadece bir hafta sonra Mustafa
30
Yeniden Devrim / 7
Suphi ve arkadaşları Karadeniz’de boğulmuşlardı. Dolayısıyla arada çok daha başka bir ilişki var. Aşağı yukarı eş zamanlı bir devrimci önderlik iddiası dolayısıyla ortaya çıkmış bir başka çatışma var. Bence bunlar arasında paralellik kurarken bu tarihsel farkların az düşünüldüğünü, az ilgi gösterildiğini düşünüyorum geçmiş devrimci harekette. Ancak gene de şöyle diyebilirim. Mihri Belli, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, diğerleri bir askeri müdahale yoluyla bir şey olabilir derken kendilerince şöyle bir tahlile dayanıyorlardı: Türkiye’de yeterince işçi yok, Amerika’nın baskısı var diyorlardı. Böylece aşağı yukarı hepsi aynı programı savunuyorlardı. Milli demokratik devrim ve sosyalist devrim kavramlarını açımladığınız zaman hepsinin aslında bir reformlar dizisi olduğunu görürsünüz. Ortada hiçbir şekilde Marx’ın dediği gibi var olan devlet cihazını parçalamak, siyasi iktidarı emekçilere aktarmak, yeni bir devlet ve yeni bir ekonomi kurma programı yoktu. Reformlar yoluyla emperyalizme bağımlılığı azaltmak, tarım devrimi, dış ticaretin millileştirilmesi, eğitimde devrim, ağalığın ve feodal kalıntıların ortadan kaldırılması vs. Bütün bunların gerçekleştirilmesi sınırlığını içerisinde bir ittifak aradığınız zaman elbette size bir müttefik gibi gözükebilir. Ama bütün bunlar dünya sosyalist hareketinin Türkiye gibi ülkelere uzatmış olduğu reçeteden farklı değildi ki. Sovyetler Birliği’nin uluslararası bürosunun takdim ettiği programlar az gelişmiş, orta gelişmiş, yüksek derecede gelişmiş kapitalist ülkelere göre aşağı yukarı benzer reform programlarıydı. Çin’in vaadi de aşağı yukarı benzerdi. Bir tek Küba’nın farkı vardı. O zaman da zaten Küba’nın farkını Türkiyeli devrimciler gördüler. Ona dair bir başka programatik tavır aldılar. Amma velakin bütün bunlar Mihri Belli ile, Hikmet Kıvılcımlı ile TİP ile bizim aramızdaki tartışmalar sosyalist hareketin içindeki tartışmalardır. Bu tartışmaları Aydın’ın söylediği gibi önümüzdeki dönemlerde de yaşayacağız. Mesela Menşevik-Bolşevik tartışması Sovyetler Birliği’nin öncesinde Çarlık’ta başladığı yerden bugüne kadar geliyor ve devam edecek. İşçi sınıfının nispeten istikrarlı gelişmiş tabakalarıyla, işçi sınıfına henüz yeni dahil olmakta olan çulsuz üreticiler arasında hep bir talep farkı, dinamizm farkı olacak ve aşağı yukarı ücretli işin ayrıcalık gibi göründüğü bir ülkede bu tartışmanın daha derin yaşanabileceğini aslında görüyoruz. Ben bütün bu dönemi geriye doğru, bugüne doğru yorumladığımda birçok şey kalıyor. Taktik, program vs. Bunun için hepinize Türkiye’nin o günkü tablosunu kurmamız lazım hangimizin doğru söylediğini ve ne kadar doğru söylediğini görmeniz için. Nüfustan, işvereninden, sanayi ve tarımdan, diğer bütün etmenlerden, Amerika’nın ve Avrupa’nın rolünden, Ortadoğu’daki durumdan bahsetmemiz lazım ki bunlar daha iyi anlaşılsın. Fakat gene de geriye bir teorik farklılık kalıyor. Ben bugünkü tartışmalara ipucu olsun diye, bizim hareketimizin içinden bugüne kalan en önemli kavramsallaştırmanın Mahir Çayan’ın emperyalizmin Türkiye’de bir içsel olgu olduğu saptaması olduğunu düşünüyorum. Bu bize, sınıf mücadelesiyle anti-emperyalist mücadeleyi bağdaştırmak,
Türkiye Solunun İdeolojik Teorik Temelleri 68
31
Türkiye kapitalizmi karşısına almadan ABD ya da Avrupa’yla itişmenin imkansız olduğuna dair net bir fikir ortaya sunan ve en kalıcı, en uzun ömürlü ve Türkiye’nin sosyo-ekonomik durumu değişmedikçe de kalıcı olarak alabileceğimiz en önemli saptamadır diye düşünüyorum. O yüzden geçmişteki her şey geçmişte kalmadı. Bir bölümüne bugün tutunuyoruz. Ben bu kavramsallaştırmanın özellikle bugün küreselleşme bağlamında yapılan tartışmalarda ulusalcılar ve liberaller karşısında devrimci marksizmin geleneğe bağlanarak sürdürebileceği en önemli tutanak noktası olduğunu düşünüyorum. Bizim aramızdaki, geçmişteki, THKP-C’de meydana gelmiş olan farklılaşma kısmen bununla ilgilidir. Ama tamamen de değildir. Kısmen bizim geçmiş tartışmalarımızın içinde Türkiye solunun geri kalanı ile yaptığımız tartışmanın aslında bizim tarafımızdan kazanılmış değil kaybedilmiş olduğunu kabul eden arkadaşlarımız, pratik olarak bunun doğrulanmadığını düşünen arkadaşlarımız başlatmış olduğumuz ya da uygulamakta olduğumuz mücadele hattının terk edilmesi gerektiğini savundukları için bu tartışma içerisinde çıkan bir ayrılıktı. Bunun başka pek çok yönü de var. Bizim açımızdan bu hatta gitmek gerektiğini düşünenlerin önemli bölümü bakımından bu hattın doğruluğundan ya da yanlışlığından ziyade bir kere başlatılmış olan bir isyanın bütün sonuçlarına vardırılıncaya kadar takip edilmemesinden doğacak olan moral kayıpların öbür türlü kazanılacak politik kazançlardan çok daha ağır olacağı gerekçesiyle bu hat üzerinde duruldu. Nitekim 74’ten sonra daha ateş altında olmayan bir tartışma içerisinde pek çok eğilim, aynı hattı benimsemekte tereddüt etmemiş pek çok eğilim pek çok yönden tartışmaya tabi oldu. En son noktaya kadar vardıktan sonra bu başkaldırı, bu tartışma yapıldı. Daha sonraki sonuçlar apayrı; ama bizim aramızda yani THKP-C tarih sahnesindeyken ortaya çıkan bölünme buydu. Hukuken bu bölünmenin sonuçlarının ne kadar geçerli olduğu bahsinde - bizim MK’mız 11 kişiydi, bir arkadaşımız -Hüseyin Cevahirölmüştü, 5’e 5 kalmıştık tartışmada – bizim gibi düşünmeyen arkadaşlara dair yaptırımımızda haklı olmayabilirdik, tarih önünde bunun böyle olmadığı söylenebilir ama çok zaman geçti, alacak-verecek bu açıdan kalmadı. Ama geriye dönüp devrimci hareketi bir de bu yönden irdeleyecek olursak tabi sosyalist demokrasi, azınlığın hakları, suçlamalarda kendini savunma, adil yargılama gibi talepleri sadece burjuvaziye karşı değil, birbirimize karşı da ileri sürmek ve kollamak görevimiz olduğunu da ortadan kaldırmaz.
32
Yeniden Devrim / 7
“İhtilalciydik” Mahir Sayın
Aydın konuşmasında demişti ki: “Biz birleşemeyiz, birleşsek de ne olur en fazla 150 bin kişiyiz.” Gerçekten biz birleşemeyiz. Aynı problematik içerisinde kalıp da bölünmüşsek ve orada kalmaya devam ediyorsak birleşemeyiz. Eğer aklı başında insanlarsak, bizi kimse kandırmadıysa, Mihri Belli kandırmadı bizi ama bir yerlere doğru itelemiştir, onların kimileri olumlu kimileri olumsuzdur – birleşemeyiz. Ama bugün hala biz o yaşadığımız tarihin problematiğini olduğu gibi benimsiyor isek, aynı tarihlerden geçtiğimiz zaman yine aynı şeyleri yaparız. Oral bulunduğu noktadan konuşacaktır. Mesela 12 Mart’a karşı tutumumuz ve buradan geriye baktığımızda yine benzer görünecektir. Ama biz problematiğimizi değiştirirsek geriye dönüp baktığımız zaman her şey başka türlü görünmeye başlar. Yani şöyle düşünün Sovyetler Birliği’ne sosyalizmin kalesidir gibi bakarsanız, orada yaşanan tarih size bir türlü görünür; Sovyetler Birliği’ne işçi sınıfının üzerinde de bir diktatörlük olduğu yönünde bakarsanız, o zaman başka görünür her şey. Eğer biz problematiği değiştirme teklifi yapmadan ya da o zaman içerisinde bulunduğumuz problematiğin doğru olduğunu ispatlamadan devam edersek böyle tartışmaların çok fazla anlamı olacağını sanmıyorum. Bu kadar kısa süreler içerisinde tarihin yaşanmış bütün olaylarını hem de değişik problematikler içerisinde bulunarak aktarmak olanaklı değildir. Ancak burada da belli karakteristik renkleri öne çıkarmamız mümkün olur. Daha sonra konuşmanın seyri içerisinde bunu unutabilirim, Mihri Abi için şöyle bir şey söylenmişti: Bizim her şeyimizin müsebbibi odur. Biraz negatif sesi var bu cümlenin; ama mesela ihtilalciliğimizin müsebbibi de Mihri Abi’dir. İdeolojik belirlenmemizi aynı ölçüde etkilediğini zannetmiyorum. Türkiye’de sosyalist hareketin tarihi bir tek kaynaktan gelir o da TKP’dir. TKP’de tek kaynaktan gelir o da III. Enternasyonal’dir. Buna kuşkusuz etkide bulunmuş olan TC’nin özel, özgün tarihi vardır. Bu özgün tarihin sosyalist hareketimiz üzerinde bugünde hala çok ağır bir damga basmış olduğunu söylemek mümkündür. TKP’nin izlemiş olduğu çizgiden kastım III. Enternasyonal’den devralınmış olan çizgidir. Esasında Engels’in ölümünden sonra II. Enternasyonal’de egemen olan bir çizgi vardır. Lenin döneminde bu ekonomizm olarak ifade edilmiştir. Kanaatime göre Rus Devrimi, II. Enternasyonal’in bu ekonomizminde aştığı delik sayesinde gerçekleşmiştir. Ancak bunun bir delik olmaktan öteye gidemediğini düşünüyorum. Bundan sonra III. Enternasyonal’de de egemen çizgi haline geldiğini, Stalinist denilen çizginin esas karakteristiğinin bundan oluştuğunu düşünüyorum. Çin Devrimi’nin de III. Enternasyonal ekonomizmi içerisinde açılan bir delikten geçme şansı elde ettiğini, bu sayede koca ülkede köylülerin adına imkan doğduğunu düşünüyorum. Ama bunlar sadece bir delik olduğu için,
Türkiye Solunun İdeolojik Teorik Temelleri 68
33
bir müddet sonra egemen koşullar o deliği yamamayı başarmış ve Sovyetler Birliği’nin şekillenmesinde esas rolü oynamış olan ideolojik form ortaya çıkmıştır. Bunu da Ertuğrul ifade etti. Her sınıfa bir parti ve de o partinin iktidara geldikten sonra her ne pahasına olursa olsun dört bir tarafından kuşatılmış olan ülkenin korunması için her türlü sapmaya karşı en kararlı biçimde korunması gerektiği düşüncesi egemen bir karakteristik oluşturdu. Bu mirastır bizim de devralmış olduğumuz. TKP’nin devraldığı miras budur, TKP’den bizim devraldığımız miras da budur. TKP’nin de bu mirası sarsıntılara uğratan, eğer haksızlık etmeyeceksem iki isim vardır. Birincisi Dr. Hikmet Kıvılcımlı’dır. 30’lu yıllarda bu sarsıntıyı yaratmıştır; ama o sarsıntının sonuçları o cürete, o cesarete uygun olmuştur diyemeyiz. Daha sonra asker karşısında benimsemiş olduğu pozisyonu aynı rahatlıkla övme hakkını görmüyorum kendimde. Diğer isim ise Mihri Belli’dir. Mihri Belli’ye evet çok şey yüklenir: cuntalarla işbirliği yaptığı, hatta daha ağrı suçlamalar vardır. Ama Mihri Belli’nin bugün benim yaşamımda hala son derece önemli etkisi vardır ve bu etki benim neslimden gelen birçok kişinin üzerinde vardır. Mihri Belli bizi, daha ihtilalci bir çizgiye doğru itmiştir. Yani geleneksel olarak TİP’te egemen olan anlayışa göre bizi daha sistem dışı bir anlayışa doğru itmiştir. Bunun bütünsel, dört dörtlük bir anlayış olduğunu söylemek doğru değildir. Çünkü sözünü etmiş olduğum ekonomist programatik yırtılıp atılmış değildir. Ama onun içerisinde bizi daha ihtilalci bir noktaya doğru itmiştir. Bu aslında Türkiye solunun daha sonraki bütün ayrılıklarında rol oynamış bir faktördür. Burada bazıları esas bölücünün Mihri Belli olduğunu sen de onaylıyorsun diyebilir. Doğrudur, Mihri Belli orada bir bölünmeye sebep olmuş ve bizlerin hayatını da bir başlangıç koşulu ölçüsünde etkilemiştir. Şunu kimsenin söylemeye hakkı yoktur: “Bizim hayatımızın bütününü etkilemiştir, biz onun dışında hiçbir şey yapma şansına sahip değildik” gibi kendini çocuk yerine koyduracak argümanlarla Mihri Belli’ye günah yüklemek hiç de yerinde olmaz. Ondan sonraki tarih zaten göstermiştir, bir zaman biz onun sözünü dinlerken bir zaman da hiç kulak asmadığımız, kendi bildiğimiz yolda yürüdüğümüz devirler gelmiştir. Herhalde o yolda yürümemizden de Mihri Belli sorumlu değildir. Bizim şehir gerillasını savunmamızdan, başka bir yapı oluşturmuş olmamızdan Mihri Belli’yi sorumlu görmek en alakasız şeyler arasında diyalektik, her şeyin arasında bir bağ kurmak zorunluluğundan başka bir şeye tekabül etmez. Bize akıtmış olduğu, bugün için önemli olan bir başka şey ise Sovyetler Birliği’nde birtakım bürokratların olduğudur. Daha o zamandan Sovyetler Birliği’nde bürokratların iktidarda olduğunda dair bir laf öğrendik. Bilahare bu bizim için daha sonra gelişti, modern revizyonizm oldu. TİP’lileri eleştirirken kullandığımız temel terminoloji oldu. Daha sonraki yıllar içerisinde de bu problematik değişikliğini becerdiğimizde bambaşka bir ufka
34
Yeniden Devrim / 7
ulaşmamıza yardımcı olan noktayı oluşturdu. İşte burada Mihri Belli’nin hakkını teslim etmek gerekiyor. İşçi hareketi dünyanın her yerinde bölünmüştür ve oradaki bölünmede onlar ve biz oluşurken bugün de gene aynı lafı söylemekten kendimi alamıyorum, onlar reformcuydu biz ihtilalciydik. Yani böyle bir ayrım o günden oluştu. Ama şu gerçeklik vardı ki bizim ihtilalciliğimiz III. Enternasyonal’in övdüğü, bize ideolojik olarak sunduğu ekonomizmi aşma imkanını vermiyordu. Neydi bunun karakteristik özelliği? Her en pahasına olursa olsun, sınıf adına, işçi sınıfı adına, iktidarı elinde tutanların doğru çizgiyi korumak üzere her türlü hakkı kendilerinde görmelerini sağlayan bir çerçeveydi. Böyle bir noktadan baktığımız zaman, yani bizi her ne pahasına olursa olsun haklı kılacak olan bir çerçeveyi benimsediğimiz zaman elbette kendi dışımızda olan bitenlere karşı bizim eleştirel bir gözle bakmamız, acaba bizde de bir problem var mıdır, diye soruyu yükseltmemiz olanaklı olamaz, olmamıştır. O nedenle herkes de dünün tarihselliği içerisinde bugüne geldiğinde geçtiği her uğrakta kendisinin haklı olduğunu rahatlıkla iddia edebilir. Eğer Sovyetler Birliği rahmetli olmasaydı, Çin de kötü yollara düşmemiş olsaydı bugün daha farklı türden bir tartışma yürütüyor olacaktık. Aydın’ın ifade ettiği üç dünya çizgisinin ne kadar doğru ya da yanlış olduğunu konusunda aramızda ciddi tartışmalar olacaktı. Sovyetler Birliği ile Çin’in arasında cereyan etmiş olan üç dünya vs. ayrılıkların hepsinin aynı problematiğin kendi içerisindeki ayrışımlar olduğunu görmemiz gerekiyor. Burada da en temel karakteristik Paris Komün’ünün ya da Ekim Devrimi’nin verdiği derslerin bambaşka bir kılığa dönüştürülmüş olmasıdır. Yani tek bir çizginin doğru olduğu, doğrunun tek olduğu, o doğrudan başka her şeyin bir tür sapmaya tekabül edeceği düşüncesi bizim bütün tarihimizi bugüne kadar güdüklemiştir. Değiştirmemiz gereken temel problem budur. Birbiriyle farklı açılar yapan doğrular olduğunu kabul etmemiz gerekir. Sınıf adına konuşabilecek olan tek bir özne hiçbir zaman olamayacak ise sınıfın parçalarının her birinin taleplerinin birbirinden farklılaşabilecek ise doğrunun değişik biçimlerinin olabileceğini kabul etmemiz gerekir. O zaman kendimizi her şeye rağmen başka doğrular karşısında korumak gibi ya da en azından bizim var oluşumuz kadar meşruiyet içerisinde var olabilecek olan başka duruş biçimlerinin karşısında kendimizi silahla da olmak üzere koruyacak olan kendimizi güvenli bir noktaya çektiğimizde eski problematiği aynen benimsemiş oluruz. Proletarya diktatörlüğünün ya da proletarya demokrasisinin çoğunluk egemenliği olduğunu söylerken rahatlıkla o çoğunluğu kendi şahsımızda temsil edilen çoğunluk diye niteleyerek bir azınlık egemenliğini de rahatlıkla savunur duruma geliriz. Ama hakikat bambaşkadır. Örtülmesi 70 sene sonra bile mümkün olmamaktadır. 70 sene boyunca burjuvazinin kuşatmalarına karşı mücadele etmiş olan Sovyetler Birliği’ndeki iktidar kendi içinde hiçbir ihtilal yaşamadan, Alman ordularının yıkmasına imkan olmamasına rağmen
Türkiye Solunun İdeolojik Teorik Temelleri 68
35
kendi kendine bir savruluşun sonucunda yıkılma durumuna gelmiştir. Böyle bir sosyalizmi kurgulayan mantığı dışta bırakmadığımız ve bunu eleştiren bir noktadan tarihimize dönük bakmadığımız takdirde buradaki aktaracağımız olaylar sadece kendimizin bulunduğu noktadan gördüğümüz gerçekliktir. Ama benim bulunduğum noktadan o tarafa bakınca oradaki gerçeklik bambaşka görünecektir.
“70’lerdeki Mücadelenin Arkasında Dev-Genç’in Mirası Vardı” Oğuzhan Müftüoğlu
60-70 döneminde Türkiye solundaki ayrışmalar bugünkü solun bölünmüşlüğünün ana rahmi gibidir. Bu günkü ayrışmaların bir bakıma çıkış noktalarını oralarda bulmak mümkündür. 60 öncesindeki sol hareketin tarihinin örgütsel ve ideolojik anlamda çok fazla etkili olduğu kanısında değilim. 60-70 arasında ise Türkiye büyük bir toplumsal uyanış dönemi yaşamıştır. Dev Genç hareketi ve genel olarak sol bu uyanış hareketinin bir parçası olarak o uyanış hareketinin içinde gelişmiştir. O dönemde yaşanan ayrılıkların izleri bu gün de sürüp gidiyor. Altmışlarda meydana gelen ayrılıkta iki önemli etkenin rol oynadığını düşünüyorum. O dönemlerde gelişen Devrimci Gençlik hareketine karşı, Amerikan kaynaklı güçler eliyle oluşturulan örgütlenmeler, saldırılar üniversitelerde giderek sertleşen çatışmalara yol açmıştı. Bu çatışmalar şiddete doğru evrilmeye başlayınca, TİP buna karşı biraz daha eleştirel bakmaya; bunun anarşizme, darbeciliğe yol açabileceği şeklinde, daha ihtiyatlı bir tavır içerisinde ele almaya başlamıştı. Bu ayrışmanın çıkış noktalarından biri oldu. Bir de sanıyorum yaşanan süreçte yasaklı pozisyonda olan ve TİP’nin yönetimi dışında bulunan Mihri Belli ve eski tüfek arkadaşlarının pozisyonlarının etkili olduğunu düşünüyorum. Aydının Mihri Belliye niçin bir parti kurmuyorsun diye sorduğu sorunun yanıtı da bence burada. Onlar sürekli olarak bütün stratejilerinin esasının, legaliteyi göğüsleye göğüsleye genişletme olarak ifade ederlerdi. Ayrılıkların patlak verdiği proleter devrimci tip kuraltıyındaki konuşmasındaki vurgu da buydu. Mihri Belli kendi daha önceki yaşadıklarının da belki bir sonucu olarak o günkü koşullar altında, o yasal çerçeve içerisinde bir parti kurmanın riskli olduğunu düşünüyordu ve 27 Mayısın devamı niteliğindeki bir askeri darbenin bir çare olacağını umuyordu. TİP ile MDD tartışması arasındaki ayrılık çizgisi TİP’in parlamenter mücadeleyi esas almasına karşın MDD çizgisinin ucu açık olmak üzere parlamento dışı mücadele yollarını da esas almasıdır. Cuntacılık suçlamasının kaynağı burada. Mahir ( Sayın) bunu ihtilalcilik diye ifade etti. İhtilal ama nasıl ihti-
36
Yeniden Devrim / 7
lal? Daha sonra zaten bu konudaki muğlaklık MDD içerisindeki ayrılıkların ana kaynağını oluşturmuştur. Ben Oral’dan biraz farklı düşünüyorum. Evet, hem Mihri Belli hem de Doğu Perinçek’in önderliğini yaptığı Aydınlık Hareketi Türkiye’deki gelişmekte olan cunta hareketiyle doğrudan veya dolaylı ilişki içerisindeydi. Bu sabit bir şey. Ancak bizim 12 Mart öncesinde geldiğimiz yer farklıydı. MDD içerisinde gerek Denizlerin gerekse Mahir’in önderliğindeki THKP-C’nin ve bizim yönetimde olduğumuz Dev-Genç’in ASD’den ayrılmasının esas nedeni bu konuya dairdir. Mihri Belli o dönemde o anlayışlarıyla bir parti kurmuş olsa bile sonuç değişmezdi. Çünkü o ideolojik çerçeve devrimci mücadelenin geldiği yer açısından çok yetersiz bir yerdeydi. Daha doğrusu mücadele onun durduğu yeri çoktan aşmıştı. Ben en son Ertuğrul ile birlikte DevGenç MYK üyesiydim. Biz o dönemde cuntacıların çok tacizine uğradık, hatta Doğan Avcıoğlu Devrim dergisinin başyazısında bizim için “MYK DevGenç’i pasifize ediyor” şeklide yazılar bile yazmıştı, aranırsa arşivlerde bulunur. Cuntacı grupların Devrimci Gençlik içindeki bazı ekipleri manipüle ederek, daha şiddetli eylemlere teşvik ederek bir askeri darbe ortamı oluşturmak için çaba sarf ettiklerini biliyoruz. Ertuğrul da hatırlayacaktır: Bazı yürüyüşlerde bir takım grupları silahlandırarak, teşvik ederek polisle Devrimci Gençlik eyleminin doğal seyrinin dışında şiddetli çatışmaları organize etmeye yönelttiklerini bunu önlemek için bazen fiziki güç kullanarak mücadele ettiğimizi… Bu konularda o zaman çok uzun tartışmalar yürütürdük ve bir noktadan sonra, Oral’ın ifade ettiği toplantıdan sonra, THKP-C’nin ayrı örgütlenmeye yönelmesi kaçınılmaz hale geldi. THKO’lular da daha çok kır gerillasını esas alan, bizim o zaman Fukocu olarak ifade ettiğimiz, bir yola girdiler. DevGenç daha kitlesel bir örgütlenmeye sahipti. Köylüler içerisinde, Karadeniz’de yaygın örgütlenmeler vardı. Biraz daha uzunca bir mücadele sürecini öngörüyordu. Bölümü bitirirken şunu söyleyebilirim: 78 kuşağıyla bizim içinde yer aldığımız 68 kuşağı arasında ne fark vardır diye bir tartışma var. Bizim dönemimizde geriye dönüp baktığımızda, 60’lar öncesinde bir TKP süreci, bir 27 Mayıs ve arkasından gelen birkaç darbe girişimi vardı. 70 sonrasındaki mücadele içindekiler ise geriye dönüp baktıklarında Kızıldere'yi, Denizlerin idamını gördüler. İki dönem arasındaki farklılıkları oluşturan bir noktadır bu.
TÜRKİYE SOLUNUN İDEOLOJİK TEORİK TEMELLERİ Oğuzhan MÜFTÜOĞLU, Ertuğurul KÜRKÇÜ, Oral ÇALIŞLAR, Aydın ÇUBUKÇU, Mahir SAYIN
BÖLÜM II BUGÜNÜN SORUNLARI Küreselleşme, AB, Kemalizm, Siyasal İslam, AKP ve SOL
Oğuzhan Müftüoğlu Bu bölümde bugünkü Türkiye'de ve dünyada yaşanan gelişmelere ilişkin noktaları, küreselleşme süreci, neo-liberal politikalar, Türkiye'de liberal değişim süreci karşısında solun tavrının ne olması gerektiği, Türkiye'de liberal ve milliyetçi savrulma konusundaki görüşler çerçevesi içerisinde ele alacağız, bugüne dair konuşacağız.
"12 Eylül Kırılma Noktasıdır" Oral Çalışlar
Biz şu anda hangi ortam içindeyiz ve bugünün geçmişle ilişkisi nedir sorusuna cevap ararken 12 Eylül'ün ciddi bir kırılma noktası olduğunu düşünüyorum. 12 Eylül ile birlikte Türkiye'de bütün sol hareket, 12 Mart'ta böyle olmamıştı darbe yemiştik ama toparlanabilmiştik hatta daya büyük yaygınlık kazanmıştı, için ciddi bir kırılma yarattı. Sendikalar kapatıldı, partiler kapatıldı, sol hareket bütün boyutlarıyla büyük bir yenilgi içerisine girdi. Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla sosyalist ülkelerdeki kriz eklendi buna. Bunlar açısından bakıldığında yeni bir döneme girdik ve bu dönem hesaplamadığımız sosyal dinamikleri ortaya çıkardı. Bunlardan bir tanesi Kürtlerdi. 85 yılında silahlı çatışma dönemine girdiler. İkincisi İslamcılar...
38
Yeniden Devrim / 7
İslamcılar da büyük bir siyasi akım olarak sahneye çıktılar. Üçüncüsü aleviler. Bunların üçü de 12 eylül öncesi yoktular. Varsa bile küçük gruplar halindeydiler. Fakat 12 Eylül sonrasında özellikle Kürtler sosyalist güçlerin iradesinin de dışında güç olarak ortaya çıktılar. Bence sol şaşkınlığa uğradı. Çünkü hesaplanmış bir program yoktu Kürtlerle ilgili olarak. İşçi hareketi kalmamıştı. İşçi hareketinin olmadığı koşullarda başka sosyal dinamikler ortaya çıktı. Bu sosyal dinamikler karşısında sol şaşkınlığa uğradı. Bunlara karşı nasıl politika geliştireceğini ve bu politikayı nasıl hayata geçireceğini sol bilemez hale geldi ve bundan sonra da sol bir düşüş içine girdi. ÖDP çabası, diğer sosyalist hareketlerin parti kurma çabası bütün bu dağılmaların altında kaldı. Bu dalgaların hepsi sosyalist hareketi ötelemeye başladı. Bu aynı zamanda bu meseleleri tartışmak ve politika geliştirmek ihtiyacını ortaya çıkardı. Kürt meselesinde Türkiye sosyalistleri esas olarak sınıfta kaldı ve milliyetçiliğin hızla yükseldiği bir süreç yaşadık. Kimisi İslamcı hareketle Kemalist zihniyetle hesaplaşma içerisine girdi. Buradaki arkadaşlar itiraz edebilirler ama çoğunluk açısından baktığımızda İslamcı hareketle mücadele yolları esas olarak Kemalist ideolojinin hegemonyası altındaydı. Aleviler meselesi ile ilgili olarak ilişkiler çözülebilmiş değil. Çünkü kendi aralarında da karışıklar. Ama İslamcılara karşı ve Kürt hareketine karşı sosyalistler ne yapacaklarını hala bilmiyorlar. Niye yokuz? Çünkü bu konularda politikamız yok. Çünkü bu konulardaki politikaları esas olarak Kemalistler belirliyor. Kemalistlerin belirlediği politikalara biz eleştirilerde bulunuyoruz. Ama bu konularda ciddi ve köklü bir sosyalist duruş yok. Kürt hareketiyle ilişkimizi milliyetçilik ile sınırlandıran bir çizgi izliyoruz. Aynı şey bu kemalist ve ulusalcı ideolojinin sol üzerindeki hegemonyası çok değişik konularda da gündeme geldi. Kıbrıs meselesinde, azınlıklar konusunda analize etti. Evet küçük bazı sosyalist gruplar doğru şeyler söylüyor ve yapıyor olabilirler; ama geneline baktığımız zaman Türkiye sosyalist hareketi geçmişte milliyetçi, Kemalist ideoloji etkisi altındaki günlerimizin bugün yeniden canlandığını daha iyi hissediyorum. Çünkü ciddi bir hesaplaşma içerisine girmedik. Şimdi Ergenekon'a baktığımızda, birbirimize şaka yapıyoruz ama... Oğuzhan Müftüoğlu Doğu Ergenekon'dan içeride şimdi... Oral Çalışlar O işin başka bir boyutu. Mesela bunu niye söylüyorum? Burada köklü bir problem var. Biz aslında ittihatçı gelenekten geliyoruz. Bu gelenekten geldiğimiz için askerden pozitif bir şey çıkacağını herkes bekliyor. DevGenç'le ilgili bir problem değil. TÖS'ün bildirisinde de var. Bizde de var. 12 Mart açıklandığı gün biz toplandık, reformlara yol verilirse destekleyelim dedik. Askerin yukarıdan aşağıya otoriter müdahaleleriyle sol arasındaki akrabalık bitmedi aslında. Bitmediği için zaaf var. Oradaki zaafın köklü ve
Türkiye Solunun İdeolojik Teorik Temelleri 68
39
siyasi bir nedeni var. Onun için ben buraya dikkat çektim. Tabi ki süreç içinde 12 Mart ve 12 Eylül bizi çok ciddi sarstı. Askeri müdahaleler arka arkaya geldi ama 12 Eylül sonrası Türkiye'de yeniden yapılanmanın ciddi bir şekilde kemalist ideolojinin hegemonyasını beraberinde getirdiğini düşünüyorum. Üniversitelerde bu ideoloji egemen oldu. Sol bu yeni inşanın altında kaldı ve bu yüzden yeni bir şey yaratmakta zorluk çekiyor. Eğer Türkiye'de sol yeniden bir hareket ortaya çıkaracaksa militarist gelenekle hesaplaşma içerisine girmeden bir şey başaramaz. Bütün bu temel konularda yani Kürt meselesi vs gibi konularda gerçekten özgürlükçü ve demokratik yeni projelere ihtiyaç var. Ben bu konuda yeni projelerin olduğundan da emin değilim. Sol hareketin böyle bir mecali yok. Aydın'ın söylediğine katılıyorum. Birlik meselesinin esası Türkiye'nin önündeki temel meselelerde yeni baştan nasıl inşa edebiliriz bunu düşünmek lazım. Küreselleşme de böyle bir şey... Oğuzhan Müftüoğlu Oral, biraz sana yardım edeyim. Kemalizm ve darbecilikle ilgili görüşlerini aktarıyorsun. Peki bunun karşısında liberal değişim süreci, liberal demokrasi süreci, AKP ve AB süreci var. Bu konudaki görüşlerin nedir? Oral Çalışlar AB de bütün bu ayrışmada rol oynuyor. AB projesi başından itibaren sosyalist hareketlerin çoğunluğunda bir emperyalizm projesi olarak algılandı. Halbuki AB projesi sonuçta Avrupa kendi içinde çok çeşitli solcularıyla, Hıristiyan demokratlarıyla, sosyalistleriyle, yeşilleriyle yeni bir projeye doğru yöneldi. Avrupa'da yeni bir sınırların kalktığı ve küreselleşmenin etkisiyle yeni bir dünya oluştu. Burada söylemek istediğim şey şu: Avrupa’da sınırların kalktığı ve küreselleşmenin etkisiyle yeni bir dünya oluşuyor. Bu dünyanın içinde tabi ki ideolojik hegemonya ve esas hakim unsur bugün kapitalizm. Öyle olmaması mümkün değil zaten. Başka ciddi bir seçenek de yok zaten insanlık açısından. Burada tartışma, biz bunun içinde yer alacak mıyız almayacak mıyız, alırsak nasıl yer alacağızdan çıktı iş. AB solun önemli bir kesimi tarafından esas itibariyle negatif bir güç olarak görülüyor ve bu negatif ilişki esas olarak şöyle ifade ediliyor: AB, Kürt meselesi, azınlıklar vs konusunda Türkiye’yi bölmek, parçalamak istiyor. Bu amaçla Türkiye’de özgürlükleri kullanıyor, insan hakları projesi zaten bir emperyalist projedir. Esas direnen ve kuvvetli olan direniş buradan geliyor. Zaten sosyalistler güçlü olmadıkları için söyledikleri de bunların gölgesinde kalıyor. Çünkü sonuç olarak bugün AB’ye karşı direnen güçlerin başında Kemalistler, ordu, yargı vs geliyor. AKP tartışması çıktığından beri de esas tartışılan bu oldu. AB’ye Türkiye girmesin, içeride hesaplaşalım fikriyatı esas olarak ulusalcılarda. Sosyalistler bunların kenarından kıyısından bu pro-
40
Yeniden Devrim / 7
jenin çok dışında rol oynamıyorlar. Sıkıntı da buradan kaynaklanıyor. Oğuzhan Müftüoğlu ÖDP’de de böyle mi? Oral Çalışlar Hepimiz Havetçiyiz… Şöyle de desek mi olur böyle de desek mi olur… Karışık bir ruh hali var. Oğuzhan Müftüoğlu Emeğin Avrupası olgusu... Oral Çalışlar Ben de onu söylüyorum zaten. Türkiye’de AB’nin içine girdiğin zaman komünist olarak gireceksin, sosyalist olarak gireceksin, öbürü İslamcı olarak girecek. Orada o mücadele devam edecek. İspanyol bir komünist gelmişti ona sormuştum İspanya komünizmi AB konusunda ne yapıyor diye. Bizimkiler sosyalizmin kapitalizme karşı mücadeleyi İspanya içinde vereceklerini zannediyorlar, halbuki kapitalizm bize toptan hücum ediyor, buna karşı koyabilmemizin tek yolu Avrupa’nın diğer emekçileriyle ve sosyalistleriyle birleşmekten geçiyor bunu göremiyorlar, dedi. Ben bunu çok önemsemiştim. Sonuç itibariyle … Oğuzhan Müftüoğlu İstersen AKP ve siyasal İslam konusunda da görüşlerini söyle… Oral Çalışlar Burada tabi şöyle oldu, Türkiye solu ciddi ölçüde ulusalcı ideolojinin hegemonyası altına ve muhafazakar çizgiye girdiği için değişim ve dönüşüm ve özgürlük modellerinin dışında kaldı. Bu defa Türkiye’de İslamcılar güçlü bir aktör olarak çıktı. İslamcılar ciddi bir değişim yaşadılar. Türkiye son 10-15 yıl içinde büyük bir ekonomik dönüşüm yaşadı. 96 yılında Gümrük Birliği’ne girildiğinde Türkiye’nin ithalatı 6 milyar dolar, ihracatı 4 milyar dolar. Toplam dış ticareti 10 milyar dolardı. Şu anda Türkiye’nin dış ticaret hacmi 250 milyar dolar. Yani sonuç olarak ekonomik açıdan 25 misli büyüyen bir dış ticareti söz konusudur. Bu Türkiye’de ekonomiyi değiştirdiği gibi yeni orta sınıfların ortaya çıkmasına yol açtı. Avrupa’ya ihracat yapan, batıyla ticaret yapan ciddi bir orta sınıf doğdu. Bu ticareti de Anadolu kaplanları diye ifade edilen kesim yaptı. Bu büyüme onlar için büyük rol oynadı. Tabi kaçınılmaz olarak Avrupa’ya ticaret yapan yeni bir orta sınıf doğdu. Bu ileri orta sınıf geçmişte Anadolu’ya mal üretiyordu. Avrupa ile birlikte çok köklü bir değişim yaşadılar. Çünkü oraya gönderdikleri malı kaliteli üretmek zorundaydılar. Marx’ın çok önemli bir lafı var: “Bir insanın ideolojisini üretim ilişkileriyle olan ilişkisi belirler.”
Türkiye Solunun İdeolojik Teorik Temelleri 68
41
Onlar artık orta çağ ideolojisinden sıyrılarak daha kapitalist bir dünyanın parçası haline geldiler. Evet muhafazakar bir çizgiler vardı ama hayatla ilişkileri din üzerinden değil ticaret ve üretim ilişkileri üzerinden şekillenmeye başladı. Sonuçta AKP Türkiye’de muhafazakar kapitalizmin yeni temsilcisi haline geldi. Dışarıyla esas ilişkiyi bunlar yürüttükleri için dışa açık değişim çizgisiyle de bunlar birleşmeye başladılar ve eski orta sınıf bunların dışında kaldığı için giderek muhafazakarlaştı. Her türlü değişimle mücadele etmeye başladılar. Örneğin 301’in kaldırılmasını AKP isterken buna karşı koyan kendini sosyal demokrat olarak tanımlayanlar oldu. Her alanda baktığımız zaman AKP ile çevreyi karşılaştırdığımızda AKP’nin daha liberal ve değişime açık bir çizgi izlediğini görürüz. Bu şu demek değildir tabi: bunlar AKP’li oldular, AKP’nin peşinden gidiyorlar. Mesele şu: Türkiye’de bizim Maocuların çok önem verdiği bir şey vardır: tutulacak halka meselesi. Türkiye’de bugün temel tehlike nedir? Bu konuda bir tespit yapmak ve buna göre politika belirlemek gerekiyor. Şu anda Türkiye bir askeri darbe tehdidi altındadır. Buna karşı ne yapacağız, esas tehlike bu mudur, yoksa şeriat tehlikesi mi mevcuttur? Eğer şeriat devleti haline geliyorsa Türkiye ulusalcıların peşine düşelim. Oğuzhan Müftüoğlu Gördüğünüz gibi bugüne gelmekte neden ayak dirediğimizi anladınız, şimdi dövüşmeye başlayacağız. Bu AB’ye girelim meselesiyle ilgili, kolayından gidip Amerika’ya girsek daha iyi değil mi? Aydın sen devam et, ben sonra gireyim…
“Solun Hegemonya Merkezi Olabilme İmkanı Ortadan Kalktı” Aydın Çubukçu
3 temel sorun üzerinde ben görüşlerimi özetlemeye çalışacağım. Önce sol için bir çıkış yolu var mıdır, bu nedir? Tekrar toplumsal bir etki merkezi olabilmek, kitlelerle birleşebilmek ve sosyalist hareketlerle kitlelerin arasında bir bağ kurabilmek… Bu değişmez bir hedeftir. Kitle hareketiyle sosyalist fikirler arasında bağ kurarsanız devrime doğru ilerlersiniz, kitleleri devrimcileştirirsiniz. Günümüzde durum nedir, her şeyden önce bir sosyalist fikir mihrakı, kendisini kitlelerle birleştirmeye aday gören, kendini her konuda sosyalistçe hazırlamış bir mihraktan söz edilemeyeceğini başından beri söylüyorum, bu mihrak dağılmıştır. Bir sosyalist AB’den yanadır, öbür taraf karşıdır. Temel meselelerde İslami hareket hakkında bile farklılıklar vardır, Kemalizm hakkında farklılıklar vardır. Dolayısıyla bir hegemonya merkezi olabilecek, fikri ve siyasi bir hegemonya merkezi olabilecek, durumda olan bir soldan söz etme imkanı ortadan kalkmıştır.
42
Yeniden Devrim / 7
Hrant’ın cenazesi bir umut yaratmıştır, bence abartılmış bir umuttur; ama insanlar ilk defa bu kadar kalabalık olabileceklerini hem de hepimiz Ermeniyiz gibi aykırı bir sloganı atabilecek kadar kalabalık olabileceklerini görüp heyecanlanmışlardır. Bu bir imkandır. Buradan gidelim, buranın anlamı ve içeriği neyse onu işleyerek birleşelim ve güçlenelim fikri özellikle İstanbul aydınları arasında hayli heyecan uyandıran bir fikir oldu. Ama her gün de Hrant öldürmenin imkanı yok, buna razı da olmayız bizi harekete geçiriyor diye. Ama onun içeriğini anlamak ve buradan hareket etmek de çok anlamlı değildi. Orada çok farklı duygular bir araya gelmişti. Ama bir de yakın zamanda yaşadığımız emek platformunun hareketi var. Milyonlarca insanı gerçekten harekete geçirdi. İşçi emekçi olmayan insanları da kendi etrafında hareket etmeye yöneltti. Bir duygu birliği yaratmak gücünü gösterdi. Ben böyle bir yığınsal hareketin imkan olduğunu düşünmenin daha anlamlı olduğunu ileri sürüyorum. İşçilerin ve emekçilerin iktisadi talepleri, günlük hayatlarını doğrudan etkileyen meseleler karşısında tutumları – TEKEL’in kapatılmasıdır, TELEKOM grevidir vb. – pek çok art arda yaşadığımız ve parça parça sınıfı harekete geçiren ve sınıfın her bir parçası üzerinde etkili olan ama diğer parçaya pek sirayet etmeyen bir hareketlilik, canlılık olduğunu görmemiz mümkün. Hakikaten işçileri ve emekçileri derinden sarsan ve harekete geçiren bir atmosferde yaşıyoruz. Ortak sorular; ama parçalı cevaplar verilen bir durum var. Emek Platformu bunları belli bir ölçüde ifade etme imkanı yakaladı, müdahaleyle karşılaştı, Türk-İş ayrıldı ve önümüzdeki 1 Mayıs Türk-iş’in de katılmasıyla 80 sonrasında ilk defa Türkiye’de 1 Mayıs alanda birleşik olarak kutlanabilecek. Bu bir işarettir, bu derinde hareket halinde olan işçi, emekçi kitlelerinin su yüzüne vurmuş bir ifadesidir. Bunu nasıl değerlendirebiliriz, buradan bir çıkış yolu, burada solcuları kendilerine dönüp neler yapabiliriz dedirtecek bir imkan bulunabilir. Şimdi o klasik kuralı yeniden hatırlamak ve kendiliğinden hareketle sosyalist hareketin birliğinin ihtilalci, devrimci bir ilerlemenin imkanı olduğunu hatırlamanın zamanıdır. İki: AB ve diğerleri, Oral’ın hoş bir tespiti vardı, bana biraz çelişkili geldi. İttihat Terakki Türkiye Solu’nun genlerine işlemiştir, DNA’sında halka İttihat Terakki’ye iner; ama AB hakkında konuşmaya gelince o eleştiri havaya uçtu. Varsa orada da var, yani AB taraftarlığı İttihatçılıkla ilgili bir şey. Bu farklı biçimlerde kendini tezahür edebilir; ama o eleştiride İttihatçılıkla yani Tanzimat, Batıcılık ve AB arasında bir bağ var. İttihatçılığı bir kenara bırakalım; ama İttihatçılık da onun bir ürünüydü. AB eğer uluslar arası işçi hareketi için bir imkan diyorsak, biz bunu emperyalizmin tümü için söyleyebiliriz. Emperyalizmin çağı Lenin’in de zamanın da söylendiği gibi proleter devrimin de çağı idi, yani böyle bir bağ vardır. Sermayenin küresel bir hal alması devrimin de imkanını küreselleştirir, bir imkandır bu. Henüz gerçek değildir, bir imkanı nasıl gerçekleştireceğimiz de siyasal bir mücadele konusudur. AB’ye karşı olmanın normları: sermayenin gelişmesi, liberalleşme, demokratikleşme vs. bunlar zaten sermayenin genişletilmiş yeniden
Türkiye Solunun İdeolojik Teorik Temelleri 68
43
üretiminin söz konusu olduğu her ülkede o koşullar cümlesinde ülkeye gelir. Demokrat Parti nasıl geldiyse AKP de öyle gelmiştir. Biz bunu yeni yaşamıyoruz; yasalardaki değişiklikler, çok partili rejime geçiş vs. bunlar daha önce de Amerikan emperyalizminin savaş sonrası demokratikleşme denilen süreç içinde yaşadığımız şeylerdi. Şimdi de benzer bir şeyi AB dolayısıyla yaşıyor olmamız ne AB’ye ne de AKP’ye olumlu bir anlam yüklememiz için yeterli değillerdir. Bu bir yana, evet AB, Yeşiller, Sosyalistler, çeşitli Avrupa çapındaki partiler eliyle bir çok meselenin gündeme gelmesinde rol oynadılar; ama AB değişiyor AB’nin siyasal çevresi değişiyor. Ona ideolojik, politik olarak herhangi bir misyon yükleyen hareketlerin etkisi azalıyor. Avrupa, Avrupa olmaktan çıkıyor herkesin kapısına süt vs. o dönemler bitti. AB evet Türkiye’de şu yada bu şekilde olumlu karşılanabilecek bir vizyona sahiptir, görünüşe sahiptir; ama özü itibariyle burada emperyalizme karşı mücadelenin kendisi söz konusudur. Bu bizi ulusalcılarla birleştirir mi? Birleştirmemelidir. Orada başka bir şey söz konusu; Kürt meselesi, demokratikleşmenin herhangi bir biçimde tezahürü, ulusalcıları ilgilendiren budur ve buna karşıdırlar. Burada herhangi bir birlik olamaz. AB’ye emperyalizme karşı mücadele kapsamında işçiler ve emekçilerin çıkarları açısından hayır diyenlerle; AB’ye devletin bekası, milletin birliği vs gerekçelerle düşman görenlerin birliği asla söz konusu olamaz. Ayrımlar net çizilmelidir. Bunda bizim eksiğimiz olabilir. AB’ye karşı olmanın anlamını güçlü vurgulamamak bunu iyi işlememek kafa karışıklığının ortaya çıkmasına sebep olmuş olabilir. AB’yi iyi deşifre edememiş olmak solcuların bir eksikliğidir. Siyasal İslam konusunda Oral’a katılıyorum. Gerçekten siyasal İslam’ın AKP ile çizilmiş çerçevesi içinde bir sınıf karakteri gittikçe belirgin hale gelmektedir. Eskiden Erbakan döneminde olduğu gibi muhalif hatta yer yer geleneksel üretim biçimlerine bağlı olarak anti kapitalist söylemlerin ortaya çıkmış olması artık değişmiştir. Yabancı sermayeden söz edeni başbakan azarlıyor, uluslar arası sermaye diyor. Böyle bir duruma geldik. Bunun sebebi gerçekten kitle olarak sınıf değiştirme yoluna girmesi ve kapitalizme entegre olmasıdır. Fakat bunun dışında bir de yoksulların Müslümanlığı dediğimiz başka bir akım derinden derine işlenmeye devam ediyor. Bu yalnızca bizim ülkemizde değil, Ortadoğu’da, Suriye’de, Mısır’da, Lübnan’da hatta Ürdün’de alttan alta yoksulların İslamiyet’i denen akım tezahür ediyor ve güç kazanıyor. Başlangıçta örneğin Nasır zamanında Mısır’da İslami sosyalizm kavramının ortaya atılmış olması Nasır’ın hareketine karşı Amerika tarafından örgütlenmiş bir hareketti, Evangelistlerin hareketi. Ama o kendi içinde parçalanıp gerçekten yoksullar için sosyalist bir İslamiyet mümkün müdür diye düşünen akımlar da oldu. Buna dikkat etmek gerekir. Türkiye’de temsilcileri çok zayıf ve azdır. Ama ne söylediklerini değerlendirmek ve bölge çapında ve ülke içinde de anti emperyalist, kapitalizmin sınırsız
44
Yeniden Devrim / 7
saldırıları karşısında bulunmadığını araştırmak, en az Kemalistler ve solcular arasında teğet noktası vardır diye düşünmeye zorlandığımız yerde aynı duyarlılığı o tarafa doğru göstermek zorundayız. Nerede ne kadar, ne zamana kadar ve ne için sorularına cevap aramaya değer bir fenomen olarak onu da göz önünde tutmalıyız. Bizim 60 döneminde Dev-Genç’in en etkili olduğu dönemde, Kürt gençleri ile ilişkimiz son derece kötüydü. Çoğu İşçi Parti’liydi. Çünkü biz daha çok Kemalisttik. Tarihsel olarak şekillenmiş bir ayrılıktı bu. Biz DevGenç olarak Kürtleri kazanamadık. Birkaç tane Kürt arkadaşım vardı; ama onlar da Kürt olmaktan çok Dev-Genç’liydi. Ama Kürt gençlerinin kitlesiyle Dev-Genç’in arasında iyi bir bağlantı yoktu. Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın bizimle araları soğuktu. Burada da o dönemin temel özellikleri, anti emperyalizm vs gibi; ama bunun bir eksiklik olduğu, bunun aşılması gereken bir problem olduğu dar ağacında dile getirildi. Vahim bir biçimde Deniz’in dile getirdiği son mesaj, Kürt ve Türk halklarının bağımsızlık mücadelesi olarak formüle edildi. Ondan sonra da biz başka bir biçimde bakmak zorunda kaldık bu gelişmelerin de etkisiyle. Şimdi ise yine yer yer değinildi emperyalizmin aracıdır, bölücüdür ve gericidir diye Kürt hareketine soğuk bakmak, onun taşıdığı dinamikler bir yana ama ezilen bir halkın hareketi olması dolayısıyla bizim sorumluluklarımız içinde bulunması unutularak olaya yaklaşmak doğrusu bizi ilerletecek bir şey değildir. Bu meseleyi solum, sosyalistim diyip de Kürt hareketi karşısında abuk sabuk tutumlar takınmak bizi ilerletmez, bizim çıkışımızı kolaylaştırmaz.
“Sosyalist Hareket Kendisini Küreselleşme Solculuğundan ve Onun Karşısındaki Anti-Küreselleşmeci Milliyetçilikten Ayırmalı” Ertuğrul Kürkçü
Birincisi, kavramsal bir ayıklamaya ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Sol kavramın aslında bir şey ifade etmemeye başladığını hissettiğimiz bir dönemde olduğumuzu söylemek istiyorum. Çünkü bir önceki tartışmada eksik bıraktığımız bir yan var. 1965 seçimlerinden sonra TİP’in TBMM’ye 14 milletvekilli bir senatörle girmesi genel olarak aydınlar, sendikacılar ve üniversite öğrencileri üzerinde yarattığı devasa etki, devlet partisi CHP’yi bir pozisyon değişikliğine sürükledi ve CHP, TİP’in hitap alanını kendi alanına çekmek üzere hem kendi doktrinini demokratik sol veya sosyal demokrasiyi yeniden düzenledi hem de programında buna uygun denilebilecek değişiklikler yaptı. O zamandan beri CHP bir yandan Türkiye’de solun meşrulaştırılması bakımından esaslı bir rol oynadı. Eğer devletin yarısı solcuysa sol kötü bir şey değildir; fakat öbür taraftan solun aşağıdan gelen,
Türkiye Solunun İdeolojik Teorik Temelleri 68
45
düzen dışı, dönüştürücü, yıkıcı içeriği üzerinde de olumsuz bir rol oynadı. Sosyalist hareketin güçlenememesiyle sol, CHP’nin tüccarların devlet adamlarının avukatların bürokratların iyi yada kötü reformcuların hal ve hareketlerine verilen adlar olmaya başladı. Bu bizim üzerimizde bir ağır yük oluşturuyor ve tarihi anlamını bir yana bırakmamakla birlikte kendimizden sosyalist diye söz etmenin böyle bir hat çizmenin anlamlı olduğuna inanıyorum. Bu çerçevede baktığımızda bugün sosyalist hareketin en önemli iki meselesi birincisi küreselleşme solculuğundan; ikincisi onun tam karşısında görünen anti küreselleşmeci milliyetçilikten kendisini ayrıt etme ve yeniden konumlandırmaktır. Bu doğrudan doğruya kendisini emeğin hatları emeğin çıkarları emeğin hayatı üzerinde yeniden kurmakla ilgili bir mesele. Eğer bunu yapabilirse, sosyalist hareket kendisini bir kez daha, yeniden bu sosyal arka plan üzerine kurabilirse zaten nesnel olarak olmakta olan şeye öznel olarak bir anlam yükleyecek ve bunu adlandıracaktır. Çünkü sermaye uluslararası iken emeğin milli ve yerel kalması olanaksızdır. Emeğe böyle bir şey teklif etmek emeğe kölelik teklif etmektir. Yani Türkiye’nin hükümeti devleti ordusu bütün uluslararası ittifakını kuracak, sermayesi bütün uluslar arası ittifakını kuracak, sermaye bütün kürede olduğu gibi Türkiye’de de gezecek ama emek ne küresel emek piyasasına çıkabilecek ne de içerde kendisini savunmak için ittifak kurabilecek böyle şey olmaz. O yüzden böyle bir yerde emeğin kendisini hem küresel olarak hem de enternasyonal olarak yeniden kurma mecburiyeti dolayısıyla bu çatışma karşısındadır. AB tartışmasının özüne bakarsak sermaye sınırı aşsın, fikirlerde sınırı aşabilir ama emek sınırı aşmasın emek yerel kalsın ve Türkiye AB’ye üye olsa dahi emeğin dolaşımı kısıtlansın denilmektedir. Sosyalistler eğer kendilerini emeğin hayatı içerisine yeniden kuracaklarsa itirazlarını çıkış noktası burası olmalıdır. Öte yandan bunu tam karşı kutbundaymış gibi yer alan ulusalcıların merkezi örgütü devlet olduğuna göre devletin milli güvenlik siyaset belgesi Türkiye batıyla bütünleşmeye devam etmeli AB üyelik hedefini muhafaza etmelidir, demektedir. Dolayısıyla sıkıştığında Deniz Baykal’ın, İlhan Selçuk’un hepsinin söylediği şey şundan ibarettir, girelim ama şerefimizle. Yani İlhan Selçuk iktidardayken girersek şerefli muhalefette girersek şerefsizce. Peki işçilerin çıkarları nerede bu tartışmada işçi çıkarları yok. Bu tartışmanın özü burada dolayısıyla biz sosyalist hareketin yeniden kuruluşundan söz ediyorsak, bu, emeğin tarihsel çıkarları üzerine kurabildiğimiz kadar anlamlı olur. İkinci nokta şudur; bugün devleti yönetenlerin söylediği gibi bir parçalanma, bölünme ve dağılma riski vardır. Fakat bu risk ne Kürtler haklarını talep ettikleri için, ne Aleviler azınlık bir inanç grubu olarak kendi haklarını talip ettikleri için, ne kız çocukları üniversiteye başörtüsü ile girmek istedikleri için ne de solcular bunu yıkmak için çalıştıkları için değil bizzat kapitalizmin
46
Yeniden Devrim / 7
kendi işleyişi yüzünden. Küresel kapitalizm bütün yeniden düzenlemeler bölgesel düzenlemeler bağlamında kendisini kutuplaşmalar arsında bir yere yerleştiremediği için Türkiye dağılma gibi risklerle yüz yüzedir. Türkiye ya ABD ya Çin yada Rusya ile sermayenin çıkarları doğrultusunda bir ittifak kuracaktır. Bu çıkarların hepsi birbiri ile çelişki durumundadır. Nerden tutarsa tutsun bir gerilimle karşılaşacaktır. Irak’ın toprak bütünlüğü meselesi doğrudan doğruya Türkiye’nin bir toprak meselesi olarak okunabilir. Suriye’deki durum yine aynı şekilde tercüme edilebilir. O zaman kapitalizmi şöyle yada böyle sürdürme meselesinin ötesinde, bir sosyal cumhuriyet olarak Türkiye kendisini yeniden kurabilecek mi sorunudur. Cevap hayır ise o zaman başına gelenden korkmayacak, herkese bela okumayacak, meydan okumayacak. Türkiye ya bu kırılganlık üzerinde kendi kaderiyle yüzleşecek yada bir modern cumhuriyet olarak emeğin üzerinde yeniden kurmaya girişecek. O zaman hikaye değişecek kontrgerillasını alıp gidecek ondan sonra bizle oturacak müzakere arayacak. Peki bu itirazın bir nesnel anlamı var mı burada Aydın’a katılıyorum. Kürtler ayrılık bayrağından yana bir arada ama haklarımızla diyerek uğraşıyorlar, Aleviler kendilerine itibarlı bir yer istiyorlar, kadınlar haklarını istiyorlar, emekçiler neo-liberalizmin bütün hamlelerine karşı sokaktalar. Peki bu dinamikleri birleştirecek bir araya getirecek bir imkan var mı, bence var. Birbirimizi birleştirmek yerine bu mücadele dinamiklerinin içinden bir üçüncü kutup kurmak için uğraşmak istersek imkan var. Bizim bütün ittifakımız emek mücadelesinde kadın mücadelesinde Kürt mücadelesinde Alevi mücadelesinde duruyor. Yeter ki biz sosyal cumhuriyet imkanının var olduğunu gösterelim. Yoksa bu kırılgan yapı bu şekilde zorla tehditle korunmaya çalıştıkça bu gerilim altında olacaklar olacaktır. Bundan kaçış yok. 60’ların bağımsızlık şiarı tek başına manasızdı bugün kendisine emek yeni bir uluslararası ittifaklar zinciri önerebilir bugün de bağımsızlık, ABD, Çin, Rusya ve AB’nin dışında, başka bir hat, Venezüella, Hindistan ve Güney Afrikadan oluşan yeni bir hat oluşturmaktır. Türkiye’yi yönetmeye talip olan sosyalist politika bu hat üzerinden uluslararası bir ittifak çizgisini kendisiyle beraber ileriye taşıyabilir. Yoksa kendimizi dünya ekonomisine kapatalım tezinin karşılığı olmadığını bütün Latin Amerika deneyimi gösteriyor. Latin Amerika ulus devletlerden oluşuyor bu devletler şimdi yeni bir ittifak yeni bir birlik yeni bir mücadele oluşturarak yepyeni bir model ortaya koyuyorlar. Neden bu modele gözümüzü kapatalım. Böyle ilişkiler kurabileceğimiz kendi etrafımızda halk dinamikleri yok mu. Dünya Avrupa ve ABD’den mi ibaret. Baktığımız zaman Karadeniz havzası Akdeniz havzası Ortadoğu bütün buralarda bu hat üzerinde birleşecek mücadele edecek unsur var. Bu dünya üzerinde ayrı ayrı devletler ayrı ayrı halklar var ve bunların hepsinin emekçileri aynı kapitalizme karşı küresel bir kavganın
Türkiye Solunun İdeolojik Teorik Temelleri 68
47
parçaları olarak yaşıyorlar. Şimdi biz eğer Türkiye emekçileri içinde kendimizi yeniden kuracaksak dünya çapında süre giden bu mücadeleye karşı bir lafımız olacak. Birincisi küreselleşmeye ikincisi de Türkiye içerisinde sürüp giden milliyetçi ve neoliberal kutuplar arasında ayrışan emekçilere bir üçüncü kutup önerimiz olacak, emek kutbu. Hepimizin bir araya geleceği eğer bir partimiz yoksa ki bence şimdi de olmayacak ama bir koordinasyon olur bütün bunları tartışıp içerisinde kurtarabileceğimiz ileriye doğru bir adım atabileceğimiz hakikaten emeğin sorunları çerçevesinde tartışacağımız bir koordinasyonumuz olabilir. Karamsar olmaya gerek yok. Darbede gelirse artık ne yapacağınızı biliyorsunuz ben mi söyleyeyim. Oğuzhan Müftüoğlu Kendini hakikaten hala DEV-GENÇ başkanı zannetti herhalde. Ertuğrul Kürkçü Demin söylediler ondan sonra kongre olmadı. Oğuzhan Müftüoğlu Biraz saçın kalmış olsaydı Ertuğrul Kürkçü O zaman da saçlarımı kestirdiniz. Oğuzhan Müftüoğlu Doğru söylüyor saçları omuzlarındaydı. Mahir sözü sana veriyorum. “Sosyalistler Biraraya Gelerek Türkiye’nin Politik Akışını Değiştirebilir” Mahir Sayın Şimdi bir de ben ekleyeyim, bizim 68 ile Avrupa’nın 68 i birbirinden çok farklıydı. Ertuğrul uzun saçlıydı, o zamanlar aramızda Avrupalı 68’lilere benzeyen bir tek o vardı. Şimdiki performansı da hala Dev-Genç başkanı gibi. Şu anki tarihi geçmiş bir şekilde belirliyor. Dolayısıyla geçmiş tarihten hala bizi karşı karşıya düşüren şeylerden tartışılıyor ise bunların muhasebesini görmek gerekiyor. Bir konuşmamda elimden geldiğince belli bir sosyalizm anlayışının, aslında kendimizi nitelediğimiz adlara uymayan bir sosyalizm anlayışının bizi belirlediğini, böldüğünü anlatmaya çalışmıştım. Paris Komününden gelen bir gelenek vardı ama yok olmuş gitmiş. Bizim bugün sosyalizm anlayışı konusunda geçmişle hesaplaşmamız gerekiyor, ama biz bunu yapmadık yapmış gibi görünse de olmamıştır. Bir de politika üzerine laf etmekten çıkmanın yolunu bulmamız gerekiyor. Politika üzerine laf etmek yerine politika yapar hale gelmemiz gereki-
48
Yeniden Devrim / 7
yor. Politika günlük hayatın doğrudan doğruya değiştirilmesi, günlük hayata müdahale demektir. Bu müdahale kabiliyetimiz yoksa gücümüz yoksa politika yapmaktan bahsetmek olanaklı değildir. Dolayısıyla ister beğenelim ister beğenmeyelim eğer biz, bizim gibi yüz binlerce solcuyu bir araya getirebilecek bir formülasyonu bulabilirsek; bu konuda geçmişte bizi bölen sosyalizm anlayışını aşan, kökenlerine sağdık, çağdaş gelişmeleri göz önünde bulunduran bir sosyalizm anlayışın da birleştirebilirsek bunların enerjisini işçi sınıfının uzaklaşmış olduğu siyaset sahnesine yeniden dönüşü için kullanabilirsek, büyük bir iş yapmış oluruz. Sosyalistlerin bir araya gelip enerjisini gerçekten işçi sınıfın siyasete müdahalesi için kullanması Türkiye’nin bugünkü tüm politik akışını dönüştürecek bir özelliğe sahiptir diye düşünüyorum. Böyle büyük bir hayal ki aradan geçen yıllarda öyle küçüldük ki bırakın yüz binler olmayı on binleri olan bir parti bile olsak politikayı belirleme açısından üzerine yorumlar yaptığımız meseleleri düşündüğümüz biçimde değiştirmek açısından çok önemli bir kuvvetin ortaya çıkmasına imkan verecektir. Bu noktaya bakmamız gerekiyor yani bunu tarihin bir başka geleceğine tabanı birleştirdiğimiz zaman bizde onun gücüyle birleşiriz diyen bir perspektife inanmamak gerekiyor. Böyle şeyler daha öncede sık sık kullanıldı. 70 li yıllarda yaptık ama bu düşünceden öteye gidebilen bir şey yoktu. Böylesine birbirinden ayrı konumlamışlar olduğu zaman birbirimizin enerjisini de tüketme gibi bir işimiz de oluyor. Dolayısıyla yaşadığımız süreçlerden dersler çıkararak dünkü gibi aceleciliğe düşmeden, sayısı artık ne olup bir araya gelinecekse, bu gücü bir araya getirmenin imkanlarının neler olduğunu araştırmak gerekiyor. Bunun denenmiş ve yanlışı da ortaya çıkmış bir proje olduğunu düşünmemek gerekir. Bunu yaparken tabi ki bizi dün bölen meselelerden biri olan Kürt meselesinde bir kavrama ulaşmak gerekiyor. Kürt meselesi aslında batıdaki Kürt meselesi birde doğudaki Kürt meselesidir. Kürt politikasında yolda kaldık kalmadık meselesinden öteye çok temel değiştirilmesi gerekilen bir şey var. Biz bugüne kadar Kürtler ile ilişkimizi kendi sürdürdüğümüz politikanın gerekliliğine uyması gereken bir parça olarak gördük halbuki onu başka bir irade olarak görüp bizim güç birliği yapabileceğimiz, eylem birliği yapabileceğimiz mücadele birliği yapabileceğimiz ve kendi iradesini kabul etmek zorunda olduğumuz bir varoluş olarak kabul etmemiz gerekiyor. Bu durumda ancak ve ancak aramızdaki rekabet ilişkisini ortadan kaldırıp onun yerine bir mücadele birliği ilişkisi kurabiliriz. Geçmişte ve günümüzde karşımıza gelen problem hep bu olmaktadır. Onlara politik bir yer tayin etmek yerine onların politik arenadaki duruşunu bir veri olarak alıp onunla nasıl birleşeceğimiz nasıl bir mücadele birliği gerçekleştireceğimizi görmemiz gerekir. Bu mesele bizim su anki Türkiye’de yürüttüğümüz politikadan çok geniş bir meseledir. Son konuşan olduğumdan bir çok meseleye cevap verme ihtiyacı duyu-
Türkiye Solunun İdeolojik Teorik Temelleri 68
49
yorum ama süreyi uzatmamak için AB konusunda bir şey söylemek ihtiyacı duyuyorum onunla bitireceğim. AB sadece dünyayı paylaşmak için oluşturulmuş bir zenginler kulübüdür, başka bir tanımı yoktur. İstediği kadar insan haklarından bahsetsin uluslararası ilişkilerin gelişmesinden ulus devletin ortadan kalkmasından bahsetsin ki onlar Avrupa da zaten var. Bize de oradan geleceğinin hesabı içerisinde, bedel ödemeden, kolayca demokrasi elde edebilme düşüncesi pek gerçekçi ve olanaklı değil. Kürtler bu konuda heves etmişlerdir. Bedeli ödenmeyen hiç bir şeyin değeri yoktur. AB’den elde edilebilecek bir demokrasi yoktur. O demokraside her zaman iptal edilebilecek bir demokrasi olmaya mahkumdur diye düşünüyorum. Teşekkürler.
“Sol Kendini Neo-Liberalizme Karşı Mücadele İçerisinde Geliştirebilir” Oğuzhan Müftüoğlu
Arkadaşlar Mahir son konuşmacıyım dedi ama son konuşmacı benim. Çok uzun konuşmayacağım, izninizle tartışılan konularla ilgili birkaç cümle de ben söyleyeceğim. Şimdi gördüğünüz gibi ideolojik konularda hala anlaşamıyoruz. Benim en anlaşamadığım konuşmacı da başta da söylediğim gibi 30- 40 yıldır anlaşamadığım arkadaşım Oral’dı, halada anlaşamıyorum söyledikleriyle. Oradan başlayayım. Bu gün Türkiye küreselleşmeye entegrasyon süreci yaşıyor. AB konusunda diğer arkadaşların görüşlerine katıldığımı söyleyebilirim Bir söyleşide her şeye tek kelimelik yanıtlar vermem isteniyordu, AB’ye tek kelimeyle “Tanzimat kafası” diye yanıt verdim. Türkiye’de şöyle biranlayış var, AB demokrasi istiyor, AB özgürlük istiyor, Türkiye AB’ye girerse demokrasi insan hakları daha batılı bir yaşam tarzı gelir. Bu aslında yüz yıllık bir Tanzimat projesi. AB süreci nedeniyle kopenhagen kriterleri çerçevesinde bazı konular gündeme geldi: Ben AB konusunda evetçi değilim, ama, idam, 301, fikir özgürlüğü, azınlık hakları vb. konulardaki kopenhagen kriterleri doğrultusundaki değişimlere, ülkenin bölünmesi tehlikesi bahanesiyle karşı çıkmanın da saçma olduğunu düşünüyorum. Bu tavır yanlış olarak, ‘havetçilik’ şeklinde ifade edilir. Hayır, bu ‘havetçilik’ değil. AB kriterleri çerçevesinde bazı düzenlemelere evet ama, AB’ye hayır. Yani benim tavrım evetin bir şekli değil hayırın bir şeklidir. AB projesi, özetle söylemek gerekirse tıpkı ABD gibi bir Avrupa Birleşik Devletleri kurma projesidir. Son dönemde sermayenin küreselleşme sürecine entegre olmuş, ona göre yeniden şekillenmektedir. Başlangıçta bir ticaret birliği bir Avrupa ekonomik birliği şeklinde bir şeyken giderek sermayenin küreselleşme sürecinin bir parçası haline dönüşmüştür. Neo-
50
Yeniden Devrim / 7
liberalizm bütün yönleriyle kendisini AB sürecine hakim hale gelmiş durumdadır. Bu gün Avrupa’da da dincilik, gericilik postmodern dünya görüşünün bir ifadesi olarak körüklenmektedir. AB Türkiye emekçileri ve sol açısından bir aldatmacadır. Bazılarının zannettiği gibi, AB sürecine bağlanmış bir sol projeyle solun gidebileceği hiçbir yer yoktur. AB’ye girelim, bizde onunla beraber emek hareketiyle birleşiriz ve emeğin Avrupa’sını kurarız, Türkiye’de emeğin Türkiye’si olur gibi düşünceler var. Ben bu tür liberal sol düşüncelere de katılmıyorum. Bu solun kendisini inkarı olur. “Emeğin Avrupası” diyorduk, ben bu kavramı o şekilde anlamıyorum. Bu günkü AB sermayenin Avrupasıdır. Emeğin Avrupası, sermaye Avrupasının reddidir. Türkiye’de solu önemli ölçüde ayıran konulardan bir tanesi budur. Bunun da aslında küreselleşme süreci karşısında solun yarılmasından kaynaklanan bir sorun olduğunu düşünüyorum. AB süreci bağlamında, küresel neoliberal politikaların bir parçası olarak bir liberal değişim süreci yaşanıyor. Sol hareket bu gelişme karşısında ortadan bölünmüş durumda. Bu gelişmeyi ve bununla birlikte kürselleşmeyi olumlayan bir akım, aynı zamanda bu sürecin aktörü durumuna gelen AKP karşısında da olumlu bir tutum takınıyor. Oral, Gümrük Birliği’ne girmenin Türkiye’de ki ekonomik ihracat dış ticaret dengesinde ne kadar olumlu etkin yaptığını... Oral Çalışlar Öyle demedim Oğuzhan Müftüoğlu Ne dedin? Oral Çalışlar O tarihten itibaren Türkiye’deki dış ticaretin değişime uğradığı... Oğuzhan Müftüoğlu Evet, doğrudur ama zaten sermayenin küreselleşme olgusu da böyle bir şey. Şimdi çarşıya gidip herhangi bir marka ayakkabı alsan, ya Tayvan malıdır ya Çin malıdır ya başka bir şey. Burada mesele, sermaye hareketli kılınıyor, emek sabit kalıyor ve ucuz emekle üretilen mallar dünyanın her yerindeki pazarları dolaşıyor. Bir diğer tartışma konusu, Kürt sorununun nihai çözüm noktasını nerede görüyoruz, bugünkü aşamada neler öneriyoruz, bunlar. Türkiye’de bir sosyalist iktidar olsa, ÖDP iktidarda olsa, bir saatte çözeriz. Ama bugün meselenin çözümü konusunda Türk ve Kürt emekçilerine, Türkiye’de devrim isteyenlerin çıkarının nerede olduğunu da söylemek durumundayız. Ben meselenin nihai çözümünün doğrudan demokrasi doğrultusunda yerel yönetim ilkelerinin geliştirilmesi ve Türkiye’deki idari ve siyasi yapının buna
Türkiye Solunun İdeolojik Teorik Temelleri 68
51
uygun olarak yeniden düzenlenmesinde görürüm. Türkiye’nin her bölgesinde etnik ve dinsel ayrımlarına bakmaksızın, bölgelerdeki insanların kendi kaderleri hakkında söz söyleyecekleri, kendilerini ilgilendiren bütün meselelerde kendilerinin karar verecekleri bir yapılanmada görürüm. Böyle bir şey ancak Türk ve Kürt halkı içerisinde devrimci, eşitlikçi ve özgürlükçü bir görüşün egemen olması ile sağlanabilir. Çözüm noktası burasıdır, bunun da çok uzun dönemli bir mücadele olduğu kanısındayım. Kürt hareketi içerisinde bu doğrultudaki talepler Kürt siyasetçileri tarafından son dönemde yoğun biçimde dile getiriliyor. Bu eğer Kürt hareketinin ve Türkiye devrimci hareketinin ortaklaştığı görüşler haline gelirse, Türkiye’deki devrimci mücadelenin daha büyük bir güç kazanacağına inanıyorum. Elbetteki dünya konjonktürünün geldiği nokta itibarıyla da Kürt sorununda belli çözümler gündeme gelebilir, yayın konusunda, anadil eğitimi konusunda bazı gelişmeler olabilir, ama nihai çözümün devrimci düşüncelerin her iki halk içerisinde benimsenmesindedir. Kürt halkının coğrafik dağılımına baktığımızda, Batı’da büyük bir Kürt nüfusunun olduğu görülür. Adana’da, Mersin’de ya da başka yerlerde böyledir, buralarda onları diğerlerinden ayırmak mümkün değildir. O nedenle de bir arada yaşamayı esas alan bir çözümlerin her iki halkın da çıkarına olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de sol hareket açısından baktığımızda esas sorun tehdit nedir? Oral darbe tehdidine dikkat çekti. Ben konjonktürü okurken esas olarak emperyalizmin ve sermayenin gelişim yönüne bakarım. Türkiye’deki ve dünyadaki tekelci sermayenin gelişim yönü neo-liberalizmdir. Türkiye’deki darbecilik geleneği, Kemalist gelenek 1960’ların darbelerinden söz ediyoruz. Bu emperyalizmin darbeciliği yöntem olarak kullandığı bizim gibi ülkelerdeki halk hareketlerini askeri yöntemlerle bastırmaya dayalı bir yöntem, Soğuk Savaş stratejisinin bir parçasıdır. 12 Eylül olsun 12 Mart olsun bütünüyle arkasında Amerikan emperyalizminin soğuk savaş stratejisi yatmaktadır. Niçin bugün o kadar çok darbe lafı ediliyor da darbe yapılmıyor. 12 Mart’taki koşullara bakın, sokakta üç tane polis öldürülse darbe nedeni sayılırdı. Bugün günde 10-20 asker ölüyor, eğer gerçek darbe zemini olsa kırk defa yapılırdı. Adam bastıra bastıra cumhurbaşkanı oluyor, darbe savunucularını gece yarısı içeri atıyorlar. Emperyalizmin ve tekelci sermaye güçlerinin arkasında olmadığı bir ortamda darbeciliğin şartları yoktur. Darbecilik heveslileri yok mudur, vardır. Bunlar, neo-liberal gelişim sürecine karşı eski ayrıcalıklarını korumak için direnme odaklarıdır. Bunlar hegemonyayı kaybetmişlerdir. Bizim eski bir arkadaşımız CHP’de milletvekili olmuş, beni aradı. Ne yapıyorsunuz, diye sorunca, ‘cumhuriyeti korumaya çalışıyoruz abi’ diye yanıt verdi, ben de ona ‘Korumaya çalıştığınız şeyi AKP’liler, siyasal İslamcılar ele geçirdi, korumaya
52
Yeniden Devrim / 7
çalıştığınız şey aslında sizin yıkmaya çalışmanız gereken şey. Bu saatten sonra cumhuriyeti korumaya çalışarak yapabileceğimiz hiçbir şey kalmadı’ dedim. Bu konjonktürde darbeciliği esas mesele olarak görüp, ondan sonra AKP darbecilere karşı savaşıyor, darbeciliğe karşı öbür tarafta özgürlükçü bir cenah varmış gibi politika yapmak, solun en büyük yanlışlarından birisi. Eğer savrulmanın bir tarafı, ulusalcılık, Kemalist damardan gelen darbe yanlışlığı ise, bir diğeri de Türkiye iyi kötü bir değişim içerisinde, demokrasi geliyor diyerek AKP’yi desteklemektir. Ertuğrul bu iki dalga karşısında bir üçüncü dalgadan, üçüncü cepheden söz ediyorsa, ben de bundan yanayım. Bu dalganın büyüyeceği kanalın bana göre de 14 Mart’ta sokaklara dökülen insan kitlesinin olduğunu düşünüyorum. Evet, Hrant’ın öldürülmesiyle ortaya çıkan vicdan hareketi önemlidir, sol bunu mutlaka içermelidir. Ama esas emek hareketine dayalı ve Türkiye’deki gelişen neo-liberal dalgaya karşı mücadele ederek sol kendini yeniden inşa edebilecektir.
DEVRİMCİLER KİRAZ İŞÇİLERİDİR İnönü ALPAT "Deli miydik hepimiz? Bir aşiretin ya da cemaatin geleceği tehlikede olunca, kadınlarla erkeklerin hayatlarını hiçe saymalarına yol açan ne türden bir sır saklıydı insan genlerinde? Bir fikir uğruna, başkalarının özgürlüğü için canlarını vermelerini mümkün kılan nasıl bir dürtüydü? Kahramanlık güdüsü nasıl böylesine güçlü olabiliyordu? En çok hayret ettiğim ve olağanüstü bulduğum, adanmışlıkla birlikte gelen gerçek mutluluk ve doyumdu. Hayat, benzersiz bir anlam, amaç ve yön kazanıyordu. Dört başı mamur bir duygu, olağanüstü bir dayanışma, içten duygusal bir bağ, tanımadığın yüzlerce insanla, kalabalıklarla paylaşılan, yalnızlığın ya da tecrit edilmişliğin buharlaştığı bir yakınlık. Herkesin mutluluğu için verilen mücadelede, her şeyden önce insan kendi mutluluğunu buluyordu." Sanırım anlaşılmayan bu işte. Sanırım, bu soruların muhatabı ve böylesine bir hayatın tarafı hiç olmamışlar. Duygularla bağlanmanın, aşkla sevmenin, tutkuda ısrar etmenin, bir ömür boyu devrimci kalabilmenin hazzını hiç tatmamışlar. Sanırım, deli olup olmadıklarını sorgulamaya hiç ihtiyaç duymamışlar.
Devrimciliğin sadece akıllı, uslu insanlara bahşedildiğine inanmışlar. Kadın ve erkeklerin, hayatlarını hiçe saymasına tanıklık etmemişler; o kadın ve erkeklerin arasında hiç bulunmamışlar; hiçbirini tanımamışlar. İşkencede, cezaevinde, gecenin içinde… Ne korkmuşlar, ne ağlamışlar, ne başlarını yaslayacak bir omuz aramışlar. Bir fikir uğruna canlarını yok saymamışlar; canlarını yok sayanları anlamamışlar; bu duyguyu bir şeye benzetememişler, inandırıcı bulmamışlar. Arkadaşları yerine ölmek istememişler. Ölemedikleri için, af dilememişler tarih önünde. Onların lügatinde kahramanlık sözcüğü "ucuz" önekiyle geçmiş hep. Kahramanlığa, fedakârlığa ihtiyaç duyacak bir hayat yaşamamışlar. Aç kalmamışlar örneğin. Açlığı saklama çabasının nasıl bir baskılanma olduğunu, ‘açım, param' yok demek durumda kalmanın kahrediciliğini bilmemişler. Devrimci olmanın aslında ‘mutlu olma sanatını' icra etmek olduğunu kavramamışlar. Hiç sanatçı olmamışlar; kendileri yapmasalar da icracılara saygı duymamışlar. İnsanın bir başkası için, hadi biraz daha serbestini yazalım, toplumun kurtuluşu için değil, aslen kendisi, kendi mutluluğu, kendi huzuru için devrimci olmayı seçtiğini, devrimci olma ısrarının, mutluluğunun bir ömre yayılmasını sağladığını fark edememişler. Devrimci olmanın bireylerle ilgili olmadığı gerçeğini atlamışlar. Aksi değerlendirmelerin nasıl da yaralayıcı olabileceğini kestirememişler. Bireysel çıkarların, solcuların başına gelen bin musibeti akla getirince, devede kulak bile olamayacağını, olmaması gerektiğini ve zaten sola büyük kötülük anlamına geldiğini görememişler. Devrim anı ile "kiraz mevsiminin" neden örtüştüğünü, neden devrimcilerin aslında kiraz toplayan işçiler sayılması gerektiğini, mayısta başlayıp haziranda tamamlanan zaman diliminde neden bu kadar çok kardeşimizi kaybettiğimizi akıllarına hiç getirmemişler. Başlangıçta, Sandinist şair Gioconda'dan aktardığım pasajın ve benim ardından sıraladığım dağınık satırların kıssadan hissesi şudur: Kaderde ‘tarihin çöp tenekesine' gönderilmek varsa, unutulmasın kiraz mevsimi de yok edilmelidir. Kiraz mevsimi yok edilemezse, kiraz işçilerini yok etmek mümkün değildir. Eğer "defterimiz dürülürken" yanı başımızda, "kiraz mevsiminde" yitirdiğimiz arkadaşlarımız olacaksa, "hazan mevsiminde" aramızdan ayrılanlar olacaksa, baharı yaza bağlayan gece kaybettiklerimiz olacaksa, hasatta bize veda edenler olacaksa, kar altındakiler olacaksa, çocukluğumuzdan kalma ifadeyle; çeşme başına ilk ben yetiştim; ilk kan benim. *Birgün, 3 Haziran 2008
YOLLAR YENİDEN ÇİZİLİRKEN DEVRİM YENİDEN Önder İŞLEYEN "Sağ, devrimcileri her zaman bir psikanalist koltuğuna yatırma arzusundadır; sanki militanlık ya da ideolojik bağlılık, zamanında verilmemiş bir biberonun ya da anneye duyulan imkansız aşkın bir sonucuymuş gibi, isyancılığı çocukluktan gelen herhangi bir başarısızlığın klinik tablosuna indirgeyerek tanı koymak hevesindedir. Ama Che devrimciliğin kardeşliğin ve insan onurunun canlı örneğidir. Yıkılmış iyi bir aileden bir küçük beyin patolojik bunaltısı değil onunkisi, süregiden bir yiğitlik eylemi; günümüz tarihinde çok az insan kendisi için hiçbir şey istemeden bir ya da iki umut karşılığında bu kadar şeyden böyle tekrar tekrar vazgeçti. Kendisi için fedakarlık ve tehlike saatinde ilk sırada, ödül ve güvenlik saatinde son sırada olmaktan başka bir şey istemeden” (Biz Hayır Diyoruz, Eduardo Galeano)
Soğuk Savaş yıllarında esen, dünyayı yerinden oynatan, Jimi Hendrix'in 'aşk kadar cesur' diye tanımladığı bir tarihin, 68’in 40. yılındayız. 68, tarihin derinliklerinden akıp giden, muhalif seslere ruhunu ve sesini veren bir ışık;
56
Yeniden Devrim / 7
bir başka dünyanın şarkıları içinde gezinen bir melodi; sınırsız bir dünyanın, enternasyonalizmin, dayanışmanın ve isyan etmenin hazzı ve mutluluğu ile halen her yerde devrime çağıran bir ses… Tarık Ali’nin deyişiyle “1960'lar, otoriteye ve geleneğe karşı duran ve Rus devriminin başlattığı bir isyanın doruk noktasına işaret ediyordu; dolayısıyla, özgünlüğü de bütün bir kuşağı ve her kıt'aya sarmasında yatmaktaydı, aşağıdan yükselen dünya çapındaki ilk gerçek hareketti”. 68, Türkiye'de de; köyleri, fabrikaları, mahalleleri, üniversiteleri etkileyen, aşağıdan gelişen, gerçek bir devrimci hareketin kaynağıdır. Devrimin, bir umut olduğu, günü biçimlendirdiği ve hayatın her alanını etkisi ile dönüştürdüğü bir değişim ve aydınlanma hareketi, Türkiye'nin 60-80 yılları arasına şekil vermiştir. Dünyada devrimci dalganın geri çekilmesi ve Türkiye'de devrimci hareketin yenilgisinin en yıkıcı sonucu, devrimin ütopik ve nostaljik, gerçeklikten kopuk ve imkansız olarak görülmeye başlanmasıdır. Devrim iddia ve idealinin yetirilmesi, solun ve muhalefet hareketinin ufkunu, örgüt ve mücadele biçim ve yöntemini de etkilemiştir. Bugün umuttan ve gelecekten bahsedeceksek öncelikle, gerçek hareketten, devrimden bahsetmemiz gerek. Çünkü, devrim, sürekli yenilenen ve farklı biçimlerde yeniden var olan, bir harekettir. Devrim idealini yitiren ve o hareket içinde devinmeyen bir solun düzene karşı umudu ifade edebilmesi de mümkün değil. Hareketi var edecek olan devrim ihtimalidir. Serüvenciliğin ve maceracılığın örgütlenmesi, sınırsız düşlerin ve bir o kadar gerçek olanın peşinden gidilmesi, kral çıplak diyen çocuğun itirazının dile getirilmesi, yıkabilme ve yeniden kurabilme cesaretinin gösterilmesi, devrim ihtimalini de bu kalp atışından yoksun hayatı değiştirebilme umudunu da var edecektir. İşte bugün bu umuttan söz edebiliyoruz, çünkü kalp atışını hissediyoruz! Ve birbirimize tanıdık bir sesle sesleniyoruz, “Merhaba arkadaşlar, bir geniş bir büyük merhaba demek sonra bitirmeden sözümü yüzüne bakıp gülerek kızmaz ve bahtiyar kırpmak gözümü…Biz ne mükemmel dostlarız ki kelimesiz ve yazısız anlaşırız…Merhaba arkadaşlar cümleten merhaba.” Sonunda, ‘Ceyhan’daki tüm arkadaşlara selamlar’ diye biten, imzası olmayan ve bir rastlantı ile elime geçen bir mektubun son satırları aktardıklarım. Bu cümleler en çok ortak bir duyguyu, kader birliğini ifade ediyor. Şimdi taşıdığımız ses, izini sürdüğümüz serüven de bu kader birliğinin bir parçası. Belki de her şeyden evvel bu yüzden devrim halen bir ihtimal ve çok güzel…
Devrimci Romantizm, Gerçek ve Ütopya
Şimdi solu ve kendimizi buradan tartışmaya açmak önemlidir. Herkesin solun halini tartıştığı ve kendi meşrebince bir çözüm yolu aradığı bir yerde
Yollar Yeniden Çizilirken
57
bizim solu tartışma meşrebimiz de böyle olmalı. Bizi kesen çözüm buradan kurulabilir. Böylesi bir tartışma kimisi için, afakî ya da romantik bulunabilir hatta çocukça da sayılabilir, sayılmalıdır da. Çünkü, çocukluğun tüm saflığını taşımak, hesapsız kitapsız yaşamak, bazen düşeceğini de bilerek koşmaya devam etmek güzeldir. Bu aynı zamanda romantiktir, devrimci romantizm düzene ve ona ilişkin herşeye isyandır. Tanıl Bora, ‘Romantik Anti-Kapitalizme İhtiyaç Yok mu’ yazısında, devrimci romantizm üzerine oldukça faydalı bir tartışma yürütüyor. Bora, ‘Kötücül yaklaşıldığında romantizm; öznelliğin iğvasıyla somutreel olanla teması gevşetmektedir, gerçeği düşlenenle, özlenenle ikame etmektedir; büsbütün gerçeklikten kopmak olmasa bile bir hakikat payını abartmak, böylece toplam hakikati ıskalamaktır, kabacası hayalcilik, havailiktir. Hayırhah yaklaşıldığındaysa, kendini hali hazır olanla kısıtlamamaktır, düşlenenin, özlenenin –belki küçücük- işaretlerine sarılarak, o işaretleri güzelleyerek, onları çoğaltacak bir duygusal ve maddi enerji üretmektir, kısacası Gramsci’nin coşkun tabiriyle iradenin iyimserliğidir’ diye tanımlar romantizmi. Bu iyimserlik kuşkusuz dün de bugün de sol içerisinde bir ayrım noktasını işaret etmektedir. Tanıl Bora da yazısında bu ayrımı şöyle ifade ediyor, “Türkiye’de sosyalist akımın 1960’lardan 1980’e uzanan altın çağındaki, Ortodoks/TKPgil gelenekle THKP-C çizgisi arasındaki, romantizm kutbuyla romantizmi bir çocukluk/hayalcilik sayan kutbun gerilim ekseninde okunabilir. Buna indirgenemez elbette ama bir de böyle okunabilir”. (Birikim Dergisi’nin Nisan 2008)
Devrimci romantizm kutbunda kalmak, hele de bugünün her şeyin kötülendiği ve herşeye kara çalındığı bir dünyada, şüphesiz derin bir ayrım çizgisidir. Devrimci romantizm var olandan ayrı ve ondan kopuk değildir; aksine gerçek muhafelet mevzilerine ve bunun kimi zaman iyimser ve coşkunca kimi zaman da abartılarak ele alınmasına dayanır. Türkiye'de de dünyada da 68 hareketinin en önemli izi düzene karşı başkaldırı ile birlikte, sol içerisindeki düzenle bütünleşik eğilimlere de karşıtlığı içermesidir. Bu, var olan sağ eğilimler karşısında devrimciliğin yıkıcı rolünü işaret eder. Solun 60 sonrası tarihi buradan ilerleyerek kurulmuştur. 12 Eylül darbesi ve sosyalizmin yenilgisinin ardından yaşanan alacakaranlık, liberalizmin her anlamda sol içerisinde filizlenmesine olanak tanıdı. Solun Türkiye'deki son on yılı, liberalizmin fikri, örgütsel ve felsefi düzeyde etkinleştiği, kökleşmeye çalıştığı bir dönem olarak yaşandı. Bu dönem aynı zamanda dünyada ve ülkemizde devrim ve sosyalizm mücadelesinin yeniden tanımlanmaya, neo-liberal yeni dünyaya karşı direnişler içerisinde yeni mücadele ve örgütlenme tarzının gelişmeye başladığı dönem oldu. İçinde bulunduğumuz dönem, bu farklı eğilimlerin çelişkisi içerisinde, solun yeniden tasnif olacağı, yolların yeniden çizileceği bir dönemdir. Bu
58
Yeniden Devrim / 7
anlamda, 90'larda oluşan mücadele çerçevesi ve örgütlenme biçimlerinin de yeniden ele alınması gerekir. Artık aynı şekilde yol almak mümkün değildir. İşte bu kırılma noktasında, solun devrimci tarzda yenilenmesini mümkün kılmak, sol içerisendeki her tür düzen içi eğilimin üzerine cesaretle gidebilmeyi gerektirir. Burada 'el titremesine ve tereddüte yer yoktur'. Üstlenlenilmesi gereken rol, bir yıkıcılıktır. Var olan sistem içi eğilimlere karşı direnç ve isyandır. Başka türlü olanın var edilmesine dönük çabadır. Şimdi hayatın içinde izini sürdüğümüz ve içerisinde var olduğumuz da bu mücadelenin kendisidir! Ve bunun anlamını ancak içinde bir şeyler saklı olduğunu hisseden insanlar bilir!
Yeniden Yapılanan Türkiye
Böylesi bir yeniden yapılanmanın sağlanabilmesi, solun fikri düzeyde yaşadığı dağılmanın da ortadan kaldırılmasına bağlıdır. Liberal değişim programı ile ona karşı gelişen ulusalcı direnç arasında sıkışan solun alternatif olabilme şansı yoktur. Yeniden Devrim'in çıkış sayısında bununla ilgili şunlar ifade ediliyordu, “Genel olarak sol siyasetin ciddi etkili bir devrimci siyasi güç haline dönüşmemesinde, hemen her konuda karşımıza çıkan bu liberal ve milliyetçi kamplaşmasının nerdeyse ülkenin bütün politik atmosferine hakim olmasının ve bu ideolojik temelden kaynaklanan güç kaymalarının, onların uzantısı veya yansıması olarak ortaya çıkan tereddütlü ve birbirini kesen eğilimlerin belirleyici bir rolü olmaktadır.” Bugün de durum bundan farklı değil. AKP'ye açılan kapatma davası, Türban tartışması ve sonrasında Anayasa Mahkemesinin bu konudaki kararı hakkında ya da AKP'nin hamleleleri karşısında gelişen sol tutumlarda bunu izlemek mümkün. Bunu aşan bir sol tahayyülünü ortaya koyabilmek, düzenin kendi arasındaki iktidar ve egemenlik kavgasından kaynaklanan sorunların ötesine bakabilmeyi gerekli kılar. Bunun için de Türkiye'de yaşanan değişimin tüm yönleriyle ele alınması gerekir. *** Türkiye, küresel kapitalizmin gelişimi ve ABD’nin Ortadoğu müdahalesi çerçevesinde belirlenen, Ilımlı İslam modeli olarak da tanımlanan, toplumsal alanın muhafazakârlaştığı, cemaatçilik ve liberalizmin bir bütünlük içerisinde piyasanın gelişmesi ve korunmasını temin ettiği bir kabuk değişimi yaşıyor. (1) Kemalizmin zihniyet dünyası ve iktidar planındaki etkisini; yeni liberalizm ekseninde, AB projesi kapsamında aşmayı hedefleyen bu yeniden yapılanma; cemaat ağları ile toplumsal alandaki bir güce dayanarak, rejimin tıkanmasına ve değişim talebine de yanıt üreterek kendini meşrulaştırıyor,güç kazanıyor. Yaşanan değişim sürecini şöyle özetlemek mümkün;
Yollar Yeniden Çizilirken
59
1- Uluslaşma süreçleri yukarıdan niteliği kadar yüksek seviyede bir toplumsal seferberliği de gereksinim duyar; Türkiye uluslaşması ise dışarıdan ve tepeden niteliği nedeniyle, toplumun uzağında, asker-sivil bürokrasi eliyle inşa edilmiştir. Toplumsal seferberlik Kemalizm nezdinde, son dönemde yitirilen hegemonyasını buradan tesis etme amacıyla gündeme gelmiş, dernek örgütlenmeleri ve Cumhuriyet Mitingleri gibi organizasyonlar gerçekleştirilmiş ancak sonuçta ortaya emekli askerlerin kuvvacılık oynadığı derneklerle modernlik nostaljisi çıkabilmiştir. (2) 2- Uluslaşmanın ötekileştirici ve dışlayıcı niteliğinin Türkiye’deki karşılığı, modern-geleneksel çelişkisinin yaşanması ve farklı kültür ve kimliklerin baskı altına alınması olmuştur. Cumhuriyet tarihi bu dışlananların geri dönüşleri, isyanları ve egemen ideoloji ile çatışmaları içerisinde şekillenmiştir. 3- Bu model kapitalizmin 70’lere kadar süren düzeni ile uyumlu, emperyalizme bağımlılık temelinde gelişmiş ve kendisini –darbe ve baskı yöntemlerini de kullanarak- koruyabilmiştir. 70’li yıllardan sonra kapitalizmin küresel neo-liberal politikalar temelinde yeni bir dönemi uygulanmaya başlarken, eski dönemdeki devlet yapıları ve kapitalizmin dünya ölçeğindeki işleyiş biçimi değişmiştir. Bu aynı zamanda Türkiye’deki egemen yapıyı da değişmeye zorlamıştır. 4- 90’lı yıllarla Cumhuriyet’in dışladığı, İslamcı kesimin ve Kürt muhalefetinin etkinliği statükoyu sarsan bir rol oynadı. Bunula da bağlantılı olarak yaşanan rejim krizi Kemalizmin bir döneminin sonunun da ilk işareti oldu. 5-Kemalizm bu krizi 28 Şubat ile aşmaya çalışmış bunu yaparken ekonomik alanda küreselleşme ile bütünleşmeyi savunurken diğer yandan, militarizmin, asker-sivil bürokrasinin etkinliğinin korunduğu bir düzeni de muhafaza etme çabasını arttırmıştır. 6- Bütün bu değişim içerisinde toplum yaşanan alt üst oluşla birlikte Kemalizmin hegemonya alanının dışına çıkmaya başlamıştır. Ulusçuluk ve milliyetçiliğin toplum için bütünleştirici etkisini yitirmesi yeni bir toplum ve bir aradalık projesi gereksinimini de gündeme getirmiştir. Liberal değişimin de dinin de devreye girdiği ve hegemonyasını tesis ettiği yer de tam burasıdır. 6- Sınırların ortadan kalktığı, herkesin yersiz yurtsuzlaştığı ve hayata dair anlamlarının kaybolduğu dünyada, din, insanlığa bütünlüklü bir anlam dünyası ve gelecek sunma gücüyle, dünya ölçeğinde 21. yüzyılın ideolojisi olarak tarih sahnesinde yeniden boy gösterdi. Dinin geri dönüşü ona bir vicdan meselesi olmanın ötesinde anlam kazandırarak, toplum olma, ortak davranma ve yaşama halinin belirleyici öğesi haline getiriyor. 7- Din, her şeyin değersizleştiği, gelip geçici bir tüketim nesnesi haline
60
Yeniden Devrim / 7
geldiği vitrine dönüşen dünyaya karşı; değerlere ve kutsala olan atıfla, gündelik hayatı düzenleyen normları ile bir isyanın da ütopik ve nostaljik karşılığıdır. 8- Sosyal devletin ortadan kalktığı, yoksullaşma ve dışlanmanın yaygınlaştığı çağımızda, dışlanan kitlelerin hayata tutabilmesi iane kültürünü hayata geçiren cemaat ağları eliyle sağlanmaktadır. Yoksulluğun sürdürülebilir olmasını mümkün kılan bu model kapitalizmin de en önemli güvencelerinden birisini oluşturmaktadır. 9- Kemalizmin, tepeden modernleşmeciliğin, tekçiliğin ifadesi olarak yeni postmodern dünyanın farklılık ve çokluğa dayalı yapısını kapsama kapasitesinin yetersizliği ile hegemonyasını yitirmesi; İslamcılığın bunu aşabilecek bir hegemonik proje olarak gelişmesi. 10- Türkiye tarihinin modern ve geleneksel olan arasındaki çatışmanın, bugünkü moda deyimle merkez-çevre arasındaki dışlayıcı ilişkinin, çevrenin itirazları doğrultusunda ‘aşağıdan tepkiyle’ aşıldığı ve bu tepkinin temsilcisi AKP eliyle Türkiye’nin demokrasi eşiğini atladığına yönelik yeni liberal hegemonyanın güçlenmesi. 11- İslami kesimin küreselleşmeye eklemlenme sürecindeki gelişimi ile birlikte ekonomik alanda kazandığı etkinlik siyasal alanda da güçlü bir temsile imkân tanıyor. 12- Cumhuriyetin bir diğer dışladığı kesim olan Kürtlerin içerisinde İslamın hatırı sayılır bir etkinliğini olması, AKP’nin bu etkinliğinin bir parçası olarak Kürt sorununun çözümünde kimi değişik adımlar atabileceği yönündeki sinyal, hem devlet nezdinde hem de Kürtler nezdinde, İslamın bir çözüm yolu olarak algılanmasına ve güç kazanmasına neden olmuştur.(3) 13- Sonuç olarak, Türkiye'de 90'ların başından bu yana belirgin biçimde süren bir çözülme süreci yaşanıyor. Bu çözülme sürecine paralel olarak da yeni liberal dünya düzeni doğrultusunda bir değişim yaşanıyor. İktidar planındaki kavgaların da nedeni, siyasal İslamın güç kazanması da buna bağlı olarak gelişiyor. (4) 13- Küreselleşmeye eklemlenme sürecinde gündeme gelen sorunlara ve rejim krizinin ortaya çıkardığı krize, emekten yana bir müdahalenin geliştirilememiş, özgürlükçü ve demokratik cumhuriyet projesinin toplum nezdinde inanılır ve güçlü bir seçenek haline getirilememiş olması ise meselenin bam telidir. Bugün için yapılması gereken de, neo-liberalizmin emekçilere yönelik saldırılarına, yarattığı yoksulluk ve işsizliğe karşı mücadeleyi örgütlemeyi esas alarak, bir başka toplum ve cumhuriyet tasavvurunu buradan kurup geliştirmektir.
Yollar Yeniden Çizilirken
61
Başka Bir Yol Var Emekçilerin Muhalefeti "Kavga bir çember gibi her bir noktasından başlar ama hiçbir zaman sona ermez" (Marcos) AKP’nin ve siyasal İslamın etkiliğinin nedenleri küresel kapitalizmin yarattığı sarsıntıya her anlamda –içeriden- bir çözüm pratiği sunmasıdır. Buna karşı bugün ne kapitalizmin eski düzeni savunularak ne de küresel liberal değişim olumlanarak durulabilir. Bize düşen bir başka şeyi yapmaktır. Başka bir şeyi yapmak, aynı zamanda sol içinde yaşanan ayrışmanın netleştirilmesi anlamına da gelecektir. Bunun için, Baskın Oran'ın, Murat Belge'nin temsil ettiği fikrin soldan ayrıştırılması, Taraf gazetesinde ifadesini bulan, -derin- liberal çizginin soldan tasfiyesi elzemdir.(5) Bunu yalnızca ideolojik mücadele ve tartışma ile başarmak da mümkün değildir. Çünkü bunların bütün versiyonları hem liberal aynı zamanda oportünizmin yeni adresleridir. Oportünizmin temel niteliğinin her kılığa girebilmesi olduğunu hatırlarsak, bu yeni adreslerin de adı konulmuş oluyor. Her kılığa girebilen bir yerde başka bir şey başka bir yerde başka bir şey oluveren, kıvrak ve omurgasız siyaset anlayışı ile sağlıklı bir ideolojik mücadele ve tartışma yürütmek imkansızlaşır. Sözün anlamını tükendiği bu noktada söze anlamanı pratik kazandırır. Bugün de ideolojik mücadeleyi pratiğin ayracı ile birlikte sürdürmek gerekir. Nihayetinde, zamanımızı ve gençliğimizi devrim gibi bir derdi olmayan, düzenin muteber solcularına ya da daha açıkca söylersek, solun trafik polisliğini yapmaya çalışan züppelere, laf yetiştirerek geçiremeyiz. O zaman şimdi eylem zamanıdır! Mahir Çayan'ın sözleriyle, "örgütü örgüt yapan, onu kitlelere tanıtan,programlar veya yaldızlı laflar değil. devrimci eylemdir" *** Son dönemde emekçilerin, işçilerin, gençlerin sürdürdüğü muhalefet bir ayrım çizgisi ve üçüncü seçeneğin işareti, bir umut ışığı ve zemin olarak karşımızda durmaktadır. Sağlık ve sosyal güvenlik hakkı için emekçilerin yürüttüğü muhalefetin en önemli sonucu AKP karşısında gerçek muhalefetin yolunu işaret etmesi olmuştu. Son dönemde bununla birlikte fabrikalarda gerçekleşen direniş ve grevler işçi sınıfının neo-liberal yeni düzene karşı isyanlarını ve hak arayışlarının ifadesi oldu. Tuzla tersanesinde gerçekleşen grev ve Tuzla‘da ölen işçilerin haklarını savunmak için yapılanlar, yaşamla ölüm sermaye ile emek arasındaki uzlaşmaz çatışma ve çelişkiyi en çıplak haliyle bir kez daha ortaya koyarken,
62
Yeniden Devrim / 7
siyaseti merkez-çevre diye kesen demokrasi mi darbe mi gibi anlamsız ikilemlerin karşısına da, gerçek muhalefetin ayrıcını getirmiştir. Bu süreç boyunca ÖDP tarafından gerek sağlık ve sosyal güvenlik hakkına yönelik gerekse bunun ardından Haziran ayı içerisinde Antalya, Gebze ve Trabzon‘daki, yoksulluk ve işsizliğe karşı mücadele mitingleri, emekçi sınıflardan yana bir cephenin oluşturulması noktasında önemli çabalar olarak görülmelidir. Siyasetin eksenini ve dilini değiştirmeye, gündelik hayatın içerisinde insanların yaşadığı sıkıntıları dile gitirmeye ve onları politikleştirmeye çalışarak konuşan, ülke siyasetine müdahalesini de bu söz üzerine kuran bir sol, bugün her zamankinden daha fazla gereklidir. Önümüzdeki dönem iz halinde olan bu yönelimin derinleştirilmesi, örgütlü ve sürekli bir çalışmaya dönüştürülerek, solun sokakta ve kavgada yenilenmesini mümkün kılacak bir mücadelenin yürütülmesi esas alınmalıdır. İnsanların doğrudan hayatlarını etkileyen konularda verilen tepkiler sanılandan daha büyük bir etkiyi ortaya çıkarabilmektedir. Uzun zamandır solun örgütlü ve sistemli bir şekilde yapamadığı şey, insanların gündelik yaşamlarına dokunan meselelerde söz söyleyememesi olmuştur. O zaman şimdi bir başka yola doğru adım atmanın vaktidir. Yaşamı Örgütlemek "Şimdi yeni baştan başlamalıyız; adım, adım, kendi bedenlerimiz dışında hiçbir kalkana sığınmadan. Keşfetmek, yaratmak ve hayal etmek gerekiyor" (Eduardo Galeano) "İddialı somut bir devrimci politikanın başarısı iki temel etkene bağlıdır. Birincisi, sürüp giden yaşamın (son tahlilde sınıf mücadelesi) içinde karşılığının olması, yanıt olabilmesi, isyan halindeki kitlelerin eylemliliğini gözeten, ondan öğrenen ve ona devrimci bir yönde önderlik edebilen bir politika olmasıdır. İkincisi de sağlam kuramsal kurgudan temellenmiş olmasıdır" (Tartışma Süreci Yazıları)
Bir fikrin hayat bulması onu toplum içerisine taşıyacak bir örgütlenmenin yaratılması ile gerçekleşebilir. Hiçbir fikir yalnızca söz olarak örgütlenmez. Solun asli sorunlarından birisi de örgütlenme meseledir. Kitlelerin siyasete fikren ve fiilen aktif katılımının gerçekleşmesi ancak bunu mümkün kılacak kimi mekanizmaların yaratılması sağlanabilir. Örgütlenme meselesi dar anlamda bir kadro örgütlenmesi değildir, aksine kadroların da içerisinde gelişeceği, toplumsal alanın, muhalefet mevzilerinin tamamını kapsayan, en geniş demokratik inisiyatif meclisleri olarak düşünülmelidir. Böyle bir örgütten kasıt, gündelik hayattaki sorunlara doğrudan eylemle müdahale edebilme imkânı sağlayacak doğrudan demokrasi üzerine
Yollar Yeniden Çizilirken
63
kurulu, yaşamsal bir organizmadır. Bu fikir ve yöntemin yaşanabilmiş örneği Direniş Komiteleridir. Anti-faşist mücadele ile birlikte yarınki toplumun nüvelerini bugünden yaratmaya dönük, başka türlü bir ilişkiyi her düzeyde hayata geçirmeye çalışan bu örgütlenme anlayışı, bugün de özü itibariyle yol gösterici bir deneydir. Bugün solun bir örgütlenme modeli yoktur. Burjuva örgüt formlarını aşabilen bir yeni örgütsel form, kağıt üzerinde üretilebilse de, hayatta karşılığı yaratılamamıştır. Bunun için yerinden muhalefet için yerinden örgütlenme anlayışı yani muhalefet birimleri üzerinden örgütlenmek esas alınmalıdır. Aşağıdan, taban inisiyatifine dayanan ve doğrudan demokrasi ilişkileri içerisinde işleyen, dinamik, etkileşime açık bir örgütlenme ancak böyle yaratılabilir. Bunun için yaşamın tümü bir mücadele ve örgütlenme olarak tasarlanmalıdır. Mücadelenin çeşitliliği ve karmaşıklığını tek ve mutlak bir örgütlenme formu ile karşılamak mümkün olmaz. Mücadele alanının özgünlüğüne, o günkü koşullara ve zamanın şatlarına uygunluğuna göre değişik formlar ve modeller hayata geçirebilir. Önemli olan muhalefetin ve isyanın tüm seslerini kapsayabilmek, bunların ortak bir hedef doğrultusunda yan yana yürümesini sağlayabilmektir. İdeolojinin devreye girdiği yer de burasıdır. Söz, her birimdeki her alandaki örgütlenmenin aynı şarkılar eşliğinde dans etmesini sağlar. O –büyüksöz bu tür bir örgütlenme gelişmeden var olamayacağı gibi böylesi bir örgütlenmede –büyük- söz olmadan sağlanmaz. Özcesi, ‘makro düzeyde, düzene karşı negatif siyaset ile mikro düzeyde pozitif siyaset’in bağının kurulması. Başka bir hayatın nüvesi olacak, bugün yaşanan yoksulluğa, dışlanmaya karşı dayanışma temelinde insanların gündelik sorunlarına yanıt üretecek eylem ne olabilir? İşte tartışmamız, denememiz ve yaşanılır kılmamız gereken budur. Böyle bir örgütlenme içerisinde kendimizi de yeniden örgütlemek için muhalefeti yaşamın en küçük gözeneklerine indirerek, sözlerimizi basitleştirip, hayat kavgasının içinden sözler üreterek siyaset yapmanın vaktidir. Yeni deneylere, örneklere ihtiyacımız var.
Yeniden Devrimden Söz Etmek "21. yüzyıl insanlığın eşitlikçi ve özgürlükçü bir dünya özleminin vücut bulduğu, bir devrimler ve sosyalizmler çağı olarak yaşandı. Şimdi belki bir çağ değişimi, bir geçiş dönemi yaşıyoruz. Yirmi birinci yüzyıl, kuşku yok ki, insanlağın eşitlik ve özgürlük mücadelelerini yeniden devrim ve sosyalizm deneylerini yaşayacak"(Küreselleşme Çağında Devrimci Mücadele)
64
Yeniden Devrim / 7
68 baharının 40. yılında, dünyada ve Türkiye’de küresel kapitalizmin vahşetine karşı, yeni bir devrimci var oluşun ve isyanın izlerini de tarihe düşerek yol alıyoruz. Karmaşa, kaos, umut ve umutsuzluğun iç içe olduğu bu yeniden var oluş süreci; solun durağanlık nedeniyle kazandığı tüm olumsuzluklar ve liberal ve post-modern akımın sol içerisindeki etkileri ile hesaplaşarak; yeni bir kültür, ahlak ve yaşam anlayışını, yeni militan mücadele tarzını ve ruhunu yaratarak, ilerliyor. Bu ilerleme Türkiye solunun içerisinde bugün yaşanan karmaşaya da kaynaklık ediyor. Yeniden devrimci olmanın bugünkü anlamı da, Türkiye solunu saran ve adım atmaz hale getiren tüm bu olumsuzluklardan kopuşu mümkün kılacak teorik ve pratik eylemliliği ortaya koymaya dönük çok yönlü bir çabanın aktif, militan unsuru olmaktır. Solun devrimci bir ruhla yenilenmesini mümkün kılmak günlük hesapların, pragmatist siyasetin, kariyerizmin, konformizmin ve bireyciliğin her türlüsünü reddederek; geleceği kazanmayı esas alan militan bir siyasetin, her gün her yerde, hayatın içine kazınması ile başarılabilecektir. Che ‘pek çok kişi bana maceracı diyecektir; öyleyim de, ama başka türden, inançlarını kanıtlamak için kellesini tehlikeye atan türden’ diyor. Son serüvenciler şimdi maceracalığr ve devrimi örgütleyerek; bu büyük tarihin ve hareketin bir parçası olarak, iyiliğin ve güzelliğin kaynağı devrimci yolda, geçmişin ve geleceğin uzun yürüyüşüne devam ediyor... Dipnotlar (1) CIA’in Türkiye masa şefi olarak da görev yapan Graham E. Fuller, ‘Yeni Türkiye Cumhuriyeti’ kitabında, Türkiye’nin değişen yapısını İslamcılık temelinde incelerken, bu değişim neticesinde demokrasinin güçlendiği ve Türkiye’nin Ortadoğu ile ilişkilerinin güçlenmesi ile bölgesel bir aktör haline geldiğini vurgulamaktadır. Fuller’a göre, ‘Türkiye’de İslamcı partilerin güçlenmesi ülkedeki tedrici siyasal, toplumsal ve ekonomik demokratikleşmeyi yansıtır. Bu süreç; Özal’ın 1980’lerdeki ekonomik açılımlarını içermektedir; söz konusu açılımlar dış yatırımları, İslami bankacılık faaliyetlerini, dış ticareti, özel girişimcilik fırsatlarını ve genelde ülke içinde refahı arttırmıştır. Bu değişiklik en azından üç grubu güçlendirmiştir: yeni ve büyüyen bir Anadolu işadamları sınıfı; şehirlerdeki geleneksel alt sınıflar; ve modern oldukları halde İslami gelenekte anlamlı bir kimlik bulan, yeni ve büyüyen İslamı profesyoneller ve entelektüeller sınıfı. Bu yeni sınıfın gerek Türkiye’nin İslamcı partileri için gerekse politik bir hareket olmayan Gülen hareketi için anahtar bir finansal destek kaynağı olduğu anlaşılmaktadır”. (2)Kemalizm yeniden var oluşunu, Kurtuluş Savaşı’nın argümanlarına dönerek, oradan kurmaya çalışırken bunun toplumsal alandaki karşılığı da ağır bir nostalji olarak yaşanıyor. Orta üst sınıfın hassasiyetleri temelinde gelişen bu nostaljiyle ilgili olarak Esra Özyürek’in ‘Modernlik Nostaljisi’ kitabı oldukça keyifli ve çarpıcı anekdotlar aktararak bu tartışmayı ele alıyor. ABD’de uzunca bir süre kaldıktan sonra memlekete dönen Özyürek evlerinin duvarından başlayarak yaşanan değişimi şöyle kavrıyor, “Dikkatimi ilk celbeden şey yaklaşık altmış yıl önce ölmüş olmasına karşın Atatürk sanki her yerde gibiydi. Sehpanın üzerinde ve kitap raflarında ayakta duran Atatürk resimleri gözüme çarptı; keza Atatürk resimli fincanlar ve anahtarlıklar vardı. Giydikleri dört paltoya altı ayrı rozet iliştirmişlerdi. Beni en çok şaşırtansa ellerinde kağıttan yapılma küçük kırmazı Türk bayraklarıyla katıldıkları 1930’lar
Yollar Yeniden Çizilirken
65
tarzında bir baloda çektirdikleri fotoğraf oldu.” (3) Kürt sorununun çözümü noktasında şimdi güçlendirilen seçenek İslamcılık olarak görünüyor. Bölge cemaat ve tarikatların ciddi kuşatması altında. Nevzat Çelik’in ‘Puşi ve Sarık’ kitabı, Melih Pekdemir’in ‘Kürt İslam Sentezi’ diye ifade ettiği gelişimin somut bir dayanağı olarak okunabilir. “Diyarbakır merkezde 1600 civarında dernek olmasına karşın bölgede özellikle belli dernekler oldukça ön plana çıkıyor. Bir çok derneğin kendisine ait ilahi grubu bulunuyor. Daha çok salon toplantılarıyla kamuoyu önüne çıkan derneklerin ortaklaşa yaptıkları en büyük açık hava toplantısı ise Ortadoğu’nun ikinci büyük mitingi olan Diyarbakır’daki ‘Peygambere Saygı Mitingi’ydi.” Konferanslar, kermesler, konserler düzenleyen, kendine ait kitapevleri, internet kafeleri bulunan dernekler bölgedeki yoksulluğa karşı da yiyecek yardımı yaparak etkinliğini sağlıyor. Anlaşılan devlet, Batı’da laiklik Doğu’da İslamcılık üzerine kurulu, kendi dilimizce‘iki taktik’olarak tercüme edebileceğimiz bir politikayı hayata geçiriyor. (4)Rejim krizi doğrultusunda yaşanan tartışmaların kaynağını 90'lı yıllardaki tartışmalar üzerinden takip etmek mümkün. Tartışma Sürecindeki tartışmalar içerisinde de bu konu şöyle ele alınıyor, "Kemalizm'in artık sağlam bir çimento işlevi göremeyeceği gerçeğinin egemen güçler tarafından görülüp anlaşılması, büyük ölçüde gelişen ve güçlenen Kürt mücadelesinin doğrudan bir sonucudur. Türk egemen güçlerini yeni bir cumhuriyet arayışına götüren önemli faktörlerden biri bu gelişmedir. Bu gelişme sonucudur ki Türk egemen güçleri arasında "2. Cumhuriyet" talebini dile getiren politik bir eğilim, Özal'ın özel teşvikleriyle gündeme gelmiştir. "2. Cumhuriyetçiler" olarak da adlandırılan bu kanat, emperyalizmin talep ve tavsiyerine bağlı olarak, Kemalizmin katı inkarcı tavrının artık bir yarar sağlamayacağını görerek, diğer ulusal ve kültürel kimliklere karşı bir tür Osmanlı tavrını ön plana çıkartmaktadır. Devletin sünni islam ile barışması ve bütünleşmesi, bunun emperyalist-kapitalist dünyanın ortak çıkarlarına bağlanması "2. Cumhuriyetçiler' denen politik eğilimin temel yönelimi olmaktadır. " (Tartışma Notları,s.102) (5) Murat Belge'nin 'demokrasi övgüsü' eşliğinde saflarına katıldığı Taraf Gazetesi, liberal değişim projesinin derin ve operasyonel işlevini üstlenmiş durumda. Liberalizmin, solun geçmişine yönelik sistemli saldırısını da operasyonun bir parçası olarak üstlenen Taraf, bu saldırın en somut ve ahlaksız örneğini, Deniz Gezmiş'e 'cuntacılık, Ergenekon' yakıştırmasını yapması ile gösterdi. Burada temel mesele anti-emperyalist bağımsızlıkçı sol düşüncenin kendisini mahkum etmeye, solun geçmişini cuntacılıkla kodlamaya çalışan bir anlayıştır. Anti-emperyalizm nedir bu çevrelerle tartışmanın bile anlamı yoktur, zira parçası oldukları derin projenin ve fikri akımın karşısında durabilmekte, bu tavrın parçasıdır.
SOLCULAR, LİBERALLER VE ŞARLATANLAR Ali ÖZTÜRK Siyaset zemininde kavramlar ve kafalar iç içe geçmiş durumda. Değişmeyen tek şeyin değişim olduğunu bilenler bile, Amerika’yı yeniden keşfetmenin huzuru ile ‘dünya değişiyor, değişti, yeni şeyler söylemek lazım’ diyorlar. Sanki bu ana kadar söylenenlerin gereği yapılmış, hayatta karşılığını bulmuş, ya da dün söylenenlerin hepsi eskimiş, hiçbir şeye yaramaz ‘laf salatasıymış da bu zatlar mutfağı temizlemekle görevli yamaklar gibi geleneklere saldırıyorlar ve önlerine ne gelirse talan etmekten çekinmiyorlar. Trajikomik ama ‘Kral öldü, yaşasın kral!’ diyen bu baylar tarihin çöplüğünden çıkıp karşımıza dikiliyorlar. Evet, birileri ‘büyük laflar etmek lazım’ diye çığırıyor ve birilerinin tarihin çöplüğüne gömülmesi çağrıları yapıyor. Bu şarlatanlar, yeni söyleyecek bir şey yoksa sınıf mücadelesinin kenara ittiği eskiye dair ne kadar pas paye ideolojik- politik söylem varsa onları cilalamayı ve ortaya karışık bir ideolojik laf salatası söylemeyi kendilerine görev ediniyorlar. (Bilmeyenler bu söylenenleri yeni sanıyor, bilen şarlatanlar ise ‘yeni olanı da ’ anlamanın mutluluğuyla hafifçe gülümseyerek ‘taraf oluyor ve en değerli fikirlerini ‘ yeni bir şeyler söylüyormuş gibi’ sunmakta bir sakınca görmüyorlar. )
Tarihten bugüne şarlatanlar…
Bu durum (şarlatanlık) yeni bir olgu gibi görünse bile tarih boyunca birçok örneğine rastlamak mümkündür. Bunun için Mark ve Birinci Enternasyonal dönemi, Komünist Manifestoda tarif edilen siyasal yapılar, Lenin ve İkinci Enternasyonal dönemi, Kautsky’nin ultra emperyalizm teorileri gibi birçok tartışmanın olduğunu hatırlamak yeterlidir. Ama özellikle Frankfurt Okulu ve Habermas’ı, Derida’yı da unutmamak lazım elbette. Radikal demokrasi, kamusal alan, söylemleri ya da modernizmi aşmak, post modern zamanlara ulaşmak çabası o zaman olmasa bile bugün meyvelerini veriyor. Birileri haddimizi aştığımızı ve akademik ve siyasal alanda saygın insanlara nasıl şarlatan dediğimizi merak edebilir. Onlara, Can Yücel anladıkları
68
Yeniden Devrim / 7
dilden yanıtı bizim adımıza çok önceden vermişti zaten, o nedenle tekrar etmiyorum. (Can Yücel’in ne dediğini bilmeyen ve merak eden varsa bana mail atmaları yeterlidir)
Şarlatanlar arasıda yolculuk etmek…
Birileri Marksizm’in liberalizmden öğreneceği çok şeyler olduğunu söylüyor Radikal gazetesinin sayfalarından (Demokratik özgürlükçü sol yaklaşım kendisine “üretim-kimlik-çevre ilişkisini” öncül alarak ve bu ilişkiyi “sürdürülebilir ekonomik kalkınma- demokrasinin derinleşmesi ve insani güvenlik eksenine” yerleştirerek, bu vizyonu kurabilir ve bunu yaparken de, Marx’tan ve siyasal liberal ilkelerden öğrenir. Bkz. Marx’ın hayaletleri ve Türkiye/Fuat Keyman Radikal, 25.5.2008). Hoş geldiniz Fuat Bey; ama biraz geç geldiniz, üçüncü yol diye adlandırılan (Tony Blair vb. ekolü) ekolden farkınız nedir kuzum sizin? Pardon onlar Marx’ı tümden silip atmışlardı!
Ufuk’ta bir gemi bandırası belli mi?
Bazıları Türkiye tarihinde TİP’ten sonra kesintiye uğrayan(!) parlamenter mücadele ile bağlar kurarak kendilerinin TBMM’de milletvekili olmasını ‘sürecin’ tekrar rayına oturması gibi değerlendiriyor. Buna bir diyeceğim olamaz; ama TİP’ten sonra yaşanan süreci görmezden gelerek, hadi açıkça söyleyeyim mahkûm ederek bu işi yapmaya çalışıyor ve ‘meclisteki ilk sosyalist milletvekili olma balonunun yardımıyla gökyüzünde özgürce kanat çırpıyor. (Bkz. Türkiye Büyük Millet Meclisindeki tek sosyalist milletvekili) Tabi devrim ve parlamenter mücadele, bunun sınırları ve sunduğu olanaklar konusunda yapılan tartışmaları artık kimsenin hatırlamaması (?) ya da hatırlamak istememesi (!) bu zatların işlerini kolaylaştırıyor. Parlamenter mücadeleyi yok saymayan; ama bunu hiçbir şekilde kutsamayan ve amaç haline getirmeyen bir yaklaşımın ne kadar doğru olduğu, bu tartışmanın aslında devlet, sınıf ve siyasal devrimden bağımsız olmadığını önce belki kendimiz yeniden hatırlamalı ve bu zatların yüzlerine açıkça ifade etmeliyiz.
Komünizmin mi yoksa Küreselleşmenin mi ‘K’ si?
Başka bir şarlatan ise bir dönem TKP Genel sekreterliği yapmış zat-ı muhteremdir. Referans gazetesinin sayfalarından ‘küreselleşmenin Marks'ın haklı olduğunu ispatladığını söyleyen bu zat Kautsky’ nin ultra emperyalizm teorisinin farkında olarak ya da olmayarak bugüne taşımıştır. Geçmişlerinde nerede durdukları konusuna elbette bir şey söylemiyoruz. Yaptığımız tek şey bugün söylediklerinin geçmişi ne hale getirdiğini gözlerinin içine sokmak ve yüzlerine söylemekten başka bir şey değildir. İnsanlık ürettiği ve tükettiği her şeyle bir bütün olarak sürekli değişim içindedir. Bu nedenle yeninin içinde eskinin izlerini sürmek mümkündür. Özellikle sözü edilen şey sömürü ve emek arasında geçen sınıf mücadelesi ise bu izleri farklı biçimlerde ortaya çıkmış olsa bile izlemek çok daha kolaydır. Ancak yenilgi dönemlerinden sonra değişik gerekçelerle de olsa -isteksizlik, adı konmamış bir döneklik ya da teslimiyet nedeniyle bu izlerin kafalarda(!) fululaştığı dönemler de elbette olmuştur. 1971’de THKP-C
Solcular, Liberaller ve Şarlatanlar
69
hareketinde yaşanan Münir Aktolga ve Yusuf Küpeli’nin kişiliğinde somutlaşan arayışları unutulabilir mi? Münir Aktolga’nın internette site yapıp politik yazılar yazmasını ve Tayip Erdoğan’ı demokratik cumhuriyeti kurmaya çağırmasını, bu koşullarda yadırgamak mümkün mü? Elbette değil. (Meraklısı olabilir, internet adresini verelim de bir dehanın (!) daha tekrar gün ışığına çıkmasına yardımcı olayım: http://www.aktolga.de) Şarlatanların kendileri için değişik politik isimlendirmeler kullanması (solcu, liberal, sosyalist, hatta devrimci) onların şarlatan olduğu gerçeğini örtbas etmemelidir. Ancak post modernizmin boğucu havası ve egemenliği safların sıklaştırılması yerine genişletilmesi düşüncesinin yaygınlaşmasını başarmış; sınıfsal ve ideolojik konularda muğlâk, yapay yan yana gelişlerle yaşanan krizin aşılabileceği yanılgısının alanını genişletmesine neden olmuştur. Bu durumun kendisi krizin aşılmasının değil derinleşmesinin önünü açan bir işlev görmüştür. İdeolojik mücadeleyi soyut bir alana hapsetmek ve mücadele edilmesi gerekenlerle yan yana gelmeyi bir başarı olarak göstermek bugünkü yaşanan krizin ana sebeplerinden bir tanesidir. İdeolojik mücadele, teorik-politik ve pratik mücadelenin toplamı olmadığı sürece soyut kalmaya mahkûmdur. İşte bu nedenle bugün devrimciler bu krizi ancak bu üç alan arasında kurulan doğru bağlarla aşabilirler.
Sendikal alanda şarlatanlar
Şarlatanlığın toplumsal alanı bu kadar derinden etkilediği dönemlerde sendikal hareketin de bu şarlatanlıktan nasibini almaması mümkün değildi elbette. Şimdi nasıl ve kimlerin kurduğu bilinen sarı sendikalar ve onların yazılı ve görsel medyadaki şarlatanlarının yaptıklarına şaşırmıyoruz, bir şey de demiyoruz. Ama sol/sosyalist/devrimci değerleri temel alarak emek eksenli bir mücadelenin aracı olması gereken sendikaları ‘koltuk kavgası alanına’ çevirenler ‘, sendikal harekette yaşanan çözülme ve krizi görmezden gelenlerin, her şeyi kendi çıkarları ekseninde görenlere şarlatan denmez de ne denir? Yetenek ve ihtiyaç yerine meseleyi ‘kimin hangi koltukta oturacağı’ olarak görenlere artık hak ettikleri isimlerle seslenmek gerekmiyor mu?
Şarlatanlar ve şarlatanlığın zorlayıcı sınırları…
Elbette bizim konumuz olan şey daha çok Marksist devrimci hareket geleneğinden gelen şarlatanlar, yoksa burjuva siyaset alanında şarlatanları saymakla bitirmek mümkün olmaz. Ancak bir aslan sosyal demokrat zat var ki, onu tarif etmeden geçmek mümkün değil. Adı geçen kişi CHP genel başkanı Deniz Baykal değil, bunun altını çizelim. Bu zat şu anda başka bir siyasal partide yer alıyor, 70’li yıllarda CHP’nin sol kanadında yer alan bu kişi şimdi başka sularda elini yumruk yapıp, göğsünün üzerine koyuyor. İşte bu durum aslında şarlatanlığın sınırlarını zorlamaktan başka bir şey değil diyesi geliyor insanın. (Bkz. TBMM)
Şarlatanlara şarlatan diyelim artık!
Asıl sadede gelelim. Gericiliğin bütün dünyada hâkimiyetini arttırdığı bir dönemde, Türkiye’de 12 Eylül'ün ‘iyi çocuklarının’ Türk-İslam sentezinin bütün meyvelerinin toplandığı günümüzde asıl uğraşması gerekenler bun-
70
Yeniden Devrim / 7
lar değil mi? Şimdi şarlatanlar diyerek cepheyi daraltmıyor musunuz diye sorular gündeme gelebilir. Yanıt çok kısa ve açıktır: Niyetlerden bağımsız olarak bu şarlatanların siyasal alandaki varlıkları ve egemenlikleri devrimci iddia ve çalışmaların ‘soysuzlaştırılmasına’, kendi mecrasından çıkarak ‘küreselleşen dünyada özgürlükçü/demokratik/kamusal merkezli/çok kimlikli bir toplumsal yapı, otoriter devlete karşı sivil toplumun güçlendirilmesi vb birçok söylemin sözcülüğünü üstlenmeleri sadece ve sadece onları sosyalist/devrimci cephede Truva atı rolünü oynamaları anlamına gelmiştir. Yani aslında kısacası politik mücadelede aynılar artık aynı yere, ayrılar da ayrı yere gitmelidir. Ama herkes nerede durduğunu ve ne istediğini ve bunu kiminle yapmak istediğini netleştirmek zorundadır. Bu nedenle hem politik hem akademik dünyanın söz efendilerinin egemenliğinin kırılması, politik faaliyetin merkezine ideolojik-politik ve örgütsel birliğin konulması ve şarlatanlara ‘siz şarlatansınız! deme sorumluluğunu herkes kendi üzerinde hissetmelidir. Bu alandaki egemenlik kırılmadan, her şey kendi ismi ile adlandırılmadan devam etmek adı konmasa dahi uzun va-dede politik yenilgiyi şimdiden kabul etmek demektir.
‘DİKİLİ’ BİR ŞEY BIRAKMALIYIZ GELECEĞE (!)
Tabii şarlatanlardan söz ederken, bir şarlatanlık yapmadan, düşündükleri gibi çalışma yapan insanlar olduğunu da unutmamak gerekir. Son 10 yıldır yerel yönetimlerin ne kadar önemli olduğunu vurgular, yerel seçimlerin kazanıldığı yerlerde örnek çalışmalar ve modeller üretilmesinin ne kadar önemli olduğunu ezberden tekrar eder dururuz. Ancak bu kadar yaşanan şey arasında Dikili denilen bir yerde SHP’den belediye başkanı seçilen Osman Özgüven'in yaptığı şeylerin bizim 10 yıldır söyleyip de bir türlü yapamadığımız şeyler olduğunu görmek, insanın yüreğini burksa bile umudun yeniden canlanmasına ve ‘istenilirse yapılabilir’ duygusunun sıcaklığını yeniden hissetmemizi sağlıyor. Osman Özgüven şarlatanlığa karşı eşitliğin ve özgürlüğün bayrağını dalgalandırıyor ve farklı bir konjonktürde hem de olanakların neredeyse sıfır olduğu bir yerde ‘Fatsa’nın ışığını’ bugüne taşıyor bence. Osman Özgüven’in neler yaptığından haberi olmayanlara da ‘sizin ayıbınız’ demekle yetiniyorum. Bugün eksik olan şeylerden en önemlisi beceri ve yetenektir, bu nedenle beceri ve yeteneklerimizi çoğaltmamız gerekiyor. Ama bu yetmez, ulaşmak istediğimiz şeyin ne olduğuna karar vermemiz ve cevahir yürekliler olmamız gerekiyor. Nereden geldiğini bilmeyenler nereye gideceklerini de bilemeyebilirler. İnsanların siyasal yaşamlarına nerede başladıkları önemli olsa dahi ondan da önemli olan şey, bugün nerede durdukları ve neler söyledikleridir. Bunun altını çizerek yeniden söylemek zorunda kalması insanı rahatsız etse bile ne yazık ki yeniden söylenmesi gerekiyor. Bu ana kadar bu şarlatanlar hakkında (gerekçem ne olursa olsun bilgisayarım bozuktu, yazacak dergi mi var ki, söylesem ne olur, herkes biliyor, kimse takmıyor vb.) bir şey söylemediğim için ilk önce bana yuh olsun… Sonra da…
NEO-LİBERALİZMİN KRİZİ VE NEO-LİBERALİZME KARŞI DİRENİŞ İMKANLARI Korkut BORATAV ABD'de yaşanan kriz sonrasında, neo-liberalizmin genel krizinden hatta Keynesyen politikalara geri dönüşten söz ediliyor, mümkün mü? Dünya çapında neo liberalizmin ve genel olarak sermayenin aşağı yukarı otuz yıl önce başlayan genel saldırısının bir krize mi dönüştüğü yoksa otuz yıldan beri gözlenen çevrimlerden birinin iniş noktasına mı geldiği henüz kesin olarak yanıtlanacak durumda değil. Ben kriz sözcüğünü çok gevşek kullanmaktan çok hoşlanan bir insan değilim. O nedenle ihtiyatlı olmayı yeğliyorum. Zira 1970’li yılların sonlarında başlayıp 88 civarında tükenen bir çevrim; aşağı yukarı on yıllık iki çevrim tarafından izlendi. Bu ikinci çevirim birinci çevrimin 1998 – 97 civarında bittiği söylenebilir. Bir kriz noktasıyla başlayan geçen çevrim 2001’den sonra bir çıkışa başladı, 2007’de bir zirve noktasına geldiği ve yeni bir inişin başladığı söylenebilir. Bu inişin ne kadar sert olacağı henüz belli değil. Buradaki bütün çıkış ve iniş terimleri Keynes öncesi kapitalizminin krizlerindeki mutlak gerilemeler anlamında değil. Gerileme yılları içeriyor ama çoğunlukla büyüme hızlarındaki yavaşlama şeklinde gözleniyor. Sistemin metropolünde ve bazen çevresinde bir veya iki yılı aşmayan gerileme yılları, büyüme hızında yavaşlayan bir dönemle izleniyor, sonra yeniden bir hızlanma dönemi başlıyor. İşte 2007’de böyle bir dönüm noktasındayız. Keynesgil politikaların geri gelip gelmediğine gelince bana göre bu tali bir konudur ve fazla abartmamak gerekir. Belli biçimlerde keynesgil politikalar hep uygulandı; mesela Amerika’da en sağcı en gerici başkanlarından
72
Yeniden Devrim / 7
biri olan Reagan, Keynesgil bir genişleme politikasıyla Amerikan ekonomisinin petrol çalkantısı sonunda sürüklendiği iniş konjonktürünün aşınmasına katkı yaptı. Dolayısıyla Türkiye gibi ülkelere bize empoze edilen o çok katı, neo liberal parasalcı modelleri metropollerde zaten uygulamıyorlar. Metropollerde kriz hallerinde devlet tüm aktif araçlarıyla ekonomiyi düzenlemeye yöneliyor. Ama şunu söyleyeyim, her kriz noktası sermayenin empoze ettiği reçetelerin yeni baştan tartışıldığı konjonktürde açılım getirir. Bu bakımdan Türkiye’de ve dünyada böyle bir dönemeçteyiz. Neo liberalizmle birlikte çok tartışılan bir mesele de sosyal haklar. Türkiye’de ve bütün dünyada budandı. Sosyal haklar üzerinden bir muhalefet çizgisi geliştirme çabası da var. Bu ancak siyaset ve sınıf mücadeleleri düzleminde alınacak mesafeye bağlı. Aksi halde sosyal haklar, sınıf mücadeleleri sonunda kazanılan vatandaşlık hakları yerine, yoksullukla mücadele sorunsalı içinde bize empoze edilmeye çalışılan ve adeta orta çağ veya erken kapitalist çağ, yani yoksul yasaları döneminde İngiltere veya ondan önceki dönemde hayır kurumlarının ve kilisenin cemaatlerin sağladığı fakir fukarayı gözetme modelleri geri gelir. Türkiye’de şu anda böyle bir seçim öncesi konjonktür yaşandığı için, ikinci tür iane dağıtma yöntemlerinin canlanması gündemde. Bu kesinlikle en önemli mücadele alanlarından biri, bu iki ayrı şeyi iki platformu birbirinden karıştırmamaktır. Çalışan insanların, emekçi nitelikleriyle ve vatandaş olarak hak sahibi olmaları ayrı bir şeydir; mahallelerde, yoksul semtlerde, toplumun dışlanmış katmanlarında cemaatlerin, tarikatların ve onların kontrolündeki yerel yönetimlerin dağıttığı yardım paketleri ayrı bir şeydir. Birincisine dönüş, bana göre siyasette ve sınıf mücadelesinde alınacak mesafeye bağlıdır.
Neo-liberalizmin tarım alanında büyük bir tahribat yaratıyor. Yaşanan bu değişimin ne gibi sonuçlara neden oluyor?
Yakın dönemde yaptığım bir çalışma, verileri 2006 yılına uzanıyor. 1990’lı yılların sonundan, kabaca 98’den başlayarak 2006’ya kadar uzanan dönemde birkaç şeyin birden yan yana olduğunu bize gösteriyor. Birincisi, kapsamlı bir neo liberal programın veya sermayenin genel saldırısının stratejik öğelerinden biri tarımsal politikalar olmuştur. Dünya Bankası aracılığıyla farklı siyasi iktidarlara hiç değişmeyen bir şekilde nüfuz edilerek gündeme getirilen bu programda, nasıl ki işçiyi sınıfsal konumundan ayırarak, işsiz yoksul veya dışlanmış ise ianeye mahkum eden bir yaklaşım vardı; köylüyü de –yoksul ayrımını da pek yapamıyorlar- üretici kimliğinden değil, toprak mülkiyetine bağlılığıyla bağlantı kurarak üretimden kopan genel bir destek programına, doğrudan gelir desteği programına bağlıyorlar. Tarıma dönük neo liberal politikaların esası budur. Tarımda kamu aracılığıyla, devlet aracılığıyla tarımsal piyasaları denetlemeye imkan veren bütün kurumsal düzenlemeleri etkisiz kılıyorlar. Yani tarımda üretici nitelikleriyle çiftçiyi ve köylüyü piyasanın ağzına atıyorlar,
Neo-Liberalizmin Krizi
73
ama toprak sahibi olduğu için de dönüm başına hesaplanan bir gelir transferi yapıyorlar. Bu transferin yetersiz olduğu, giderek de aşındığı malumdur. Bu birinci tespitti. İkinci tespit; aynı dönem tarımın göreli fiyatlarında büyük bir çöküntü ve erimeye yol açtı bunlar. Ben bunu ampirik olarak inceledim. Geçmişte her kriz döneminde tarımsal fiyatlar çöker, fakat kriz sonrasında önceki noktaya geri döner. 2001 krizinde tarımsal fiyatlar çökmüş, geri dönüş yetersiz kalmış ve aşınmaya devam etmiş. Dolayısıyla trend olarak aşağı yukarı 20 yıla yaklaşan bir dönemde göreli tarımsal fiyatlarda büyük bir çöküntü olmuştur. Üçüncü saptama da, aynı dönem tarımdan aşağı yukarı üç milyon civarında bir istihdam kaybına yol açmıştır. Bu boyutta bir istihdam kaybı Türkiye tarihinde gözlenmeyen bir şey. 1996’ya kadar aşağı yukarı tarımsal istihdamda oran olarak azalma var ama miktar olarak büyük bir aşınma yok. Ama 96- 98’den itibaren rakam olarak da düşüyor. Nereye gittiği belli değil. Tarımın içinde kırsal kesimlerde işsiz mi kalıyorlar, kırsal kesimlerde başka uğraşlarla mı hayatlarını sürdürüyorlar – ki bu çok olasılık dışı, istatistikler bizi yanlış yönlendiriyor bu konuda- veya faal nüfustan kopuyorlar ve şu veya bu şekilde transferlerle mi yaşıyorlar, veya kentlere gidip yeni geçim alanları aramaya mı çalışıyorlar bu belli değil. İstihdamı geniş anlamda yorumlanırsa, işgücüne katılım oranının düştüğü ve geniş anlamda işsizlik oranının arttığı bir dönemde üst üste geliyor. İktisatçıların sevdiği bir ifade vardır, “kolerasyon nedensellik göstermez” diye. Ama bu üç olgu yan yana gelince nedensellik aramamız için çok kuvvetli bir motivasyon vardır. Yani; neo liberal politikalar fiyatları göçertmiştir, fiyatların göçmesi tarımdan cumhuriyet tarihinin görmediği boyutta bir üretimden kopma olgusu yaratmıştır. Bunun gerçekte nasıl oluşmakta olduğunu genel istatistiklerden algılayamıyoruz. Benim bildiğin en azından bir araştırma var, köylere gidip alanda bu olayı tespit ediyorlar. Ama tarımda büyük bir çöküntünün olduğu ortadadır. Bu çöküntü bir modernleşme dönüşümü, yapısal bir yenilik değildir. Şişkin bir tarımsal istihdamın zaman içinde eriyip gitmesi dinamizmin göstergesi olarak algılanabilir. Ama bu kadar kısa dönemde dinamizm içermeyen bir aşınma, sosyal bir çöküntü anlamına gelir.
Tarımda yaşanan bu tahribata karşı çok görünür olmasa da bir direniş, bir örgütlenme modeli şekilleniyor. Çiftçi sendikaları var. Ürün bazında örgütleniyor, Çay-Sen, Fındık-Sen gibi… Şimdi de konfederasyon başvurusu yaptılar. Bu örgütlenme modelini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bence çok önemlidir. Yakın geçmişin devrimci hareketlerini, 60 sonrasının devrimci hareketlerini incelediğimizde, kırsal kesimi ölü toprağı olarak algılamanın yanlış olduğunu hayat o dönemin mücadelelerine öğretti
74
Yeniden Devrim / 7
ve gösterdi. 60’ı izleyen 20 yıl boyunca çok güçlü ve etkili kırsal emekçi örgütlenmeleri ve hareketleri de gözlendi. İyi kötü örgütsel çalışmanın en azından hareket noktasını oluşturacak kooperatif düzenlemeleri vardı. Kooperatif düzenlemeleri kurulu düzenin bir parçası olarak da görülebilir, ama tarım emekçisinin yani köylü-çiftçinin ortak çıkarları için bir araya geldiği, ama devletle de pazarlık ve iç içe giren ilişkiler ağı içinde, adeta düzenle bütünleşme olgusu da taşıyan bir çerçeve olarak da görülebilir. Ama her halükarda, yarı kamu, yarı devlet kontrolünde olsa bile bir örgütlenme biçimidir. Bunların tasfiyesi işleri daha da güçleştirdi. O yüzden bu tür bir yeni sendikalaşma modelini çok büyük önem taşıyor. Hemen şunu söyleyeyim; doğal müttefiklerinin, sosyolojik toplumsal anlamda kent emekçileri olması bir yana; daha yakın, adeta mesleki müttefiklerinin de ziraat mühendisleri içinde aranması gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’de çeşitli demokratik kitle kuruluşları içinde, ne kadar şanslıyız ki mühendis ve maden odaları henüz gericilerin kontrolünde değil. Ziraat mühendisleri odası da köylünün ve çiftçinin sınıfsal konum ve çıkarlarına duyarlı bir örgüt olarak sözünün ettiğim örgütlenme çalışmalarının komşusudur, omuz temasıyla birlikte yürütmesi gerekir. Son derece önem veriyorum. Ayrıca bunlar bildiğim kadarıyla uluslar arası köylü hareketine de üyedir. Uluslararası Köylü Hareketi de çok sağlıklı bir harekettir. Her bakımdan Türkiye’deki ilericilerin, solcuların ve sosyalistlerin destek vermesi ve omuz vermesi gerekir.
Tarımda Latin Amerika’daki direniş örneklerine geçersek; genel bir değerlendirme var, neo liberalizm Latin Amerika ülkelerine Türkiye’den daha önce girdi, orda yaşanan tahribatı biz yeni yaşıyoruz, oradaki direnişlerle yeni karşılaşacağız. Burada böyle bir benzerlik kurulabilir mi?
Orada başka karmaşık öğeler var. Latin Amerika’daki sermayenin genel saldırısına karşı direniş sınıfsal reflekslerle oluştu. Latin Amerika’da emeğin örgütlenmesi Türkçe’deki kadar çöküntüye uğratılmadı. Bir başka önemli etken, Latin Amerika’da Katolik kilisesinin örgütsel yapısı değil ama yerel temsilcileri içinde ilerici halk hareketine ve direnmesine katkı yapan kuvvetli alt-damarlar oluştu. Dolayısıyla orada Hıristiyanlığın ilerici- devrimci hareketlere köstek değil, yer yer destek oldu. Hatta o kadar ki, Amerikanın gerici kiliseleri Katolik kilisesinin yani papanın kontrol edemediğini anlayarak, kedi evangelist örgütlenmelerini Latin Amerika’ya taşımaya çalıştılar. Yani Latin Amerika’da Hıristiyanlığın gerici tutucu yorumunu sınıf mücadelelerini kösteklemek için kullanma çabalarına katkı yaptılar. Türkiye’de ne yazık ki yakın geçmişte yani son 20 yılda İslam emekçi sınıflara ideolojik olarak ve sınıfsal konumlarını unutturacak şekilde nüfuz etti. Dolayısıyla emekçi sınıfların doğal sınıfsal reflekslerini aşındıran ve kuvvetle yanlış yönlere savuran bir katkı yaptı. Laikliğin aşınması ve zaman içinde tasfiyesi Türkiye’de seçkin azınlığın değil her şeyden önce emekçile-
Neo-Liberalizmin Krizi
75
rin mücadelesi bakımından önem taşıyan bir şeydir. Latin Amerika ile Türkiye arasındaki önemli bir fark da budur. Türkiye, son 15 20 yıl içinde emperyalizm ve sermayenin güçlü saldırısına karşı Ortadoğu türü tepkiler geliştirmeye daha yatkın bir görünüş almıştır. Yani batıya ve batının temsil ettiği hayat tarzlarına karşı duyulan tepkiler emperyalizme ve sınıfsal tepkilerin önüne geçmektedir. Bu iki şey sathi bakışlarla aynı görünebilir. Ama çok farklı doğrultulara doğru yönelir.
Siyasal İslam’ın Türkiye’deki etkisine gelirsek neo liberalizmin ve İslam’ın uzlaşarak bu meseleyi Türkiye’ye taşıdığı bir dönemden geçiyoruz. Aynı zamanda AKP demokrasi, özgürlük benzeri şeylerle anılıyor, aynı zamanda devletin bütün yapısını cemaatleriyle tarikatlarıyla tersyüz ediyor. Buna ne diyorsunuz? Değişim sürecinde AKP ve İslam?
Bu konuyu temelinden çözmek için Türkiye tarihine ilişkin temel bir teşhis koymak gerekiyor. Türkiye tarihi devlet ile sivil toplum arasında bir mücadeleden mi ibarettir, yoksa her yerde olduğu gibi sınıfların tarihi midir? Devlet sınıfların egemenlik kurmak için kullandıkları bir aygıttır. Osmanlıda da böyledir, cumhuriyette de böyledir. Bu aygıtın zaman zaman içi boşalıverir, yeniden doldurulmak üzere sınıflar mücadele eder ve saldırırlar. Her halükarda ekonomiye egemen sınıflar daha inisiyatif sahibidir, daha başarılıdır. Sistem kapitalist olduğu müddetçe bu böyledir. O sınıfları ekonomik gücünü tasfiye ederseniz, edebilirseniz siyasete hakimiyetleri de o ölçüde zayıflayacaktır. O yüzden Türkiye’de siyasetin el değiştirmesi bu genel gerçeği değiştirmiyor. Nixon da bir bakkalın çocuğuydu, yoksul bir kökenden geliyordu. İngiltere’ye sermaye ideolojisini taşıyan Thatcher da orta halli bir sınıftan gelen bir kişiydi. Yani Tayip Erdoğan’ın Kasımpaşa’dan yasadışı inşa edilmiş bir gecekondudan bugünkü konumuna yükselmiştir diye onun sınıfsal konumunu ve marifetlerini göz ardı edemeyiz. AKP, devlet aygıtının kontrolünü eline geçiriyor. Yüzde yüz muvaffak oluyor ama olamıyor, bu pek fark etmiyor. Devletin içindeki kimi konumlarda bulunan çevrelerin, toplumdan sınıflardan tamamen soyutlanmış, her şeyin kaderine hakim olan güç odakları olarak algılanması mümkün değildir. Basit bir şey söyleyeyim burada; eğer Türkiye’de mesela silahlı kuvvetlerin sermayeye direnebileceğini düşünen bir perspektif varsa telekomünikasyon sektörünün bütünüyle özelleştirilmesi karşısında nasıl sessiz kaldığını incelemeleri lazım. Sermayenin bu büyük operasyonuna eğer itiraz edecek bir odak noktası varsa bürokrasi içinde, silahlı kuvvetler olmalıydı. Sessizce sineye çektiler. Bütün kurumlar sermayenin çeşitli biçimlerde nüfuzu ve kontrolü altındadır. Devlet aygıtı da böyledir. Devlet aygıtının çeşitli öğeleri arasındaki içsel çatışmalar ve fikir ayrılıkları durumu değiştiremez. Bürokrasinin her yerde belli ölçülerde, İngiliz sisteminde hatta Fransız sisteminde belirli otonom özellikleri vardır. İngilizlerin “Yes Minister” diye meşhur bir dizisi
76
Yeniden Devrim / 7
vardır. Orada bürokrasinin gelen giden iktidarlar karşısında nasıl kendi otonomisini koruduğunu gösteren komedi biçiminde kaleme alınmış bir dizidir.her yerde olduğu gibi biraz devlet geçmişi daha uzun yüzyıllara dayanan Türkiye’de de herhalde bürokrasinin otonom, gelen giden iktidarlardan etkilenmeyen öğeleri vardır. Bu zaman içinde zayıflamaktadır. Zaman içinde tüm bürokrasi Türkiye’de adım adım siyasi iktidarın kontrolü altına girmektedir. Bu otonomi öğelerini abartıp bütün bir toplumsal modelin belirleyici yönü olarak görmemek gerekir. Ben bu anlamda ne AKP’nin ne ondan önceki ne de ondan sonraki olası iktidarların ana sınıfsal çizgilerinde hiçbir fark olduğunu, olmuş olduğunu veya olacağını düşünmüyorum. Hepsi aynı pisliğin farklı renklerini taşıyor.
Son dönemde sağlık yasasına karşı bir muhalefet var. Bu AKP’ye karşı solun buradan yeni bir muhalefet inşa edebileceği, emek cephesinin kurulduğu yönünde bir düşünce doğdu.. bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Emek platformunun en azından kağıt üzerinde tasfiyeye uğramaması önemlidir. Yeniden bir araya gelmeleri müspet bir şeydir ama emek platformu sadece isimle bile saygı duymamız gereken bir girişimdir. Meslek kuruluşları –Tabipler Birliği bunun başında geliyor- imkansız görünen bir şeyi yapıyorlar. Çünkü bu kitle, hekimler kitlesinin özellikler nüfuzlu ve prestijli öğeleri dünyada her yerde en tutucu diplomalı kesimi oluşturmuştur. Piyasaya tutkundur onlar. Ama hekimlik mesleğinin haysiyetini, öz değerlerini koruyan bir grup hala Türk Tabipler Birliği’nde ilericiliğin bayrağını sağlayabilmektedir. Bir de daha zor bir konjonktürde yapıyorlar. Büyük bir neo liberal politikanın öğesi olan sağlık “reformu” öyle bir süreçle hayata geçiriliyor ki, başlangıç aşamalarında sıradan emekçi insanları rahatlatan unsurlar getirdi. Yani altından kalkılamayacak maliyet artışlarıyla emekçileri tüm sağlık kurumlarına ulaştırabilir öğeler taşıdı. Bunun faturası şimdi çıkıyor yeni çıkan yasayla ve yakın gelecekte çıkacak. Dolayısıyla muhalefet bir anlamda canı çok yanmamış kitle tabanına rağmen yapılıyor. Sıradan insana sorsanız, eskisine göre daha rahatız, daha rahat gidip geliyoruz diyebilecekler. Ama bunun neye mal olduğunu daha iyi anladı Tabipler Birliği ve çeşitli odalar, ve bu muhalefeti halka taşımaya çalıştılar. Bu şimdi yavaş yavaş algılanıyor. Onun için bu emek platformunun aslında başarısız ve parçalanarak sonuçlanan bu son mücadelesinin olumlu bir öğe içerdiğini vurgulamamız lazım. İkincisi de bunun daha ileride yeni mücadele biçimlerine de açılım sağlayacağını öngörmek yanlış sayılmaz.
Sol oldukça etkisiz Türkiye’de. Şimdi 68’in 40. yılı nedeniyle yaptığımız sempozyumda 68'in önemli isimleri, hepimiz ilericiydik, hepimiz bağımsızlıkçıydık, hepimiz anti-emperyalist ve sosyalisttik; taktikte farklılaşıyorduk” diyorlardı. Şimdi Türkiye’ye
Neo-Liberalizmin Krizi
77
baktığımızda sol diye tabir edilen kesimde bir ortak payda yok. Bu dağılmayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu cevap verilmesi çok zor bir şey. Sol sözcüğünü hala kendisinde taşıyan bir grubun neo liberalizmle bütünleştiği bir büyük yanılsama var Türkiye’de. Yani sol değerlerin pek azını savunarak, sadece demokrasi denen adeta bir ütopya peşinde koşmanın sosyalizmle bir ilgisi yok. Zaten peşinden koştukları demokrasinin de sosyalistlerin anladığı anlamda, savunmaları gerektiği anlamda bir demokrasi olmadığı da ortadadır. AKP’nin zaferlerini ve %47’lik ağırlığını yüceltmek ve kutsamak bu yanlış algılamanın bir ürünüdür bence. Birinci savrulma bu. İkinci savrulma anti-emperyalizm geçmişte olduğu gibi tabiatıyla solu birleştiren ortak öğelerden biriydi. Bu öğeyi bugüne taşırken emek ve sınıf öğesinden soyutlayıp bizi sadece batı düşmanlığı çizgisine götüren, yani Türkiye’yi bölmek ve parçalamak isteyen komplolarla mücadele platformuna götüren, sosyalizmin geleneksel sınıf konumlarından koparan savrulma da ikincisidir. Bu iki uç savrulmanın68’li dalganın anladığı anlamda sola girdiği mümkün müdür bilmiyorum. Yani bu savrulmaya kopup giden bu arkadaşların bir tarihte öz eleştiri yapmaları gerekir. 1 Mayıs deneyiminde olduğu gibi, veya AKP iktidarının özünde antidemokratik tavırlarının ortaya çıkıverdiği gibi bir eğitim deneyimi onların gözünü açacak mı bilmiyorum. Yani garip bir şekilde, en basit burjuva demokrasisi öğelerini ihlal eden, yürütmenin her şeye ve kesin hakimiyeti… Menderes programıdır o. Menderes 1950’lerin 2. yarısında ne kadar demokratsa, bunlar ondan daha az demokrat. Çünkü Menderes’in en azından tarikat ve cemaatlerle iç içeliği bunlar kadar değildi. Tarikatların hakim olduğu ortamda demokrasiden söz edilemez çünkü bireysel özgürlük yoktur. Solun örgütlenmesi bir tarikat örgütlenmesi değildir. Solun örgütleri, emekçilerin birey olarak sınıfsal konumlarından başlayan bir örgütlenmedir. Ve emekçi daima birey olarak özgürdür. Sendikasının içinde de özgürdür, partisinin içinde de, hareketin içinde de özgürdür. Ama tarikatta ve cemaatte böyle değildir. Onun içindir ki mesela; emperyalizmin en vahşi ve en azgın eylemlerinin gözlendiği bir yakın geçmişte, mesela Irak’ta, ve diyelim ki Felluce katliamı sırasında cami çıkışlarında Müslüman kardeşlerimizin emperyalizmi protesto ettiklerine şahit olmadık. Niye, çünkü demokrat değildir, demokrat bireyler yoktur ortada. Onlar cemaatlerin hiyerarşisi içinde disiplin altındadırlar. O yüzden bu demokrasiyle ilgili at gözlüklerinin, öte yandan da Türkiye’yi bölmek parçalamak komploların afişe edilmesiyle ilgili saplantıların içinde olan diğer at gözlüklerinin ortadan kalkması en azından solun bir araya gelmesinin ön koşulunu oluşturacaktır. Söyleşi: A. Ozan ALAN
DEMOKRASİYE TERSTEN BAKMAK Çağhan KIZIL Karl Popper, modern demokrasiyi tanımlamak için kelimeler ve sahte problemler üzerinde kavga etmek gerektiğini ve onun gerçek ve gerekli anlamı kullanıldığı zaman da adinin değişeceğini söylerken, içi boşaltılmış bir demokrasi anlayışının hüküm sürdüğüne işaret ediyordu. işte tam da bu noktadan, bu sahtelik içinde ne yapmalı sorusuna yanıt aramak çıkış yolunun başı olmalıysa, ne yapılacağına karar vermeden önce de ne yapılmaması gerektiğini anlama zorunluluğu kaçınılmaz görünüyor. Demokrasi sözcüğü, hem yanlışlarının hesabini veremeyenlerin kefaret ödediği hem de daha eşit bir gelecek için mücadele edenlerin referans verdiği bir terimse, bu „demokrasi bulamacı“nı devrimci bir demokrasiye evirmek asil hedef olarak karşımızda durmakta. Bu yazıda asil olarak içi boş bir demokrasinin temel dinamiklerine değinilecek Buna gerek olmadığı düşünülebilir, ancak „doğru söylem“in ardından gelen „bilinç“in getireceği demokratik bir toplum yapısı idealinin muğlaklığından, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye´de de karlı çıkanın her zaman sağ siyasetler olduğu düşünüldüğünde, solun farkını yaratabilecek argümanları geliştirmek için farklılığı betimleyebileceğimiz bir referansın olması gerekiyor. Bu noktada da demokrasinin tersten okunması, yani sağın demokrasi tanımı ve uygulayışı bu „karşıtlığı“ anlamaya yardımcı olabilir. Bu anlamda yazının genelinde sağ siyasete, onun demokrasi anlayışına ve toplumu yönlendirme dinamiklerine değinilecek Şüphesiz, tartışılması gereken ancak derin olması nedeniyle de ayrı ayrı ele alınması gereken iki konuya “laiklik ve demokrasi ilişkisi”, “Türkiye cumhuriyeti tarihinde sol ve demokrasi”, “soybilimsel iktidar ilişkileri” konularına girilmeyecek. Bu nedenle, bazı açıklamaların eksik kalması olasılığı akılda tutulmalıdır
80
Yeniden Devrim / 7
Toplumsal değişim dinamikleri ve “milli” demokrasi En temelde, çarpık bir demokrasi kavramının hüküm sürmesinin sebeplerinden biri, belki de Türkiye tarihinde toplumsal değişimlerin çoğunun yukarıdan aşağıya, tasarlanmış bir şekilde gerçekleşmiş ya da gerçekleştirilmek istenmiş olmasıdır Cumhuriyet tarihinde yasanan şehirleşme de, evrensel anlamda geleneksel bağların çözülmesine ve cemaat ilişkilerinin yerini bireysel ilişkilerin almasına yol açan bir süreç olmamıştır. Aksine, kırsal feodal ilişkiler şehirlere taşınmıştır, tahakküm ilişkileri kendini farklı mecralarda da olsa ayni şekilde hissettirmiştir, yabancılaşmanın turu değil ama mekanı ve hacmi değişmiştir Yasanan aslında gerçek bir şehirleşme değil, herkesin kendini şehirde hissetmesidir. Sağı, özellikle de merkez sağı anlamaya çalışırken, esasen merkez sağ söylemin, 1970´lerden itibaren bir muhalefet söylemi değil, artık resmi ideolojinin kendisi haline geldiğini de unutmamak gerekir. sağın kendini var ettiği toplumsal zemin ve ideolojinin ana temasını ironik de olsa "muhalefet ve demokrasi" sözcükleri doldurmuştu ve devletçi geleneğin özü aslında sağ siyasetlerde de değişmeden kalmıştı. Bu nedenledir ki Türkiye tarihinde ne zaman sivil toplumdan, hürriyetten, özgürlükten, eşitlikten, demokrasiden, çoğulculuktan bahsedilse, bu kavramların içindeki siki otoriter damar hep en önce vurgulanmıştır. ilginç olan, bunun solun bazı kesimleri için de bu şekilde olmasıdır Türkiye cumhuriyetinin kurulmasıyla beraber, aslında klasik bir sosyal demokrasini kurum ve düşünceleri de yukarıdan aşağıya yaratılmaya başlanıyordu. Bunlar içinde millet kavramı ulus-devlet açışından çok önem teşkil etmiştir. Ulus-devletin millet tanımı akılda tutularak, burada esas üzerinde durulmasa gereken, dönüşüm surecinde sağ siyasetin milleti nasıl tanımladığıdır. Sağ muhafazakarlık, milletin batili ve seküler tanımını değiştirmeye çalışmakla ise başlamıştır. Milletin içeriğini dine ve maneviyata endekslemiş, bunun üzerinden politikalar geliştirmiştir. Demokrasi kavramını da kendince yoruma tabi tutmuş, demokrasinin en yüksek aşamasını, halkın geleneklerinin ve maneviyatının korunması, bunları koruyanların iktidarda olması olarak belirlemiştir. Elbette maneviyattan kasıt egemen din zümresidir. Her bir inanç eşit şekilde savunulmamıştır. Hatta, eşitsizliklerin reelleştirilmesi ve akılcılaştırılması yoluna gidilmiş, bunun üzerinden toplumsal kontrol mekanizmaları geliştirilmiştir. Devletçi geleneğin Bonapartist yönetim anlayışında zaten önceden beri yer alan etnik ve siyasi paranoyalar, belli bir sosyal demokrasi anlayışı içinde bertaraf edilmeye çalışılmaktaydı. Ancak cumhuriyet tarihinin tümünde, sağ muhafazakarlık, demokrasi tanımının içine bu “bertaraf” edilen kesimlerin tepkilerini ve isteklerini de özsel değil ama sözsel olarak yansıtmayı başarması nedeniyle daha geniş bir ittifak alanı bulmuştur. Bu tanım, günü-
Demokrasiye Tersten Bakmak
81
müz AKP paradigmasını da açıklayıcı niteliktedir. AKP´nin belki de en öne çıkan yönü, bahsedilen “millet” tanımının içine din ögesini asırı derecede katmasıdır. Bir başka nokta da, merkez sağ siyasetin yükselme döneminin soğuk savaş yıllarına denk gelmesidir. Bu donemde anti-komünizm siyaseti, din-maneviyat muhafazakarlığını temel öge olarak barındırmasının yanında, komünizm karşıtı olduğu için kapitalizmle çok çabuk ve siki ilişkiler kurabilmiştir. Bu anlamda Türkiye´de merkez sağın “gerçekten iktidar” olabilmesi, soğuk savaş döneminin Marshall yardımlarıyla da siki sıkıya ilişkilidir. kültürel ve kimlik politikalarının ardına kattığı kitleleri sağ siyaset, kapitalist ekonomi temelli politikalar yasama getirmek için bir adaptör, bir araç olarak kullanmıştır. karşılıklı faydaları içinde kapitalizm ve muhafazakarlık, tüm dünyada olduğu gibi kaypak bir zeminde, ama dengeleri hep kendi lehine kurarak kendine yer edinmiştir. 1980 sonrası sağ siyasetler, demokrasi kelimesini islerine geldiği gibi kullanmışlardır. Demokrasinin içeriğini, biçimsel kapsayıcılık, oy çokluğu, ve istediğini yapabilme özgürlüğü olarak tanımlamışlardır. Burada, bu tanımın ne kadar eklektik ve iki yüzlü olduğundan bahsetmeye, bunu açıklamaya gerek bile yok. Ancak asil sorun, solun bu tanım karşısında kendi demokrasisini var edememesi olmuştur. Bunun en buyuk nedenlerinden biri, monolitik bir sosyalizm anlayışının, yasanan sosyalizm deneylerine damgasını vurmuş olmasıdır. Bu anlamda, otorite kavrama, hem sağ hem de sol için vazgeçilmez, hatta sorgulanamaz bir bilesen haline gelmiştir. Günün mücadele koşullarını mekanik olarak tanımlayan sol siyasetler, demokrasiyi kullanma ihtiyacı hissetmemişlerdi. Tam da bu dönemlerde, farklı eğilimleri birleştirdiğini iddia eden sağ söylemler, tarihin ve ideolojilerin sonunu ilan etmişler, toplumların geleceğini kapitalizmin seyrine endekslemişlerdir. Demokrasi ve sivillik vurgusunun öne çıkartıldığı bu sağ söylemler, Sovyetlerin çözülmesi ve neoliberalizmin yükselmesi ile beraber, daha geniş hareket alanı bulmuşlardı. Devrimci söylemlerin içeriklerinin tamamen değiştirilerek, sağ siyasetler tarafından soğurulması ve kendi çıkarları için kullanılması, sol için artık şüphe götürmez bir çıkmaz yaratmaktadır. Nitekim, adil düzen ve milli görüşün sosyal adalet vurgusuna karşı, herhangi bir kapitalizm eleştirisi yapmaması; AKP´nin parti kapatma kavramına karşı çıkarken kendisi dışındaki partilerin kapatılmasına ses çıkarmaması ya da türban eylemlerine destek olurken, 1 Mayislarda sıkıyönetim uygulamalarını yasama geçirmesi bu tip sahte bir demokrasi anlayışını örnekler. Bu tarz, toplumsal kırılma noktaları siyasetinde gevsek ve gerektiğinde ödün veren ancak toplumsal sorunların ortadan kalkmasındansa, çözümün halihazırdaki iktidarda olduğu yanılsamasını akıllara yerleştirmek için içten içe sorunların devam etmesini sağlayan bir düşük yoğunluklu demokrasi, toplumun
82
Yeniden Devrim / 7
değişim ihtiyacının fiili dinamiklerini kontrol altında tutan, toplumsal patlamalara izin vermeyen, gerektiği zaman gerekenin ağzına bal çalan bir fikri yapıya işaret eder ki neoliberal dünya düzeninin kontrol mekanizmalarının en önemlilerinden birisi budur.
Sağ sınıfsal taban ve demokrasi
Türkiye´de merkez sağ, evrensel tanımıyla yani liberal değerler ve orta sınıf tabanıyla tanımlanamaz. Daha çok, milliyetçi ve dindar çevrelerin liberal iktisat politikalarını koşulsuz uygulamaları ve bunların sonucunda geniş kitlelere vaat ettikleri umutlarla iktidar olabilmeleri merkez sağın klasik ritmini oluşturur. Sivil toplum kavramı da aslında sağ siyasetin elinde kendine hareket alanı yaratabileceği bir araç olagelmiştir. Örneğin bu çarpıklığın bir göstergesi olması açısından, Kemalist geleneğin modern kadın tanımına karşı türbanlı kadınlar “sivil” olurken, milliyetçi ve dinsel ögelerle bezeli bir “demokrasi”de sosyal demokrasiye oranla daha“sivil”olarak algılanabilmiştir. O zaman asıl mesele, devletçi gelenek – liberal ekonomi, modernite – muhafazakarlık, otantik temsil – sosyal demokrasi kavramlarında kendini bulan çelişkilerden çok, en temelde otoritenin varlığını ön koşul alan (ister sağ ister sol olsun) yönelimlerle, aşağıdan yukarıya karar alma ve yönetim mekanizmalarına inanan devrimci bir model arasında olmalıdır. Tartışmaların bu minvalde yürütülmesi, solu genişletmesi ve onu tekrar bir alternatif olarak ortaya koyması açısından gereklidir. Sağ demokrasi anlayışında toplumsal değişimlere tarihin doğal seyri içinde rastlanması kavramı çok önemli bir yer tutar. Onlara göre eğer bir olay sessiz sedasız, zaman içinde hakim sınıfların ittifakına yol açıyor ve tepkiyle karşılanmıyorsa doğaldır. Bunun dışında, alt sınıfların sarsıntıları önemli değildir. Aslında, sol söylemlerin doğal olmadığının iddia edilmesi de bu teze dayanır. Muhafazakar demokrasinin tarihi meşrulaştırırken yaptığı, kendi istediklerini gerçekleştirirken, toplumlara sanki bu değişimleri onlar istiyormuş duygusunu verebilmesi, ve kendi isteklerini geniş kitlelere onaylatabilmesidir. Ancak aslında toplumların evrimi doğal değildir, yani doğal bir evrim süreci geçirmezler. Toplumların tarihi her zaman egemen sınıfların baskı alanıdır. Manipülasyon bu anlamda önemli bir yönetim özelliğidir. Bu anlamda sağ siyasetin demokrasi anlayışı da, zamanla evrensel değerinden kopartılıp, türdeş çoğunluğun ezici üstünlüğü kavramına indirgenmiştir, yani muğlak bir “milli irade”ye sığınıp, yapılan tüm şeylerin bunun gerçekleşmesi için yapıldığı yanılsamasının halka onaylatılmasına. Milliyetçilik, muhafazakarlık, dindarlık; bunların sınırları muğlaktır, belirsizdir ve geçişlilik halindedir. Ortaklaşma, otorite temel kavramı etrafındadır. Otoritenin korunması, devlete itaat, toplumsal hiyerarşinin değişmezliğine inanmak vb. en basta gelen ortaklaşmalarıdır. Ancak solun kendini
Demokrasiye Tersten Bakmak
83
hissettiremediği zamanlarda sağ, sınıfsal çelişkilerini, bürokratik mevkiler üzerinden savunma yoluna gitme eğilimi gösteriyor. Bu anlamda toplumu ve tarihi devlet ile barıştırmak da sağın ana karakteri olarak karşımıza çıkıyor. sağ siyasetler, ulus tanımını yeniden yaparak devlete itaati yeniden sağlamışlar ve bunu da devlete itaat ve otorite, genelde manevi ve geleneksel değerlere atıf yaparak başarmışlardır. Türkiye´de merkez siyaset en başından beri merkez sağda yoğunlaşmıştır. Kitleleri yanına çekmedeki basarisini da, geleneksel-feodal motiflerle süslenmiş bir siyasetin, toplumun gerçek temsilcisi olması kurgusuna dayandırmıştır. Yani demokrasiyi bu anlamda, milli temsil ile tanımlamıştır. Cumhuriyet projesinin batılılaşma projesine karşı bir muhafazakar proje.
Kültürel hegemonya
Sanayi toplumuna geçisin dayattığı değişim ancak geleneksel kültürel değerlerle beraber sunulursa kabul görebilirdi. Geleneksel sağ siyasal şöylem, modernleşme surecini geleneksel sembol ve terimlerle kodlamıştır. Bu formül, 1950´lerden beri, liberal ekonomi politikalarıyla, geleneksel sembol ve terimlerin birleşmesi anlamına gelmiştir. Toplumun geniş kesimlerinin desteğini almak için, dış yardim, borçlanma ile açılan zenginlik ve modernleşme kapısına dayanmak da çoğu zaman birinci yol olarak ortaya çıkmıştır. Bu Demokrat Parti´den AKP´ye her an tekerrür eden bir görüngüdür. Aslında merkez sağın en temel argümanı, yabancılaşmış bir elitin egemenliğine ve onların modernleşme teorilerine karşı demokrasiyi toplumun gerçek temsilcilerine indirgeme ve toplumun geleneksel sembollerine endeksleme olarak tanımlamaları seklinde biçimlenmiştir Cumhuriyet tarihinin modernleşme projesi aşağıdan yukarıya gerçekleşemeyeceği için, yukardan aşağıya bir düzenlemeye ihtiyaç duyulmuştu sağın asil varoluş alanı da bu gerçeği popülist bir demokrasi tanımını çıkış noktası yaparak bu duruma cephe almakla yaratılmıştı Seküler çerçevede benimsenmeyen bir ulus devlet ve modern yurttaşlık, sağ milliyetçilik üzerinden tariflenmeye başlanmış, ve sağ siyasetin genel hattını bu duruş çizmiştir. Sağın tarihsel gelişimine bakmak da, onun işleyiş mekanizmasını ve demokrasisini anlamak açısından yararlı olabilir. Menderes´in Demokrat Parti kadrosu, cumhuriyete karşı oluşan tepkinin siyasal temsilini, yine bu kurumlar ve devlet düzeni içinde değiştirme ve dönüştürme amacı olarak tanımlanabilir. DP aslında CHP´nin içinde çıkan elitler tarafından kurulmuş olsa da, zamanla sağ milliyetçilik ve dindar muhafazakarlığın temsilcikleri de bu parti içinde yer almıştır. Daha sonraları bilindiği üzere bu kadrolar, Adalet Partisi içinde örgütlenmiş ve komünizmle mücadele zeminini kendi varlık ve büyüme zemini olarak tanımlamışlardır “Eğer tanrı varsa onu
84
Yeniden Devrim / 7
yok etmelidir formülüne karşı eğer tanrı yoksa onu var etmelidir formülü” de zaten bu donemde gelişmiştir (Başgil, 1954). İmaj meselesine gelince, bu konuda güzel bir yorum su şekildedir: 27 Mayıs´tan sonra DP´nin lider kadrosunun “elitlerinin” yerine artık AP´nin „halkın içinde gelmiş“ bir mühendisi duruyordu. Demirel´in koylu kimliğinin ötesinde, kalkınmacı ekonomik politikalar ve şöylemi, yoksul kitlelerin şehir hayatına karışma hevesinin bir tezahürü haline geldi. Cumhuriyetin seküler ulusal kimliğine uzak durulan yerde ulusal kimliği dinsel ve tarihsel motiflerle tamamlayan sağ milliyetçilik ve dinsel kimliği daha öne çıkaran dindar muhafazakarlık damarları gelişti (Mert, 2007). Sağ siyasal söylemlerin ana teması, askeri-bürokratik devlete hakim sınıfın tahakkümünün, milletin gerçek temsilcilerinin onunu kapatmasıdır. Ancak sağ siyasetlerin darbe dönemlerinden sonra serpilip genişlemesi ve bu dönemlerdeki aşırı pragmatik tavırlar, ilginç bir ironi oluşturmasının yanında, aslında sağ siyasetlerin müdahalelerle hiçbir sorununun olmadığını da kanatlar. Bu AKP için de böyledir. AKP´yi besleyen süreçte darbe söylentileri ve bu yönde gelişme toplumsal hegemonyanın etkisi de çok buyuktur. Tıpkı Özal´in ANAP´inin, varlığını borçlu olduğu 12 Eylül rejiminin yasaklarının kaldırılmaması için elinden geleni yapmasa gibi, AKP hükumeti de, yeri geldiğinde devletçi-bürokratik gelenek karşısında mazlumu oynarken, yeri geldiğinde de bu devlet yapışından sonuna kadar faydalanmaya ve onun yönetim erkini kendi üzerine alması sonucunda bu erki daha da sağlamlaştırmak için her yolu mubah sayması ile manidardır. Sağ, 1960´varda CHP´ye ve moderniteye karşıtlık üzerinden biçimlenen ve siyasi otoriteye ve elitlere karşı halkın sesi olarak tanımlanan bir siyasi çizgidedir. 1970´lerde liberalizmin ilk aşamaları ve köşeyi dönme politikaları üzerinden şekillenen ulusal milli değerler siyaseti ve anti komünizm ağır basmaktadır. 1980´lerde liberal ekonominin refah getireceği tezi ve bölücülük ve anarşiye karşı ulusal manevi değerler tezleri, 1990´larda ise 12 Eylül´un din ve muhafazakarlık getirisinin ışığında filizlenen ve bunun yarattığı milli görüş tezlerinin uyuşturuculuğundaki toplumsal hegemonya sağın ana karakterini oluşturmuştur. Bu anlamda, 2000´lerin Türkiye'sine baktığımızda, AKP merkez sağ geleneğininin devamına deyim yerindeyse tam oturuyor. Yerli burjuvazinin çoğunluğunun zenginleşmesi ve yönetimi ellerine alabilecek donanıma sahip olmalar sonucunda artık küçük burjuvatik, sınıflar arası denge yönetimi siyasetine gerek kalmamasından dolayı çevrenin merkeze yürümesi ve halkın gerçek temsilcilerinin iktidar paylaşması olarak takdim edilen bir uyuşturulma süreci yaşanıyor. Elbette siyasal iktidar üzerinden parmağını yalayanların zenginleşmesi, çarpık bir toplumsal sosyoloji içinde o yasama öykünenlerin kendilerini de bu yaşamın bir parçası olarak görmesi ve yaşananları onaylamasa sonucunu doğuruyor.
Demokrasiye Tersten Bakmak
85
Aslında yaşadıklarımızın anlamı sudur: ANAP´in liberalizmiyle herkes zengin olacaktı ama olmadı. Bu inandırıcılık yokluğu, Refah Partisi tabanı ve islami milli görüşle dolduruldu. 'Radikal' islamcıların temizlenmesinden sonra da liberal bujuvatik bir anlamda manevi bir din harmanlanmasıyla ekonomik temelli bir siyaset görüngüsü ortaya çıktı: AKP. AKP aslında DP´nin ideolojisinin modernitesidir ve bu yanılsamanın oy çokluğunu sağlama projesidir. Sola karşı düşman tutum, AKP ile daha da ilerlemiştir elbette. Bunu anlamak için 1 Mayıs´a, grev ertelemelerine, polis yasasına, temel hak ve özgürlüklerin kısıtlamalarına bakmak yeterlidir. Ayrıca, modernleşme karşıtlığı, tamamen egemenlerin islerine geldiği şekilde siyasete entegre ediliyor. Turban için ava avaz bağıranlar, toplumun manevi değerleriyle pek de ilgilenmiyorlar. Yani muhafazakarların muhafaza ettiği şey, kendi iktidarları ve onu korumak için yarattıkları suni toplumsal çelişkilerden başka bir şey değil. Ana hattı ekonomiden çıkarıp kültür ve kimlikler üzerine kaydırmak, apolitikleşmenin ana temasını oluşturuyor.
İktidarın Meşrulaştırılması
Sağ merkez siyasetler, her zaman iktidarı meşrulaştıracak politikalar izlerler ve toplumu biçimlendirme dilleri hep bu yöndedir. sağ politikalar kitleleri imgeler ve hayaller yoluyla harekete geçirirler. Bunu, halkın kendini nasıl görmek istediğinin analizi ve siyaseti buna göre oluşturma popülizmi olarak tanımlayabiliriz. sağ siyasetin ana itkisi, birinci sınıf vatandaş olma mücadelesi ve hırsını harekete geçiren bir popülizmden beşlenmiştir. Ayrıca, her tur mücadelenin toplumsal kültür alanında yürütülmesi de, bir işarettir. Sol bu kültür kimlik siyasetini kırmalıdır. Amaç, altyapının genişleyen ama çok da değişmeyen yapışına yoğunlaşmaktır. insanları, toplumsal bilinçleri ve yaşamları üzerinden hayal kurmaya zorlamaktır, giyim kuşamları, ya da entellektualite üzerinden değil. Merkez sağın demokrasi tanımının evrimini de su şekilde özetlersek yanlış yapmış olmayız: DP döneminde demokrasi, batılılaşarak yabancılaşma yerine halkın kendi değerlerine sahip çıkması olarak tanımlanır ve tek parti rejimine tepki ana karakterdir. AP´de ise demokrasi, milletin kendi iradesine sahip olması ve CHP elitine karşı mücadele, 27 Mayıs´a karşı mücadele, komünizme karşı mücadeledir. ANAP´a göre demokrasi serbest pazar ekonomisidir, herkesin zengin olmasıdır. Milli görüş partilerine göre ise demokrasi herkesin din özgürlüğüne sahip olması, Kemalizm ve cumhuriyet karşıtlığıdır, sol düşmanlığıdır. AKP´ye göre ise demokrasi mutlak bir çoğunluk hesabidir, orduya karşı mücadeledir, siyasal islamın neoliberal politikalarının toplumsal ilişkileridir, ekonomik belirleyiciliktir. Merkez sağın asil istediği, toplumsal ve bürokratik hiyerarşide yukarıya
86
Yeniden Devrim / 7
tırmanmaya çalışanların önündeki mevcut statükoyu engel olarak görenlerin sözcülüğünü yapmaktır (Mert, 2007). Bu aşamada ANAP´tan baslayarak merkez sağın millete dayalı vurgusu, yerini sivil toplum temalı noeliberalizme bıraktı. Demokrasi ve sivil toplum kavramları da cemaat ilişkileri içinde yoğuruldu ve bu aşamada tanımlandı. Elbette milliyetçiliğin çekim alanı, belli toplumsal olaylarda parsa toplamak için liberal ekonominin çıkarına kullanıldı. Sağ siyasetlerin bir diğer önemli karakteri de gerçek bir liberal ekonomi politikasını yasama getirmekten uzak oldukları için merkez sağı genelde koyu milliyetçilik ve dindar muhafazakarlıkla tanımlamalarıdır. Fakat bu koşullarda mucizevi çıkış yolu, komünizmle mücadele idi. Bu, tüm kanatları sağ yelpaze altında birleştirmiştir. Liberal politikaların asil yasama geçmeye başlaması Özal´a dayandığından, tüm merkez sağ söylemler kendi varlıklarını Özal´a ve 12 Eylül´den sonra iktidara geldikten 18 gün sonra Kenan Evren´e şükran plaketi veren ANAP´a dayandırmaya çalışırlar. Cumhuriyetin milliyetçilik tanımı, din referanslarını yerini alacak seküler bir millet kavramının ana temasını oluşturuyordu. Bir ulus, Türk ulusu, gelenekselin dışında modern yurttaşların batili yaşamları olarak tasarlanıyordu. sağ milliyetçilikse, kemalist milliyetçiliğin dışarıda bıraktığı cemaat ağları, dini semboller, Osmanlı geçmişi gibi manevi değerleri kapsayan ve bu anlamda muhafazakarlıkla ilişki kuran bir milliyetçilik tanımıydı. ulusçuluğun toplumla kuramadığı gönüldaşlığı, sağ milliyetçilik bu geleneksel feodal değerler üzerinden kurmayı basarmış görünüyor. Her ne kadar zaman zaman sağın demokrasi tanımının içerisinde de kendini belli eden milliyetçilik tanımı ekonomi ve refah istemi çerçevesinde belirlense de, noeliberalizme ve refaha atıf yapan sağ ile milliyetçi lige atıf yapan sağın ayrışması zaman zaman yaşanıyor. Ancak bu doneme göre ve solun varlığına göre yakınsayıp ıraksayabiliyor.
Milliyetçilik, muhafazakarlık, din ve demokrasi
Aslında milliyetçi ligi, taşranın bir kimlik arayışı olarak görenler de az değildir. Geleneksel bağlarından kopamayan ve iktidar çevrelerinin dışında kalan gençler için geçmişin görkemine özlem üzerinden şekillenen bir bağlılık ve kendini tarif etme duygusu, milliyetçiliğin sağcılar bazında sol karşısında bir varoluş anlamı kazanmasına da yardımcı olmuştur. Kapitalizmin yarattığı yıkımın sonucu olan yoksulluk, açlık, eğitimsizliğe maruz kalanların kendilerine çıkış yolu olarak onları bu hale getiren sistemin devamını sağlayan ideolojik aygıtlardan olan milliyetçi ligi ve sanki bir geçmiş avuntusunun yarattığı aidiyeti seçmeleri, Türk İslam sentezini aramaları da solun siyasi propagandası için üzerinde kafa yorulması gereken bir paradokstur. Siyasal islam, muhafazakarlığın yelpazesi altında değerlendirilirse eğer, o zaman onun bir karşı devrim değil, farklı tarz otoriterlik içeren bir küreselleşme ideolojisi olduğu anlaşılır. Merkez sağ ile siyasal islam kend-
Demokrasiye Tersten Bakmak
87
ilerini her zaman farklı tanımlama uğraşındadırlar. Cumhuriyet tarihinin ilk çatırtısı, resmi ideolojinin CHP´si ile "milletin temsilcisi" DP´nin ayrımında beliriyor. Cumhuriyet devrimi sadece siyasal bir değişim değil ayni zamanda koklu bir kültür devrimini de öngörüyordu. Bu kültürel değişime soğuk bakanlar sanıldığı gibi Osmanlı'nın Tanzimat'tan itibaren baslayan değişim surecine zaten ayak uydurmuş Osmanlı üst sınıfları değil, aksine, orta sınıflar dışında kalan toplumun geniş kesimleriydi. Bu okumanın temelini de batılılaşmanın, kendi milli manevi değerlerini kaybettireceği korkusuydu. Cumhuriyet idaresi, topluma yabancılaşmış ve toplumun dini-manevi değerler bütününü değiştirmeye çalışan bir elitler idaresi olarak görüldü ya da gösterildi. Burada belirtmek gerekir ki, tarihsel olarak sınıfların keskin çizgilerini yaratanın burjuvatik devrimler olmasına rağmen, cumhuriyet devrimi toplumu imtiyazsız, sınıfsız ve kaynaşmış bir zümre olarak tarif ediyordu. Asil sorun aslında bu zümrenin kim ve nasıl olacağıydı. Cumhuriyetçi gelenek bu kitleyi tanımlamıştı ama onu dönüştürme hedefinin kitle tabanını yaratamadı. Bu anlamda merkez sağ siyasetin kısa tarihinde yatan, kitlelerin inanç ve menaviyatının siyasal temsili, liberal ekonomik politikalar, ve bu politikaların uygulayıcılarının değişen koşullara pragmatik uyumu olarak tanımlanabilir. Ayrıca, 12 Eylül´ün getirdiği cemaat ilişkilerinin, tarikatların ve aşiretlerin toplumun kontrolünde kullanılması siyaseti de, toplumsal ilişkileri noeliberalizme eklemlemek anlamında tam yerine oturuyordu. Milliyetçilik ve dini muhafazakarlık, bati karşısındaki eşitsizlik temelinde şekillenen bir “milli liberal ekonomi” fikriyle ANAP´da liberal ekonomiyle birleşmiştir Kitlelerin devlete ve hükumete sadakatini perçinleyecek sosyolojik söylemler eksik olmama istir. Türk-islam sentezi fikri iste bu aşamada devreye girmiştir. Ulus devletlerdeki ulusun tanımlanması kavramı, cumhuriyetin batili ulus kavramına karşı sağ milliyetçiliğin “Türk-islam sentezi ulusunun konması” – yani, ulusun yeniden tanımlanması olarak algılanmıştı. Ve, çelişki sadece bu noktadadır. Kemalist gelenekle sağ muhafazakarlar arasında sosyal demokrasinin devletçi ekonomi politikaları haricinde ekonomik politikalar yönünden temelden bir ayrışma yoktur. devletçi politikalar da günümüzde sadece simgesel bir anlam ifade etmektedir. neoliberalizmin tahrifatına karşı koklu bir sistem eleştirişinin her iki kamptan da gelmemesi, bu örtüşmenin de bir göstergesidir. Dindarlar ve merkez sağ genelde esasi korumaya yakındırlar, ancak muhafazakarlar genelde üslubu korurlar. Aslında muhafazakarlar için sorun iddia ettikleri gibi değişimin kendisi değildir, onlar için asil sorun hakim sınıfların iktidarının itibar kaybetmesi ve toplumsal değişimlerdir. Onun dışında geniş kitleler üzerinde kapitalizmin yarattığı sarsıntılar ve yıkımlar için herhangi bir sikinti hissetmezler. Demokrasinin tersten okunması, iste
88
Yeniden Devrim / 7
bu anlamda mevcut düzenin korunması, liberal ekonomik politikaların meşrulaştırılması, geleneksel değerlerin sömürüşü ve ikiyüzlü bir toplumculuk olarak da okunabilir. Siyasetin evrimi ve merkez kavramını içeriği açısından örneğin 12 Eylül sureci, siyasetin dışında kalan Türk-İslam sentezi düşüncesini merkeze oturtmuştur. Ancak „düşmanın“ yokluğu karşısında merkez sağ, 1990´larda düşüşe geçmiştir, bu donemde merkeze ikame edilen dindar muhafazakarlık açığa çıkma olanağı bulmuş ve siyasal islamın yükselişini anons etmiştir. Merkez sağ, dinin devletin kontrolünden çıkmasına taraftardır. Ancak, devletin kutsal olduğu ve dinin de devletin bekaasinin korunması gerektiği için toplumsal hayatta bulunması şartını da düşünür. Fakat milliyetçilik ve muhafazakarlık, dinsel devletten önce gelir. Bu durum AKP ile biraz değişmiştir. Muhafazakarlığın ve sağın dini kullanarak demokrasi söylemleri geliştirmesine bakacak olursak su saptamayı yapabiliriz: aslında, muhafazakarlar dini ısrar konusu yapmamaktadırlar, sadece onu toplumu birleştirici ve tanımlayıcı özelliği olarak görürler. Bu anlamda kontrol sistemleri yaratılırken dinin rolü buyuktur. Muhafazakarların karşı olduğu değişimler, değişimin kendisi değildir, bu değişimlerin toplum dengesinde, iktidar odaklarında, ekonomik çıkarlarda ve maneviyatta yaratacağı koklu değişimlerdir. Aslında sağı ve özelde bugün için AKP´yi bu noktadan ele alırsak, zahiri bir demokrasi kavramının altında yatan değişimim ana yönelimini de anlaşılır kılarız. neoliberalizmin değişim dinamiklerine cepheden karşı çıkmayan, ama neoliberalizmin yarattığı yıkıma da bu şekilde karşı çıkamayan bir yenelim. Bu anlamda AKP´nin yükselişinin temeli, ulus devlet sisteminin çarpık gelişiminin sonucu olan toplumsal krizleri ve yabancılaşma dinamiklerini, bu dinamiklere karşı gelişen tepkiyi milli kimlik, maneviyat ve liberal-muhafazakar bir ilerlemecilik tanımı üzerinden kendine koşulsuz sadakate dönüştürmeyi basarmış olmasında yatar. Sağ muhafazakar siyaset aslında dini değil, öncelikle mevcut statükoyu önemser. Bu nedenledir ki iste muhafazakarlık, dini mevcut düzene tehdit olarak gördüğü zamanlarda, düşman ilan etmiştir. Bu anlamda, muhafazakarlık, milletin ve siyasetin geleceği en önemli şeydir ve gerekirse demokrasi de bazı zamanlarda rafa kaldırılabilir, bunda çekinilecek bir şey yoktur. AKP´nin kendine demokrat ahvali buna iyi bir örnektir. Devletçiliğe karşı özel teşebbüs ve herkese zengin olma hayali sunulması da iste merkez sağın alameti farikasıdır. Ancak sağ siyaset, o çok karşı çıktığı devlet geleneğini, onu araçlarını ve işleyişini, iktidar kendinde olduğu surece onaylamakta beis görmez. Bu ikiyüzlülüğün göstergesidir. Sağ demokrasi kavramının altında yatan en temelde milletin gerçek temsilcilerinin muhafazakar iktidarı söylemidir. DP, devletin partisine karşı milletin
Demokrasiye Tersten Bakmak
89
partisi söylemiyle şekillenir. Ancak ne demokrasi kavramı, ne de ekonomik liberalizm, kitleleri harekete geçiremezdi, bu nedenle CHP seçkinciliğine ve laik modernizm karşıtlığı önemli rol oynadı. 60´larda ise, Demirel, milletin çocuğu olma söylemini ete kemiğe büründürmüştü. Bu aşamada bireyin devlete koşulsuz sadakati söylemi de, sonraki yıllarda milliyetçiliğin sağın vazgeçilmez „vurucu“ gücü olacağını haber veriyordu. Buna göre, millet yönetmelidir, millet milleti seçmelidir, milleti sevmek milliyetçiliktir, o halde milliyetçilik demokratlıktır seklindeki bir Aristo esintisi, sağ demokrasinin ana eksenini oluşturuyordu. Elbette 27 Mayıs´i demokrasi için kullanmak da sağa nasip olmuştur.
Sağdaki boşluğu dolduran bir proje: AKP
Türkiye´de liberal imaj oldukça görüntüseldir ve kültürel kriterlere dayanır. Liberallik çizgisi özellikle merkez sağ partiler için siyasal anlamda otoriterlik karşıtlığı olarak değil, kültürel anlamda milliyetçiliğin ve muhafazakarlığın sadece biraz uzağında baslar (Mert, 2007). AKP de bu noktada değerlendirilmek zorundadır. Merkez sağ en bastan beri CHP ve modernleşme teorilerini bir engel olarak görmüştür. Bunun yanında, demokrasi de milletin gerçek temsilcilerinin iktidarı ele geçirmesi olarak algılanmıştır. Bürokrasi ve ordu gibi kurumlara karşı gelişen tepkinin örgütlenmesi ise yine en basarili şekilde sağ tarafından gerçekleştirilmiştir. AKP de bunun çok açık bir örneğidir. Muhafazakarlığın en önemli yeteneklerinden biri, eski kurumları allayıp pullayıp yeniden sahneye koymaksa, AKP´nin yaptığı da bundan farklı değildir. İnsanlar düşünce ve inanç dünyalarını değiştirmeyi, sembol ve görüngülerini değiştirmekten daha kolay bulurlar ve genelde ilki gerçekleşir. Turbana takılan zihniyet, kapitalizmin eşitsiz gelişim dinamiğine ve sömürüsüne ses çıkarmıyor ya da onunla barışıyor. Eklektisizmi siyasal dil olarak kuran bir toplum yapısında sosyalizmin etik bağlılık ilkesi, köşeyi dönme üzerine kurulmuş bir yapıda, sol adına toplumsallığın çözülmesi zorunlu bir paradoksunu oluşturuyor. AKP su anda, DP´den beri tüm merkez sağcıların tezlerine benzer şekilde, iktidarın asil kaynağını seçkinci anlayışa karşı kurmak istiyor. Bu konuda halkın refahını sağlamak temel söylemken, yapılan politikalar bu yönde değil. devletçiliğe karşı liberal tezler ortaya konurken, kültürel yabancılaşma teması da mucizevi bir rol üstleniyor. AKP, ANAP´tan itibaren 1980 sonraki Türkiye´de iyiden iyiye hissedilmeye baslanan neoliberal ekonomik sisteme entegrasyonu, demokrasinin ve ezikliğin üstesinden gelmenin ana koşulu yapan siyasi yönelimi göz ardı edemezdi elbette. Bu anlamda, AB siyasetinde batıdan yana bir politika izledi. Bu, onun ekonomik çıkarlarına da uyuyordu. Ancak, klasik kimliklerinden (bati karşıtlığından) de kopmamak için
90
Yeniden Devrim / 7
arada sırada iman tazeliyorlar (batinin ahlaksızlıkları vs.). AKP´nin muzdarip olduğu şey ise, merkez sağın - siyasal islamin yükselmesiyle beraber - dinin Türk kimliğinin vazgeçilmez bir zenginliği ve toplum düzenini sağlamada mükemmel bir araç olduğu fikrinin, yerini statükoyu tehdit eden bir radikal islami görüşün yok edilmesi gerektiği görüşüne bırakmış olmasıdır. AKP, bu meşruiyet krizini de AB politikalarına sarılmak, ve bir demokrasi yanılsaması yaratmakla asmaya çalışıyor. Bir başka nokta da, muhafazakar tepkinin kaynağının iyi anlaşılması gereği. Bu tepkiyi yaratan, sağ söylemlerin uzun zamandır vurguladığı özünden yabancılaşma, manevi değerlerin yozlaşması, batılılaşma olgularının yanında, aslında toplumsal dışlanmışlık hissine karşı gelişen tepkinin örgütlenmesi olarak da algılanmalıdır. Bu tamamen bir paradoks gibi görünüyor, çünkü bu tepkinin örgütlemesi isini yapması gereken soldur. Aslında belki de anlaşılması gereken en önemli nokta, zamanın bize gösterdiğinin, kültürel ve bilinçsel tepkiyi örgütleyen ve bunu ekonomik politikaları dönüştürmek için kullananın her zaman sağ muhafazakarlar olduğudur. Bunu yaparlarken de demokrasi kavramını kullanmalarıdır. Bu anlamda belki de demokrasi, insan doğasının açmazını temsil etmektedir. Ne de olsa, Mill´in dediği gibi, bir şeyin varlığını değerli yapan şey, insanların davranışları üzerine sınırlamalar getirmesidir.
Sonuç Yerine
Esasen, demokrasinin tanımını yapmak, mutluluğun resmini çizmek gibi bir şey. Tarih boyunca ve günümüzde de hala muğlaklığını koruyan bir kavram olarak demokrasiden söz etmek yerine, demokrasiyi yasamak ve kitlelerle bu yolla gönüldaşlık kurmak belki de var olmak için en somut yaklaşım. Emekçilerin, ezilenlerin, sömürülenlerin, dışlananların kendilerine yarattıkları aidiyetleri iyi tanımlamak, iyi incelemek gerekiyor. Sistemin çarkları arasında ezilmeye mahkum milyonlarca insanin kendilerini soldan değil de neden sağdan yana gördükleri, evrensel demokrasinin gelecek hayalleri anlamında bireyler için inandırıcılığını neden kaybettiği, solun demokrasiyi neden içselleştiremediği gibi soruların yanıtları bir an önce en azından kendi düşüncemizde berraklaşmalıdır. Yukarıda anlatıldığı üzere, aslında solun evrensel değerleriyle örtüşen yine solun toplumsal açılımlarının en şematik söylemlerini kendi çıkarı ve tepkilere karşı bir sübap olarak kullanan bir sağ/muhafazakar siyasetin mesruiyetini sağlamak adına soldan çaldıklarını, sol, bu yanılsamayı yıkacak bir biçimde tekrar devrimcileştirmek zorundadır. Elbette bir sistemin değiştirilmesinin paradigması bütünlüklü bir devrimse, yaşadığımız dünyanın analizi de bu noktada önem taşıyor. Ve devrimcileştirmek için söz değil, is gerekiyor. Demokrasiyi yeniden tanımlamak ve yeniden yasamaya baslamak; anla-
Demokrasiye Tersten Bakmak
91
mayanlara inat yeniden devrimci olmak, yeniden devrime inanmak, yalnız alanları değil kalpleri de fethetmek için kendi güçlü kollarımıza ve alet çantamızdaki özgün deneyimlere hem güvenmek hem de onları eleştirmek zorundayız. Bunları yaparken de, suyun karşı tarafına bakmanın, ne yap(ma) mali sorusuna yanıt aramanın, solun, demokrasi ölçeğinde kendi yerini bulması açısından yararlı olacaktır. Bu yazı da bu tartışmalara katkı sunması amacıyla yazılmıştır. Foucault´ya göre gerçeklik, tahakkümcü bir iktidarın dışında yer alan ve ona karşı mücadele eden şeylerdir. Sol, demokrasiyi bu iktidar tahakkümünden kurtarmalı, onu gerçekliğine kavuşturmalıdır. Bunu yapmak elbette yorucu bir zihin ve emek çalışması gerektiriyor. Ancak, siyasette çoğunluk kuralının haklılaştırılması onun ahlaki açıdan doğru olduğunu göstermezse, azınlıkta kalmak da değiştirici potansiyelin sınırlanması anlamına gelmemeli. Yaşamı yeniden yaratma amacıyla yola çıkanlar, şüphesiz ki ilk önce kendilerini devrimci olmanın bir gereği olarak yeniden ve yeniden yaratma isteğini ve arzusunu ta içlerinde hissetmelidirler. Çünkü asil sorun iktidarı ele geçirmek değil, iktidarın içinde filizlendiği toplumsal sistemi bas aşağı çevirmektir. Bu aşamada da, doğru cevaplar doğru sorularla bulunabilirse, Brecht´in dediği gibi, elbette sorulardır sana bütün verebildiğim...
SOLDA LİBERAL SAVRULMARIN İDEOLOJİK KÖKENLERİNE BİR BAKIŞ Ertuğrul AKGÜN Bugün Türkiye’de AKP’nin kapatılması, yeni anayasa, türban gibi meseleler üzerinden yürüyen tüm aktüel-politik tartışmaların arka planında, sermayenin yeni ihtiyaçlarına binaen felsefi düzeyde ortaya çıkan modernizm ve post-modernizm çatışması yer almaktadır. Felsefi düzeyde modernizm ve post modernizm karşıtlığı biçiminde vuku bulan bu çatışma, skolastik bir tartışmanın değil; bilakis sermaye sınıfının yeni ihtiyaçları tarafından manipüle edilen maddi temelli bir çatışmanın ürünüdür. İktisadi altyapıdaki ve buna bağlı olarak da siyasi, hukuki, ideolojik üstyapıdaki değişim modernizm-post modernizm tartışmasını dayatmaktadır. İşte bugün Türkiye siyasetinde kırk katır mı kırk satır mı ikilemiyle şekillenen tüm suni siyasi saflaşmaların ve bu saflaşmalar karşısındaki konumlanışların temeli modernizm-post modernizm karşıtlığı biçiminde zuhur eden tartışmadan beslenmektedir. Sonda söylenmesi gerekeni baştan söylemek gerekirse; solun bu saflaşmalarda doğru pozisyon almasının yolu, modernizm-post modernizm dayatmasına kendi diyalektik ve tarihsel metodolojisi doğrultusunda devrimci bir epistemolojik yanıt üretmesinden geçer. Bu türden bir yanıt üretme faaliyeti, soyut felsefi bir uğraş değil; ertelenemez bir siyasi vazifedir. Aşağıda bu tartışmanın daha doğrusu çatışmanın felsefi-kuramsal temellerine daha yakından bakılacaktır. Solun ideolojik ve teorik bir keşmekeş içinde bulunduğu tespiti tabiri caizse malumun ilamından öte bir anlam ifade etmez.Ama yine de malumu ilam etme pahasına da olsa solun temel sorununun bu ideolojik ve teorik keşmekeşin aşılmasında yattığını bir kere daha tekrarlamakta fayda var.Solun ideolojik ve teorik düzeyde yaşadığı kafa karışıklığı;hem ülkede yaşanan aktüel-politik gelişmeleri doğru analiz etmesini, hem de bu gelişmeler
94
Yeniden Devrim / 7
karşısında etkili ve net bir siyasi tavır geliştirmesini engellemektedir.Yıllar önce tartışma süreci sonunda, ideolojik-teorik sorunun ön anahtar sorun olduğu istikametinde yapılan saptama,bu zaviyeden bakıldığında hala geçerliliğini muhafaza etmektedir.(1) Bu yazıda murad edilen ideolojik ve teorik keşmekeşe somut çözüm getirmek değil; ideolojik ve teorik keşmekeşin nedenlerini ve liberal, sol liberal, ulusalcı akımların hangi kaynaklardan beslendiklerini betimleyici bir tarzda ifşa etmektir. Yani meramım solun kafa karışıklığının hangi kaynaklardan beslendiğini, nasıl bir sürecin ürünü olduğunu gözler önüne sermektir. Aşağıda bu maksatla modernizm-post modernizm çatışmasının hangi ihtiyaçtan doğduğuna, sofistler ve Sokrates üzerinden tartışmanın felsefe tarihindeki kökenlerine ve tarafların ortaya koyduğu argümanlara, tartışmanın Türkiye’ye hangi düzlemde yansıdığına özet olarak değinilecektir.
Modernizm Postmodernizm Tartışmaları
Amiyane bir biçimde ifade etmek icap ederse; ulus devlet sermaye sınıfının ulusal pazar ihtiyacına koşut olarak inşa edilmiştir. Modernizm yahut modern paradigma ulus devletin ideolojik üstyapısını teşkil etmektedir. Feodal üretim ilişkilerinin ve bu üretim ilişkilerine bağlı olarak meydana gelen tüm farklılıkların, kapitalist üretim ilişkilerini hakim kılmaya yönelik olarak ulus devlet yaratma maksadıyla lağvedilmesi ideolojik meşruiyetini modernizmden alır. Bir başka deyişle feodalizmin birbirinden kopuk daha ziyade geçimlik için üretim yapan ekonomik yapısının kapitalizm tarafından parçalanması daha doğrusu kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda bir ulusal pazarda birleştirilmesi, feodaliteden kaynaklanan tüm üstyapı kurumlarının “modern”bir taarruzla yok edilmesiyle sonuçlanmıştır. Yani modernizm ve modern paradigmanın unsurları olarak addettiğim pozitivist yöntem, aydınlanma felsefesi, liberalizm ideolojisi ve bir politik akım olarak milliyetçilik burjuvazinin ulusal pazarlar oluşturma ve ulus devlet inşa etme sürecinin ideolojik payandasıdır.(2) Şimdi bu ideolojik elemanların kapitalist üretim ilişkilerinin hakim hale gelmesine ideolojik olarak nasıl destek sunduklarına kabaca bir göz atalım. Feodalizmin dinsel sadakate dayalı toplumsal yapısı yerini; burjuvazinin meşruiyetini tanrıdan değil, yeryüzünden alan insan yapımı yasalarına göre şekillenen bir toplumsal yapıya bırakmıştır. Aydınlanma felsefesinin bireyi kendi üstündeki varlıklar karşısında özerk kılması, düşünceyi Tanrı katından yeryüzüne indirmesi kapitalizmin ve yeni yükselen sınıfın feodalizmi tasfiye etmeyi hedefleyen bu tarihsel çıkarı nedeniyledir. Kapitalizmin feodalizmi tarih sahnesine gömme sürecine pozitivizm de gözlem ve deneyden hareketle doğa olaylarının metafizik güçlerin keyfi müdahaleleri sonucunda meydana geldiği düşüncesini sarsarak destek vermiştir. Yani pozitivizme
Solda Liberal Savrulmanan Kökenleri
95
göre doğa, metafizik güçlerin rastgele müdahale ettikleri açıklanamaz bir alan değil; belli düzenlilik ve yasaya göre işleyişi açıklanabilir bir alandır. Milliyetçilik de tüm etnik ve dinsel farklılıkları, aristokratik imtiyazları ister yurttaşlığa dayalı hukuki temelde isterse de ırki öğeleri öne çıkaran etnik bir temelde olsun, modernizmin tekçi anlayışına dayanarak bir ulus kimliği etrafında asimile ederek burjuvazinin hakimiyetine katkı sunmuştur. Liberal ideoloji de özel mülkiyeti temel insan hakları arasında sayarak, üretim araçlarının özel mülkiyetine dayalı kapitalist sistemin feodalizmi parçalama sürecine bu yönden destek sağlamıştır. Bu anlamıyla, liberalizm kapitalist üretim ilişkilerinin altyapıda hakim hale gelmesinden kopuk bir özgürlük felsefesi değil, esasında kapitalist üretim ilişkilerinin altyapıdaki hakimiyetini meşrulaştıran bir ideolojidir. Liberalizme dair bu tespit liberalizmi tüm ideolojilerin üstünde bir özgürlük felsefesi olmaktan çıkarıp, burjuvazinin çıkarlarına hizmet etme ölçüsünde tarihselleştirir. Görülmektedir ki; altyapıdaki değişimler üstyapıyı etkilemektedir. Böyle bir yaklaşım ise ideolojinin göreli özerkliğini ve kurucu özelliğini gözden kaçırdığı gerekçesiyle pozitivizmin batağına düşmekle eleştirilebilir. Ama şunu rahatlıkla ifade edebilirim ki; aralarında karmaşık ve diyalektik bir ilişki bulunmakla beraber ideolojinin maddi üretim ilişkilerinin bir yansıması olduğu da aşikârdır. Sermaye sınıfı tıpkı geçmişte ulusal pazarları ve ulus devleti inşa ettiği süreçte tarihsel çıkarları için modernizmi devreye soktuğu gibi; bu kez de kapitalist küreselleşme süreci ve neo liberal ajanda uyarınca ideolojik düzeyde post modernizmi devreye sokmaktadır.(3)Post modernizm neo liberalizmin ideolojik üstyapısıdır. Zira neo liberalizm gereğince ulusal pazarların yerini alan “küyerel” pazarların ulusal pazarın ve ulus devletin yeniden yapılandırılmasını gerektiren yapısı post modernizme ideolojik düzeyde ihtiyaç duymaktadır. Yani bu yeniden yapılanma ve tasfiye sürecinin ideolojik üstyapısını post modernizm teşkil etmektedir. Türkiye de 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül darbesiyle beraber bu yeni “değişim” sürecinin etkisine girmiştir. İthal ikamesine dayalı sermaye birikim modeli yerini ihracata dayalı büyüme modeline bırakmıştır. Sermaye birikim modelindeki bu tadilat Türkiye’ye kalkınmacılık ve “batılılaşma” biçiminde yansıyan modern paradigmanın yahut Kemalizmin tasfiye edilmesini ya da neo liberalizme adapte edilmesini gerektirmektedir. Bu suretle Türkiye’de 12 Eylül darbesinden itibaren yürütülen tüm “entelektüel” tartışmalar sermaye birikim modelindeki bu değişimle ilintilidir. Aşağıda bu tartışmalara değinilecektir.
Sokrates ve Sofistler Dolayımıyla Modernizm ve Postmodernizm Tartışmaları Modernizm ve post modernizm tartışması esasında felsefe tarihinde sofis-
96
Yeniden Devrim / 7
tler ve Sokrates, tümelci/evrenselci yaklaşımlarla tikelci yaklaşımlar arasında yürütülen felsefi tartışmanın modern bir versiyonudur. Bu tartışmada Sokrates bugünkü modern paradigmanın, sofistler de post modernizmin karşılığıdır. Sokrates ve sofistleri kapıştıran soyut ve felsefi bir etken değil, Yunan polis devletlerinin en başta da Atina’nın toplumsal ve siyasal koşullarında meydana gelen değişimdir. Dolayısıyla ilk bakışta yalnızca soyut ve felsefi bir etkinlik görünümü verebilecek bu tartışmanın siyasi ve maddi bir temeli bulunmaktadır. Toplumsal ve siyasi koşulların değişimine gösterilen tepki tarafların felsefesini de belirlemektedir. Sokrates’in felsefesi polisin çözülen değerlerini yeniden diriltmeye hizmet ederken, sofistler ise yarattıkları kavram kargaşasıyla polisin çözülüşünü adeta hızlandırmaktadır. Bu yönüyle bakıldığında Sokrates mevcut düzeni korumaya çalışan bir muhafazakar, sofistler de düzeni değiştirmeye çalışan devrimciler gibi görünmektedir. Fakat kazın ayağı hiç de öyle değil.Sokrates’in felsefesi de diğer Antik yunan filozoflarında olduğu üzere eudomanist(mutçu) bir karakter taşır. Yani Sokrates’in felsefesinin amacı insan mutluluğudur. İnsan ise mutluluğa ancak erdemli bir yaşam sürebilmekle erişir. Erdemli bir hayat ise ancak polis devletinde sürdürülebilir. Bu yüzden Sokrates polisin esenliğini kişinin haklarını bile hiçe sayarak her şeyin üstünde görür. Aynı yorumu daha sonraları özgürlüğe olana tutkusu nedeniyle Rousseau’da da görmek mümkün. Sokrates’in bu yorumu modern düşüncenin felsefi olarak faşizme Türkiye özgülünde Kemalizmin nasıl despotizme yol açtığının da düşünsel kökenini barındırmaktadır. Marks da bu Sokratik daha doğrusu Platoncu kaynaktan beslendiği için Marksizmin aşırı ve çarpık yorumları da rejimi koruma refleksiyle baskıcı/otoriter yapılara sebep olabilmiştir. Siyasal ve maddi bir temeli bulunan Sokrates-sofist münazarasında taraflar belli bir epistemolojiden hareket etmektedirler. Esasında siyasal argümanlarını temellendirdikleri nokta epistemolojik anlayışlarıdır. Şimdi tarafların epistemolojik anlayışlarına ana hatlarıyla bir göz atalım. Sokrates’e göre bilgi göreceli değildir. Mutlak bilgiye ya da hakikate ulaşmak mümkündür. Bilgiye(episteme) ulaşmayı sağlayan aklın yasasıdır. Akıl nesnelerin değişmeyen yönünü/özünü kavramayı sağlar. Sokrates bilgi ile akılı ilişkilendirerek daha doğrusu mutlak bir bilgi bulunduğunu öne sürerek esasında sofistlerin yarattığı kavram kargaşasına da bir ölçüde yanıt üretmektedir. Sokrates’e göre gerçek bilgi tümelin bilgisidir. Çünkü tümelin bilgisi nesnelerin değişmeyen yönünü yani özünü kavramaya olanak verir. Tikel değişebilir bir karaktere sahipken, tümel kalıcıdır. Sokrates epistemeye ulaşmak için alay (4) ve doğurtma unsurlarından müteşekkil diyalog yöntemini kullanır. Alay insanların yerleşik yargılarını çürüterek yanılgılarından/ doxa kurtulmalarına imkan verir. Yanılgılarından kurtulan kişi ruhunda saklı
Solda Liberal Savrulmanan Kökenleri
97
olan bilgiyi filozofun yardımıyla açığa çıkarır. Filozof kişinin ruhunda saklı bilgiyi doğurtma yöntemiyle açığa çıkarır. Sokrates insan ruhunda saklı bulunan bilginin filozofun yardımıyla açığa çıkarılabileceğini öne sürerek, bilginin aristokratik kişilere özgü bir ayrıcalık değil; eğitim yoluyla kazanılacak bir karakter taşıdığına işaret eder. Sokrates menon adlı eserinde bir kölenin bile ruhundaki bilgiyi doğurtur. Hakikatin varlığını kabul etmek ve hakikate ulaşmanın yolunun bilgiden geçtiğini öne sürmek Sokrates’in felsefesinde bilgiyi merkezi bir konuma oturtur. Dolayısıyla her ne kadar sofistler gibi öğretmen, olmadığını öne sürse de; at sineği metaforunda görüldüğü üzere Sokrates en azından insanları doxalardan, yerleşik yanılgılardan kurtarmaya çalışır. Bu yönüyle Sokrates sorumluluk bilinciyle hareket eden bir aydın tavrı göstermektedir aslında. Sokrates’in bu tavrını aydınlanma filozoflarında da, karanlıktan boğulan kişileri aydınlığa eriştirme yaklaşımını modern paradigmada da görmek mümkün. Modern paradigma da da farklı saiklerle olsa dahi bilgi önemli bir yer işgal eder. (5) Sokrates için bölünemez yani bir olan erdeme ulaşmanın yolu bile bilgiden geçmekte, ancak bilgili insanlar erdemli olabilmektedir. Yani Sokrates için bilgi ahlaklı olmanın bile koşuludur. Zaten mutlak bilgiye yani hakikate erişilebileceğini öne sürerken Sokrates’in bu epistemolojik tespiti onun etik anlayışına hatta siyaset felsefesine de yansımaktadır. Ama öte taraftan da bilginin merkezi bir konuma yerleştirilmesi mutlak bilginin kimin tekelinde bulunduğu, hakikate erişmenin nasıl belirleneceği yönünde bir tartışmayı gündeme getirebilir. Dolayısıyla hakikate ulaştığını iddia edenler bilgiyi tekeline alarak toplumsal yapıda hiyerarşik bir anlayışın yerleşmesine de sebep olabilirler. Gelelim sofistlerin epistemolojisine. Sofist filozofların birebir aynı düşünceleri savundukları öne sürülemez. Ama birinci kuşak sofistlerle ikinci kuşak sofistlerin ortak düşünsel özelliklere sahip olduğu da bir doğrudur. Sofist filozoflar mutlak bilgiyi reddederler. Sofistlere göre bilgi göreli bir karakter taşır. Çünkü bilginin kaynağı insanın duyuları ya da algılarıdır. Duyular da öznel bir karakter taşıdığına göre mutlak yahut nesnel bilgiden söz edilemez. Görülmektedir ki sofistler Sokrates’in tümel bilgi anlayışının tersine, bilgiyi tikelleştirirler. Sofistler bilgiyi alabildiğine görelileştirirler. Hatta sofist filozof Protogoras bu anlayışı şu cümlelerle çok iyi ortaya koymaktadır:“her şeyin ölçüsü insandır, var olan şeylerin varlıklarının, var olmayan şeylerin yokluklarının ölçüsüdür.”İlk bakışta bu önerme insanı merkeze oturtması bakımında oldukça hümanist görünebilir. Fakat bu önermede ifade edilen birey dışında bir hakikatin bulunmadığıdır. Yani asıl murad edilen mutlak bilgiyi yani hakikati yadsıyarak bireyci bir felsefeyi yerleştirmek, bireyi kendi dışındaki gelişmeler karşısında edilgen kılmaktır. Hakikatin yadsınması varolan her
98
Yeniden Devrim / 7
durumun kabullenilmesine ve bireyci bir anlayışa yol açar. Zaten bir başka sofist filozof Gorgias“hiçbir şey yoktur. Olsa bile bilemeyiz. Bilsek bile başkalarına bildiremeyiz.”cümlesiyle bu durumu açıkça ifade eder. Eğer yapılacak bir şey yoksa geriye var olan durumu kabullenmekten başka bir seçenek kalmaz. Bu yönüyle postmodernizm ve sofizm aynı epistemolojik yaklaşımı paylaşmakla kalmaz, ayrıca varolan duruma rıza gösterilmesini sağlayarak egemen sınıfların çıkarlarına hizmet ederler. (7) İnsan her şeyin ölçüsü durumuna indirgendiğine(homo-mensura) ve birey dışında bir hakikat yadsındığına göre, bireyin kendi doğrularına ve bu doğrulardan yola çıkarak ortaya koyduğu tüm ahlaki eylemlere saygı göstermek, hoşgörüde bulunmak gerekir. Yani hakikati reddetmek esasında ahlaki, siyasi ve sosyolojik bir yaklaşımdır. Şöyle ki; hakikat reddedildiği takdirde bunun ahlaken karşılığı amiyane bir tabirle her şeyi mübah görmektir. Neyin iyi ya da kötü olduğuna dair mutlak kriter ortadan kalkarsa iyi ve kötü kavramları alabildiğine görelileşir. Sözgelimi bir sübyancıyı mutlak ahlaki kriterler açısından artık yargılayamazsınız. Çünkü sübyancılık sübyancı açısından bir yaşam tarzı tercihi olduğu için sübyancının yaşam tarzına saygı duyulmak zorundadır. Aynı şekilde Türkiye’deki türban tartışmalarına da post modern sofistike epistemolojiyi uyarlayabiliriz. Post modern yaklaşıma göre türban kadını köleleştiren bir gericilik simgesi değil, türbanı takan kadının kendi yaşam tarzı tercihi olarak kabul edilir. Dolayısıyla bu nokta-i nazardan türban ‘özel’leştirilerek,eleştirilemez bir konuma da yükseltilir.Post modernizmin farklı yaşamlara saygı duymak adı altında birarada yaşamı savunması,farklı yaşamlara hoşgörü göstermesi işte bu epistemolojik yaklaşımdan kaynaklanmaktadır. Hoşgörü post modernizmin en temel anahtar kavramıdır. Çünkü amaç modern paradigmaya göre şekillenen ulus devlet aidiyetini parçalayarak, sermayenin neo liberal çıkarları doğrultusunda ulus devletin kimlikler/kültürler temelinde yeniden yapılandırılmasına post modernizm vasıtasıyla felsefi bir destek sağlamaktır. Bugün solun önündeki en büyük engel, bu postmodern sofistike ideolojik zehirdir. Zira postmodernizm her şeyi görelileştirerek toplumu değiştirme ve dönüştürme doğrultusundaki her nevi devrimci eylemin/müdahalenin önünü tıkamaktadır. Her türlü müdahale despotik bir nitelik taşıdığı, otoritarizme yol açtığı gerekçesiyle post modernizm tarafından gayrimeşru/ anti demokratik olarak takdim edilmektedir. Post modernizmin toplumu değiştirme ve dönüştürmenin eylem kılavuzu Marksizme saldırması, Marksizm gibi bütüncül totolojik yaklaşımların miadını doldurduğunu öne sürerek tarihin sonunu ilan etmesi boşuna değildir. Bu yönüyle post modernizm masum bir felsefi akım değil, mevcut düzenin meşrulaşmasına yarayan bir ideolojik saldırıdır tıpkı geçmişte sofistlerin felsefesinin egemen sınıfların ve mevcut düzenin devamını sağlaması gibi.
Solda Liberal Savrulmanan Kökenleri
Tartışmalarının Türkiye'ye Yansıması
99
Türkiye entelejensiyası postmodernizm ve modernizm tartışmasını felsefi düzeyde yürütecek bir formasyona sahip olmadığı için bu tartışmanın ülkemize yansıması Kemalizm dolayımıyla gerçekleşmiştir. Ali Bulaç tarafından 90’lı yıllarda Medine vesikası bağlamında yapılan çok hukukluluk, çok kimliklilik tartışmaları bile Kemalizmin temsil ettiği modern değerlerin/olguların eleştirisi üzerinden yürütülür. Kemalizm üzerinden yürüyen tartışmaları Türkiye’nin modernleşme/ kapitalistleşme sürecine bir başka deyişle yakın dönem Türkiye tarihine olan ilgiyi artırdı. Bu tartışmalarda liberal, sol liberal bütün postmodern akımlar Kemalizmi genellikle sınıfsal bir açıdan değil, sadakate dayalı/militan yurttaşlık, oritarizm, jakobenizm hatta faşizm ve ırkçılık gibi unsurların öne çıktığı “özgürlükçü-liberal” bir yaklaşımla eleştirmektedirler. Kemalizmin “özgürlükçü-liberal” bir temelde eleştiriye tabi tutulması; kemalizmin etnik ve dinsel baskı pratiklerini tartışmalarda ön plana çıkarırken, esasında tüm bu baskılara neden olan kemalizmin sınıfsal karakterini geri plana düşürmektedir. Tüm dünyada olduğu üzere Türkiye’ de de ulus devletin inşa sürecinde ortak bir milli kimlik yaratmak maksadıyla bu milli kimliğe halel getirebilecek her türlü etnik ve dinsel farklılık(lar) asimile edilmiştir. Ama Türkiye özgülünde kemalizm yalnızca etnik ve dinsel farklılıkları sindirmek biçiminde bir pratik sergilemez, ayrıca birleşmiş, imtiyazsız kaynaşmış bir kitleyiz diskurunda çok açık bir biçimde görüldüğü üzere tüm sınıfsal farklılıkları reddeder. Her ne kadar Mahir Çayan kemalizmi belli bir iktisat politikası olmaması hasebiyle bir ideoloji olarak telakki etmese de, kemalizmin emekçi sınıflar düşmanlığıyla müseccel bir sınıfsal taarruz olduğu aşikardır. (7) Kemalizm yalnızca “özgürlükçü-liberal” bir perspektiften eleştirildiği takdirde doğal olarak; kemalizmin gazabına uğrayan her türlü akım siyasal/ toplumsal bağlamından, sınıfsal amaçlarından koparılarak soyut bir mağdur derekesine irca edilir. Bu yönüyle kemalizme karşı isyan eden her akım sınıfsal karakteri ne olursa olsun bir özgürlük mücadelesinin öznesi haline getirilir. Ayrıca Kemalizmin yalnızca “özgürlükçü-liberal ” bir açıdan eleştirilerek, Türkiye tarihinin eşitlikçi bir zeminde sınıfsal açıdan okunuşunun ihmal edilmesi; kemalizmin emekçi sınıflara karşı uyguladığı politikaların göze çarpmasını engeller. Bu bağlamda özel mülkiyeti hukukileştiren1926 tarihli medeni kanun da, her türlü grev ve örgütlenmeyi emekçilere men eden 1936 yılında faşist İtalya’dan adapte edilen iş kanunu da, pek göze çarpmaz. Kemalizmin emekçi sınıflar düşmanı vasfını ıskalayan her türlü değerlendirme doğal olarak; bir yandan kemalizmin muarızlarını bir anda demokrat ve özgürlükçü bir mertebeye yükseltirken öte yandan da kemalizmin sınıf karakterinin doğru kavranılmasını engelleyerek, kemalizmi tarihsel bağlamından
100
Yeniden Devrim / 7
yalıtıp özgüleştirir. Mustafa Kemalin nutukta rejimin düşmanı/hain olarak nitelendirdiği tüm kesimler bu kez özgürlükçülük ve demokrasi namına sahiplenilerek itibarları iade edilir. Nitekim Kemalistlerden daha geri bir iktisadi programa sahip olan, her türlü bağımlılık ilişkisine açık, işbirlikçi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Serbest Cumhuriyet Fırkası, Demokrat Parti, Adalet Partisi, ANAP hatta AKP gibi gerici, liberal ve sağ partilerin baskıcıotoriter kemalizmden daha demokratik ve özgürlükçü bir nitelik taşıdıkları yönündeki yanılsamaya Türkiye tarihinin yalnızca özgürlükçü-liberal bir açıdan okunması neden olmaktadır. Böyle bir yaklaşım da farkında olarak ya da olmayarak her türlü gerici,işbirlikçi,sağcı siyasal akımın yahut partilerin meşruluk kazanmasını sağlamaktadır. “Özgürlükçü-liberal” yaklaşıma göre kemalizm ve selefi İttihat Terakki çizgisi jakobenizm olarak nitelendirilmektedir. Hatta bu yaklaşımın mimarı İdris Küçükömer Düzenin Yabancılaşması-batıcılık adlı eserinde Hürriyet ve İtilaftan başlayıp, DP ve AP ile devam eden çizgiyi tablonun soluna, İttihat ve Terakki, CHP çizgisini de tablonun sağına yerleştirmiştir. Böyle bir tasnif ile Küçükömer üretici güçlerin gelişimine yol açtıkları için gerici-işbirlikçisağcı çizgiyi sol olarak tanımlayarak, İttihatçı-CHP çizgisinden daha ileri bir konuma karşılık geldiklerini vurgulamaktadır. Benzer bir şekilde Aybar da Türkiye’nin tarihini yalnızca özgürlükçü bir yaklaşımla okuyarak, yıllardır ezilen, horlanan ve baskı altına alınan köylülüğü mağduriyetleri nedeniyle sol bir siyasetin faili haline getirebilmiştir. Kuşkusuz ki her iki yaklaşım da özgürlük meselesini eşitlikten kopararak liberalizmin bataklığına gömülmüştür.1Şunu ifade etmek gerekir ki;İttihat Terakki ve kemalizm Türkiye tarihinde jakobenizme tekabül ettiği ölçüde;Hürriyet ve İtilaftan başlayıp,Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası,DP,AP çizgisi de Türkiye tarihi açısından jirondenizme tekabül eder.Bilindiği üzere kabaca jakobenler Fransız devriminde ilerici ve devrimci kanadı oluştururken,jirondenler gerici- muhafazakar kanadı oluşturmaktadır.Bu bakımdan jironden ve jakoben gelenek hem Fransız devriminde hem de illa bu gelenekler Türkiye tarihinde de yaratılacaksa Türkiye’de hakim sınıfların çıkarlarının farklı veçhelerine denk düşer.Bu bakımdan eşitlikçi ve özgürlükçü sol jakobenizm jirondenizm ya da güncel siyasetteki karşılığı ile kırk katır kırk satır yani ulusalcıliberal ikilemine düşmeden ,cumhuriyet tarihi ve kazanımlarını sınıfsal açıdan eleştiriye tabi tutmalı;siyasal pozisyonunu da bunu uygun olarak tayin etmelidir.Böyle bir yaklaşım burjuvazinin ve gericiliğin herhangi bir siyasi akımından yani oligarşi(hakim sınıflar arası) içi sınıfsal çatışmalardan yana tercih yapmak yerine Türkiye devrimcilerinin kendi programlarıyla tarih sahnesinde yer almalarına imkan tanıyacaktır. “Özgürlükçü-liberal” yaklaşım Türkiye tarihini bürokrasi-burjuvazi karşıtlığı temelinde okur. Bu okumada postmodernizmin tikelci yöntemine uygun
Solda Liberal Savrulmanan Kökenleri
101
olarak Türkiye’nin kimi özgül şartları aşırı biçimde abartılır. Şöyle ki; oryantalist bir yaklaşımla Türkiye’de güçlü bir merkezi-bürokratik devlet geleneği keşfedilir. Merkezi-bürokratik geleneğin bulunduğunu ispat için de Osmanlı tarihine hatta daha da eskilere inilerek Bizansa, Pers imparatorluğuna kadar müracaat edilir. Bu yaklaşıma göre Anadolu’da batıda olduğu üzere feodalite; kökleri ta Perslere kadar uzanan kadim güçlü-merkezi devlet geleneği nedeniyle yaşanamamıştır. Aynı merkezi devlet geleneğini devralan cumhuriyet de bürokratik merkezi yapısı nedeniyle tüm özgürlükleri bastırmış, sivil hak ve özgürlüklerin gelişmesini sağlayacak burjuvazinin önünü tıkamıştır. Ne var ki; bürokrasi ve burjuvazi arasında Türkiye’de bir karşıtlıktan değil olsa olsa bir simbiyozdan söz edilebilir. Erken cumhuriyette patronların büyük çoğunluğunu bürokrat kökenlilerin teşkil etmesi, Türkiye burjuvazisinde hatırı sayılır bir bürokrat kesimin yer alması bu savımı destekler niteliktedir. Kabul etmek gerekir ki bürokrasi merkez kapitalist ülkelerde olduğu üzere Türkiye’de 1960’a kadar doğrudan burjuvazinin aleti değildir çünkü bürokrasiyle burjuvazi arasında önemli bir geçişkenlik söz konusudur ama bu bürokrasinin burjuvazi karşısında özerklik taşıdığı hatta onun üstünde bir güç olduğu anlamına da gelmez. Bürokrasinin ve devlet iktidarının Türkiye özgülünde diğer tüm sınıflara karşı özerk bir yapıya sahip olduğu iddiası devletin sınıfsal karakterini yani devletin bir sınıfın diğer sınıf ya da sınıflar üzerinde baskı aygıtı olma vasfını ilga eder. Bu durumda devlet burjuvazinin bir egemenlik ve tahakküm aracı olarak görülmekten çıkıp, zaman zaman burjuvazinin çıkarları hilafına bile hareket edebilecek bir manevra kabiliyetine sahip olduğu zehabına kapılınabilir. Fakat bütün bir Türkiye tarihi bu iddiayı yanlışlayacak onlarca delille doludur. Hele ki; sanayi burjuvazisinin yükselişe geçtiği 60’lı yıllardan sonra burjuvazi tamamen iktidarı eline geçirmiş, oligarşik iktidar yapısı içindeki diğer bağlaşıklarına karşı da önemli bir mevzi elde etmiştir. Bugün AKP’nin demokrasi havarisi olarak ilan edilmesi, kimi sosyalistlerin liberallerle ve sermaye örgütleri ile demokrasi mücadelesi zemininde ittifak arayışları Türkiye tarihinin bürokrasi burjuvazi karşıtlığı temelinde post modern bir yöntemle okunmasından kaynaklanır. Oysaki bugün Türkiye’de baskıcı ve otoriter bir iklimin yeşermesi, faşist hareketin kitle tabanının genişlemesi, gericilik; sermaye sınıfının çıkarları doğrultusunda uygulanan neo liberal politikalar dolayısıyladır. Eşitlikçiliğin ve sınıfsal analizin ihmali bu hakikati görmeyi önlemekte, Türkiye’deki sınıf mücadelesi de statükocular ve statüko karşıtları biçiminde tanımlanarak sınıfsal bağlarından koparılmaktadır. Şurası çok açık bir gerçektir ki; statükocular da statüko karşıtları da sermayenin farklı çıkarlarına tekabül etmesi bakımından sosyalist hareketin düşmanıdır ama sosyalist hareket illaki bu kesimlerden birisi yanında güncel politik çıkarları nedeniyle yer alacaksa da; bunu sermaye sınıfının değil emekçi sınıfların çıkarları uyarınca bir siyasal önderlik kontek-
102
Yeniden Devrim / 7
stinde cephe siyaseti gereğince yapar. Böyle bir cephe siyasetinde pür liberallerle aynı cephede yer alınamayacağı ise apriori olarak kabul edilmelidir.
Sonuç Yerine Birkaç Hatırlatma Bugün sermaye sınıfının temel meramı ulus devleti sermaye sınıfının ihtiyaçlarına göre yeniden yapılandırmaktır. Bu yeniden yapılanmanın önündeki en büyük engel ise somut politik güçler dengesi açısından ulusalcı ideoloji ve bu ideolojinin dayandığı modern paradigma ya da mukabili kemalizmdir. Türkiye’de egemen sınıflar arası tüm çatışmalar bu süreçten kaynaklanmaktadır. Bu çatışmanın felsefi düzeydeki karşılığı ise modernizm-post modernizm tartışmasıdır. Bu çatışmada siyasal açıdan doğru konum belirlenebilmesinin yolu ise modernizm-postmodernizm tartışmasını iyi kavramaktan geçer. Zira bu tartışma soyut felsefi bir sebepten değil, Althusser’in “felsefe en son tahlilde sınıf savaşımlarının tarihidir” cümlesinde de açık bir biçimde görüldüğü üzere sermaye sınıfının somut çıkarları gereği kışkırtılmaktadır. Bu tartışmada post modernizmin tüm argümanları sermaye sınıfının kapitalist küreselleşme sürecinden kaynaklı çıkarlarına; modernizmin argümanları da ithal ikameci, fordist, keynesyen iktisat politikalarının uygulanma sürecindeki çıkarlarına kabaca denk düşmektedir. Tekrara düşmek pahasına bugün solun sermaye sınıfının farklı fraksiyonları arasındaki çatışmaya bağlı olarak ulusalcı liberal saldırıların kıskacı altında bulunduğunu bir kere daha vurgulamakta fayda vardır. Ulusalcı-liberal saflaşmasının arkasında yatan temel unsur ise modern ve post modern kutupsallaşmasında açığa çıkan sermaye sınıfının yeni çıkarlarıdır. Sol bu kutupsallaşmayı kendi diyalektik ve tarihsel metodolojisine uygun bir yanıt geliştirerek, geçmişte her çıkış döneminde olduğu üzere ideolojik olarak yarmalıdır. Bu topraklarda etkili bir devrimci siyasetin kökleşmesi bu yarılmaya bağlıdır. Bu bakımdan solun ve devrimci gençlik siyasetinin tekrardan etkili bir siyasal özne haline gelmesi yalnızca burjuva ideolojisiyle değil, burjuva ideolojisinin sol içindeki tezahürleriyle de fikri bir hesaplaşmayı gerektirir. Bu hesaplaşma ise ne geçmişten kopuk yeni kavramıyla ne de geçmişe hiçbir biçimde eleştirel bir tavır takınmayan, geçmişi olduğu gibi benimseyen, hatalarıyla da kutsayan yaklaşımlarla yapılabilir. Geçmişin devrimci eleştirisi üzerinden yapılacak fikri bir yenilenme ancak siyasal mücadelenin önünü açabilir. Dolayısıyla yeniden hala ön anahtar kavram olarak önümüzde durmaktadır.
EMPERYALİZM VE SİYASAL İSLAM Hayri KOZANOĞLU Siyasal İslam ve Batı emperyalizmi ilk bakışta birbirlerinin doğal karşıtı,uzlaşmaz iki kutup gibi görünseler de, gerçekte diğerini doğrulayan, meşrulaştıran, besleyen,güçlendiren iki akımdır. Bilindiği üzere Samuel Hunthingthon’un ”medeniyetler çatışması” tezi İslami değerlerle, li-beral demokrat Batı, evrensel değerler arasındaki uyuşmazlık üzerine kuruludur. Siyasal İslam da tartışmayı kültür zeminine çekerek, kültürel göreceliğe vurgu yaparak; toplumsal, sınıfsal, evrensel eksende bir tartışmanın baştan önünü kesiyor, emperyalizmin ekmeğine yağ sürüyor. İslamın özgünlüğü,Hırıstiyanlığın aksine din ve politikanın ayrılmazlığının Müslümanlığa has olduğu tezi de sanıldığı kadar orijinal değildir. 19. yüzyıl başında Avrupa’daki reaksiyoner akımların Aydınlanma ve Fransız devriminin Hıristiyan Batı tarihinden, kültüründen kopuşa yol açtığı iddiasıyla yükselttikleri tepkinin tıpatıp aynısıdır.(1) İcaz Ahmet de benzer bir saptamayı şöyle dile getiriyor: Kimlik politikaları en genel anlamda normdur. Bu karşımıza politikanın günlük hayatta icra edilişiyle de, sağdan, soldan, liberal merkezden teoriler, analizler yoluyla daçıkabilir. Kültürelcilik veya kültürün toplumsal varlığın temel ve belirleyici durağı şeklinde sunulması kimlikçiliğin bir yan ürünüdür. Nerede politika ve din birbirlerini ateşlerse, din kültürle, kültür dinle özdeş hale gelir. (2) İnsanların çoklu kimliklerine vurgu yapan, ”Kimlik ve Şiddet” kitabında (3) kişinin karşısındakiler tarafından tek bir kimlikle algılanmasının da, kendini tek bir kimlikle sunmasının da (bu müslümanlık olabilir veya işçilik,Türklük, New Yorkluluk, 45 numara ayakkabı giymek, gaylik, vegeteryenlik) sakıncalarına dikkat çeken Amartya Sen, bu garipliğin “teröre karşı savaşa” gerekçe oluşturduğunu ortaya koyuyor:
106
Yeniden Devrim / 7
Eğer bir kişinin tek kimliği İslamcılıksa o zaman tüm ahlaki, politik yargılarının dini temelde değerlendirmeye tabi tutulması gerekir. İşte bu yalnızlaştırıcı yanılsama, Batı’nın özellikle Anglo-Amerikanların terörizme karşı savaşta İslamı hedef almalarının gerekçesini oluşturur. Batılı liderlerin 1)Müslüman bir kişinin farklı bağlantılarını ve eğilimlerini 2)Onun İslami kimliğini birbirinden ayırmaktaki isteksizlikleri, onları terörizme karşı mücadeleyi İslamı kendilerine göre tanımlama ekzotik rotası üzerinden yürütmeye teşvik etti.(4) Politik İslamın yükselişinin, özellikle Orta Doğu’da Amerikan hegemonyasına, Batı uygarlığına tepkinin belirleyici adresi haline gelişinin, uzun ve karmaşık bir politik ve tarihsel sürecin sonucu olduğunu hatırlamakta yarar var.Özellikle,sosyalist ve laik ulusalcı hareketlerin gerileyişi,zamanla iyice etkisiz hale gelişi bizim açımızdan önem taşıyor. Osmanlı imparatorluğunun 1.Dünya Savaşı’ndan sonra parçalanması,Orta Doğu’nun Britanya ve Fransa tarafından fiilen sömürgeleştirilmesine yol açtı. Avrupalı sömürgeciler askeri güçlerini zalimce kullanarak sömürgecilik karşıtı direnişi bastırmaya çalıştılar,bu arada sivil halka da büyük acılar yaşattılar. Kendi jeopolitik çıkarları için,özellikle bölgenin petrol kaynakları üzerindeki emelleri doğrultusunda suni ulus devletler yarattılar.2.Dünya Savaşı sonrasında tüm dünyadaki anti-emperyalist mücadelelere karşı yükselen ulusalcılık akımları,ekonomik kalkınma,modernleşme umutları;ekonomik başarısızlık,yolsuzluğa batmış yönetimler,Amerikan emperyalizminin bölgeye ağırlığını koyup,özellikle İsrail’i destekleyerek komşu Arap ülkelerine teker teker askeri yenilgiler yaşatması derin bir hayalkırıklığına neden oldu. Bu da bölgede içine kapanma,İslami köklerine dönme; materyalizm,ahlaki gerileme,cinsel gevşeklik gibi gerekçelere dayanarak muhafazakarlaşmaya neden oldu.Önde gelen bir Amerikalı İslam uzmanı John Esposito bu süreci şöyle açıklıyor: Köktendinci İslami kabarmanın nedenleri ülkeden ülkeye, bölgeden bölgeye değişmekle birlikte bazı ortak özellikler de gösteriyor:Müslüman toplumlardaki yaygın başarısızlık duygusu,kimlik kaybı,isteneni veremeyen ekonomik ve politik sistemler,yetersiz sosyal yardım sistemi,aşırı kalabalık kentler,yüksek işsizlik oranları,yolsuzluğa batmış hükümetler,zenginlerle yoksullar arasında gittikçe açılan gelir uçurumları,geleneksel dini ve toplumsal değerlerin aşınması.1967 Arap-İsrail Altı-Gün Savaşı’nda İsrail’in Mısır,Ürdün ve Suriye ordularını ağır bir yenilgiye uğratması Arapların ve Müslümanların yetersizliklerini ve İslam dünyasında modern ulus devletlerin başarısızlıklarını teşhir eden bir dönüm noktası oldu.Batı’dan, özellikle ABD’den İsrail yanlısı politikaları ve İran şahı gibi baskıcı yönetimlere desteği nedeniyle soğuma Batı-karşıtı duyguları körükledi.Müslüman liderler ve aktivistler gelişmelerin kendilerini haklı çıkardığına,Müslümanların
Emperyalizm ve Siyasal İslam
107
başarısızlıklarının ve sorunlarının Allahın yolundan sapmak ve Batı’ya güvenmekten kaynaklandığına inandılar.1970’lerden başlayarak dini canlanma ve İslami hareketlerin rolü İslam dünyasında politikanın başlıca dinamiği haline geldi.(5) Biz de bu yazıda İran,Mısır,Filistin,Endonezya örneklerinden yola çıkarak siyasal islamın yükselişini, özellikle emperyalizmin sol ve laik hareketlerin gerilemesindeki rolünü inceleyen bir ufuk turu amaçlıyoruz.Bu hem bizim 12 Eylül sonrasında devrimci hareketin inişe geçmesini,AKP’nin iktidara gelişiyle şahikasına ulaşan siyasi İslamın yükselişini anlayabilmemize katkıda bulunabilir;hem de kapitalist küreselleşme saldırısına karşı direnişin gerekliliğine inanan enternasyonalistler açısından,”tikel,kültürel,dini mücadeleyle sınırlı” perspektifi nedeniyle İslamcı hareketlerin küresel direniş hareketleriyle dayanışma kapasitelerinin eksikliğini sergileme fırsatı yaratabilir.
İran
Modernist reform İran’a 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde, Osmanlı’dan bir asır sonra uğrar ve ekonomik kalkınma hamlesinde ve burjuva kültüründe daha az iz bırakır.Türkiye’de monarşi kaldırılırken İran’da 1920’lerde Pehlevi hanedanı tahta çıkar.İran rejimini belki de en iyi, tarihçi Ervand İbrahimyan’ın türettiği “monarko-burjuvazi” terimi anlatır.Çünkü burjuvaziyi de halktan tamamen kopuk,saltanatın himayesindeki iki bin aile oluşturur.Bu arada laik aydınların yanısıra geleneksel burjuvazi “bazar” ve ruhban sınıf “mollalar” sarayın yörüngesi dışında varlığını sürdüren kesimlerdir.İran’ın başlıca ekonomik kaynağı petrole ilişkin imtiyazlar daha sonra BP adını alacak olan Anglo-Persian petrol şirketinin elindedir.Böylelikle bir yandan İran petrolü kontrol altında bulundurulurken, öte yandan Kraliyet Donanması’na petrol ikmali garanti edilmektedir.(7)İran’da Şah’a karşı muhalefet büyük ölçüde,aralarında komünist Tudeh partisinin de bulunduğu laik,modernist cephe tarafından yükseltilmektedir.Sonunda Musaddık’ın liderliğinde laik,liberal Ulusal Cephe, hükümeti oluşturur.Musaddık, Britanya’nın İran’ın zengin petrol kaynaklarını egemenliği bulundurmasından rahatsızlığını gizlemez, kısa sürede Anglo-İranian petrol şirketini ulusallaştırır.(8) Komünistlerle liberal laik demokratlar arasında bazı konularda anlaşmazlıklar başgösterse de,ekonominin radikal bir ulusal kalkınma çizgisi izlemesi üzerinde fikir birliği vardır.CIA’nın tezgahladığı 1953 darbesiyle ekonomik ulusalcılık rafa kaldırılır, monarşi restore edilir.Kana susamış istihbarat örgütü SAVAK kurulur.Komünistlere ve liberal demokratlara yönelik gaddar operasyonlar bir muhalefet boşluğu yaratır;siyasetin boşluk tanımayan doğası Mollalar muhalefetini öne çıkarır.1978’de Ayetullah Humeyni’yi iktidara taşıyan İslam Devrimi’yle başlayan sonraki süreç biliniyor.Eğer CIA
108
Yeniden Devrim / 7
İran’da malum darbeyi tezgahlamasaydı, monarşiyi devirmek için komünistulusalcı ittifak birlikte davranabilir veya yolları ayrılabilirdi.Ama dönemin ruhu,ülkedeki güçler dengesi, İslami bir rejimden öte laik bir yönetimin şansının daha fazla bulunduğunu düşündürtüyor.30 yıldır İran’daki İslami rejim baş hasmı gibi algılanıyor/sunuluyor.1997-2004 döneminde Reformist Başkan Muhammet Hatemi döneminde nisbi bir ferahlama yaşandıysa da, Ahmedinejat’la birlikte yeni bir baskı dönemi geldi.İran’daki hükümet zaman zaman ABD tarafından engellense de ülkeyi küresel kapitalist sisteme entegre etmek konusunda oldukça istekli.(10)Kapitalizmle İslami otokrasinin bağdaşmadığı yönünde,küreselleşme ideologlarının iddialarının aksine, bir kanıt yok.İkinci nokta da,İran ulusalcılığı bilimsel,endüstriyel,teknolojik ,askeri kapasite açısından oldukça başarılı.Çin,Hindistan,Kore,Brezilya gibi örneklerin yanında bir ulusal burjuva projesi olarak ayakta durmayı biliyor.
Mısır
Mısır’da da modernleşme hareketlerinin Mehmet Ali Paşa ve Hidiv İsmail tarafından başlatıldığını söylemek olası.1920-50 arasında Mısır’daki ilk demokrasi deneylerinin ılımlı anti-emperyalist Wafd partisi tarafından desteklendiği, Büyük Britanya emperyalizmi ve yerel müttefiki monarşi tarafından baltalandığı bilinir.Müslüman Kardeşler hareketinin de, demokratik ve laik Wafd partisinin önünü kesmek amacıyla yine İngilizler ve monarşi tarafından tezgahlandığını belgeler ortaya koyuyor.(12) 1948-52 arasında Mısır’da başlıca dört güç merkezi ortaya çıkar :Saray,ılımlı liberal-ulusalcı Wafd, komünistler ve Müslüman Kardeşler.Necip ve Nasır’ın darbesiyle otoriter laik bir yönetim iktidara el koyar,tüm diğer güç merkezleri ya dağıtılır, ya da ehlileştirilir.Yeni rejimin en çarpıcı icraatı 1956’da İngiliz-Fransız-İsrail saldırganlığı püskürtülerek Süveyş Kanalı’nın ulusallaştırılmasıdır.1967’de İsrail’in Mısır silahlı kuvvetlerini bozguna uğratarak Sina’yı işgali ise kaderin tersine döndüğü andır.Bu travmayla aşağılanan, silik bir figür haline gelen Nasır, aynı zamanda Arap dünyasının nüfuz merkezini Suudi Arabistan’daki Wahhabi monarşiye kaptırmış olur. (13) İsrail yenilgisi Mısır’da İslami hareketlerin yükselişine de zemin hazırlar. Her ne kadar Nasır’ın sosyalizm iddiası naif görünse de,ABD desteğindeki İsrail karşısında ağır bir yenilgiye uğramasa,plalandığı gibi ülke kaynaklarını askeri harcamalar yerine kalkınmaya seferber edebilse Mısır’ın yakın tarihi farklı yazılabilirdi.(14) Arap dünyasında ahlaki çürüme ve materyalizmin maneviyat dünyasını öldürdüğü tezleriyle etkisini artıran Müslüman Kardeşler’in lideri Kutb’un bu görüşlerini ABD’de geliştirdiğini,laik ve Sovyetlerle iyi ilişkiler içerisinde olan Nasır’a karşı Washingthon’dan destek bulduğunu hatırlamakta yarar var.Nitekim Nasır’ın ölümünden sonra örgütün sürgünden dönüşünün CIA ve Enver Sedat tarafından organize edildiği biliniyor.(15)
Emperyalizm ve Siyasal İslam
109
Filistin
1.Dünya Savaşı sonrasındaki Balfour Deklerasyonu’ndan sonra Fiistin halkı bir sömürgeleştirme projesinin kurbanı oldu.Çünkü, petrol kaynakları ve stratejik konumu nedeniyle hayati bir öneme sahip Orta Doğu’yu kontrol edebilmek için emperyalizmin kayıtsız şartsız bir müttefike ihtiyacı vardı. Bu nedenle önce Büyük Britanya, sonra ABD, İsrail saldırganlığının gönüllü hamisi oldu.(16) FKÖ’nün laik anlayışı ,dünyadaki sol ve devrimci akımlardan dayanışma görmesi, ABD emperyalizmini hep rahatsız etti.Hamas’ın İslami yönelimi,kitle desteğinin dini propagandaya dayanması Yahudilerle uzlaşmayı men ediyor; bu da ABD ve İsrail’in saldırgan stratejisini sürdürmesini, Telaviv’in bölgenin tek nükleer gücü olarak tüm Orta Doğu’yu tehdit etmesini kolaylaştırıyor.Bugün, “Büyük Orta Doğu Projesi” çerçevesinde Filistin halkı her zamankinden yoğun bir baskı ve zulümün pençesinde.FKÖ’nün Oslo ve Madrid yol haritalarını kabul etmesi bile, İsrail’in yan çizmesini, daha da saldırganlaşmasını,buna rağmen ABD’den koşulsuz destek görmeye devam etmesini engelleyemedi. Orta Doğu’da Nasır’ın yenilgisiyle laik güçler aleyhine bozulan denge, Ürdün’deki Amerikancı monarşinin FKÖ’ye karşı tutumuyla birleşince Filistin halkı açısından durum iyice kötüleşti.İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgali, Sabra ve Şatilla katliamları, El Fetih’in iyice prestij yitirmesine,kendinin karikatürü haline gelmesine neden oldu.Yaygın yolsuzluklar da örgütün çürüyüşünü hızlandırdı.Boşluk Hamas tarafından gecikmeden dolduruldu.(17) Bugün Hamas’ı baş düşman gören İsrail devletinin en azından başlarda İslami örgüte hayırhah davrandığı biliniyor.Hamas’ın güçlenmesi özellikle İsrail içerisinde Siyonist olmayan, Yahudi-Müslüman-Hırıstiyanların çok kültürlü bir devlette, hiç bir ırk ve dinin ayrıcalıklı taşımadığı bir yapıda, eşit yurttaşlar olarak yaşayabileceklerini savunan sol ve liberal çevrelerin elini zayıflatıyor.Çünkü laik Filistinlilerle böyle bir proje daha yaygın kabul görebilecekken,muhatap tüm kimliğini dini refernslarla inşa eden Hamas olunca inandırıcılığı zayıflayabiliyor.Filistin Yönetimi’nin, Dünya Bankası,Avrupa,STÖ’ler tarafından fonlanan,dolayısıyla sıkı denetlenmesi gereken programlarda yolsuzluklara bulaşması da ayrıca soru işaretleri yaratıyor.(18)
Endonezya
Endonezya 1965’te dünyadaki en büyük nüfusa sahip Müslüman ülke olma sıfatı yanında.Sovyetler Birliği ve Çin’den sonra en çok üyeye sahip komünist partisini de barındırıyordu.Ülkenin devlet başkanı Sukarno sömürge karşıtı hareketin önde gelen liderlerinden biri olmanın yanısıra, Bağlantısızlar Hareketi’nin de mimarlarındandı.Sukarno konuşmalarında
110
Yeniden Devrim / 7
zaman zaman İslam’a referanslar verse de, Endonezya’da politik faaliyet laik bir zeminde sürdürülüyordü.Sonra 2.Dünya Savaş’ı sonrası en kanlı komünist katliamını gerçekleştirip,arkasında yarım milyondan fazla ölü bırakan anti-komünist,anti-ulusalcı darbe geldi.(19)Bugün iktidarda ılımlı İslamcı bir hükümet bulunuyorsa da,toplumun yoksul katmanlarında çeşitli radikal İslami akımlar kaynıyor.Çünkü Suharto’nun askeri darbesi komünistleri ezdi ve dolaylı olarak şeriatçı akımların önünü açtı.İcaz Ahmaed’e göre,eğer bu darbe tezgahlanmasaydı bugün liberal,solcu bir Endonezya değilse bile,daha laik,aydınlanmacı bir rejim bulunurdu.Muhtemelen de El Kaide’nin hücreleri burayı mesken tutmaz,Bali katliamları yaşanmazdı.
Sonuç
Bugün dünya nüfusunun %20’si,yaklaşık 1.3 milyar kişi çeşitli tonlarıyla Müslümanlığı benimsemiş durumda.2008 başlarından itibaren Müslümanların sayısının Katolikler’i geride bıraktığı tahmin ediliyor.İslamın sadece bir inanç sistemi değil,politik ve sosyal yaşamı belirleme idiası taşıyan bir öğreti olması,haliyle başka bir dünya tasavvuru bulunanlar,özellikle evrensel değerlere;emek-sermaye eksenine;ırk,din tanımaksızın ezilenlerin enternasyonal dayanışmasına vurgu yapan solcular,sosyalistler için ciddi bir tehlike oluşturuyor. Bu da politik islamın etkili olduğu coğrafyalarda solculara siyasal islama karşı ciddi bir politik,ideolojik,sosyal mücadele sorumluluğu yüklüyor. Burada bir inanç sistemi olarak İslamı hoşgörüye,kadın haklarına,bilime toptan aykırı gören,diğer dinlerle ortak paydalarının çokluğunu gözardı ederek toptan mahküm eden,11 Eylül sonrasında yaygınlıkla İslamı faşizmle-terörizmle özdeşleştiren,bunun faturasını da en çok Batılı ülkelerdeki göçmen Müslümanlara ödetmeye çalışan anlayışa dikkat çekmek zorunlu.Öte yandan yükselen İslamofobiye tepki olarak,emperyalizme karşı siyasal İslamı doğal müttefik kabul eden,”kültürel görecelilik” kavramı arkasına sığınarak kadın hakları,insan hakları,demokrasi konusundaki defolarını mazur gören bazı Avrupalı sol hareketlerin savrulduğu zemine de dikkat çekmek gerekiyor. İran’da,Filistin’de,Mısır’da,Lübnan’da,Endonezya’da,12 Eylül sonrası MGK eliyle dayatılan Türk-İslam sentezi gözönüne alınırsa Türkiye’de siyasal İslam emperyalizm tarafından sol-sosyalist hareketlere karşı hep aktif biçimde desteklenmiştir.Bugün bazı yerlerde kendi yarattığı canavar silahını kendine çevirmişse de...Filistin’de Hamas,Mısır’da Müslüman Kardeşler,Lübnan’da Hizbullah’ın yoksullar arasında yoğun kabul gördüğü,sosyal alanda alternatif dayanışma kurumlarını yarattığı,Amerikan emperyalizmine bayrak açtığı gerçekliğini de tabii ki gözardı edemeyiz.Ama siyasal İslamın kapitalizmle, küresel ekonomik düzenle ciddi bir sorunu yoktur;dolayısıyla antiemperyalizmi ABD ve Batı karşıtlığıyla,özellikle bunların kültürel tezahür-
Emperyalizm ve Siyasal İslam
111
leriyle sınırlıdır.İslami hareketler mülkiyet haklarını,ekonomik eşitsizlikleri doğal ve meşru kabul ederler.Burada Asef Bayat’tan uzunca bir alıntı yaparsak: Siyasal İslam tüm coğrafi yaygınlığına karşın bugüne kadar ne teoride, ne de pratikte emperyalist egemenliğe karşı inandırıcı bir alternatif ortaya koyamamıştır.Bütün politik sorunlarına karşın sosyalizm,geçici bir süre de olsa,kapitalist hegemonyaya karşı sosyal adalet ve ezilenlerin özgürleşmesi için güçlü bir teorik model olarak görülebilmiştir.Bir süre, burjuva değerlerini ve kapitalist ekonomik modeli aşındırabilmiştir.İslamiyet için ise durum farklıdır.İslamın anti-emperyalizminin kültür ağırlıklı olması,ekonomi politik alanında önerebileceklerinin sınırlılığının kanıtıdır.”Paylaşımcı populizmleri” bile hareket olma aşamasına özgüdür;ülkelere göre değişse de,İran,Suudi Arabistan,Sudan veya Afganistan gibi İslami devletlerin ekonomi politikaları benzer milli gelir düzeyindeki diğer ideolojik olmayan gelişmekte olan ekonomilerden belirgin bir farklılık göstermez.(20) Öte yandan İslami hareketlerin dini ve kültürel alana çakılıp kalmaları,küresel adalet mücadeleleriyle ilişki kurmalarının,küresel kapitalizme karşı verilen enternasyonal mücadelenin parçası olmalarının önünde engel teşkil etmeye devam ediyor. Dipnotlar (1)Samir Amin,Political Islam in the Service of Imperialism,Monthly Review December 2007. (2)Aijaz Ahmad,Islam,Islamisms and the West,Global Flashpoints,Socialist Register 2008,s.1. (3)Amartya Sen,Identity and Violence,Penguin Books,London 2006. (4)Sen a.g.e.,s.82. (5)John Esposito,Unholy War:Terror in the Name of Islam, Oxford University Press,Oxford,s.83-84. (6)Aijaz Ahmad,a.g.m.,s.29. (7)Mark Rupert and M.Scott Solomon,Globalization and International Political Economy,Rowmand and Lıttlefield Publishers Inc.,2006,s.110-111. (8)a.g.e.,s.113. (9)Aijaz Ahmad,a.g.m.,s.34. (10)Asef Bayat,Global Flashpoints,Socialist Register içinde ,Islamısm and Empire:The Incongrous Nature of Islamist Anti-Imperialism, s.45. (11)Samir Amin,a.g.m. (12)a.g.m. (13)Aijaz Ahmad,a.g.m.,s.34. (14)a.g.m.,s.35. (15)Samir Amin. (16)a.g.m. (17)Aijaz Ahmad,a.g.m.,s.36. (18)Samir Amin,a.g.m. (19)Aijaz Ahmad,a.g.m.,s.33. (20)Asef Bayat,a.g.m.,s.50.
DİNİN DÖNÜŞÜ VE SOLUN DERT EDİNMESİ GEKEREN MESELELER Burhan SÖNMEZ
Sadece karşı olmak değil, anlamak için de bilmeliyiz İslamcılığın kaynaklarını. Leo Huberman’ın bir zamanlar elden ele dolaşan Sosyalizmin
Alfabesi adlı kitabı aklımda kaldığı kadarıyla şöyle başlıyordu: “Amerikalıların sosyalizm hakkında bildikleri tek şey, sosyalizme karşı olduklarıdır.” Bu cümleyi bugünlerin Türkiye’sine uyarlarsak, dinci gelişmeye karşı duyarlı olan kesimlerin İslam hakkında bildikleri şey, sadece ona karşı oldukları mıdır? Birçok akademisyen bile laiklik ve din meselelerini tartışırken, genel bir “din” ifadesinden yola çıkmakta ve İslam’ın kendi iç referanslarına başvuracak birikimden veya gayretten mahrum görünmektedir. Dinin ve muhafazakarlığın yükseldiği bir çağdayız. Türkiye’de ve bütün Ortadoğu çoğrafyasında dinsellik gelişirken, bunun etkisi, bir yansıma veya tepki olarak Batılı ülkelerde de hissedilmekte, böylece belki on yıllara yayılacak “din merkezli” bir sürecin önü açılmaktadır. Buna dair değerlendirmeler de farklılaşmaktadır. Bunlardan birisi, modernizmin, insanlığın manevi ihtiyaçlarını karşılayamadığı ve bireyleri ruhsal açlıkla baş başa bıraktığı yönündedir. Dinsel ilahiyat, insanların büyük kalabalıklar içindeki yalnızlığına bir merhem olabildiği için de kabul görmektedir.
İşin adını “şeriat” değil “İslamlaşma /veya dinselleşme” olarak koymak gerekir. Şeriat dediğimiz anda işin içine birçok yan tartışma girmekte ve mesele kavram tartışmasında boğulmaktadır. Şeriat, mutlak bir İslam iktidarı ve yaşam biçimi olarak anlaşıldığı için, birçok kişi ülkemizde böyle
114
Yeniden Devrim / 7
bir “tehlikenin” olmadığını söyleyebilmektedir. Çünkü, şeriat deyince Arabistan veya Taliban örnekleri, yani hırsızların elinin kesildiği bir sistem akla gelmektedir. Böyle bir ihtimal çok uzak görüldüğü için de, bugün günlük hayatımızda parça parça gelişen İslamileşme ve her şeyin dinsel normlara göre tanımlanması eğilimi bu kategoride değerlendirilmemektedir. Cumhuriyetçi bir profesör geçenlerde verdiği röportajda Osmanlı Devleti’nde bile şeriat olmadığını, çünkü tepede ruhani yöneticiler kastının bulunmadığını söylüyordu. Benzer bir düşünce biçimini kısa süre önce Murat Belge de ifade ederek, AKP’nin bu ülkeye dinci bir sistem getirmeyi amaçlamadığını, el kesme örneğini vererek bunu kimsenin arzulamadığını belirtiyordu. Ama diğer yandan toplumda dinin ağırlığının arttığını da herkes kabul ediyor. Öyleyse meseleyi daha sade tarif etmek gerekir. Toplumda ve siyasette dine olan eğilim artıyorsa, dinsel yaşama biçimleri yaygınlaşıyor ve kurumsallaşıyorsa, bunun İslamlaşma olduğu teslim edilmelidir. Dinselleşmenin toplumun dokusunu değiştirmeyeceği, bunun siyasetten kültüre her alana etki etmeyeceği düşünülemez. Önümüzdeki on yıl içinde ramazanda hiç kimsenin sokakta bir şey yiyemez hale geleceği, veya birkaç şehir merkezi dışında Anadolu’nun çoğu yerinde kadınların sokağa baş açık veya etekli çıkamayacağını hayal etmek mümkündür. Çünkü bunun işaretleri bugünden yaşanmaktadır. Öyleyse, günlük hayatta İslamlaşmanın artması, toplumun yavaş ama köklü değişiminin de işareti olarak görülmelidir.
İslamlaşma sıradan bireylerin tercihi olmakla sınırlı kalmıyor.
Türkiye’de herkesin kendi dinsel tercihini özgürce yaşaması önemlidir. Bu konuda esas olarak Sünniliğin hakları gündem olurken, Batılı ülkelerdeki (özellikle Britanya’daki) uygulamalar örnek veriliyor. Oysa Batılı ülkelerdeki çok kültürlülük anlayışı, yönetilebilir toplumsal gruplar yaratılmasına dayanaır. Böylece devlet, bir araya gelemeyecek farklı gruplaşmalardan oluşmuş, kolay idare edilebilir bir toplum oluşturmuş olur. Dincilik bu yüzden orada bizdekine benzer bir sorun teşkil etmez. Bizde yüzde sekseni Sünni olan bir ülkede İslami yaşam düzeneklerinin gelişip hakimiyet kazanması zorunlu olarak toplumsal bir geri dönüşüme ve kültürel tekelliğe doğru gitmektedir. Burada hükümetin veya dincilerin, kendileri gibi düşünmeyenlere olan kayıtsızlığını örneklerle açıklamaya gerek yok.
Dincilik tehlikesi yarının sorunu değildir, bugün yaşanmaktadır.
Dinci bir devletin yaratılması sanki bir gecede, bir tür darbeyle olacakmış gibi algılanıyor ve buna ihtimal yok, deniyor. Şeriat devrimi olma ihtimali yok, çünkü böyle bir şeye başta Fethullahçılar olmak üzere İslamcıların da ihtiyacı yok. Ağır ağır gelişen ve bütün topluma yayılan dinsel kavramlar ve normlar, hayatın bunların etrafında düşünülüp tasarlanması alışkanlığı
Dinin Geri Dönüşü
115
yaratıyor. Düşünme ve değerlendirme biçimlerindeki –din lehine- olan bu değişim, her bölgede farklı biçimlerde yaşanmakta ve her gün gelişim göstermektedir.
Din, kurumsallaşmadan önce dünyaya bakış biçimlerinde yer edinir ve bundan güç alır. Hukuksal yapının büyük ölçüde değişmemiş ve
dinci kurumsallaşmanın henüz bütün sistemi kendine göre dönüştürmemiş olması o kadar da önemli değildir. İnsanların dünyaya bakışlarında ve kavramlarında din esas ölçü haline geliyor ve her şey giderek daha çok biçimde dine göre tartışılıp değerlendiriliyorsa, toplumdaki dinselliğin sadece AKP’nin aldığı yüzde 47 ile sınırlı olmadığını, daha geniş bir etki alanı yarattığını görmek gerekir.
Her müslüman şeriata göre mi yaşamak ister? Böyle olduğunu iddia ediyor bugün İslamcı yazarlar, ve bunun devlet tarafından engellendiğini, dolayısıyla din özgürlüğünün ihlal edildiğini söylüyorlar. Gerçeğin açıkça çarpıtılmasıdır bu. Anadolu’da hiç azınmayacak bir “mütevazı (alçakgönüllü) İslam” alışkanlığı ve geleneği oturmuştur. Yani insanlar namazlarını kılar, oruçlarını tutar, kimseyi de zorlamaz veya karışmazlar. Yani din, bireysel bir yaşam biçimidir, topluma giydirilmeye çalışılan bir elbise değildir. Bugün gelişen siyasi İslam ise, dini, bir toplum sistemi olarak öngördüğü için, dinin bu yöndeki yorumunu temel alıyor. Bu yüzden, dincilerin İslam anlayışı ile sıradan dindar insanların İslam pratiği tümüyle farklıdır. İslamcılarla tartışmak İslam’ı aşağılayarak olmaz. Sıradan, alçakgönüllü bir müslüman hayatı süren insanlar bu ülkenin çoğunluğudur. İnandıkları Kuran ve Peygamber, iyiliğin ve dürüstlüğün rehberidir onlar için. Bunu bilir ve bununla yetinirler. Siyasal İslamcılarla tartışırken, onların on dört asırlık İslam geleneği içindeki en gerici ve tutucu yorumları sahiplendiklerini söylemek, buna karşı daha ileri ve akılcı yorumların mümkün olduğunu ifade etmek gerekir. Bugün dünya genelindeki bütün İslami hareketler Gazalici felsefe geleneğini referans alır. Tarihi açıdan baskın gelen budur. Ama İslam tarihi sadece bununla sınırlandırılamayacak kadar zengin tartışmaların ve akımların izleriyle doludur. İbni Sina, İbni Rüşd, Şeyh Bedreddin ve son asırda Sudanlı Şeyh Mahmut Taha, ilerici ve akla uygun din yorumlarının mümkün olduğunu gösterebilmiştir. İslam deyince, Muhammed’in küçük bir kızla evlendiğini ve benzeri şeyleri söylemekle yetinen “okumuş cahillerden” olmamalıyız. İslam ve din, bundan çok daha büyük ve karmaşık bir olgudur. İslam dini, bu toprakların parçasıdır. Türkiyeli solcular olarak İslam’a,
116
Yeniden Devrim / 7
neredeyse bir Batılı kadar yabancıyız. İslam’ı geçmişe ait bir olguymuş gibi düşündük, tarihte kalan bir şeymiş gibi. Bu düşüncenin temelindeki kategorilendirme, “geçmiş ve şimdi”ydi. (Batılılar açısındansa din konusunda tek bir algı vardır, “bugün”e ait dindir bu. Hıristiyanlığın eski sorunları ve kötü anıları, tarih içinde hallolduğu için, geçmişin parçası olmuştur. Onların İslam’a bakışı ise “biz ve onlar” diye bir sınıflandırmaya tabidir.) Bugün Türkiye’de aydınlar ve sol, İslam’ı “geçmiş ve şimdi” çerçevesinde düşünmekten çıktı, “biz ve onlar” eksenine geldi. Bir Batılıymış gibi. Oysa İslam bu toplumun ve bu toprakların dokusunda yer sahibidir. Bunu bilerek tartışmak ve öyle değer vermek gerekir. İslam’la beraber Doğu’yu da ihmal ettiğimizi, küçümsediğimizi görmemiz gerekir. Atatürkçü Batılılaşma zihniyetinin bir yansımasıdır bu. Solun modernlik ve Doğu-Batı anlayışı büyük ölçüde Atatürkçülüğün modernizm anlayışının devamı olmuştur. Cumhuriyet dönemi aydınlanması sayesinde belki Homeros’u öğrendik, ama Firdevsi’yi unuttuk, Yunanlı Aşil’in büyük kahraman olduğunu anladık, ama Zal oğlu Rüstem’i unuttuk. Aristo’yu Platon’u biliriz, ama İslamcıların da çarçur ettiği rasyonalist Doğu filozoflarını önemsemez olduk. Doğu’nun ve İslam’ın zengin kaynaklarına değer vermek, oraya dönmek değildir, oradan güç almaktır. Yunan felsefesi, modern Batı düşüncesi tarafından aşılmış görünse de, onun ilham kaynağı ve muhtaç olduğu köküdür. Şeyh Bedreddin’in adını biliriz Nazım’ın şiirinden dolayı, ama onun filozofluğunun eylemciliğinden önce geldiğini, Varidat adlı eserinin, İslam felsefe tarihi tartışmalarında önemli bir kaynak olduğu halde ihmal edildiğini bilmeyiz. Bu ihmali gidermesi gereken kimlerdir bugün, İslamcılar mı sadece?
Entellektüel merkez sağa kayıyor. Ülkemizde Cumhuriyetle birlikte, aydın demek solcu/ilerici anlamına geliyordu. Çünkü dinamik olan, soran, sorgulayan, tartışan ve geleceğe ışık tutan düşünce soldaydı. Bugünse, çıkan akademik yayınlara ve tartışmalara baktığımızda sağın ve özellikle dini kesimin ciddi bir birikim yarattığını ve daha emin adımlarla geliştiğini görmek mümkün. Dine değil, dinin gerici yorumlarına ve özellikle bir toplumsal sistem haline getirilmesine karşı çıkılmalıdır. Ateist olmak, dinle bu temelde tartışmak felsefenin işi olabilir, ve önemsiz değildir. Ama siyasi bir hareketin dayanak noktası bu değildir. Aydınlanma fikri, insanların dinsizleştirilmesini değil, toplumsal hayatın dinin boyunduruğundan kurtarılmasını temel almıştı. Bugün de böyle olmalıdır.
“Uygarlıklar Çatışması” tezi, iki gücün işine gelmektedir. Birincisi,
ABD’dir, çünkü bu söylemle, dünyayı “sömürü” “sınıf” gibi olguların dışında
Dinin Geri Dönüşü
117
tanımlayabilmekte, böylece, “Doğu-Batı” ya da “Batı ve İslam” karşıtlığı varmış gibi göstermektedir. Bütün bir Ortadoğu ve Avrasya siyasetinin fikri ve medyatik ekmeğini buradan çıkarmaktadır. Bu tezi benimseyen ikinci güç İslamcılıktır. Çünkü, dünyayı, İslamı merkeze alarak tasnif ve tarif ederseniz, bundan daha büyük bir ekmek kapısı bulunmaz. Bir yanda İslam, diğer yanda Batı var, diyen dinciler böylece olayların ve hayatın dine göre tanımlanmasını sağlamış oluyorlar.
“Kültürler arası diyalog” içi boş bir siyasi söylemdir. Bu kavramın ilk olumsuzluğu, kültürü sadece din olarak daraltmış olmasıdır. İkincisi, dinler arası diyaloğu hedefliyorsa bile, bunu, büyük siyasi güçlerin oynadığı zeminde yaparak hem onları meşrulaştırmakta, hem de kendi alanlarını genişletmektedirler. Bu söylemin ülkemizdeki esas sahibi olan Fethullahçı hareket, kültürler arası diyaloğu kendi topraklarında başlatmak istemez, böyle bir hedefi de yoktur. Mesela Alevilikle bu temelde bir ilişki içine girmez. Çünkü, onlar için İslam tektir ve bulunduğu ülkeyi kapsar. Bu zihniyetten yola çıkarak, kendilerini ülkenin tek ve gerçek temsilcisi gibi sunmaktan ve bu zeminde Batılı ülkelerde kendilerine muhatap aramaktan kaçınmazlar ve buna da “kültürler arası diyalog” derler. Dini referanslı hareketlere meydan okumasını bilmeyen sol, başarısız olur. AKP’sinden Fethullahçısına kadar bugün toplumu kuşatan anlayışlarla uyum temelinde bir siyaset güdülmesi anlamlı değildir. Böyle bir yanılgıya düşenler, demokratlıklarını kanıtladıklarını sanırken, kendilerinden daha büyük bir dalganın içinde sürüklenmektedir. Muhafazakarlığın her türüyle mücadele öncelikle fikri bir güce sahip olmalıdır. (Engels, komünizmin Alman felsefesinin sonucu olduğunu söylerken, fikri sürecin önemine işaret etmekteydi.)
Kansız din devrimi nasıl yapılır? Erbakan, hayatının kısa süren Başbakanlık baharında, havaya kapılarak, “Bu iş ya kanlı olacak, ya da tatlı” demişti de, koltuğundan oluvermişti. Kanlı olmasına kimse izin vermezdi. Peki, dincileşmenin tatlı yöntemi nasıl olabilir? diye kendimize sorarsak, nasıl bir cevap verebiliriz. On yıl önce, “Eğer Erbakan bu işi tatlı yapmak isterse şöyle bir yol izlemelidir” diye fikirler yürütülseydi, AKP’nin bugünkü pratiğinden daha başarılı bir yol bulunabilir miydi? (Bunları düşünmek, AKP’nin esas olarak Menderes geleneğinden güç alan ve o çizgiyi sahiplenen bir parti olduğu gerçeğiyle ters düşmez. DP geleneğine yaslanan AKP’nin tek damarı bu değildir ve o gelenği hiç değiştirmeden aynen sürdüreceği anlamına da gelmez. Nasıl ki Kemalist devlet, DP’nin elinde farklı bir yüze büründü ve yeni bir yoruma tabi tutulduysa, benzer bir şeyi AKP’nin de DP
118
Yeniden Devrim / 7
için yapmasının önünde siyasi bir engel yok, aksine imkanlar vardır.)
İslamcıların gündemine kapılarak, Cumhuriyet devriminin ilerici kazanımlarını küçümseme yarışına girilmemelidir. Bugün yozlaşmış
ve gericileşmiş olan devlet sisteminin alternatifi İslamcılar olamaz. Onların yapacakları şey, devletin tek kültürlü siyaset ve toplum anlayışını devralmak ve buna İslami bir renk katmaktır. Bugün solun hedefi, bunların iç yüzünü açığa çıkarmak olmalıdır. Ama İslamcılar çok hafif düşmanlar bulmuş, CHP’yle ve Hürriyet gibi gazetelerle dalga geçerek kendilerini meşrulaştırıyorlar. Bizim yerimiz, bu taraflardan biri olmadığı gibi, seyirci tribünü hiç değildir. Ama sol olarak, burada kaçak oynuyor, kendi duruşumuzu netleştirmiyor ve güçlendirmiyoruz. Gündemine göre davranıp, hangi taraf zayıf olursa o tarafa yükleniyoruz. Böyle olunca da, çoğunlukla başkalarının kavramlarıyla konuşuyor ve siyaset yaptığımızı sanıyoruz. Mesela İslamcıların uydurduğu ve liberallerin de sahiplendiği, “laik elitler”, “pozitivist Kemalistler” gibi bugünkü hengamede tam yerine oturmayan kavramlarla tartışma kolaycılığına kapılıyor, dolayısıyla başkalarının kulvarında kalıyoruz.
İslamcılık, Türkiye halkının değil, uluslararası güçlerin ihtiyacıdır.
Ortadoğu ve Asya’daki gücünü pekiştirmeye çalışan ABD’nin, aşırı İslamcılık karşısında o toplumlara önereceği şey, İsveç tipi bir demokrasi ve hayat tarzı olamayacağına göre, yine bir tür İslamcılık bulması gerekir. Ama bu konuda sunacağı örneğin hem müslüman, hem yumuşak hem de Batıcı olması en uygunudur. Ve Türkiye bunun için biçilmiş kaftandır, daha iyisi bulunamaz. Ilımlı İslam devleti hem Batı’yla yan yana duracak, hem de ABD’nin sağlayamadığı bir meşruiyet gücünü taşıyacağı için, emperyalizmin bölgedeki kolu olacaktır. Dünyadaki İslami yapıların önemli bir kesimi bizzat ABD ve İngiltere tarafından örgütlenmiş veya desteklenmiştir. Afganistan’daki Taliban’ın Amerikalılar tarafından eğitilmesi veya ilk başlarda Hamas’ın, Arafat’ın direnişini zayıflatmak için İsrail tarafından desteklenmesi bilinen örneklerdir. Aynı şey, Mısır’daki Müslüman Kardeşler için de geçerlidir. 1920’lerde İngilizler ve Kraliyet, gelişmekte olan demokratik ve laik hareketi zayıflatmak için Müslüman Kardeşler’e yardım etti. 1970’de Nasır öldükten sonra, Arabistan’daki Müslüman Kardeşler elemanlarının Mısır’a dönüşü bizzat CIA ve Enver Sedat tarafından örgütlenmişti. İslam Konferansı Örgütü de ABD’nin girişimiyle kurulmuş olup, 1955’teki Asya ve Afrika ülkeleri birliğini kırmak için devreye sokulmuştu. (Samir Amin, Aralık 2007’de yayınlanan yazısında biraz sert ve katı biçimde de olsa bu konuları anlatır. Monthly Review dergisi: “Emperyalizmin Hizmetindeki Politik İslam.”)
İslamcılık, yeni kentleşmenin “doğal” sonucu değildir. Uzun yıllardır kırdan kente yaşanan göçlerin sonunda, kentlerde yeni katmanlar oluştu. Dini orta sınıfların temsilcisi olan yeni sermaye güçleri de bu dönemde açığa çıkarak mevzi savaşına girdi. Çünkü onlarla aynı çizgide
Dinin Geri Dönüşü
119
düşünen geniş halk kesimleri vardı. Ama buradan yola çıkarak, İslamcılığın kendiliğinden gelişen masum bir hareket olduğunu söylemek gerçekçi değildir. Öyle olsaydı asıl dinciliğin 1970’li yıllarda, yani kente göçün en yoğun ve çarpık olarak yaşandığı dönemde yükselmesi gerekirdi. Ama onlar değil, devrimciler gelişmenin dinamiğiydi o dönem. Yani, toplumsal ihtiyacı görüp onu örgütleyenler başarılı oluyordu. Bugün de İslamcılar, böyle bir beceriyi gösterdikleri ve ’80 darbesinden beridir aldıkları desteği iyi değerlendirdikleri için sonuca ulaştılar. Yoksa, dincileşme toplumdaki dönüşümün doğal bir sonucu değil, onu o yönde örgütleyebilenlerin siyasetidir. Sol hareketlerin etkisizliği de, toplumdaki ihtiyacın başkaları (dincilik ve milliyetçilik) tarafından karşılanmasına imkan verdi.
Okullara türbanla girme tartışması doğal sınırına ulaşmıştır, sıra kamusal alandadır. Hala hukuki açıdan gerçekleşmemiş olsa da, okula tür-
banla girme meselesi artık siyaseten olgunlaşmış ve toplumsal örgütlemesini tamamlamıştır, diye hissediyor İslamcılar. İsteyen üniversiteye başörtüsünü takarak gidebilmelidir, ama meselenin esası bundan ötededir. Yıllardır bu konuda yaşanan tartışma kendini tamama erdirmiş, İslamcılar açısından bir sonraki evreye geçişi hazırlamıştır. Asıl kırılma noktası orada yaşanacaktır. Önümüzdeki birkaç yılın tartışması, üniversite öncesi (ilköğretim ve lisede) kıyafet özgürlüğü olmakla beraber, ana eksen, işyerlerinde (kamusal alanda) çalışanların türban takma talebi olacaktır. Ve bu sürecin ana söylemi, yıllardır gözlendiği gibi, “mazlum kadınlar” ve “doğal özgürlük hakları”na dayanacaktır. Solun içindeki ayrışmalar da daha net hale gelecektir. Özgürlük talebiyle elde edilen dini bir hak, aynı zamanda yükselmekte olan bir hareketin daha ileri aşamalara geçmesine imkan vermektedir. Türbanın kadınların özgürlüğü olup olmadığına dair bir tartışmanın İslamcı çevrelerde hemen hiç yaşanmamış olması aslında tuhaf değildir. O çevre için dinsel haklar, görevler ve sorumluluklar, tartışmanın temel kavramlarıdır. Yoksa kadınların bireyselliği, özgürleşmesi ve bağımsızlaşması, birkaç türbanlı yazarın dışında kimsenin gündemi olmamıştır. Modern Mahrem adlı önemli çalışmasında Nilüfer Göle de bu konuyu ifade etmektedir (s.150) Radikal İslamcılık, cins ilişkilerini sorgulamamakta, aksine pekiştirmektedir.
Kendi “mazlum”u olmayan hiçbir hareket başarıya ulaşamaz.
Geçmişte devrimciler için “mazlum”, yoksullardı, ezilen halktı. Aktivist olmayan solcular bile bunu hisseder, sömürüye duyduğu hınçla yaşarlardı. Bugün solun böyle bir referansı pratikte yok. Solculuk, çoğunlukla, bir söylem hareketine dönüştü ve esas rakibi diğer solcular oldu. Vicdanıyla yaşayıp, halkın bu damarını hissederek siyaset yapma refleksi azaldı. Milliyetçilik, bu söylemi, dış Türkler üzerinden kurardı. “Rusya’da ezilen soydaşlarımız” vb temalar, duygusal bağı güçlendiren unsurlardı. Böyle bir imkana en çok ülkemizin dincileri sahip bugün: “Türbanlı kız kardeşimiz” duyarlılığı bu
120
Yeniden Devrim / 7
hareketin en önemli ateşi olmuştur. Çünkü o kız, mağdurdur, başörtüsü nedeniyle okula alınmamıştır, kadındır, zayıftır ve mazlumdur, diye hissederler. En radikal militanından, sıradan müslümanlara kadar, geceleyin uyumak için gözlerini kapadığında, “türbanlı kızların acısını” yüreğinde hissetmeyen veya günde beş kez namaz sonundaki duasında onları da anmayan çok azdır. Bütün toplumsal tabanlarını ortak bir vicdan etrafında tutabilen güçlü bir kaynaktır “ezilen kız kardeşler.”
Siyasal İslam, kendisini meşrulaştırmak için dini kullanıyor.
Ekonomik konularda oldukça yumuşak yorumlanan dini kaynaklar, özellikle kadınlarla ilgili meselelerde hiç esnetilmiyor. Banka faizi, hisse senetleri, mortgage gibi konularda, parası olanın yararına yorumlar ağırlık kazanıyor. Ama diğer konulara gelince, sadece emir ve yasaklardan söz etmekle sınırlı kalıyor, başka bir şey diyemiyorlar. Dini yorumları tartışmayı bile günah sayıyorlar çoğunlukla.
Fethullahçılar kötülerin içinde en iyisi (ehveni şer) değildir.
Fethullahçıların, İslam’ı daha esnek yorumladıkları, demokrat oldukları gibi bir hava yayılıyor. Burada karıştırılan şey, onların siyaset yapmadaki esneklikleri ile dini yorumlamadaki tutuculuklarıdır, ki bunlar farklı şeylerdir. İzah etmek için bir örnek: Üniversitelerde türban yasaklanınca, Fethullah Gülen, taraftarlarına, başörtülerini çıkarmalarını ve okula öyle gitmelerini söyledi. Bunun dini yorumu olarak da, “başörtüsü takmayan dinen kafir olmaz.” dedi. Siyaseten zeki bir adım ve din yorumu. Ama aradan on yıl geçtikten ve İslamcılar önemli mevziler elde ettikten sonra şöyle dedi F. Gülen birkaç ay önce: “Başörtüsü Kuran’ın hükmü değil, diyen kişi iman dairesinde kalamaz” yani kafir olur. Bu iki farklı ifade arasında bir çelişki yoktur. Dindeki katılığını, koşullar uygun değilse siyasete esnek olarak yansıtıyor, yoksa dini yorumlama biçimi esnemiyor. Esasen, “Kuran başörtüsünü emretmiştir, bunu inkar eden dinden çıkmış olur.” diyor. Ve ekliyor, “Eğer koşullar uygun değilse, okula türbanınızı çıkararak giderseniz kafir olmazsınız.” Sol ve aydınlar, İslam felsefesi yorumlarına ilgi göstermediği için, Fethullahçı hareketin ne kadar katı ve tutucu bir din yorumuna sahip olduğunu es geçiyor, sadece onların “güne uygun” siyaset yapma tarzlarına bakarak, dinen esnek olduklarını sanıyor.
Demokratik laikliğe muhtacız. Türkiye’de devlet, dini sosyal bir aktör olarak kullanıyor. Laikliği yozlaştıran devlet, dini istediği gibi kullanma hakkını elinde tutmak istiyor, İslamcı kesimlerin bu konuda bağımsız bir inisiyatif kazanmasından hoşlanmıyor. Bu konudaki çıkarcı ve fırsatçı siyaset gütme anlayışı nedeniyle yanlışlar yapıyor ve İslamcıların işini kolaylaştırıyor. Sol, devletin sorumluluğunu açık hale getirmeden ve bu temelde demokratik bir laiklik anlayışını geliştirmeden, dincilikle de baş edemez ve akıntının içinde yok olup gider.
KÜRESELLEŞME VE İSLAMIN YÜKSELİŞİ Barış İNCE 1980’li yıllar sonrasında dünyayı etkisine alan küreselleşme sürecinin pek çok iktisadi ve siyasi sonucu olmuştur. Ancak özetlersek bugün ulus devletlerin aşındığı, büyük öğretilerin (ideolojilerin) dışlandığı, “tarihin sonu” sloganlarının entelektüel camiada çınladığı bir dünyadır yaşadığımız. “Dünya artık küresel bir köy” diyenler ve küresel köyün kalabalığında kaybolmamak için kendi değerlerine sarılanların çelişkisidir… Bir yanda küresel güçler kültür emperyalizmi ile dünyadaki kültürleri tek tipleştirirken öte yanda mikro kültürlerin kendisini global piyasaya satabilme savaşımı… Burjuvazi, tarih sahnesinde egemen bir rol oynamaya başladığı yıllarda Marx“dinsel tutkuların, şövalyece coşkunun, dar kafalı duygusallığın kutsal titreyişlerini, bencil hesapların buzlu sularında boğmuştu.' diyordu. 2000’lerde yine aynı bencil hesapların buzlu sularında yüzen insanoğlu boğulmamak için etnik, dinsel, kültürel kimlik kodlarına sarılıyor. Küreselleşme sürecinin üst yapıdaki felsefi doktrini post-modernizm, modernizmin sonunu ilan ederken ulus ve yurttaşlık gibi ortak bağlar yok oluyor. Kimlik siyasetinin indirgemeci ideolojilerin yerini aldığı dönemde, aydınlanma ürünü yaklaşımlar da kriz içerisinde. Pozitivizmin akla ve bilime verdiği kudret, yerini yeniden ruhani kudrete bırakıyor. Mistizm, piyasanın talep gören bir metası haline gelirken “küresel köyde” kimlik arayışına giren kitleler metafizik ama “onurlu” sembollerine tutunuyor. Neoliberalizmin yarattığı ekonomik eşitsizlikler, göç olgusu gibi pek çok etken Batı’da ırkçılığı ve dinsel tutuculuğu karşılıklı olarak besliyor. Küresel adaletsizlik mevcut düzende dini, yeniden üretiyor. Batı’daki yoğun göçmen nüfusu ve Ortadoğu’daki işgal politikalarında ezilen halk için İslam, “ezilen insanın içli ezgisini”oluşturuyor. Öte yandan liberal düzene ayak uyduran kimi İslamcı çevreler “İslami business” nimetlerinden yararlanırken, so-
122
Yeniden Devrim / 7
syal devletin tahrip edildiği konjonktürde dini hizmetler yeni rant kapıları oluşturuyor. Küreselleşme olgusu tüm bu getirdikleriyle birlikte geçmişten farklı bir şekilde de olsa İslam’ın geri dönüşünü haber veriyor. Yeni dünya düzeninde İslam dini, yepyeni bir sosyal, kültürel, siyasal aktör olarak karşımıza çıkıyor. Yeni retorikleri ve biçimi ile İslam’ın bu yükselişi hem dünya hem de Türkiye özelinde yepyeni bir analizin ihtiyacını ortaya koyuyor.
Neoliberalizm ve Küresel Eşitsizlikler
Küreselleşme olgusunun arkasındaki temel dinamik iktisadidir. Neoliberal politikalar küreselleşmenin ekonomik alt yapısını oluşturmaktadır. Neoliberalizmin sermayenin hızla dolaşması için tüm kısıtlayıcı, korumacı politikaları ortadan kaldırması, küreselleşmeyi de tetikleyen bir unsurdur. İtalyan okulu olarak bilinen yeni-Gramsci akımının önde gelen teorisyeni Robert Cox, ulus-devletin yeni rolünü “yeni liberalizm devleti dönüştürerek, dış ekonomik güçlerle, yerel ekonomi arasında bir tampon görevi görmekten çıkarıp, yerel ekonomiyi küresel ekonominin ihtiyaçlarına adapte etme aracı haline getiriyor” şeklinde açıklamaktadır. Tüm neo-liberallerin savundukları temel tez, devletin her türlü refah faaliyetinden elini çekmesiydi. Yeni düzende devletin müdahalesi yerine, - özel kişi ve kuruluşlarca sağlanması düşünülen- bağış ve isteğe bağlı yardım şekli devreye sokulmaktaydı. Sosyal devletin yarattığı boşluğu dolduran cemaat ağları, neo-liberal düzenin savunucuları tarafından olumlu karşılanıyor. Ünlü İslam araştırmacısı Gilles Kepel, Avrupa’daki neo-liberal dalganın İslami cemaatleri nasıl olumladığını şöyle anlatıyor: “Devlet için bu cemaatçilik bir sürü üstünlük sunar: Ekonomik maliyeti zayıflatır, çünkü yabancı kökenli toplulukların toplumsal sorunlarını kendi içlerinden çıkan mercilere bazı destekler karşısında devretmeyi sağlar. Devlet kaynaklarının azalmakta olduğu koşullarda bu taşeronluk olumlu karşılanır –özellikle de Bayan Thatcher ve halefi örneğinde olduğu gibi hükümet “daha az devlet”i göklere çıkaran bir liberalizmi kendine referans gösterdiği zaman...” Küreselleşme, Batı’da yoğun bir işsizlik ve gettolaşma sürecini beraberinde getirdi. Düşük ücretle çalışmayı kabul eden Müslüman göçmenlere karşı, azılı rekabet ortamında, geçmişteki pazarlık güçlerini kaybeden Batı’lı emekçiler ırkçılığa ve dinsel fanatizme yöneldi. İslam fobisi şeklinde de telafuz edilen süreç aşırı milliyetçi Avrupalı siyasetçiler tarafından kullanıldı. Örneğin 1980’li yılların sonunda Le Pen’in Ulusal Cephesi, işsizliğin ve güvensizliğin sorumluluğunu “göçmenlere” yıkıp, sözleriyle onları çocuklarıyla birlikte ulusal cemaatin dışına iterek politik ve medyatik alanı işgal etti. Küresel eşitsizlikler ve derin yoksulluk olgusu, dinsel fanatizmi ve şiddet olgusunu tırmandırıyor. Batı’yı mevcut koşulların sorumlusu olarak gören pek çok Müslüman, fundamentalist akımlara sempati duymaya başlıyor.
Küreselleşme ve Siyasal İslamın Yükselişi
123
Batı Modernleşmesinin Krizi ve Postmodernizm
1970’lerden itibaren modernleşmeye ve aydınlanma felsefesine yöneltilen eleştiriler, postmodernizmin yeni bir felsefi akım olarak entelektüel çevrelerde kök salmasına yol açtı. Siyasal alanda da modernizme dayalı ideolojilerin iflas ettiği tezi, yeni siyasal arayışların başlamasına neden oldu. Tüm postmodern toplumsal teorilerin ortak noktasını, modernitenin bütünleştirici toplumsal teorilerine karşı çıkış, dolayısıyla müdahaleci siyasetin reddi oluşturmaktadır. Küreselleşme çoğu zaman iktisadi ihtiyaçlarından ötürü ulus birliğini deforme ederken, post-modernizm de bunun ideolojik alt yapısını hazırladı. Artık siyasetin temel fay hattını aynılıkları değil farklılıkları öne çıkaran kimlik siyaseti oluşturuyordu. “Cemaatçi hareketlerin ortaya çıkışının öncelikle sorguladığı şey, aydınlanmadan beri Batı’da politikanın inşasının kalbi olan yurttaşlık kavramıydı.. Küreselleşme ile post-modernizm arasındaki ilişkinin karşılıklı olduğu görülmektedir. Bütüncül yaklaşım ve politikaları aşındıran ekonomik gelişmeler, sınırları olmayan dijitalleşmiş bir dünya, artan göç, cemaatleşme ve gettolaşmalar post-modern toplumsal yaklaşımları gündeme taşırken; postmodernite de bireyselliği, yerelliği ve evrenselliği kapsayan esnek yapısıyla küreselliğe imkân vermektedir. Batı’da özellikle de Fransa’da son yılların temel tartışma noktalarından birisi olan türban sorunu da bu yeni dönem post modern siyasetin doğal bir sonucudur. Gilles Kepel, “Başörtüsü üzerine çıkan tartışma komünizmin yok olmasıyla birlikte adım adım anlamını yitiren sol ile sağ arasındaki bölünmenin ötesinde, postmodern toplumların gelecekteki örgütlenme biçimleri için tarih saptıyordu”diyor. Aydınlanmanın ve modernleşmenin krizi sekülerizm, ulusal birlik, sınıfsallık gibi pek çok kavramın geçerliliğini sorgulatmaya başladı. Artık aynılık değil farklılık önemliydi. Çok kültürlülük, çok kimliklilik gibi kavramlar yeni dünyanın yeni sloganları haline geldi. Ulus örtüsünün kalkmasıyla birlikte mikro milliyetçilikler, cemaat ilişkileri, etnik komüniteler öne çıktı. İnsanlar küreselleşen ve iletişimin akıl almaz boyutlara ulaştığı dünyada boğulmamak için adeta kendi kimliklerine sarılır hale geldi.
Dünyada İslam’ın Yükselişi
Küreselleşmenin ekonomik ve siyasal iz düşümlerinin dinsel kimliklerin ve köktendinci akımların önünü açtığından bahsettik. Elbette ki Budizm, Konfüçyüsçülük, Hinduizm gibi pek çok inanç da küreselleşme sürecinde kendisine yer buldu. Müslümanların küresel kapitalizmin ötekileri haline gelmesi ve 11 Eylül’de dünya gündemine oturan terör sorunu İslam’ı tartışmaların odağına oturttu. Pek çok uzmana göre dünyada İslam’ın gösterdiği yükseliş, daha önceki dönemlerden farklılık gösteriyor. Ulus devletlerdeki iktidarları hedefleyen devrimci örgütlerin yerini post-modern tarzda örgütlenen küresel İslamcı
124
Yeniden Devrim / 7
örgütler ve kimlik arayışı içindeki cemaat mensubu genç Müslümanlar alıyor. Küreselleşme, İslami kesimlerin davranış kalıplarını da etkileyerek yeni liberal düzene uygun bir prototip ortaya çıkarıyor. Oliver Roy, “Küreselleşme, bireyselleşme ve Batılılaşma olguları, halk İslam’ı denen biçimleri de etkilenmektedir. Dinsel yeni formülasyon, ümmetin ve şeriatın savunulması yerine, etiğe davet ve selamete hatta mutluluğa atıfta bulunma sicilinde iş görmektedir” diyor. Kimi radikal İslamcı örgütlerin örgütlenme biçimleri de küreselleşme çağına uygun. “İslamcı militanlar ulus ötesidirler. Doğdukları ülkede yaşamıyorlar. Bazen batı milliyetindeler. Tıpkı önceki bölümlerde post-modern siyasetin temel argümanlarında bahsettiğimiz gibi, yeni İslamcıların yeni muhafazakarlığı, kimlik konusunu başa koyuyor. Öte yandan neo-liberal düzenle eklemlenmiş bir İslamcılık yeni bir sentez yaratıyor.
Göç ve Entegrasyon Sorunu
Batı’da İslam’ın yükselişinin temel nedenlerinden bir tanesi, geçmişteki refah dönemindeki iş gücü eksikliğinde Batı’ya göçen Müslüman nüfusun şu anki konumudur. Sınıfsal çelişkiler, ekonomik eşitsizlik ve kültürel çatışmalar, göçmenlerin yeni kuşak torunlarında bir öfke ve kimlik arayışı süreci başlattı. Artık Avrupa’da da azgın bir rekabet ortamı vardı ve göçmen çocukları, Batılı genç işsizler için potansiyel rakipti. Öte yandan kapitalizm içi modernizmin sonuç vermeyen entegrasyon deneyleri, Müslüman gençlerin Avrupa değerlerine inancını giderek sarsıyordu. Sınıfsal örgütlenmelerin yaşadığı kriz, banliyölerdeki gençlerin Müslüman kimliklerini öne çıkarmalarına katkı sunuyordu. Kepel bu konuda şöyle yazıyor: “Fransa’daki kimlik krizi ile toplumla bütünleşme ve iş bulma krizleri, bazı genç ikinci kuşak kuzey Afrikalılar arasında yeniden İslamileştirme hareketlerinin gelişimine uygun koşullar yaratacak şekilde iç içeydi. Bu hareketler militan stratejilerini şu iki ana eksen etrafında geliştirdiler: Fransız kimliği krizinin karşısına İslami bir cemaat kimliği ile çıktılar. Diğer yandan bu hareketler, banliyönün toplumsal sorunları karşısında, cemaat temelinde kendi kendini yöneten dayanışma ağlarını yeniden oluşturmayı denerler. Bu ağlar; Kilise, sendikalar, işçi partileri veya belediyelerin desteklediği yok olmuş veya kötü durumda olan eski dernek yapılanmalarının yerini alır.” Müslüman göçmenlerin, küresel ekonomi pastasından aldıkları pay düştükçe ortaya çıkan cemaat ağları, yeni bir sosyal ağı (network) sembolize ediyordu. Kentlere yeni göçenler, diğer gruplardan daha iyi bir biçimde dini grupların sağladığı, duygusal sosyal ve maddi desteğe ve gereksinim duyarlar. Kimlikler dünyasının genç Müslümanları, kendilerini dinsel sembollerle ifade etme ye çalışıyor. Bunun da belli nedenleri vardır. İnsanlar kırsal kesimlerden kentlere göç etmişler, köklerinden kopmuşlar, yeni işler ve yeni meslekler edinmişlerdir. Bu kişiler çok sayıda yabancıyla ilişki içine girmek
Küreselleşme ve Siyasal İslamın Yükselişi
125
durumunda kalmışlar ve yeni ilişkiler sistemi içinde kendilerini bulmuşlardır. Bu kişilerin yeni kimlik kaynaklarına, yeni istikrarlı topluluk biçimlerine ve kendilerine amaç ve anlam bulmada yardımcı olacak yeni ahlaki ilkelere gereksinimleri vardır. Almanya ve Fransa’da da ikinci kuşak göçmenler, kendilerini iki farklı kültür arasında sıkışmış hissetmektedirler. Anne-babalarının değerleri ile batı değerleri arasında kimlik krizine girmektedirler. Bir kısmı batı değerlerini benimseyerek iyi bir asimilasyon örneği göstermekte, bir kısmı Müslüman kimliğinden ve kültürel değerlerinden ödün vermeden başarılı bir orta yol bulmakta - ki bu gruba genellikle “ılımlı Müslümanlar” denilmekte - en sorunlu olan grup ise İslam’a radikal bir şekilde sarılarak kendilerine bu şekilde bir kimlik bulmuş olmaktadır. Göçmen gençler arasında İslamcı muhafazakarlığın artmasındaki nedenlerden birisi de göçmenlerin anavatanında İslami akımların yükselişte olmasıdır. Örneğin Cezayir asıllı Fransızlar için bu örnek geçerlidir. Kepel bu konuda, “Cezayir kökenli insanları özellikle ilgilendiren İslami Selamet Cephesi’nin (FIS) güçlü yükselişi, bu insanların geldikleri ülkeyi algılayışlarını önemli ölçüde değiştirdi. Aynı şekilde Cezayir’e ve bu ülkedeki Fransız varlığından kaynaklanan bağımsızlığın ötesinde de aktarılan değerlere referansını da etkiledi” diyor. Aynı şekilde radikal İslam’ın yükseldiği pek çok ülkenin 3. kuşak torunları, batı için bir tehdit algısı yaratıyor. İslam fobisi ve terör korkusu bu koşullardan da besleniyor.
Bireyci ve Liberal İslam
Aslında yeni çağın yeni İslamcıları, en radikalleri dahi, küreselleşmenin post-modern ve neoliberal ideolojisiyle yoğrulmuş durumda. Terörizmle suçlanan şebekelere karışan İslamcı militanların Batılılaşma ve küreselleşmenin kusursuz ürünleri olduklarından bahsetmiştik. Bireycilik de bu yeni prototipin özelliklerinden biridir. “Çağdaş İslami yeniden canlanma, bütün biçimlerinde, hem aktör hem de amaç olarak bireyi öne çıkarır. Cemaatin yeniden inşasının gerekliliğinde ısrar edenler bile bunu kökenlerinden az çok kopmuş bireyden yola çıkarak yapmaktadırlar.”Oliver Roy, radikal İslamcı feda eylemcilerini dahi bu kategoride değerlendiriyor: “El Kaide’ye bağlı intihar eylemleri, bireyin grup yararına silinmesini göstermediği gibi, bilakis selamet arayışına aşırı değer yüklendiğinin ve bazı tecrit edilmiş bireylerin tarih yazdıkları bir evren düzenleme biçiminin ifadesidirler.” Sadece siyasal anlamda değil, ekonomik liberalleşmeyle de İslami birleştirme çabaları vardır. Ekonomik liberalleşmeden yararlanan çok sayıda İslamcı işadamı, İslami business piyasasında oynamışlardır. Güncel İslami aktörler, para namusuyla kazanıldığında ve sadakalarla zekatlar verildiğinde şahsi zenginleşmenin olumlu algılandığı liberalizmden ve devlet aleyhtarlığından dem vurmaktadır. İslamcılar arasında cemaat ilişkilerinin giderek güçlenerek belli bir iktisadi
126
Yeniden Devrim / 7
fenomen haline geldiğinden bahsetmek mümkündür. Bu olgu, İslam’ın piyasa mekanizması içerisine girmesini ve batılıların kullandığı anlamda “ılımlı” bir hale gelmesini tetikler. Nitekim Türkiye örneğinde de tartışacağımız gibi “Amerikalı üniversite öğretim üyeleri, sivil toplumun cisimleşmesi ve piyasa ekonomisinin ideal savunucuları olarak gördükleri ılımlı İslamcıları yücelten çok sayıda kitap çıkarmışlardır. Aynı sempatiyi paylaşan gazeteciler, okurlarını Cezayir ve Mısır’daki İslamcıların zaferine hazırlamışlardır.”
Yoksullaşma, Cemaatçilik ve İslam
İslami sermaye liberalizmin nimetlerinden yararlanarak bu şekilde palazlanırken öte yandan yoksullar da yeni liberalizme tepkilerini İslam’a kanalize ediyordu. 1990’larda Refah Partisi’nin “adil düzen” sloganı, hem yeni İslami sermayeyi hem de yoksul varoş halkını cezp ediyordu. Haldun Gülalp bu paradoksla ilgili, “Siyasal İslam’ın popülist söylemi, küreselleşme ve neoliberalizmden kazançlı çıkanlarla kaybedenleri ortak bir kimlik siyaseti etrafında birleştirebilmiştir” diyor. 1980 sonrasında kentleşme ile birlikte gecekondu mahallelerindeki yeni göçmenler, çıkarlarını koruyacak bir güvenlik duygusu sağlayacak sendika desteğinden yoksun işçiler oldular. Bu durum yeni gelenleri hemşehrilik ve dinsel motivasyonlu yardım derneklerinin etrafında oluşmuş geleneksel ağlara dayanmaya götürdü.Bu ağlar neoliberalizmle İslam’ın yol arkadaşlığını sembolize ediyordu. Bir taraftan sosyal devlet çökertilirken, öte yandan cemaat ağları ile muhafazakarlık artıyor. Prof Dr. Ayşe Buğra konuyu şöyle açıklıyor: “Şimdi burada neo-liberalizm dediğimiz şeyle muhafazakârlık çok güzel uyuşuyor. Sadece Türkiye'de değil bütün dünyada, muhafazakâr liberallerin benimsediği görüş, ekonomiyi piyasaya bırakmak, sosyal risk durumlarında kendini koruyamayan bireylerin sorunlarını da aileye, dini kurumlara, hayırseverlik, yardımseverlik duygularına havale etmek yönündedir.” Gerçekten de halihazırda çarpık olan sosyal devletin tamamen lağvedilme sürecinde cemaat ağları ve sadaka dernekleri önemli rol oynuyor. Bu yapılar hem olası bir sosyal patlamayı sübvanse ederken hem de dinsel bazı söylemleri yayarak toplumun muhafazakarlaşmasına yardımcı oluyor. Yurttaşlık bağlarını güçlendiren ortak hizmet alma-verme kültürünün yerini herkesin kendi cemaatinin okuluna, hastanesine gittiği bir parçalı yapı alıyor. Prof. Dr Hayri Kozanoğlu bu konuyla ilgili şunları söylüyor: “Muhafazakar kültür biraz minnettarlık hisleri, biraz aidiyet arayışı içerisinde iyice kökleşiyor. Ramazan ayı boyunca Türkiye'de 1 ay da olsa açlık sorununun ortadan kalkması, her insanın kursağından sıcak bir lokma geçmesini insani duygularla anlamlı bulmamak imkansız. Ama bunun da bir dini referansa dayanması, mideye giden yolun dini bir ritüel ve zamanlamadan geçmesi düşündürücü. İftar çadırları aynı zamanda şirketlerin, şahısların, iş adamları derneklerinin hem imanlarının, hem de mali güçlerinin promosyonu açısından da bir fırsat oluşturuyor. Büyük şehre okumaya gelen, devle-
Küreselleşme ve Siyasal İslamın Yükselişi
127
tin iyice budanan yurt ve burs olanaklarıyla kendi ayakları üzerinde durması mümkün olmayan bir gencin yurt, burs olanaklarından yararlanabilmesinin yolu dini aidiyetlerden geçiyor.” Gerçekten de Türkiye 1980’lerden sonra hızla sosyal devletin tasfiyesine sahne oldu. Devlet kamu ve özel sektördeki toplu çalışma koşulları üzerinde etkili olan bir işveren olmaktan çıkmakta ve bireysel çalışma ilişkilerinde de düzenleyince rolünden çekilmektedir. Taşeronlaşma artarken özelleştirmeler sonrasında işten çıkartılanların sayısı her geçen gün artmaktadır. Son zamanlarda çokça tartışılan SSGSS yasası da sosyal devletin geldiği durumu göstermesi açısından önemli bir veridir. Bu durum yoksulları cemaat ağlarının, sadaka düzeninin ve biat kültürünün kucağına itmektedir.
Küreselleşme ve Ilımlı İslam Tezi
Türkiye ile ilgili bir iddiaya göre ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde bölgedeki çıkarlarını gerçekleştirebilmesi, radikal İslamcı hareketlerin “direnişçi ruhu” ile değil; serbest ticaretten yana, Ortadoğu'da diğer İslam ülkelerine model olabilecek bir İslam ülkesi önderliğinde mümkün. Türkiye iktisadi ve jeopolitik açıdan bu önderliğe aday olsa da İslami motiflerin devlet kademesinde yeteri kadar belirgin olmaması durumu değiştiriyor. Samuel Huntington'ın Medeniyetler Çatışması tezine karşılık yıkıcı olmayan, ehlileşmiş bir ılımlı İslam devleti, tam da ABD ve AB'nin Türkiye'ye biçtiği role tekabül ediyor. Nitekim çeşitli konferanslarda ısrarla İslami Türkiye'nin AB'ye girmesinin medeniyetler ittifakına nasıl yarayacağından bahsediliyordu. Faik Bulut'un da kitabında hatırlattığı gibi, Mısır ve ABD'de gerçekleştirilen Fethullah Gülen destekli toplantılar kamuoyunda geniş yer bulmuş, Zaman Gazetesi "AB üyesi Türkiye, İslam Dünyasına Model Olabilir" başlığını atmıştı. İslam'la liberalizmi buluşturma, Türkiye'deki ana akım medyadaki yazarlarda da göze çarpıyor. Son seçimin sonuçları açıklandıktan beş gün sonra Taha Akyol köşesinde heyecanla şunları yazıyordu: “Sorman ve Zakaria gibi liberaller, en çok Türkiye'yi örnek göstererek 'piyasa' ve 'girişim' faktörlerinin İslam toplumlarını dönüştüreceğini, din olarak İslam'ın da bunu teşvik ettiğini yazıyorlar. Çağımızda çağdaşlaşmanın yolu, piyasa ekonomisi ve demokrasidir. Türkiye'nin ekonomi ve demokrasi performansına ve bunda muhafazakâr ve liberal siyasetlerin rolüne bakıyorlar, Malezya'ya bakıyorlar, petrol servetinden ayrı muazzam bir girişim dinamizmi gösteren Dubai'ye bakıyorlar... Türkiye bu yolla büyük bir Rönesans sürecini yaşıyor ve örnek oluyor. Ülkemi alkışlıyorum.”
İslam ve İktidar: AKP
Taha Akyol’un alkışladığı AKP iktidarı döneminde İslam’ın da Türkiye’de yeni bir seyir aldığını görüyoruz. İslami sermayenin devlet katından gördüğü destek, devlet katındaki kadrolaşma, İslamcılığın yeni bir gelir ve zenginleşme kapısı olarak görülmesine de yol açtı. Prof. Dr. Aziz Konukman’a göre AKP iktidarı döneminde cemaatlere de çeşitli meblalarda
128
Yeniden Devrim / 7
kaynak aktarıldı: “Diğer bir konu da, AKP'nin destek aldığı cemaat ilişkilerini ayakta tutan sermayeye kaynak transferi. Bu ise yerel yönetimler üzerinden gerçekleşir. Merkezi bütçeden kaynak tahsisi daha çok büyüklere yönelik, yerel bütçe üzerinden küçük sermayeye kaynak transferi ve bunun neler olduğunun kaydı yok. Bilinenler, yapılan çeşidi yardımlardan ibaret bunun dışında kaynak nasıl aktarıyor, bunlar daha çok AKP'ye destek veren halk yığınları ile ilgili.” AKP İslami kesime dönük kendi öz medyası dışında, Çalık grubunun ATVSabah çıkartmasıyla şehirli orta sınıfları-merkezi eğilimleri de etki altına almaya dönük bir hamle yaptı. Bu da ana akım medyada bugüne kadar etkin olmuş sermaye çevreleri tarafından hoş karşılanmadı. Yeniden tırmanan laik-anti laik gerilimi aslında ekonomik çıkarların bir gölge oyununu andırıyor. Asker bürokrasinin yaptığı hamlelerin başarısızlığı AKP’yi daha da güçlendirirken, geniş halk yığınları arasında muhafazakar ideolojinin giderek meşrulaşmasına ve yaşam tarzlarına yansımasına neden oluyor. Kimlik arayışında İslami kimlik artık sadece mağdur ve gururlu bir kimlik değil, zenginliğin ve refahın da sembolü haline gelmiş durumda. İslami çevreler ekonomideki “fırsat” kavramına bağlanmış, tüketime de iyice alışmış gözüküyor. Caprice Hotel gibi deneyimler, batılı yaşam kültürünün sadece dış görünüşünün değişmesiyle lüks bir İslami yaşamın mümkünlüğünü gösteriyor. İslami kökenli bir iktidar partisinin liberalizmin yılmaz bir savunucusu olması, İslamcı gençlerin iş dünyasına umutla bakmalarına da yol açıyor.
Gericilikle Mücadele İçin…
Küreselleşmenin yıktığı yurttaşlık bağlarının yerini cemaat ağları doldurmuş gözüküyor. Büyük öğretilerin yok sayıldığı, ideolojilerin sonun geldiği dünyada cemaat arayışının son serüveni de “bu küresel ideolojisizleşme ve yeniden kimlik inşası bağlamında, dinsel bir gramer uyarınca gelişiyor” Neoliberalizmin yarattığı küresel eşitsizlikler genç Müslümanları “onurlu İslam kimliği’ne” yönlendirirken, pek çokları da İslami business ile bol sıfırlı meblalar kazanıyor. Türkiye’de de hem neoliberalizmden yararlananlar hem de zarar görenler aynı saflarda İslam şemsiyesi altında yol yürüyor. Turgut Özal’ın sıkça, İslam’ın bir zenginlik dini olduğunu, İslam’ın mülkiyeti ve zenginliği artırmayı Müslümanlara farz kıldığını, İslamın zengin-fakir ayrımını onayladığını, vb. söylediğini hatırlarız. Şimdilerde de zenginlik dininin nimetlerinden faydalanan kesimler küreselleşme sürecinden duacı olsalar gerek. Aslında bu araştırmada gördüğümüz üzere siyasal olguları yine siyasetle açıklamakta yarar vardır. Yani İslam olsun ya da başka bir din olsun, bulunduğu dönemin siyasal, iktisadi, kültürel yaşamına adapte olduğu görülebilir. Bir dini, köktenci, fundemantalist, liberal, demokrat, sol eğilimli
Küreselleşme ve Siyasal İslamın Yükselişi
129
vs… kılıflara sokmak zorlama olacaktır. İslam dini de diğer dinler gibi postmodernizmin, neoliberalizmin doğasına uygun bir hale kolayca gelebiliyor. Tıpkı totaliter rejimlerin kabının şeklini alabildiği gibi… Türkiye’de neoliberalizmi, küreselleşme sürecini, yaşanan yoksullaşmayı, cemaat ağlarını anlamadan din olgusunu açıklamaya çalışmak liberal ya da İslamcı savrulmaların önünü açıyor. Solda siyasal İslam içerisindeki özgürleştirici ve demokratik yönleri bulma çabası, yeni döneme özgü ve solun dibe vurmasıyla paralel bir süreçtir. Kendi dışındaki güçlere bel bağlama anlayışının sonu yoktur. Türkiye solu gerici fikirlerin kök saldığı postmodern ideolojili küresel kapitalizme karşı koymadan kendi sonunu hazırlayacaktır. Yoksulların kalbini yeniden fethedecek bütünlüklü bir kurtuluş umududur ihtiyacımız olan. “Yeni bir yol bulmak gerek” demiştik vakti zamanında… O yolun “devrimin yolu” olduğu bir kez daha ortaya çıkmadı mı? Kaynakça: Gilles Kepel, Cihat: İslamcılığın Yükselişi ve Gerilemesi, Çev. Haldun Bayrı, Doğan Kitapçılık, Eylül 2001 Gilles Kepel, Allah’ın Batısında, Çev. Işık Ergüden, Metis Yayınları, Ağustos 1995 Karl Marx & Freidrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev. Muzaffer Erdost, Sol Yayınları, Eylül 1998 Karl Marx, Hegel'in Hukuk Felsefesi'nin Eleştirisi, Ankara 1997, Sol Yayınları Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, Ekim 2005 Samuel P. Huntington, Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması, Okuyan Us Yayın, 5. Baskı Aralık 2006 İstanbul Meryem Koray, Sosyal Politika, İmge Kitabevi Yayınları, 2. Baskı Kasım 2005 Bernard Lewis, İslam’ın Krizi, Çev: Abdullah Yılmaz, Literatür Yayınları, 2. Basım Ağustos 2003 Haldun Gülalp, Kimlikler Siyaseti: Türkiye’de Siyasal İslam’ın Temelleri, Metis Yayınları, Şubat 2003 Ali Yaşar Sarıbay& Fuat Keyman, Global Yerel Eksende Türkiye, Alfa Yayınları, İstanbul 2000 Oliver Roy, Küreselleşen İslam, Metis Yayınları, Ekim 2003 Hakan Yavuz, Modernleşen Müslümanlar: Nurcular, Nakşiler, Milli Görüş ve AK Parti, Kitap Yayınev Faik Bulut, Batı ve Laiklik, Cumhuriyet Kitapları, Aralık 2007 Oral Çalışlar & Tolga Çelik, İslamcılığın Üç Kolu, Güncel Yayıncılık, Ekim 2006 Mücahit Bilici, “İslam’ın Bronzlaşan Yüzü”, İslam’ın Kamusal Yüzleri, Nilüfer Göle, 2. Basım Ekim 2000 Ruşen Çakır, Ayet ve Slogan: Türkiye’de İslami Oluşumlar, Metis Yayınları, 9. Basım Eylül 2002 Küreselleşme ve Siyasal İslam Yazı Dizisi, Barış İnce & Önder İşleyen, Birgün Gazetesi'nde yayınlanan yazı dizisi kapsamında, Türkel Minibaş, Ayşe Buğra, Hayri Kozanoğlu, Aziz Konukman'ın söyleşilerine yapılan atıflar.
HAMLE, SALDIRI VE ISKA! Terry Eagleton *Richard Dawkins, Tanrı Aldatmacası (The God Delusion) Biyoloji hakkında bütün bildiklerini İngiltere’nin Kuşları kitabından öğrenmiş olan birinin bu konu hakkında atıp tuttuğunu düşünün; bu düşünce Richard Dawkins’in tanrıbilim konusunda yazdıklarının nasıl bir izlenim bıraktığına ilişkin size kabaca bir fikir verecektir. Bertrand Russel’dan sonra profesyonel ateist konumuna en çok yaklaşan kişi olan Dawkins gibi kartvizit taşıyan rasyonalistler, bir açıdan kınadıkları kavramı anlamak için gereken donanıma en az sahip olan gruptur, çünkü anlaşılması gereken veya en azından anlamaya değecek herhangi bir şey olduğuna inanmazlar. Bu kişilerin sürekli olarak dini inanca ilişkin, ilk yılındaki bir tanrıbilim öğrencisinin bile irkilmesine yol açacak kaba karikatürlerle karşımıza çıkmasının ardında yatan sebep budur. Dine karşı nefretleri ne kadar büyükse, eleştirilerinin ardındaki bilgi yetersizliği o kadar yoğun bir şekilde ortaya çıkar. Onlardan fenomenoloji veya Güney Afrika’nın jeopolitik durumu konusunda fikir belirtmelerini isteyecek olursanız, karşılaştıkları soru hakkında ellerinden geldiğince dikkatli bir araştırma yapacaklardır. Ancak iş tanrıbilime geldiğinde, alışılageldik karikatürlerden herhangi biri bu konudaki soruyu atlatmalarına yetecektir. Tanrıbilim günümüzde bilimlerin kraliçesi konumundadır; ama bu kraliçe ortaçağdaki en parlak dönemindeki anlamıyla değil, kelimenin görkemini kaybetmiş anlamıyla öne çıkmaktadır. Dawkins’in Tanrı’ya ilişkin söylemleri, Cambridge’in birkaç yıl önce Derrida’ya fahri paye verilmesine karşı çıkmak için coşkuyla Senato Binası’nı dolduran sağcı öğretim üyelerini hatırlatıyor. Bu kişilerin arasından Derrida’nın eserlerinden birkaç sayfa okumuş olan birkaç kişi çıkabilir ki, bu bile aşırı iyimser bir yargı olur. Yine de bu kişiler Hume’un İnsanın Doğası Üzerine bir İnceleme’sini (Treatise on Human Nature) okumamış olan bir öğrencinin verdiği ödev karşısında dehşete düşmekten geri kal-
132
Yeniden Devrim / 7
maz. Başka konular hakkında çok titiz olan zihinlerin, en büyük önyargıya karşı bile direnç göstermediği konular her zaman var olacaktır. Akademik psikologların birçoğu için bu Jacques Lacan’dır; Oxbridge filozofları için bu Heidegger’dir; Sovyet bloğunun eski vatandaşları için bu Marx’ın eserleridir; militan rasyonalistler için ise bu, dindir. Acaba Dawkins’in Aquinas ile Duns Scotus arasındaki epistemolojik farklılıklar konusundaki fikri nedir? Eriugena’nın nesnellik, Rahner’in fazilet veya Moltmann’ın umut konusunda yazdıklarını okumuş mudur? Hatta bunlardan haberdar mıdır? Ya da kendini beğenmiş, genç bir avukat gibi, davanın karşı tarafını bu en zor dava hakkında herhangi bir bilgisi olmadan alt edebileceğini mi zannediyor? Görüşüne göre, bazı tanrıbilimciler Dawkins’e kendi yarattığı saman adamları vurup devirmekten başka bir şey yapmadığını söylemişler – ki kendisi bu suçlamayı bu kitapta reddediyor. Ama Tanrı Aldatmacası’ndan yola çıkarak varılabilecek bir yargı varsa, o da tanrıbilimcilerin bu söylemlerinde kesinlikle haklı olduğudur. Tanrıbilim söz konusu ise, Dawkins’in Ian Paisley ve Amerikalı TV evangelistleri ile çok fazla ortak noktası var. İki taraf da dinin ne olduğu konusunda bir şekilde anlaşıyor; aradaki tek fark, Dawkins bunu reddederken, Oral Roberts ve riyakâr kabilesi bunun sayesinde gittikçe semiriyor. Onların devesinden bir pire bizim için yeterli olacaktır. Dawkins’e göre, bütün inançlar kör inançtır ve Hıristiyan ve Müslüman çocuklar sorgusuz sualsiz inanacak şekilde yetiştirilmektedir. İlkokulda benimle uğraşan aptal rahipler bile böyle düşünmüyordu. Temel Hıristiyanlık için, mantık, tartışma ve dürüst şüphe inanç içerisinde her zaman içkin bir rol oynamıştır. (Söylemlerinin bir noktasında hepimizi her şeyi sorgulamaya davet ettiğine göre, Dawkins’in bilim, nesnellik, liberalizm ve benzeri konulardaki kendi eleştirisi nerede?) Mantığın inananlara tamamen uyan bir kavram olduğunu söylemek, tabii ki, mümkün değildir; ama aynı şeyi dindar olmayan en hassas ve medeni kişiler için de söylemek mümkün değildir. Richard Dawkins bile yaşamını mantıktan çok inanç üzerine kuruyor. Hepimizin hayatında, çürütülemez bir mantıksal temellendirmeye dayanmayan birçok inanç var ama biz bu inançlar üzerinde düşünmeyi yine de mantıklı buluyoruz. Yalnızca pozitivistler ‘mantıklı’ sıfatının, ‘bilimsel’ ile eş anlamlı olduğunu düşünüyor. Dawkins, bilim ve dinin, dini mantıksal sorgulamadan mahrum bırakacak bir rekabet içerisinde olmadığı gerçeğini reddediyor. Oysa bu büyük bir hata: bilim ve dinin dünyaya farklı sorular yönelttiğini iddia etmek, İsa’nın kemiklerinin Filistin’de bulunması halinde Papa’nın işsizlik tazminatı kuyruğuna koşması gerektiğini iddia etmekle aynı anlama gelmiyor. Buradaki iddianın özü şudur: inanç, aynı sevgi gibi, gerçeklere dayanan bilgiler içermelidir ama bu bilgilere indirgenemez. Benim iddiama göre, birini sevmek için tutarlı olmam, bu sevgiyi o kişinin hangi niteliğinin
Hamle, Saldırı, Iska!
133
temellendirdiğini açıklayabilmem gerekir; ama bankamın müdürü kendisi o kişiye âşık olmasa bile, benim onunla ilgili yaptığım saf betimlemeyi anlayabilir. Dawkins’in görüşüne göre, Tanrı’nın varlığı veya yokluğu mantıksal kanıtlama yolu açık olan bilimsel bir varsayımdır. Hıristiyanlık, Tanrı’nın var olduğuna dair bir iddianın mantıklı olmadı gerektiğini ama bunun inançla asla aynı kavramı karşılamadığını öğretir. Dawkins ne düşünürse düşünsün, Tanrı’ya inanmak, uzaylıların veya diş perisinin var olduğu yargısına varmakla aynı şey değildir. Tanrı, varlığına ilişkin olarak bütün kanıtlara sahip olmadığımız sürece agnostik kalabileceğimiz göksel bir süper nesne veya ilahi bir UFO değildir. Tanrıbilimciler, Dawkins’in söylediğinin aksine, tanrının evrenin içerisinde veya dışarısında olduğunu savunan bir inanç taşımazlar. Loch Ness canavarının aksine, tanrının aşkınlığı ve görünmezliği kendi niteliklerinin bir parçasıdır. Bu dindar insanların bir kara deliğe inandıkları anlamına gelmez, çünkü onlar Tanrı’nın kendisini ifşa ettiğini de düşünür. Dawkins’in düşündüğünün aksine, Tanrı kendisini Dawkins’in kendisinden bile daha zeki olan bir kozmik yapımcı olarak değil (ki Yeni Ahit’te Yaratan olarak Tanrı’ya ilişkin çok az ifade yer almaktadır), en azından Hıristiyanlara göre, hakarete uğramış ve katledilmiş bir siyasi suçlu olarak ifşa etmiştir. Sözde Eski Ahit’in Yahudileri Tanrı’ya inanıyordu ama bu, konuyu birkaç uluslar arası konferansta tartıştıktan sonra, – Tekvine göre bu görüşe sahip olsalar dahi – evrenin üstün bir mimarının var olduğu varsayımını benimsedikleri anlamına gelmez. Tanrı’ya, benim bir arkadaşıma inandığım gibi inanıyorlardı. Bu görüşlerinde yanılmış olabilirler; ama yanılmalarının sebebi, bilimsel varsayımlarının dayanaksız olması değildi. Bu terimin tam olarak ne anlama geldiği kesinlikle açıkmış gibi, Dawkins dalga geçercesine kişisel bir Tanrı’dan bahsediyor. Görünüşe göre, Tanrı’yı, tam olarak beyaz bir sakalla olmasa bile, bir ahbap gibi hayal ediyor. Bu ahbabın milyarlarca insana aynı anda nasıl seslenebildiğini soruyor ki bu, sadece iki kolu olan Tony Blair’in neden ahtapot olduğunu merak etmeye benziyor. Yahudi-Hıristiyanlık için, Tanrı, Al Gore’un olduğuna benzer bir insan değildir ki, Al Gore’un da insan olduğu tartışılır. Tanrı, bir ilke, bir varlık ya da ‘mevcut’ değildir: öyle olsaydı, bu kelimenin bir açılımı çerçevesinde, dindar insanların Tanrı’nın aslında var olmadığını iddia etmesi onlar için tamamen tutarlı bir davranış olurdu. Bunların aksine Tanrı, bizler dâhil olmak üzere, bir çeşit varlığın olabilirliği halidir. Neden hiçbir şeyden ziyade, bir şeylerin var olduğunun yanıtıdır. Benim sol ayağım ile kıskançlığım birbirine ne kadar yakın bir çiftse, Tanrı ile evren de o kadar ayrı olabilir. Tanrı’nın Yaratan olduğu iddiasıyla geleneksel olarak kast edilen üstün bir üretim değil, işte budur. Tanrı sevgisiyle her şeyin var olmasını sağlayandır; bu durum, evrenin bir başlangıcı olmasaydı bile geçerli olurdu. Tanrının her şeyi yoktan var ettiğini söylemek onun zekâsının bir ifadesi değil, onun bunu ihtiyaçtan ziyade sevgiden yaptığını iddia etmekle eşdeğer bir ifadedir. Dünya değiştirilemez bir sebep-sonuç ilişkisinin sonucu değildir.
134
Yeniden Devrim / 7
Modernist bir sanat eserinde olduğu gibi, dünyanın özünde gereksinim diye bir kavram yoktur ve Tanrı yapıtından sonsuzluk kadar uzun bir süre önce pekâlâ pişman olmuş olabilir. Tanrı, nedensiz edimin ta kendisidir. Tanrı, araştırma hibesini veren kuruluşu asla etkileyemeyecek olan muazzam bir mantıksal tasarım üzerinde çalışan bir bilim insanı değil, yaptığını sadece sevgiden veya öylesine yapan bir sanatçıdır. Evren Tanrı’ya ait olduğu için, onun yaşamını, yani özgür bir yaşamı paylaşır. Evrenin tek başına işlemesinin ve hem bilimin hem de Richard Dawkins’in varlığının mümkün olmasının sebebi budur. Aynı şey insanlar için de geçerlidir: Tanrı özerkliğimizin ve keyfimizin karşısında duran bir engel değil, Aquinas’ın belirttiği gibi, biz olmamıza imkân veren güçtür. Aynı bilinçdışı gibi, bize bizden daha yakındır. O, hür irademizin kaynağıdır, yok edicisi değil. Ona bağlı olmak, arkadaşlarımıza bağlanmak gibi, özgürlüğümüzün ve varlığımızın bir göstergesidir. Aquinas, Tanrı ile insanlık arasındaki ilişkiyi anlatmak için arkadaşlık kelimesini kullanmıştır. Yaratılışın mekanikleri konusunda en az yaratılış teorisini savunan aleyhtarları kadar saplantılı olan Dawkins, bu geleneksel doktrinler önemsemiyor. Tanrı bizden aşkın olduğu için (ki bu da bizi ihtiyaç duyduğu için yaratmadığını söylemenin bir başka yoludur), bize karşı her türlü nevrotik ihtiyaç duygusundan muaftır ve tek istediği biz sevmesine izin verilmesidir. Buna karşın Dawkins’in Tanrı’sı Şeytanidir. Şeytan (İbranicede ‘muhbir’) Tanrı’nın Güçlü bir Baba ve cezalandırıcı bir yargıç olarak çarpıtılmasından, yanlış tanınmasından ibarettir. Dawkins’in Tanrı’sı da bu kadar itici bir süper egodur. Bu yanlış bilinçlenme Babası’nı bir yargıçtan ziyade, bir arkadaş ve sevgili olarak ifşa eden İsa’nın kişiliğinde yıkılır. Dawkins’in Üstün Varlığı hayvan kurban ederek, yediklerine dikkat ederek ve yaşamlarında hatasız bir edeple hareket ederek Tanrı’nın gazabından kaçmaya çalışanların Tanrı’sıdır. Onlar Tanrı’nın kendilerini oldukları gibi, bütün ahlaki zaaflarıyla beraber sevdiği düşüncesini bir skandal olarak görür, kabul edemezler. St. Paul’un hukukun lanetli olduğunu söylemesinin bir sebebi de budur. Dawkins, Hıristiyanlığı sıkı sıkıya kanuncu bir kefaret kavramı olarak, bu bağlamda Tanrı’yı da kendi çocuğunu sırf gücendiği için kurban eden kinci bir varlık olarak görüyor ve inancı tehlikeli ve korkunç olarak betimliyor. İngiliz Kilisesi’nin Başpiskoposu’nun aynı fikirde olacağına rahatlıkla bahse girebiliriz. İsa’yı öldüren Roma İmparatorluğu’ydu, Tanrı değil. Dawkins, ölümden sonra doğrudan cennete gidecek olan Hıristiyanların ölmek için sabırsızlanmamasına şaşırıyor. Hıristiyanlığın, diğer birçok dini inançta olduğu gibi, insan hayatına büyük değer verdiğini, şehitliğin bu yüzden intihardan farklı olduğunu göremiyor. İntihar eden kişi yaşamı değersiz hale geldiği için terk eder; şehit ise en değerli varlığından başkalarının esenliği için feragat eder. Özveri genellikle fedakârlık olarak adlandırılır ve bu kelime haksız yere politik açıdan yanlış birçok açılımın ortaya çıkmasına yol açmıştır. Dawkins’in iddiasına göre, İsa kendi ihanetini
Hamle, Saldırı, Iska!
135
ve ölümünü istemiş olabilir. Yeni Ahit’in yazarları, İsa’nın yaklaşan idamını düşünerek açıkça paniklediği Gethsemane sahnesini dâhil ederek bu fikri bilerek ortadan kaldırmaya çalışmıştır. Yazarlar ayrıca İsa’nın çarmıhın üzerinde bu yönde ifadelerde bulunmasını sağlamıştır. İsa deli veya mazoşist olduğu için ölmedi, Roma devleti ve onun süslü yerel uşakları ve koşan köpekleri onun verdiği sevgi, merhamet ve adalet mesajından ve fakirler arasındaki sevilirliğinden korktuğu ve oldukça geçici bir politik durum içerisinde olası bir toplu ayaklanmanın önüne geçmek üzere ortadan kaldırdığı için öldü. İsa’nın en yakın yoldaşlarından bazıları, büyük olasılıkla anti-emperyalist yer altı hareketinin üyeleri olan Zealotlardan oluşuyordu. Yahuda’nın soyadı onlardan biri olabileceğine işaret ediyor ve hainliğini daha da anlaşılabilir kılıyor: belki de liderini Mesih olmadığını fark ettiği için düş kırıklığı içinde yarı yolda bıraktı. Mesihler yoksul bir ailede doğmaz; kitle imha silahlarını reddetmez ve onlar, ülkenin başkentine bir eşek üzerinde değil, polis korumasında kurşungeçirmez limuzinlerle girer. Dawkins’in iddiasının aksine, ‘etik değerlerini [gerçekten de] Kutsal Kitap’tan alan’ İsa (o dindar bir Yahudi’ydi, şaşalı bir düzmecenin kurucusu değildi) Mesih sıfatının yanına yaklaşamazdı. O, görünüşe göre güçsüzlük ve başarısızlıkla dayanışma içerisinde kurulmayan her rejimin kendi kibri altında yıkılmaya mahkûm olduğunu düşünen bir lider müsveddesiydi. Bu başarısızlığın simgesi de, çarmıha gerilmesiydi. Onun inancına göre, anlaşılmaz bir şekilde Babası olarak adlandırdığı yaşam kaynağına karşı içtendi; Babası ise Eski Ahit Yehova’sı görüşünü altında, İbranilere yanmış adaklarından nefret ettiğini ve yaktıkları tütsülerin burnuna kaçtığını söyler. O onlara, açların güzel yemeklerle doyduğu ve zenginlerin eli boş gönderildiği zamanı gördüklerinde, onu olduğu gibi tanıyacaklarını hatırlatır. Bu Tanrı’yı fetiş veya put haline getiremezsiniz, çünkü onun tek görüntüsü kendi canı ve kanıdır. Hıristiyanlığın kurtuluşu, hastalara yardım etmek, göçmenleri hoş karşılamak ve fakirleri zenginlerin şiddetinden korumaktan geçer. Bu aslında ‘dini’ bir ilişki değildir ve özel bir kıyafet, ayinle ilgili davranış veya beslenmede titizlik gerektirmez. (Katolik inancında, Cuma günleri et yemenin yasaklanması Kutsal Kitap’ta yer almayan bir kilise düzenlemesidir). İsa fahişelerle ve sosyal paryalarla takılıyordu, cinsel ilişki konusunda dikkat çekecek kadar rahattı, aile kavramına karşıydı (şehir beyefendisi Dawkins bu konuda biraz rahatsız) bizi mal mülk konusunda daha kaygısız olmaya teşvik ediyordu, müritlerini kendilerini bekleyen cebri ölüm konusunda uyarıyordu ve gerçeğin özgür bıraktığı kadar ölüme ve bölünmeye de yol açtığı konusunda ısrar ediyordu. Aynı zamanda, kendini üstün gören hırsızlara lanet okuyordu ve yönetici sınıfı dehşete düşürüyordu. Hıristiyan inancı, çarmıha gerilişi görebilen ve yaşamaya devam edebilen, insan tarihinin sarsıcı gerçeğinin işkence gören bir bedende olduğunu kabul edebilen insanların yeni bir yaşam şansına ulaşabileceğini düşünür – bunun tek koşulu, içerisinde bulunduğumuz korkunç durumun tahayyül edilemez
136
Yeniden Devrim / 7
bir dönüşüm geçirmesidir. Bu süreç, diriliş olarak bilinir. Bu sakatlanmış masumum dehşet verici görüntüsünü tarihin gerçeği olarak görmeyenlerin büyük kısmı, kendilerini Dawkins’in ateşli bir şekilde savunduğu sonsuz ilerleme kavramı olarak bilinen iyimser hurafeye adayanlardır veya iyi niyetli reformcular veya sosyal demokratlardır ki, bu Hıristiyan bakış açısına göre yeterince radikal değildir. Dolayısıyla, Hıristiyanlığın temel doktrini Tanrı’nın bir alçak olduğu düşüncesi değildir. Aksine, bu doktrin, Dominikli tanrıbilimci merhum Herbert McCabe’in belirttiği gibi şu düşünceyi ortaya koyar: Sevmiyorsan ölüsün demektir, seversen ise seni öldürürler. İşte karşınızda boş vaat ve halkın afyonu. Bu ikinci terimi ilk kullanan tabii ki Marx’tı; ama aynı yazısında dini ‘kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz şartların ruhu’ olarak betimleyen Marx, hamlesini yapan, saldırısını başlatan ama ıskalayan Dawkins’e göre yargılarında çok daha makul ve eytişimseldi. Şimdi, bütün bunların diş perisinden daha inandırıcı olmadığı düşünülebilir. Günümüzde, mantıklı insanların çoğunluğu bunu reddetmek için mükemmel sebepler bulacaktır. Ancak, etik açıdan bakıldığında, insanlık tarihinde popüler kültürün en zengin, en dayanıklı açılımını eleştirenler, saçmalık ve anlamsızlıkla doluymuşçasına bu kavrama vahşice saldırarak ucuz bir zafer kazanmak yerine, bu kavramla en inandırıcı olduğu şekliyle yüzleşmekle yükümlüdür. Az önce ana hatlarıyla sunduğum orta yol tanrıbilimi doğru olmayabilir; ama bana göre, bu inancı taşıyan herkesin saygıyla karşılanması gerekir. Buna karşın, Dawkins nerede ve ne zaman olursa olsun, hiçbir dini inancın hiçbir şekilde saygıyı hak etmediğini düşünüyor. Burada, bu fikrin inakçılığa kökten karşı çıkan bir adamın fikri olduğunu belirtmek gerekiyor. O, ılımlı dini inançların dahi insafsız bir mücadeleyle karşılanması gerektiğini, çünkü her zaman bağnazlığa yol açabileceğini düşünüyor. Dawkins’in desteklediği günümüz liberallerinden bazıları yozlaşarak, oldukça çirkin bir neo-liberalizmi savunur oldular, ama bana göre, bu liberalizmin savunulması için bir sebep oluşturmuyor. Dawkins üstü kapalı bir şekilde, Usame Bin Ladin’den Oxford Piskoposu’nun sorumlu olduğunu ima ediyor. Dawkins’in polemiği, bilimin zaferi konusundaki kendini beğenmişliği biraz daha mütevazı olan (kitapta bilimin yanılma olasılığına yönelik sadece bir veya iki ifade yer alıyor) ve bir önerme bilimsel bir çürütüşü karşılayabilirmiş gibi, ‘[belirli bir bilimsel görüşe karşı olan] bu itiraz … birden çok evrenin var olduğu önermesiyle yanıtlanabilir,’ gibi cümleler yazmaktan kaçınan bir adam tarafından savunulsaydı çok daha ikna edici olurdu. Bilim ve teknoloji yüzünden insanlığın yaşadığı dehşetler söz konusu olduğunda ise, Dawkins susmakla yetiniyor. Oysa Kıyamet’in dinden ziyade bilim ve teknolojinin ürünü olarak ortaya çıkması çok daha muhtemel. Engizisyon’un yerine kimyasal savaşı koyun, yeter. Dawkins’in soğukkanlı bilimsel yansızlığı o kadar güçlü ki, dört yüz sayfalık kitapta, tek bir insanın dahi dini inançtan yararlanmış olabileceği
Hamle, Saldırı, Iska!
137
düşüncesini ender olarak kabul edebiliyor. Bu düşünce onun için hem a priori imkânsız, hem de deneysel olarak yanlış. Yaşamlarını kendilerini hiç düşünmeden İsa, Buda veya Allah adına başkalarına hizmet etmeye adayan sayısız milyonlar insan tarihinden siliniyor – ve bunun faili, bağnazlığa karşı savaş açtığını zanneden bir haçlı askeri. Dawkins, sosyalizmi Gulag’a eş tutan bir adam gibi. Püritenler ve cinsel ilişki arasındaki bağlantı gibi, Dawkins her yerde, var olmadığının açıkça belli olduğu yerlerde bile Tanrı’yı görüyor. Örneğin, dinin ortadan kaldırılmasıyla, Kuzey İrlanda’daki etno-politik itilafın da buhar olup uçacağını düşünüyor. Bu düşünce, benim gibi zamanının bir kısmını orada geçiren birinin gözünde, onun bu konuda ne kadar az şey bildiğini açıkça göstermeye yetiyor. Ayrıca, BK Katılımı Yanlısı (Loyalist) ve Milliyetçi terimlerinin, Protestan ve Katolik terimleri için kullanılan örtmeceler olduğunu düşünüyor ve BK Katılımı Yanlısı ve Sendikalist veya Milliyetçi ve Cumhuriyetçi arasındaki ayrımı açıkça bilmiyor. Bununla birlikte, eldeki kanıtlara rağmen, İslami terörün politikadan çok, dinden kaynaklandığını iddia ediyor. Bunlar, sadece öfkeli bir tanrıtanımazın görüşleri değil. Bunlar, kolaylıkla tanıyabileceğiniz türden, İngiliz orta sınıfına ait liberal bir rasyonalistin görüşleri. Keats’ın şiirindekii ‘Sen, sessizliğin hala kirletilmemiş gelini’ mısrasının bir Grek vazosunu betimlemenin komik bir yoluymuşçasına yazan Dawkins’in yazdıklarını okuyan herkes, onun Foucault’un, psikanalizin, agitpropun, Dadaizmin, anarşizmin veya ayrılıkçı feminizmin Avrupa’daki en büyük hayranı olamayacağını kolaylıkla anlayabilir. Bütün bu olguların, onun keskin, ruhsuz rasyonalitesine en az bakireden doğma kavramı kadar tatsız geleceği açıktır. Yine de, bir kişi pekâlâ hem tanrıtanımaz, hem de bütün bu olguların ateşli bir hayranı olabilir. Dolayısıyla, Dawkins’in Tanrı’ya olan nefreti sadece önyargıdan tamamen arınmış bir bilim adamının görüşü değildir. Belirli bir kültürel bağlama aittir. Kuzey Oxford’da ne anarşizm için, ne de bakireden doğma kavramı için çok fazla oy toplamayı bekleyebilirsiniz. (Burada, Kuzey Oxford terimini coğrafi bağlamından ziyade, ideolojik bağlamında kullandığımı belirtmeliyim. Dawkins, kendisinin nerede yaşadığını gerçekten bilmediğimi öğrendiğine sevinecektir.) Çoğunlukla dokunabildiği, ağırlığını ölçebildiği ve tadını alabildiği şeylere inanan, yoğun olarak İngiliz bir sağduyu türü vardır ve Tanrı Aldatmacası, diğerlerinin yanında, bu temelden kaynaklanır. En zevksiz ve cahil halini Dick Cheney ile karşılaştırdığımızda, Dick Cheney Thomas Mann gibi kalıyor. Dawkins’in uymamızı tavsiye ettiği On Emir, ki biri başkalarına zarar vermediği sürece, cinsel yaşamımızdan keyif almamızı salık veriyor, büyük ölçüde liberal bayağılıklardan başka bir şey değildir. Dawkins köktencilerden haklı olarak nefret ediyor; ama bildiğim kadarıyla, eserleri içerisinde din karşıtı yergilerin karşısına küresel kapitalizmin bir eleştirisini çıkardığı hiç görülmedi. Küresel kapitalizm nefret, endişe, güvensizlik ve aşağılanmışlık duygusu, bu olgular ise köktenciliğe sebep oluyor. Ama bunun yerine, anlayışsız medya sohbetlerinin de dediği gibi, bütün suç dinde.
138
Yeniden Devrim / 7
Konu küresel siyasete geldiğinde, Dawkins’in eski kafalı bir Hegelci olması hiç şaşırtıcı değil; o, sadece arada sırada görülen ‘tersliklere’ karşın sürekli olarak artan bir ilerleme süreci sunan bir zeitgeist’a (kendi kullandığı terim – zamanın ruhu) inanıyor. En nazik Liberal Parti üyelerine benzeyen tavrıyla, ‘Dalga bir bütün olarak hareket etmeye devam ediyor,’ diyor coşkuyla. Cömert bir şekilde, mevcut Birleşik Devletler hükümeti gibi ‘yerel ve geçici engellerin’ bulunduğunu kabul ediyor – bu rejimin seçimden çıkan bir sapma olmadığını, dünya düzeninde kökten bir dönüşümün habercisi olduğunu ve bu dönüşüme büyük olasılıkla öngörebildiğimiz süre boyunca katlanmak zorunda kalacağımızı unutmuş gibi görünüyor. Aksine, Dawkins, Herbert Spencer’a benzeyen duruşuyla, ‘ilerleme eğiliminin açıkça ortada olduğuna ve devam edeceğine’ inanıyor. Gördüğünüz gibi, Bay Kamu Bilimi kendi ağzından geleceğimizi dinliyoruz: ekolojik afetler, kıtlık, etnik savaşlar ve nükleer çoraklıklar gibi birkaç yerel, geçici hıçkırık dışında, Tarih yükselişine sürekli olarak devam ediyor. ‘Kültürlü’ din inananlarına yaptığı üstünkörü birkaç jestin dışında, Dawkins bilimi ve köktenci bilimi tek ve aynı kavram olarak değerlendiriyor. Bu tamamen yanlış bir yargı olmakla kalmıyor, aynı zamanda kitlelere değil, zümrelere ait olduğunu ima ederek, inancın daha düşünümsel şekillerini de atlatmak için bir araç haline geliyor. Yukarıda ana hatlarıyla anlattığıma benzer bir ilahiyatı kabul eden çok sayıda inanan, bu şekilde kürtaj yanlılarını öldüren ve eşcinselleri taciz eden güneylilerle aynı kefeye koyuluyor. Bu gibi hakaretler söz konusu ise, Tanrı Aldatmacası gerçekten iyi bir iş çıkarıyor. Gezegen üzerindeki en ölümcül iki metin, Donald Rumsfeld’in e-postaları hariç olmak üzere, İncil ve Kuran’dır; ve hem en iyi hem de en kötü liberallerden biri olarak Dawkins, psikopatolojinin köktencilik olarak bilinen ifadesine karşı yıllarca konuşmalar yaparak mükemmel bir eser ortaya koydu. Başka insanların aptalca veya korkunç fikirlerinin, sadece başka insanlara ait olmaları temelinde, saygıyla karşılanması gerektiğine inanan ikiyüzlü liberalizmi reddetmekte haklı. Kendine has öfkeli tavrıyla, Tanrı Aldatmacası Birleşik Devletler’deki tanrıtanımazların içinde bulunduğu durumun, elli yıl önce eşcinsellerin içinde bulunduğu durumla neredeyse aynı olduğunu iddia ediyor. Kitap, köktenci olsun veya olmasın, dinin katıksız dehşetlerini ortaya koyan canlı vinyetlerle dolu. Amerikalıların neredeyse yüzde 50’si Yeniden Diriliş’in kısa bir süre içerisinde gerçekleşeceğine inanıyor ve bazıları, bu Diriliş’i ortaya çıkarmak için en lanet şeyleri yapıyor. Ama Dawkins bize bütün bunları, kendisiyle fikir ayrılığına düşen bilimsel meslektaşları hakkında böyle iğrenç bir şekilde atıp tutmadan ve tanrıbilime bu kadar bilgisizce yaklaşmadan da anlatabilirdi. Ayrıca, bu kitapta adı en fazla geçen ikinci birey olmaktan da kaçınabilirdi – tabii Tanrı’yı bir birey olarak sayarsanız.
KÜRT SORUNU VE SAHTE LİBERAL İYİMSERLİK Erhan DEMİRCİOĞLU* Kürt sorunu çerçevesinde bakıldığında yaşadığımız son 25 yıllık süreç, resmi makamlarca basitçe “üç beş çapulcu”nun bireysel terör eylemleri olarak sınıflandırılan bir meselenin yine aynı makamlarca çetrefilli sosyo-ekonomik veçheleri olan politik bir sorun olarak kabul edilmesine doğru evrilen bir süreç oldu. 1987’de Genelkurmay Başkanı Mustafa Üruğ’un ülkemizde yaşanan sorunu İrlanda, Bask ve Korsika’da yaşananlara benzer biçimde etnik bir sorun olduğu açıklamasıyla gevşemeye başlayan resmi söylemin çözülme süreci günümüze kadar çok ağır ve sancılı bir şekilde devam etti. Süreç çok ağır ve sancılı bir şekilde işlemeye halen devam ediyor ve Kürt sorunun “sadece askeri bir sorun olmadığı” yolundaki açıklamaları artık sık sık işitmeye başlamamıza rağmen ilgili sorunla gerçekçi ve kökten bir yüzleşme hala gerçekleştirilebilmiş değil. Sorunun ne olmadığı konusunda – “sadece güvenlik sorunu değil” – resmi söylemin göstermekte olduğu zorunlu kırılma, sorunun ne oldugu ve nasıl tanımlanması gerektiği konusundaki – Kürt halkının siyasi ve kültürel haklarının tanınmasını gerektiren ülke çapında bir demokratikleşme sorunu – resmi körlük ile yan yana gidiyor. AKP ve destekçisi anaakım medya organları tarafından “GAP çıkartması,” “Başak Harekatı,” “Yüzyılın Projesi” olarak tantanalı bir şekilde takdim edilen son bölgesel kalkınma paketi de benzer bir resmi körlüğü yansıtan bir siyasi bakış açısının ürünü olarak görünüyor. AKP’nin GAP manevrasının bir “seçim yatırımı” olduğuna şüphe yok, fakat bu tek başına bir eleştiri sayılmaz. Haydi, mevcut GAP eylem planının içerdiği ekonomik vaatlerin (bu kadar sulama, şu kadar istihdam artışı vs.) belirlenen zaman içinde *Pıttsburguh Üniversitesi, Felsefe Bölümü, Doktora Öğrencisi
140
Yeniden Devrim / 7
gerçekleştirilebilirliği tartışmasını da bu konudaki ciddi şüphelerimizle beraber bir tarafa bırakalım. Daha derinde yatan bir meseleyle, Kürt sorununa yaklaşımdaki temel bir sakatlıkla karşı karşıyayız. Mevcut sorunu basitce “iktisadi azgelişmişlik” olarak algılayan bir bakış açısını yansıtan GAP projesine endeksli bir çözüm arayışı, Kürt halkının güncel politik/kültürel “gelişmişlik” düzeyini ve taleplerini görmezden gelen reddiyeci bir zihniyetin “sadece” askeri olmadığını kabul ettiği bir sorunla yegane baş etme yöntemi olarak karşımıza çıkıyor. Genel bir hakikat olarak, politik sorunların o sorunların muhatabı olan insanların mideleri dolduğu sürece sorun olmaktan çıkacağını varsayan bir siyasi perspektif, “askeri çözüm”e nazaran daha “ilerici” olsa da, hem özgürlük ve demokrasi sorunlarına dönük çarpık bir anlayışı hem de insanın toplumsal varoluşunun gerekliliklerine yönelik oldukça sığ bir kavrayışı içinde barındırıyor. Kürt cografyasındaki illerin ortalama refah seviyesinin ülkenin geri kalanının ortalama refah seviyesine ulaştığını varsayalım. Bu durumda, Kürt halkının Newroz’u resmi kutlamalardan bağımsız şekilde dilediğince kutlama, kendi siyasi temsilcileriyle demokratik parlamenter sistem içinde eşit ve özgür biçimde varolma, anadilde eğitim/yayın ve Kürt dilinin önündeki her türden engelin kaldırılması gibi politik/kültürel taleplerden vazgeçeceğini düşünmek olsa olsa ekonomik liberal bir bakış açısının sahte iyimserliğini yansıtabilir. AKP’nin 22 Temmuz seçimlerinde Kürt coğrafyasında gösterdiği seçim başarısını dağıtılan un ve pirinç ile açıklamak bizlere eksik ve yetersiz bir tablo sunmaktadır. Kabul etmek gerekir ki, AKP’nin mahalleler duzeyinde gösterdiği yerel örgütlenme ağı kurabilme yeteneği seçim başarısının altında yatan kritik faktörlerden biridir. Fakat Kürt coğrafyasında sergilenen başarı, temel yiyecek maddeleri dağıtımı ile desteklenen yerel ağ ilişkilerinden çok AKP’nin seçim öncesinde resmi ideoloji ile kendi politik anlayışı arasına koyduğu mesafe ile açıklanmalıdır. Tek başına hükümet olma ihtimali yüksek bir merkez partisinin mevcut soruna “barışçıl çözüm” getirebileceği ihtimaline dönük algı, Kürt halkının oylarının hatrı sayılır bir kısmının AKP’ye akmasına sebebiyet vermişti. Politikleşmiş bir halk basbayağı politik bir seçim yapmaktaydı. 22 Temmuz’da Kürt halkı un ve pirinç ile satın alınmadı, kumar niteliğinde bilinçli bir politik tercih yaptı (ve görünen o ki bu kumarın neticesi hiç de umduğu gibi olmadı). AKP’nin başarısı yadsınamayacak seçim performansını dağıtılan un ve pirinç ile açıklama ugraşısı ile Kürt sorununun ekonomik plan ve düzenlemelerle giderilebileceği öngörüsü aynı ekonomist/indirgemeci mantığın ürünleridir: ilki ne kadar gerçekçi ise ikincisi de ancak o kadar gerçekçidir. AKP yönetiminin kendisi de Kürt sorununun içeriği ve niyetleri ne olursa olsun sadece herhangi bir GAP paketiyle çözülemeyeceğinin pekala farkındadır. Fakat hızla devletleşen bir AKP’nin sorunu sadece ekono-
Kürt Sorunu ve Sahte Liberal İyimserlik
141
mik terimlerle ifade etmekten ve dolayısıyla açıkça dezenformasyon üzerine kurulu bir siyaset yürütmekten başka bir çaresi de görünmemektedir. Kürt sorununu “bölgesel azgelişmişlik” olarak tasnifleyen dar bakış açısının sahteliğinin farkında olduğu ve bu dar bakış açısının sorunu politik olarak tanımlayan bakış açısına ciddi bir rakip olamayacağını pekala bildiği içindir ki, AKP Kürt halkının doğal siyasal temsilcilerinin varlığını olabildiğince inkar etmeye ve “sınırı aştıkları” durumda ise kullanabileceği tüm devlet güçlerini seferber ederek “hadlerini bildirme”ye devam edecektir. TBMM’de DTP’li milletvekillerinin elini sıkmayarak “ilgili makamlara” mesaj veren bir Tayyip Erdogan portresi ve GAP eylem planını Kürt illerindeki belediye baskanlarını sürece dahil etmeyerek duyurma ve yürütme güzergahını seçen bir AKP anlayışı, çizdiğimiz çerçeve bakımından oldukça anlamlıdır. DTP’nin temsil ettiği siyasi anlayışa verilen kitlesel desteğin ekonomik paketlerle sönümlendirilemeyeceği gerçeği, inkar politikasının ve askeri yöntemlerin/araçların gündemdeki merkeziliğini koruyacaklarının teminatıdır. Bu bakımdan, AKP’nin “GAP çıkarmasi” ile önayak olduğu süreç geleneksel askeri çözüm perspektifinin ekonomik düzenlemelerle tahkim edilmiş bir şekilde sürdürülmesinden başka birşey olmayacaktır. Kürt sorununa yönelik geleneksel “askeri çözüm” perspektifi ile AKP’nin sözcülüğüne soyunduğu “ekonomik çözüm” anlayışı arasında herhangi bir temel farklılık bulunmamaktadır: her ikisi de Kürt sorununun Kürt halkının katılımını dışlayarak ve üzerindeki politik baskıyı tahkim ederek çözüme kavuşturulabileceği gibi saçma bir varsayım üzerine bina edilmiştir. Genel olarak demokratikleşme problemi ve özel olarak Kürt sorunu ile GAP eylem planına ilişkin olarak iki nokta üzerinde vurgu yapmak gerekiyor. Birincisi, demokratikleşme bir istihdam/yatırım problemi değil ve dolayısıyla GAP yatırımlarıyla yaratılması muhtemel istihdam ile beraber Kürt sorununun çözüme kavuşturulması da mümkün değil. Demokratikleşme açısından ihtiyacımız olan şey bölgesel kalkınmadan ziyade örnegin Şemdinli bombalamasının üzerine gidebilmeyi de içeren radikal siyasi dönüsümdür. İkincisi, AKP’nin “ekonomik çözüm” hamlesi, askeri çözüm tekniklerinin terk edildiği anlamına gelmemektedir. Aksine, “ekonomik çözüm”ün Kürt halkının siyasi iradesine karşı alternatif olamayacağı gerçeği sözkonusu irade üzerindeki askeri baskının süreceğine işaret etmektedir. Sahte liberal iyimserliğin nizami/gayrı-nizami iç savaş yöntemleriyle el ele gideceği bir dönemin bizleri beklediğini söylemek büyük bir kehanet olmayacaktır.
Unutulmasınlar Diye Bu bir çağrıdır. Hafızalarımızı tazeleme, unutulmaya yüz tutanları gün ışığına çıkarma, yitirdiğimiz arkadaşlarımızın o güzelim yüzlerini ve hüzün dolu, coşkulu öykülerini devrimci gençlerle buluşturma; devrim ve sosyalizm yolunda gözünü kırpmadan ölüme ‘merhaba’ diyen, gencecik ömürlerini devrimci yola adayan, aramızdan zamansız ayrılan, barikatlarda, sokaklarda, cezaevlerinde, işkencelerde katledilen arkadaşlarımıza karşı vefalı olma; sıcacık anılarla yaşayan ailelere, çocuklarının hiç unutulmadığını ve unutulmayacağını gösterme; yarattığımız ortak değeri hayatlarıyla simgeleştiren arkadaşlarımıza teşekkür etme... Bu bir çağrıdır. İlk çağrının elle tutulur, gözle görülür sonucu 1993 yılında Bireşim Yayınlarından çıkan “Unutulmasınlar Diye” ismini taşıyan albüm olmuş, albüm 12 Eylül 1980 darbesinden sonraki dönemle sınırlı tutulmasına ve taşıdığı bazı yanlışlık ve eksikliklere rağmen Devrimci Yol geleneği açısından kıymetli bir çalışma sayılmıştır. Bu bir çağrıdır.
“Unutulmasınlar Diye” albümü hareket noktası alınarak yeni bir çalışma yapılacaktır. Yeni çalışma hem bir öncekinin yanlışlıklarını ortadan kaldıracak, eksikliklerini giderecek hem de 1970’lerin başından günümüze kadar tüm süreci kapsayacak, yurtdışına bulunduğu dönemlerde aramızdan ayrılan arkadaşlarımızı da içerecektir. Hedefimiz açıktır: İsmi en az bilinen, sadece mahallesinde, kentinde tanınanlarla, Devrimci Yol Hareketine mâl olmuş isimleri aynı kitapta bir araya getirmek. İkinci gruba dahil arkadaşlarla ilgili bilgi ve görsel malzeme sıkıntısı yaşanmazken, ilk grupta yer alan arkadaşlarla ilgili bilgi eksikliği olduğu herkesin malumudur. Çalışmada sadece öldürülenlere değil, farklı nedenlerle aramızdan ayrılan tüm arkadaşlarımıza yer verilecektir. Eksiksiz bir çalışma yapmak amacıyla kitap, dergi, iddianame vs. taraması başlamıştır. İsimler tespit edilmekte, öyküler derlenmektedir. Aşağıda verilen posta ve elektronik posta adreslerine elinizde bulunan tüm bilgi ve görsel malzemeleri göndermeniz, hafızanızda bulunanları paylaşmanız, çalışmanın en az eksiklikle bitirilmesini sağlayacaktır. Bu bir çağrıdır: Arkadaşlarımıza, tarihimize, hayatımıza sahip çıkma çağrısı. Not: İnönü ALPAT'ın koordinatörlüğünde yeniden hazırlanan albüm çalışması için her türlü bilgi, belge ve desteğinizi bekliyoruz.
YENİDEN DEVRİM