MERHABA
Yeni bir dönemin, yeni bir yılın başlangıcında umutlarımızı yenilediğimiz günlerin heyacanıyla merhaba! Şimdi biraz da umuttan söz etmenin vakti! Yeni yılı yeni bir çağı selamlıyor gibi selamlamak, tarihin ve geleceğin çağrısına da yanıt vermektir bizim için. Bu umut yarına olduğu kadar bugünümüze, en yakın dünümüze ve tarihimize aittir! Doğrudur hep doğruları yapmadık, yanlışlarımız, eksikliklerimiz, yanılgılarımız da oldu. Ama kim inkar edebilir ki bu ülkenin sokaklarını ‘aşk ve devrim yeniden’ diye kuşattığımız o güzel günleri, kim yok sayabilir, hangi şiirin, hangi şairin gücü yeter ki buna! Melih Pekdemir bir yazısında şöyle demişti, “Yanlışları ve yanılgıları biriktirmektir aşk yanlışlardan ve yanılgılardan, doğruları doğurtmaktır devrim...” Evet, şimdi devrim zamanı! Şimdi yeniden devrim zamanı! Marcos, EZLN’nin mücadelesini anlatırken, ‘biz de içimizde, ruhumuzda yamalar taşıyoruz, kabuk bağlamış olduğunu varsaydığımız yaralar; en beklenmedik zamanlarda açılan yaralar’ derken, yalnızca Zapitistaları değil, ezilenlerin mücadelesi yürüten herkesin yüreğindeki yaraları da anlatır. Yamalı ve yaralı olsa da ruhumuz sarı zemin üzerine kırmızıyla işlenmiş geleceği avuçlarına alan yumruklu yıldızlı bir bayrak gibi dalgalanmaya devam ederiz. Ve şimdi, gün dönüyor! Olanca masumiyetiyle ve coşkusuyla tarih devrimci genç bir kuşağın ellerinde yeniden hayat buluyor, sokaklar, alanlar
YENİDEN DEVRİM / 8
8
ısınıyor! Eylemlerin güzel gözlü çocuklarının gözleri ışıldıyor, ayaklarımız yerden kesilircesine arşınlıyor zamanı! Bir umuttan söz ediyoruz, umut edilmemiş bir umuttan! Herkese söz etmek, gittiğimiz her yere taşımak gerek şimdi bu umudu. Hayat da başka nasıl değişebilir ki! Kimileri de gözlerini umudumuza dikmiş ama ne mümkün; onlar ne umudu anlayabildiler ne hayatı ne aşkı ne de devrimi! Şimdi geleceğe gülümseyen gözlerimizdeki inançla emekçi yoksul halkımızın acıları ile büyümeye, Filistin’de taşlarla direnen çocukların öfkesini yüklenmeye, Aleksis’in gecelerindeki isyanı paylaşmaya şimdi tarihin akışını değiştirmeye... Yeni yılda bir kez daha hayata, kavgaya, sokağa merhaba!
Bu sayıda;
Son sayımızdan bugüne epey yoğun bir gündemin içerisindeyiz. Ergenekon tartışmaları, AKP’nin yolsuzlukları, kapitalizmin krizi ve emekçilerin yükselen muhalefeti. Bu tartışmalar ekseninde solda da yeni bir saflaşma ve dizilişin sancıları sürüyor. Politik eksende kalabilen bu tartışmaları kuşkusuz olumlu buluyoruz. Yeniden Devrim dergisi de bunun bir parçası olarak yayın hayatına başladı. Dergimizin bu sayısını da bu konulara ayırdık. Kapitalizmin krizi oldukça yoğun tartışılıyor. Burjuva medyası korku dolu soruyor, ‘Marx geri mi dönüyor’. Korkuları boş değil, bunun nedenlerini içeren kriz üzerine bir dosyaya yer verdik bu sayıda. Toplumsal Araştırmalar Kültür ve Sanat İçin Vakıf (TAKSAV) tarafından düzenlenen ‘Küresel Kriz ve Türkiye’ panelinin çözümü ile birlikte Bağımsız Sosyal Bilimciler tarafından yayınlanan raporu yayınlıyoruz. Kriz konusu ile birlikte son dönemde solun en önemli tartışma konularından birisi haline gelen Ergenekon ve o bağlamda ortaya çıkan tartışma konularına değindik. Ergenekon konusu ile ilgili çeşitli kanallardan ve internet sitemizden bu tartışmayı yürütmüştük. Dergide de bunları derli toplu ifade eden ve arka planını ele alan bir yazıya yer veriyoruz. İlk kez bu sayımızda yazan arkadaşlarımız var, onlara da hoş geldiniz diyoruz! Solun içinden geçtiği bu zorlu dönemde daha zengin tartışmaları yürütmek solun toplamı açısından önemli. Önümüzdeki sayılarda bu tartışmaları daha sistemli sürdürmeye çalışacağız. Bob Jessop’un ‘küreselleşme, devlet, kriz ve gelecek’ üzerine bir söyleşisine yer verdik dergimizde. Geçen sayımız için hazırlamaya
YENİDEN DEVRİM / 8
9
başladığımız söyleşiyi ancak tamamlayabildik. Çağhan söyleşinin gerçekleşmesi için epey zahmet çekti. Söyleşinin çevirisi henüz çiçeği burnunda olan ‘Toplumsal Araştırmalar Çeviri Kolektifi’ tarafından gerçekleştirildi. İlk çevirinin bu denli zorlu olması başlarda ‘kurmaz olaydık bu kolektifi’ serzenişlerine yol açsa da, arkadaşlarımızın azmi bu çevirinin de üstesinden geldi. Çeviri kolektifinin katkısı ile önümüzdeki sayılarda çeviriler ve söyleşiler yayınlamayı sürdüreceğiz. Arayı epey uzattık. Bu nedenle kimi yazılarımızın güncelliği kaybolduğundan yayınlayamıyoruz. Bu boşluğu internet sitemizden (www.yenidendevrim.org) gidermeye çalışsak da, mesafeyi kısa tutmamız gerektiğinin bilincindeyiz. Son sayımız oldukça ilgi gördü, 68 tartışmalarında önemli bir kaynak oldu. Halen isteyen arkadaşlarımız var ama arşivlik olsun kalmadığını, arşiv diye sakladıklarımızın dahi tükendiğini söyleyebiliriz. Yazım hataları konusunda haklı eleştiriler aldık. Bu sayıda daha dikkatli olmaya gayret ettik. Düzeltmelerde yardımcı olabilirim diye mail atan arkadaşlarımız oldu onları birlikte çalışmaya ve kahve içmeye davet ediyoruz. Son olarak Ahmet’e teşekkür etmeden geçmeyelim. Bu sayının kapağını gönderirken ‘çok yakışıklı oldu’ diye not düşmüştü, öyle oldu gerçekten. Bu arada kitap çalışmalarında yasal mevzuat sorunlarıyla bir gecikme yaşadık. Sorunu bu sıralar hallettik ve kitaplarımız çıkıyor. Geçen sayımızda merhabayı o günlerde Konya cezaevinde bulunan arkadaşlarımıza yıldızlı selamlar göndererek bitirmiştik. Arkadaşlarımız cezaevinden çıktı. Ancak bir başka arkadaşımız ‘Ferman da Bizim Sokaklar da’ dediği için şimdi Sivas cezaevinde. Biliyoruz ki o geceleri koğuşunun penceresinden yıldızları seyredip bizlere selam gönderiyor. Biz de ona yıldızlı selamlar gönderiyoruz, yeni yılını kutluyoruz. Geçtiğimiz günler bir parça da hüzünlü oldu bizim için. Ali Başpınar’ı, Devrimci Yol’un Ali Butto’sunu yıldızlara uğurladık. Devrimci yolculuğumuzda o hep bizimle olacak... Sevgi ve Dostlukla HER YERDE HEP BİRLİKTE YENİDEN DEVRİM
KAPİTALİZMİN KRİZİ, TÜRKİYE VE DEVRİMCİ ÇÖZÜM OLANAKLARI
Kapitalizm tarihinin en büyük bunalımlarından birisini yaşıyor. Krizler kapitalizme içkindir. Teknik bir sorun, arizi bir durum olarak sunulmaya çalışsılsa da, bu krizde, daha öncekiler gibi, kapitalizmin işleyiş yasalarından kaynaklanmaktadır. Teknolojik yenilikler, emek sömürüsünün arttırılması, esnek üretim modeline geçiş, savaş gibi yöntemler, kapitalizmin son otuz yıldır, ekonomiyi büyütmeye ve karlarını maksimize etmeye dönük politikaları olarak hayata geçirildi. Bütün bu yolların tıkandığı noktada bugünkü yapısal krizle karşılaşılmıştır. Krizin reel sektörü etkilememesi mümkün değildir, bu nedenle bu krizin alınacak bazı tebdirlerle hızla atlatmaya çalışma denemelerini sıkça görsek de sistem krizinden çıkmanın kolay bir yolu görünmemektedir. Bu nedenle ortaya atılan önlem paketleri kapitalistler açısından dahi yeterli ve uzun vadeli bir çözüm olarak görülmeyecektir. Neo-liberal politikaların yarattığı geçim sıkıntısı, yoksulluk ve işsizlik nedeniyle tüketim gücü düşen geniş kitleler değişik yöntemler ile borçlandırılarak ekonominin tekerleğin dönmesine yardımcı olmuşlardı. Ancak bu balonun da tıpkı diğer balonlar gibi patlaması artık an meselesidir.
12
YENİDEN DEVRİM / 8
Finans sektörünün denetimsiz ve kontrolsüz balonsal büyüyüşü ekonomiyi büyük bir kumarhaneye dönüştürmüştür. Sorunda burada ortaya çıkmaktadır. Banka ve kredileri düzenleyen yasalar ‘küreselleşme süreci ile beraber’ sermayenin önündeki önemli engellerden birisi olarak ortaya çıkmış ve kapitalist devletler bu denetim haklarından vazgeçmişti. Sermayenin serbest dolaşımı ilkesi olarak ifade edilen durum bugün krizin de ana kaynaklarından birisidir. Ekonomik alandaki kriz, kapitalizmin yarattığı her anlamdaki eşitsizlikleri ve adaletsizlikleri derinleştirecektir. Marx, kapitalizmin krizler rejimi olduğunu belirtirken, ‘kapitalizm istikrarsızlığa mahkumdur yalnızca iktisadi değil sosyal ve siyasal istikrarsızlığa mahkumdur’ diyerek krizin gelişme yönünü de işaret etmişti. Kapitalizm için kriz aynı zamanda bir fırsat olarak da değerlendirilmektedir. Krizler herkesi etkiliyor gibi gösterilse de esas olarak sermaye sınıflarının yaşadığı sorunları, emekçi sınıfların üzerine yeni yükler yüklemek ve kamuya ait olan kaynakların özel sektöre krizi aşmak adına aktarıldığı dönemler olmuştur. ABD’de krizin ardından kamu kaynakları ile banka kurtarma operasyonlarına girişilmesi, krizin etkilerini yaşayan her yerde zamlar, kitlesel işten çıkarmalar yaşanmaya başlanması bunun göstergesidir. Kriz anları sermaye sınıflarının bu saldırı ile birlikte, toplumsal çatışma dinamiklerinin billurlaştığı, sınıf çelişkilerinin keskinleştiği dönemlerdir. Sosyal ve siyasal istikrarsızlık bu çelişkiler içerisinden şekillenmektedir. Tarih bize krizlerin bilgisini verdiği gibi, bu dönemlerde her türden gericifaşist akımın güç kazanma zeminlerinin geliştiği bilgisini de vermektir. Bu koşullarda, sermaye sınıflarının emekçi halk sınıflarına yönelik saldırılarına karşı direnmenin ve ortaya çıkan çelişkiler içerisinde faşistgerici akımların etkinlik kazanmasını önlemenin tek yolu bu kesimler içerisinde örgütlenmek, devrimci düşünceleri bir başka yaşam umudu haline getirebilmektir.
Kapitalist Küreselleşme İlk Gerçek Krizini Yaşıyor
Krizle birlikte kapitalizmin ‘küresel yeni dünya düzeni’ tasarımının da sonuna gelinmiştir. Sosyalizm deneylerinin yıkılışının ardından ‘tarihin sonu’ ilanları eşliğinde gelişen kapitalist küreselleşme süreci ilk gerçek krizi ile yüz yüzedir. Artık kapitalizm açısından da yeni bir sistem, yeni bir dönem gerekmektedir. Özetle şimdi kapitalizm yeniden kurulacaktır. Bu dönemde kapitalizmin neo-liberal yeni dünya düzeni tasarımına yönelik
KAPİTALİZMİN KRİZİ, TÜRKİYE VE DEVRİMCİ ÇÖZÜM OLANAKLARI
13
eleştiriler önemli rol oynayacaktır. Krizle birlikte, serbest piyasanın her şeye muktedir olduğu, bütün sorunları çözeceği ve tüm dünyaya refah getireceği söylemi çökmüştür. Korkut Boratav’ın krizin ardından yaptığı bir değerlendirmede kullandığı ‘bırakınız batsınlar’ sözündeki gülümseme, ideolojik bakımdan kazanılan mevziyi ifade etme bakımından da önemlidir. Krizin yarattığı olumluluklardan birisi, ‘başka dünya yok’ söyleminin kırılmaya uğraması, başka bir dünya arayışlarının, kapitalizme yönelik eleştirilerin daha dikkatli izlenir olmaya başlamasıdır. Burjuva medyasındaki ‘Marx haklı mıydı’ manşetlerindeki korku da gösteriyor ki, ‘dünya üzerinde bir heyula -yeniden- dolaşıyor’. Devrim ve Sosyalizm heyulası!
Kriz ve Türkiye
Bu değişim kuşkusuz Türkiye’nin geleceğinde de belirleyeci olacaktır. 12 Eylül sonrası emperyalizmin yeni sömürü politikalarına göre şekillenmiş, küresel kapitalist sistemle bütünlenmiş olan bugünkü ekonomik ve sosyal yapılanma, içinde barındırdığı sorunlarla birlikte yeni sorunlar yaşamaya başlayacaktır. AKP, ‘kriz bizi teğet geçecek’ dese de ardı ardına yapılan zamlar, işten çıkarmalar ve IMF ile yeni bir stand-by anlaşmasının gündeme gelmesi, sermaye çevrelerinin krizi aşma gayretlerinin yönünü de göstermektedir. Emeğin haklarına yönelik yoğunlaşan ve yoğunlaşacak bu saldırılara karşı tepkiler ve dirençler de gelişmektedir. Bu durum yeni bir mücadele döneminin habercisi olduğu kadar düzen açısından da yeniden organize olma gereksinimini ortaya çıkarmıştır. Bir süredir düzen güçleri arasında süren iç çekişmeler ve iktidar kavgası bu dönemde sermaye sınıfının çıkarları doğrultusunda yumuşatılarak, bu politikaların uygulanması noktasında bir ‘milli mutabakatın’ gelişmesi olasıdır. Son dönemde gerek AKP’nin gerek CHP’nin ve Ordu’nun bir dönem önceki temel çelişki konusu olan ‘laiklik-türban’ gibi konularda bir rahatlatma yaratmaya çalıştığı görülmektedir. Eşitsizlik ve adeletsizliğin bu denli yaygınlaştığı böylesi bir toplumsal yapının krizle birlikte uğrayacağı yıkıntı oldukça büyük olacaktır. Egemen sınıfların böylesi bir süreci kendi çıkarları çerçevesinde sürdürebilmesinin yolu bir ‘milli mutabakat’ ile birlikte baskıların yoğunlaşması, otoriter eğilimlerin güçlenmesi ve düzenin kontrolünde gerici-faşist akımın güç kazanması olacaktır.
14
YENİDEN DEVRİM / 8
Sol siyasetin fiilen tasfiye olduğu koşullarda sınıf mücadelesinin akacağı kanallar tıkanır, özellikle çelişkilerin yoğunlaştığı dönemlerde sınıf refleksleri gerici akımlar içerisinde kendisini ifade eder. 12 Eylül’den başlayarak bugüne kadar yaşanan ‘budur’. Sömürülen, yoksullaştırılan kitleler solun etkisizleştirildiği bu süreçte cemaat-tarikat yapılarına akarak, düzen için bir emniyet noktası oluştururken aynı zamanda dinsel gericiliği güçlendirmiştir. Önümüzdeki dönemde de emekçi sınıfların ekonomik, sosyal sorunlarını siyaset sahnesine taşıyacak bir sınıf mücadelesi çizgisi gelişip güçlenmezse, emekçi halkın ve ülkemizin geleceğide bu karanlık içinde şekillenecektir.
Krize Karşı Direniş ve Sol
Dünyada ve ülkemizde bu gelişmeler yaşanırken sol için en belirgin durum ise ideolojik-teorik ve örgütsel anlamda tam bir karmaşa ve dağınıklığın yaşanıyor olmasıdır. Bu karmaşanın aşılabilmesi yaşanan somut dünya gerçekliğinin kavranarak buna uygun ideolojik ve örgütsel bir yeniden yapılanmanın önümüzdeki mücadele sürecinin görevleri içerisinde gerçekleştirilmesine bağlıdır. Sol, bugün fikri alandaki çözülmeden ve savrulmadan kaynaklanan bir güç kaybı içerisindedir. Bu büyük oranda kapitalist küreselleşme sürecinde yaşanan değişim karşısında takınılan tutumlardan kaynaklanmaktadır. Solda bir kesim, var olan devlet yapısına karşı küreselleşmenin demokrasi ve özgürlükler alanını genişleteceğine ilişkin bir yaklaşıma sahiptir. Bunun karşısında da küreselleşmeyi devlete saldırı olarak algılayan milliyetçi/devletçi bir eğilim yer almaktadır. Liberal ve milliyetçi akımın etkisinde şekillenen bu savrulmaları aşacak bir başka alternatif yeterince güçlü biçimde ortaya koyulamamaktır. Bu ortamda solun bütün kavramları ve değerleri zarar görmekte, etkisizleştirilmeye çalışılmaktadır. Liberalizmin ideolojik hegemonyasına dayalı olarak yaşanan gelişmeler solda da büyük oranda etkili olmaktadır. Son zamanlarda bu eğilim etrafında küreselleşmeci bir sol ya da başka bir anlatımla ‘AKP’nin sol versiyonunu’ yaratmaya dönük gayretli bir çaba da gösterilmektedir. Bu kesimler, devrim ve sosyalizm fikrine, bu yönde bir mücadelenin gerekliliğine inanan çevrelere akıl ve ahlak dışı iddia ve suçlamalarla saldırmaktadır. Bu kesim özellikle AKP’ye karşı yürütülen her türlü mücadeleyi ‘faşizmin önünü açmak/demokrasiye engel olmak’ gibi anlaşılmaz bir akıl tutulması ile ‘milliyetçilik/ulusalcılık’ olarak sınıflandırmaya çalışmakta ya
KAPİTALİZMİN KRİZİ, TÜRKİYE VE DEVRİMCİ ÇÖZÜM OLANAKLARI
15
da ‘AKP’ye karşı mücadele düzene karşı mücadeleyi atlıyor’ biçiminde daha ‘keskin’ yorumlarla AKP yandaşlığında sınır tanımamaktadır. AKP’nin koyu bir muhafazakarlık ve baskıcı politikalar eşliğinde geliştirdiği faşizan iklime gözlerini ve zihinlerini kapatanlar için yapılacak çok fazla şey yok. AKP’ye karşı çıkmamak adına bu yönde mücadele edenlere dönüp ‘düzene karşı mücadeleyi’ görmezden geliyorsunuz diyen ‘radikaller’ her ne kadar kendilerini liberallerden ayırmaya çalışır görünse de nihayetinde aynı nakaratı tekrarlamaktadır. Düzene karşı mücadele, bugünkü neo-liberal ve muhafazakar düzenin yürütücüsü ve sureti olan AKP atlanarak sürdürülemez. Buradaki temel nokta, düzen güçlerine karşı mücadeleyi yürütürken okların sivri ucunun -egemen iktidar yapısı olarak süreci yöneten- AKP’ye yönelmesidir. Yaşanan bu tartışmalara solda bir dönemin kapanışının ve oluşacak yeni dizilişinin ortaya çıkardığı sorunlar kaynaklık etmektedir. Solda bir kesim kimlik, kültür, demokrasi talepleri ile sınırlı bir mücadele çizgisini savunmakta, kapitalizmi aşma ve düzeni değiştirme iddialarından uzaklaşıp tam tersine kimlik-kültür siyaseti üzerinden bir muhalefet yaratacağını düşünmektedir. Bu tür solculuk kısa vadede popüler olsa dahi, kendi kendisini çok çabuk tüketeceği, tükettiği de yakın zamanda yaşanan örnekler ile kanıtlanmıştır. Bu tür solculuğun dönemi artık kapanmaktadır. Toplumsal ve sınıfsal çatışma dinamiklerinin bu denli billurlaştığı, zengin-yoksul ayrımının gözle görünecek kadar açık olduğu, adaletsizliklerin ve eşitsizliklerin katlanılamaz hale geldiği bugünkü koşullarda devrimci bir siyaset ancak emek ve sınıf mücadelesi eksenindeki varlığı oranında gelişebilecektir. Geçtiğimiz dönemde sol içinde etkili olan her tür konformist, liberal, post-modern anlayışla bir hesaplaşma, toplumsal-sınıfsal çelişkiler içerisinde emperyalist-kapitalist sistemin bütünlüklü bir eleştirisi ışığında gerçekleşebilir. Önümüzde duran bütün sorunlara ve tartışmalara bu bütünlükle yaklaşalarak çözüm üretilmelidir. Solun yaşadığı sıkıntıları aşması konusunda eski -yeni- bir öneri olan birlik konusu da bu dönemin kapsamlı yeniden yapılanma sürecine yanıt olamaz. Daha önceki birlik deneyleri de bunun geçerli bir yol olmadığını göstermiştir. Son dönemde birlik tartışmaları içerisinde somutlanan bir proje olarak gündeme gelen Çatı Partisi de bu açıdan bugünün ihtiyaçlarına yanıt verecek bir yapı değildir. Sosyalist hareketin Kürt hareketi ile ‘ta-
16
YENİDEN DEVRİM / 8
rihsel buluşması’ olarak sunulan proje gerek sosyalist hareketin yeniden yapılanması açısından gerekse Kürt hareketi ile kuracağı ilişki açısından sorunludur. Bugün ülkemizdeki tüm diğer sorunlarla birlikte Kürt sorunununda çözümü noktasında emekten ve demokrasiden yana güçlü bir siyasetin geliştirilmesinin yolu sosyalist hareketin kendi bağımsız siyasi çizgisini güçlendirip, geliştirebilmesine bağlıdır. Diğer yandan ekseni ‘kimlik, kültür ve demokrasi’ üzerinden şekillenen, ‘liberallerden-müslüman demokratlara uzanan’ bir ittifak tanımı yapan bir birlik bugünün politik ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak olması bir yana ideolojik planda mücadele edilmesi gereken bir fikirdir. Bunun ötesinde solun birliği konusu, emek eksenli bir siyasetin oluşturulması, krize karşı direniş ve eylemlerin ortak bir mücadele içinde geliştirilmesini hedef alarak tartışılmalıdır. Son dönemde AKP’ye ve krize karşı bir çok alandaki birleşik eylemlilikler bunun sağlanmasının zeminini oluşturmaktadır. Önümüzdeki yerel seçimler de bu açıdan ele alınmalıdır. AKP ve CHP arasında bir düelloya dönüşen bu ortamda yerel seçimler düzene karşı mücadelenin yükseltileceği bir zemine dönüştürülmelidir. Pragmatizme, burjuva siyasetinin bayalığına teslim olan hiçbir yaklaşımın geleceği olmayacaktır. Devrimcilik her şeyden önce bir iddiadır ve bu iddianın ortaya konularak savunulmasıdır. Bugün düzen güçlerine karşı eğilip bükülmeden mücadele edilmelidir. Bugünü ve geleceği kazanmanın yolu budur.
İki...Üç...Daha Fazla Devrim...
Bütün bu zorlu mücadele sürecini yürütürken, tarihin yönünün dönmeye başladığı bu dönemde, kapitalizmi gerçek krize sürükleyebilecek olan şey eşitlik, özgürlük, bağımsızlık, devrim ve sosyalizm şiarını rehber edinen devrimcilerin rüzgara karşı yürüyüşleri olacaktır. Önemli olan her koşulda ve şartta bu mücadeleyi kalbinde ve bilincinde hissedenlerin var olması ve bu yönde kesintisiz bir mücadeleyi üstlenmeleridir. Devrimcilik hayatı ve toplumu değiştirmek için yapılan bir mücadele, hayat karşısında takınılan bir tutum, tercih edilen bir yaşam anlayışıdır. Düzenin sunduğu hayatı reddedenler ya kendi başına bir yaşamı tercih ederek kaybolur ya da onu değiştirmek isteyenlerle birlikte mücadele eder. Devrimcilik sonuçta düzeni değiştirmek isteyenlerin politik tercihidir. Tarihin yönünü değiştirecek olan da düzeni değiştirmek isteyenlerin or-
KAPİTALİZMİN KRİZİ, TÜRKİYE VE DEVRİMCİ ÇÖZÜM OLANAKLARI
17
taya koydukları politik tercihleri doğrultusunda sürdürecekleri mücadeledir. Şimdi bu mücadeleyi daha kararlı ve militan bir tarzda bulunduğumuz her alanda nefes aldığımız her anda, bir kez daha ama bu kez daha gür daha güçlü ‘Tek Yol Devrim’ şiarıyla sürdürme zamanıdır! İki..üç...daha fazla DEVRİM!...
TASFİYELERİN DİNAMİĞİ VE ERGENEKON
Levent YAKIŞ
Türkiye Cumhuriyeti’nin kısa tarihi yaşından beklenmeyecek çoklukta tasfiyelere ve baskılama girişimlerine tanıklık etmiştir. Bunların sıklık derecesi ve sürekliliği, olup bitenleri daha baştan tepeden inmeci (Jakoben) bir tarzda kurulmuş bir devletin olağan faaliyetinin bir parçası sayan ve tüm tasfiyeleri bu kuruluş özelliğine bağlayıp aynı çuvala sığdıran toptancı yaklaşımın da yaygın kabul görmesine yol açmıştır. Bu yaklaşıma göre örneğin, Serbest Fırka’nın kapatılmasıyla 12 Eylül 1980 sonrası parti kapatmaları arasında herhangi bir farklılık yoktur. Oysa, bu toptancı yaklaşımdan uzaklaşıp soruna dikkatli yaklaşıldığında tasfiyeleri güdüleyen birbirinden farklı başlıca iki dinamiğin olduğunu görürüz ki, bu dinamikler, Türkiye Cumhuriyeti’nin kronolojisine uygun biçimde art arda gelen iki ayrı döneme damgasını vurmuşlardır: İlki Cumhuriyetin kuruluş sürecidir, diğeri ise II. Dünya Savaşı’ndan bugüne uzanan tarihsel süreçtir. Her iki dönemi ayrı ayrı ele almak bu nedenle daha uygun olacaktır.
I-KURULUŞ DÖNEMİ
Merkezi Avrupa’da başlayıp Balkanlar’a yayılan ulusçuluk akımları Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırlarına ulaştığında ilkin, imparatorluğun
20
YENİDEN DEVRİM / 8
Hıristiyan halklarını sarıp sarmalayarak bu halklar nezdinde belli ölçülerde zaten varolan merkezkaç eğilimleri iyice güçlendirerek imparatorluğun çözülme sürecini katalize edici etkilerde bulunmuştu. Çözülmenin engellenemeyeceği ve Osmanlıcılığın imparatorluğun çok etnisiteli, çok dinli yapısını bir arada tutmada artık işlevselliğini yitirdiği açık hale geldiğinde imparatorluk bürokrasisinin elde kalanı korumak üzere sığındığı ilk liman Panislamizm oldu. Osmanlıcılığın sonunu getiren hıristiyan halkların ayaklanmasıysa Panislamizmin sonunu getiren de Anadolu dışındaki çeşitli müslüman halkların başkaldırısıdır. Geriye kalan son durak, Pan Türkizm, Osmanlı sivil-asker bürokrasisinin daha dar bir halkasının ve birkaç kalburüstü ismi ayrı tutarsak daha alt katmanlarının itibar ettiği bir tarz-ı siyaset olarak uygulamaya sokulmuş ve sokulduğu anda da Enver Paşanın Sarıkamış faciası ve kısa süren Kafkasya deneyimiyle kesin bir yenilgiye uğramıştır. Türkiye Cumhuriyet’nin kuruluş süreci işte bu üç tarz-ı siyasetin uygulamada karşılaştığı engelleri, yarattığı sorunları, gerçekleşme dinamiklerini ve sınırlarını yakından gözlemlemiş ya da en azından bu konuda bilgi ve birikim sahibi kadroların insiyatifi altında başlamıştır. Kurucu kadrolar birkaç asıra yayılan geri çekilme ve yenilgiler dizisinin son aşamasında öne çıkmışlar ve kendilerini sarmalayan psikolojik-düşünsel iklime ait endişe, korku ve hayal kırıklıklarını kuruluş sürecine olduğu gibi yansıtmışlardır. Örneğin kurucu kadroların mutabakatını yansıtan misakı milli üç tarz-ı siyasetin işaret ettiği, farklı coğrafyalara doğru esneyip uzasalar da her biri bir imparatorluğa tekabül eden sınırlardan çok daha geriye elde edilebilir ve elde tutulabilir sınırlara geri çekilişin bir ifadesidir aynı zamanda. Bu kabullenilmiştir ama metazori kabulleniş elde kalanı korumaya dönük çok güçlü duygulara da kaynaklık etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus devlet olarak kurgulanmasında bu duygular başat rol oynamışlardır. Çöküş süreci, özellikle Balkan Savaşları imkanları ne denli kısıtlı olursa olsun ulus tarifi üzerinden homojenleştirilmiş toplulukların bir imparatorluk karşısında bile son derece dirençli olabilecekleri yönünde bir kanaatin yerleşmesine yol açmış ve bu kanaat kurucu kadroların, uluslar arası ilişkilerin çatışmalı bir seyir izlediği o günün konjoktüründe hasım devletlerin içinden sızıp yıkıcı, dağıtıcı etkiler üretebileceği etnik, dinsel fay hatlarını silikleştirecek, toplumu bu yönde homojenleştirecek tarifleri kolayca benimsemelerine neden olmuştur. Tarif Türklük üzerinden yapılmıştır. Bu, üç tarzı siyasetin ilk ikisine yani Osmanlıcılığa ve Panislamizme bir tepkidir ve gerçekten bunlarla çelişir; sonuncusuyla, Pantürkizmle ise tam örtüşmez ama kapıyı
TASFİYELERİN DİNAMİĞİ VE ERGENEKON
21
bu yönde açık bırakmıştır. Kurulan yeni cumhuriyetin kalkınma stratejisi devletin etkin biçimde müdahil olduğu, Jakoben bir tarzda örgütlenmiş bir modernleşme hamlesidir. Kalkınmanın iktisadi düzlemi kapitalizm olarak öngörülmüş, İzmir iktisat Kongresi’nde bunun teorik çerçevesi çizilmiş ve çok erken bir tarihte Mustafa Suphi’lerin boğdurulmasından anlaşılacağı üzere bu konuda ısrarlı olunacağı daha baştan deklere edilmiştir. Kapitalist kalkınmayı takviye edecek üst yapısal düzenlemelerde örneğin temsili demokrasinin seçilmesinde, dinsel alanın hem toplumsal hem de politik düzlemde sekülerlik lehine daraltılmasında, şapka devrimi vb. simgesel anlamı açık kimi girişimlerde batıya öykünme güçlü biçimde hissedilir. Kurucu kadroların Batı’yla, onun yaşam tarzıyla en fazla haşır neşir olmuş toplumsal kesimlerden gelmeleri ya da en azından eğitim müfredatı batılılara en yakın ordu vb. kurumlardan çıkmış olmalarının bu öykünmede kuşkusuz bir rolü vardır. Ancak batıdan gelen Osmanlının çöküş sürecinde, Mondros Mütakeresi ve Sevr’de kendini açığa vuran tehlike ve taleplere karşı ancak batıya yani galiplere benzeyerek karşı korunabileceğine dair güçlü inancın da en az bunun kadar rolü vardır. Batı’ya öykünme ona boyun eğmenin ya da kapılanmanın değil tersine karşı koymanın, galiplerin gücüne onların katettiği mesafeyi benzer bir yoldan ama daha dar bir zaman aralığına sıkıştırılmış, kısaltılmış bir yoldan katederek ulaşma arzusunun bir sonucudur ki, çağın ilerleyen zamanlarında artan sayıda devlet tarafından paylaşılan bir uygulama haline gelecektir. İşte, Cumhuriyetin kuruluş aşamasında gerçekleşmiş baskılanma ve tasfiye hareketleri yukarıda ana başlıklarını özetlediğimiz, bağımsız bir devletin kapitalist kalkınma (modernleşme) stratejisinin gereksindiği bütün bu yaklaşım ve prensiplerin korunmasına, Cumhuriyetin bu ana eksen üzerinden sürekliliğinin sağlanmasına yöneliktir. Bu çerçevede; Misak-ı millinin işaret ettiği sınırları yadsıyanlar, Türklük üzerinden yapılan homojenleştirmeye, ulus tanımına yönelik itirazlar, Dinsel alanı daraltan sekülerleşme hamlelerine direnç gösterenler, İktisadi, toplumsal düzene sosyalist açıdan eleştirel yaklaşanlar, Modernleşmenin önünde engel olarak görülen feodal toplumsal, iktisadi yapılar ya baskılanmış ya da tasfiyeye uğratılmışlardır. Tasfiyelerin zamanlaması, kapsamı, şiddeti ve nihayet gerçekleşme düzeyi verili tarihsel koşulların sınırlarını çizdiği güç ve dengelerce
22
YENİDEN DEVRİM / 8
belirlenmiştir. Burada vurgulanması gereken, tasfiyelerde emperyalist devletlerden gelen etki ve yönlendirmelerin herhangi bir rol oynamadığıdır. Bir yönlendirmeden bahsedilecekse eğer bu daha ziyade tasfiyeye maruz kalanların en azından bir bölümü için geçerlidir; tasfiye edenler, kurucu kadrolar bu türden yönlendirmelere pek açık değillerdir, bağımsızlık duyguları hem politik hem iktisadi düzlemde yerli yerindedir. Bu aslında içinde yaşanılan uluslar arası ilişkiler sisteminin o dönemdeki parçalı yapısına, sistemin sömürge statüsü dışındaki devletlerin yaygın otarşik (kendine yeterli) eğilimlerine, bağımsızlıkçı tutumlarına da uygundur. Ama dediğimiz gibi, asıl neden, Osmanlının çöküş sürecinde ekonomik, politik bağımlılığın oynadığı son derece tahrip edici role ilişkin gözlem ve deneyimlerdir. Bu dönemde biçimlenmiş bağımsızlıkçı duygular Kurtuluş savaşının imbiğinden süzülerek kuruluş sürecine taşınmıştır. Kuruluş süreci boyunca, II. Dünya savaşına dek bu duygular korunmuştur. Ancak savaş yaklaşırken ve savaş esnasında bu tutumda bir aşınma gözlenir; politik düzlemde savaşan tarafların birine ya da diğerine yakınlaşmayı esas alan bazı kümelenmeler ortaya çıkar. Bu dönemdeki tasfiyelerin bir bölümü bu kümelenmeler arasında ya da bu kümelenmelere karşı gerçekleşmiştir. Yönetici kadrolar arasında artık uluslar arası karşıtlıkları baz alan gruplaşmaların ortaya çıkması Osmanlı’dan bu yana yeni bir durumdur, savaş süresince bağımsızlıkçı tutum galebe çalmasına karşın bu yeni dinamik zamanla belirleyici konuma gelecektir.
II- İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONRASI
Savaş sonrasında uluslar arası ilişkiler sistemi Doğu Bloğu (sosyalist) ile Batı Bloğu (kapitalist) arasında keskin bir yarılmaya uğrayacaktır. Türkiye bu yarılmada batının yanında bir uç, karakol ülkesi olarak yerini alır. Türkiye’de gerçekleşen baskılama ve tasfiye hareketleri bu aşamadan sonra artık emperyalist-kapitalist sistemin dönemsel ya da uzun vadeli ihtiyaçlarının baskısı altında şekillenir. Bu yeni faktörün etkisi başlangıçta oldukça bulanıktır; zamanla daha belirginleşerek tasfiyelerin ana dinamiğini oluşturur. Kapitalistleşme süreci bağımlılık ilişkisi içinde ilerledikçe bu ilişkiden türeyen yeni sınıf ve katmanlar yönetici elitin giderek ağır basan bileşenleri haline gelirler. Bu kimi zaman sarsıcı tasfiyelerle önü açılan bir süreçtir, nitekim askeri darbeler işte bu fasıla aittirler. Sözünü ettiğimiz, kapitalistleşme sürecinin batıdakine benzer kendi olağan akışı içinde gerçekleştirdiği tasfiyeler değildir. Batıda kimi geleneksel iktisadi ve toplumsal yapılar gelişmenin doğallığı içinde aşınarak
TASFİYELERİN DİNAMİĞİ VE ERGENEKON
23
tasfiyeye uğramışlardır. Türkiye’de tersine bu arkaik yapılanmalar emperyalist-kapitalist sistem açısından işlevsel oldukları ölçüde korunmuşlar ve çağın geneli düşünüldüğünde anakronik bir yaşam sürdürebilmişlerdir. Bağımlılık ilişkisinden türeyen kapitalist yeni sınıf ve katmanlar belli bir kapasiteye ulaştıkça, emperyalist talepleri taşıyabilecek ve bunları politik düzlemde dayatabilecek bir güce eriştikçe de bu anakronik yapılar güç kaybetmişlerdir. İşlevsel olmaktan çıkıp tasfiyeye maruz kalma durumu yalnızca bu feodal vb. anakronik yapılarla sınırlı değildir, bazen bağımlılık ilişkisinin ürünü yeni sınıf ve katmanlar da bu kaderi paylaşırlar. Özellikle emperyalist kapitalist sistemin krize girdiği ve krizi aşmak üzere alışılageldik tutum ve davranışlarından farklı yeni politikalara ihtiyaç duyduğu açılım dönemlerinde yeni politikalara uyum sağlayamayan toplumsal sınıf ve katmanlar geçmiş dönemlerde emperyalist-kapitalist sistem adına ne denli işlevsel bir rol oynasalar da tasfiyeden kurtulamamışlardır. Kısacası, her önemli konjonktür yeni güç dengelerini gereksinmiş ve tasfiyelerle bu sağlanmıştır. Örneğin 12 Mart darbesi Cumhuriyetin kuruluş döneminden devraldığı kimi davranış özelliklerini sürdürerek sosyalist hareketi, ulus devlet yapısına yönelik etnik itirazları baskı altına almış ama bununla yetinmemiş geçmişten farklı olarak, kapitalist iktisadi temele sadık kalan ancak uluslararası ilişkilerde bağımsızlıkçı bir çizgiyi savunan kesimleri de tasfiye etmiştir. Hatta, politik yaşama Amerika’yla olan ilişkisini referans göstererek adım atan Süleyman Demirel’in, Türkiye’nin kapitalist dünyaya eklemlenme tarzının bir ürünü olan ithal ikameci ekonomik yapıyı emperyalizmle bağımlılık ilişkisi baki kalmak üzere güçlendirme çabaları emperyalist merkezlerden onay görmeyince SSCB’ye başvurarak çeşitli ağır sanayi yatırımlarına girişmesi merkez kaç bir tutum olarak algılanmış, tasfiyesine neden olmuştur. 12 Eylül 1980 darbesi bu açılardan daha da nettir. Her şeyden önce, emperyalist-kapitalist sistemin önemli bir açılım döneminin tam başlangıç yıllarına denk gelmiştir. 80’li yıllar, ABD’nin 70’li yıllarda içine girdiği hegemonya krizini aşmak üzere atağa geçtiği yıllardır. Atılım döneminin iktisadi ayağında neoliberal politikalar yeralır. ABD’de Regan, İngiltere’de Teacher tarafından agrasif biçimde uygulanan neoliberal yaklaşım Türkiye’de karşılığı Turgut Özal teknisyenliğinde hazırlanan 24 Ocak 1980 kararlarıdır. Daha henüz 12 Eylül gelmeden programa alınmış ve ancak darbe rejimi koşullarında tam anlamıyla uygulanabilmiştir. Bu dönem, Turgut Özal’ın ve onun gibi ABD’nin rahle-i tedrisatından
24
YENİDEN DEVRİM / 8
geçmiş prenslerinin öne çıktığı, geçmişin ithal ikameci tarzını savunanların, hatta 24 Ocak kararlarının altında imzası bulunduğu halde geçmişteki popülist tutumları nedeniyle neoliberal politikaları uygulamada ikircikli davranacaklarından kuşkulanılanların hem politik düzlemde tasfiyeye uğradığı hem de bürokrasideki karar alıcı konumlarını yitirdikleri bir dönemdir. 12 Eylül’ün bir diğer ayırıcı özelliği de Cumhuriyet’in kurucu prensiplerinden laiklik karşısında takındığı tutumdur. Aslında daha 12 Eylül’e gelmeden çok partili yaşamın başından bu yana merkez sağ partilerin Türkiye’de dini politik getirisi olan bir manipülasyon aracı olarak kullandıkları bir gerçekliktir. Uygulamanın aktörleri Menderes, Bayar, Demirel dahil tüm merkez sağ liderler dünya görüşleri ve yaşam tarzları itibariyle dinsellikten çok seküler alana ait olsalar da dine atfettikleri kullanım değeri nedeniyle laiklik ilkesinin esneyip genişlemesine, deformasyonuna katkıda bulunmuşlardır. Yine de 12 Eylül sonrasında olup bitenleri bu klasik merkez sağ esnetme-gevşetme politikalarının doğal bir uzantısıymış gibi görmemek gerekir. 12 Eylül rejimi kuşkusuz merkez sağ politikaların kendisine taşıdığı nicel birikimi arkasına almıştır ama asıl gerçekleştirdiği toplumu İslamileşme yönünde niteliksel bir dönüşüme uğratmasıdır. Bütün bunlar darbecilerden ziyade yine arkalarındaki emperyalist aklın bir kurgusu olarak gerçekleştirilmiştir. 70’li yıllarda yeşil kuşak projesi adıyla dillendirilen bu emperyalist kurgu, SSCB’yi sarmalayan müslüman halkların sosyalizme karşıtlık ekseninde formatlanmış İslami ideoloji aracılığıyla anti-sovyetik bir çizgiye çekilmesini öngörüyordu. Böylece SSCB’nin sıcak denizlere (Hint Okyanusu ve Akdeniz’e) uzanma stratejisinin de önüne set çekilmiş olacaktı. Yeşil Kuşak projesi 70’li yıllarda birbirine yakın tarihlerde birçok ülkede birden gündeme sokulmuş, Afganistan’da SSCB yanlılarının iktidara gelmesi ve özellikle SSCB’nin Afganistan’ı işgalinin ardından projeye hız verilmiştir. Türkiye’de İslami hareketlerin zaman içinde gösterdiği değişim projenin seyri hakkında yeterince ipucu sunar. İslami hareketler Cumhuriyet’in kuruluş döneminde kapitalist modernleşmenin baskıladığı, erozyona uğrattığı sınıf ve katmanlara dayanıyorlardı. İslam, gerileme halindeki bu kesimlerin kapitalist modernleşmeye tepkisinin ideolojik formunu oluşturuyordu. Küçük ticaret erbabı, esnaf, zanaatkar ve yine, iktisadi düz-lemde güç kaybeden feodal unsurlardan, aşiret yapılarından meydana gelen bu toplumsal halka yeşil kuşak projesinin şekillendiği 70’li
TASFİYELERİN DİNAMİĞİ VE ERGENEKON
25
yıllarda yavaş yavaş dönüşüme uğrar ve farklı toplumsal katmanlara doğru yayılmaya başlar. 12 Eylül darbesi sonrasında ise islami akımlar deyimin tam anlamıyla sınıf atlamışlardır. İslami akımların kaybeden ya da en azından gerileme halindeki toplumsal sınıf ve katmanlardan ilerleme halindeki, güç toplayan kesimlere evrilmesinde emperyalist sermayenin katkı ve desteği, yönlendirmesi bugün başlı başına irdelenmesi gereken bir konu olarak önümüzde durmaktadır. 12 Eylül 1980 bu niteliksel sıçramanın gerçekleştiği tarihsel eşik çizgisidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kapitalist sisteme eklemlenme tarzındaki köklü değişikliğin gerçekleştiği II. Dünya Savaşı sonrası yıllarda yaşadığımız ve 12 Eylül döneminde zirveye ulaşan bütün bu tasfiye ve baskılama hareketleri neticesinde Türkiye’de devlet örgütlenmesi, siyaset alanı ve toplumsal alan emperyalist çıkarlar doğrultusunda büyük ölçüde konsolide edilmiştir. Tasfiyelere başvurmak zorunda kalınması aynı zamanda sürece yönelik kimi dirençlerin varlığına da işaret etmektedir ama Türkiye, süreci tersine çevirecek dinamiklere hiçbir zaman yeterince sahip olamamıştır.
Yeni Tasfiyeler…
Bütün bunlara rağmen uzunca bir aradan sonra 28 Şubat, Ergenekon vb. tasfiyeleri hala yaşıyor olmamız statükoyu kırmaya dönük güçlü içsel dinamiklerin aniden ortaya çıkmasından değil tersine, emperyalist-kapitalist sistemin, özellikle başat emperyalist güç ABD’nin farklılaşan koşullar nedeniyle statükoyu değişime zorlamasından kaynaklanmıştır. Değişimin arka planında iki kutuplu dünya sisteminin 90’lı yılların başında aniden ortadan kalkması yatmaktadır. Değişen dünya koşulları karşısında ABD kendi egemenliğini sürekli kılacak yeni politikalara yönelmiş ve bu durum Türkiye’de ABD stratejilerine karşılık düşen yeni bir konsolidasyon sürecini tetiklemiştir. ABD’nin 90’lı yıllarda geliştirdiği egemenlik stratejileri tek kutuplu bir dünya öngörüsüne dayanmaktadır. Stratejilerin patentini elinde tutan neocon çevreler “ABD’nin iktisadi ve askeri açıdan tüm diğer devletler karşısında tarihte eşi emsali görülmemiş bir kıyaslamalı üstünlüğe sahip olduğu ve bu üstünlüğü kullanması gerektiği” inancıyla iktidara gelmişler, gelir gelmez de en saldırgan stratejileri olan Büyük Ortadoğu Projesini uygulamaya sokmuşlardır. Bütün bu stratejiler “ya dostumuz olursunuz ya da düşmanımız” vecizesinin çok iyi ifade ettiği gibi yalnızca eski rakipleri değil, soğuk savaş döneminin yakın müttefiklerini de tehdit eden tam bir hakimiyet duygusuyla kaleme alınmıştır.
26
YENİDEN DEVRİM / 8
Eskinin sıkı müttefikleri merkezi Avrupa devletlerini bile geleceğin olası rakipleri sınıfına sokan neocon yaklaşımın Türkiye gibi BOP kapsamındaki bölge ülkelerinden tam anlamıyla bir tabiiyet ilişkisi talep etmesi şaşırtıcı olmasa gerek. Geçmişin, her ne kadar kantarın topuzu genellikle ABD’den yana vursa da karşılıklı uzlaşma arayışlarını ve belli bazı tavizleri dışlamayan müttefiklik ilişkisinin ABD tarafından bu dayatmacı tarzla ikame edilmesi Türkiye’de yönetici elit düzeyinde belli bir hoşnutsuzlukla karşılanmıştır. Yine de söz konusu tarza yönelik hoşnutsuzluk ilişkisinin özüne, bağımlılık eksenine sadakati engellememiş ve Türkiye değişen dünya şartlarına ABD patronajı altında müdahil olmaya devam etmiştir. Bunda, geçmişten gelen alışkanlıkların yanı sıra kurumsal bağımlılıkların rolü belirleyicidir. Ayrıca, SSCB’nin çözülmesiyle Avrasya’da ortaya çıkan boşluğun doldurulmasında başat emperyalist güç ABD’ye yaslanmanın avantaj sağlayacağı, böylece “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk dünyası” üzerinde etkinlik kurmanın mümkün hale geleceği beklentisi, dayatılan tarzın zorlanmadan kabulüne zemin hazırlamıştır. Ortaya çıkan kimi sorunlar yönetici elit açısından tolere edilebilir düzeyde kalmış ve ilişkiler 90’lı yılların sonuna dek bu minvalde yürümüştür. Bu tarihten itibaren tablonun rengi aniden değişmeye başlar. Sorunları kolayca başedilemez düzeye taşıyan gelişmeleri kabaca iki başlık altında toplayabiliriz: İlkin, aradan geçen zaman zarfında ABD patronajının Avrasya’da Türkiye’nin önünü açan değil tıkayan bir dezavantaj oluşturduğu açık hale gelmiştir. ABD’nin Avrasya’yı sömürgeleştirmeye dönük tedbir ve faaliyetleri bölge ülkelerinde hem yönetim düzeyinde hem de halk katında amerikan karşıtı duyguları geliştirmiş ve olumsuz duygular çok gecikmeksizin ABD’ye taşeron hizmeti veriyor gözüken Türkiye’ye yönelmiştir. Verilen bu görüntü, Putin’le birlikte toparlanıp yeniden sahneye inen Rusya’nın da tepkisini çekerek Türkiye’nin bölgeye dönük girişimlerini kısıtlayıcı etkilerde bulunmuştur. Ama daha önemlisi, ABD’nin klasik Ortadoğu coğrafyasında BOP kapsamında yürüttüğü faaliyetlerin Türkiye üzerinde yaratığı tahrip edici sonuçlardır. ABD’nin Türkiye’yi bu faaliyetin bir parçası kılmaya zorlayan tavrı ilişkileri gerginleştirmiş ve nihayetinde parçası olsa da olmasa da Türkiye, ABD’nin yarattığı sorunlarla yüz yüze kalmaktan kaçınamamıştır. Özellikle Irak’ın işgali sırasında ve sonrasında ABD’nin de kışkırtmalarıyla etnik, mezhepsel gerilimlerin çatışmalı bir karakter kazanması, Kürt meselesi üzerinden Türkiye’deki çelişkileri de derinleştirmiş ve durulma
TASFİYELERİN DİNAMİĞİ VE ERGENEKON
27
emareleri gösteren iç savaşı katalize ederek yeniden tırmandırmıştır. Bütün bunlar, Türkiye’de statükoyu temsil eden kimi unsurları ABD’ye karşı mesafeli bir duruşa itmiş hatta yer yer kopmalara neden olmuştur. En fazla tepkinin ilişkilerin tarihi boyunca ABD’ye yakın duran, hatta başlangıçta doğrudan ABD tarafından şekillendirilip, finanse edilen kurumlardan, örneğin sivil, asker güvenlik bürokrasisinden gelmesi, ilginçtir. Özellikle iç savaşı yürüten unsurlarda bu duygu çok belirgindir. Bu kesim, Türkiye’de yaşanan gelişmeleri, tırmanan iç savaşı ABD’nin Irak’taki faaliyetlerinin bir yan ürünü, istenmeyen ama kaçınılamayan sonuçlarıymış gibi görmekten ziyade, doğrudan Türkiye’ye dönük kötü niyetinin bir ifadesi olarak okumuşlardır. Emperyalist-kapitalist sistemle ABD üzerinden kurulan ilişkilerin zamanla ekonomik, politik bağımsızlığı ve nihayetinde Cumhuriyetin laiklik ilkesini ortadan kaldırmasına karşın, bu ilişkiler askeri bürokrasi tarafından, toplumsal algıda tarihsel düşman sıfatıyla yer edinmiş Rusya’ya (SSCB) karşı bir koruma duvarı oluşturduğu gerekçesiyle meşrulaştırılıyordu. 90’lı yılların başında SSCB’nin çözülmesiyle baş düşmanın ikinci plana düşmesi, ABD faaliyetlerinin ise zamanla Türkiye’yi dağılma, parçalanma riskiyle karşı karşıya bırakması ilişkilerin meşruiyetini tartışılır hale getirmiş ve kopmalara zemin hazırlamıştır. Bu kopuşu en iyi ifade eden, MGK Genel Sekreteri Tuncer Kılınç’ın “yüzümüzü İran’a, Rusya’ya dönmeliyiz” sözleridir. Sözlerin bu düzeyde dile getirilmesi Türkiye’nin son yarım asırlık tarihi göz önüne alındığında, bir ilktir ve dile getirenin konumu, sözlerin kişisel olamayacağını ve hiç şüphesiz aşağıya doğru genişleyen bir piramit tarafından paylaşıldığını duyumsatmaktadır. ABD karşıtlığını kendisine merkez alan bu tutum devlet katında özellikle güvenlik bürokrasisinde yoğunlaşan bir ilişkiler ağını zaman içinde oluşturmuş; Karadayı, Kıvrıkoğlu gibi şahsiyetlerle de Genelkurmay Başkanlı’ğı düzeyinde temsil imkanı bulabilmiştir. Toplum katında ulusalcı sıfatıyla anılan bu kesimler bugün başlı başına bir ekol haline gelmişlerdir. Klasik Kemalist yaklaşımın Avrasyacı, hatta Turancı eğilimlerle harmanlandığı eklektik bir söyleme sahiptirler. Ezilenlerin sınıfsal-toplumsal çelişkisini esas alan sahici bir anti-emperyalist özden yoksun olmaları saf milliyetçi bir eksene kolayca kaymalarına zemin hazırlamıştır. Toplumsal-sınıfsal çıkarlarını “Türkiye’nin çıkarları” gibi bir genellemeden hareketle, saf milliyetçi bir eksen üzerinden yeniden tarife soyunmuşlardır.
28
YENİDEN DEVRİM / 8
Soğuk savaş konjonktüründe ABD çıkarlarından şu veya bu nedenle kopmuş kişi, grup ya da ülkelerin neredeyse kendiliğinden sosyalizmin etki alanına doğru çekildikleri bir gerçekliktir. Sosyalizm çağın ana muhalif söylemi olarak yalnızca ezilen sınıfların taleplerinin değil bununla doğrudan bağlantılı sayılamayacak bir dizi talebin örneğin, devletler bazında uluslar arası ilişkilerde eşitlik talebinin dile getirilmesine aracılık ediyordu. Belki de bu nedenle Türkiye solunda bazı çevreler devlet katında gerçekleşen bu kopuşları anti-emperyalist, sol bir tutum olarak algılama eğiliminde oldular. Oysa böylesi bir değerlendirme son derece yanlıştır; benimsendiği ölçüde Türkiye solunu hırpalayacak sonuçlar yaratacaktır. Bugün anti Amerikan duygular kimseyi kendiliğinden anti-emperyalizme ve giderek sol bir bakışa yöneltmez; sosyalizmin iade-i itabarının tam anlamıyla gerçekleşmediği günümüzde bu duygular pekala saf milliyetçi hatta faşizan savrulmalara da kaynaklık edebilir. Burada önemli olan ABD’yle olan çelişkilerin hangi sınıfsal-toplumsal zeminden hareketle tanımlandığıdır. Türkiye’de yönetici elit düzeyinde, güvenlik bürokrasisi saflarında ya da kirli işlerle iştikal eden derin uzantılarında gerçekleşmiş bu son kopmalar tam da dayandığı zemin itibarıyla sola açık değildir, bu yöne evrilme olasılığı da bulunmamaktadır. Devlet katında edindikleri güçlü temsile rağmen (belki de tam bu temsil nedeniyle) anti-amerikancı çoğunluğun desteğini arkalarına alamamışlardır. İşbirliğini sağladıkları, açık ya da örtülü destek aldıkları güçlü makamların sahipleri ise, geçmişte yararlandıkları emperyalist destekten yoksun kaldıkları anda etkisizleşmiş bu da ulusalcı kesimin başlıca zaafını oluşturmuştur. Nitekim, Hilmi Özkök’ün genel kurmay başkanlığı ve AKP iktidarı döneminde ABD’nin hala duruma hakim olduğunu gösteren ince ayarlarla, atamalar ve görev kaydırmalarıyla yavaş yavaş güçten düşürülmüşlerdir. İşte, Ergenekon operasyonu bu tasfiye sürecinin son perdesi olarak sahneye konmuştur.
ERGENEKON…
Ergenekon operasyonu başlangıçta İslami kesimden laik kesime yönelmiş güçlü bir hamle olarak algılandı. Bu algılamaya uygun biçimde kimi eşleştirmelere, karşılaştırmalara konu edildi; operasyonun 28 Şubat’ın rövanşı olduğu, zamanlamasının da Anayasa Mahkemesince görüşülen kapatma davasına bilinçli bir biçimde denk getirildiği iddiaları yaygın biçimde kabul gördü. Oysa, olayların gelişim seyri ve yöneldiği istikamet göz önüne alındığında tasfiye edenlerle tasfiye edilenler arasındaki karşıtlığın laik-anti-
TASFİYELERİN DİNAMİĞİ VE ERGENEKON
29
laik kutuplaşmasıyla bire bir örtüşmediği daha bugünden ortaya çıkmıştır. Hiç kuşkusuz tasfiye, söz konusu kutuplaşmanın güdülediği ön yargıların, duygu ve tepkilerin izlerini güçlü biçimde taşımaktadır ama esas itibariyle, bu iki kesim arasındaki total bir hesaplaşmanın değil, kısmi bir uzlaşmanın ürünüdür. Uzlaşma her iki kesimin elitleri arasında gerçekleşmiştir ve kısaca, emperyalist-kapitalist sistemin yeni dönem politikalarıyla çok farklı gerekçelerle de olsa bir biçimde çelişen politik, toplumsal yapılanmaların tasfiyesini öngörmektedir. Taleplerin kapsamındaki çok boyutluluk nedeniyle bunlara yönelik itirazlar da oldukça geniş bir toplumsal skalaya yayılmıştır. Bunların içinde anti-amerikancı islami çevreleri, eski düzen artığı çeteleri, yarı-resmi paramiliter örgütlenmeleri, Türkiye’nin yüzünü Avrasya’ya döndürmek isteyen merkezkaç güçleri ya da yüzünün batıya dönük kalmasını onaylayan ama ulus devletin çözülmesine direnç gösterenleri, nihayet emperyalistkapitalist sistemin doğrudan kendisine itiraz eden sosyalistleri ilk elde sıralayabiliriz. Bütün bu kesimler, yeni dönem politikalarının şekle şemale kavuştuğu 90’lı yılların sonlarından itibaren adım adım tasfiye edilmektedir. Ergenekon tasfiyesi bu açıdan 28 Şubat’ın karşıtı değil devamıdır. 28 Şubat’ta, 12 Eylül rejiminin Yeşil Kuşak projesi ile güç kazandırdığı İslami akımlar bir ayıklamaya tabi tutulmuşlardır. Yeni dönem politikalarına uyumda zorlanan Erbakan’ın temsil ettiği anlayış iktidardan edilmiş ve yerini Erdoğan’ın temsil ettiği ABD talepleriyle bütünleşme kapasitesi çok daha yüksek (Eşbaşkanlık!) islami anlayışa terk ederek sahneden çekilmiştir. Bu iki yaklaşım arasındaki farklılık Yeşil Kuşak Projesi ile Büyük Ortadoğu Projesi arasındaki farklılığa tekabül etmektedir. Yeşil Kuşak Projesi uluslar arası ilişkilerin iki karşıt kutup ekseninde derin bir yarılmaya uğradığı soğuk savaş konjonktürüne aitti. Amacı islamı merkez alan ideolojik (aynı zamanda demografik) bir set oluşturarak SSCB’yi sınırlamaktı. Bu amaçla desteklenen İslami akımların zamanla ABD çıkarlarından kopma olasılığı başlangıçta öngörülemese bile İran devriminden sonra artık ABD içinde açık hale gelmişti. Yine de, baş düşman SSCB’nin kuşatılması ana hedef olduğu için bütün bu riskler ABD açısından tolore edilebilir, göze alınabilir risklerdi. SSCB’nin çöküşü ABD’nin klasik anlamda Yeşil Kuşak Projesine duyduğu gereksinimi de ortadan kaldırmıştır. Şimdi sıra bizatihi projenin kendisinin ürettiği ve bugün ABD açısından sorun teşkil eden sonuçların, projenin olumsuz yan ürünlerinin giderilmesine gelmiştir. 28 Şubat’ta Ergenekon operasyonunun benzeri bir prosedür uygu-
30
YENİDEN DEVRİM / 8
lamaya sokulmuştur. Tasfiye girişimi tasfiyeye maruz kalan kesimler içinde kümelenmiş, toplumsal çoğunluğun tepkisini çeken kişi ve örgütlere yönelik operasyonlarla başlamış, başlangıçta bundan dolayı elde elden toplumsal onaya ve meşruiyete dayanarak hızla hedef alınan kesimlerin bütününe yayılarak sürdürülmüştür. Hedef alınanlar, çoğu kez yargılamaya gerek kalmaksızın, medya dahil bütün iletişim kanallarının etkin biçimde kullanıldığı psikolojik savaş taktikleriyle suçlularla bir biçimde ilişkilendirilerek gözden düşürülmüşlerdir. 28 Şubat ve devamı süreçte kamuoyunun önüne atılanlar Aczimendilerdir, “Fadime vakası”dır, Hizbullah’ın mezar evleridir ama iktidardan edilenler emperyalist politikalarla çelişen İslami kesimlerdir. Nitekim bugün de önümüze atılanlar varlıklarından asla kuşku duymadığımız çetelerdir, darbe günlükleridir, faili meçhullere bulaşmış, provokasyonlara karışmış karanlık şahsiyetlerdir; ancak takip eden süreçte bu suçlarla ilişkilendirmekte güçlük çektiğimiz ya da hiçbir biçimde ilişkilendiremediğimiz kişilere, kurum ve kuruluşlara doğru yaygınlaşma eğilimi göstermektedir.
Uzlaşma Kalıcı mı?
Her iki kesimin elitleri arasında ABD talepleri doğrultusunda gerçekleşen uzlaşma kuşkusuz, toplumu boydan boya kesen laik-anti laik kutuplaşmasını ortadan kaldırmayacaktır, bu yarılmanın son zamanlarda sıkça tanık olduğumuz dışarıdan müdahalelere gerek kalmaksızın kendini besleyecek güçlü içsel dinamikleri vardır ve tarihsel kökleri de epeyce geriye doğru uzanmaktadır. Bu nedenle elitler arasında gerçekleşmiş uzlaşmanın sonucu olan operasyonunun bizatihi kendisi bile sürecin her hangi bir aşamasında uzlaşmayı değil ama çatışmayı genelleştirecek bir katalizör özelliği kazanabilecektir. Operasyonun gelişim seyri içinde avantajı elde eden taraf tasfiyenin yönünü bu kez uzlaşılan elit de dahil olmak üzere karşı tarafın bütününe doğru genelleştirme eğiliminde olacaktır. İslami elit açısından ele alırsak dalga dalga gelen operasyonlarla tasfiye edilenler yalnızca çeteler değildir, bunlarla irtibatlandırmayı başardıkları ölçüde Kemalistleri hatta bir ideoloji olarak Kemalizmi gözden düşürmüşlerdir. Cumhuriyet’in kurucu ideolojisi bugün neredeyse ancak riski üstlenebilenlerin savunacağı tehlikeli ideolojiler sınıfına sokularak sosyalist ideolojiyle aynı kaderi paylaşır olmuştur. Kemalizm’in irtifa kaybettiği ona yönelik eleştirilerin ise cesaret kazandığı bu düşünsel -psikolojik iklim hiç şüphesiz laik kesimin genel direncinde bir eksilmeye yol açmıştır. Açılan gediğin yeni dalgalarla büyütülerek en kırılgan
TASFİYELERİN DİNAMİĞİ VE ERGENEKON
31
hale geldiği an islami elitin daha genel bir tasfiye doğrultusunda harekete geçeceği en uygun andır. Laik elit açısından ise en uygun an, örtülü onay verdikleri tasfiye sürecinin toplum nezdinden yarattığı endişe ve kuşkuların giderek İslami kesimin bütününe karşı güçlü bir tepkiye dönüşeceği andır. Bu aslında ABD’ci İslamlın 28 Şubat sürecinde tam da yaptığı şeydir. Erbakan’ın temsil ettiği anlayış tasfiye edilirken, daha sonra AKP’de örgütlenecek anlayış bu tasfiye aracılığıyla hem bir kamburdan kurtulmuş hem de toplum nezdinde yaygınlaşan mağduriyet hissini arkasına alarak iktidara uzanmıştır. Kısacası, 28 Şubat’tan bugüne bir bütün halinde baktığımızda her iki elitin, hem kendi kamburlarından kurtulmakta hem de ortaya çıkan tepkileri karşı tarafa yönelik genel bir saldırının malzemesi yapmakta epeyce ustalaştıklarını görürüz. Bu bir taşla iki kuş vurma oyununun ne zaman ve kimin lehine sonuçlanacağım şimdiden öngörmek zordur yine de, sonuç ne olursa olsun, emperyalist taleplere şu veya bu nedenle direnç gösteren kesimlerin tasfiyesi tamamlanabilirse şayet bu oyun bambaşka bir nitelik kazanacaktır. Her iki elitin birbirleriyle olan hesaplarını emperyalist taleplerle daha fazla bütünleşerek halletmeye çalıştığı, örneğin BOP kapsamında ABD’yle “ne yapacaksan yap, ama benimle yap” kabilinden ilişki geliştireceği bu yeni boyut, bölgemizi yönelik emperyalist projelere olağanüstü işlerlik kazandıracaktır. Sürecin bu yönde gelişmesi mutlak olmasa da, ilk aşamasında ılımlı islamın iktidara taşınması karşısında gösterilen dirençsizliği hesaba katarsak, projenin ikinci ayağının, kutuplaşmanın her iki tarafının emperyalist çıkarlar doğrultusunda hizaya getirilmesinin Türkiye açısından hiç de küçümsenmeyecek bir ihtimal olduğu kabul edilmelidir.
Solun Tavrı
Türkiye solunun ne çetelerin varlığından ne de faili meçhullere, provokasyonlara bulaşmış yarı resmi yapılanmaların varlığından şüphe etmesi beklenemez; arkamızda bıraktığımız tarih göz önüne alındığında bu bizim için neredeyse ayrıca ispata gerek duyulmayan postulat gibidir. Operasyonun başlangıç aşamasında sola yayılan iyimserliğin nedeni tam da bu ortak inançtır. Ancak söz konusu yapılanmalarla İlhan Selçuk, Mustafa Balbay gibi şahsiyetler arasında düşensel ya da fiili illiyet bağı kurulduğu andan itibaren iyimserlik yerini önce kuşkuya, sonra inanmamazlığa bırakarak ortak duygudan yavaş yavaş çekilmiştir. Solun ikircikli tavrında, tasfiye edilenler kadar tasfiye edenlerin kimliği de
32
YENİDEN DEVRİM / 8
önemli rol oynamıştır. Operasyonun bazı suç örgütlerini ortaya çıkararak işe koyulması solun ilerleyen süreçteki tutuklamalara tavır koyamamasına, sonraki tutuklamalar ise operasyonunun başlangıcındaki iyimser beklentilerin kısa sürede kaybolmasına neden olmuştur. Solun ortak duyguları bugün hızla ikirciklikten tepkiselliğe doğru evrilmektedir. Elitler arasındaki uzlaşmanın niteliği gereği tasfiyeler kaçınılmaz biçimde anti-emerikan muhalefetin bir bütün olarak bastırılmasına yönelecektir. Krıtik eşiğin geçilip geçilmediği veya hangi durumda geçilmiş sayılacağı hala tartışma konusu olsa da bir yerde çizginin çekilmesi herkes için zorunlu hale gelecektir. Burada önemli olan, manipülasyonlara kapılmadan ve gerçeği medya yoluyla ortaya saçılan ifşaatlara ne de hukuksal süreçlerin rutinine emanet etmeden olayları dikkatlice süzebilmektir. Dolayısıyla ortada dönen iddiaları, bu iddiaların gerçekliğini kendi var olan bilgilerimizin, tarihsel deneyimin ürünü olan sezgilerimizin tartısına vurmalı ve ancak ikna olduğumuz noktada teşhirine yönelmeliyiz. Ayrıca bu teşhir faaliyeti, tasfiye süreci ile eş zamanlı biçimde girişilen devletin farklılaşan emperyalist talepler doğrultusunda reorganizasyonunu da görmezlikten gelmemelidir. Çözülen derin devletin elbette mağduruyuz ve sonuna kadar karşısındayız ama yalnızca bu nedenle kurulan yeni devletin yanında olamayız.Karşı karşıya kaldığımız demokrasi yolunda bir arınma operasyonu değil seçici bir tutum, bir ayıklama faaliyetidir. Bizi bekleyen, merkez kaç tutum takınmış kimi unsurların tasfiye edildiği ama sistem açısından işlevsel olmayı sürdüren ya da yeni duruma ayak uydurma becerisi gösteren unsurların geçmişte ve hali hazırda işledikleri suçlarla birlikte korunmaya devam edildiği, yeni dönemin gereksindiği derin örgütlenmelere sessiz sedasız eklemlenecekleri en az eskisi kadar karanlık bir tablodur. Bozma/yeniden kurma şeklinde yürüyen paralel süreci tam da gerçekleştiği gibi , yani bozma faaliyetinin ortaya döktüklerini teşhire yönelip hesap soran ama yeniden kurma faaliyetinin emperyalist çıkarlarla ilişkisini de göz ardı etmeyen bütüncül bir tutumla ele almalı, sürecin her iki yanına eş zamanlı biçimde tepki vermeliyiz. Bu tavır bizi, yeniden kurma faaliyetinin asli unsurlarından, emperyalist çıkarlarla bütünleşmiş kesimlerden uzak tutacak, ayrıştıracaktır. Son zamanlarda bizi Ergenekon operasyonu karşısında daha net tutum takınmaya davet eden sıklıkla duyduğumuz çağrılar tam da bu noktada bulanıklığa davetiye çıkarmaktadır. Davet sahiplerinin bir bölümü için net tavır şeriata karşı laiklik adına veya emperyalizme karşı ulusal bağımsızlık
TASFİYELERİN DİNAMİĞİ VE ERGENEKON
33
adına operasyonlara toptan karşı çıkmamız anlamına gelirken, tam karşıda yer alan kimileri için bu darbeye karşı demokrasi adına operasyonu sonuna kadar desteklemek anlamına geliyor. Türkiye solu mantıksal kurgunun, akıl yürütmenin ifrat derecesinde zorlandığı bu toptancı yaklaşımlardan ısrarla uzak durmalıdır. Nitekim, laiklikte anti-laiklik, emperyalizmle ulusal bağımsızlık arasındaki ya da son dönemde moda olan darbeyle demokrasi arasındaki çelişki ve gerilimin temel çelişkimiz emek-sermaye çelişkisini bastıracak tarzda öne çıkarılarak baş çelişki statüsüne yükseltilmeleri bugün bir dizi uygunsuz yan yana gelişin gerekçesi olmuştur. Yaşamın bütünü elbette emek sermaye çelişkisinden ibaret değildir, bununla örtüşen örtüşmeyen sınırsız sayıda çelişkiyi, gerilimi birarada barındırır; yine de, sosyalist paradigmanın sınırları içinde kalacaksak ele aldığımız her çelişkinin temel çelişkimizle doğru biçimde irtibatlandırılması gerekir. Çözümüne soyunduğumuz toplumsal çatışmalar, gerilimler bu ana eksen üzerinde tanımlanabilir olmalıdır ve nihayetinde temel çelişkimizin emekten yana çözümüne katkıda bulunmalıdır. Söz konusu edilen baş çelişki ise bu çok önemlidir. Zira, baş çelişki, damgasını vurduğu tarihsel konjonktür boyunca emek sermaye çelişkisini bir anlamda ikame ederek emeğin sermeyeye karşı mücadelesini kısıtlayıcı etkilerde bulunur. Örneğin emperyalizme olan çelişkinin baş çelişki özelliğini kazandığı emperyalist açık işgal koşullarını ele alalım, bu durumda emperyalist işgale karşı çıkan bütün toplumsal kesimler, kimi sermaye katmanları da dahil olmak üzere sosyalistlerin müttefikidirler, doğallıkla bu kesimlere karşı mücadele ya ertelenecek ya da kısıtlanacaktır. Konjonktürün gereksindiği ittifaklar silsilesi bu durumda emek sermeye çelişkisinin gereksindiği ittifaklar silsilesinden farklılaşır ve daha geniş bir toplumsal skalaya yayılır; çıkarları sosyalizmle örtüşmeyen bir dizi toplumsal, sınıfsal katmanı baş çelişki ekseninde bir araya getirir. Herhangi bir çelişkiye yanlış biçimde baş çelişki sıfatını yüklemek bu nedenle telafisi imkansız sonuçlar doğurur, sosyalistleri gereksiz ittifaklar peşinde sürükleyerek emeğin davasını akamete uğratır. Aslında doğru bir seçim yeterli değildir; güçler dengesinin de iyi analiz edilmesi gerekir. Önemli olan sosyalistlerin inisiyatifi elde tutma becerisini gösterebilmeleri ve bu inisiyatif aracılığıyla farklı toplumsal katmanları baş çelişkinin ötesine geçerek emeğin davasına yaklaştırabilmeleridir. İnisiyatifin elden kaçırılması ya da inisiyatif elde olmadığı halde varmış gibi sanılması durumunda, mücadelemiz, son tahlilde muarızlarımız olan gerçek güç sa-
34
YENİDEN DEVRİM / 8
hiplerinin çıkarlarına hizmet eder hale gelir. Önerilen çelişkilerin hiç biri bu açıdan ne emek sermaye çelişkisini ikame edecek derinliğe sahiptirler ne de güçler dengesi bu çelişkiler ekseninde sosyalistlerin inisiyatifi ele almalarına müsaittir. Elbette bütün bunlar sözü edilen çelişkilerin hayali çelişkiler olduğu anlamına gelmez; en azından bir bölümü itibariyle sahicidirler ve sınıfsal, toplumsal düzlemde hiç de azımsanmayacak bir karşılıkları vardır. Örneğin ilk elde emperyalizm ve gericilikle olan çelişkileri sıralayabiliriz. Sosyalistler, emperyalist açık işgal altında mümkün ve meşru sayılabilecek ya da ancak gerici bir ayaklanma veya şeriat rejimi koşullarında gereksinim duyabileceğimiz ittifakları daha şimdiden zorlamadan, emek-sermaye ekseninde kalmakta ısrar ederek bu çelişkilerin hakkını vermek ve emperyalizme, gericiliğe karşı mücadele etmek zorundadırlar.
Darbe mi Demokrasi mi?
Yukarıda sıraladığımız zıtlıklara alternatif olarak önerilen bu ikilem benzeri bir toptancı yaklaşımla bizi köklü tarihsel, toplumsal nedenlerle uyuşmazlık halinde bulunduğumuz yapılanmalarla birlikte saf tutmaya çağırmaktadır. Saf tutacaklarımız arasında şeriat özlemini açığa vurmakta beis görmeyen islami örgütler ve cemaatler vardır. Türkiye’ye yönelik emperyalist projeler kapsamında iktidara taşınan AKP vardır, egemen sermaye bloğunun en önemli bileşeni sıfatını kazanmakta olan İslami sermaye vardır; bütün bunlarla yan yana gelmemiz önerilmektedir ama, öneri sahiplerinin sunduğu ikilemin (darbe mi demokrasi mi?) gerçek hayatta bir karşılığı var mıdır, bu epeyce şüphe götürür. Bugüne kadar bu ülkede gerçekleşmiş bütün darbeler, hedef alınan toplumsal hareketlere karşı konumlanmış, azımsanmayacak bir toplumsal desteğe dayanarak gerçekleşmişlerdir. 22 Temmuz seçimleri öncesinden bugüne uzanan gelişmeler göz önüne alındığında olası bir darbenin toplumsal desteğinin bulunmadığı apaçık biçimde ortaya çıkmıştır. İkincisi, bütün darbeler başta ABD, emperyalist aktörlerin ya açık desteğini almış ya da en azından itirazıyla karşılaşmamıştır. Bu türden bir desteğin bugün için geçerli olduğu herhalde söylenemez. Dolayısıyla sistem açısından darbeyi zorunlu kılacak şartlar ortada yoktur. Buna rağmen olası bir darbeyi gündemin baş sırasına yerleştirip toplumsal mücadeleyi bu hedefe göre şekillendirmeye çalışmak ister istemez akla başka şeyleri getirmektedir; akla ilk gelen de bir renkli devrim deneyinin içine çekilmekte olduğumuzdur.
TASFİYELERİN DİNAMİĞİ VE ERGENEKON
35
İnisiyatifi ele alanlar BOP kapsamında istihdam edilen cemaatlerdir,yine aynı projenin eş başkanlığına soyunan politik aktörler, Soros’un finanse ettiği kuruluşlardır. Bütün bunlara medyada gün geçmeksizin boy göstertilerek yıldızı parlatılan malum şahsiyetleri de eklersek listeyi tamamlamış oluruz. Bu beş benzemezin ”ortak aklı” kendine kör gözün parmağına misali bula bula renkli devrimlerin alameti farikası bir slogan bulmuştur: Darbeye karşı demokrasi!…
Hadi canım siz de!...
“Ortak akıl”ınız emperyalizmin aklıdır ve ancak yarım akıllı solcuları peşinden sürükleyebilir. Çıkardığınız onca gürültüye rağmen solun ana gövdesi bu aklın peşinden gitmemiştir, gitmeyecektir. Türkiye solu ülkesinin gün be gün emperyalist projeler eşliğinde felakete sürüklenmesine belki engel olamayacaktır ama bu suça da asla ortak olmayacaktır.!
MÜHİM OLAN SINIF MÜCADELESİDİR
Korkut BORATAV
İçinden geçmekte olduğumuz krizin genel ve dünya ekonomisi bağlamında dayanaklarını, ana çerçevesini sizlere kısaca aktarmaya çalışacağım. Ama ondan önce bir anekdot anlatmak istiyorum. 10-15 yıl önce Mısır’da bir toplantıya gitmiştik. Mısır’lılar devlet baskısından bunalmış, hepsi devlet düşmanı. Burjuvazi de kurtuluş arıyorlar, devlet pisliği başımızdan gitsede rahat etsek diyorlar. Bizden de öyle birkaç arkadaş vardı. Katılımcılar arasında bir tane Nasırcı iktisatçı vardı. Benimle bir de o aykırı konuşuyordu. Kahve arasında ben bunu çektim, ‘pek yalnız kaldık biraz dişini sık, öbür yüzyıla kadar dayanabilirsek kıtlıktan rant yapıp değerleneceğiz’ dedim. Neden söylüyorum bunları. Sizin için değil tabi ki, beni davet eden topluluğu tanıyorum uzun yılar birlikteliğimiz ve parelel düşünce ve yaklaşımlarımız olmuştur. Fakat medyada biz birden bire kıymete bindik. Telefon açıp ‘Marks gene mi hortladı, sosyalizm geliyor mu’ gibi sözler ediyorlar. Birden bire taşların altından, onlar açısından tarihe karışmış olması gereken kişileri ve görüşleri bulup ortaya çıkarıyorlar. Biz tabii bu topluluğa katılan ve kürsüyü birlikte paylaştığımız arkadaşlarımız, öteden beri bildiğini okuyan ve direnen insanlarız. Ben şimdi size es-
40
YENİDEN DEVRİM / 8
kiden bildiğim şekliyle, bugünkü bilgilerimi de katarak krizin arka planını bildiğim kadarıyla aktarmak niyetindeyim. Emperyalizmin krizidir. Yani finans kapitalin krizidir. Emperyalizmin krizi olduğu için dünya ekonomisinin geneli içinde ele almanın daha yararlı olacağını düşünüyorum. Emperyalist sistemin, tarihsel bakımdan, farklı tarih dönemeçlerinde değişmeyen ortak özellikleri var. Bunlardan birincisi sömürüdür. Sömürü ama sömürülen ve sömürülen bu defa dünya sisteminin metropol ve çevreler ülkeleri arasında paylaşılmıştır. Sömürülen daima emekçi kitleler olmakla beraber sömüren aktör emperyalist sistemde metropol-çevre ayrımının metropol kanadında yer alır. Sömürüyü gerçekleştiren mekanizmalar; sermaye ihracıdır, bu doğrudan yatırım biçiminde olur kar şeklinde sömürü gerçekleşir, finans kapital yani borçlanma biçiminde olur faiz olarak gerçekleşir, bir de daha az incelenmiş olan ticaret mekanizmaları olur o da ticari karların veyahut eşitsiz değişimin yarattığı mekanizmalar ile olur. Ama sömürünün olması için kaynağın gitmesi lazım, yani sömürünün ön koşulu metropolden çevreye doğru bir kaynak akımının olması gerekir. Kaynak akımı olmazsa sömürünün kaynağı da kurur gider. Kaynak akımının karşılığında metropolde elde edilen artı ürünün alt öğeleri metropole aktarılması gerekir, aktarılmazsa da sömürü devam eder. Yani aktarılan ülkede kalan ve orada yatırılmaya devam eden artık öğeleri sömürünün devamı anlamına gelir. Ama genellikle metropolden çevreye kaynak gelir, çevreden de metropole artığın pompalanması olur. Bunun sonucu hangi biçimde olursa olsun bağımlılıktır. Bağımlılık emperyalizmin değişmeyen öğesidir. Ama kaynağın net kaynak aktarımı diye de bir hesap yapabiliriz. Bazen metropolden çevreye giden kaynak çevreden metropollere giden transferlerden fazla olur o zaman net kaynak aktarımı metropolden çevreye doğru olur, bazen tersine döner. İyi kötü de ölçebiliyoruz bunu, rakkas gibi bazen bir tarafa çok gider bazen geriye gelir. Ama o işin özünü çok değiştirmez. Bağımlılık da sömürü de emperyalizmin değişmeyen öğesidir. Şimdi, 19. ve 20. yüzyılda sistemin bir değişmeyen öğesi var, sistemin bir de süper emperyalist aktörü oluyor. İngiltere bunu 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarına doğru yapmıştı. Bugün de Amerika bu konumdadır. Yani 20. yüzyılın ilk yarısından sonra bugüne kadar gelmiştir. Onun önemi de şudur; ayrıcalığı vardır. Yani çevreye kaynak aktarmadan, devamlı çevreden metropole kaynak pompalıyor. Amerika ayrıcalıklı konumundan ötürü, İngiltere daha önce doğrudan siyasi sömürgenin hukuki varlığından olmasından kaynaklanıyordu. ABD’nin durumu ise doların parasal
KÜRESEL KRİZ VE TÜRKİYE
41
hegemonyasından kaynaklanıyor. ABD dış dünyaya karşı açık verebilen bir ekonomi konumunu sürdürüyor. Yani para basarak dünyayı ekonomik anlamda fethetme imkanına sahip. Bunu da 20. yüzyılın ortalarından, yani Bretton Wods’un kurulmasından bu yana sürer. Şimdi buradan hareketle 1945-50’nin dünyasına baktığımızda, bu dünya şöyle bir özellik taşıyor. Birincisi çevre ekonomisi metropole karşı dış açık veriyor. Yani metropolden çevreye bir ilk kaynak -sermaye- akımı gerçekleşiyor. Dolayısıyla da cari işlem açığı veriyor. Aşağı yukarı bu 40-45 sene kadar sürüyor, 1990’lı yılların sonlarına kadar devam ediyor. Metropol ülkeler ise cari işlem fazlası veriyorlar. (Bu ikili bölünmede petrol ihracatçılarını ise bir kenera bırakıyoruz. Onların konumu değişik.) Metropol cari işlem fazlası veriyor çevre ekonomileri açık veriyor. Net kaynak aktarımları döneme göre değişiyor. Kar faiz transferleri bazen dışarıdan gelen sermaye akımını aşıyor bazen de altında kalıyor. Yani kimi zaman çevre ülkeler emperyalist sistemle ilişkileri içerisinde kazançlı gibi görünüyorlar. O dönemler biraz daha hızlı büyüyebiliyorlar. Fakat ABD yine istisnadır. İkinci Dünya savaşını izleyen 8-10 yıllık bir dönemeci izledikten sonra ABD doların hegemonyasını hakkıyla kullanarak dış dünyaya karşı esas olarak cari işlem açığı vermeye başlıyor. 80’den sonra da bunu sürekli hale getiriyor. Yani 80 öncesinde bir 10-15 yıl daha çok açık veren bir konuma geliyor ama 80 sonrasında sürekli hale geliyor. Yani eskiden İngiltere’nin kendi sömürgelerine karşı yaptığı yatırım yapmadan kaynak pompalama, daha doğrusu aldığı kaynaktan daha azını pompalama işini ABD’de daha fazla cari açık vererek sürdürüyor. Dolayısıyla metropolün diğer ülkeleri başta Japonya, Almanya, Avrupa bütünüyle fazla veriyorlar petrolcüler de fazla veriyor, üçüncü dünya ve ABD açık veriyor. Fakat ABD’nin açıkları henüz dengeyi bozacak boyutta değil. ABD avantajını kullanıyor fakat bu kullandığı avantajı sistemin mekanizmalarını fazla zorlayacak özellikte değil. Bir örnek vereyim, 1996’da yani aşağı yukarı ABD’nin avantajlı durumunun kötüye kullanılmaya başladığı dönemeçten biraz önce, Amerika’nın dış dünyaya karşı verdiği cari açık toplam olarak 118 milyar dolardır. Aynı dönemde üçüncü dünya ülkeleri, petrolcü olmayanlar da, 90 milyar dolar kadar açık veriyorlar. ABD açık veriyor süper emperyalist konumu nedeniyle, üçüncü dünya açık veriyor çünkü onların pozisyonu o, yani yatırım tutkuları var tasarrufları yoksulluklarından ötürü düşük açık veriyorlar. Diğer metropol ülkeler ve bir miktarda petrolcüler fazla vererek açık veren bu iki bloku kapatıyorlar. Dolayısıyla ABD üretmeden, ürettiğinden daha fazlasını tüketme imkanına sahip, işte süper em-
42
YENİDEN DEVRİM / 8
peryalist konumun getirdiği imtiyaz. 90’lı yılların sonuna doğru ABD bu imtiyazı kötüye kullanmaya başladı. Ve öyle bir noktaya geldi ki 118 milyar dolarlık dış açığı 2006’ya geldiğinde, yani 10 yıllık süre içerisinde 812 milyar dolara döndü. Bu derecede büyük bir dış açığın artık bütün diğer bloklar fazla vererek kapatmak zorunda kaldılar. Yani üçüncü dünya ülkeleri Uluslar arası ekonomik ilişkilerinde artık net olarak dış fazla veren konuma geçtiler. Bunun sonunda bütün dünya ekonomisinin ana işlevi, tek tek bazı ülkeler bunun dışında ama blok alırsanız durum şu, ABD açık veriyor ve çok büyük bir açık veriyor petrolcüler fazla veriyor yeni bir pozisyona girmiş olan Çin büyük fazlalar veriyor petrolcü olmayan üçüncü dünya ülkeleri de dış fazla vermeye başlıyorlar, diğer metropol ülkelerin heyet-i umumiyesi de fazla veriyor. Yani dünyanın ana görevi ABD’yi beslemek. Bunun sonunda ABD artık milli gelirinin 2006-2007 yıllarının ortalamalarını hesapladım %6 civarında dış dünyadan net kaynak aktarıyor. Çünkü ABD dış dünyaya açık vermesinin dışında bir de o kadar çok yatırım yapmıştır ki oradan elde ettiği net faiz ve kar transferleri de pozitif. Dolayısıyla ABD’nin durumu bu ve bu durum sürdürülemezdir. Yani bunun sonucunda madde 1, tüketicisi aşırı tüketebiliyor, tasarrufu yok, hane halkları tasarruf etmiyor; devleti emperyalist maceralara sınırsızca girebiliyor kamu kesimi açık veriyor ve özel sektörü düşük tasarruf oranlarıyla yani kendi öz kaynaklarını çok az kullanarak yatırım yapabiliyor. Böylece ABD adeta yoksul bir ülke gibi milli gelirinin %13’ü civarında tasarruf eden bazı sektörleri ise hiç tasarruf etmeyen konumda. Şimdi gelelim bugünkü krize, bunun sürdürülmesi mümkün değil. Ama bu aynı zamanda dünyanın şurasından veya burasından ABD’yi finansal bakımdan besleyecek kaynak akımlarına da yol açıyor. Zira bizim ilkel iktisat mantığı şöyle bir şey der, dış açık finanse edildiği müddetçe sorun değildir. Dış açık finansmanı yapılmasaydı zaten olamazdı. Dolayısıyla ABD’nin dış açığı dünya ekonomisinin başka aktörlerinin ABD’ye şişen borsaya ve şişen devlet tahlillerine kaynak pompalaması anlamına gelir. Dolayısıyla ABD’nin finansal sistemi, borsayı şişkinleştirerek, doları kabul eden ülkelerin katkılarıyla ve şişen borsa ve dolar sirkülasyonunun yan ürünü olarak şişen konut piyasaları aracılığı ile şişkinleşmiş oluyor. Bu şişkinleşmek finansal sisteme abartılı bir manipülasyon imkanı yaratıyor. Tersten alırsak olayın öbür tarafı da şudur; finans kapital Lenin’in zamanında söylediği gibi parazit bir düzenlemedir ve kupon keserek yaşamayı hayat tarzı haline getirmiş olan rantiyelere ve parazit özellikleriyle devlete dayanır.
KÜRESEL KRİZ VE TÜRKİYE
43
Yani tekelci sermayenin devletine dayanır. Bu şu anlama gelir, bu sektörler israfçı ve parazit özellikleri abartılı sektörlerdir. Fazla kazanma tutkusu içindedirler. Bu tutku ile büyüme hızıyla yetinemezler. ABD gibi orta dönemde yüzde 3 civarında büyüyen bir ekonomide kazançlarının yıllık ortalamasının %3 olması bunları doyurmaz. Bunların gelirleri sadece faiz değildir. Aynı zamanda bu kağıttan servetin değer artışıdır. Yani borsanın yükselmesi servetlerine eklenti yapar konut sahiplerinin ev değerlerinin artması servetlerine katkı yapar, devlet tahlillerinin değerinin artması servetlerine katkı yapar ve bu artışı birgün değere çevirme beklentisi içerisine girerler. Amerikan işçi sınıfı da bu oyunun içerisine ortak edilmiştir. Çünkü işçilerin ücretlerini düşük tutup tüketimlerini arttırmanın yolu budur. İşçi sınıfının ücreti düşük tutulur konutunun değeri artar, bunların emeklilik fonları borsaya yatırılmıştır. Borsa yükseldikçe işçi kendisini varlıklı hisseder fazladan harcama yapar. Evinin değerinin arttığını düşünür yeni harcamalara yönelir hatta yeni bir ev almaya bile kalkabilir. İşte bu balonun patlaması kaçınılmazdır. Sonunda da patladı.
Şuana Kadar Uygulanan Keyneysen Politikaların Karikatürüdür
Kriz Çin’i nasıl etkileyecek , yeni dünyada Çin’in rolü nasıl olabilir? Bu büyük finansal krize dünya çapında giren çevre ekonomileri ya cari işlem fazlası ile ya da açıklarla giriyorlar. Cari işlem fazlası ile ya da açıklarla derken başa baş ya da dengeli girenler de var. ama iki uç söyleyebiliriz büyük açıklarla girenler veya bu durumda olmayanlar. Dikkat ederseniz Çin krizin başlangıç noktasında faizleri indirdi. Çünkü, Çin gibi ülkelerin, dünya çapında dış talep düştüğü zaman iç talebi pompalayarak krizin milli gelir ve ekonominin büyüme hızı üzerindeki olumsuz etkisini aşabilmesi mümkündür. Cari işlem fazlası olduğu için bu fazla erir bir miktar ama finansman diye bir sorunu yoktur. Türkiye gibi cari açıkla krize girenleri için klasik reçete talebi genişleterek krizi atlatma seçeneği yoktur. Çünkü cari işlem açığını daha da fazla açarak bunun finansman sorunlarıyla baş etmesi mümkün değildir. Bağımlılık okulu kuramcılarıdan Frank’ın ve Türkiye’de Kadro dergisinin, ‘krizler bir fırsattır, üçüncü dünya kolonileri ve çevre ekonomilerinde bağımlılık ilişkileri zayıflar, dolayısıyla gelişme imkanı zayıflar’ yaklaşımı bugünkü kriz için de söylenebilir mi? Gerçekten de bu fırsatı kullananlar da olmuştur. Türkiye 1930’lu yıllarda
44
YENİDEN DEVRİM / 8
kullanmıştır. Frank’ın örneğindeki Latin Amerika ülkeleri bu fırsatı kullanarak bir miktar ilk sanayileşmeyi gerçekleştirmişlerdir. Bunlar daha çok ulusal diyebileceğimiz gelişme uygulamalarının ilk deneyimleridir. Bugün elbette 30’lu yılların deneyimleri yeni baştan tekrarlanamaz ancak bu anlamda bir fırsatın doğduğu da kesindir. Yani emperyalizm ile ilgili bağlantıların yeni baştan sorgulanacağı dönemdir. Burada bu sorgulamanın 1929 krizi sonrasında olduğu gibi ulusal burjuvazi veya onun özlemlerini temsil eden siyasi hareketler tarafından değil, artık o kesim ve siyasi temsilcilerinin işlevinin kalmadığını görüyoruz sol ve sos-yalist hareketler tarafından üstlenilip üstlenilmeyeceğini göreceğiz. Özelleştirmeler dünya genelinde ne amaçla uygulandı? Bu kapitalist sürecin yoz bir biçimidir. Derinleşerek, yenilik yaparak sermaye birikimi elde ederek değil başkasının malına el koyarak büyümek istiyorlar. Yani kendisi için birikim toplum bakımından ise net sonucu sıfır olan bir oyun. Bu burjuvazinin yoz karakterinin ortaya çıktığı dönemdir. Özelleştirmeler de öyledir, en azından Türkiye bakımından bütün diğer gerekçeler palavradır. Keynesyen politikalardan söz ettiniz, Keynesyen politikalar bugünkü krize çözüm olur mu, sermaye sınıfı bu politikaları kabul eder mi? Sermaye sınıfı çözüm arıyor. Elbette kabul eder. Bana göre, şuana kadar uygulananlar Keynes politikaları değil onun karikatürüdür. Keynes olsa olsa, para basın vatandaşa dağıtın ki tüketim artsın, derdi. O’nun parasal genişlemeden anladığı, işçi işe yaramayan bir çukur kazsın sonra onu doldursun ama eline para geçsin bu parasal genişlemeyi sağlayacaktır biçimindedir. Önümüzdeki dönemde buna gelecekler, esas olarak maliye politikası aracılığı ile yani harcayarak biraz da vergi indirerek bunu yapmaya çalışacaklar. Bana göre bu uygulama, bu krizin büyük buhran kadar derin ve uzun sürmesini önleyebilir. Büyümeyi sağlayamaz. Bu da kapitalizmin krizini temelinden çözecek bir yöntem değildir belli ölçülerde frenleyecektir. Amerika’da Wall street kurtarılmaya çalışılınca Amerikan halkı ortak bir dile tepki gösterdi. Buna tepki gösterirken de ‘sosyalizm mi’ geliyor diyordu. Yani Wall street’in kurtarılmasını sosyalizm olarak görüyorsa Amerika’daki emekçi halk, oradaki sosyalistlerin hakikaten işi zor. Ama aynı zamanda bir uyanma belirtisidir. Olsun o sosyalizmi telin ederek büyük sermayeye karşı mücadele etsin, mühim olan sınıf mücadelesidir.
KAPİTALİZMİN GELECEĞİ YOK
Tülin Öngen
Korkut hoca, konuşmasında kriz sürecini, adını açıkça telaffuz etmese de, kapitalizmin birleşik ve eşitsiz gelişme yasasına referansla değerlendi. Kapitalizmin başından itibaren geçerli olan, ancak her dönemde işleyiş tarzı değişen bu yasa, gerçekte krizlerin de ana nedenidir. Kapitalizmin birleşik ve eşitsiz gelişmesi, yalnız ülkeler arası, bölgeler arası, coğrafyalar arası değil aynı zamanda toplum içinde, sınıflar arasında, hatta sınıfın kendi içinde de geçerli olup, toplumsal, sektörel, mesleksel planda pek çok eşitsizliğe ve soruna yol açar. Buna karşılık kriz süreçlerinin yasanın işleyişini hızlandırmak suretiyle sorunları daha da derinleştirdiği görülür. Yaşadığımız süreci bütüncül bir bakış açısıyla nasıl değerlendirebiliriz? Önce buna dönük bir kaç saptamada bulunacağım ve bunlardan hareketle krizin geleceği üzerine bazı öngörülerde veya önermelerde bulunmaya çalışacağım. Kuşkusuz, ancak olası senaryolardan söz edebileceğim. Ben de, tıpkı öteki konuşmacılar gibi, bunları ilk kez söyleyen biri değilim; görüşlerimizi daha önce defalarca dile getirdik. Bugün kriz sürecinin kritik bir eşiğindeğiz ve bu eşiğe özgü çarpıcı sonuçlarla yüz yüzeyiz. Ne var ki, bu sorunlar yeni değil; gerisinde yaklaşık 30 yıllık bir geçmiş söz konusu. Biz, kriz olgusunun teorik bilgisine sahip olduğumuz için süreci
46
YENİDEN DEVRİM / 8
baştan beri görüyür ve değerlendiriyorduk. O zamanlar bizi marjinal bulanlar, felaket tellallığı yaptığımızı söyleyenler, şimdi haklı olduğumuzun ister istemez görüyorlar. Çünkü, ampirik dünyanın olguları onları değil, bizi doğrulamış bulunuyor. Bundan da mutluluk mu duymamız gerekiyor yoksa mutsuzluk mu, doğrusu bilemiyorum. Nereden mi biliyorduk? Tarihsel materyalist yöntem ve marksist kuram bize kapitalizmin tüm bilgisini vermekteydi.. Marks ve Engels’ten başlayarak, kapitalizmi tarihsel ve toplumsal bir form olarak bütüncül bir bakış açısıyla inceleyen, onun geleceğine dönük öngörülerde bulunan ve kendi önermelerini ortaya koyan Marksist kuram, bize kapitalizmin krizlerini de açıklamıştı. Liberal düşüncenin bir kriz modeli olmadığı için gerçeği görmesi ya da öngörmesi güçken, biz bir çözümleme modelimiz olduğu için konuşuyor, yazıyor ve uyarıyorduk. Bugün kapitalizm yeni bir kriz şokuyla sarsılsa da, bu ne ilk kez yaşanıyor ne de son kez yaşanacak; eğer bu kriz atlatılır ve kapitalizm sürecek olursa, daha çok sayıda ve daha derin krizler göreceğiz. Çünkü, krizler, kapitalizmin yapısal bir özelliğidir; kapitalist üretimin doğasının, onun sınıfsal mantığının bir ürünü olup, sistemin içsel çelişkilerinin bir dışa vurumudur. Öte yandan krizler, geçici, konjonktürel, arızi veya kapitalizme dışsal etmenlerin ürünü olan olgular olmadığı gibi salt ekonomik özde, yani kapitalizmin iktisadi işleyişindeki aksaklıklarla sınırlı olgular da değildir. Nasıl ki, toplum bir bütünse ve gerçekliğin birbiriyle ilinti pek çok yönü, bileşeni mevcutsa, kriz de, sistemi bir bütün olarak etkilemektedir. Örneğin, kriz, üretimin teknik veya idari süreçlerinden kaynaklanıyor gibi gözükse de (ya da öyle iddia edilse de), nihayetinde hayatın öteki alanlarına da yansır, tüm toplumsal formasyon üzerinde etkili olur. Marx, bu gerçekliğe 150 yıl önce işaret etmiş; ‘kapitalizmin, sürekli istikrarsızlıklara mahkum bir sistem olduğundan; yalnızca iktisadi değil, sosyal ve siyasal istikrarsızlıkların onun varlığının bir parçası olduğundan” söz etmişti. Konuşmamda kriz olgusunun önce teorik bir çözümlemesini yapacağım. Bu çözümlemeyi de marksizmin kriz modellerini referans alarak yapacağım. Bu konuda gerçekten çok zengin bir literatür mevcuttur. Bir yanda iktisadi kriz çözümlemeleri öte yanda sosyal ve siyasal kriz çözümlemeleri olmak üzere devasa bir bilgi birikimi söz konusudur. Nitekim, günümüz Marksistlerinin önemli bir bölümü yaşanan sorunları kapitalist devletin krizi ya da kapitalizmin meşruiyet bunalımı çerçevesinde değerlendirmektedir. Bu konudaki çözümlemeler, yalnız olan biteni anlamak açısından değil, önümüzü görmek ve geleceğimize yön vermek
KÜRESEL KRİZ VE TÜRKİYE
47
açısından da hayati bir önem taşımaktadır. Önce iki temel saptamada bulunmak istiyorum. Krizle ilgili öngörülerimi de bunlar üzerinde temellendireceğim: Birincisi şu: tarihsel materyalist kuramın, özellikle Marx’ın çözümlemelerinin ortaya koyduğu gibi; kapitalizm krizleri ile birikim ve sınıf mücadeleleri arasında tarihsel ve yapısal bir ilişki mevcuttur. Yani, krizlerin nedeni, ne yanlış hükümet politikaları, ne enerji fiyatlarının artması, ne petrol şoku, ne kamu açıkları vb. sorunlardır. Bunlar, kuşkusuz, birer gösterge, semptom olarak önem taşır, ancak asıl neden, sınıflar mücadelesi, emek-sermaye arasındaki çelişki ve üretimin anarşik doğasıdır. İkinci saptama, krizlerin hangi sektörde çıkarsa çıksın, eş zamanlı ve ardışık olarak öteki alanlara da yansıyacağıdır. Örneğin, bugün olduğu gibi, sistem bir finansal kriz yaşıyor gibi görülse de, sorunların gerisinde yapıyla ilgili nedenler, yani doğrudan üretim alanı ve birikim ile ilgili sorunlar bulunduğundan, finansal tıkanma sadece bu alanla sınırlı kalmaz, tüm ekonomik işleyişi aksatır ve beraberinde bir takım sosyal ve siyasal sorunları da getirir. Kapitalizm, bir dünya sistemi olduğu göre, bu sorunlar sadece bir ya da birkaç ülkeyle de sınırlı kalmaz, tüm kapitalist toplumsal formasyonları krize sürükler. Kapitalizmin krizleri iki biçimde sonlanır: Kriz, ya aynı üretim tarzı içerisinde kalınarak çözüme kavuşturulur ya da başka bir üretim tarzına geçilir. Bu da tarihsel ve teorik bir bir gerçekliktir. Kapitalizmin bu çaptaki büyük krizleri mutlaka çöküşle sonlanmak zorunda değildir, ama pekala çöküşle de, yani başka bir üretim tarzına geçişle –devrimle- de sonuçlanabilir. Hangi şıkkın geçerli olacağını belirleyen ise sınıflar mücadelesidir. Zaten, krizlere yol açan koşullar da sınıflar mücadelesiyle ilgilidir: Örneğin, emeğin emilme oranı, iş gücü ücretlerindeki artış oranı ve birikim oranı birbiriyle ilintili olup, tüm bu değişkenler toplumsal güç ilişkilerinin parametreleri içerisinde tanımlanır. Dolayısıyla, krizden çıkılabilir de, yani birikimin restorasyonu gerçekleşebilir de, çıkılamayabilir de, yani restorasyon gerçekleşemeyebilir de. Hangisinin olacağını, iki sınıf arasındaki kavganın sonuçları belirler. Kim kazanacak olursa, kapitalizmin geleceğine de o (onun çıkarları ve iradesi) yön verecektir. Demek ki, farklı bir üretim tarzına geçiş imkânı her zaman vardır, en azından bu olasılık tarihsel olarak geçerlidir. Kriz, sınıf mücadelesi ve birikim arasındaki ilişki konusunu biraz daha açmak istiyorum. Kapitalizmin krizlere mahkûm olduğunu söylemiştik, peki, bu neden böyledir? Çünkü kapitalist üretim insan ihtiyacına dönük bir üretim değildir; salt meta üretimi, kar için üretimdir. Bu nedenle, insanların
48
YENİDEN DEVRİM / 8
ihtiyaç duymadığı şeylerin üretilmesi, örneğin ne karlıysa onun daha fazla üretilmesi olasıdır. Yine, insan ihtiyaçlarından uzak, bu ihtiyaçların dışında veya gerisinde üretim de olasıdır. Bu, kapitalist üretimin anarşik doğasının kaçınılmaz bir sonucudur. İkincisi, kapitalizm rekabetçi bir sistemdir. Yani, müteşebbis, yok olmamak için sürekli biriktirmek zorundadır; böylece üretim anarşisine bir de pazar anarşisi eklenir. Kapitalist, yok olmamak için bir yandan sürekli üretmek ve biriktirmek zorundayken, öte yandan birikimini çoğaltmak da zorundadır. İlkinde sermayenin “değerlenmesi” (valorizasyonu), ikincisinde ise sermayenin “genişletilmiş yeniden üretimi” söz konusudur. Bunun için de bir sürü yol denenir, çeşitli sömürü stratejileri geliştirilir. Örneğin mutlak artık değeri artırmak üzere ücretler düşürülür, çalışma saatleri uzatılır: Sömürünün miktar olarak artırılması. Ya da üretimin teknoloji tabanı değiştirilmek suretiyle emek üretkenliği artırılmaya çalışılır: Sömürünün yoğunlaşması ve göreli artık değer artışı.. Günümüzdeki esneklik uygulamaları, tam otomatik üretim sistemleri, her iki sömürü stratejisinin bir arada uygulanmasını sağlayan koşullar içermektedir.. Bu stratejilere bağlı olarak, üretim sürecindeki canlı emeğin cansız emeğe (sabit sermaye) oranı değişir. Sermaye, emek karşısında aşırı birikmeye başlar. İşte bu “aşırı birikim” olgusu, bugün yaşadığımız krizin de gerisindeki nedendir. Sonuçta bir yandan üretim ile tüketim arasındaki denge alt üst olurken öte yandan kar oranlarındaki düşme eğilimi hızlanır. Özellikle de, böyle bir eğilim sistemde zaten mevcutsa, bu durum eksik ya da fazla tüketime denk düştüğünde yapısal bir kriz kaçınılmaz hale gelir. Aslında üretim ve tüketim arasındaki dengesizlik, kapitalist üretimin anarşik doğasının sürekli bir özelliğidir. Ancak, bu tür dengesizlikler her zaman büyük çapta krizlere yol açmaz. Hatta, üretimin yeniden düzenlenmesine, birikimin restore edilmesine hizmet edebilir; geçici, devrevi-periodik krizler, çoğu kez, sistemin termostatı olarak iş görürler. Ancak, sistem sağlıklı değilse, yani kar oranlarının düşme eğilimi sürüyor ve bu durum, çeşitli hükümet politikalarıyla (sermayenin uluslararasılaştırılması, askeri harcamalardaki artış, teknolojik yenilikler vs.) engellenemiyorsa, sistem giderek aşırı ısınır ve her türlü termostat devre dışı kalır. Uluslararasılaşma, savaşlar, savunma sanayinin ekonomik işleyişin ana arteri olarak iş görmesi türünden önlemler geçmişte denenmiştir.. Ne var ki, bunlar, ekonomide bir süre için göreli bir canlanma sağlamakla birlikte bir süre sonra etkisini yitirmektedirler. Kriz süreci, bugün bu önlemlerin işe yaramadığı, tüm seçeneklerin tüketildiği bir eşiktedir..Bu eşik, artık, kapitalizmin tarihsel krizlerinden birinin yaşandığının kesin işaretidir.
KÜRESEL KRİZ VE TÜRKİYE
49
Öte yandan, yapısal kriz koşullarında sorunlar, hızla ekonomik alandan sosyal ve siyasal alana taşınır; sınıflar mücadelesi tüm topluma yayılır. Kriz, iki sınıf arasındaki muhaberenin son derece kızıştığı ve yaygınlaştığı bir süreçtir. Sermaye, kriz koşullarından faydalanarak emek üzerindeki hâkimiyetini restore etmeye çalışır; bu doğrultuda sınıfa saldırılarını artırır. Bu arada, sermaye sınıfı içindeki rekabet de yükselir; buna bağlı olarak da sınıf içi çelişkiler artar ve su yüzüne çıkar; sonuçta sınıf koalisyonları çözülür; siyasal üstyapıyı yeniden şekillendirmek üzere devlet üzerindeki otorite savaşları artar. Bu çekişmeler önemli derecede siyasal ve ideolojik kırılmalara neden olur.. Bu tür kriz dönemlerinde devlet toplum üzerindeki baskı ve kontrolünü artırmaya yönelir ve çatışmacı stratejileri devreye sokar. Bu da bir meşruiyet bunalımına yol açabilecek ölçüde tehlikeli bir yoldur (toplumun sisteme olan inancı ve güveni zedelendiği için). Nitekim bu tür kriz dönemleri pek çok ülkede çoğu kez tarihsel bloğun çözülmesiyle sonuçlanmıştır.. Bu süreç, aynı zamanda devletin dönüşümüyle de sonuçlanır. Çünkü, söz konusu süreci yöneten, çeşitli politikaları uygulayan devlet bunları, tüm bu işlevleri görürken, bunları görmek üzere kendini de yeniden inşa eder. Örneğin, 1929 krizinde devlet, krizi aşmak üzere toplumsal formasyonu dönüştürürken, kendisini de yeniden yapılandırmış ve yeni bir devlet formu -Keynesci Refah Devleti- doğmuştur. Nitekim, savaş sonrası döneme damgasını vuran KRD modeli çerçevesinde yeni bir birikim rejimine –yoğun sermaye birikim rejimine-geçilmiş; onunla uyumlu toplumsal ve kurumsal düzenlemeler yapılmış (tekelci düzenlemeler); korporatist özde sınıf ilişkileri ve sınıf mücadelesi biçimleri geçerli kılınmış; uzlaşmacı siyaset biçimlerine ve katılıma dayanan bir siyasal rejim egemen olmuş (temsili demokrasi) ve bu eksende yeni bir ideolojik dünya oluşmuştur (sosyal demokrasi). Bugüne gelince, bugünkü krizin öncekilerle gerek mantığı gerekse sistematiği açısından pek bir farkı bulunmamakla birlikte, onlarda olmayan özellikleri de vardır.. İlki, finans sektörünün çok gelişmiş olması ve küresel ölçekte bütünleşik bir yapı oluşturup, deyim yerindeyse ekonominin can damarı haline gelmiş olması en başta gelen özelliğidir. Bu özellik, krizin çok boyutlanmasına ve küreselleşmesine neden olmakla kalmamakta, aynı zamanda üretimden kaynaklanan yapısal sorunların çözümünü de güçleştirmektedir. İkincisi, bugün artık siyasal iktidarların elindeki politika seçeneklerinin büyük ölçüde tükenmiş olmasıdır. Öyle ki, düzenlenmiş kapitalizme dönüşle, yani devlet müdahalelerinin artırılması,
50
YENİDEN DEVRİM / 8
devlet destekli teknolojik yatırımların genişletilmesi, yeni pazarlar yaratmak üzere ülkelerin işgal edilmesi gibi yöntemlerle krizin yönetilmesi veya aşılması, artık son derece güçleşmiştir. Dahası, kapitalizm, fiziki (coğrafi), toplumsal ve tarihsel sınırlarına da çoktan gelip dayanmıştır.. Üçüncüsü de, artık çok kutuplu bir dünyada yaşıyor olmamızdır.. Sınıf içi rekabet, devletlerarası rekabet hiç olmadığı ölçüde artmış ve acımasızlaşmıştır. Son çeyrek yüz yıl boyunca sermaye neo-liberal, neo-muhafazakâr ve yeni sağ dediğimiz çok kapsamlı bir projeyle krizi yönetmeye ve kontrol altında tutmaya çalıştı. Bu proje kısmen işe yaradı. En azından emeğin kontrol altında tutulması ve krizin faturasının emeğe çıkarılması açısından sermayeye bir süre soluk aldırdı. Ancak, artık bu soluk da tükendi: Neoliberalizm iflas etti. Bugün artık yeni bir yol ayrımındayız.. Biz esasen bunu da öngörmüştük. Şimdi karşımızda teorik olarak yine iki şık var: Sermaye, ya tekrar hegemonik bir rejim kurmayı deneyecek ya da iyice barbarlaşacak. Siyasi demeçler, sanki ilk şıkkın tercih edileceği izlenimini uyandırıyor, ama uygulamaların özüne baktığımızda ikinci şıkkın geçerli olduğu kolayca anlaşılıyor: Daha baskıcı, daha otoriter rejimlerin gelişmesi, örneğin savaş devleti formunun egemen olması daha olası gözüküyor. Ben bu devleti, workfare devlet tanımlamasından esinlenerek ve onun yerine kullanılmak üzere, warfare devlet olarak adlandırıyorum. Bölgesel savaşları ile iç savaş kışkırtıcılığını ve pek çok ülkede giderek artan politik baskı ve özgürlük kısıtlamalarını bunun işareti olarak yorumlamamız gerektiğini düşünüyorum. Siyasi iktidarların hegemonik bir rejim çerçevesinde krizi aşabilecekleri düşüncesi bana hiç gerçekçi gelmiyor. Örneğin Keynesçiliğin yeniden canlandırılmasının koşullarının artık bulunmadığını düşünüyorum. Bir çözümsüzlüğün ürünü olarak gündeme gelmiş olan ve çözümsüzlüğü ertelemekten öteye gitmemiş olan bir modelin tekrar denenmesine, denense de işe yaramasına kuşkuyla yaklaşıyorum. Ya barbarlık ya sosyalizm ikileminin her zamankinden daha sahici, daha acil ve daha yakıcı bir biçimde karşımızda durduğu şu anda ya bir kez daha kapitalizmin döküntülerini toplayarak ve onlara razı olarak enkazdan çıkmaya çalışacağız ya da o enkazla oyalanmayı bir yana bırakıp yeni bir toplum kuracağız. Bir yanda meta üretiminden doğan büyük bir israf diğer yanda ise büyük bir sefalet varken, yani zenginlik içinde yoksulluk yaşanırken, bu israfa ve sefalete son vermek en gerçekçi seçenektir. Kriz, hiç kuşku yok ki, emekçi sınıflar için çok yıkıcı sonuçlar doğurmuştur. Toplumun yalnızca ekonomik değil sosyal ve sınıfsal doku-
KÜRESEL KRİZ VE TÜRKİYE
51
su da büyük ölçüde deforme olmuştur.. Ancak, bu aynı zamanda bir fırsat da sunmaktadır; kriz koşulları, gerçekle yüzleşme ve sistemle hesaplaşma imkânını da önümüze koymaktadır.. Bu imkân, şimdi her zamankinden daha somuttur. Bunun örnekleri de mevcuttur: Latin Amerika’da, doğru veya yanlış, yeterli veya yetersiz yeni yollar deneniyor. Sınıflar mücadelesi sürecinin öyle anları vardır ki, o an geldiğinde, yıkılmaz sanılan koca duvarların sadece bir çekiç darbesiyle nasıl yıkıldığına tarih tanıktır..
Kendi Gücümüze Güvenmeliyiz
Öyleyse, ne yapmalı, nasıl yapmalı? Sorular daha çok “peki ne yapmalıyız?” yönünde. Ne yapmalı?, Lenin’in en ünlü eseri, ama Lenin, bu soruyu yanıtlamadan önce Rusya’da kapitalizmin gelişmesini incelemiş, emperyalizm üzerine çalışmalar yapmıştır, değil mi? Yine onun sözleriyle yaklaşırsak, “gerçekliği değiştirmek için önce onu kabullenmek”, yani gerçekliği iyi kavramak gerekir, değil mi? Biz de öncelikle bunu yapmaya çalışıyoruz. Örneğin, bir yandan bu sürecin gelip geçici bir şey olmadığını, çelişkilerin çok derin ve çözümsüz olduğunu göstermeye çalışırken, öte yandan bu çözümsüzlüğün içinde saklı imkanları görmeye, göstermeye ve tanımlamaya çalışıyoruz. Kuşkusuz bilmenin yetmediğinin de farkındayız. Bilginin pratiğe dökülmesi, hayatın içerisinde karşılıklarını bulması da gerekiyor. Ama, yine de, önce kapitalizmin bir geleceği olmadığına ikna olmamız gerekmiyor mu?. Örneğin bugün hala Keynesçiliği bir çıkış noktası olarak görenler var. Oysa bu yol, bugüne kadar kapitalizmin tarihsel ve yapısal sorunlarından hangisini çözebildi, onları ötelemekten başka ne yaptı? Keynesci iktisat (ve sosyal devlet), sömürüyü ortadan kaldırmadığı gibi artık değerin sadece realizasyonunu sağlamış, buna karşılık onun çoğaltılmasını gerçekleştiremediği için 20-30 yılın ardından tekrar aynı sorunlarla, üstelik de daha ağırlaşmış, birikmiş sorunlarla bizi karşı karşıya bırakmıştır. Çözümü kapitalizmin rehabilatasyonunda değil, onu aşmada aramalıyız diyorum. Ancak bunun için de önce bu çözüme inanmalı ve kendi gücümüze güvenmeliyiz.
KRİZ VE TÜRKİYE
Mustafa SÖNMEZ
Kriz sözcüğü Türkiye toplumu için hiç de yabancı değil ve her krizin yalnızca ekonomik düzeyde kalmadığını politik düzeye de sıçradığını biliyoruz. Hatırlarsak, 58 krizi hemen arkasından 60 darbesi; 70 krizi hemen 12 Mart, 80 krizinin ardından 12 Eylül ve 2001 krizinin ardından da başımıza gelen neo-liberal gerici bir iktidar. Bugün ise karşı karşıya olduğumuz durum biraz daha vahim. Daha çok değil 5-6 yıl önce 2001 krizini yaşama bahtsızlığına uğramış olun bu toplum bugün daha onun travmasından kurtulmadan -o dönemde işsiz kalıp hala iş bulamayan kesimler var- şimdi 2008-2009 krizi ile burun burunalar. Bu dönem ki krizin bir diğer farkı da, Türkiye 2001 krizini yaşarken dışarda iklim böyle değildi. Dolayısıyla ucuz iş gücünü tepe tepe kullanıp ihracat yaparak bu krizi aşma imkanı bulundu ve dünyada henüz bu balon patlamamıştı, oluşum halindeydi. Bir de likidite bolluğu vardı. Dolayısıyla 2001 krizinin şartlarını bugün galiba mumla aramak durumunda Türkiye. Çünkü bu kez kaçacak yer yok. 2001 krizinde ucuza ihracatla, IMF ile anlaşarak, dışardan sıcak para getirerek, özelleştirmelere müşteri bularak çıkış yolu bulan Türkiye kapitalizmi için bugün dışarıda çok kuru bir iklim var. İhracat pazarları tüm dünyada kapanıyor, sermaye öyle bollu değil son
54
YENİDEN DEVRİM / 8
derece kıt kapanın elinde kalıyor, IMF’nin kapısında daha şimdiden Türkiye gitmeden birçok ülke duruyor. Ve yangın her yerde. Şimdi şunun da farkında olmak gerekir gerçekten dünya krizi çok şeylere gebe. Bir kere kimyası çok derin her yere yayılmış durumda, sadece ekonomik değişimlere değil ama aynı zamanda politik değişimlere bir dizi emperyal güç dengelerinin değişimine ama aynı zamanda her blokta her ülkede sınıfsal yeniden yapılanmalara mevzi değişimlerine gebe bir kriz. Buradan çok şey çıkabilir. Burdan dünya çapında bir faşizm de çıkabilir ama bundan çok farklı bir şekilde özgür bir dünya da çıkabilir, bütün bu potansiyelleri içerisinde barındırıyor. Farkında olunması gerekir ki bir sürü taş yerinden oynayacak. Şimdiye kadar birçok gerçeklikle yüz yüze gelmemiş olanlar birden farklı bir hayatı görecekler. Başta ABD’de deki toplumsal sınıflar, sonra Avrupa, orada birliğin kendisi bile sorgulanacak. Krizin sonunda bir AB projesi kalıcak mı onu göreceğiz. Tek tek ülkelerin durumları buna bağlı olarak diğer coğrafyalar, Latin Amerika, Asya, başka bölgesel güçler tüm bunların bulundukları mevziler mutlaka bu krizle birlikte yeniden şekillenecek, muazzam bir çöl fırtınası yaşamaya başladı dünya, bunun ardından yepyeni tepeler oluşacak. Kriz tabi ki konut piyasalarından başlayarak ABD’den patlak verdi ama hemen türev piyasalarla beraber Avrupa’yı içine çekti, orada da yaşanmaya başladı. Diğer coğrafyaları da ilgilendirecek. Diğer piyasalar bu türev piyasalardan dolayı moda deyimle toksit madde zararlı kağıtlarla yüz yüze kalmasalar da, ondan dolayı yara almasalar da başka açılardan krizden etkilenmeye başlıyorlar. Çünkü Asya ve Latin Amerika bu iki büyük bloka AB’ye ve ABD’ye ücret malı ihracatı yapan coğrafyalar ve buralardan kesilecek olan talep, yani AB’nin ve ABD’nin azalacak talebi haliyle Asya ve Latin Amerika’yı vuracak. Yine beklenen ekonomik daralmalar, küçülmeler çünkü ABD dünya ekonomisinin dörtte biri, AB yaklaşık yüzde yirmisi- bu iki coğrafyadaki daralma/küçülme haliyle bu bloklara üretim yapan coğrafyaları da etkileyecektir. Dolayısıyla bütün dünyada farklı şekillerde bir etkilenme olacaktır. Tabii ki burdan kim ne kadar ne ölçüde etkilenir, görece olarak farklar olabilir. Öyle görünüyor. Mesela Çin’in bu çöl fırtınasından en az zararla çıkacağına dair emareler var, hatta Birkaç daha Asya ülkesinin belki de bütün Asya coğrafyasının. Buradan daha ağır yarayla çıkacak olanlar var, bunlar hem Türkiye gibi yüksek cari açık veren bölgeler dolayısıyla burdan Türikye’ye gelirsek Türkiye’nin krizden etkilenmesi ağırlıkla Avrupa üzeriden olacak gibi
KÜRESEL KRİZ VE TÜRKİYE
55
görünüyor. Çünkü Türkiye Avrupa’nın tedarikçisi haline getirildi. Çünkü ihracatının yüzde atmışı Avrapa’ya yapılıyor, özellikle 2001 krizinden sonra bu mekanizma pekiştirildi. Dolar kuru düşük tutuluyor, o dolar kuru ile Asya’dan hammaddeler getiriliyor Türkiye’de ucuz emekle son mamül haline getiriliyor ve AB’ye euro ile satılıyor. Ve Türkiye biraz daha çabalayarak Avrupa’nın Çin’i olma rolüne soyunmuş durumda. Baktığında otomotiv ihracatı Avrupa’dan alınan siparişlere dayalı diğer beyaz eşya tekstil ürünleri muhtelif ücret tanımına giren ürünlerin Avrupa’ya üreticisi durumunda Türkiye. Ve 2001 krizinin sonrasındaki altı yıllık büyümenin altında bu ucuzcu ihracat, yoksullaştırıcı ihracat vardı. Neden yoksullaştırıcı, çünkü bu ucuz kurla Asya’dan girdi ithal edilip, burada iyice büyütülmüş yedek iş gücünü tepe tepe kullanıp sonra Avrupa’ya satmanın arkasından Türkiye’ye kalan sermaye birikimi son derece az. Bu anlamda aslında yoksullaştırıcı bir büyüme aslında yaşanan. Aynı zamanda sağlıksız bir büyümü çünkü istihdam yaratmıyor. Neden yaratmıyor, birincisi ciddi ölçüde ithal girdi kullanılarak ihracat yapılıyor, yerli üretimi dolayısıyla yerli istihdamı dışlıyor. Görünürde büyüyen bir ekonomi var ama bir türlü istihdam artmıyor, bu anlamda da yoksullaştırıcı. Bu Asyalaşma veyahut dibe doğru yarışın fazla bir ufku yoktu, 2007’den itibaren bu model inişe geçmeye başladı. Dünyadaki bu kriz patlamasından önce Türkiye kapitalizmi inişe geçmeye başladı. Bundan TÜSİAD ve çevresi sızlanmaya başladılar. Daha kriz patlamadan 2007 yılını biz kaybettik, büyüme temposu yüzde 7’lerden yüzde 4,5’e düşmeye, -kendi deyimleriyle- verimlilik (çalışan işçi başına düşen karları) düşmeye başladı, burdan sızlanmaya zaten başlamışlardı. Ve bu ağırlıkla ithalata dayalı ihracatın ve diğer kalemlerin, enerjide dışa bağımlılığın yaratmış olduğu cari açık ürküntü vermeye başladı. Bütün IMF direktifleri doğrultusunda 6-7 yıl insanları eğitimden, sağlıktan, sosyal imkanlardan mahrum ederek uyguladıkları dar bütçelere rağmen istedikleri enflasyon hedeflerine ulaşamamaya başladılar. Enflasyon yeniden iki haneye tırmanmaya başladı. -Resmi- işsizlik bütün büyüme iddialarına rağmen, yüzde 10-11’de kemikleşti. Büyüme var istihdam yok, burada aynı zamanda hesaplardaki farklılıklar nedeniyle yüzde 10-11 gösterilen işsizliğin gerçek oranının da yüzde 20’lerde olduğunu ifade etmek gerekir. Kriz patlamasaydı dahi Türkiye kapitalizmi bu tutturduğu patikada bir inişe geçmişti. Kriz bütün bu aşağı doğru inişi pekiştiren, bu kırılganlığı biraz daha attıran bir rol oynamaya gebe. Dolayısıyla AKP iktidarının yarın ‘ne var negatif bir durum yaşıyoruz ama bütün dünya krize girdi, biz
56
YENİDEN DEVRİM / 8
de kurtulamadık’ gibi bir mazerete sığınması çok muhtemel. Ama gerçek öyle değil, kriz öncesinde de inişe geçilmişti, bu kriz pekiştirici olacak. AKP bu krizde bize bir şey olmaz, çünkü 2001 krizinde mali sistemimizi tahkim ettik, 20-25 bankayı birleştirerek güçlü hale getirdik, dolayısıyla mali sektörde yara almayız. Dolayısıyla da bu krizden hatta belki fırsatlar yakalarız argümanı kullanılıyor. Kazın ayağı böyle değil tabii ki, velev ki doğru olsun toksit kağıtlar mali sisteme bulaşmamış olsun ya da yeni kurulan BDDK sayesinde kontrol altında olsun, unutulan bir şey var bu mali sistem son 3-4 yıl içinde Avrupa’daki finans kapitale satıldı. Yani bankacılık ve sigortacılık şirketinin yüzde 60-70’i Avrupadaki mali sisteme satıldı ve şu anda beyni hasta. Avrupa’da bunları alanlar bir kere zayiat görmüş durumdalar. Ana karargahlar böyle hasarlıyken buranın bundan kendini sıyırması mümkün değil. Diğer yandan ihracat pazarları daralmaya başladı, otomotiv sektörü ifade etmeye başladı ki, siparişler azalıyor kapasite azalacak üretim düşmeye başlayacak onla beraber işsizlik artmaya başlayacak böyle bir sürece giriyor Türkiye. Onun yanı sıra bütün bu 2000 sonrası yüksek büyümeler hep dış kaynak girişi, yabancı sermaye girişi ya da borsaya kaynak girişi sayesinde oldu, şimdi onlar türkiye’yi riskli ülkeler arasında görüyorlar ve mümkün olduğunca çabuk çıkmaya çalışıyorlar. Doğal olarak yeni yabancı sermaye de gelmiyor. Dolayısıyla o dış kaynağa bağımlılığın ceremesi ödenmeye başlayacak. Krizin göstergesi borsaların düşmesi, dövizin yükselmesi değildir gösterge mal ve hizmet üretiminin azalıyor mu düşüyor mu, nereye düşüyor. Buna bakarak bir ülkede kriz olup olmadığı anlaşılır. Bu işler sonunda döner dolaşır mal ve ürün üretiminin düşmesi ile sonuçlanır ve gösterge odur. Biz hangi yıllar kriz yıllarıdır diye kendi tarihimize baktığımızda hemen büyüme oranlarına bakarız, negetafe geçmiş ya da yaklaşmış yılları kriz yılları ilan ederiz. Dolayısıyla dünyada da ülkemizde de krizin göstergesi olarak bakacağımız şey büyüme oranlarıdır. Bütün dünyada IMF ilan etti ki, ABD 0’a yaklaşan bir büyümeye doğru gidiyor, keza AB’de de öyle hatta İngiltere’nin durumu daha da kötü. Türkiye için de şimdilik yüzde 3 diyorlar ancak bu bile iyimser bir durum. Bizim bu hakim kriz tartışmalarından farklı olarak krize karşı sosyal kesimlerin, çalışan sınıfların üzerinden bakmamız gerekiyor. Bu kriz, her kriz döneminde olduğu gibi filler savaşını getiriyor. Büyükler küçükler yutacak, kapitalistler kapitalistleri mülksüzleştirecek ortaya daha yeni yeni tekeller çıkacak ve kapitalizm ancak böyle dibe vurarak bu krizden çıkacak. Bu işin bir kısmı, ama her kriz her dönemden
KÜRESEL KRİZ VE TÜRKİYE
57
farklı ve beter olarak halk sınıflarını iyece yoksullaştırıp, çökerterek bir nevi vampir gibi kanını emerek su yüzüne çıkabiliyor. Dolayısıyla her kriz çalışan sınıflar için, alt orta sınıflar için tehlikedir. Çünkü en çok hokkanın altına onlar giderler. Ve biz Türkiye olarak 2001’de bunu yaşadık ve daha gözümüzü açamadan bu krizle karşı karşıyayız. O nedenle şimdi ivedelikle bir sosyal dayanışma programı oluşturmamız gerekiyor. Var olan bütün emek örgütleri, sendikalar, mesleki kuruluşlar bir emek platformu çatısı altında ivedelikle Türkiye toplumuna farklı bir kriz programı olabileceğini göstermeliler. Bunun iki ayağı olmalı, bir ayağında alınması gereken makro önlemler olmalı, bir ayağında ise sosyal önlemler olmalı. Makro ayağında mümkün olduğu kadar Türkiye’nin bu Gümrük Birliği’nden başlayan sermaye hareketleri serbestliği ile devam eden önceki kurgunun unsurlarını tersine çevirip Gümrük Birliği’ni gözden geçirme, çünkü Gümrük Birliği yıkıcı rekabete karşı Türkiye’nin elini kolunu bağlıyor, bunun devam etmesi mümkün değil. Sermaye hareketlerinin serbest bırakılmış olması hele ki böyle bir dönemde son derece gardını düşürüyor Türkiye’nin. Dolayısıyla bunların yeniden tesisini istemek gerekiyor. Kamuyu bu kez emek kesimi yapıcı, onarıcı bir faktör olarak üretimin içerisine çekmeli. Tabii ki bütün bunlar unutturulmuş olan plan nosyonunu gündeme getirerek bir plan çerçevesinde yapılmalı. Bu makro tedbirlerin yanı sıra maliye politikaları, vergi ve harcama politikaları gözden geçirilerek herkesten gücüne göre ilkesi etrafında vergi ve harcama politikaları yeniden tesis edilmeli. Sosyal politikalar olarak da ivedilikle her kriz döneminde hokkanın altına atılan çalışanların işten çıkarılmasının asgariye indirilmesi için bir emek barikatı oluşturulmalı. İnsanların istihdamı korunabilmelidir. İkincisi 2009 bütçesinin mutlaka bir sosyal bütçe olmasını talep etmeliyiz. 2009 bütçesinde mümkün olduğu kadar güvenlik, savunma bütçelerini daraltıp oradaki kaynakların daha sosyal alanlara aktarılmasını istemeliyiz. Yoksullar için fonlar oluşturulmasını, küçük üreticiler ve tarım için fonlar oluşturulmasını istemeliyiz. Özellikle bölgesel bazda bu gibi dönemlerde alevlendirilen etnik çatışmaların ve Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu konjonktürün önemini dikkate alarak, Doğu ve Güneydoğu için farklı önlemler alıp bunu hayata geçirmeliyiz. Bundan sonra olası gelişmeler neler olabilir? Gerçekten toplumbiliciminin kestirimleri, öngörüleri bir yere kadardır. Onu da kendimize bilim olarak seçtiğimiz tarihsel maddeciliğin bize vermiş olduğu nosyon ve yaklaşımla bazı öngörülerde bulunuyoruz. Ve tarih
58
YENİDEN DEVRİM / 8
hakikaten tarihsel maddeciliğin dünyayı anlama açısından en elverişle araç olduğunu gösteriyor. Dahası bunun da ötesinde değiştirmenin de yollarını gösteriyor. Bize çok daha önemli bir şey öğretmiş durumda, tarihin motoru sınıf mücadelesidir. Bu süreç nasıl şekillenir sorusunun cevabında kilit sınıf mücadelesidir. Sınıf mücadelesi derken hem emek sermaye arasındaki mücadeleden hem de sermayenin kendi arasındaki mücadeleden söz ediyoruz. Şimdi bütün ülke tekelleri hazineden çıkacak paranın öncelikle kendisine kullanılması konusunda çaba içindeler, yangının söndürülmesi konusunda bir mücadele var. dahası tek tek ülke sanayileri kafalarını suyun üzerinde tutmak için kendi ulus devletlerine baskı yapıyorlar. Ve hiç hesapta olmayan kendi oyun kurallarına aykırı bir biçimde çarkı işletmeye, kopmuş filmi yapıştırmaya çalışacaklar. Peki bu değirmenin suyu nereden, işte orada başka gürültülerin kopması muhtemel. Alt sınıflar bu para yerine nasıl koyulacak diye soracaktır. Emekçi sınıflar daha az sağlık, daha az eğitim, daha az sosyal yardım aldıklarında bunu sorgulayacaklar mı, bu da bir sınıflar mücadelesidir. Yani her şeyi belirleyecek olan sınıf mücadelesinin seyridir.
BİLDİĞİMİZ TÜR BİR KAPİTALİZMİN SONUNA GELİYORUZ
Hayri KOZANOĞLU
Her müsibette bir hayır var mıdır bilmiyorum ama en azından bu ekonomik kriz hem ekonomik konulara dikkati çektiği için hem de epeydir görmediğimiz arkadaşlarımızı burda görme fırsatı yarattığı için bizler açısından anlamlı. Bütün haftanın yorgunluğunu taşıyan insanların bir zamanlar daha az ilgi toplayan ekonomik konuları gecenin bu saatinde izlemesi ise, en azından bu konularda fikri olduğu iddiasında olan insanlar açısından önemli. Üç tane çok değerli analiz dinledik ben biraz daha spot spot giderek genel kriz ortamı üzerinde ufuk turu yapmaya çalışacağım. Şöyle bir espri yaygın, iktisatçılar her üç krizin beşini doğru bilirler, derler. Bu söz belki biz solcu iktisatçılar için, her üç krizin onunu doğru bilirler,diye biraz esnetilebilir. Ama diğer yandan da kapitalizmin sözcüleri her defasında biz kriz geliyor, krizler kapitalizme içkindir derken, onlar da bize her defasında, “bu kez durum farklı”, derler. Hatırlarsanız 2000’li yılların başında bir internet furyası vardı. İnternet, bilgisayar, bilişim,medya sektöründe müthiş aşamalar kaydedilmiş,prodiktivitede ciddi gelişmeler sağlanmış artık ekonomide durgunluğun, işsizliğin yeri yok denirken, 2000’li yıllarda Amerikan ekono-
60
YENİDEN DEVRİM / 8
misi resesyona girdi, Nasdaq borsası, internet hisseleri çöktü. Devamında Çin, Hindistan dünyanın geri kalan bölgeleri küresel ekonomiye dahil oldu, küresel işbölümü derinleşti artık kriz görmeyeceğiz derken bildiğimiz gibi çok ciddi bir krizle karşı karşıyayız. Krizin ciddiyetini anlamak için nükleer savaşın terminoloisinin kullanıldığını hatırlamak önemli. Mesela ‘meltdown’ deniyor,Çernobil için kullanılan meltdown nükleer patlama anlamına geliyor. Toksik varlıklardan bahsediliyor ,yani zehirli atıklar; ‘dark matter’ deniyor nükler sızıntının bulaştığı en tehlikeli maddeyi anlatmak için kullanılır. Bazı bankaları tek başına kurtaran, meşhur yatırımcı Warren Buffet ‘finansal kitle imha silahları’ndan söz ediyordu türev ürünlerle ilgili olarak, o da gerçekleşmiş görünüyor. Nükleer savaşlarda da kullanılan bir kavram vardır, ‘collateral damage’, süslenmiş bir laf ama savaş sırasında sivillerin ölmesini, araya gitmesini anlatıyor. Bizim için de önemli olan bu, bankacılar, finansçılar, türev piyasalardan vurgun vuranlar kriz yaşarken işçilerin, emekçilerin, sade yurttaşların başının derde girmesi. Kapitalizmin sözcülerine laf yetiştirmek genellikle zordur, bugünlerde en moda laf -Keynesyen ekoknominin tekrar gündeme gelmesi ile birlikte Keynesin bir sözü hatırlatılıyor- ‘şartlar değişirse ben de fikirlerimi değiştiririm’, yani bütün neo-liberalizmin temsilcileri aslında fikirlerini değiştirmeye başladılar. Ama bu da bize neo-liberal hegemonyaya karşı ideolojik mücadele için ciddi bir malzeme sunuyor. Bu kriz, kapitalist küreselleşme dediğimiz dönemin ilk gerçek krizi. Sırasıyla hatırlarsak yeni ekonominin krizi, on yıl evvel Asya krizi, Meksika ve Türkiye’deki krizler gibi pek çok kriz yaşandı ama şimdi kapitalizmin merkezinden kaynaklanıyor ve bütün dünyaya yayılan çok ciddi bir krizle karşı karşıyayız. Ve bir devrin, bildiğimiz bir tür kapitalizmin sonuna geliyoruz. Yani Wahsington uzlaşması denilen, işte dış ticareti serbest bırakın, sermaye akışlarının önüne gem vurmayın, mali disiplini sağlayın, deregülasyon, özelleştirme diye sırayla giden politikaların sonuna gelindi. Yani yeni bir dünya kurulacak. Bu dünyanın nasıl kurulacağını kimse bilmiyor. Ancak bu büyük ölçüde, geçmiş dönemden, kapitalist küreselleşmeden yaşamı ve çıkarı zarar görenlerin bu sürece ağırlıklarını koyup koyamamaları ile ilgilidir. Vurgulanmasında yarar gördüğüm bir diğer nokta da, evet bu kriz finans aleminde patladı, bankalarda, borsalarda görülüyor ama bunu reel ekonomiden mal ve hizmet üretiminden bağımsız şekilde tanımlayıp, kapi-
KÜRESEL KRİZ VE TÜRKİYE
61
talizmin mal ve hizmet üretim süreçlerini temize çıkartmak da pek doğru değil. Çünkü öncelikle finans alemi kapitalizmin bütünü için bir dönem kurtarıcı oldu, krizi geciktirdi. Bu yolla birincisi geliri düşük olan veya hiç geliri olmayan insanlara kredi kartları ile tüketici kredileri ile bir alım gücü sağlandı. İnsanların gelirinin ötesinde bir yaşam standardının önü açıldı. İkincisi, buna bağlı olarak özellikle Amerika’da tüm yurttaşlar çoğu zaman zorla konut sahibi yapılmaya çalışıldı. Öyle bir furyaydı ki konut sahibi olmayı aklından bile geçirmeyen en yoksul kesimlerin kapısına gidildi, seni de konut sahibi yapacağız diye zorla ev satıldı. Bu insanlar emlak fiyatları gittikçe yükselirken en yüksek noktada yani trenin en hızlı olduğu noktada trene atladılar. Daha evvel trene atlamış olanlar hiç olmazsa, güzel havalarda çayırda çimende seyahat etme imkanı buldular. Bunlar trene atlar atlamaz tren tosladı. Bu da kuşkusuz onların talihsizliğiydi. İnsanlarda emlak fiyatları arttıkça benim refahım da artıyor, borsadaki yatırımlarımda değerleniyor, gelirimin üzerinde harcama yapabilirim yanılsaması yaratıldı. Böylelikle mutlu mesut bir dönem geçirildi. İşte bunun sonuna gelinmiş bulunuyor. Reel ekonomi denilen, işte Wallstreet’e karşı ‘main street’ denilen anlayışını doğru olmadığını, kapitalizmin bir bütün olarak finansallaşmayı körüklediğini ve bu krizin nedeni olduğunu unutmamak gerekir. Bir zamanın meşhur bir lafı vardır, GM (General Motors) için iyi olan Amerika için iyidir, diye; kapitalist küreselleşme sürecinde Wallstreet için iyi olan Amerika için iyidir, Amerika için iyi olan bütün dünya için iyidir şeklinde çevrilmişti. Ama bu dönemin sonuna gelindi. Bizim Başbakanımız ve Maliye Bakanımız bir kenera bırakılırsa hiç kimse kriz yok, bir sorun yok demiyor. Ama sistemi her zaman eleştirenlerle sistemi temize çıkartmaya çalışanların farkı şudur: kapitalizmin sözcüleri krizlerle karşılaşıldığı zaman bunu yönetenlerin krizi, hükümetin yanlış politikalarına bağlarlar, şimdi de yeni bir isim uydurdular yönetişim krizi. On yıl evvel Asysa krizi yaşanırken “eş dost kapitalizmi” deniyordu, yani Asya’daki bir kısım otoriter yönetimler kendi etraflarını eşi dostu zengin edelim derken gemiyi karaya oturtmuşlardı. Bu doğruydu. Türkiye’de de Özal dönemi prensler dönemini yaşamadık mi, bunun ciddi maliyetleri de oldu. Ama tek tek göze batan örneklerden öte sistemin kendisinin, sistemin birikim rejiminin bu krizlere neden olduğunu unutmamak gerekir. Türev ürünlerden bahsediliyor. Sanal alemde yapılan sanal işlemler bir kısım insana büyük paralar kazandırırken bir kısım insana ve sistemin tümünü de ciddi felaketlerle yüz yüze bırakıyor. Dünya ekonomisi genel
62
YENİDEN DEVRİM / 8
olarak 50 trilyon dolar civarında bir ekonomi. Bunun içinde şu anda 550 trilyon dolar türev araç var. Yani dünya ekonomisinin 11 katı kadar türev araç var. Sırf kredi temerrüt değişimi (CDS) denilen tek bir araç ile 63 trilyon dolarlık işlem yapılmıştı, şu anki düzeyi 56 trilyon dolara düştü. Ama hala dünya ekonomisinden daha fazla durumda. Bu arabayı kasko yapmaya benziyor. Arabayı alan kişi kazalara karşı kasko yapabilir. Ama bu öyle bir araç ki herkese açık. Mesela, ‘Mustafa bir araba alıyor kasko yaptırıyor. Ben de, Mustafa arabayı hızlı kullanıyor yarın öbür gün duvara toslama ihtimali var, ben de onun üzerine bir Kasko alayım bir kaza yaparsa ben de onun üzerinden köşeyi dönerim’ diyerek dışardan buna dahil olabiliyorum. Burada birisi kaybederken paralar da bir yerde birikiyor. John Paulson diye bir adam var bu süreçte 15 milyar dolar para kazanmış. Bu kahvede dört kişinin okey oynamasına benziyor, sıfır toplamlı oyunlar. Birileri kazanırken birileri kaybediyor sonuçta kar ve zarar sıfır oluyor. Ama en azından kahvede oynadığın zaman bir kahveci vardır, en azından ‘sen çok kaybettin Hayri evde çocuklar bekler’ diye uyarır.Bir borsa olduğunda en azından bu kontrol sağlanabilir. Bunun sonucunda karlar özel, zarar ise toplumsallaşıyor. John Paulson’a kimse dokunmuyor. Türkiye ve dünyada önlemleri konuşurken bir varlık vergisi söz konusu olmadan, yani serveti elinde biriktirenlerden bunun en azından bir kısmı ellerinden alınmadan dünya ekonomisinin tekrar yüzdürülmesi mümkün görünmüyor. Marx, hortladı mı deniliyor. Evet, Marx’ın dedikleri doğru çıkıyor. Kapitalizmin bir anarşi rejimi olduğu, sürekli krizlerle karşılaştığı yolundaki bilimsel çalışmaları doğru çıkıyor ama, Marks’ın önerileri doğrultusunda yapılan bir şey yok. Keynesyen politikalar uygulanıyor. Keynes sonuçta bir burjuva iktisatçısıydı. Keynes, 1929 bunalımından sonra sistemin sorunlarını çözmeye çalıştı. Şimdi sistem tekrar tıkandı kamuyu devreye sokarak, kamu kaynaklarını hem özel sektöre aktarmak hem de gerekirse kamunun mülkiyet üstlenmesi konusunda Keynes tekrar uygulanıyor. Ama bunlara, ‘kendine Müslüman’ gibi ‘kendine Keynesçi’ demek gerekir. Ekonomi istihdam yaratmadan büyürken kimse kaynakların dağıtımı konusunda Keynes’i hatırlamıyordu ancak ne zamanki burjuvazi sıkıştı, Keynes’in kitapları tozlu raflardan indirildi, ekonomi politikasına entegre edilmeye başlandı. Türkiye açısından baktığımızda da küresel ekonomiye bu kadar entegre
KÜRESEL KRİZ VE TÜRKİYE
63
olmuş bir ülkenin bu krizden paçasını kurtarması mümkün değildir. Krizin sonuçları bir anda görülmeyecek ama Türkiye çok ciddi dış borçları olan bir ülke, özellikle son dönemde özel sektörün dış borçları çok fazla, bunları yenilemeyecekler. Ödeme zamanı geldiğinde borçların ertelenmesi istenecek burdan çok ciddi sıkıntı çıkacak. Eğer borçlar yenilenirse de uluslar arası bankacılık sistemi tıkanmış durumda. O en meşhur isimli bankalar birbirlerine borç vermiyorlar. Geçmişte Türkiye sorunlarla karşılaştığında ne yapıyordu ihracata yöneliyordu, emek gelirlerini düşürüyor dış aleme satıyordu. Şimdi dış alemde sıkıntıda dolayısıyla buradan da bir kurtuluş yok. Özellikle Türkiye gibi çok ciddi cari işlem açıkları veren ülkelerin bu krizin en şiddetle yaşaması kaçınılmazdır. Çünkü tasarrufları yok, bu kritik zamanlar için biriktirdikleri para yok, dolayısıyla daha ciddi kriz yaşanacak. Kara parayı çekmek için bazı önlemler alınmaya çalışılıyor. İşin ahlaki yanını bir yana bırakırsak bundan bir başarı elde edilmesi de mümkün değil. Türkiye 94 krizinde, 99 krizinde 2001 krizinde benzer girişimlerde bulundu. O dönemde Türkiye krizi yaşıyordu ama kapitalizmin geri kalan kısmı süt limandı. Şimdi bütün dünya kriz yaşıyor, her yerde kelepir mallar var. Kriz dönemlerinde bütün varlık fiyatları düşer, parasını yurt dışına park etmiş olanlar gelip Türkiye’de fabrikaları, bankaları kapatırlar, çok yüksek faizlerden yararlanırlar. Şimdi her yerde, elinde nakit biriktirenler için, cazip olanaklar mevcut. O bakımdan burdan da sonuç çıkması mümkün değil. Dünyada genel olarak ne yapılabilir, öncelikle bu konuda ezberlerin bozulması gerekir. Krizin konutunu kaybedenlerden kaynaklandığı söyleniyor, öncelikle konut bir insanlık hakkı ise insanlar evlerinde kalmalı, hükümetler devreye girecekse insanların o konutlarında oturabilmesini sağlamak için girmelidir. Evlerin fiyatları düştü mü otomatikman borçlar düşürülmeli, insanlar ödemekte güçlük mü çekiyorlar kamu onlara katkıda bulunmalı. İkincisi de bu süreçten en fazla zarar görecek olan işsizlere, yoksullara, yaşlılara öncelikle yardım yapılmalı. Bunun insanı ve sosyal bir yönü var ama aynı zamanda iktisadi bir yönü de var. Çünkü kriz dönemlerinde insanlar tasarrufa yönelirler, kolay kolay harcama yapmak istemezler, gelecek kötü günler için para biriktirirler. Örneğin yurt dışına yapacakları seyahati erteleyebilirler, plazma televizyon almaktan vazgeçebilirler ama yoksullara para verdiğin zaman çocuğuma iki bardak süt içirmem gerekirken bir bardak içireyim demez o parayla iki bardak süt içirir. Onun için en yoksullara verilecek para en etkin kullanılacak paradır.
64
YENİDEN DEVRİM / 8
Üçüncüsü de Türkiye gibi ülkelerin dış borçları yeniden yapılandırılmalı. Bu kapitalist sistemin bekası açısından da önemlidir. Çünkü yeni borçlar alamayacaksın ithalat yapamayacaksın, bütün dünya ticaret sistemi tıkanacak, böylelikle dünya ticaretine de bir hareketlilik getirilebilir. Şimdi AKP hükümeti kıvranıyor. Kıvranacak, çünkü Türkiye bir kriz yaşamıştı, gene emekçilerin paraları ile gemi tamir edilmişti. O gemiyle yola çıktılar, rüzgarda arkadan iyi esti. Şimdi rüzgar ters bir yönden esiyor. Son olarak şimdiye kadar bize serbest piyasa demokrasinin ve özgürlüklerin de önünü açar, ne kadar serbest piyasa bu ülkede hakim olursa kapitalizm nüfuz ederse demokrasi de o ölçüde gelir deniliyordu; şimdi faşizm tehlikesinden bahsediyorsunuz demek ki bu sistem bunları körüklüyor. Buna karşı en büyük güvence ise örgütlü toplum, sendikalar, siyasi partiler, toplumsal muhalefet örgütleri, kolektif yapılardır. Çünkü faşizm reaksiyoner, konumunu kaybeden orta alt sınıfların, marjinal sınıfların tepkilerinden beslenir. Halbuki örgütlü sınıflar, kolektif olarak kaderini ellerine almak isteyen sınıflar da geçmişte olduğu gibi faşizme karşı, otoriter eğilimlere, etnik ve mezhepsel ayrımcılığa karşı en önemli güvencedir. Bu mücadele özüyle ulusal burjuvazi diye bir şey kalmadığını bütün dünyada kabul etmek gerekir, hepsi uluslararası üretim ağlarının bir parçasıdır. Reel ekonomi ve finans ekonomi diye birbirinden kopuk iki kesim de yok. O zaman bu mücadele anti-kapitalist bir mücadele olmalı, anti-emperyalist bir mücadele olmalı. Yani artık emperyalizm dönemi kapanmıştır küreselleşme bunu aşmıştır tezlerinin geçerli olmadığını hayat göstermiştir. Türkiye’de ve bütün dünyada emekçiler geçmişte yenildiler, güçlerini yitirdiler. Bu dönemi örgütlenmek, güç toplamak için değerlendiremezsek daha büyük yoksulluklarla, yoksunluklarla burun buruna gelebiliriz. Bir kere Türkiye’de yaygınlaşmaya başlayan sol olmayan sol artık sesini kesmelidir. Çünkü, sosyal demokratından sosyalistine bütün sol yelpaze emek ve sermaye arasında bir çelişki vardır ve ben emekten yanayım demektir. Sadece demokrasi konuları ile özgürlük konuları ile meşgul olan, emekten, sömürüden bahsetmeyen bir solun en azından kendi niyetleri bu olmasa da bu kriz döneminde esamesi okunmayacak. 12 Eylül dönemi ile hesaplaşmaktan söz ediliyor. 12 Eylül rejimi ile hesaplaşmadan Türkiye’nin ilerleyemeyeceği söyleniyor doğrudur ancak 12 Eylül’ün iktisadi rejimi ile de hesaplaşmadan, 12 Eylül’den bugüne gelen Özal zihniyetinden, Çiller, Yılmaz zihniyetine, AKP’nin neo-liberal politikalarına kadar özelleştirme süreçlerine kadarki süreci tartışmadan,
KÜRESEL KRİZ VE TÜRKİYE
65
mahkum etmeden bir solculuk yapılamaz. Kapitalizim nasıl sonu geldiyse bir tip solculuğunda sonu gelmelidir.
Devrim...Bu Yolda Mücadeleye Devam Edeceğiz
Önümüzdeki dönem dünya dengeleri hakkındaki öngörünüz nedir? Korkut hoca konuşmasında Wallstreet komulaştırılıyor sosyalizm geliyor diye halkın tepkisinden bahsetti ve böylede olsa haklarını arasınlar şeklinde çok doğru bir saptamada bulundu. 60’lı yıllarda Avrupa’da komünist partilerin güçlü olduğu, devrim ve sosyalizm fikrinin yaygın olduğu dönemde İtalyan marxist Mario Tronti adlı bir felsefeci, ‘Marks Detroit’ de bir kitap yazıyor ve Amerikan işçi sınıfının doğrudan doğruya sosyalizm, sınıf mücadelesi demeksizin sendikal mücadele ile haklarını daha iyi aldığını söylüyor. Ünlü Marksist tarihçi Giovanni Arrighi de geçtiğimiz yıl bir kitap yayınladı ‘Adam Smith Pekin’de’ diye. O’nun tezi de şu, Adam Smith aslında görünmez elin savunucusu olarak bilinir ama daha eşit ve adil bir dünya özlemi olan da bir filozoftu. Dünyanın gittikçe yaşam standartlarının eşitlendiği bir yöne doğru evrileceğini öngörüyordu Ulusların Zenginliği’ni yazdığında. Şimdi gerçekten Çin’in dünya ekonomisinde yükselmesi ile böyle bir olanak doğmuştur. Eğer Çin gücünü olumlu olarak kullanırsa, yani Amerika gibi bir emperyalist olmak yerine daha adil bir dünya yönünde kullanırsa dünya daha iyi bir yere doğru gider şeklinde. Dünya ekonomisi büyük bir kriz yaşadığına göre önümüzdeki dönemde bunları daha da tartışacağız. Emperyalizmin sonunu ilan eden liberal tezleri savunanlar açısından da bir DANK anında söz etmek mümkün mü? Hiç kimse kaybedilmemiş sayılmamalı Dank ederse kötü mü olur iyi olur. Solculukları eskiden solcu olmalarından geliyor. Sol liberalizm bu anlamda yanlış kullanılıyor. Solun bir versiyonunu savunmalarından değil geçmişte solcu olmalarından dolayı bu sıfatla anılırlar. Uzun bir tartışma ama sol liberalizm kötü bir şey değildir. Piyasa mekanizmalarını tamamen ortadan kaldırmayalım ama onun oluşturduğu haksızlıklara karşı adım atalım der sol liberalizm. Mesela, herkese yurttaşa olma özelliğinden dolayı ödenti verilmesi sol liberallerin geliştirdiği bir öneridir ve anti-kapitalistlerin sosyalistlerin de programına aldığı bir öneridir. Ama siz Türkiye’de sol liberal denilenlerin bunları ağzına aldığını gördünüz mü? Öyle olsaydı bazı konularda yan yana gelirdik, sol içi
66
YENİDEN DEVRİM / 8
tartışma yapardık. Ama bugün böyle olması mümkün değil.
Devrim?
Kesin öngörmek mümkün değil ama zaten gençliğimizde bu özlemle yola çıktık, şimdi de inatla bunu söylemeye, bu yolda mücadeleye devam edeceğiz, umarım bir sonuç da alırız.
KÜRESEL KRİZ, KAPİTALİZMİN KENDİSİDİR
Bağımsız Soyal Bilimciler
KÜRESEL KRiZ KAPİTALZMİN TA KENDİSİDİR KRİZİ EMEKÇİLERİN ARTAN SÖMÜRÜSÜ VE EKONOMİK BAĞIMLILIĞI DERİNLEŞTİRİCİ NEOLİBERAL YENİ SAĞ POLİTİKALARLA AŞMA ÇABALARINA KARŞI DURMALIYIZ! 1. Kapitalizm son 70 yılın en ağır bunalımını yaşıyor. Küresel krizin derinleşmesi ve giderek Türkiye ekonomisini de etki altına almasıyla birlikte IMF ile yeni bir “stand by” programı da gündeme gelmiştir. Egemen sermaye sınıfının sözcüleri, yerli ve yabancı sermaye kuruluşlarının öneri ve gözetimi altında kriz ortamını bahane ederek, emeğin zaten sınırlı olan kazanılmış haklarını gerileterek işgücü maliyetlerini düşürmek; böylece bir firsata dönüştürülen krizi emekçilerin artan sömürüsü ile aşma gayreti içerisindedir. Hükümet böylece, ülkemizde alın teriyle yapılan üretimin insanlarımızın ihtiyaçlarını değil sermayenin ihtiyaçlarını karşılamaya amade edilmesinden başka bir anlamı olmayan neoliberal projeye daha da hız kazandırmak istemektedir. Üstelik, bütün bu olumsuz gelişmeler Türkiye ekonomisinin içerisinde bulunduğu bağımlılık ilişkilerini giderek daha da derinleştirici unsurlar içermektedir. Bu olumsuz gözlemler karşısında Bağımsız Sosyal Bilimciler olarak bir araya gelmiş olan bizler,
68
YENİDEN DEVRİM / 8
Aralık 2008’de bir durum değerlendirmesi yapmak ve kamuoyunu uyarmak ihtiyacı duyuyoruz. 2. Yaşamakta olduğumuz ve küreselleşme olarak adlandırılan dönem, her şeyin para ilişkisine tabi edilmeye çalışıldığı bir süreci içermektedir. Para ve parasal hareketler, toplumsal ilişkileri tüm boyutlarıyla boyunduruk altına almış, nerdeyse kutsallaştırılmış bir “piyasalar” söylemiyle gündelik hayatımıza kadar sızmıştır. “Piyasalar” salt paranın mantığına tabi oldukça, parayı kontrol eden gruplar da toplumsal yapılar üzerinde belirleyici olmaya başlamışlardır. Para, dünya tarihinde hiç olmadığı kadar üretimden kopmakta, karmaşık spekülasyonlar yoluyla kontrolsüz olarak büyümekte; değer karşılığı olmayan bu kumarvari büyümeyi idare etme çabaları, dünya halklarına iktisadi, toplumsal ve siyasi krizler olarak geri dönmektedir. Küresel düzeyde paranın ve paranın toplumlar üzerinde kurduğu tahakkümün dilini oluşturan neoliberal politikalar ve bu politikaları savunan iktisatçılar, piyasa anarşisinin çılgın despotluğunun, sadece finansal krizlerle değil, aynı zamanda derin toplumsal bunalımlarla da sonuçlandığını unutmaktadırlar. “Serbest” piyasa, toplumların özgürlüğü ve demokrasi için tartışılmaz bir kurum değil, tam aksine insanlığın önemli bir kısmını değersizleştiren, çaresizleştiren bir yabancılaştırma aracıdır. “Serbest” piyasanın, toplumların özgürlüğün ve demokrasi için tartışılmaz bir kurum olduğunu savunmak en yalın anlamıyla piyasaya içkin güç ilişkilerini gözardı ederek doğallaştırmak, piyasaya içkin eşitsizlikleri derinleştirmek istemektir. Dolayısıyla bu söylem, yaşamı emek ve Güney ülkelerinin halkları için daha da çekilmez kılmayı hedefleyen neoliberal siyasi projenin bir uzantısıdır.. 3. Küresel ekonominin içine sürüklendiği 2007 krizi, kapitalizmin kaçınılmaz krizlerini finansallaşma ile aşma çabasının doğrudan bir ürünüdür. Günümüzde kapitalizm ve uluslararasılaşmış sermayenin genişleyen yeniden üretimi finansal spekülasyonun sanal rantlarına bağımlı duruma gelmiştir. Mevcut krizin aşılması için öne sürülen yeni-düzenlemeler veya denetleyici kurumların oluşturulması gibi girişimler, finans dünyasının kârlılığını engelleyeceğinden, küresel kapitalizmin bugünkü mantığına aykırıdır. Sermaye yanlısı muhafazakâr ideologların “şeffaflık” veya “yönetişim” gibi muğlak söz oyunlarıyla finansal serbestleştirmenin sınırlamasına karşı durması bu nedenle boşuna değildir. 4. Küresel kriz sayesinde serbest piyasanın dengeli ve istikrarlı bir ekonomi yaratacağı ve her türlü devlet müdahalesinin kaynak israfına yol açacağını savlayan neoliberal iktisat dogmalarının geçersizliği açıkça or-
BAĞIMSIZ SOSYAL BİLİMCİLER BASIN DUYURUSU
69
taya çıkmıştır. “Serbest” piyasaların kuralsızlaştırılarak, “derecelendirme kuruluşları” ya da “bağımsız idari otoriteler - üst kurullar” aracılığıyla denetlenebileceği savı boşa çıkmıştır. İnsan için ve insani koşullara sahip bir üretim yapısı kurulmasının yolu, öncelikle finansal ekonominin gerek ulusal, gerekse uluslararası düzeyde topyekün bir kurallar bütünü içinde, sistemik olarak gözetim altında tutulmasından geçmektedir. 5. Türkiye’nin küresel krizi daha çok bankacılık sistemi üzerinden değil, finans dışı şirketlerin üretim, ithalat finansmanı ve işsizlik sorunları aracılığıyla yaşaması olasılığı yüksektir. Zira 2003 sonrası dönemde Türkiye’nin uluslararası ekonomiyle olan ilişkilerinin ana aktörleri bankacılık kesimi dışındaki şirketler ve hanehalkları olmuştur. Bu süreç içerisinde finans-dışı şirketlerin ve hanehalklarının dış borçlarının hızla artmakta oluşu ve özellikle şirketlerin ekonomik faaliyetlerini sürdürebilmek için aşırı derecede ithalat ve dış borçlanma bağımlılığı içine sürüklenmesi, ulusal ekonomik dengelerde önemli bir kırılganlık kaynağı oluşturmuştur. 2009’da dünya ekonomisinin durgunluk içine sürüklenmesi ve uluslararası finansman girişlerinin daralması nedeniyle bu kırılganlıkların su yüzeyine çıkacağı, IMF ve TC Merkez Bankası da dahil olmak üzere bir çok kesim tarafından dile getirilmiştir. 6. 2003 sonrası dönemde Türkiye ekonomisinin yaklaşık 85 milyar dolarlık bir sıcak para şoku yaşadığı ve 2006’ya değin süregelen girişlerin 2008’de yerini büyük çıkışlara bırakmakta olduğu gözlenmektedir. Buna ek olarak, özel yabancı bankalar Türkiye ticari bankacılık kesimininin finansmanını üstlenmekten kaçınmakta, özel ticari kredilerin de daralması durumunda dış finansmanın bütün yükü resmi kredilere ve IMF ve Dünya Bankası kredilerine yöneltilmektedir. Bu kredilerin ekonomik ve siyasal şartlarının ne kadar ağır olduğu çokça yaşayarak da öğrenildiği için Türkiye’de herkes tarafından bilinmektedir. 7. Türkiye “IMF ile yeniden program yapılsın” şantajına boyun eğmemelidir. Bilindiği üzere, Türkiye IMF ile daha 1998’in Ağustos ayında Yakın İzleme Anlaşması imzalamış ve iktisadi yönetimini IMF’nin denetim ve gözetimine terk etmiştir. Türkiye’nin IMF ile olan on yıllık birlikteliğinin ayrıntılı bir dökümü Bağımsız Sosyal Bilimciler’in Yordam Kitap tarafından Mart 2007’de yayımlanmış olan IMF Gözetiminde On Uzun Yıl, 1998–2008: Farklı Hükümetler, Tek Siyaset başlıklı incelenmesinde sergilenmiştir. Bu uzun birlikteliğin ardından elde edilen bilgi ve deneyim birikimi, “IMF programının” temel unsurlarının ve uzantılarının iki kümede toplanabileceğini gösteriyor:
70
YENİDEN DEVRİM / 8
i. Uluslararası sermaye hareketlerine tam serbesti sağlamak ve Türkiye’nin uluslararası finans şebekesine yüksek reel faiz sunan bir ekonomi olarak eklemlenmesini gözetmek; yüksek reel faizin cezbettiği sıcak para akımlarının olası kıldığı ucuz döviz kaynakları aracılığıyla Türkiye’yi bir ucuz ithalat merkezine dönüştürmek, bu arada bir yandan kaçınılmaz olarak genişleyen cari işlemler açığının finansman gereksinimi, bir yandan da YTL’li yüksek kredi faizlerinden kaçmak isteyen şirketlerin ucuz dövizli krediler araması sonunda dış borçlanmanın dört nala artışı. ii. “Yapısal reformlar” söylemi altında, iktisadi politikaları demokratik kontrol süreçlerinin dışına çıkartmak ve devletin ekonomideki rolünü uluslararasılaşmış sermayeye yeni kaynak aktarım mekanizmaları sağlayacak biçimde yeniden düzenlemek; “işgücü piyasalarının esnekleştirilmesi” adı altında emeğin kazanımlarının sınırlandırılmasını gözetmek ve emeğin ulusal gelirden aldığı payın azaltılması yoluyla sermaye birikiminin önünü açmaya çalışmak; “özelleştirme” söylemleri ile kamu kesiminin stratejik nitelikli varlıklarının yerli ve yabancı sermaye kesimlerine aktarılmasını yönlendirmek ve devletin ekonomiye müdahale olanaklarını olabildiğince kısıtlayarak, ekonomimizin geleceğini sermayenin kar ve rant elde etmeye yönelik çıkar hesaplarına terk etmek... 8. Türkiye, IMF programı altında dış borçlanmaya dayalı, spekülatif nitelikli bir büyüme süreci yaşamıştır. Bu sürecin bedeli ise ileri düzeyde dış kırılganlık (cari işlemler açığı) ve göreceli olarak düşük istihdam (yüksek işsizlik) olarak ortaya çıkmıştır. Program, son beş yılda Türkiye’nin dış borç stokunu dolar bazında iki misli arttırılması sayesinde 1999-2001 arasında gerileyen potansiyel hasıla düzeyine yeniden ulaşmak için gereken ithalatın finansmanını sağlamış, ancak işsizlik ve cari açığın yüksek tempoda sürdürülmesine seyirci kalmıştır. 9. Türkiye, yükselen piyasa ekonomileri diye anılan grup içerisinde, yüksek cari işlemler açıkları ve dış borç yükü nedeniyle, küresel krizin etkilerini en yoğun yaşayan ekonomiler arasındadır. Bu durum on yıldır kesintisiz uygulanmış bulunan IMF programının ve AKP Hükümetinin bu programı uygularken yaptığı siyasi tercihlerin doğrudan bir sonucudur. Bu gözlemler ışığında, yukarıda sıralanan hedefler doğrultusunda hala “yabancı yatırımcıya güvence vermek” söylemi altında yeniden oluşturulacak bir IMF programının ne Türkiye ekonomisinin kronikleşen dış açık ve ithalata bağımlı yapısına ne de ayakta kalma mücadelesi veren emekçilerin her gün artan sorunlarına çözüm üretebileceğini vurgulamamız gerekmektedir. 10. Emekten ve ulusal bağımsızlıktan yana bir istikrar –ve giderek
BAĞIMSIZ SOSYAL BİLİMCİLER BASIN DUYURUSU
71
kalkınma- stratejisinin temel unsurları olarak şu önlemlerin önemini vurgulamak istiyoruz: i. İşsizlikle mücadele ve emekçi halkın gelirlerinin korunması istikrar programının ana amacı olmalıdır. Bu amaç doğrultusunda olası IMF programının daraltıcı reçeteleri reddedilmeli; Batı ülkelerinin, neoliberal modelin tüm öğelerini çiğneyerek uygulamaya koydukları genişletici ve istihdam arttırıcı önlemler örnek alınmalıdır. ABD ve Britanya gibi çok yüksek cari açıklarla krize sürüklenen Batı ülkelerinin, neoliberal modelin tüm öğelerini çiğneyerek uygulamaya koydukları genişletici ve istihdam arttırıcı önlemler karşısında suskun kalan, hatta bunlara örtülü destek veren IMF’nin bizim gibi ülkelere tamamen zıt doğrultuda reçeteler önermeye hakkı yoktur. ii. İşsizlikle mücadele doğrultusunda, örneğin, 2003 tarih ve 4857 Sayılı İş Kanunu’nun “esnek” istihdamın önünü açan ve işten çıkarmayı kolaylaştıran hükümleri gözden geçirilmeli ve söz konusu hükümlerin belirli bir süre için askıya alınması sağlanmalıdır. Özel girişimlere faiz ve dolaylı/dolaysız vergi indirimi yoluyla sağlanacak desteklerin ya da işsizlik sigortası fonundan yararlanmanın kayıtdışılıktan çıkma ve işçiyi işten çıkarmama şartlarına bağlanması gibi önlemler düşünülmelidir. Bu tür taahhüdler, reeskont imkanlarının geliştirilmesini ve karşılık oranlarının düşürülmesini isteyen ticari bankalardan da talep edilmelidir. iii. Kamunun genişleyici politikalarının kamu kesimi bütçe dengelerinde istikrarsızlık yaratmaması için sermaye gelirleri üzerindeki vergi yükü yaygınlaştırılmalıdır. Öncelikle finansal işlemler vergilendirilmelidir. Borsa ve döviz işlemleri üzerine, düşük oranlı, ancak yaygın bir finansal işlem vergisi uygulanmaya konulmalıdır. iv. TC Merkez Bankası’nın ekonomiye olan sorumluluklarını sadece fiyat istikrarı hedefiyle sınırlayan ve merkez bankasını, ulusal para ve finans piyasalarına müdahale edebileceği tüm araçları elinden alarak edilgenleştiren, enflasyon hedeflemesi anlayışı terk edilmelidir. Küresel krizin yayılma biçimi, “döviz ve diğer menkul kıymet piyasalarında istikrar sağlamadan, sadece fiyat istikrarını sağlamış olmanın makro ekonomik istikrarı sağlamaya yetmeyeceği” gerçeğini açıkça ortaya çıkarmıştır. Küresel krizin ana unsurları ürün piyasalarındaki enflasyonist baskılardan değil, finansal varlıkların değerlerindeki şişkinlik ve istikrarsızlıktan kaynaklanmaktadır. Uluslararası şoklara açık ve kırılgan yapısıyla Türkiye’nin uluslararası mal ve finans piyasalarından gelecek kriz dalgalarına sadece faiz oranlarında günlük ayarlamalarla ve “biricik
72
YENİDEN DEVRİM / 8
sorumluluğumuz fiyat istikrarıdır” kör inancıyla karşı koyması olanaklı değildir. Bu tespitten hareketle, Merkez Bankası dövizin reel fiyatını hedef alan ve Türk Lirası’nın aşırı değerlenmesini önleyecek tedbirleri uygulamaya koymalıdır. Bu tür politikaların etkili olabilmesi için sermaye hareketlerinin denetim altında tutulması gereklidir. Bu amaçla yabancı sermaye giriş çıkışı, yurtdışından borçlanma ve sıcak para hareketleri, ek vergi, munzam karşılık oranları vb. önlemlerle sınırlandırılmalı, sermaye hareketlerinin kısa vadeli öğeleri caydırılmalı, ulusal ekonomi spekülatif saldırılara karşı korunmalıdır. v. Sermaye hareketlerinin bugünkü görünümünde Türkiye’nin dış borcunu döndürmek, uluslararası finans çevrelerinin insafına terkedilmiş durumdadır. Daralması muhtemel döviz girişleri altında dış borçların da yeni bir ödeme profiline kavuşturulması gereklidir. Döviz işlemleri denetim altına alınınca, özel dış borçların anapara öğeleri için döviz tahsis edilmesi yükümlülüğü ortadan kalkacaktır. Alacaklılarla yapılabilecek düzenlemeler, uygun zamanda başlatılabilir. vi. Bilindiği üzere, Gümrük Birliği (GB) anlaşması gereği, üçüncü ülkelerden ithalata karşı Avrupa Birliği’nin ortak gümrük tarifesi uygulanmaktadır. Bu nedenle Türkiye, Dünya Ticaret Örgütü’nün imkan verdiği koruma önlemlerini dahi kullanamamakta ve çok büyük çaplı bir dış ticaret açığı vermektedir. Böylelikle ithalat baskısı rakip ulusal sanayiler üzerine yıkıcı ve işsizliği arttırıcı etkiler yaratmaktadır. Hem krizin etkilerini en aza indirgemek hem de uzun vadede işsizliği azaltmak için Gümrük Birliği’nin çerçevesi, “DTÖ’nün imkan verdiği koruma önlemlerini kullanarak” veya bizzat “GB anlaşmasının olağanüstü şartlarına ilişkin hükümlerine başvurmak” suretiyle daraltılmalıdır. vii. Reel döviz kurunun hedeflenmesine imkan veren sermaye hareketlerinin denetimi, GB anlaşmasında sözü geçen revizyonlar ve dış borç yükümlülüklerinin zaman içine yayılması, Türkiye ekonomisinin önemli bir istikrarsızlık ve kırılganlık öğesi olduğu kadar, yaygın işsizlik sorununun da temel nedeni olan dış açık olgusunun kontrol altına alınmasını mümkün kılacaktır. Ulusal ekonominin yatay ve dikey bağlantılarının güçlendirilmesinin; ulusal sanayinin ithalat bağımlılığının azaltılmasının; uzun vadede işsizliğin azaltılmasının yolları böylece açılabilecektir. 10. Alınmasını önerdiğimiz bu önlemlerin benzerleri ister gelişmiş ister az gelişmiş olsunlar, ekonomik bunalım yaşamakta olan ülkeler tarafından yakın geçmişte uygulanmıştır. Toplum özgüvenini daha da yitirmeden, birkaç yıl sonrasının daha büyük siyasal ve ekonomik açmazlarına
BAĞIMSIZ SOSYAL BİLİMCİLER BASIN DUYURUSU
73
sürüklenmeden bu tür önlemleri almakta gecikmenin, toplumumuza daha büyük bir bedel ödeteceği bilinmelidir. Ülkemiz yaşadığı bunalımdan sahip bulunduğu insangücü, bilgi ve sermaye birikimiyle, uluslararası finans kapitale ve sermaye çevrelerine bugün istedikleri ağır bedeli ödemeden çıkabilir ve çıkmalıdır. Unutulmamalıdır ki, Türkiye’nin, uzun vadeli ve dengeli bir sanayileşme / kalkınma vizyonu, kısa / orta vadeli ama ardı arkası kesilmeyen istikrar programlarına terk etme zihniyetinden vazgeçmesi gerekmektedir. Sektörler ve bölgelerarası kaynak tahsislerini uzun vadeli bir iktisadi kalkınma stratejisi doğrultusunda yönlendiremeyen hiçbir ülkenin özellikle de Türkiye gibi görece geri bir ekonomik yapılanmanın gelişmiş ülkeler arasına girmesi ve orada varlığını korumaya devam etmesi olasılığı bulunmamaktadır. 11. Kriz dönemleri egemen iktisat anlayışının aşılması ve giderek yenilgiye uğratılması için fırsatlar oluşturur. İlerici, yurtsever, emekten yana sosyal bilimcilerin ortaklaşa düşünme, eleştiri ve araştırma çabalarına girmeleri için kriz konjonktürü uygun bir ortam sunmaktadır. Benzer değerleri, endişeleri paylaşan tüm fikir insanları arasında kurulacak eleştirel ve yapıcı bir iletişimin yarının sömürüsüz, eşitlikçi, özgür Türkiyesi’ni oluşturma mücadelesine katkı yapacağını düşünüyoruz.
KÜRESELLEŞME, DEVLET,KRİZ VE GELECEK ÜZERİNE
Bob JESSOP Söyleşi: Çağhan KIZIL Çeviri: Toplumsal Araştırmalar Çeviri Kollektifi
1. Stratejik-İlişkisel Yaklaşım
Siz en önemli Marksist devlet kuramcılarından birisiniz. Kapitalizmi ve devleti algılama odaklı işlediğiniz oldukça kapsamlı kavramlar ve argümanlarınız, kapitalizmin doğası, devlet ve sermaye arasındaki karmaşık ilişkiler, ekonomist ve politik yaklaşımlar arasındaki denge, söylemlerin işlevleri, ve mekan ve zaman konuları gibi meseleleri içeren parametrelerden oluşuyor. Karmaşıklık, eleştirel realizm, stratejik ilişki yaklaşımı, autopoiesis (kendi kendini üretme) ve yapısallık eşleşmesi, spatio-temporal (zamansal ve mekansal) sabitlenişler, yönetim ve meta-yönetim ve benzerleri hakkındaki argümanlarınız, bilimsel alandaki önemli gelişimlerdir. Aynı zamanda, Marksist devlet kuramına yapmış olduğunuz katkılar, ekonomiyi tamamıyla göz önünde bulundurmamakla eleştirilirken, kapitalizme dair regülasyonist yaklaşımınızın temel içeriği de “iktisat-merkezli” olmakla itham edilmekte. Yüzeysel düşüncenin, anlık tatminlerin ve dogmatik inanışların çağında, disipliner çerçevelerin sınırlarını zorlamanın yollarını araştırıyor, belirli sorulara dinamik ve dönüşmekte olan bir tutum içerisinde farklı yaklaşımlar
76
YENİDEN DEVRİM / 8
geliştirerek yanıtlamaya çalışıyorsunuz. Çalışmalarınızda, Marks, Lenin, Gramsci, Poulantzas, Foucault’nun ve hatta Şilili biyologların etkileri görülmekte. Bu bakımdan, siz disiplinler arası – ya da siz post-disipliner demeyi tercih edersiniz - alanda önemli yer tutuyorsunuz. Başlangıç olarak, böylesine meşakatli bir yolu seçmeye sizi iten etkenlerden bahsedebilir misiniz? Böylesine zorlu bir yolu ben tercih etmedim. Görünen o ki, o beni seçti! Otuz yıldan daha uzun bir süre önce savaş sonrası Britanya’sının eleştirel bir politik ekonomisini yazmak üzere yola çıktım; ama ne zaman bu karmaşık soruyu anlamaya başladığımı düşündüysem, yaklaşımlarımın çözümsüzlüklerle karşılaştığı kuramsal problemlere rastladım. Kimi zaman bu kendi tepkilerimden kaynaklanıyordu, kimi zaman akademik meslektaşlarımın eleştirelliklerinden ve kimi zaman ise “olayların” basit anlamda karşı karşıya gelişlerinden... Bu nedenle, başlangıçta tasarladığım, savaş sonrası Britanya’sının politik ekonomisi bugün için bitirilmemiş bir şekilde durmakta ve bitirilmek için fazladan birkaç yıla ihtiyaç duymakta. Doktora tezim, Britanya politikalarında muhafazakarlık üzerineydi ve sonrasında refah devletin gelişimi ve ortaya çıkan krizleri konularına ilgi duymaya başladım. Bu Marksist devlet teorisine ve bunun savaş sonrası devletteki dönüşümlerle ilgisine ilgi duymama neden oldu. Özellikle, farklı siyasi partiler ve hükümet politikalarıyla ilişkili, oldukça çeşitli girişimlerine rağmen, İngiltere’nin büyüyen ekonomik krizi çözmedeki başarısızlığıyla ilgileniyordum. Başlangıçta, (1) politik baskılar, (2) korporatist işbirliğini dengelemek için gerekli olan toplumsal temelleri korumadaki kalkınmacı durum ve (3) kurumsal iktidarları kriz-idaresinde daha gelişmiş veya otoritaryan bir yaklaşım izlemek için geliştiren devletin varlığı nedeniyle, ekonomiye siyasi bir müdahaleden kaçınmadaki yeteneksizliğini gözönünde bulundurarak liberal bir devletin imkanları ve başarısızlığı üzerine odaklandım. Fakat, Nicos Poulantzas’a göre devlet toplumsal bir ilişki olarak görülmeliydiyse, devleti daha geniş toplumsal ilişkiler alanına sokulması gibi konuların da ötesine geçmek gerekiyordu. Bu, İngiltere’deki belirgin gelişim tarzlarına ve iktidar bloğunun içindeki sınıfsal güçlerin dengeleri ile İngiltere’nin kusurlu Fordizm’ini ve bunun küresel ekonomik ve siyasi düzene eklemlenmesine ilişkin belirli çelişkileri içeriyordu. Ek olarak, Poulantzas’ın ‘’politisist (iktisadı dışlayan ve politikayı merkeze alan duruş – ç.n.)’’ diye eleştirilmesi gibi, ben de savaş sonrası İngiltere’nin siyasi ekonomi dinamiklerinde siyasete fazla ağırlık ve önem verdiğim için eleştiriliyordum. Bu yüzden, ekonomi için, devlet ve
KÜRESELLEŞME, DEVLET, KRİZ VE GELECEK ÜZERİNE
77
iktidar arasında geliştirdiğim stratejik ilişkiye uyan bir yaklaşım geliştirmeye ihtiyaç duydum. Ben bunu, bir makalemde Gramsci ve Marx’tan esinlenen stratejik-ilişkisel yaklaşım olarak tanımladığım düzenleme yaklaşımında buldum. Bu, özellikle, kapitalizmin kendine özgü biçimleri ile tarihsel çeşitleri ve aşamalarının dinamiklerinin yanısıra, gayri-iktisadi etkenlerin sermaye birikimini korumadaki rollerini tanımlamada yararlı oldu. Fakat düzenleme yaklaşımındaki bu husus iki farklı soruna yol açtı. Bir yandan, Düzenleme Okulu bazen Fordizm’den Post-Fordizme doğru birikim rejiminde ve düzenleme tarzında yaşanan bir değişimin Fordizmin krizini çözebileceği, iktisadi büyümeyi sağlayabileceği ve kapitalizmin içsel çelişkilerini giderebileceğini söylediği için reformizmle itham edildi. Bu eleştiriye cevap vermek, benim daha önceden bahsetmiş olduğum kapitalizmin çelişkilerinin detaylı bir analizini gerektirdi ve bu da Marx’a dönmeyi zorunlu kıldı. Öte yandan, bu siyasal olanın siyasal iktisadı (Devletin ve Devlet iradesinin görece özerkliğini ve bunların siyasi krizlerdeki ve kriz yönetimindeki görece rolü) ve iktisadın siyasi iktisadı (Sermaye birikiminin mantığının ve mantıksızlığının ayırt edici özelliği) arasındaki ilişkinin anlaşılması sorununu ortaya koydu. Bu da, o dönemde iktisadi, yasal ve siyasal sistemlere ayırt edici bir yaklaşım ortaya koyan Niklas Luhmann’ın çalışmasına yakınlaşmayı gerektirdi. Luhmann’a göre, her birinin ayırt edici işleyiş mantıkları olmasına rağmen, iktisat, hukuki ve siyasal sistemler bağımsız değiller ve gerçekte birbirlerini tamamlayan ve karşılıklı evrilen yapılardır. Luhmann’ın çalışmalarındaki işlevselci ve hatta idealist eğilimlere rağmen, bana görece özerklik ve aslında, altyapıüstyapı ilişkilerinin karşılıklı konularına ilgi çekici bir yaklaşım ortaya koyuyor olarak göründü. Hepsinden öte, son kertede iktisadi belirlenim sorununu tekrar gözden geçirmeme yol açtı. Basitçe, Luhmann’ın, bir sistemin öteki sistemlerin kendileri için yaratabilecekleri sorundan daha çok, o sistemler için sorun yaratabilme kapasitesi anlamına gelen ‘ekolojik baskınlık’ fikrine dair biraz geliştirilmemiş ve muğlak birkaç referansını bulduğumdan, ekolojik olarak baskın sistemlerin mantıklarının, işlevsel olarak özerk sistemlerin kendilerinin yapısal bağlantıları ve ortak evrimleri üzerinde, bu sistemlerin kendi üzerinde yaratacaklarından daha fazla etkileri olduğu sonucuna vardım. Bu temelde, günümüz kapitalizminde, özellikle de küreselleşmenin neoliberal formunun baskınlığı altında bütünleşen bir dünya piyasasıyla birlikte, diğer sistemlerin kendileri için yaratabilecekleri zarardan daha çok zararı onlara veren şeyin kar odaklı ve piyasaca belirlenen sermaye birikimi olduğunu savundum. Bu yüzden
78
YENİDEN DEVRİM / 8
sermayenin mantığı, gelişimlerini tamamlatmadan kurumsal düzenlerin ve sivil toplumun mantığına tesir ediyor ve bunlar karşılıklı evrilirken, ayırt edici ‘tarihsel bloklar’ (altyapı-üstyapı) gelişiyor. Fakat Luhmann bütün çözümleri ortaya koyamazdı - ki ondan böyle bir beklentim de yoktu. Çünkü sistemlerin mantığına bakarken, çalışmaları aktörler problemini ihmal ediyor ve tabi bu, Marksist siyasal iktisat, sınıf mücadeleleri ve sosyal mücadelelerle alakalı olanlar için kabul edilemez. Bu nokta tam da Marx’ın siyasi analizlerinin, Gramsci’nin hegemonya analizlerinin, eleştirel söylem analizinin, Foucault’nun, feminizmin ve eşcinsellik teorisinin birbirleriyle ilgili olduğunun kanıtlandığı yerdir. Bunların hepsi sınıf kimliğinin doğası, sınıf çıkarlarının anlamı, sınıf bilinci ve sınıfsal eylem arasındaki kopukluklar ve bütün kimliklerin genel istikrarsızlığı üstüne tekrar düşünmeme yol açtı. Son dönemlerde, bu konular ve post-fordizme anlamlı bir içerik kazandırma sorunu, iktisadi ve siyasal imgelemlere, bunların yaşanmış deneyimlerdeki rollerine ve sosyal yaşamın zamansal-mekansal alanlarını ve formlarını şekillendirmedeki hegemonya mücadelesine daha fazla dikkat kesilmeme yol açtı. Her kırılma ve toparlanma döneminde, siyasal iktisadı anlamada önceki çalışmalarımda değerli ne varsa elimde bulundurmaya ve eski ve yeni kavramlarımı aynı ölçeğe getirmeye çalışırım ki böylece bütün teorik sistem inanılmaz derecede karmaşık hale gelir ve kolay ekletisizme ve argümanlar arası tutarsızlığa düşmeden girift toplumsal gerçekliği anlamak için çeşitli başlangıç noktaları sağlar. Bu durum benim daha lisans dönemlerime kadar uzanan eleştirel realizme, karmaşıklığa, karmaşıklık azaltımına ve yönetim problemleri ve yönetim hatalarına olan ilgimde ortaya çıkan kavram formasyonu ve methodolojiyi yansıtır. Şüphesiz ki bu kırılma ve toparlanma dönemleri yeni teorik ve pratik problemler ortaya çıktığında meydana gelir. Örnek verecek olursam, bugünlerde siyasal ekolojinin Marksist eleştirisiyle ve onun dinamik sermaye birikimi ve siyasal eylem üzerine yansımalarıyla ilgilenmekteyim.
2. Thatcherizm ve Kriz
Muhtemelen şunu dilegetirebiliriz ki, post-savaş dünyasında kapitalist sistemin, krizlere karşı geliştirdiği ekonomik-politik tepkisi, safkan neo-liberalizmin bir çeşit başlangıcı sayılabilecek Thatcherizm’in ve Reaganizm’in gelişimiydi. Temel sosyal güçlerin değişik ülkelerde fazlaca farklılıklar sergilediğini kabul edersek, neden muhafazakarlık bir ideoloji olarak genel bir payda halini
KÜRESELLEŞME, DEVLET, KRİZ VE GELECEK ÜZERİNE
79
alıyor – ya da sizce bu, neo-liberal eğilimin ayrılmaz bir parçası mıdır? Size göre (a) neo-liberal küreselleşme çağında devleti ve toplumu yeniden yapılandırmanın dinamikleri (b) ulus-devlet tabanlı kapalı ekonomili refah devletinden neoliberalizme geçişin sosyolojik işaretleri (c) kapitalizmin ve devletlerin bu geçiş esnasında karşılaştıkları problemler ve çatışmalar nelerdir? İlk olarak, Thatcherizm ve Reganizm’in, post-savaş kapitalizmin birçok krizinin sadece bir biçimine ilişkin tepkiyi ifade ettiğini ve bunların, Atlantik Fordizm’in devreleri ile tümleşik, önde gelen sosyal biçimler içerisinde genel bir paydaya sahip dahi olmadığını belirtmek isterim. Neoliberalizmin, 1980’lerin sonlarında hatta 1990’ların başında, dört çeşit neoliberalizmin tarihi rastlantısı sayesinde hegemonik olmaya başladığı görüldü: (1a)Eski Sovyet bloğundaki post-sosyalist devletlerde, devlet sosyalizminin sonucu olarak ortaya çıkan derin, ülke içi hoşnutsuzluklar ile birçok batılı kuruluşun desteği ile serbest ve açık pazarlara hızlıca bir geçişin bir sonucu olarak, bozuk neoliberal sistem değişimi; (2a)Britanya, ABD ve diğer İngilizce konuşan (Avustralya, Yeni Zellanda, Kanada) ülkelerde, ilkeleştirilmiş neoliberal rejim değişiklikleri; (3a)Temel savaş-sonrası düzeni sürdürmeye yönelik eğilimler ve bu düzenin yeni bir küreselleşme dalgasında post-Fordizme geçişte yüzyüze geldiği sınıf uzlaşması ile Kıta Avrupası ve İskandinavya’da görülen pragmatik neoliberal politika düzenlemeleri; (4a)Kısmen veya fazlaca bu suç durumuna iştirak etmiş veya tereddütlü ulusal hükümetlere, Latin Amerika, Doğu Asya ve Güney Afrika’nın bir kesiminde vuku bulan çeşitli ekonomik krizler neticesinde uluslararası ekonomi ve finans kuruluşları ile destek sağlamak yoluyla dayatılan neoliberal rejim değişiklikleri. Buna rağmen zaman geçtikçe daha da barizleştiği gibi: (1b)Post-Sovyet ülkelerde kararlı demokratik neoliberal rejimler üretmek fikri bozuk neoliberal sistem dönüşümleri ile çarpıcı bir şekilde başarısızlığa uğradı; bu durum komünist partilerin, ulusalcılığın yenilenmesiyle sonuçlandı ve devlet kontrolleri geri dönmüş oldu; (2b)Gerilemiş neoliberalizm kısa süre içerisinde çizgide durabilmek için yandaş ve destekçi mekanizmalara gerek duydu -- Clinton ve Blair gibi neoliberal projeyi devam ettiren, öte yandan da buna insancıl bir yüz kazandırmaya çalışan yandaş politikacılarla “Üçüncü Yol” biçimi olarak
80
YENİDEN DEVRİM / 8
görücüye çıkmış neoliberalizm; (3b)Pragmatik neoliberal politika düzenlemelerinden korporatizmin yeni formlarına ve komüniter girişimlerdeki gibi devlet müdahalesine eşit pragmatik dönüşler yapılabilirdi ve (4b)Dayatılan neoliberal rejim değişikliklerinin kaçınılmaz veya geri dönüşsüz olmadığının kanıtlanması ve endüstriyel sermayenin içinden gelişen bir dirençle karşılaşılması ile bazı devlet yüneticilerinin Sosyal Demokrat ve Hristiyan demokratik akımlara kapılması sonucu çeşitli popüler güçlerin neoliberal küreselleşme çarpışmasını sınırlandıracak ulusal ve bölgesel alternatif stratejiler arayışlarına gitmesi. İkinci olarak, bu cevabın ilk kısmından da anlayacağınız gibi, ben “muhafazakarlık”ı krizin birincil yanıtı olarak görmüyorum. Neo-liberalizmin diğer siyasi destekçileri de vardır, neoliberalizm her zaman muhafazakar ideoloji ile ilişkili değildir ve hatta “muhafazakarlık”, neoliberalizmden hoşlanmaz. Muhafazakarlığın belirgin, tarihsel bir tanımı yoktur - biçim ve içeriği farklı toplumsal formlarda olduğu gibi kapitalizmin farklı evrelerinde de değişiklik göstermiştir. Neo-liberalizm öncelikli olarak, piyasa ve devlet (ve daha esnek, girişimci, yaratıcı ve kendi sorumluluğu olan konular yaratma çabası) arasındaki ilişki ile ilgilenirken, neo-muhafazakarlık (neo-con) daha çok devlet ve sivil toplum arasındaki, değerlere dayanan belli bir sosyal düzen inşası ve otoriteye uyum arasındaki ilişki ile ilgilenir. Neo-liberalizmin ve neo-con’un uzlaşmasının zor olduğu aşikardır; çünkü neo-liberalizm, kar ve piyasa odaklı birikim mantığı için sosyal düzenin artan hakimiyetini içerir ve geleneksel kurumları, sosyal bağları hiçe sayarken, neo-con, sosyal düzen adına geleneksel kurumların ve sosyal bağların inşası arayışındadır. Belli bir noktaya kadar bu imkansızdır ki bu noktadan sonra, sivil toplumunkinden çok devlet erkine başvuran otoritaryan bir devletçilik ve/veya sınıf ilişkilerini dikey kesen ve dikkatleri neo-liberalizmin yıkıcı ekonomik ve toplumsal sonuçlarından uzaklaştıran ayrımlar ekseninde toplum desteği oluşturma arayışındaki otoritaryan bir popülizm eğilimlerinin arttığını görürüz. Üçüncü olarak, neo-liberal küreselleşmenin hakimiyeti altında Fordizm’den post-Fordizm’e geçiş sürecindeki devletin, yeniden yapılanma dinamiklerini gözönünde bulundurursak, neo-liberalizmin tek bir formunun olmadığını ve bu yüzden de devletin yeniden yapılanmasında belli bir örneğin olmadığı savımı, en başta yinelemeliyim. Bunun birçok boyutu vardır. Bu yüzden, ekonomi politikalarında, sosyal politikalarda, politik
KÜRESELLEŞME, DEVLET, KRİZ VE GELECEK ÜZERİNE
81
karar mekanizması ve uygulama mekanizmasının öncül formlarında ve hükümet politika koordinasyonunun formlarında yeniden yapılanmayı görebiliriz. Bu değişimlerin doğası ve yönelimi; önceki devlet yapılarını ve iktidar değişimlerini ve güçler arasındaki yeni dengeyi, mantıksal, ulusal ve uluslararası boyutta yansıtır. Yine de, neredeyse gelişmiş bütün kapitalist ekonomilerdeki kilit özellik, devletin örgütlenme ölçeğinin genel görecelileştirilmesidir. Savaş sonrası yükseliş yılları; ulusal çıkarlar ve nüfus adına ulusal ekonomiyi yönlendiren bölgesel ulus devletlerin üstünlüğü tarafından tanımlanmıştır. Bu, çeşitlenen dünya kapitalizminin farklı kısımlarında, değişik formlar aldı: Atlantik Fordizm’inin özündeki Keynesçi refah-ulus devletleri, Doğu Asya’daki ihracat odaklı ekonomilerdeki (Listçi) ulus devletleri, Latin Amerika’daki ithalat odaklı ekonomilerdeki Prebistçi populist ulus devletleri ve Hindistan kıta-altı devletleri vb. Bu ulus devletin altın çağının ardından, geçmiş dönüşümlerin iki kilit özelliği olarak, eski ve yeni devlet kapasitelerinin aşağılara, yukarılara ve kenarlara transferi bağlamında devletin de-nasyonalizasyonu ve devlet iktidarının piyasalara, kamu-özel işbirliklerine veya sosyal bilgi ağlarına aktarılması bağlamında politikaların hareketlendirilmesi olmuştur. Bazı zamanlarda belirttiğim gibi, üçüncü özellik de, dünya piyasasının ve yükselen ‘’küresel toplumun’’ bütünsel yönetimindeki uluslararası rejimlerin artan önemidir. Fakat bu trendler, eski rejim trendlerinin korunmasındansa bu trendlerin değişmesi yönünde tepki gösteren karşı trendlerle ilişki içindedir. Bu trendler, ulus çapındaki farklılıkları tam olarak kabul etmekle beraber, ölçekler-arası telaffuzda ulus devletler için artan önemde bir görev üstlenmektedir, örneğin; ulusal çıkar çerçevesinde devlet iktidarının transferini ayarlama arayışında; yönetimlerden yönetim-ötesine (meta-governance) ve hükümetlerden yönetişime geçişte; hükümetlerin öz-örgütlenmeyi organize etme girişimleri ve hükümetlerin ve devletlerin ulusal çıkar çerçevesinde uluslararası rejim formlarını şekillendirmede artan çabalarında ve/ veya kendi ulusal ekonomilerine dayalı sermaye çıkarları ve uluslararası rejim ve protokollerini sonuna dek uygulamalarında. Dördüncü olarak, şu vurgulanmalıdır: Neredeyse bütün devletler resmi olarak özerk ve eşit olsalar bile (Birleşmiş Milletler’e üyelikleri ile belirlenen) “bazı ülkeler, diğerlerinden daha eşitler (küçük Tuvalu ve süper güç olan ABD karşılaştırılınca bu anlaşılıyor). Bazı devletler, bölgesel ya da küresel bağlamda ekonomik ve siyasi yeniden yapılanma konusunda aktif eylemci ve etkileyici olacak kadar güçlüler, diğerleri ise öncelikli olarak karar alıcı
82
YENİDEN DEVRİM / 8
olmaktan çok alınan kararları uygulayıcı konumdalar. Bu yüzden, güçlü ve zayıf devletler ve küreselleşmenin etkisine işaret eden farklı devlet stratejilerinin farkına varmak önemlidir. Bu bağlamda, küreselleşme (ya da daha iyisi, dünya piyasa entegrasyonu) genel anlamda Devlet’e baskı uygulamaz; fakat özel olarak, belli bazı kapasite ve sorumlulukları olan devlet ya da siyasi rejim formlarına baskı uygular. Böylece, değişik entegrasyon formları, oldukça farklı yollarla, değişik devlet formlarını etkiler. Ek olarak, dünya piyasası ayrıca sermaye ve emek üzerinde küresel rekabeti genişleterek, derinleştirerek ve yoğunlaştırarak baskı uyguluyor. Beşinci olarak, hiçbir birikim rejimi, düzenleme biçimi veya devlet projesi sermaye ilişkisinin çelişkilerini ortadan kaldıramaz. En iyi sonuç olarak, istikrar alanları içinde farklı momentlerin görece önceliğini dönüştürebilirler ve bu çelişkilerin başka yerlerde (sadece ulus ötesi değil, belli bir ulus formasyonu içinde de) ve/veya gelecekteki ağır sonuçlarını ortaya kaldırmaya çalışırlar. Bu yüzden, kapitalist çelişkilerin uyumlu ve müreffeh hale getirilmiş göründüğü görece istikrar alanlarının temeli olarak ortaya çıkan zamansal-mekansal sabitlerin ve ‘çelişkilerin olgunlaşmamış uyumunun (Ernst Bloch’a atfen)’ ortadan kaldırıldığı görece istikrarın olmadığı alanlara bakmanın önemini vurguluyorum. Bu anlamda, görece müreffeh sürekli ‘dışarda’ kurulanla alakalıdır. Dahası, görece istikrar dönemleri ve alanları var olabildiğinde, sermaye birikiminin çelişkileri olgunlaşmaya devam eder ve bu alanların ve dönemlerin durumunu bozacak sürpriz oluşumlar ortaya çıkarabilir. Bu durum, yükselen krizlerin doğasını tanımlamada bir dizi mücadeleyi, krizin yapısal nedenlerini ve/veya istikrarsızlığın ve krizin sorumlularını tanımlamak; önceki yapısal istikrar dönemini ve uzlaşı dengesini kurmak ve/veya krizleri sosyal ilişkileri yeniden düzenlemek için kullanarak birikim stratejilerini yenilemek, düzenleme biçimini yeniden tasarlamak ya da yeni devlet projeleri ve hegemonik vizyonlar için yeni yollar aranmasını beraberinde getirir. Altıncı olarak, bu durumu Atlantik Fordizmi üzerinden gösterebilmem için erken bir analizi özetlemem için izin verin. Fordist genişleme, ücretleri bir üretim maliyeti olarak görmek yerine iç talebin kaynağı olarak gördü ve para yönetimini de devletlerde bağımsız bir döviz olarak görmekten çok ulusal para olarak gördü. Yine de, Fordist ekonomilerin giderek uluslararasılaşması, ücretlerin uluslararası rekabetin gerektirdiği şekilde bir üretim maliyeti olarak tanımlanmasına yol açtı ve bu da kredilerin ve paranın devletsizleşme sürecinin artan ağırlığı nedeniyle devletlerin mali
KÜRESELLEŞME, DEVLET, KRİZ VE GELECEK ÜZERİNE
83
politika yoluyla ekonomilerini yönetebilmelerini zorlaştırdı. Bu durumda, ücret maliyetlerinin ve sosyal harcamaların (sosyal ücretler) kısılması yoluyla refah devletinin doğasında bir değişime ile para ve mali politikalarıyla talep yaratan tam istihdam politikalarını güvenli hale getirme amacından, kur politikaları ve istihdam edilebilecek kadar kişinin istihdam edildiği politikalarla belirlenen uluslararası rekabete doğru bir değişime yol açtı.
3. Küreselleşmenin Karmaşıklığı
Çalışmalarınızda, küreselleşmenin basit, doğrusal olmayan, aşağıdan yukarı ya da yukardan aşağıya değil de, karmaşık ve düğümlü nedensel bir hiyerarşi olduğunu gösteriyorsunuz. Küreselleşme toplumsal ilişkilere nasıl yayılıyor? Sermaye birikiminin iktisat ötesi boyutları olduğunu düşündüğümüzde, iktisat ötesi alanın neoliberalizm tarafından ortadan kaldırıldığını ve bütün toplumsal alanların metalaştırılma sürecinin genişlemesiyle, ‘toplumun her alanını kapsayan bir piyasa ekonomisi’ yaratıldığını düşünüyor musunuz? Otoriteye ve yapısı bozulmuş sosyal güvenlik sistemine (bir sadaka toplumu yaratılması noktasında) sorgulanmadan yapılan bu itaati bu genişlemenin bir göstergesi olarak görüyor musunuz? Toplumların kapitalizme bu denli teslimiyetinin altında yatan güdü nedir? Öncelikle, söylediğiniz gibi küreselleşmeyi çok fazla karmaşık olarak görüyorum. Küreselleşme çok merkezli, çok ölçekli, çok mekanlı, çok aktörlü, çok formlu ve çok nedenli. Eğer küreselleşme, firmalar, hükümetler, üniversiteler ve diğer aktörlerin eylemlerinin küreselleşmenin kaçınılmazlığını ve ona adapte edilen özel eylem serisinin (neoliberal) reddedilmesinin imkânsızlığını vurgulamalarının mazereti olmayacaksa, biz küreselleşmenin kesişen süreçlerin, eylemlerin ve olayların bir şartı olduğunu ve bu çok fazla karmaşık nedensel olaylar dizisine çeşitli amaçlarla çeşitli yollardan müdahale etmenin mümkün olduğunu vurgulamak zorundayız. Dahası, bir bakış açısı tarafından küreselleşme olarak tanımlanan bu süreç, diğerleri tarafından bölgeselleşme, yerelleşme, Avrupalılaşma, sınırlararası işbirliği ve başka şeyler olarak tanımlanabiliyor. Kısacası, toplumsal ilişkilere yayılan küreselleşmenin kendisi değil, sadece küreselleşme diye bir süreç olduğuna, bunun hepimizin hayatlarını etkilediği ve bu sürecin sadece kabul edilebileceğine ve bu sürece karşı çıkmanın, süreci başka yöne çevirmenin ve direnmenin mümkün olmadığına dair bir inançtır. Küreselleşmeyi değiştirmeye çalışan hareketler bu anlamda bir yanıtken,
84
YENİDEN DEVRİM / 8
milliyetçiliğin yükselişi de başka bir yanıttır. İkinci olarak, tarih boyunca klasik siyasal iktisatçılar ve klasik sosyologlar, piyasa güçlerinin diğer tamamlayıcısı ekonomi ötesi ilişkilere, kişisel etkilemelere ve yatkınlıklara bağımlı ve eklemlenmek zorunda olduklarını iddia ettiler. Farklı birikim rejimleri, farklı düzeleme rejimleri ve geniş toplumsal ilişkilerle bağlıdırlar. Geri dönüş sürecinde neoliberalizm, gayriiktisadi mekanizmalara ve önceki birikim rejimini ve düzenleme biçimini devam ettiren yatkınlıklara saldırdı ya da en azından bunların altını oymaya çalıştı. Ancak bu süreç, neoliberalizmin yeni kurumsal destekler ve yeni disiplin tekniklerinin kurulduğu değişim süreciyle devam etti. Bunlar, kendi-leri tam anlamıyla neoliberal ya da destekleyici ve bu durumu anlayan mekanizmalar olmasa da, neoliberalizmin toplumsal ilişkilerdeki yıkıcılığını sağaltan mekanizmalardır. Kaçınılmaz olarak, metalaşmanın önünde toplumsal ve yapısal sınırlamalar vardır ve sürdürülebilir, kanlı neoliberal piyasa toplumu hiçbir yerde var olamaz. Bununla birlikte, neoliberalizmin seviyeleri vardır ve bu seviye ne kadar artarsa, değişik formlardaki piyasa hataları daha mümkün hale gelir. Yukarda bahsettiğim gibi, yeni otoriter rejimleri, neoliberalizmin tamamlayıcısı olarak (serbest piyasa artı güçlü devlet formülü); refah devletlerinin erimesini de kayıtdışı istihdamı sağlayan bir olgu olarak görüyorum. Üçüncü olarak, neoliberalizmin ardındaki güdüleri düşündüğümüzde, bu güdülerde en az neoliberalizm kadar karmaşık. Her birinin farklı güdülere ve çıkarlara dayandığı dört tip neoliberalizm tanımlıyorum. Neoliberal rejim değişimlerinin ardındaki temel çıkar finansal sermayeye, uluslararası ihracata dayalı ya da ithal ikameci sanayilere dayanıyor. Her şeyin ötesinde, neoliberalizm kullanım değerinin yerine değişim değerini koyuyor: ücretler talep kaynağı olarak görülmekten çok, bir üretim maliyeti olarak; işçiler özel yetenek ve kabiliyetlerin sahibi olarak değil, kendi iradeleriyle değiştirilebilecek üretim aracı olarak, sermaye belli bir zamanda ve yerde değeri belirlenecek varlık stoku olmaktan çok, yatırım için kullanılacak para olarak, bilgi entelektüel ortak mal olmaktan çok entelektüel mülk olarak kabul ediliyor. Ayrıca, Thatcherism, Reaganism ve Üçüncü Yol’da da gördüğümüz gibi, neoliberalizm kazananlar safında örgütlenmeyi ve desteği sağladığı kadar kaybedenlerden de destek alıyor - özel sektördeki vasıflı işçiler, ev sahipleri ve popüler kapitalizmin hisse sahipleri, refah devletinin kolektif tüketimine katılmamayı tercih edenler. Amerika’daki Evangelistler arasında ya da teröre karşı savaş ve ulusal güvenlik niyazındaki gibi otoriter ve muhafazakar öğeler de son derece
KÜRESELLEŞME, DEVLET, KRİZ VE GELECEK ÜZERİNE
85
önemli olabilir.
4. İktisadi ve Gayri-iktisadi
Sizin düzenleme okulu eksenli görüşünüz şu: iktisadi süreçler topluma eklemlidir ve toplumca düzenlenir ve istikrarlı bir ekonomik kalkınma için piyasa güçleri iktisadi politikaları destekleyen toplumsal formlar kurmak zorundadır. Sizce Türkiye’nin içinde bulunduğu durum kapitalist genişleme ve kalkınma için benzer bir deneyim olarak okunabilir mi yoksa bu kendiliğinden gelişen ve kendini yaratan (autopoietic) bir süreç mi? İktisadi ve gayri-iktisadi olana yaklaşımımı daha önce yukarda anlattım. Türkiye’yi, radikal neoliberal rejim değişikliğini ve uluslararası finansal kuruluşlar ile Avrupa Birliği adaylık sürecine bağlı olarak neoliberal yapısal uyum düzenlemelerini birleştiren bir ülke olarak görüyorum. Ancak, Türkiye’nin dönüşümünde AKP’nin rolüne ve onun Kemalizmin laik ve kalkınmacı devlet anlayışla mücadelesine dayanan başka bir boyut da var.
5. Neo-Liberalizm ve İslam
Ulus devletler içinde en karlı sermaye birikimini sağlayarak gayri-iktisadi etkenleri güvenceye alan bir mekanizma olan neoliberalizm ile siyasal islam arasındaki ittifakla sermaye ve devlet arasındaki iliskiyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye’nin Keynesçi Ulusal Refaha (KUR) ulaştığını zannetmiyorum. Eğer KUR yolunda çalışmalar varsa, o zaman bu, Avrupa ekonomik alanına girmiş bulunan ve küreselleşme sonucu bozulan esnek ekonomiyi sağlamlaştıracak olan sınırlar ve destek mekanizmaları gereksinimleriyle bağdaşıyor. AKP, adalet ve gelişme ideolojisinin yanısıra refah haline geçme çalışmaları yapıyor.
6. Mekansal zamansallıklar (spatio-temporalities)
Ekonomik sistemdeki değişim hem gayri-iktisadi alanın sermayenin tahakkümüne girmesini hem de sizin deyiminizle “belli bazı devlet kapasiteleri ve mesuliyetlerinin bazı devlet ve siyasi rejim biçimlerindeki” değişimleri beraberinde getiriyor. Türkiye’de AKP, Kemalizm’in (ki Kemalizm, orta sınıf güdümlü iktisadi ve kültürel gelişim, sıkı devletçi ekonomi, silahlı kuvvetlerin istikrarı sağlamak için bir tampon görevi görmesi gibi klasik olgularla bağlantılıdır) mirasıyla çatıştığından – sizin de daha önceden sözünü ettiğiniz gibi, bu olguya karşı milliyetçilik temelinde tepki artmıştır. Sosyal
86
YENİDEN DEVRİM / 8
gruplar/topluluklar için “yapısal olarak kayıtlı kodlar”a gelince bu durum biraz kafa karıştırıcı oluyor: gelişmeciliği (Kemalistleri) destekleyen gruplar, şimdi sizin deyiminizle “adalet ve ilerleme yönelimine” direnç gösteriyorlar. Aynı zamanda, hükümetlerin kendi kendilerini örgütleme çalışmalarını yönetimden yönetime bir geçiş olarak nitelendiriyorsunuz. Türkiye’de Kemalistler, (Kemalist ideolojinin ışığında) toplumsal yeniden yapılanmanın tek gücü olarak devlet erkini korumaya çalışıyorlar; diğer taraftaysa, AKP, elinden geldiği kadarıyla devlet erkini yine toplumsal değişimi itelemek icin kullanma adına muhafaza ederken, bir yandan da devleti neoliberal reformlarla yeniden biçimlendirirken, kamusal alanı ve bürokrasiyi de kendi çıkarları doğrultusunda değiştiriyor. Burada sizin de sözünü ettiğiniz ikilem ortaya çıkıyor: neo-muhafazakarlık ve neoliberalizmin asla birarada bulunamaması – merkezi yönetime karşı merkezsizleştirme vs.. Gelişmeci Kemalistlerin muhafazakar olmaya başlanması ve muhafazakar AKP´nin de korurlar diye bakılan şeylerde giderek daha fazla değişiklik yaptığından ilerici olarak addedilmeye baslanmasi hesaba katıldığında, bana öyle geliyor ki tarihi “bloklar” çıkarlari açısından değişime uğruyorlar. Lütfen bunu, denetim/yarı denetim ve “yapısal olarak yazılı kodlar” a göre yorumlar mısınız? Bu, “devletin denasyonalizasyonu ve eski devlet rejiminin imkanlarının transferi”ne karşı bir direnç olarak algılanabilir mi? Bunun gibi başka örnekler var mı? Bu bağlamda Sol ve Sağı nasıl tamamlayabiliriz? Birincisi, ben bir uzman değilim, hatta uzman olmak bir yana, Türkiye’deki bütün gelişmelerden bile anında haberdar olamıyorum. Sizin bahsettiğiniz şeyin Türkiye’de gerçekten de yaşanmakta olduğunun farkındayım; ancak bana kalırsa bu olaylara benim alanlitik jargonuma göre doğru çerçevelediğinizden emin değilim. Benim asıl endişem, muhafazakâra karşı kalkınma veya yeni muhafazakârlığa karşı neoliberalizm gibi yaydığınız terimlerin diyalektik dışı yoludur. Bir partinin kendini adalete ve gelişmeciliğe bağlı olarak tanıtması, onun gerçekten de bağlı olduğunu göstermez – Bu, onun asıl ilkelerini yansıtmaktan çok; bir şaşırtma ya da seçimle ilgili bir güzel görünme çabası olabilir. Şu durumda, geçmişteki başarılarını korumaya çalışan bir parti teknik olarak muhafazakar sayılabilir – başarıları tersine çevirmeye çalışan bir gericiliğin aksine o başarıları korumaya çalışır. Buna göre; neoliberalizm gerici yönde bir devrimdir özellikle, dünyanın başka bir yerindeki neoliberal rejimleri takip ederken
KÜRESELLEŞME, DEVLET, KRİZ VE GELECEK ÜZERİNE
87
gördüğümüz neoliberalizmin sonuçlarına bakarsak. Uzun lafın kısası, sorunuza tatmin edici cevabı vermeden önce, çok daha fazla konjonktür analizine ihtiyacımız var. Yönetişim-ötesine (meta-governance) gelince, anayasal yenilenme bir yönetişim-ötesi olarak görülebilir; özellikle ekonomik yapıyı yeniden oluşturma ve ezilmiş sınıflar ve kuvvetler ile sosyal bir bağ kurma çabalarıyla doğrudan bağlantılıysa. Ayrıca olaya Kemalizmin bakış açısıyla yaklaşırsak, AKP’ye verdikleri cevabı “devletin denasyonalizasyonu ve imkanlarinin yok edilmesi”ne karşı bir direniş olarak görebiliriz. Kemalistlerin, Kemalizm ruhu içinde (AB’ye katılım ihtimalini ve bölgedeki jeopolitik güçlerin değişim dengelerini içeren) şartların değişimine adapte olmaya karşı olarak; ulusal birleşmenin, ekonomik gelişmenin ve ulus inşasının ilk planından daha ziyade, önceki duruma gerçekten dönmek isteyeceklerini pek sanmıyorum.
7. Sivil Toplum
Kapital mantığının “ sivil toplum ve diğer kurumsal düzenlerin mantığını etkileyecegini” belirtiyorsunuz. Sivil toplumu nasıl tanımlıyorsunuz ve neoliberal kürselleşme sürecinde devletin dönüşümünde sizce nasıl bir rolü var? Sizce bu “burjuvazinin ideolojik oluşumu” mu ve tahakküm için gayri-iktisadi kontrol alanları mı kuruyor, yoksa neoliberalizme karşı bir başkaldırı alanı olarak algılanabilir mi? Ek olarak, makalelerinizden birisinde küreselleşmenin bazı görüşlerinin devlet kapasitelerini azaltmak yerine fiilen arttırabildiğini belirtiyorsunuz. Bu kapasiteler nelerdir? Sivil toplum konsepti benim için zor bir kavramdır çünkü teorik olarak birkaç anlamı olduğu gibi politik olarak da benim kendi politik değerlerime ve görüşlerimle hiç bağdaşmayan çok geniş imaları olan bir olgudur. Bunlardan ikincisiyle alakalı olarak, devletin istikrarını bozma yolunda sivil toplum, harekete geçirici olabilir ve (Orta ve Doğu Avrupadaki batı emperyalist müdahalelerde görüldüğü gibi) ABD, NATO ve Neoliberalizmin çıkarlarıyla bağlantılı rejimler oluşturmak için demokratik hareketleri destekleyebilir. Fakat bu, sivil toplumu yaymak ve pekiştirmek amaçlı yapılan hareketlerin doğuştan neo- ya da post-sömürgeci olduğunu göstermez, hatta bazen, çok pozitif ve gelişimsel değerleri vardır. Kendi teorik araştırmamda, kendi stratejik-ilişkisel yaklaşımımla uyumlu olan, ‘sivil toplum’un en temel kavramını baz alıyorum. Daha da açmak gerekirse sivil toplum; kurumsal düzenin mantığında saplanıp
88
YENİDEN DEVRİM / 8
kalmamış, onu delip geçmiş heterojen bir sosyal ilişkiler, kişilikler, ilgiler ve değerler kümesidir. Bu yüzden sivil toplum kavramı, cinsiyete bağlı kişilik, cinsel yönelim, ulusal kimlik, etnik kimlik, medeni hal, ebeveyn durumu, nesil (demografik, politik vs.), o ulusa ait topraklardaki coğrafi konum gibi aslında belli kurumsal düzenler içinde yer almayan; ama onlara dikey yapılanmalar şeklindeki olguları da içine alır. Bu kavramlarda görüldüğü üzere, sivil toplumun heterojenliği birkaç açıdan önem taşır: ilk olarak; bireylerin, ailelerin, grupların ve sosyal organizasyonların günlük yaşamı tecrübe ederek, kurumsal düzen mantığından ayrı olan yaşam formlarıyla beraber yaşadığı bir alan oluşturur. Sosyal deneyim ve sosyal yenilik için (her zaman iyiye değil; ancak diğerlerine nazaran yine de kontrolsüz) bir alandır; ikinci olarak belirli kurumsal emirlerin mantığıyla mesela; metalaştırma, askerileştirme, hukuksal sınırlarda normatifleştirme (juridification), tıbbileştirme, siyasallaştırma gibi günlük yaşamın sömürgeleştirmesine karşı direnmek için kimlik tabanlı kaynaklar deposudur ve üçüncü olarak, siyasi güclerin, belirli iktisadi stratejileri, devlet projelerini ya da sermaye, değer ve benzeri kimliklerin hegemonik vizyonlarını ilişkilendirerek hegemonyayı kazanabileceği bir mücadeleler alanıdır. Türkiye ya da ABD´deki dinin rolü, örneğin, ortaya çıkan sosyal tabanın o anki iktisadi çıkarlarıyla bile doğrudan çelişebilecek olan sınıfdışı çıkarlar temelinde bir toplumsal desteği harekete geçirecek siyasi partilerin imkanlarına sıkıca bağlıdır. Aynı zamanda, sivil toplumdaki özerklik savunması da ilerici hareketler için önemli bir taban oluşturuyor, özellikle demokratik sosyalizme geçişin kısa vadede faturasının ekonomide bir açıklık yaratması kaçınılmazdır ki bu açıklık, hem şimdi hem de gelecekteki demokratik sosyalizmin daha geniş bir sosyal gelişimsel potansiyeli ile kapanabilir.
8. Neo-Liberalizmin Çatışmaları
Sosyalistler hep, sömürülen sınıfın sosyalizmin ideallerini benimsemesi gerektiğini düşünmüştür; çünkü asıl hedef onlardır ve bu ekonomik sisteme karşı koyanlar onlar olmalıdır. Ancak muhafazakar/gizemli/dinî “numaralarla”, her zaman olmasa da çoğu zaman, bu sınıflar kandırılarak, gelişimsel potansiyelleri yok edilir. Sosyalist ideallerin geleceği ve şimdi neo-liberalizmin; yalnızlık, bencillik ve düşük yoğunluklu bir demokrasi havası yarattığı bu günlük yaşam içerisindeki varlığı hakkında ne düşünüyorsunuz? Türkiye özelinde, biraz pre-liberal devlet dinamiğini destekle-
KÜRESELLEŞME, DEVLET, KRİZ VE GELECEK ÜZERİNE
89
mesi, aynı zamanda, biraz daha “demokratik” olan tutumundan dolayı neoliberallere destek vermesiyle birlikte Solun belirsiz fikirleri insanı sonuçsuz (yoksa hayal kırıklığına uğramış?) bırakıyor. Ve anlaşıldığı kadarıyla mücadele, ekonomik seçkinleriyle politik İslam ve orta sınıfın bürokratik elitleri arasında sürüyor. Ayrıca, liberalizm yanlıları yaygın olarak sosyal devlet modernizminin sınırınin aşıldığını ve bizim artık post-modern çağda yaşadığımızı vurguluyorlar. Bu konuya nasıl bir yorum getiriyorsunuz? Postmodernizm ileri doğru mu yoksa geriye doğru mu bir adım? İki seçeneği olan bu testte, üçüncü bir şık yaratılabilir mi? Birkaç sebepten ötürü, sömürülen sınıfın sosyalizmin ideallerini benimsemesi gerektiğini kabul etmiyorum. Birincisi, bu fikrin, kaderi önceden çizilmiş bir sınıf bilinci üzerine oturtulmuş olması. Bu, ufak burjuvazi ve orta sınıflar bir yana, burjuvazi ve çalışan sınıf ile örtüşmez; işte bu yüzden, bazı dönemlerde ve krizlerde politik adım atabilecek bir sınıf yaratabilmek için; ekonomik ve siyasi organizasyon ile birlikte siyasî, entelektüel, ve ahlak öncülüğü gerekir. İkinci olarak, sosyalizmin ilk belirtilerinden bu yana, başka birçok çeşit sosyalizm ortaya çıkmıştır, (bkz. Örneğin Marx ve Engels’in değişik formlardaki sosyalizmler üzerine yorumları The Manifesto of the Communist Party) bunlardan bazıları ütopik, bazıları direkt bilimseldi ve hatta bu bilimsel olanların arasında, sosyalizmin amaçları ve uygulanması tüm dünyada, daha önceki sosyalist tecrübelerden alınan dersler ışığında kapitalist gelişimin çeşitli dönemlerinde değişikliğe uğrayanlar olmuştur. Başka türlü düşünmek ekonomizmin kabul edilemez biçimlerine dönmek olur. Liberalizm ve neoliberalizmin sınırlılıkları konusunda Polanyi ve de Marks’ın fikirlerini takip eden biri olarak, er ya da geç, neoliberal sermaye birikiminin çelişkilerinin neoliberalizmin bir krizine yol açacağından hiç bir zaman şüphe duymadım. Şimdi bu dünya ölçeğinde daha açık görülüyor, neoliberal merkezlerde ortaya çıkan kriz yoğunlaşıp hızını artırırken dünya pazarlarına da yansıyor. Bu neoliberalizm konusunda artan bir hayal kırıklığına yol açacak; ancak yalnızca otoriter devletçilik, popülizm ve düşük yoğunluklu demokrasi eğilimlerini mi güçlendirecek yoksa terörizm, güvenlik ve benzeri konulara daha çok vurgu yapılmasına mı yol açacağı henüz belli değil. Bizim söyleyebileceğimiz, bunun kapitalizmin kar odaklı, pazar merkezli mantığının meşruluğunu zayıflatmak ve demokratik sosyalizme demokratik bir geçişin ciddi bir alternatifini sunmak için önemli bir fırsattır. Ancak bu bir gecede sihirle olmaz; bunun için yararlarını gös-
90
YENİDEN DEVRİM / 8
termek için de kullanılabilen kullanışlı modellerle birleştirilmiş bir savaş duruşu gerekir.
9. Sosyalist Projeler
Ek olarak, cevaplarınızın birisinde ‘Dahası, göreceli istikrarlı bölge ve dönemler var olabilirken, sermaye birikiminin çelişkileri olgunlaşmaya devam eder ve bu bölge ve dönemlerin er geç istikrarını bozan şaşırtıcı biçimler alabilir. Bu, ortaya çıkan krizin doğasının açıklanması, istikrarsızlık ve krizinden sorumlu yapısal sebeplerin ve/veya öznelerinin tespit edilmesi, önceki yapısal istikrarın ve dengenin yeniden sağlanması için yollar araştırılması ve/veya sosyal ilişkilerin tekrar kurulması, birikim stratejilerinin yön değiştirmesi, yasa biçimlerinin yeniden tasarımı, yeni devlet projelerinin ve hegomonik görüşlerin aranması gibi bir takım çabaları başlatır’. Bu bağlamda, alternatif bir sosyalist projenin şansını nasıl görüyorsunuz? Popülist/milliyetçi muhafazakar devlet teorisine karşı neoliberal küreselleşmenin yıkıcı etkileriyle başa çıkabilmek için hangi argümanlar kullanılmalı? Bizler bunun henüz tarihin sonu olmadığını biliyoruz; ancak yeni bir tarihi nasıl yazabileceğimizi bilmiyoruz. Neoliberalizm, valorizasyon ve diğer ekonomik eğilimlerde ulus-devlet müdahalesini zayıflatıyor. Sonunda, kamu ve ekonomik alanda olup bitene devlet müdahale edemeyecek hale gelince, bir otorite krizinin ortaya çıkacağını düşünüyor musunuz? Ve bu gibi durumlarda, tarih bize aşırı milliyetçi hareketlerin yükseldiğini ve önemli ölçüde büyüdüğünü gösteriyor. Bu şartlarda olası bir sol müdahalenin ortaya çıkmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Günümüz dünyasında devlete karşı ücretli emek veya oligarşiye karşı proletarya mücadelelerinin önemi nedir? Bunlar hala Marksist mücadelenin öncelikli alanlarını oluşturmakta mıdırlar? (Siz bu noktaya bazı cevaplarınızda ücretli emeğin doğasındaki değişim, iç talepten üretim maliyetine geçiş ve bunun gibi diğer hususları belirtirken temas ettiniz. İdeolojik yenilenme ve beyin fırtınası ile biraz bağlantılı olarak bunun ayrıntısına girebilir miyiz?) Şu anda, Marks’ın deyimiyle, toplumların ‘devrimci öznesi’ nedir? Bu soruyu önceki bir dizi alt soruyu cevaplarken kısmen cevaplamıştım (soruların hiç basit değil her zaman karmaşık, farklı alanlara değinen soruların yorumlanmasına yönelik çok parçalı davetiyeler!). Biz tam da
KÜRESELLEŞME, DEVLET,KRİZ VE GELECEK ÜZERİNE
91
neoliberalizmin en önemli merkezlerine yayılan devasa krizin doğasını açıklama, bunun sebebini ve sorumlu öznelerini tespit etme, neoliberalizmi takviye etmek için devlet müdahalesin en radikal biçimleri olarak beş yıl önce terkedilmiş ama gittikçe çaresiz bir hal alan ek ve destekleyici önlemler arama aşamasındayız. Bunu son olarak, ABD’de Freddie Mac ve Fannie Mae’nin kurtarılması için 100 milyar dolarlık ilave müdahalede açıkça gördük (bu röportaj yapıldıktan sonra devlet müdahaleleriyle dünya çapinda birçok mevduat ve kredi bankası kurtarıldı – ç.n.). Bu bağlamda, valorizasyon için şartların sağlamlaştırılmasında ulus devletin katılımının sürekli zayıflatılmasından öte, neoliberalizmin ortaya çıkardığı beklenen sorunları görüyoruz. Poulantzas’ın dediği gibi kapitalizmin çelişki ve çatışmaları bastırılamaz, örneğin belli bir yerde ve zamanda çözülmüş olsa, başka yerde başka bir zamanda ortaya çıkarlar. Başlangıçta ABD sermayesi ve onun hegomonik/baskın devleti çelişkileri kendi toprağından göndermeyi başarmıştı (ABD içinde çalışanlar ve artan bir şekilde küçük burjuvalar ya da özellikle istikrarsız bölgelerdeki ekonomik alanlar ve insanlar pahasına); şimdi onlar Amerikan kapitalizminin kendisinin istikrara kavuşturulması için umutsuz ve çelişkili ölçütlere yol açarak geri geliyorlar. Bunun ABD’de sol ve sağ için milliyetçi, korumacı bir uyanış tehdidi olduğu kesinlikle doğru (Amerikan emekçi hareketindeki neo-merkantilist eğilimlere bakın); ama George W. Bush ve John Mc Cain’le ilişkilendirilen güvenlik söylemi de gözden düştü. Bu sol, devrimci bir çözümü gerçekleştirmeye çalışmak için bir fırsat daha. Böyle bir durumda, devletin (özellikle ulusal ölçekte) sermaye ilişkisini istikrara kavuşturmak için (örgütsüz ya da örgütlü çalışanlar pahasına) müdahalelerde bulunması doğal; ancak bunun her zaman politik bir yanı vardır ve devletle uzaktan mücadeleye, devlet içindeki güçler dengesinin de değiştirilmesi için bir olanak sağlar. İşte burası, ücret konusunun (sürdürülebilir) bir talep kaynağı olarak yeniden canlandırılması; sermayenin, en genel tanımı olan serbest ve suni olarak değerlendirilen para akışının yerine mal varlığı olarak tanımlanması; iş gücünün başkaları arasında başkaları tarafından yerine koyulabilen sadece bir üretim öğesinden el emeğine veya temel mülkiyet haklarının kolektif kaynağa dönüştürülmesi için önemli bir hareket noktasıdır. Bütün bu mücadeleler (kolektif tüketimin öneminin tanınmasının güvenceye alınması mücadelesi de dahil olmak üzere) herhangi bir demokratik sosyalist eylem programının önemli unsurları olabilirler.
92
YENİDEN DEVRİM / 8
10. Avrupa Birliği
İkinci soruya yanıtınızda (Thatcherism ve kriz) dört tür neoliberalizm tanımladınız. Bu tanımlamaların ışığında Avrupa Birliğini ve sosyal yönlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Avrupa Birliği konusunda ne düşünüyorsunuz? Bu sosyal bir proje midir ya da olabilir mi? Aşağıdan yukarı bir hareket için ortak bir zemin sunabilir mi? Sosyal uyum problemleriyle başa çıkma, yapısal rekabet gücü, yönetim, anayasa, ulusal güvenlik, muhafazakârlık, Avrupa çapında bir uyum hevesinin tekrar daha cok ulus-devlet bazında bir sisteme dönüşmesi konularını düşündüğünüzde Avrupa Birliğinin geleceği hakkinda nasıl bir yorum yaparsınız? Avrupa Birliği neoliberalizmin bir türünün basit bir ifadesi ya da sadece bir alternatifi değil, neoliberalizme (ve onun alternatiflerine) karşı bir mücadele alanıdır. Avrupa Ekonomik Topluluğu ilk olarak özellikle şirketçi ve devletçi ekonomilerin daha bir pazar-dostu ekonomik anayasa çerçevesinde işbirliğine dayanıyordu. Sonraki gelişmeler, özellikle daha fazla ulus devletin birliğe girmesi ve hepsinden önemlisi ekonomik ve politik olarak ABD ile yakınlaşmış olan post-sosyalist devletlerin katılımı, liberalizmi büyük oranda ekonomik anayasanın merkezine yerleştirdi. Avrupa Birliğinin 2010 yılına kadar dünyanın en rekabetçi ve dinamik bilgiye dayalı ekonomisi olma, Avrupa sosyal modelinin güçlendirilmesi, demokrasi zaaflarının giderilmesi ve 2001 yılında eklenen sürdürülebilir kalkınmanın güvence altına alınmasına dayanan 2000 yılına ait Lizbon Stratejisinde bu çelişkiler görülebilir. Söylemeye gerek yok, ekonomik proje amaçlarına ulaşamamıştır: Sosyal Avrupa dengesiz bir biçimde savunulmuştur, demokrasi zaafları Avrupa Anayasının reddedilmesi (kısmen iyi demokratik zeminlerde) sebebiyle devam etmektedir ve iklim değişimi ve çoğu zaman çevre üzerine kimi yararlı (ancak yetersiz) girişimlere rağmen sürdürebilir kalkınmanın yakınında bile değiliz. Sosyal ve demokratik bir Avrupa hareketi bu sorunlara karşı mücadele etmeye ve Avrupa çapında alternatifler sunmaya cesaretlendirilmelidir. Bu konuda daha fazla detaya inmek zaten uzun olan bu röportaja uygun olmamakla kalmaz aynı zamanda yapılacak işlerin zaten belli olduğunu ima edebilir ki bunun aşağıdan yukarı farklı alanlardan katılımcıların işbirliği ve uygun forumlarla ortaya çıkması gerekir. *: Bob Jessop, Exeter Üniversitesi´nde sosyoloji okuduktan sonra Cambridge Üniversitesi´nde siyaset sosyolojisi üzerine doktorasını yaptı. İlk çalişmalarını reform ve devrim kuramlarinin sosyolojik teorileri üzerine yoğunlaştı. 1970´lerin başında devlet teorisine ilgi duydu ve entellektüel anlamda Yunan Marksist düşünür Nicos Poulantzas´tan etkilendi. 1990´larda yaşanan dünya
KÜRESELLEŞME, DEVLET,KRİZ VE GELECEK ÜZERİNE
93
sistemindeki değişimle beraber ulus-devletlerin geleceği konusuna eğilen Jessop, ulus-ötesi istihdam rejimleri ve düzenleme okulunun kültürel politik ekonomiye bakısının geliştirilmesi calismalarini sürdürmektedir. Son yillarda politik ekonomi, özellikle de Fordizm ve sonrasi kapitalist gelişimin sosyolojik ilişkileri üzerine yoğunlaşmıştır. Araştırmaları beş kategori altında toplanabilir: (1) günümüz kapitalizminin dinamiklerinin değişimi, (2) devletin biçimlerinin ve kamusal alanın değisimi; (3) yönetişim formlarının yanılgıları, (4) kültürel siyasi iktisat ve biyopolitika, (5) olgulara stratejik-ilişkisel yaklaşım profilleri. Jessop´un devlet teorisi üzerine beş büyük araştırma kitabı bulunmaktadır: The Capitalist State (1982), Nicos Poulantzas (1985), State Theory (1990), The Future of the Capitalist State (2002) ve State Power (2007). Bazı makalelerinden oluşan “Hegemonya, Post-Fordizm ve Küreselleşme Ekseninde Kapitalist Devlet” adlı bir Türkçe çeviri derleme kitabı da bulunmaktadır. Jessop, yaşayan en önemli devlet kuramcılarından birisi olarak kabul edilmektedir. Bu röportaj Haziran 2008´de tamamlanmıştır.
LİBERAL-MUHAFAZAKÂR HEGEMONYA VE MERKEZ-ÇEVRE PARADİGMASI Fatih YAŞLI
Şerif Mardin merkez-çevre paradigmasının Türkiye siyasetini anlamak için anahtar bir kavram niteliği taşıdığını ilk kez 1972 yılında yazdığı bir makalede dile getirmişti. Buna göre, Osmanlı toplumsal yapısı, merkezde sarayın ve padişahın, çevrede ise yerel güçlerin, tarikatların ve köylülerin bulunduğu ve sözcüğün her türlü anlamında birbirine yabancılaştığı bir görünüm arz etmekteydi. Osmanlı-Türk modernleşmesi de pozitivist, jakoben ve elitist bir grup tarafından gerçekleştirilmiş, eşraf, halk ve din adamlarından oluşan çevre ise bu modernleşme sürecinin karşı cephesini oluşturmuştu. Mardin’in amacı elbette ki modern Türkiye tarihini Amerikan sosyolojisinden devrilmiş ve tarihsel materyalizme alternatif olabilecek bir yöntem aracılığı ile analiz edebilme isteğiydi. Türkiye tarihinin merkez-çevre karşıtlığı üzerinden okunması, derinlikli analizler söz konusu olmasa da, özellikle 12 Eylül darbesinin kendisini hala hissettirdiği 80’lerin ikinci yarısından itibaren yükselen sivil toplumcu akımlara koşut olarak bir tür moda akım haline geldi ve 90’larda neredeyse hegemonik bir nitelik kazandı. Merkez yıllarca çevreyi baskılamış, bu da batılı anlamda bir sivil toplumun Türkiye’de ortaya çıkmasını engellemişti. Darbelerin ve darbelere karşı güçlü bir toplumsal karşı koyuşun ortaya
96
YENİDEN DEVRİM / 8
çıkmayışının da 1990’lar boyunca ortaya çıkan istisna durumunda devletin işkenceyi, gözaltında kaybetmeyi, faili meçhulleri ve bilcümle kontrgerilla faaliyetlerini uygulamaya koymasının sebebi de yine bu ceberut devlet geleneğiydi. Bu yıllarda, özellikle Birikim Dergisi etrafında toplanan entelijansiya yaptıkları çalışmalarla bu güçlü devlet geleneğinin varlığını ispatlama çabalarına girişti. Buna göre Türkiye’de modernleşme/ kapitalistleşme İttihatçılıktan Kemalizm’e uzanan bir çizgi tarafından devlet eliyle gerçekleştirilmiş, burjuvazi devlet eliyle yaratılmıştı ve devlet adeta “kendi için” bir aygıt olma niteliği ve bürokrasi de –özellikle ordu- “kendi için” bir sınıf karakteri taşımaktaydı, dolayısıyla Türkiye siyasal rejimini tanımlamak için en uygun kavramlardan biri askeri vesayet rejimiydi. Siyasal İslam’ın yükselişine ve muhafazakâr entelijansiyanın gelişimine paralel bir şekilde merkez-çevre paradigması Türk sağının da referans noktalarından biri haline geldi. Böylece İttihatçılıktan Kemalizm’e uzanan halkına yabancılaşmış, onun değerleri ile bir türlü uzlaşamayan, pozitivist, din düşmanı bir devlet elitleri ile onun karşısında yer alan yerli ve halkın değerlerinin temsilcisi milliyetçi-muhafazakâr blok, Türkiye tarihinin iki karşı kutbu olarak belirlenmiş oldu. Sembolik olarak, AKP’nin 2002 yılında 3 Kasım seçimlerini kazanmasıyla birlikte başlatabileceğimiz Türkiye’nin 2000’li yıllarında, esas olarak sosyalist bir siyasal öznenin etkili bir aktör olamaması nedeniyle, siyasal kutuplaşma Türkiye’yi kapitalist/emperyalist sisteme daha derin bir şekilde eklemlemeyi amaçlayan liberal-muhafazakâr ittifakla, hiçbir şekilde anti-kapitalist ya da anti-emperyalist olmayan lakin eklemlenmeye dair yeni siyasetler geliştiremedikleri için artık tasfiye edilmeleri gereken ve giderek ulusalcı bir karaktere bürünen laik-batıcı kanat arasında gerçekleşti. Liberal-muhafazakâr ittifak, Avrupa Birliği üyelik sürecini kullanarak üstyapısal değişiklikleri ve IMF/Dünya Bankası ile yapılan stand by anlaşmaları aracılığıyla da altyapısal değişikleri gerçekleştirmeyi bir strateji olarak benimsedi; bir dış çıpa olmaksızın iç dengelerin bunları yapmalarına izin vermeyeceğini düşünüyorlardı çünkü. AB uyum sürecinin yavaşladığı ve AKP iktidarının yıpranmaya başladığı günlerde gelen Ergenekon Operasyonu ise liberal-muhafazakâr ittifakın pekiştirilmesinde ve hegemonik kılınmasında büyük rol oynadı. Liberal-muhafazakar hegemonya, Osmanlı-Türkiye tarihini merkezçevre paradigmasının “vulgar” bir okumasıyla analiz etmeyi seçti, ki hiç kuşkusuz politik bir okumaydı bu. Buna göre, Osmanlı’dan Türkiye’ye uzanan süreçte, devlet toplumu hep baskı altında tutmuş, sivil toplumun
MERKEZ-ÇEVRE PARADİGMASI
97
ve piyasa ilişkilerinin gelişmesini ve böylelikle bir burjuva sınıfının ortaya çıkışını engellemiş, pozitivist ve laikçi anlayış mütedeyyin kitleleri siyasal alandan dışlamış ve onların taleplerini dikkate almamış, anti-demokratik niteliğini yüzyıllar boyunca sürdürmüştü. Bu analizin araçsal niteliği ortadadır. Liberaller söz konusu olduğunda bu, ceberut devletin dönüştürülmesi, Kemalizm’in etkisiz kılınması, sivil toplumun güçlendirilmesi ve piyasa ilişkilerinin hâkim kılınması gerekliliği anlamına gelmektedir. Muhafazakârlar ise buradan hareketle, cepheden bir türlü hesaplaşmaya giremedikleri resmi ideoloji ile dolayımlı da olsa hesaplaşabilmekte ve mütedeyyin halk kitlelerine yabancılaştığını düşündükleri devleti kendi doğrultularında dönüştürebileceklerini ummaktadırlar. Bu aynı zamanda, liberal-muhafazakâr entelijansiyanın toplumsal bilinci biçimlendirirken başvurdukları söylemin temelini oluşturmaktadır. Türkiye’nin içerisinde bulunduğu durum, her türlü sınıfsal bakış açısından, üretim tarzından, emperyalizmle olan ilişkilerden vs. koparılarak, kolaylıkla devletin ceberrut niteliği ve sivil toplumun güçsüzlüğüne indirgenebilmekte, böylelikle de soyut bir demokrasi nosyonu bütün sorunların çözümü gibi sunulabilmektedir.
II.
Merkez-çevre paradigmasının Osmanlı ve Türkiye toplumuna dair sosyolojik ve tarihsel analizlerin referans noktası haline gelmesi, akademi dünyasında son yıllara kadar neredeyse tartışılmaksızın kabul edilmiştir. Ancak son yıllarda yapılan kimi çalışmalarda söz konusu paradigmaya yönelik önemli eleştirilere rastlamak mümkündür. Örneğin Suavi Aydın, “Paradigmada Tarihsel Yorumun Sınırları” isimli yazısında, merkez-çevre paradigmasının avrupamerkezci bir bakış açısının ürünü olduğunu ve açıkça oryantalist bir karakter taşıdığını yazmaktadır. Batılı tarih yazımı, batı modernleşmesinin tarihini merkezdeki güçlerle çevredeki güçlerin uzlaşmasının bir ürünü olarak anlatırken, doğuyu tam tersi bir şekilde merkezin çevreyi baskı altında tuttuğu despotik bir yönetim biçimi üzerinden tasavvur etmiştir. Merkez ile çevrenin uzlaştığı batıda demokrasinin kurulması mümkün olurken, merkezin çevreyi etkisiz kıldığı doğu toplumlarında böyle bir kuruluş mümkün olamamıştır: “Dolayısıyla bütün büyük tarih felsefeleri ve kurucu sosyoloji kuramları, Avrupa’da Grek polis’inden başlayarak ve feodalite ile ivme kazanarak egemenliğin parçalandığı çoğulcu bir yapının geliştiğini ve bu yapı içinde ‘merkez’in daima egemenliği paylaşma potansiyelini ve hakkını haiz
98
YENİDEN DEVRİM / 8
‘çevre’ tarafından tehdit altında tutulduğunu, bu yüzden bir ‘uzlaşma’ kültürünün doğduğunu, bu kültürün en simgesel kurumunun ise ‘parlamento olduğunu temellendirir. Buna karşılık, Doğu güçlü bir merkezin savaşçı karakteri ile geniş alanlara hükmeden, egemenliği ne fiilen ne de hukuken paylaşan pederşahi bir yapının gelişimine sahne olur.” Şerif Mardin ve merkez-çevre paradigmasından hareket eden başka bir isim olan Metin Heper, Osmanlı toplumsal yapısına dair analizlerini işte bu avrupamerkezci model üzerinden kurarlar. Pederşahi (patrimonyal) bir karakter taşıyan Osmanlı İmparatorluğu merkezi bürokratik bir devlettir ve merkez siyasi otoriteyi hiçbir güçle paylaşmayacak şekilde güçlü bir niteliğe sahiptir. Bu ise Osmanlı’da merkez ile çevre arasındaki ilişkinin hep çatışma şeklinde tezahür ettiği ve batıdaki gibi bir uzlaşmanın hiç söz konusu olmadığı anlamına gelir. Ancak Aydın’a göre Osmanlı söz konusu olduğunda, Halil İnalcık ve Ömer Lütfi Barkan gibi tarihçilerin yazdıklarından çıkarsanan, imparatorluğun her hücresine nüfuz etmiş kadir-i mutlak devlet tasavvuru bir yanılsamadan ibarettir. Aksine, “imparatorlukta bir merkez-çevre ilişkisinden (ve çatışmasından) ziyade çok sayıda merkezin hükümran güçle temasta olduğu politik ve hukuki zeminlerden söz edebiliriz.” Bunun temel nedeni ise İmparatorluğun geniş bir coğrafyaya yayılmasına mukabil, iletişim ve ulaşım araçlarının gelişmemişliğidir. Bu nedenle de İstanbul’dan uzaklaşıldıkça yerel özerk güçlerin hâkimiyeti söz konusu olmaktadır. Yerel güçler, özellikle vakıf sisteminden yararlanarak toprakları ellerinde tutabilmiş, bu topraklar üzerinde söz sahibi olabilmiş ve çeşitli vergi istisnalarından yararlanmışlardır. Böylece, “Orta Anadolu’da Bektaşi, Mevlevi ve Bayramiler gibi birçok şeyh ailesi yüzyıllarca bu yolla nüfuslarını ayakta tutmuş ve büyük toprakları kontrol edebilmişlerdir. Bektaşi, Mevlevi ve Bayrami şeyh ailelerine devredilen bu vakıf gelirleri, aynı zamanda ‘merkez’in, geniş cemaatleri kontrolleri altında tutan bu otoritelerle uzlaşma arayışının” bir göstergesidir. Vakıf sisteminin yanı sıra 17. yüzyıldan itibaren yoğunlaşan iltizam sistemi ile belirli gelirlerin yerel güçlerin elinde toplanması söz konusu olmuş ve ayanlar bu şekilde ortaya çıkmışlardır. Bu özerk güçlere boyun eğdirilmesi ve modern vilayet teşkilatlarının kurulması imparatorluğun merkezileşme eğilimlerinin en güçlü olduğu 19. yüzyılın sonlarında ancak mümkün olabilmiştir. O halde söylenebilir ki, “yukarıda ele alınan malzeme bize kopukluktan ziyade çeşitlilik arz eden bol sayıda temas noktasının varlığını ilham etmektedir. Bu temas noktalarındaki ‘uzlaşma’ arayışları, aslında, sanıldığının aksine ‘özerk alanlar’ yaratmıştır; bu alanlar
MERKEZ-ÇEVRE PARADİGMASI
99
aynı zamanda siyasal alanlardır, zira artığı ele geçirmeye ve çoğaltmaya yönelik bir iktidar mücadelesine her zaman açık olmuştur.” Merkez-çevre paradigmasının Osmanlı İmparatorluğu’nun iktisadi ve siyasi formasyonunu açıklamaktaki yetersizliğine ilişkin bu açıklamalardan sonra paradigmanın Osmanlıdan Cumhuriyet’e uzanan Türk modernleşmesi bağlamındaki açmaz ve yetersizliklerine geçebiliriz. Fethi Açıkel, “Merkez-Çevre Paradigması Üzerine Eleştirel Notlar” isimli makalesinde Türkiye siyasi tarihine dair analizlerde Kemalist modernleşmeye bağlı çevrelerin de muhafazakârların da “OsmanlıCumhuriyet tarihini dar anlamda bir tür seküler ve dinsel fikirlerin iktidar mücadelesine indirgemek eğiliminde” olduklarını söyler. Mardin’in merkez-çevre analizi de bu indirgemecilikten münezzeh değildir. Bu analiz modernleşme sürecinde ortaya çıkan yönetilenlerle yönetenler arasındaki mücadeleyi basitçe farklı kültürel değerler arasındaki bir mücadele olarak kodlar ve modernleşmenin hem sınıfsal hem de uluslararası boyutunu göz ardı eder. Oysa “devlete/bürokrasiye/entelektüellere toplumsal yeniden üretim tarihinde imtiyazlı rol vermek ve devleti enerji kanunlarına tabi olmayan aşkın bir aygıt olarak kurgulamak” yanıltıcı olacaktır. Çünkü devletlerin modernleşme sürecinde izledikleri rotayı belirleyen dünya sistemi ile girdikleri ilişki biçimidir ve devlete karakterini veren olgu da kapitalist dünyayla nasıl eklemleniyor olunduğudur. Kapitalizmin kurumlarının ve sivil toplumun görece az geliştiği toplumlarda devletler uluslararası arenada varlıklarını devam ettirebilmek için öncelikle devlet aygıtının kendisinden başlayarak bir modernleşme sürecine girerler ve bu ülkelerdeki modernleşme süreci “radikal dönüşüm projelerine/ütopyalarına sahip siyasi-bürokratik kadroların güçlü bir kitle desteği aramaksızın modernleşme stratejilerini gerçekleştirmeye çalışmış olmaları” şeklinde tezahür eder. Dolayısıyla modernleşme sürecinde ortaya çıkan elitler ile halk, ya da merkezle çevre arasındaki yabancılaşma basitçe değerlerin çatışması olgusu üzerinden anlaşılamayacak derecede karmaşık bir görünüm arz eder ve iddia edildiği gibi de yalnızca bu topraklara ait değildir, benzer modernleşme süreçlerinden geçen birçok ülkede görülmüştür: “Muhafazakâr modernleşme ya da tepeden devrimler bu açıdan bakıldığında, sadece kültürel-dinsel değerler çatışmasından değil; fakat politik ve sınıfsal anlamlarda da köylülüğün katı kontrol altında tutulduğu ve rıza aramaksızın endüstriyel, politik ve kültürel dönüşüme maruz bırakıldığı örnekler olarak karşımıza çıkarlar. Ancak buna rağmen, yukarıdaki hiçbir deneyim ister ulus-devletleşme, ister kapitalistleşme,
100
YENİDEN DEVRİM / 8
ya da ister merkezileşme süreçleri açısından değerlendirilsin, içinde tek başına değerler-sisteminin ağırlıklı bir rol oynadığı bir analiz çerçevesinden anlaşılamaz. Zira Şintoizmin, Ortodoks Hıristiyanlığın, Katolisizmin ya da İslam’ın içsel-teolojik karakteristiklerine ve kurumsal miraslarına bakmaksızın, radikal modernleşmenin –Japonya, Rusya, İspanya ve Türkiye gibi ülkelerdeki- temel paradoksu toplumun merkezi ve çevresinin saltdinsel değerlerle sınırlandırılamayacak ölçüde birbirine yabancılaşmalarıdır. Modernleşmenin erken dönemlerinde daha da şiddetli bir şekilde görülen merkez-çevre yabancılaşması, bir tür kültüralizm ile anlaşılamayacak kadar çok boyutludur; tıpkı toplumsal iktidar ve muhalefet eksenlerinin çok boyutlu ve çok katmanlı oldukları gibi.” Merkez-çevre paradigmasının hem Osmanlı toplumsal formasyonunu hem de Osmanlı-Türk Modernleşmesini açıklamadaki “teorik” yetersizliklerine ilişkin bu özet nitelikli değerlendirmelerden sonra paradigmanın “politik” eleştirisine geçebiliriz. Bu eleştiride çıkış noktamız Hasan Bülent Kahraman’ın Eylül ayında yayınlanan ve Osmanlı-Türkiye siyasi tarihini “ilk kez siyasi tarih değil, siyaset bilimi çerçevesinde analitik bir yaklaşımla” ele alma iddiasındaki Türk Siyasetinin Yapısal Analizi-I isimli kitabı olacak. Kahraman’ın söz konusu kitabı merkez-çevre paradigmasının bütünlüklü bir şekilde cumhuriyet dönemi siyasi tarihine uyarlanması açısından önem taşıyor. Ayrıca bu paradigmanın sınırlarını ve yetersizliklerini bir kez daha test etmemiz açısından da önemli bir malzeme niteliğinde.
III.
Analizlerini merkez-çevre paradigması üzerinden temellendiren Kahraman’a göre, Osmanlı-Türk modernleşmesinin temel unsuru devlet-toplum çatışmasıdır. Kahraman, devlet ya da aynı anlama gelmek üzere merkezin Gramsci’den mülhem bir kavramla bir “tarihsel blok”tan müteşekkil olduğunu iddia eder: “Tarihsel blok, Türkiye’de Osmanlı modernleşmesinin son dönemi olan 1889’dan başlayarak ordu-aydınlar ve bürokrasiden oluşmuştur. Bu, daha geniş ve tarihsel bir kesitte bakıldığında (...) Şerif Mardin tarafından ‘merkez’ diye nitelendirilen olgudur. Karşısında, büyük halk yığınlarından ve özellikle taşra burjuvazisinden oluşan ve gene Mardin’in çevre diye tanımladığı olgu vardır.” Kahraman, yakın dönem Türkiye tarihinin bu iki kutbun iktidar mücadelesi olarak algılanabileceğini söyler ve şöyle bir tarihsel dönemlendirmeye gider: 1908–1930 Kurucu Dönem’dir ve merkezin egemenliği söz konusudur, 1930–1950 konsolidasyon dönemidir ve yine merkez
MERKEZ-ÇEVRE PARADİGMASI
101
egemenliği söz konusudur, 1950-1960 dönemi ilk kırılma dönemidir ve egemenlik çevreye geçmiştir. 1960–61 yılları arası restorasyon dönemidir ve egemenlik merkeze döner 1961–65 dönemi geçiş dönemidir ve merkez kontrolüdür söz konusu olan, 1965–71 yılları arası dönem demokratik tepki dönemidir ve egemenlik yine çevrededir, 1971–1973 dönemi yeni bir restorasyon dönemidir, merkez egemenliği ve modernite muhafazakarlığı söz konusudur, 1973–1980 yılları arası geçiş dönemidir ve bu dönemde çevrenin kalkışması ve ideolojik kayma görülür. 1980–83 yılları arasında tekrar bir restorasyon dönemine girilir, söz konusu olan merkez egemenliği, modernite muhafazakarlığı ve retrospektif modernleşme çabasıdır, 1983–87 yılları arasında demokratik tepki ortaya çıkar, çevre egemendir ve bu dönemde çevrede bir dönüşüm söz konusudur, 87–91 yılları arasında demokratik tepki devam eder, çevre yine egemendir ve merkezde bir dönüşüm görülmektedir, 91–95 yılları arasında merkezde bir çözülme ve çevrede bir kırılma gerçekleşir, 95–99 yılları arasında çevrenin arayışlarına ve radikalleşmesine şahit olunur, 1997–2002 arasında yeni bir restorasyon dönemi ile karşılaşırız, bu dönemde çevrede bir yenilenme söz konusu olur, 2002–2007 yılları arasında yeni bir demokratik tepki görülür, bu dönem bir çevre radikalizmi ve merkezdeki muhafazakar konsolidasyon şeklinde tezahür eder, 2007’de ise demokratik tepki devam eder ve merkezdeki çevre ile çevredeki merkezin koalisyonu kurulur. Kahraman, merkez-çevre analizini dinamik bir veçheye kavuşturarak o şekilde kullandığını iddia etse de, merkezi ve çevreyi oluşturan güçleri tarih-üstü ve aşkın bir karakterle ele almakta, kültürel kod ve değerleri neredeyse hiç dönüştürmeyip sabit kalan yapılar olarak görmekte ve bu kültürel değerlerin kimi kısmi dönüşümlere rağmen birbiriyle çatışmasının halen devam ettiğini iddia etmektedir. Neredeyse yüz yıldır merkez ve çevrenin sırasıyla iktidar olduğu iddia edilen yukarıdaki tabloya rağmen merkez iktidardayken de iktidarda değilken de yine de merkez olma niteliğini devam ettirmekte, çevre de iktidarda olsun ya da olmasın çevrede kalmaya devam etmektedir. Üstelik merkez, 1960 darbesini yaptığında da 1980 darbesini yaptığında da özsel niteliklerinden neredeyse hiçbir şey kaybetmeyen bir görünüm arz etmektedir. Kahraman muhtemelen bunun yarattığı çıkmazın farkında olduğundan merkezdeki çevre, çevredeki merkez, pasif modernleşme, aktif modernleşme gibi kavramlar türetme yoluna gitmektedir. Kahraman’ın tarihsel blok kavramı ile başlayalım. Buna göre, aydınlar-
102
YENİDEN DEVRİM / 8
bürokrasi ve ordudan müteşekkil bir tarihsel blok Türkiye’de merkezi oluşturuyor ve modernleşmenin de taşıyıcılığını üstleniyor. Osmanlı ve erken dönem cumhuriyet için bunun böyle olduğuna şüphe yok sahiden de. Yukarıdan modernleşmenin söz konusu olduğu bütün toplumlarda modernleşme sürecinin öznesi olarak bu güçler karşımıza çıkıyor. Ancak burada problemli olan, Kahraman’ın söz konusu bloğunun yüz yıldan beridir pozitivist-jakoben-ilerlemeci bir ideolojinin taşıyıcılığını yaptığı ve monolitik bir görünüm arz ettiği iddiası. Tamam, Kahraman zaman zaman bloğun unsurları arasında kırılmalar ve mücadeleler olduğunu kabul ediyor ama bunlar pek de önem arz etmiyor, merkez merkezliğini korumaya devam ediyor. 2. Meşrutiyeti gerçekleştiren kadroların ve cumhuriyeti kuranların kendi iç mücadelelerini bir yana bırakalım, 1930’larda, örneğin Kadrocularla karşımıza çıkan, Kemalist inkılâbın derinleştirilmesi yanlılarıyla buna karşı çıkanlar arasındaki mücadeleleri bir yana bırakalım, CHP kadrolarının 2. Dünya Savaşı’nın hemen ardından dinsel politikaları yeniden uygulamaya koymaları ve “çevre ile uzlaşma” çabalarını bir yana bırakalım, 1950 nasıl bir anlam ifade etmektedir, bunu düşünelim. Daha Soğuk Savaş’ın hemen başında, komünizmi en büyük tehdit olarak ilan ettikten sonra, emperyalist sisteme eklemlenmek adına “merkez”in “çevre”yi sokağa çağırması, Tan Matbaası ve Dil Tarih Coğrafya Fakültesi baskınlarını tertiplemesi nasıl bir anlam ifade etmektedir acaba? Bu soruyu aklımızda tutarak, CHP’nin “kansız bir şekilde” iktidarı Demokrat Parti’ye devretmiş olması ile Soğuk Savaş arasında bir bağlantı olup olmadığını da soralım kendimize. Bu sorular bize Kahraman’ın tarihsel bloğu ve Mardin’in merkezi üzerine daha derin analizler yapma imkânı verecek çünkü. Demokrat Parti’nin, “yeter söz milletindir” sloganıyla iktidara gelmiş olması partiyi kuran unsurların CHP içerisinden çıkmış ve hepsinin de toprak ağaları olmaları gerçeğini unutturmamalıdır bize. “Çevrenin temsilcisi” DP’nin, CHP’nin rejimi konsolidasyon adına bir toprak reformuna girişmesi ve toprak ağası CHP’lilerin buna karşı çıkışı ile birlikte hayata geçirilen bir parti niteliği taşıması elbette ki ironiktir; başka bir ironi ise çevrenin temsilcisi olan bu partinin emperyalist merkezlere eklemlenmekte gösterdiği kararlılıktır. Çevrenin temsilcileri NATO’ya girebilmek adına çevrenin çocuklarının emperyalizm adına Kore’ye savaşa gönderilmelerinin baş müsebbibi olabilmişlerdir. Dolayısıyla, 1950–60 arasını çevrenin kültürel değerlerine (esas olarak İslam’a) sahip çıkan ve CHP döneminin aşırılıklarını törpüleyen bir dönem olması nedeniyle çevre egemenliği
MERKEZ-ÇEVRE PARADİGMASI
103
olarak değerlendirmek daha baştan sorunludur, çünkü merkez ve çevre kavramsallaştırmaları daha baştan sorunlu bir görünüm arz etmektedir. Tek parti yıllarında CHP’nin taşradaki temsilcilerinin eşraf ve tüccarlar olduğu düşünüldüğünde bu durum daha da iyi anlaşılabilir. Kültürel kodlardan ziyade sınıfsal pozisyonlardır merkezdekileri ve çevredekileri esas olarak belirleyen ve taşrada yer alan eşraf, tüccar, toprak ağası vs. de açıkça merkezin birer parçası niteliğindedirler. Aydınlar-bürokrasi ve ordudan müteşekkil bloğun tek tip bir ideolojiye sahip, homojen ve monolitik bir blok olmadığını anlamak için 1950’ler Türkiyesi’nde anti-komünizmin yarattığı etkiye bakmak da yeterli olacaktır. Her şeyden önce bu dönemde Nurettin Topçu, Necip Fazıl Kısakürek, Peyami Safa gibi entelektüeller devletle zaman zaman sorunlar yaşasalar da, muhafazakâr entelijansiyanın ve elbette ki “çevre”nin temsilcileri olarak kamusal alandaki yerlerini almışlar, Kemalist inkılâpla cepheden olmasa da bir hesaplaşma içerisine girmişlerdir, sadece bu da değil, aynı dönemde, devlet içerisinde, özellikle Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde muhafazakâr bir bürokrasinin güçlenmeye başlandığını da görmekteyiz, Kemalist ideolojinin en güçlü bir şekilde varlığını devam ettirdiği orduda ise ABD ile ve NATO ile olan ilişkiler doğrultusunda anti-komünistliğin ön planda olduğu yeni bir subay profili ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla aydınlar-bürokrasi-ordu ittifakı Kahraman’ın iddia ettiği dönemden, yani 70’lerden çok daha önce, bir kırılmaya uğramış durumdadır ve bu kırılma merkez-çevre çatışması ya da devlet-toplum çatışmasına indirgenemeyecek kadar karmaşık bir görünüme sahiptir. Türk-İslam Sentezi, Türkiye’yi merkez-çevre çatışması üzerinden okuyup, aydınlar-bürokrasi-ordu ittifakını homojen bir modernleştirici özne olarak gören yaklaşımların en fazla bir “sapma” olarak değerlendirebileceği bir olgudur. Oysa bu sentez, Türkiye’nin 60’lı yıllarının sonundan itibaren anti-komünizmin etkisiyle hızla muhafazakârlaşan bürokrasi ve ordu ile muhafazakâr entelijansiyanın yaptığı zımni bir sözleşme niteliğindedir. Bürokratların ve subayların bir bölümü Yön-Devrim çizgisinde Doğan Avcıoğlu’nun bağımsızlıkçı-kalkınmacı görüşlerinin etkisi altında hızla solculaşırken, diğer bir bölümü ise başını Aydınlar Ocağı’nın çektiği muhafazakâr entelijansiyanın öncülüğünde hızla milliyetçi-muhafazakâr ideolojinin yörüngesine girmektedirler. Aynı şekilde “çevre” olarak adlandırılan halk da bu dönemde hızla sağ ve sol ideolojiler etrafında kamplaşmaktadır ve örneğin 15–16 Haziran Olayları’nda görülebileceği gibi “çevre” dinsel/kültürel değerleri adına değil, sınıfsal çıkarları adına
104
YENİDEN DEVRİM / 8
İstanbul’u iki günlüğüne de olsa ele geçirebilmektedir. Bunda elbette ki yaklaşık on senedir sürmekte olan örgütlenme/sendikalaşma sürecinin ve öğrenci gençliğin mücadelesinin büyük etkisi vardır; öğrenci ve işçi mücadelesi bu dönemde birbirleri üzerinde bir tür sinerji yaratmış ve birbirlerini güçlendirmişlerdir. 1970’li yıllar boyunca “çevre”nin CHP’ye ve sosyalist sola büyük bir teveccüh göstermiş olması, hakça bir düzen arayışının içerisinde yer alması, büyük burjuvazinin temsilcisi TÜSİAD’ın sola karşı, çevrenin temsilcisi olduğu iddia edilen Türk sağı ile işbirliği yapabilmesi ve faşist hareketin 1970’ler boyunca sürdürdüğü terör de merkez-çevre paradigması üzerinden değil, dünya ve Türkiye ölçeğindeki sınıf mücadelesi ekseni üzerinden anlaşılabilir ancak. Merkez-çevre analizinin başka bir problemi, burjuvaziyi analize dâhil edilebilecek önemli bir özne olarak hiç görmemesidir. Bunun iki nedeni vardır. Nedenlerden ilki, analizin uluslararası meseleleri neredeyse hiç dert edinmemesidir. Mardin’in analizinde de Osmanlı-Türk modernleşmesi, Osmanlı’nın emperyalizm çağında yaşadıkları ile hiç ilişkilendirilmez, imparatorluğu yönetenlerin emperyalizm karşısında uyguladığı iç ve dış stratejiler hiç değerlendirilmez ve elbette ki yakın dönem Türkiye tarihi söz konusu olduğunda da dünya sistemi ile/emperyalizmle olan ilişkiler hiç dikkate alınmaz, örneğin Hasan Bülent Kahraman’ın çalışmasında emperyalizm sözcüğü tek bir kez bile kullanılmamıştır. Oysa Osmanlı-Türk modernleşmesi, dünya sistemi ile olan ilişkiler ve dolayısıyla sermaye birikim süreçleri dikkate alınmadan anlaşılamaz. Aksi takdirde, 1960 darbesi de merkezin yitirdiği gücü geri alma ve restorasyon çabası, 1980 darbesi de merkezin yitirdiği gücü geri alma ve restorasyon çabası olarak görülecektir. Oysa 1960 darbesi ile birlikte ithal ikameci sanayileşme modeli ve planlama ile uluslararası sisteme eklemlenen Türkiye egemen sınıfı, 1980 darbesinin ardından neoliberal iktisat politikaları ve ihracata dayalı büyüme modeli ile sisteme eklemlenmeyi tercih etmiştir; her iki durumda da esas olan Türkiye burjuvazisinin sermaye birikimine ilişkin konjonktürel tercihi ve uluslararası burjuvazi ile olan ilişkileridir. Nedenlerden ikincisi ise, Türkiye’de klasik-batılı anlamıyla bir burjuva sınıfının gözlemlenemiyor oluşundan kaynaklanmaktadır. Osmanlı-Türkiye tarihine baktığında, Weberci bir ideal tip olarak, demokrat, özgürlükçü, liberal bir karakter taşıyan ve bu karakterden kaynaklanan taleplerini devlete dikte eden bir burjuva sınıfının gözlemlenemiyor oluşu, burjuvazinin “devlet babanın uslu çocuğu” olarak görülmesi ve sınıf ilişkilerinin mevcut olmaması gibi algılanmakta ve öyle sunulmaktadır. Oysa İttihatçılar tarafından temel-
MERKEZ-ÇEVRE PARADİGMASI
105
leri atılan ve Cumhuriyet döneminde de palazlandırılan bir burjuva sınıfı inkâr edilemeyecek bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır ve bu sınıf yukarıda da belirttiğimiz üzere, gücünü artırdıkça siyasete müdahale gücünü de artırmıştır. Merkez-çevre paradigmasının bir başka zayıflığı 1950’den bugüne çok kısa aralıklar dışında hep iktidarda olan Türk sağ geleneğini devlet elitleri karşısında boynu bükük, ezilmiş ve üstelik muhalif gösterebilmesidir; darbe dönemlerinde elitler gelip ülkeyi restorasyon sürecine sokmakta, hemen ardından gelen demokratik tepki ile de merkez sağ yeniden iktidar olmaktadır. İlginç olan, devlet elitleri ile merkez arasında kurulan ve esas olarak kültürel değerlerden kaynaklanan bir antagonistik ilişkinin varlığı iddiasıdır. Bu iki taraf, sermaye birikim süreçlerinde, sola karşı mücadelede, toplumsal muhalefetin bastırılmasında ve hegemonya projelerinin hayata geçirilmesinde müttefiklik ilişkisi içerisinde olan iki özne olarak değil de, birbirleriye sürekli olarak mücadele eden ve birbirini tasfiye etmeye çalışan iki zihniyet olarak kavramsallaştırılmaktadırlar. Bunu mümkün kılan ise emperyalist sistemin ve sınıf mücadelesinin analizin içerisinde yer almamasıdır daha önce de belirttiğimiz gibi. Oysa, son olarak AKP iktidarı döneminde gördüğümüz üzere, “merkez”in temsilcileri ile “çevre”nin temsilcileri, -bu bütün çatışmalardan münezzeh oldukları anlamına gelmemekle birlikte- Türkiye burjuvazisinin ve dünya sisteminin talepleri doğrultusunda kolaylıkla uzlaşabilmekte, neo-liberal iktisat politikalarını devreye sokabilmekte ve Türkiye’nin emperyalist projelere uygun bir şekilde dönüştürülmesi ve bağımlılığının derinleştirilmesi sürecini yönetebilmektedirler. Üstelik artık bu süreci meşrulaştıracak güçlü bir liberal-muhafazakâr entelijansiya, devleti ele geçirmiş ve bir tarikatın içerisinde çok güçlü şekilde temsil edildiği bir bürokrasi ve bunlara hiçbir şekilde itirazı olmayan bir ordu da mevcuttur. O halde söyleyebiliriz ki, Osmanlı-Türk modernleşmesi Osmanlı İmparatorluğu’nun kendisini emperyalist bir dünyada parçalanmak üzereyken görmesinden ve devleti kurtarma misyonunu üstlenen modernleştirici kadroların emperyalizme bakışlarından/emperyalizmle ilişkilerinden, Cumhuriyet dönemi ise, Cumhuriyet’i kuran kadroların bir paylaşım savaşından çıkmış ve bir imparatorluğu yitirmiş olmalarının etkisi ve elbette ki hemen yanıbaşlarında dünyanın ilk işçi devletinin kurulmuş olmasından, yeni cumhuriyetin uluslararası sisteme nasıl eklemleneceğinden, 2.Dünya Savaşı sonrasında başlayan Soğuk Savaş’ta alınan pozisyondan ve anti-komünizmden, sermaye birikim modellerin-
106
YENİDEN DEVRİM / 8
den, 60’lardan itibaren yükselen sola karşı yürütülen iç savaştan, Türk sağının emperyalizmle olan ilişkilerinden ve ılımlı İslam’ın bir proje olarak sahneye konuşundan bağımsız olarak ele alınamaz. Tüm bu parametreleri dikkate almaksızın, Türkiye siyasetini kültürel kodları birbiriyle çatışan devlet elitleri ile halk kitleleri arasındaki mücadelenin gerçekleştiği bir sahne olarak görmek bilimsel açıdan sorunlu olduğu gibi, politik açıdan da gerici bir tutuma işaret etmekte ve liberal-muhafazakâr hegemonyanın varlığı sürdürmesine hizmet etmektedir. Merkez-çevre paradigmasına ilişkin çok daha kapsamlı bir çalışmanın ön notları olarak okunması gereken bu yazıyı, Osmanlı-Türkiye tarihinin bütünlüklü ve tarihsel materyalizm perspektifli bir tarihinin hala yazılmamış olduğunu belirterek bitirmek, Türkiye’yi ve dünyayı değiştirmek için mücadele edenlerin, hegemonyayı üreten ve onu mümkün kılan paradigmalarla da mücadele etmeleri gerekliliğini hatırlatmak açısından manidar olacaktır.
KÜLTÜR, KİMLİK VE DEMOKRASİ: SINIFLI YERİNDEN LÜTFEN!
Çağhan KIZIL
Giriş
Artık dışlayan bir sistemde değil, aksine, içteleyen, soğuran ve farklılıkların yarattığı çelişkileri törpüleyen bir dünyada yaşıyoruz. Birileri bildiklerimizin tamamen yanlış olduğunu, her şeyin sonunun geldiğini, artık kulvarların kalktığını ve dünyanın nihai toplusal düzenini bulduğunu söylüyor. Bunlar, yaşamın amacının dayanışmadan çok rekabet olduğunu haykırırken, toplumların ana itkisini de kültürel ve kimliksel mücadelelere endeksliyorlar. Evet, dünyanın artık köklü bir dönüşüm sürecinde olduğunu biliyoruz. Bütün bir sistemin neresinden tutulursa tutulsun onun kesin bir tanımını yapmak çok zor çünkü kapitalizmin güncel yönelimi neoliberalizme, sistem kendi içinde de çeşitli neoliberal yönelimleri barındırıyor. Yeniçağda devletlerin dönüşümüne paralel olarak toplumlar da değişiyor ya da değiştiriliyor. Sistem ve siyasi iktidarların başarıları, yönelimlerin haklının ve halkın hizmetinde oluşturulmasıyla değil; sonuçların kitlelerin çıkarına olduğunu gösterebilme kabiliyetiyle belirleniyor. Bu yanılsama halinin ideolojik altyapısını da, kimliklerin yüceltilmesi ve kültür üzerinden yaratılan bir “yeni politik alan” oluşturuyor. Yeni muhafazakârların toplum tezleri sıkça dillendirilirken, devrimcilerin birikimleri tahrif edi-
108
YENİDEN DEVRİM / 8
liyor, solcular kötüleniyor ve solsuz bir sol yaratmak için devrimcilerin solukları tamamen kesilmeye çalışılıyor. Açıkçası, çetin ve sinirleri zorlayan bir sürecin içerisinde, hormonlu demokrasi bilginlerinin liberal mucizelerine kanmamak için tarihin seyrinin analizinde sezilerimizden ve çıkarlarımızdan çok somut koşulların analizinden faydalanmak en sağlıklı yol olarak görülüyor. Bu yazının yazılması sırasında aslında çok sıkıcı olabilecek bir “yanıtlama” amacı güdülmedi. Zira kimlik-kültür-sınıf ilişkilerinin solliberal yarılma alanlarındaki yansımalarına kısaca değinmek, yeni sürece soldan bir müdahale alanını yaratmak için yapılacak tartışmalara katkıda bulunacaktır. Bu, liberallerle ağız dalaşına girmekten daha verimli olacaktır.
Kimlik, kültür ve sınıf
Şüphesiz ki sol, yaşadığımız süreçte kimlik, kültür ve sınıf ilişkisini incelemek ve bu kavramları anlamlandırmak zorundadır. Bu kavrayış, hem kendimizi yeniden üretmek, solu yeniden bir alternatif ve güç olarak ortaya çıkarmak için izleyeceğimiz yolu çizmek hem de toplumsal ilişkilerimizi kurma noktasında duracağımız yeri belirlemek açısından gereklidir. Çünkü toplumsal gelişimin yönünü tayin etmek için salt üstyapısal dinamiklerle hareket edemeyeceğimiz, erken kapitalizmin gelişim aşamasının ekonomik temellerini ve üretim tarzını aşan, ona yeni özellikler ve çelişki alanları katan neoliberal dönüşüm çağında yaşamaktayız. Üretim, bölüşüm ve paylaşım ilişkilerinin yanı sıra, bireylerin varoluş ilişkilerinin de kapitalizmin boyunduruğu altına girdiği bu çağda devrimci bir anlayışın tarafı; kültür, kimlik ve sınıf aidiyetlerinin ağırlıklandırılması ile oluşturulacak bir siyaset vizyonuyla, fakat liberal-muhafazakâr ittifakın güdümüne girmeyecek biçimde, belirlenecektir. Son zamanlarda yaşanan muhafazakâr-liberal, statükocu-milliyetçi kamplaşmasının demokrasi, gelişim, tarih konusundaki ana tezlerinde görülen en belirgin eksiklik, her ikisinin de kültürel parametreleri tarihsel belirleyicilik seviyesine yükseltmeleridir. Dikkat edilirse, türban ve laiklik özelinde kendini belli eden gerginliklerin/çatışmaların ana karakteri kültürel-kimliksel kodlarla tarif ediliyor. Sağ siyasetlerce batılılaşma ve geleneksel değerlere yabancılaşmaya karşı çıkma temelinde anlamlandırılan demokrasi tanımı, bugün de aslında bu duruşunu korurken, alamet-i farikasını bunun yanına tarihsel gelişim olanağını liberal-muhafazakâr bir kimlik sentezi ve neoliberal yönelimlerin burjuva demokratik açılımlarının görece ilericiliğine endekslemesidir. Diğer yanda, cılız da olsa, 1980 sonrası
KÜLTÜR, KİMLİK VE DEMOKRASİ: SINIFLI YERİNDEN LÜTFEN!
109
yaşadığı açmazlar ve sorunlara rağmen solun devrimci bir “üçüncü cephe“ duruşuna dair açılımlarının emek eksenini temel alması yüzünden bu iki kamp tarafından da suçlanması işte tam da asıl çelişkinin kültürel kodlara yansıyan ve aynı zamanda onlar tarafından beslenen toplumsal çelişkiler (sınıf çelişkileri diye okunabilir) olduğunu göstermektedir. Esasen liberal solla (liberal bloktaki sol kökenliler için sol liberal tanımını kullanmak aslında liberal sağın içinde aynılaşmaya başlayan bir ortaklık için fazla cömert de sayılabilir) asıl yarılma düzlemi tarihin akışının ve toplumsal çelişkilerin neyin üzerinde tarif edildiği ve „gelişim“in referansının ne olduğudur. Türkiye özelinde kendini sol olarak niteleyen gruplar arasında iki karşıt eğilimi içinde barındıran bir fikri yapılanma göze çarpmaktadır: gelişim çizgisini milli demokratik devrim perspektifinden bakarak geliştiren ancak 1980 sonrasında daha çok kültürel kimlikler üzerinden bir politik biçimselliği (devletçilik vs) savunma noktasına gerileyen ve “yerlilik” kavramıyla arasına batılılaşma ve modernite kavramlarını koyan küçük burjuvazi ağırlıklı orta sınıf temelli bonapartist yönelim; diğer tarafta ise yerli olma ve gelenekselin karşısındaki yabancılaşmaya karşı çıkmayı şiar edinen “halkın gerçek temsilcileri” olduklarını iddia eden ve neoliberalizmle stratejik işbirliklerine girerek toplumu dönüştürme rolünü üstlenen burjuvazinin bir kesiminin AB ve ABD yanlısı eğilimlerinin siyasal sonuçlarından bir demokrasi hamlesi bekleyen ve burjuva demokratik devrimin bu şekilde tamamlanabileceğine inanan bir liberaller güruhu (Esasen bu iki grubu da sol olarak tanımlamak yanlış olabilir ancak şu anda Türkiye solunda henüz yaşanmamış olan berraklaşma süreci öncesinde kendilerini bu şekilde tanımladıkları için solun bu heterojenliğini kapsayıcı niteliğinin toplamına sol tanımı yapılabilir. Yoksa statükocular milliyetçi, liberaller de piyasacı sağ söylemden çok da ileriye gidemiyorlar). Bu iki grubun, güncel neoliberal yönelime paralel olarak sınıfların dinamiklerinin topluma yansımasından çok, kimlik-kültür çatışmalarının sonucunda toplumsal barış ve demokrasinin geleceğini düşünmeleri ve siyasi yönelimlerini bu noktadan ele almaları, aslında bahsettiğimiz yarılmanın ana nedeni sayılabilir. Her taraf kendi tezleriyle birbirlerini sulamaktadır. Ama önümüzde apaçık duran iki nokta var. Evet, salt sınıf temelli bir tarih okuyuşu ekonomizmdir; ama kimlikler üzerinden bir sivil toplum demokrasisini gerçekleştirmek adına, sömürüye ve dışlanmaya destek vermek de entelektüel bir politisizmden başka bir şey değildir. Ayrıca kitle hareketlerine yalnızca kitleleri mobilize etmesi nedeniyle methiyeler
110
YENİDEN DEVRİM / 8
düzmek aymazlıktır. Cumhuriyet mitinglerine de salt kitlesellik nedeniyle sempati duymak bu nedenle anlaşılamaz. Geriye kalan nedir? Politik alanda devrimcilerin doldurması gereken emek eksenli demokrasi ve özgürleşme mücadelesi. Solu yeniden yaratmak, ancak bu düsturun izinde gerçekleşirse „sol“ olabilir.
Hangi demokrasi, hangi devlet, hangi sol?
Yaşadığımız bir dezenformasyon da şudur: liberal-muhafazakâr ittifak, demokratik bir tarihsel kapitalizm aşamasının yaşandığına dair söylemlerini arttırmaktadır. Bu görüşe göre şu aşamada da ilerici güçlerin ittifak alanı burjuvazinin ilerici kısmıdır. Bu aslında Stalin´in aşamalı devrim teorisine benzemekle beraber, onun neoliberalizm çağına uyarlanmış biçimi olarak da okunabilir çünkü Stalinist aşamalı devrim teorisine göre burjuvazinin ilerici kısmı ile ittifak, yerli ve bağımsız bir alanda gerçekleşecektir ve bu feodalizme karşı bir tarihsel zafer sağlayacaktır. Ancak gelişen kapitalist dönemde sermayenin ve kapitalist ilişkilerin alanı sınırların ötesinde uluslararalılaştığından, liberaller, devlet yapısını değiştirmesi için gerekli teorik altyapıyı feodalizm karşıtlığı üzerinden yerel sınırlar içinde kurmamaktadır. Burada eleştirilebilecek bir nokta, feodalizmin ekonomik ilişkilerinin ortadan kalkmış olması ve bu nedenle zaten feodalizm karşıtlığının tarihsel geçerliliğinin kalmamış olması olabilir. Ancak, feodal siyaset ve toplum ilişkileri devam ettiği oranda, toplumsal çelişkilerin sınıf temelli karakterinin yerini daha kültürel-kimliksel çelişkileri üzerinde yükselen karşıtlıkların alması da feodalizmin aslında neoliberal çağda uluslararası sermaye ve liberal-muhafazakârlarca yeniden keşfedildiğinin bir göstergesidir. Ancak, aşamalı devrim teorisinin bu noktada yolu, geçirdiği burjuvazi ile ittifakın neoliberal çağda da aynı karakteri taşıdığını düşünmek ve bu anlamda eski düzeni ve devlet yapısını değiştirmek için yine burjuvaziyle işbirliği yapılabileceğini söylemek, sosyal faşizme karşı 4.orduyu ya da ABD güçlerine bel bağlamaktan çok da farklı değildir. Yani demokrasiyi getirecek olan burjuvazi değildir. Çünkü Türkiye‘de burjuvazi hem siyasi pratiği hem de tarihsel tecrübeleri ve doğası gereği demokratikleşmenin öznesi olamaz. Çünkü burjuvazi emperyalizmle suç ortaklığındadır ve evrensel anlamda bir devrimcinin demokrasiye izin vermesi, kendi tarihsel varoluşuyla çelişkilidir ve dolayısıyla bu bir hayalden öteye de geçmez. Elbette tarihsel gelişim doğal yasalarca yönetilmez ve bunun nedeni, klasik devrim teorilerinin statikliğinin dogmatik yapısının koşulsuz ka-
KÜLTÜR, KİMLİK VE DEMOKRASİ: SINIFLI YERİNDEN LÜTFEN!
111
bulünü artık geçersiz kılan kültürel-kimliksel çelişkilerin, sınıfsal çelişkiler kadar ve bazen onlardan da etkili bir biçimde siyaseti ve toplumsal hegemonyayı etkileyebilme yeteneğidir. Burada savrulunmaması gereken bir yön şüphesiz salt kimlik siyasetinin pragmatizmidir. Solun yaşadığı yenilgi ve dağınıklığın ardından yükselen Kürt siyasi hareketi, bu anlamda Türkiye´de solun dayandığı bir nirengi noktası haline gelmiş bulunmaktadır. Ancak, bu mücadele de eğer bütünlüklü bir siyasal sistem eleştirisinden geçmezse gideceği yer şeffaf kültürel parametrelerin güncel yönelimlerinin peşine takılmak olacaktır. Şüphesiz ki Kürt meselesi, diğer kimlik meseleleri gibi oldukça önemlidir ve solun gündeminin ilk sıralarında olmalıdır. Ancak, salt kimlik stratejileri üzerinden gitmek tercih edilebilecek birinci yol olmamalıdır. Şu bilinmelidir ki, burjuva demokratik devrimin görevlerini önce ortaya koyan sonra da çözen, ezilenlerin ve dışlananların siyasi mücadelesidir. Burjuva toplum düzeninin gücü, bu görevleri tamamlamaya yetmez ve bu nedenle de demokratikleşmenin ana nüvesini yaratacak kesimin içinde burjuvazi yoktur. Burjuvaziyi bir demokrasi ittifakı içinde ilerici addetmek, ata eğeri tersten takmakla eşdeğerdir. Evet, demokratik bir cephe gereklidir; ama bu cephe emek eksenli olmak zorundadır, sermaye güdümlü değil. Biz biliyoruz ki, geçmişte de ABD emperyalizmini eleştiren sola anti-faşist ittifak içindeki SSCB-ABD dolayısıyla faşist damgasını vurmakta beis görmeyenler, bugün de liberal-muhafazakâr ittifak içinde olmayan sol kesimlere ırkçı-faşist tanımını koyabilmektedirler. Ancak hatırlatmakta fayda vardır ki, ABD emperyalizmi ve en temelde iktisadi sistem ve onun yerli/uluslararası işbirlikçilerinin yarattığı yıkım giderek derinleşmekte, yoksulluk ve sömürü giderek artmaktadır; yani emperyalizm kendini aklayamamıştır! Ama diğer yandan da, emperyalizme karşı çıkmak, darbeciliğe, ulusalcılığa dogmatizme indirgenmeye çalışılıyor. Asıl yönelim kapitalizm karşıtlığı olmalıdır. Bugünkü liberallerin en temelde devrimci bazı özgül-koşul tezlerinin ana karakterini (sınıf ittifakları, ilerici ittifaklar, milli demokratik devrim vs) bugün statükocu devlet yapısına karşı neoliberal devletin konması aşamasına direk uyarlamak, tanımları fetişleştirdiği için emperyalizme karşı olmanın faşizme yarayacağını düşünme gibi garipliklere yol açmaktadır.
Demokrasi mi?
Bugün aslında yaşanan şey, liberaller safında demokrasi konusunda
112
YENİDEN DEVRİM / 8
burjuvazi karşısında yeterince bağımsız bir çizginin izlenmemesidir. Ordunun da uzlaşamayacak gibi görünen islami kesimle tam bir uyum içinde çalışmasına bakarak söylenebilecek şey, emperyalizmin işleyiş sistemi içinde egemenler açısından en temel mesele sınıfsal çıkarların korunmasıdır. Ordu ve milliyetçiler-Kemalistler arasındaki çatırdamanın sebebi de ordunun sermayenin AB ve ABD eksenli gelişimine yakın durması ve selametini buna endekslemesidir. İlerici burjuvazi ile işbirliği demek için önce burjuvazinin ilerici olduğunu kabul etmek gerekir. Bugün bu tam bir safsatadır. Küçük burjuvazi ve burjuvazinin oligarşik bir denge unsuru oluşturması dönemi olan Keynezyen refah devleti ekonomik yönelimi ve buna paralel yürüyen sanayi kapitalizmi dönemine özgü bir oluşumdan bahsediliyor. Ama artık dönem bu değildir ve burjuvazinin ilericiliğinden bahsedilemez. Sivil toplumun kavramsal çerçevesine bakarsak da bu ikili bir görev tanımıdır: birincisi, sistemin pürüzlerini sosyal alandaki manipülasyonlarla çözmek; ikincisi de bu aşamada emek güçleri için bir muhalefet dinamiğini yaratmak açısından bir zemin oluşturmak. Ama kesinlikle ilerici bir atılım için burjuvazinin muhafazakâr ittifakının hassasiyetlerini koruyacak ve geliştirecek bir çatışma alanına destek olmak değil. Burjuva demokratik devrimin üretim aşaması ve kültürel alandaki yansımaları tarihsel olarak çakışmak zorunda değildir. Bugün Türkiye´de yaşanan duruma bakınca, bu iki alanın söylemsel bir şekilde iç içe geçtiğini görmekteyiz. Bir alanın fiili kontrolü, diğer alanın söylemsel hegemonyasıyla belirleniyor ve bu da genel anlamda bir sistem eleştirisini gerekli kılarken, toplumsal çelişkileri de daha geçişken bir zemine oturtuyor. Ancak soyutlamacı, düzleştirici ve mistik bir liberal-muhafazakâr indirgeme, demokrasi ve askeri vesayetin daha önce bu düzeyde hiç konuşulamamış olmasından kaynaklı bir “politik alan” yaratmış görünürken, milliyetçistatükocu görüşler de modernite tanımının ışığında bir özeleştiri yapmak yerine, devletin neoliberal değişim sürecinde ellerinde kalan son kaleleri korumak amacıyla mücadele ve söylem düzeyinde bir “kültürel alan”ı ortaya çıkartıyor. Bu anlamda solun bu iki alan arasına sıkışmış gibi görünen devrimci bir duruşun makro çizgilerini çizmekte zorlanması çok doğal. Ancak belki de yapılması gereken tekil konular üzerinden farkları ortaya koyarak, tümden gelen bir kültürel-politik alan şeması yerine, mikro pratiklerle tüme varan bir yapılanmayı zorlamaktır. Sola yöneltilen eleştirilerin ilk önce milliyetçilerden gelmesini, solun AKP iktidarlarının ilk yıllarında sessiz kalması ve AKP´nin demokrasi yönelimine bir nevi gönülsüz destek
KÜLTÜR, KİMLİK VE DEMOKRASİ: SINIFLI YERİNDEN LÜTFEN!
113
vermesiyle ilişkiliyse, şimdilerde liberal-muhafazakârların eleştirilerine maruz kalması da bu desteğini günümüz koşullarında tüm sosyopolitik alanların koşulsuz olarak sermaye güdümüne girmesine koşut ilerlemeyen bir duruşun nüvelerini yaratıyor olmasında yatmaktadır. Bu nedenle, biz devrimcilerin ne ırkçılığı ne faşistliği ne de vatan hainliği kalmıştır. Ama biz biliyoruz ki, tarihe düşülen notları tarih yargılayacaktır ve haklı çıkmak için gereken dürüstlük, aşk ve umuttur; pislikleri biriktirip başkasına boca etmek değil.
Üretim ilişkileri içinde “kimlik” ve “kültür” sosyolojisi
Sol, kimlikleri verili oldukları için değil; onları, üretim ilişkileri içinde yaratıldıkları için kategorilere koyar. Dolayısıyla kimliklerin-kültürlerin toplumsal çelişkilerin nesnesi olmaları nedeniyle siyasi mücadele içinde konumlandırmaya çalışır. Örneğin Kürt sorununun temelinin giriftliğinin yanında, sorunun çözümünün sadece ekonomik ya da sadece kültürel alanda aranması sol adına tercih edilemeyecek bir seçenektir. Ya da Alevilerin sorunlarına yaklaşırken dini, kişisel bir tercih kategorisine sokup bunun üzerinden bir siyasi mücadele yaratmak değil, Alevilerin sorunlarını yaratan toplumsal koşulların temelinde yatan üretim-paylaşım-bölüşüm ve kültürel-kimliksel bürokratik dinamiklerin değiştirilmesi için uğraşmak esastır. Türban sorununa yaklaşımda esas alınan özgürlük kavramının belirleyiciliğini yaratan ve liberallerle devrimcilerin ayrışma noktasını da belirleyen olgu da işte bu özgürlüklerin politik alanda sermayenin egemenliğine ne derecede katkıda bulunup bulunmadığıdır. Sol, kimlikleri olduğu gibi değil, onları yaratan tarihsel süreçler ve bu kimlik-kültürlerin üretim-bölüşüm-paylaşım ilişkilerinde kitlesel olarak oynadıkları egemen role göre değerlendirir. Zaten solun dinsizlikle, sağın da Müslümanlıkla eşdeğer görülmesi/gösterilmesi de, işte tüm kimlik ve kültürlerin kendilerini politik alanın söylemleri ile değil de (ezilenler, dışlananlar, sömürülenler, düşmanlaştırılanlar vs.) kültürel alanın söylemleriyle (dindarlık, laiklik, ilericilik, gericilik vs.) tanımlamaları ve yönelimlerini bu ikinci kategorideki tanımlar üzerinden yapmalarını sağlamak için cumhuriyet tarihi boyunca bürokrasi ve sermaye egemenlerince uygulanan stratejilerdir. Bu nedenle aslında Latin Amerika´nın kurtuluş teolojisi, solun kendini yeniden yapılandırma döneminde, kapitalizmin bu kültürel-politik ayrımını kırmak için de dikkatle incelenmesi gereken bir süreçtir. Bu konunun çok daha detaylı ve kapsamlı bir ele alışa muhtaç olduğunu belirtmekle beraber, toplumun hangi kesiminden olursa olsun, kişileri özgürleşme pratiklerine
114
YENİDEN DEVRİM / 8
yönelten şey, sadece Marksizm’in gerçeğin analizinde bir araç olarak bilimsel değeri değil, daha çok kapitalist adaletsizliğin ahlaki reddi, ezilenlerin davasıyla özdeşleşme ve onların kurtuluş mücadelesine katılmaktır. Devrimci bir çizginin en önde gelen hedeflerinden biri bu dili ve gönüldaşlığı kurmak olmalıdır. Bu anlamda, bahsettiğimiz duruş, tarihsel Marksizm’in toplum analizinin devinimi ışığında ele alınmalı, üretim-paylaşım-bölüşüm ilişkilerini anlamlandıran iktisat teorileriyle kültür-kimlik-siyaset-üstyapı dengesini inceleyen sosyolojiyle harmanlanmalı ve bütünlüklü eleştirinin süzgecinden geçirilerek kimseyi dışlamayan bir toplumsal alternatif vizyon amacıyla yaratılmalıdır. Solun yaşadığı kafa karışıklıkları, sorunlar, sıkıntılar elbette aşılacaktır; ama dürüstlük ve çıkarcı olmama, daha özgür bir dünya için mücadeleye kendini adayabilme prensiplerinden vazgeçilirse, tarihin sonu o zaman gelmiş olacaktır. Unutmamak gerekir ki, kökleşmiş kanıların karşısına - ne kadar ikna edici olursa olsun - olguların kanıtını koymak imkânsızdır çünkü olgular, bu yanlış kanıların gözlüğünden değerlendirilmektedir. İşte tam da bu yüzden, tüm açılımlarımızı, kimlik-kültür-sınıf ilişkisinin içiçeliğini unutmadan, pratiklerle yaşamın akışına sunmamız gerekiyor. Bunu yapmanın ilk aşaması da, her türden pasif ve kaderci determinizme karşı çıkarak, politik ve etik bir devrimci gönüllülüğü kurmak için elimizdeki yetersiz kaynaklarla ama azimle yeniden yola çıkmaktır. Yoksa yerli burjuvazinin dümen suyunda demokrasi arayanlarla artık tartışılacak bir şey kalmamıştır. Neoliberal tahakküm ve devrimci duruş ikileminin değişik coğrafyalarda değişik şekillerde yorumlanması, bu alanların üretim güçlerinin, kültürel yönelimlerinin, kimlik siyasetlerinin kapsayıcılığına, sosyolojik çelişkilerinin genişliğine, bu çelişkilerin siyaset alanındaki belirleyiciliğine, demokratik bir cephenin sermaye yönelimlerine karşı ne şekilde karşı koyabildiğine ve en temelde böylesi bir cephenin varlığına ve genişliğine bağlıdır. Neoliberal çağda bir toplumsal demokrasi-emek cephesi yaratma zorunluluğuna sahip olan devrimci mücadelede artık genel anlamda bir sınıf-sermaye ya da liberallerce sabah akşam dillendirildiği gibi bir bürokrasi-burjuvazi ikileminin değil, daha genelde yeni bir toplumsal mücadelenin dinamiklerini bulmada ve buna uygun bir bütünlük sağlamada izlenecek yolun belirlenmesi asıl çıkış noktasını oluşturmalıdır. Bu yolun devrimci ve emek eksenli bir yol olması elbette kaçınılmazdır; ancak siyaset alanını etkileyen ve toplumsal hegemonyanın ibresini yönlendiren tüm olgular da, solun duruşunun içinde bir anlama sürecine tekabül etmelidir. Ne eskinin salt
KÜLTÜR, KİMLİK VE DEMOKRASİ: SINIFLI YERİNDEN LÜTFEN!
115
kabulü, ne de tamamen reddi, bugün yaşanacak yeniden yapılanmaya yol gösterici olacaktır. Ayrıca devrimcileri ırkçı ve faşist olarak niteleyenlere en güzel yanıt da doğru toplumsal kanallarda örgütlenen ve sermayenin yıkıcı etkilerine karşı yeni bir dünya hayaline beden kazandıran, Marksizm’i akademik bir çalışma çerçevesinin dışına çıkartan, burjuva düzen sınırlarının aşılmasını öngören sosyopolitik bir devrimci-sosyalist mücadele olacaktır. AKP´nin demokrasisinin nasıl bir şey olduğunu ise zaten 1 Mayıslarda, basına yönelik saldırılarında, emekçilere, işçilere karşı tutumunda ve başbakanın kişiliğinde beliren histeriden anlayabiliyoruz. Liberallerse AKP ve onun AB-ABD yöneliminin peşine takılıp “sosyal, ekonomik ve sınıfsal boyutunu iyice silikleştirdikleri, onu parlamenter demokrasinin sınırları içerisinde biçimsel bir siyasi ve hukuki eşitlik ve bu hak ve eşitlikler düzenin genişletilmesi olarak ele aldıkları” kendinden menkul demokrasi tanımlarını dilendirmeye ve politik alana sokmaya başladıklarından itibaren sola ve devrimcilere sataşmalarında kullandıkları tanımlamaları da kendilerinden yansıttıklarını anlamak aslında hiç de zor değil. Bu nedenle, ortada patolojik bir durumun olduğu aşikârdır.
Politik alana karşı kültürel alan
Kitle toplumuna geçişle beraber, toplumsal kimliklere yapılan vurgu da artmıştır. Buna paralel olarak, toplumsallığın tanımında da bir değişim yaşanmıştır. Bu değişimin en önemli aşaması bireyin kendini, toplumun ise bireyi nasıl tanımladığıyla ilişkilidir. Eğer toplumun çelişkileri sınıfsal alanda tanımlanırsa, o zaman çatışmanın dışında kalan ya da kalmak isteyenlerin kendilerini konumlandırdıkları bir “bağımsız politik-kültürel alan” yaratılmış olmakta ve bu alan zaman içinde siyasetin çeşitli noktalarda kendi “alan”larıyla çakışması sonucu politik bir tutum alır. Fakat toplumsal çelişkileri kültürel alana hapseden bir yönelim (liberal-muhafazakâr ittifak ve onun eski solcu neferleri bu yönelimin en ateşli lafazanlığını yapmaktadırlar), kati ve dışlayıcı dinamikleri yüzünden yukarıda belirtilen anlamda bir politizasyona yol açmaz; aksine çelişkilerin mücadele alanında belki daha ateşli tartışmalar yaşansa da, bütünlüklü bir sistem eleştirisi noktasında depolitizasyonu hiç olmadığı kadar geniş kitlelere yayar. İşte bu nedenle de, tarihin ve sınıf mücadelelerinin bittiği, bunun yerine değiştirilmesi daha kolay olan toplumsal kimlik-kültür sorunlarına eğilmek gerektiği, sosyalizmin yaşama ve üretim ideallerinin pratikte soğurulup daha düşük yoğunluklu bir demokrasi anlayışıyla sivil toplum taraftarlığına indirgendiği bir “sol liberal” yönelimin kabul edilmesi mümkün değildir.
116
YENİDEN DEVRİM / 8
Bu teze ek olarak, ancak toplumsal çelişkiler kültürel-kimliksel zeminde tanımlandığında bu kaçış alanları mücadele alanlarının etkisi altına giriyor ve aslında bazen tamamen ortadan kaldırılıyor. Ve mücadelenin ana çizgisini oluşturan bütünlüklü söylem eklektik bir hal alıyor. Bu, hem sağ hem sol için bu durumdadır. Özellikle liberal teorinin devletin küçültülmesi vurgusu da işte bu kimlik-kültür siyasetinin “politik alan”ının “kültürel alan”a dönüşmesinin ideolojisi olması nedeniyle, toplumsal uçurumları azaltmak ve demokrasi için egemen iktisadi yönelime, yani burjuvaziye bel bağlıyor. Ancak liberallerin göremedikleri kendiyle çelişme hallerinden biri de, iktisadi olarak “refah” ve “gelişim”i sözde tüm toplumun çıkarına seferber etmek iken, bunları gerçekleştirmek için izlediği yolda birincil belirleyen güç olarak dayandığı kesimin aslında yaşanılan çöküş, sömürü, dışlanma ve huzursuzluğun ana nedeni olduğunun kavranamamasıdır. Buradan anlaşılan, liberal yönelim, demokrasiyi kitlelerin bağlamından çok sermayenin tahakküm bağlamına geçirmektedir. Ve aslında egemen neoliberal siyasette, çok küçük bir azınlığın “refah”ının ve “gelişim”inin yolu geniş halk kitlelerinin mutsuzluğu ve sömürüsünden geçmektedir. Asıl yapılması gereken, düşünüş ve karar verme mekanizmalarını merkezi otoriteden bağımsızlaştıran bir anlayışın, “kendi için, başkaları için ve daha da önemlisi ortaklaşa bir biçimde” karar alabilmesidir. Karar verebilmek, politik bir varlık olarak insanın en temel özelliklerinden biri olmalıdır ki birey kendisini toplumsal alan içinde bir yere yerleştirebilsin. Küreselleşme çağında devlet egemenliğinin liberal/muhafazakâr bir anlayışla zahiri bir “paylaşıma” gitmesi, toplum nezdinde “demokrasi” yanılsaması olarak kendini bulabilir - ki son yıllarda Türkiye´de yaşadığımız da budur. Biliyoruz ki liberal eğilimin bireye yaptığı vurgunun hegemonyaya yansıması, sistemin tek tek bireyler üzerinden bir ayrım politikası uygulamasıdır. Bu, aynı zamanda cemaatler olarak örgütlenen toplumlarda kitlelerin dışlanmasını da beraberinde getirmektedir. Esasen, liberal vurgunun aksine ama onun ilgilendiği birey alanında, bireysel özgürleşme ve insanın yabancılaşmasının önlenmesi, iktidarın dönüşümünü sağlamak acısından bir sol seçenek olabilir.
Romantik bir cemaat kültürü
20.yüzyılın toplumları bireycilik ve cemaat kültürü üzerine kurulmuştur. Sanayi kapitalizminin toplumu denetleme gücünün ışığındaki modern şehir, “kalıcı yükümlülüklerden, geleneksel bağlardan kurtulma gayreti içindeki insanın sığınağı olmuş olsa da, özgürlüklerinin bedelini yalnızlıkla
KÜLTÜR, KİMLİK VE DEMOKRASİ: SINIFLI YERİNDEN LÜTFEN!
117
ödeyen insan için modern şehrin kamusal alanı, kişi dışı ve samimi olmayan bir ortamdı ve artık kendi deneyimleri, benliği ve yaradılışı onun için özel bir ilgi alanı halini alıyordu”. Bugünün kimlik siyaseti, içine Kürt siyasi hareketin, İslam, liberal muhafazakârlık ve bazı sol eğilimlerin de konabileceği, bu romantik ideal üzerine kurulmuştur. Bu toplumsal kültür dengesinin bozulmasının bir uzantısı olarak da “yıkıcı cemaat, ayrımcılığa ve kamusal alandaki renkliliğin yok edilmesine karşı kollektif bir eyleme geçişi amaçlamadığı gibi, yerel ya da farklı olanın manevi olarak kutsal sayılması gerektiği inancına sarılmaktadır”. Bu noktada, solun yeni bir yaşam sloganı çok yakıcı bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır. Ama bu yeni yaşamı yaratacak insanlar da eski yaşamın taşıyıcısıdırlar. Materyalist açıdan bu bir paradoks gibi görünür; fakat aslında değişimin temel dinamiğini ussal, kendinde ve kendi için bir iktidar mekanizmasının buyruğuna değil (bu sol da olabilir, proletarya diktatörlüğü mesela); kendi güçlü kollarının edimselliğine hapseden bir toplumsal yapılanmaya işaret eder. Cemaat kültürü, kollektif bir kültürdür ve kişilerin kendini ifade etmesini sağlar, ancak, kendilerini özgürleştirme pratiklerini gerçekleştirmeleri için bu cemaat yapısı içindeki imkânlar çok sınırlıdır. Bir cemaat toplumu yapısından kurtulup; ama merkezi otoritenin kapsayıcılığına ve tahakkümüne ya da liberal-muhafazakâr “başarı”nın çekiciliğine de düşmeden, ilişkilerimizin sınırlarını olabildiğince genişletmek ve yeni özgürleşme pratikleri gerçekleştirmek sol açısından yakıcı bir gerekliliktir. Cemaatin korunması amacı, cemaatin dönüştürülmesi ve hümanizm amacının önüne geçtiği oranda, toplumsal yabancılaşma ve kamusal alanın muhafazakâr doğrultuda biçim değiştirmesi başlar. Neoliberalizmin ve küreselleşmenin (ve şu sıralar yaşadığımız gibi liberal lafazanların bağırışları yoluyla), ortak aklın yaratılabileceği etkileşme mekanizmalarını ortadan kaldırması (kamusal alanın tanımının ve işlevinin azaltılması, içinin boşaltılması, etik değerlerin yok edilmesi, tahrif, iftira, demagoji vs) sonucunda toplumsal kimlikler ve bireyler bencilleşmeye, rekabete, tahammülsüzleşmeye doğru itilmektedir. Bu karmaşık yapılanma içinde toplumsal manevi üretim süreçlerinin yeniden yaratılması zorunludur. Ama sağ ve solun bunu yaparken yönelimlerinin genelde popülist olması, muhafazakâr söylemlere bir kimliksel avantaj sağlar. Solun, kendine yaşam alanı bulabilmesi için bu cemaat sisteminin toptan bir reddi gerekir. Sağ politikalar, cemaatlerin tekil çıkarlarını korumak ana teması içerisinde toplumsal gruplar arası denge siyaseti yürüttüğü oranda başarılı olur ve kabul görür. Fakat sol ise bunun aksine, bu toplumsal kategorileri değiştirme
118
YENİDEN DEVRİM / 8
amacına yönelik eylemler, söylemler ve pratikler geliştirmelidir.
Sonuç Yerine
Bu koşullar içinde, her ne şekilde olursa olsun, dışlanma ve tahakküm ilişkilerine karşı durulmalıdır (azınlıkların milliyetçiler tarafından, türbanlıların statükocular tarafından, solcuların liberaller tarafından, Kürtlerin otorite tarafından vs.). Ancak bunu yaparken, temel dayanak noktası kapitalizm karşıtlığı olmalıdır ve her ilişkinin özgürleşmesi için gerekli sosyal iletişim dinamiklerine ket vuran herhangi bir yönelim de mahkûm edilmelidir. Her ne kadar yeniçağın hegemonik gruplarının oluşmasında en etkili belirleyenlerden biri kimlikler ve bu kimliklerin cemaat ilişkileri etrafında örgütlenmeleri, kümelenmeleri ve bir siyasi güç haline gelebilmeleri olsa da; her cemaat ya da grubun başat güç haline gelememesinin ana nedeni, neoliberal ekonomi politikalarına yeteri kadar eklemlenmiş olmamasındandır. Kimlik ve kültür, kontrol edilmesi daha kolay bir politik alan oluşturduğu için sivil toplum yönelimlerinde en tercih edilen ilişki biçimidir (cemaatçilik). Bu aşamada, türbanın ya da laikliğin bir özgürleşme sorunu olmalarının yanında, indirgemeci bir anlayışla ele alındıklarında eşitsizlik düzeninin içselleşmesinden başka bir işe yaramadıkları görülecektir. Bu nedenle de bütünlüklü bir devrimci duruşun ekseninden çıkan herhangi bir demokrasi vurgusuna şüpheyle yaklaşmak gerekmektedir. Nitekim liberallerin türban ve din konusundaki görüşleri, işte bu toplumsal dönüşümle alakalıdır ve neoliberalizmin uşaklığını yapmaktan başka bir şey değildir. Tarihin vicdanı ezilenlerin yanında yer almaksa, toplumsal bir temsil krizinin yarattığı suni egemenlik yarışının oligarşik yapısı görülmeden, gerçek bir „halkın egemenliği“ kurulamaz. Çoğunluğun tiranlığı tehlikesi belki de Türkiye tarihinde hiç olmadığı kadar gerçek ve çoğulculuk çoğunlukçuluğa kurban edildiğinde bu olgu büyüyerek tüm alanları daha fazla saracaktır. Bugünkü soru aslında şudur: tarihsel atılım, ilerleme aşamalarından biri bugünkü neoliberal siyaset-iktisat-sosyoloji dinamikleri içinde liberal demokrasi midir? Elbette, liberallerin ve onların yarattıkları cazibeye kapılan solcuların, kendilerinden önceki toplumsal tahakkümün fiili kurumlarını daha geniş kitlelerin çıkarı için değiştirmek istedikleri (en azından söylemlerini bunun üzerine kurdukları) doğrudur. Ancak, tarihe bakış noktasını yaratan duruş, sadece pratiklerden ibaret değildir. Yani sadece değişim isteği, liberallerle sosyalistleri bir araya getiremez. Ana nokta ne için
KÜLTÜR, KİMLİK VE DEMOKRASİ: SINIFLI YERİNDEN LÜTFEN!
119
değişim ve ne pahasına değişimdir. Bu asla klasik bir Ortodoks sol bakış açısıyla karıştırılmamalıdır. Zira değişimin kendisi verili olarak iyi değildir. Değişimin yönü ve sonuçlarının kitlesel yararı herhangi bir değişimin sosyalistler, devrimciler açısından desteklenebilirliğini belirler. Çok yazılıp çizildiği için bu konuya değinilmeyecek; ama Ergenekon sürecinde sola yapılan eleştirilerin aymazlığı tam da bu diyalektik durusu anlayamamaktan kaynaklanıyor. Bir değişimin ana karakterinin genel faydaya hizmet etmesi yalnız ve yalnız kendi gücüne dayanarak ve alttan gelen dalgayı değişimin ruhuna yansıtarak gerçekleştirilebilir. Yoksa başkasının ya da başka ideolojilerin günlük popülerliğine dayanarak paratizik bir demokrasi havariliğinin ipliği belki bugün değil; ama çok yakında pazara çıkacaktır. Elbette bu sözler hep “sol liberaller” içindir. Yoksa Marksizm, kendi bilimselliği ve diyalektiği içinde “zat-i şahane” liberal ideolojileri çoktan mahkûm etmiştir, hem de yaşamın akışında açlık, yoksulluk, bencilleşme, kültürsüzleşme, yabancılaşma ve istismarın gittikçe arttığı her gün yeniden ve yeniden kanıtlanan bir ebediyet içinde. Velhasıl kelam, belki de ne desek boş! Devletin sınıfsal karakterini es geçerek, demokrasinin ve gelişimin önündeki engelin devletin kendisi olduğunu öne süren liberal görüşe ve onun sözcülerine, neoliberalizm çağında burjuvazinin ve emperyalizmin devletin içsel bir dinamiği olduğundan; burjuvatik siyasal ve hukuki eşitliğin kendiliğinden ekonomik ve sosyal bir eşitliği de beraberinde getirmediğinden, bunun da oldukça sınırlı bir demokrasi alanı yaratmış olduğundan; devletin “”hegemonya” kavramının altında aslında sistemin geleceği için ve sermayenin bekası için gerektiğinde liberal görüşün mahkûm ettiği faşizan-baskıcı unsurların her daim – liberal bir devlet olsa bile – var olduğundan; işte tüm bunlar nedeniyle günümüzde herhangi bir demokrasi mücadelesinin burjuvazi ile beraber değil burjuvaziye karşı verilmesi gerektiğinden; tüm bir sistemin radikal anlamda değişmesi anlamına gelen bir devrimin programının değiştirilecek sistemin teorik analizinin yanı sıra bir devrim stratejisi ve yeni sistemle ilgili vizyon gerektirmesine rağmen burjuvazinin bu misyonu üstlenecek yönelimlere sahip olmadığından bahsetsek, onun da ötesine geçip teorik bağlarıyla bunu kanıtlasak acaba bir faydası olur mu yoksa yine biz faşist ve darbeci mi oluruz? Ya da temsili demokrasinin, bir zümrenin iktidarı diğerleri üzerinde uygulamaya çalışması ile üzerinde iktidarın uygulandığı kitlenin bu durumdan kaçmaya çalışması arasındaki gerilimli mücadelede ortaya çıkan bir ilişki biçimi olmasından dolayı, genel çıkarın önüne geçen bir kişisel çıkar durumunun söz konusu olduğunu ve bunun
120
YENİDEN DEVRİM / 8
da yaşamanın istismarına yol açtığını; yani siyasi mücadelenin sırf bürokrasinin etkisizleştirilmesi ya da devletin küçültülmesine indirgenmesinin bırakın Marksizm’in çerçevesini çizdiği toplumsal çelişkileri, liberalizmin kendi temellerinde belirtilen bu politik-sosyal uyuşmazlık dinamiklerini çözmeye bile katkısının olamayacağını söylesek... Son olarak, Latin Amerika´nın en önemli Marksist düşünürlerinden biri olan Jose Carlos Mariategui´nin 1 Mayıs 1924´te devrimci bir yönelimin ana pratikleriyle ilgili bir yazısında söylediklerine bir daha kulak vermek, solun kitleselleşme sürecini yaratması için ve gelecek açısından kayda değerdir: “Bir birlik cephesi kurmak, somut bir sorunda, acil bir durumda bir dayanışma tavrı almak demektir. Bu, herkesin bağlı olduğu öğretiyi terk etmesi demek değildir. (...) muazzam büyüklükteki gönüllüler ordusunda eğilimlerin ve ideolojik yönelimlerin çokluğu kaçınılmazdır. (...) gerekli olan, bu eğilimlerin günümüzün somut gerçeklikleriyle ilgili olarak anlaşmalarıdır; (...) silahlarını birbirlerini vurmak için değil; tersine, toplumsal düzene, onun kurumlarına, adaletsizlik ve suçlarına karşı kullanmalarıdır”. Çünkü biliyoruz ki, ideoloji dediğimiz şey, bireylerin varoluş koşulları ile aralarındaki hayali ilişkilerin politik bir tasarımıdır.
SOSYALİST SOLUN YENİDEN YAPILANMASI VE SOLDA ESKİ/YENİ BİR PARADİGMA OLUŞUMU ÜZERİNE İlhami Kamil TURAN
2001 yılında ÖDP içi tartışmalar biçimsel olarak iki özel sayı ile ÖDP Bülteni Dayanışma’ya taşınmıştı. Bu nedenle kaleme aldığım “ÖDP–Sol ve Türkiye İçin Gerekli Bir Durum Tespiti” başlıklı yazı, Dayanışma’nın Haziran 2001’deki “Üyelerden Üyelere–2/Tartışma Sürüyor” kapaklı 14. sayısında yayınlanmıştı. Yazının ilk üç paragrafı şöyleydi: “ÖDP’deki sorun kimine göre SEP, kimine göre ÖSP, kimilerine göre de gruplar sorunudur vb. Bize göre ise sorun, merkezinde ÖDP’nin bulunduğu sosyalist hareketin genel tıkanıklığının ÖDP nezdindeki birikmiş somutluğudur. (...) Genel bağlamda, görüyoruz ki, sosyalist hareket, özelleştirme uygulamalarından 18 Nisan seçimlerine, Kürt sorununa, şeriatçı dalgaya, 28 Şubat’a, F Tipi Cezaevlerine, yaşanan ekonomik-siyasal krizlere dek bu düzene karşı etkin bir parametre olamamıştır. Şimdi, açıkça kabul etmek gerekir ki, SİP, EMEP ve başkaları siyasetin toplumsal formasyonun bütününe hitap ve yönelim olduğunu anlamayarak, sınıfsallıktan kopuk bir “öncülük” ve “sınıf ”a ilişkin iddialarıyla baş başa kalmışlardır. Yine açıkça kabul etmek gerekir ki, ÖDP toplumsal formasyonun bütününe
122
YENİDEN DEVRİM / 8
hitap ve yönelim konusunda bu partiler vb. çevrelerden daha becerikli çıkmış, ancak bu hitap ve yönelimine sosyalist çerçevede sınıfsal bir karakter ve eksen kazandırmayarak, üstelik bunu tercih ederek, Türkiye’nin somut gerçeklikleri karşısında zayıf ve yorgun düşmüştür. Sözü edilen bu partilerin iç sorunlarının ortaya çıkışı da esasen sol içinde tekleşmeye yönelik öngörülerinin dolayımları üzerinden ortaya çıkmış ve en sonu, son ayların bütün önemli olay ve gelişmeleri karşısında göreli olarak aynı hizayı paylaşmışlardır. Özel olarak ÖDP’ye bakarsak “ÖDP projesi”nin yenilgisinin, bütün platformların içinden (henüz zayıf bir şekilde olsa da) kabul edilmeye başlandığını görüyoruz. Kuşkusuz herkes, bu durumu farklı gerekçelendirebilir, ancak köktenci bir saptama ile şunları görmeliyiz: 1) Gevşek parti anlayışı yanlışlanmıştır. 2) Çoğulculuğun yanlış yorumlanışı, gerek verili parti hukukunu ihlal ve gerekse çoğunluk olma ve yönetim yetkilerinin kullanılış biçimleri itibarıyla yanlışlanmıştır. 3) Toplumsal sınıflar ve bunların hareketleri ile bire bir sınıfsal tekabüliyeti olmayan toplumsal alt sorun ve hareketleri eşdeğer olarak görme anlayışı yanlışlanmıştır. 4) Reel sosyalizmin yanlışlarını görmenin ve bu yanlışların karşılığı olan “doğrular”ın, dolayısıyla geçmişten mutlak kopuşlar yaşamanın bu düzene karşı mücadelede en önemli ön açıcı rol oynayacağı yaklaşımı yanlışlanmıştır. 5) Düzene karşı mücadelenin demokrasi/demokratikleşme, en fazla da emeğin öz savunusu düzeyleriyle sınırlanması gerektiği, bugün için iktidar hedefine gerek olmadığı görüşü yanlışlanmıştır. 6) Küreselleşme süreçlerinin mutlak belirleyici olduğu, ulusal ve aynı anlamda telakki edilen sosyalist çıkışların nafile çabalar olduğu/olacağı yaklaşımı yanlışlanmıştır. Yine Ocak 2001’de, içinde yer aldığım Sosyalist Politika grubunun yayınladığı Partili adlı bültende yayınlanan “ÖDP’de Mevcut Durum” başlıklı yazıda şunları söylemiştim: “(...) Mevcut durumun karakteristiğini ÖDP’nin ne olacağından daha geniş bir alanda tanımlamak daha doğru olacaktır. Yukarıda sıralanan ÖDP’nin kuruluş öncülleri ve dört kritik olay yalnızca ÖDP ile sınırlı olgular değildir. Söz konusu kuruluş öncülleri, yandaşları ve karşıtlarınca sosyalist solun bir çözülüş ve sarsılma dönemiyle ilgili olgular olarak değerlendirilmelidir. Öte yandan bizce örneğin; EMEP-SİP ya da açık partili mücadeleye ikna olmuş veya en azından karşıya almamış/almayacak olan başka çevrelerin bazı öncüllerinin de ciddi olarak sorgulandığı, irdelenmesi gerektiği bir döneme girmiş bulunuyoruz. Bizce, hiç kimse “rahat” değildir ve olmamalıdır. ÖDP’nin bazı sorunları kendine özgüdür,
SOSYALİST SOLUN YENİDEN YAPILANMASI
123
diğerlerinin de; buna kabul, ama bazı ve en temel sorunlar vardır ki, en ilgisiz gibi görünen öbeği de ilgilendiren ve kapsayan bir sorundur. Gerek bu genel bağlam içinde ve gerekse ÖDP bağlamı içinde söylenmelidir ki, bugün sosyalist sol yeni bir dönemin eşiğindedir. Bu dönemi karakterize en önemli özellik, bir geçiş dönemi olmasıdır. 12 Eylül’ün sola indirdiği darbeler ile sosyalist ülkelerin çözülüşü, solda birebir savunmacı ve inkarcı kollar yarattı. Ancak bu kolların doğrusal gelişimi ve baskın olmaları hali yaşanmadı. Çünkü sol, parçalılığı ve özgün duyarlılıklarıyla değil, emekçi sınıfların duyarlılıklarının merkez-inde olduğu, toplumu kapsayan ve toplumca kapsanan egemen temalarla birlikte etkin şekilde vücut bulur. Geçtiğimiz dönemde ÖDP dahil buna uygun bir sol/sosyalist odak oluşmadı, oluşamadı. Bugünkü ÖDP ya da diğer parti ve oluşumların, daha olumsuz ve dağınık parçalılıkların mevcut tabloyu aşamayacağı iki artı iki eşittir dört kadar açıktır. Bu durumda ÖDP ve sosyalist solun önünde başlıca iki seçenek bulunmaktadır. Ya ÖDP sosyalist sol tarafından kolektivize edilecek ve ÖDP bugünkü bileşimiyle bir süreç içinde buna ilişkin yapıcı bir tarzda konumlanacak, öncülük edecek ya da ÖSP ve diğer sosyalist partiler dahil herkes ÖDP’den daha geride bir konumdan yeni ve saygın bir “yeniden kuruluş” çabasına girişecek. Kendi içinde kartların açıldığı bir dönemin ÖDP’si ve sosyalist solu artık eski ÖDP ya da sol değildir, olmayacaktır ve belirli bir soğukluk/ soğukkanlılık içinde söylemek gerekirse kesinlikle eskisi gibi olmamalıdır. Bu arada şunu özellikle belirtmeliyim: 1980 ve özellikle 1990 sonrası Türkiye ve dünyada yaşanan ciddi gelişmeler, Türkiye solunun marksizm, sosyalist ideoloji, devrimci/sosyalist siyaset, iktidar sorunu ve örgüt/parti konularına ilişkin birbirinden farklı paradigmalarını alt üst etmiş ve bu nedenle sosyalist solun ayağa kalkmaya çalıştığı 1986/1990 sonrasında yeni paradigma/lar oluşturmada özel gecikmeler yaşanmıştır. Sosyalist solun yeniden yapılanmasında yaşanan sorun ve gecikmeler esasen bu temel nedenden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle ÖDP’nin ayrılıkların ardından önemli bir açılım yapamamış olmasını; SİP’in TKP adını alma ve “Yurtsever Cephe” açılımlarının kendi açısından da yetmediğini ve “ulusalcı” kesime riskli bir şekilde yaklaşıp son aylarda bu konumdan geri çekildiğini; EMEP’in bir ara türban konusuna ılımlı yaklaşımı ve güncel siyasette Kürt hareketine yakınlaşması ve aynı şekilde ÖDP içi platformlardan SEP’in SDP veya SP’sinin izlediği çizginin de eklemlenme dışında özel sonuçlar yaratmadığını; SEH’in ÖDP’nin “kuruluş öncülleri”ni tekrar ettiğini; Sosyalist Politika’nın ÖDP’deki so-
124
YENİDEN DEVRİM / 8
run ve tıkanıklıkları tespitin ardından “kitlesel sosyalist parti” oluşumu iddiasıyla ÖDP’den ayrılıp kısa bir süre sonra TKP’ye katılmasını belirtmek gerek. 2001 sonrasında sosyalist partilerin bazı zayıf açılımları bir yana genel olarak bir tutunma ve örgütlülükleri koruyup geliştirme durumu içinde olduklarını, herkesin kendi özgürlüğü içinde sosyalist harekette “tekleşme” iddiasını zorladığını ancak bundan (doğal ki) sonuç alınamadığını söylemek olanaklıdır. Bu arada son yıllarda, ÖDP içinde, ÖDP’den ayrılan birçok sosyalistin savunduğu bazı tezleri içerir bir şekilde önemli tartışmaların yaşandığı bilinmektedir. Bu noktada ben, kendi adıma, parti içindeki tartışmaların içerdiği önemli konu başlıkları ve savunulan tezler itibarıyla, ÖDP’den ayrılmamızın yanlış olduğunu ama yaşamın veya tarihin “keşke”lerle ve bu tür geçmişe geri dönmelerle anlamlanmadığını belirtmek istiyorum. Artık söz konusu olan bugündür.
Sürekli kriz durumu
Yakın geçmişi anımsamayı burada keserek yeni bir duruma işaret etmek gerek. 2001 yılı Türkiye için bir kriz yılı idi ve “esnaf ” sokağa dökülmüştü. ÖDP içinde kimi sosyalistler o krizi haklı olarak Türkiye’nin son 50 yılda yüz yüze kaldığı en önemli kriz olarak da adlandırmıştı ve açıkçası sosyalist sol onu karşılamaya hazır değildi, yalnızca çözümleme girişimlerinde bulunabilirdi. Krize karşı esnaf tepkisinin dışında ciddi bir tepki oluşmadığı hafızalardadır. 2008’in son çeyreğinde de kriz vardır; ancak bu kez Türkiye’deki içsel ve yapısal kriz ögelerini çok belirtik kılacak bir şekilde, onun üstüne gelen, dünya çapındaki bir kriz ve onun çok sarsıcı olacak yansımaları yaşanacaktır. Bu ne 2008’in son çeyreği ile ne de bir yıl ile sınırlı bir krizdir. Söz konusu olan Türkiye ekonomisi, siyaseti ve toplumsal iklimini çok boyutlu olarak sarsıp otoriter siyasal süreçleri besleyecek yeni bir sürekli kriz durumudur.
Kriz koşulları, devrimci yeniden yapılanma zorunluluğu ve özgünlüğü
Sosyalist solun bu koşullarda belirli bir teorik, ideolojik, siyasal netlik, örgütsel sıçrama ve devrimci bir yeniden yapılanma dışındaki afaki durum, söylem ve açılımlarla idare etme ve tutunma koşulu bulunmamaktadır. ÖDP içinde yaşanan tartışmaların ve Türkiye solunun gereksindiği yeni
SOSYALİST SOLUN YENİDEN YAPILANMASI
125
açılımların neredeyse yarım yüzyıldır etkisinde kalınan ve yalnızca ÖDP ile sınırlı olmayan sivil toplumcu, yeni sol, post modernist ve liberal sağ etkilerden arınmada turnusol işlevi göreceği açıktır. Önce TBKP, SBP, sonra BSP ve ÖDP bu etkilere en açık partiler oldular. Ancak Lenin’in “her aşırı sol özünde koyu bir sağdır” yaklaşımını doğrularcasına bu partiler dışındaki pek çok “sıkı” sosyalist çevrenin örneğin post modernizm ile yöntemsel ortaklıklar yaşadığı da açıktır. Bu etkilerden arınma ve solun yeniden yapılanması bağlamında daha önemli olan bir faktör ise ÖDP’deki olumlu veya olumsuz bir değişimin başka herhangi bir sosyalist parti veya öbekteki benzer bir değişime göre Türkiye soluna yansıma ve etkilerinin daha büyük olacağıdır. Bu, siyasete ilişkin en önemli konulardan biri olan ölçek sorunu itibarıyla böyledir. En dar haliyle bile ÖDP, geniş ölçek etkisi avantajına en çok sahip partidir. Bugünkü sosyalist hareketin yeniden yapılanmasının özgünlüğü bugün geçmişe göre daha fazla kendi sınırları, kendi nesnel ve öznel koşulları içinde yapılanacak olmasındandır. Sosyalist hareketin 1960’lı yıllardaki oluşumunda, 1960’ların kalkınma paradigmaları, parlamenter demokrasi ve siyasal temsil olanakları, dönemin toplumsal atmosferi ve 1965 sonrası gerici AP iktidarlarının uygulamalarına TİP havuzundan karşı çıkış, TİP ile birlikte güçlenme ve TİP kaldıracından hareketle ayrı uçlarının belirli bir gelişim gösterebilmiş olması gibi faktörler bulunmaktadır. İlginç örnekler vardır. 1963’te Aybar, 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin de etkisiyle, “Bugün Türkiye’de yeni bir akım vardır. Atatürkçü, toplumcu bir akım” diyerek TİP’i işaret ediyordu. 1962’lerde kurulmaya çalışılan liberal bir partinin yöneticisi, “toplumculuk”tan söz edebiliyordu. 1959’ların gençlik hareketleri, 1960–65 arasının gençlik hareketlerinin Atatürkçü, milliyetçi ve sosyalizan etkilere açıklıkları, Kıbrıs sorunundan hareketle ünlü Johnson mektubunun etkileri ve İnönü’nün sözleri, 1965’te TİP’in 15 kişi ile parlamentoya girmesi, 1961 Anayasasının AP iktidarları tarafından değiştirilmek istenmesi, TRT ve üniversitelerin özerkliğinin kaldırılmaya çalışılması, yabancı sermaye ve petrol yasaları, sosyalizm ile Devrim/Yön hareketi gibi kalkınmacı, sol kemalist, ulusalcı bir çizgiyi ve hatta “ortanın solu”nu gerilimli bir etkileşime açık kılabiliyordu. Öyle ki, 1970 yılı hem bazı sosyalistlerin “Bağımsızlık ve Mustafa Kemal” yürüyüşünü örgütledikleri ve diğer yanda marksizm içi tartışmalar yürüttükleri, hem astsubay eşlerinin astsubayların özlük hakları için yürüdükleri, hem de işçilerin 15– 16 Haziran “kalkışması”nda bulundukları bir yıldı. Bu tamamen sola uç veren toplumsal atmosfer içinde TİP’ten ve MDD hareketinden kopan
YENİDEN DEVRİM / 8
126
aktivist ve radikal örgütlenmeler de boy vermiş, 1971 yenilgisine karşın önceki dönemin etki birikimi ve direnme/mücadele motivasyonları 1974– 1978 arası özel gelişimlerini sürdürebilmişlerdi. Bugün ise 1978–80 özgün tıkanıklığı, 1980 sonrası bütün olumsuz etkiler, kalkınma paradigması yoksunluğu ve solun toplum nezdindeki zayıflığı eşliğinde bir yeniden yapılanma söz konusudur. Bugün sosyalist hareket, kendi sağında sosyal ekonomik temalara değinmeyen bir “sosyal demokrat” hareketin daralmasının da yüklerini üzerinde taşımaktadır. Ama her şeye karşın özelleştirmelerin, yer altı yer üstü zenginliklerinin sermaye ve emperyalizm lehine talanının ve kapitalizmin uluslararası krizinin sola sunduğu ideolojik üstünlük avantajları vardır. Reel sosyalizm ve kamuculuğun eleştirisinin uç noktalara varmasının sonuçları bir ara, örneğin özelleştirmelere ilişkin, yeni sağın liberal etkileri altındaki bazı sosyalistler tarafından “özerkleştirme, genelleştirme” gibi söylemlere varabiliyordu. Bugün böyle bir uçukluğu kim savunur? Kısacası bugünkü devrimci yeniden yapılanmanın özgünlüğü 1960 ve 1970’lerden farklı olacaktır. Parlamenter temsil kanal ve olanaklarının zayıflığı, sermaye birikimine bağlı olarak “planlama, sanayileşme, kalkınma” paradigması ile sosyal devlet yaklaşımının bulunmaması, sol kemalizmin en fazla birkaç kişi ile sınırlanması, Kürt sorununun da etkisiyle Atatürkçü dalganın konjonktürel olarak daha çok sağa ve faşizan ulusalcılığa uç vermesi gibi olgular, sosyalist hareketin bugün kendini en başından çok daha bağımsız bir tarzda kurgulamasını gerektirmektedir.
Kitleselleşme gerekliliği
ve
toplumsallaşmada
sınıfsal
dolayım
Yukarıdaki olgu ve süreçler yanında ,12 Eylül’ün sola yönelik şiddeti ve sosyalizmin çözülüşünün ideolojik etkileri ile emekçi kitleler liberal ideoloji ile bütün sağcı ideolojik motifler ve Kürt sorunun milliyetçileştirici etkilerinin harmanlanması sonucunda epeyce sağcılaşmış bulunmaktadırlar. Bu durum en güçlü sosyalist propagandanın bile solun kitleselleşmesi ve toplumsallaşmasının önünde önemli engeller oluşturmuştur. Yine bu durum, solun kitleselleşmesinin tek yolunun ülkedeki kriz, kalkınma, sanayi, enerji, ulaşım, eğitim, sağlık gibi alanlarda netlikle tanımlanacak kamucu, toplumcu yaklaşım gibi genel temalarda ve nihayet Kürt sorununda demokrat ve özgürlükçü yaklaşımı aşan, net sınıfsal zemin ve net sınıfsal dolayımlara yönelmesini gerektirmektedir.
SOSYALİST SOLUN YENİDEN YAPILANMASI
Devrimci yeniden yapılanmanın çok özneliliği
127
1920’leri saymazsak, 1965–1980 arası solun kuruluş ve gelişiminde ülke içindeki yukarıda sayılan özgün ideolojik, ekonomik, siyasi koşullarla birlikte damgasını vuran bir faktör daha vardı. Bunu Türkiye solunun dünya soluna açıklığı ve bu etkilerle birlikte yapılanması olarak özetlemek olanaklı. Açarsak, Sovyetler Birliği, Çin, Küba, Arnavutluk, Kore, Vietnam, Yugoslavya gibi sosyalist ülkeler arasındaki ayrımlar ile Bernstein, Kautsky, Lenin, Luksemburg, Troçki ve Stalin arasındaki tartışmalar ile Mao, Enver Hoca, Tito, Fidel, Che, Ho Chi Minh gibi liderlerin yaklaşımları ile Latin Amerika gerilla hareketleri, ulusal kurtuluş hareketleri ve “Avrupa komünizmi”nin Türkiye soluna doğrudan ve dolaylı yansımaları söz konusu idi. Bunlar Türkiye solu üzerindeki doğrudan reel sosyalist etkiler alanını oluşturuyordu. Bugün solun belli başlı öznelerinin bu tartışmalardaki bazı temel yönelimlerden tamamen bağımsız bir aranış içinde olabileceği düşünülemez. Diğer yandan etkileri 1980 sonrasında artan Gramschi, Althusser, Lukacs gibi Batı marksizmi aydınları ve post modernizmin kök bulduğu Frankfurt Okulu ve yeni toplumsal hareketler, sivil toplumculuk, yeni sol, radikal demokrasicilik ve yeni sağ gibi farklı ideolojik etkilenme kaynaklarının bulunması da ayrı bir konudur. 1980 öncesinde pek görülmeyen ya da başat eğilimler olmayan işçicilik, doğrudan demokrasicilik, sendikalizm, yerelcilik, sivil toplumculuk, anarşizan özgürlükçülük ve Kürt sorunundan hareketle uç veren demokratizm de söz konusudur. Bunların hemen hepsi, yeni sağ liberal söylemlerle, dinci hareket, Kürt sorunu, ve emek eksenli sorunları salt özgürlük, etnisite ve kimlik düzeyinde ele alan ademi merkeziyetçi bir formda buluşabilmektedir. Bütün bunlar bir yana, eğer rüya görmüyorsak, bugün sosyalist sol, bütün bu etkileri dünya ve Türkiye’nin sınıfsal gerçeklerinden hareketle sınıfsal bir zemin ve sosyalist/devrimci bir eksende durulaştırabilecek, bir adım ötesinde ayrım ve etkileşimlerini siyasal zeminde kurabilecek bir yeterlilik ve nesnel/öznel koşullar bütünlüğüne koşullara sahiptir. Bu avantajlı konum sosyalist solun yeniden kurgulanmasında çok özneliliğin en baştan benimsenmesini gerekli kılmaktadır. Bu kurgu, 28 yıllık yeni liberal uygulamalar ve kapitalizmin uluslararası krizinin sunduğu dezavantaj ve avantajlar eşliğinde gerçekleşebilecek ve geliştirilebilecektir. Sosyalist hareket, eğer kendi içine doğru aşırı öznel yüklenimler yapmazsa veya sistem tarafından kendisine kaldıramayacağı bir zor yüklenimi
128
YENİDEN DEVRİM / 8
yapılmazsa başarabilecektir.
“Olmazsa olmaz”lar
Yeni dönemde Türkiye sosyalist hareketinin “olmazsa olmaz”larını da sıralamak gerek. Mücadele ölçeği: Ölçek Türkiye, bir diğer tabirle “ulus devlet”tir. Ulus devlet, ulusal sorunların bulunduğu ülkelerde özgün anlamını yitirir ve uluslaşma süreci baskın çıkan kurucu ulus milliyetçiliğinin benimsenmesini gerektirmez. Bu ölçek, “küreselleşmenin kaçınılmazlığı” ve dolayısıyla “küresel saldırıya karşı küresel direniş” gibi siyasal mücadeleyi dünya geneline yayarak belirli bir ülke içindeki devrim/iktidar mücadelesini dışlayan yaklaşımdan farklı olarak, yaşanılan ülkedeki sınıf mücadelesini temel almayı, mevcut sınırlar ölçeğindeki devrimci mücadeleyi, sınıf mücadelesinin temel mekanını ifade eder. Yoksa biliriz ki, enternasyonalizm anti kapitalist mücadeleye içkindir ama her şey değildir. Blok, platform, cephe gerekliliği: 1990 sonrası BSP ve ÖDP deneyimleri göstermiştir ki, sosyalist hareket aynı parti çatısı altında olmayı kolay beceremeyecektir. Bunun çeşitli nedenleri vardır ve bazı yakın kesimler için zamanla aşılabilir. Yoksa zaman “tam da devrimci bir ÖDP zamanı”dır. Ama bugün, Türkiye’de sisteme karşı eğer siyasi bir tutum geliştirilecekse, bunun ekseni, çerçevesi belli bir güçbirliğini mutlaka gerektirdiğini herkes bilmektedir. Sosyalist hareket, gerek kendi kadrolarının gerekse hedef kitlesinin bu gereklilik ve arzusunu yerine getirmekle yükümlüdür. Ancak bu oluşumun, belirli bir siyasal programı mutlaka olmalıdır. Örgüt/parti, katılımcılık, demokratik merkeziyetçilik: Örgüt olup partiyi dışlayan, parti olup adam gibi örgüt olmayı dışlayan yaklaşımlardan sola hiçbir yarar gelmediği açıktır. Bu nedenle örgüt/parti kuramı netliği koşuldur. Diğer yandan katılımcılığı dışlayan salt/mutlak merkeziyetçiliğin küçük örgüt ve partiler dışında dünya tarihsel bağlamıyla geleceğinin olmadığı da açıktır. Parti + hareket bağlamı: Parti ama hareket boyutu olmayan parti salt kadro partisine dönüşür. Partinin bir kadro dinamizmine dayanması bir koşuldur ve hareket dinamiğini yaratmaz veya farklı hareket dinamiklerini yaratmayan, içermeyen veya ilişkilenmeyen bir parti de siyasal mücadelede yetmez. Anti emperyalizm, anti kapitalizm, anti faşizm, anti şovenizm, anti gericilik ve dincilik .Bunların hepsinin ayrı ayrı ele alınması gerekir ama aralarında bir ilişki ve bütünlük kurulması gerekir. Yoksa bir yanlış, üç beş
SOSYALİST SOLUN YENİDEN YAPILANMASI
129
doğruyu silebilmektedir. Kamuculuk, toplumculuk, eşitlikçilik, adalet, dayanışma, mücadele, iktidarı hedefleme: Bunların da hepsinin ayrı ayrı ele alınması ve aralarında bir ilişki ve bütünlük kurulması gerekir. Yoksa yine bir yanlış birkaç doğruyu toptan silebilir. Ancak bir nokta özel önem taşımaktadır. Devlet ve topluma ait, iç içe geçmiş, mülkiyetten hizmetlere kadar iktisadi, toplumsal kazanımlara dair bir alan olarak “kamu” ve “kamuculuk”un sosyalizme ait bir geçiş alanı olarak da görülmesi gerekir. Kamu denince yalnızca kapitalist ve “kötü sosyalist devleti” anlayan bir yaklaşımın gelecek ufku olamaz. Siyasallık, toplumsallık, sınıfsallık: Bunlar kadro, kitle, sınıf ve emekçilerin turşusunu kurmamak için gereklidir. Siyaset içinde bulunulan ülkenin toplumsal formasyonuna uygun ve onu zorlayan, onda gedikler açan bir siyasallık ve toplumsallığı gerektirir. Kuşkusuz, her sol siyasallaşma ve toplumsallaşma belirtik sınıfsal eksen ve dolayımları gereksinmez. Ancak neredeyse yarım yüzyıldır bütünü itibarıyla mücadelesinde sınıfsal eksen ve dolayımlarını kuramamış bir solun, yükseliş veya hareketlilik yıllarındaki gibi sınıfsallığa ilişkin savruk yaklaşımlarla kadrolaşıp, kitleselleşebileceği sanılmamalıdır. Kürt sorunu, demokrasi, demokratikleşme, devrim/iktidar bağlamı: Türkiye’de demokrasi ve demokratikleşme gereklilikleri Kürt sorununu içerir şekilde ve ondan göreli olarak bağımsız bir şekilde de mevcuttur. Ancak şu açık ki, her tür anti demokratik iktidar eyleminde Kürt sorunu bir şekilde yer almaktadır. Örneğin; birinci TİP ve daha sonra başka sosyalist partiler de, hiç de Kürt sorununu merkeze koymadıkları halde salt bu konudan dolayı kapatılmıştır. Belirli bir açıklıkla görülmesi gereken bağlam şudur: Marks çok gerçekçi bir şekilde “her demokrasiyi bir sınıf diktatörlüğü her sınıf diktatörlüğünü de bir sınıf demokrasisi” olarak açıklamıştır. Türkiye özgülünde Kürt sorunu demokrasiyi, demokrasinin mevcut durumu Kürt sorununu koşullamaktadır. Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıkar ikilemidir bu. Çıkışsız gibi görünen bu ikilemden; ancak demokratik/sosyalist görevler manzumesi ile çıkılır. Kısacası, Türkiye’de demokrasi sorunu da Kürt sorunu da, bilinçli olarak kullanalım, reformist/iyileştirmeci ve ara uzlaşmalara dayalı “çözüm”ler dışında bir devrim sorununa tekabül etmektedir. Siyasal ve toplumsal kurtuluşun tarihsel kaynaşması: Daha açığı, siyasal devrim ile toplumsal devrimin iç içeliği teorik ve tarihsel bir belirlenim olarak benimsenmeksizin, siyasal devrimin katılaşması ve katılımcılığı
130
YENİDEN DEVRİM / 8
dışlamanın; toplumsal devrimin de sol sivil toplumculuktan başlayıp “hemen şimdici” post modernist anlıkçılığa ve reformist güncelciliğe mahkum olmasının önü alınamaz. Emeğin ve insanların entelektüel potansiyel ve yaratıcılıklarının tarihsel özgürleşmesi: Sol/Sosyalist siyasal mücadelenin ana ve nihai amacı, toplumsal kurtuluştur. Bu amaç, bütün emekçilerin, emeğin, değer üreticilerinin en görkemli özgürleşmelerinde somutlanır. Biz bu anlamda, tarihsel bağlamı içinde özgürlükçüyüzdür. Yabancılaşma ve şeyleşmeye tarihsel karşı çıkış: Tarihsel amaçların gerçekleştirilmesi, önümüzdeki kapitalizm pisliğinin üretim süreçleri ve ideolojik kuşatmalar sonucunda koşullayıp nesneleştirdiği insan ve onun yaratıcı emek ve beynini bugünden başlayarak özgürleştirmek ve siyasallaştırmak gerekmektedir. İnsan, emekçi, sosyalist, devrimci.. Bu tanımların hepsi özneye ilişkindir. Yalnızca kapitalizm değil, egemen ideolojik siyasal formların sosyalist mücadelenin insanını da nesneleştirip şeyleştiren girdilerine karşı, bugün kriz dolayısıyla kitaplarının satışları artan sevgili sakallılarımızın temel tezleri ve tarihsel iddialarımızın güçlü kılınabilmesi için özne teorisi.. Bunların hepsine ilişkin amalar vardır ve bunlar tartışılmalıdır. Ama somut, güncel ve tarihsel uzanımları olan siyaset önceliği ve eşliğinde.
DÜNYA’NIN KIŞI VE 2009’A DOĞRU DEĞİŞİMLER…
Kemal ULUSALER
Yeniden Devrim Dergisi’nin son sayısından bu yana hem dünyada hem de Türkiye’de olayların epey hızlı gelişmiş olduğunu görüyoruz. Gıda ve enerji fiyatlarındaki global artış, ardından yıl başından bu yana kendini hafif hafif gösteren küresel krizin hızla dünyayı sarmalaması, Kafkaslarda yaşananlar, B.Obama’nın seçilmesi. AKP kapatma davasının sonuçlanması, Ergenekon Davası, Deniz Feneri yolsuzluğu, işkence ve şiddetin tırmanması vs... Anımsayacaksınız, geçtiğimiz Ağustos ayında dünya Pekin’deki olimpiyatların açılışına odaklanmış ve dünya ülkelerinin liderleri bir arada iken Gürcistan’da Saakaşvili iktidarının G.Osetya Özerk Bölgesi’ne tankıyla, topuyla girivermişti. Olay bir iç çatışma yada küçük bir bölgesel sorunun oldukça ötesinde idi. Zira hemen akabinde Rusya karşı hamlede bulunmuş, neredeyse Tiflis varoşlarına dayanmıştı. Diğer taraftan Abhazya ve G.Osetya bağımsızlıklarını ilan etmişlerdi. Bu gelişmeler üzerine ABD donanması boğazlardan geçip Karadeniz’de konuşlanmıştı. 12.500 km.2 ‘lik toprağı ve toplam nüfusu ancak 300.000 ‘i bulan Abhazya ve G.Osetya’nın önemi ne idi ki dünyayı yeni büyük bir savaşın eşiğine getirebiliyordu. Büyük bir bölümü zaten Rusya Federasyonu pasa-
132
YENİDEN DEVRİM / 8
portuna sahip olan ve uzunca bir süredir bağımsızlık talebinde bulunan Abhazlar ve G.Osetler için RF himayesinde daha iyi bir yaşam arzusu idi söz konusu olan. Ayrıca G.Osetler K.Osetler ile birleşme arzusunda idiler. Gürcistan ise; toprak bütünlüğünü sağlama çabasının ötesinde ABD ve NATO ile entegrasyon sağlayıp bölgesel bir güç olma çabası içindeydi. ABD içinönem arz eden bölgede kendi dümen suyunda güçlü bir Gürcistan, Kafkas hattında RF’na karşı oluşturulan zincirin bir halkasıdır. Rusya Federasyonu açısından ise; ABD’nin oluşturmak istediği kuşatma zincirinin kırılmasıdır amaçlanan. Ayrıca çevre aktörler de dolaylı yoldan işin içerisinde olup senaryonun bir parçasıdırlar. Bunlar; Türkiye,Azerbaycan, Ermenistan’dır ve elbette ki AB’de olayın bir parçasıdır. Görüleceği üzere, herkes irili ufaklı bir hesap içerisindedir. Ancak gelişmelerin odağında olup yön veren unsur ABD’nin ta kendisidir. Seksenli yıllarda Yeni Dünya Düzeni kurgusu ve kapitalist küreselleşme politikalarının uygulanmaya başlanması, doksanlı yılların hemen başında – yada Thomas Barnet’in ifadesi ile 1973’te - soğuk savaşın sona ermesiyle dünya yeniden şekillendirilmeye çalışılıyor. Bu oyunun değişik versiyonları var. En öne çıkanı da ABD’nin ete-kemiğe büründürmeye çalıştığı versiyon. Kapitalizmin genişleyen bedenine iki kutuplu ve ayrıca bağlantısızları da içinde barındıran yerküre elbisesi giderek dar gelmekte. Elbiseyi değiştirmek, pazarı genişletmek – her şeyden önce önündeki engelleri kaldırmak – olmazsa olmaz konumuna gelmişti. SSCB’nin dağılması ve soğuk savaş döneminin sona ermesiyle ABD dünya liderliğine soyundu. ABD’li ideologlar başta olmak üzere genel kanı : Her kıtada konuşlanan, her okyanusa hükmeden Birleşik Devletlerin siyasi ve askeri emsalinin bulunmadığı ve tarihte daha önce tek bir gücün asla bu kadar üstün olmadığı yönündeydi. ABD açısından 21.yüzyılda enerji kaynaklarına – özellikle tükenme eğiliminde fosil kaynaklara - sahip olmak ve enerji yollarının güvenliğini sağlamak güvenli bir gelecek için kaçınılmazdır. Yine güçlenme potansiyelinde olan ülkelerin bu enerji kaynaklarına ulaşımını engellemek yada zor kılmakta hedefleri içerisindedir. Ayrıca bu ülkelerin çevresinde yada yakın coğrafyasında etkin hegemonya bölgeleri oluşturmak çabası da bunlara eklenmelidir. Zbigniew Brzezinski’nin “ Küresel Balkanlar” diye tanımladığı alan tamda bu stratejinin uygulama alanıdır. “Küresel Balkanlar” diye tanımlanan bu coğrafya batıda Mısır, Türkiye, Azak Denizi doğuda; Çin,
DÜNYA’NIN KIŞI VE 2009’A DOĞRU DEĞİŞİMLER
133
Hindistan kuzeyde; Rusya ve güneyde; Hint Okyanusu, Umman Denizi ile çerçevelendirilmektedir. Brzezinski bu bölgeyi “etnik ve dini gerginlikten, yoksulluktan ve yetkeci devletlerden türeyen iç istikrarsızlığa gömülü 500 milyon insanın yaşadığı bölge” olarak ifade eder. Ona göre, “Küresel Balkanlardaki” etnik gerginlik 5,5 milyon Yahudi İsrailliyi ve 5 milyon Filistinli Arabı; 2,5 milyon kürdü ve Türkiye’deki, Irak’taki, Suriye’deki bölünmüş durumlarını; Pakistan ve Hindistan arasındaki Kaşmir üzerinden çatışmayı ve İran ve Pakistan’daki çok sayıda potansiyel sert etnik ve azınlık anlaşmazlıkları içerir. Diğer yandan bu alan petrol ve doğalgaz gibi dünya enerji kaynaklarının % 90’ını barındırmakta ve bu çerçevenin tam ortasında Afganistan yer almaktadır. ABD’nin Afganistan’a odaklanmasının gereği ve bunun temel gerekçeleri aslında 11 Eylül olayından yaklaşık dokuz ay öncesinde hazırlanan bir raporda ortaya konmuştur. Beyaz saray için hazırlanmış olan bu rapora göre; Afganistan üzerinde terör nedeniyle kurulacak bir denetim aynı zamanda nükleer güce sahip Rusya, Çin, Pakistan, Hindistan ve bu aşamadaki İran üzerinde de bir denetim anlamına gelecektir. Afganistan Batı dışındaki dört büyük kültür havzasının – İslam, Hint, Rus Ortodoks ve Çin – içindedir. Dolayısıyla ABD bu yolla o bölgedeki jeokültürel dinamikleri istediği zaman harekete geçirebilme olanağına sahip olacaktır. Ayrıca Asya’nın güneye inen üç geçiş yolundan ( Balkanlar, Kafkaslar, Orta Asya ve Afganistan ) birini oluşturan Afganistan’a nüfuz edilebilir bir duruma getirecek ve böylece bu yolların tamamında denetim sağlanabilecektir. ABD’nin bölgede salt Suudi petrollerine olan bağımlılığını azaltmak ve enerji alternatiflerini çoğaltmak mümkün olacaktır. 2000 yılında hazırlanmış olan bu rapor kapsamında ABD Afganistan’ı ve Irak’ı işgal etmiş, Orta Asya ve Kafkasların genç ülkele-riyle ekonomik ve askeri işbirliği olanakları yaratmıştır.Bu coğrafyada enerji alternatiflerini çoğaltmak üzere Kafkaslar ve Hazar bölgesine el atmış, bu bölgedeki petrol kaynaklarında ülkesi ve müttefiklerinin şirketlerine büyük çıkar olanakları oluşturmuştur. Ayrıca petrol yollarında güvenlik ve hegemonya oluşturmuştur. ( Bakü-Tiflis-Ceyhan Petrol Boru Hattı gibi…) Diğer yandan Azerbaycan ve Gürcistan ile askeri işbirliği sağlamış, ortak askeri tatbikatlar düzenlemiştir. Gürcistan ile son ortak tatbikattan bir hafta sonra Gürcistan’ın G.Osetya ‘ya müdahalesi meydana gelmiştir. “Bizden yardım isteyenlerin bölgedeki çıkarlarımız doğrultusunda karar almalarına yardım ediyoruz. ABD askerleri diğer askeri birliklere ihtiyaç duyulduğunda geri ödenmesini istediği, kalıcı iyilikler yapıyor. Bu
134
YENİDEN DEVRİM / 8
bazen kimi bölgeler giriş şeklimizdir.” ABD yetkili ağızlarından birine ait bu sözlerde belirtildiği gibi kalıcı iyiliklerde bulunarak bölgeye girilmek istenmektedir. Saakaşvil’de bu iyiliklere mahzar olmuş , ABD’de eğitim görmüş sıradan bir avukat değildir elbette. ( Yeri gelmişken belirtelim “Küresel Balkanlara” nüfuz etme yollarından , ılımlı İslam yada yeşil kuşak uygulamaları kapsamında F.Gülen’de geçmiş bulunmaktadır. Ve bu günlerde ABD Ahıska Türklerine yakın ilgi göstermekte, yüzlercesini Birleşik Devletler’de eğitmektedir. Bir rivayete göre ABD’de eğitim görmüş Ahıska Türklerinin Artvin civarına, Şavşat, Posof, Yusufeli yörelerine yerleştirileceği dillendirilmektedir.) Saakaşvili’nin 2005 yılında NATO üyeliğine talebiyle NATO’nun doğuya doğru genişleme eğiliminde bir zincirin tamamlanmaya çalışılması ve Afganistan üzerinden Çin’e uzanma çabaları Rusya Federasyonu ve Çin’i bir hayli rahatsız etmektedir. Rusya batısından sonra ( Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti ile..) şimdi de güneyinin NATO tarafından tamamen kuşatılmasına izin vermeme iradesindedir. Bu nedenle, Gürcistan’da bu iradesini çok net bir şekilde ifade etmiştir. Aynı zamanda ABD’nin “Küresel Balkanlarda” hegemonya oluşturmasına da Şanghay İşbirliği Örgütü’nü genişleterek ( Hindistan ve İran’ı da bir biçimde bu işbirliğine katarak) yanıt vermektedir. Çin ise 2002 yılında hazırlanan “ Uluslar Arası Güvenlik ve Strateji Ortamı” adlı raporda ABD’nin Asya’yı da içine alan küresel stratejisinin kendi çıkışı ve çıkarlarıyla ters düştüğünün altını çizmektedir. ABD’nin jeostratejik alanı Asya-Pasifik bölgesine kaydırması ve bölgede askeri gücünü arttırması, Çin’i askeri bir baskıyla karşı karşıya bırakmaktadır. Gelinen noktada, Clinton’ın; “ küreselleşmenin doğa kuvvetlerinin ekonomik dengi” tariflemesi ve George W.Bush’un ; “ Biz artık bir imparatorluğuz,biz eyleme geçtiğimizde, kendi gerçekliğimizi yaratırız.” stratejisi , kendini süper güç olarak tek geçmesi bir çeyrek yüzyılda ABD’nin batağa batmasına neden oldu. ( TRT ekranlarında yayınlanan Bülent Ali Rıza’nın sunduğu “ Atlantik Ötesinden ” adlı programda Morton Abramowitz’in Türkiye ile ilgili “stratejik ortaklık” söylemini kabul etmemesi ve “ evet,ortada stratejik bir durum var ama ortaklık asla” belirlemesi ve yine Brzezinski’nin İngiltere için “ABD’nin sadece ast konumundaki ortağı” demesi hem ABD için hem de Türkiye’deki bazı aymazlar için net ifadelerdir. ) Nicholas J. Spykman’ın 1944 yılındaki söylemi bu gün hala ilgi görmektedir: “ Kim Kenar Kuşağa hükmederse Avrasya’ya da hakim olur; kim
DÜNYA’NIN KIŞI VE 2009’A DOĞRU DEĞİŞİMLER
135
Avrasya’ya hakim olursa dünyanın kaderini kontrol eder.” Rusya bir yandan kapitalist küreselleşmeye ( hangi stratejik yolla olursa olsun ) entegrasyonu hedefliyor diğer yandan da teorisyenlerinden Dugin : ‘‘ Şu meşhur ‘Yeni Dünya Düzenine’ husumet olumludur ve nerede görülürse alkışlanmalıdır.” diyorsa bu açık bir çelişkidir. Söylem ve eylem çelişkisi mevcutsa , ki mevcut görünüyor, o zaman bu çelişkiyi içinde barındıran sistemlerin geleceği sorunlu demektir. Zira hayat çelişkiyi affetmez. Rusya’da Brzezinski’nin versiyonu Alexander Geleviç Dugin’dir. Dugin , Rusya’da ki “Ortodoks Bolşevikler” denen Avrasyacılığın, yani modern,seküler, akılcı Batı toplumu karşısında geleneksel toplumun ve muhafazakar-devrimci görüşün silindiğinden söz eder. Dugin’e göre üçüncü bir yol mevcut olup bu da Yeni Avrasyacılıktır. Birinci model eski Sovyet modeli, ikinci model Amerikan yanlısı liberal-demokrat modeldir. Bunların dışında, yurtsever bir pragmatizmi savunan, Sovyetçil ve liberallik gibi dogmalardan uzak, milli ruhlu bir kapitalizmdir, ancak sosyalist bir yüzü de vardır. Pazar, yeniden milli doğuşun gerektirdiği şekilde ve sosyal adalet temelinde sosyal ihtiyaçlara göre olmalıdır. Yeni Avrasyacılık; dinler arası yapıcı, somut diyalogu, dış siyasalda geniş bir stratejik bütünleşmeyi esas alır. Dugin ayrıca ,Rusya nüfusunun artışını teşvik etmekten, halkın içinde bulunan maneviyat, yüksek idealler ve yurtseverliğe hayat vermekten de söz eder. Görüldüğü üzere Yeni Avrasyacılık için,’’Türkiye’deki liberal-muhafazakar AKP ile emperyalizmden koparılmış bir kapitalizmi içselleştiren ulusalcı CHP karışımı bir görüştür. “ diyebiliriz. Rusya dış politikada ABD’nin tek kutuplu küreselleşme politikalarına karşı çıkarken, çok kutuplu bir dünyada stratejik bütünleşmeyi hedeflemektedir. Bunu da şöyle ifade etmektedir: Eğer Rusya bütün imkanları ile çok kutuplu bir dünya için faal olursa söz konusu jeopolitik unsurların stratejik bir ittifak içinde bir araya gelmesi ihtimal dahiline girer ve Rusya gelecekteki dünya düzenine ait projeyi gerçekleştirme imkanına kavuşur. Belirtilen bu jeopolitik unsurlara Rusya’nın verecekleri doğal kaynakları, stratejik potansiyele sahip silahları ve siyasi ağırlığıdır. Karşılığında Avrupa Birliğinden ve Japonya’dan ekonomik ve teknolojik yardım , İran ve Hindistan’dan ise güneyinde stratejik ve siyasi ortaklık elde edecektir. SSCB’nin dağılması ve soğuk savaş sonrasında ABD tek kutuplu bir dünya ve ast ortaklıklar ile Yeni Dünya Düzeni görüşünü hayata geçirmeyi on yedi yıldır sürdürmekte. Rusya’nın tekrar bir küresel güç olma ihtimalini göz önüne alarak güneye inişini engellemek için bu inişin üç yol-
136
YENİDEN DEVRİM / 8
unu – yani Balkanları ( NATO’yu kullanarak), Kafkasya’yı ve Afganistan’ı (bizzat açık işgal ile)-- hedef olarak esas aldı. Bu alanlardan üçünde de tam anlamıyla istediğini elde ettiği söylenemez. Diğer yandan Irak’ta kalıcı bir hegemonyayı halen sağlayamaması, işgalin fiziksel (üç binden fazla ölü ve 25.000’e yaklaşan yaralı ) ve ekonomik bedeli ( kongre araştırmalarına göre ; 300 milyar doları geçmiş olup dolaylı harcamalar bu rakamın çok üstündedir.) içeride giderek daha fazla tepkiyi çekmektedir. Yine Irak ve Afganistan’daki kıyımlar ( özellikle sivillere yönelik), Guantanamo hukuksuzluğu, her yerde - havada dahi- işkence uygulamaları, özel savaş taşeronları kullanması vb. uygulamaları ile dünya genelinde tepki giderek yoğunlaşmaktadır. İşgaller artık içeride bile daha fazla sorgulanır olmaktadır. Soğuk Savaş sonrası süreçte ABD ve müttefikleri için eleştiriler şöyle sıralanabilir: Rusya’ya baskı konusunda; “Batılı müttefikler asla Moskova’ya evde otoritaryanizmi yeniden kurmayı seçerse ve Moldovya, Ukrayna,Gürcistan’a yönelik neoemperyalist taktiklere girişirse izolasyon riski ile karşı karşıya kalacağı açıkça ortaya koymadı.” denmekte, Çin ve Japonya’ya baskı konusunda; “Atlantik topluluğunun daha esnek olması ticaret müzakerelerinde daha eşitlikçi olmaları için, Japonya’ya (tarım sübvansiyonlarına dair) ve Çin’e ( devalüasyon ve imalat ihracatına dair) daha fazla baskı uygulanabilirdi.” denmekte, ABD’ye ilişkinse; “Amerika önceki başarılarından ek dersler çıkartmalıdır. Uzun süren Soğuk Savaş boyunca, Avrupa temel politik arena ve esas bahisti. Bu politika ağırlıklı olarak müttefiklikleri sürdürme ve Amerika’nın dostlarını birleştirirken düşmanlarını bölmeye dayandı. Soğuk Savaş sonrası politikalar bu durumu tersine çevirdi.” denmektedir. Bir diğer eleştiri ise ABD’ye içeriden ve içeriye ilişkindir : “ Liderlik etmek için, Amerika’nın sadece küresel gerçeklere hassas olması yetmez. Sosyal olarak da çekici olması gerekir. Son on beş yıl içerisinde ABD ulusal borcu hem mutlak toplamda hem GSMH yüzdesi bazında arttı; ticaret açığı kat be kat büyüdü; net tasarruf hem mutlak terimlerle hem de GSMH yüzdesi olarak belirgin derecede azaldı; altmış beş yaş altındakilerde sağlık sigortası olmayanların yüzdesi arttı; zenginlerin gelirdeki yüzde payı arttı; yoksul Afrika kökenli Amerikalı yüzdesi arttı; fakirlerin yukarı doğru sosyal mobilizasyonu geriledi; yasadışı ilaç kullanımını bildiren Amerikalı sayısı arttı; özel mahkeme maliyetleri iki katına çıktı; en iyi ücretleri alanlar neredeyse astronomik seviyelerde ödüllendirilirken ( ki bunlar oluşan
DÜNYA’NIN KIŞI VE 2009’A DOĞRU DEĞİŞİMLER
137
krizden sorumlu olarak gösterilmektedirler) ortalama maaşlar neredeyse hiç artmadı. Bu gerçeklik ortada iken ABD ‘liler tüketim seyirlerinin kısa zaman içerisinde giderek artan sabırsız eşitlikçi isteklerle kafa kafaya çarpışacağını fark etmelidirler. Bu ister doğal kaynakların sömürülmesi, aşırı enerji tüketimi, küresel ekolojiye kayıtsızlık ile olsun, ister varlıkların evlerin aşırı boyutlarıyla, evdeki zevke düşkünlük dünyanın pek çoğunun süre giden yoksulluğuna kayıtsızlık ile olsun. Bu şu anda Amerika’nın sindirmek zorunda olduğu gerçektir.’’ Afganistan’da Rusya’ya karşı desteklenen Gulbeddin Hikmetyar ve Usame Bin Ladin Pakistan sınırında kurdukları örgütlenmelerle ABD’nin politikaları doğrultusunda bir dönem hizmette bulundular. Ancak 2000’li yıllara doğru silahlanmış ve uyuşturucu ticaretinden elde ettiği gelirleri finans, inşaat ve enerji sektörlerinde daha da arttıran U.Bin Ladin ABD’nin önünü kesme hesaplarına karşı kontur hamle yapmış ve bu hamleyi idame ettirmektedir. Bu doğrultuda dünya ölçeğinde pek çok destekçiye de sahip bulunmaktadır. Barack Obama’nın yıllık 2,5 milyar dolar civarında uyuşturucu gelirini paylaşan Afgan elitlerinden bağımsız bir Afgan stratejisi geliştirmesi önümüzdeki süreçte bir hayli zordur. Mevcut uyuşturucu trafiğinden aslında ABD’de farklı biçimlerde faydalanmaktadır. ABD’nin tek kutuplu dünyaya liderlik döneminin artık sonuna gelindiği ve küresel kapitalist kulübün genişletilmesi gerekliliği de sık sık vurgulanmaktadır “ İddiaların aksine,G8’e üyelik ne en gelişmiş ekonomileri ne de gerçek demokrasileri temsil etmektedir. Üye olan Rusya bu kriterlerden hiç birini tutturamamaktadır. Çin’in yanı sıra Hindistan, Brezilya, Endonezya ve Güney Afrika’nın bulunmaması G8’in yeni düzenlemelere yol vermesi gereken bir dinozora dönüştüğünü gösterir.” söylemi ABD siyasi karar vericileri üzerinde de etkili olmuş olacak ki G.W.Bush ABD’si B.Obama’nın yönetimi devir almasını beklemeksizin stratejik değişikliği hayata geçirmiş ve küresel krizi tartışmak üzere G20’ler adı altında zirve toplantısı düzenlemiştir. Bu zirve toplantısı 15 Kasım 2008 tarihinde tekrarlanacaktır. Bu eleştiriler çerçevesinde Çin, Japonya ve diğerleri nasıl tutum almakta ve nasıl bir strateji izlemektedirler ? Çin’in stratejik yaklaşımı ve çevre ülkelerin buna refleksi burada önem kazanmaktadır. Orta doğu ve Afrika’da ABD’ye duyulan tepkiler ve Rusya’ya temkinli yaklaşım nedeniyle bu coğrafyaların elitleri bir dış koruyucuya ihtiyaç duyduklarında en yakın Çin’i görmektedir-
138
YENİDEN DEVRİM / 8
ler. Brzezinski’de bu olguya dikkat çekmekte ve: “ Çin bu elitlerin kontrolünde olan petrole kalıcı erişime ihtiyaç duymaktadır. Böylece her iki tarafın birbirlerine sunabileceği bir şey var. ABD çıkarlarının aleyhine olan böyle bir düzenlemenin ilmiklerinin atılıyor olabileceği ihtimali ciddiye alınmadan bir kenara atılmamalıdır.’’ derken, “Çin Uzak Doğu karasının hakim gücü olarak hızla ortaya çıkmaktadır.” saptaması yapıyor. Ve ilaveten durumdan vazife çıkartıcı tespitlerde de bulunarak: “Çin’in yokuş aşağı pedal çeviren ekonomik momentumu ile politik sistemin bürokratik merkeziyetçiliği temel çelişkisini nasıl çözeceği belirsizdir’’ söylemi ile Çin’in zayıf karnına dikkat çekiyor. “Hindistan henüz dini, etnik ve linguistik çeşitliliği siyasi olarak şarj olursa, birlik ve demokrasiyi sürdürebileceğini kanıtlamak zorundadır” derken de Hindistan’ın zayıf karnına vurgu yapıyor. Kısaca Japonya’ya ilişkin ilk söylenebilecek ise; Japonya’nın silahlanma politikalarını yeniden gözden geçireceği hem Rusya hem de ABD tarafından öngörülmektedir.Dolayısıyla her ikisi de bu silahlanmada rol kapmayı arzulamaktadır. Sonuç olarak: Dünya içine düştüğü küresel krize rağmen küresel kapitalizmin hegemonya mücadelesine sahne olmaya devam edecektir. Her ne kadar küreselleşme ve küreselleşmeye entegrasyon konusunda farklı gelişmeler vücut bulsa da çok uluslu tekeller arasında sermaye el değiştirmekte ve bu da askeri, siyasi ve sosyal gelişmeleri yakından etkilemektedir. ABD B.Obama ile birlikte içeriden ve dışarıdan çok eleştirilen tek kutupluluk içinde liderlik sürdürmesinin boyut değiştireceği anlaşılmaktadır. ABD önümüzdeki süreçte çok kutuplu bir dünyaya liderlik etme çabası içinde olacaktır. Bu doğrultuda müttefiklere ihtiyaç duyacak, daha uzlaşmacı, belki bir miktar tavizkar olmak durumunda kalacaktır. Kafkaslar’da Rusya’yı dikkate almadan refleks gösteren eğilimlere daha duyarlı hareket olacak ve daha temkinli bir yaklaşım içinde bulunacaktır. Afganistan’da içine düştüğü bataktan yeni müttefikler bulup sıkıntıyı paylaşmak isteyecek ancak lehte oluşumları paylaşmama eğilimi bunu zorlaştıracaktır. Afganistan’da Bin Ladin ve Taliban uzantılarına ilişkin sorunun Pakistan içerisinde olduğu düşüncesi nükleer güce sahip Pakistan ile işlerini zorlaştıracaktır. Ancak mafyavari ilişkiler içinde bulunan Asıf Ali Zerdari’ye rüşvet vermeden bunu gerçekleştirmesi zor görünmekte ve bu da Hindistan’ın daha fazla RF,Çin eksenine kaymasını tetikleyecektir. İran’da P.Barnet’in 2010 yılından önce molla rejiminin çökeceği
DÜNYA’NIN KIŞI VE 2009’A DOĞRU DEĞİŞİMLER
139
öngörüsü gerçekleşmemiştir. Mark Parris’in “İran için tüm yöntemler denendi.”demesi ve gelecek için daha fazla diplomasi ve uluslar arası konsensüs önermesi Obama yönetiminin de tercihi olabilir. Bu Senato harcamalarının her geçen gün daha fazla arttığı ve lobilerin yine her geçen gün aktardıkları finansal girdilerle daha fazla söz sahibi oldukları ABD ‘de örneğin; İsrail Lobisine rağmen ne kadar mümkün olabileceğini zaman gösterecektir . ABD’nin Irak’tan bir takvime göre çekilmesi ve ardından bırakacağı sorunlar bölge ülkelerini son derece yoracak, rahatsız edecek ve çatışmaları yoğunlaştıracaktır. ABD RF’nun ve Çin’in küreslleşmeye entegrasyonu için hem havuç hem sopa gösterme politikası sürecek olup bu durum RF ve Çin’i daha da birbirlerine yaklaştıracaktır. Japonya silahlanma konusunda hangi kovanın daha az can yakıcı olacağına karar verirken RF’nun adalar konusunda tavizini mutlaka değerlendirecektir. Rusya Federasyonu ise Kafkaslar ve Avrasya’da Yeni Avrasyacılık stratejisi doğrultusunda içeride daha muhafazakar, hatta milliyetçi bir tutum içinde olacak. Şanghay İşbirliği Örgütü üzerinden kurduğu dış ilişkileri kapitalist gelişimi doğrultusunda geliştirmek isteyecek olup salt enerji gelirlerinin dışında yeni gelir olanakları yaratmaya çalışacaktır. Ancak içinde barındırdığı stratejik çelişkinin buna ne derece olanak vereceği şüphelidir. Yine RF Uluslararası işbirliklerini Atlantik ötesine taşıyıp,G. Amerika ülkeleri ile ilişkileri artıracak ve bunu NATO’nun genişleme eğilimlerine karşı kontur hamle olarak sürdürecektir. Teknolojik ve ekonomik gelişimde G8’ler içerinde bir hayli geride olması zayıf karnıdır ve buna ilaveten özerk cumhuriyetlerde sorunları bulunmaktadır. Bu da bir başka zayıflığıdır. Gerek güneyinde ( Çeçenistan, Dağustan, Azak bölgesi, Kafkaslar) gerekse doğusundaki Sibirya Bölgesi’nin bir hayli ihmal edilmiş olması ve buraya yerleşen yoğun Çinli nüfusun gelecekte yaratacağı belirsiz sorunlar bir hayli başını ağrıtacağa benzemektedir. Bunları belli oranlarda aşacak kozları elinde bulundurmakta olduğu da bir gerçekliktir. (Türkiye ile Çeçenistan konusunda Öcalan kozunu oynaması ve karşılıklı tavizler sonucu Öcalan’ın teslim sürecini hızlandırması gibi..) Bölgenin diğer aktörleri ve AB ise mevcut gelişmelerde kendilerine uygun rol kapmayı sürdürürken dünya şüphesiz giderek kısıtlılığı artan enerji kaynaklarının paylaşımı ve daralan pazardan daha fazla pay elde etme mücadelesi içinde çok daha fazla çalkantı yaşamaya adaydır. Küresel kapitalist pazara artık daha fazla aktör girmekte ve pasta bir türlü büyütülememektedir. Bu durumda sosyal devlet Avrupa dahil dünyanın her yerinde küçültülecek, başta sağlık ve eğitim hizmetleri olmak üzere erişiminin
140
YENİDEN DEVRİM / 8
insan hakkı olduğu pek çok hizmete ulaşım daha da zorlaşacaktır. Küresel ekolojik sistemde bozunma suya ve temel gıdalara ulaşımı daha zor kılacak, yoksulluk ve sefalet tırmanacaktır. Dünya süreğen bir kriz dönemine girmektedir. Bu krizin dibinin görünmesi ise uluslararası tekellerin batıp dipte oluşturacağı tortulara ve bu tortular üzerinde yükselen küresel direnişe ve elbetteki, sınıf mücadelesinin nasıl ivmeleneceğine bağlıdır.
EKOLOJİST OLANAKLAR VE SİYASAL İKTİDAR
Fevzi ÖZLÜER
Yirminci ve yirmi birinci yüzyıllar sadece malların ve hizmetlerin endüstriyel üretim,tüketim ve dağıtımına sahne olmadı; bu yüzyıllar aynı zamanda insan ve insan hareketliliğinin de kitlesel üretim, tüketim ve dağıtımına sahne oldu. Seyahat ilk çağlardan on dokuzuncu yüzyılın başlarına kadar kaşiflerin, merak tutkusunun ardından gidenlerin, feylesofların ve yeni bir yaşam adası arayanların arzu teknesiydi. İbn-i Batuta’dan, Owen’a, Morris’ten Tevfik Fikret’e kadar seyahat, gezme, görme ve yeni bir yaşam kurma arzusunu barındırıyordu. Yirminci yüzyıl için ise seyahat, kitlesel bir tüketim nesnesi haline gelecek, tüm bu tarihsel bağlamından koparak, insanın daha verimli çalışması için yaratılan bir zorunluluk alanına dönüşecekti. Yirminci yüzyıl insanı ulaşım teknolojilerinin ve maddi olanakların gelişimi ile atlasta parmağının ucuyla gösterdiği yere ulaştırma olanağına sahipti. Ancak bu olanak aynı zamanda onun daha fazla kitle endüstrisinin malı haline gelmesine de neden olan bir olanaktı. Seyahat edecek, ya da etme olanağını bulunan bir kitlenin yaratılması, yirminci yüzyılda yeni kentlerin ve yeni imajların yaratılmasının da kapısını aralıyordu. Paris’in Haussmanlaşması, Benjamin’in Berlin okumaları,
142
YENİDEN DEVRİM / 8
Harvey’in zaman ve mekan sıkışması eleştirileri, Barthes’in Eyfel Kulesi eğreltilemeleri yeni devingen insanın seyahat algısını ve tüketim endüstrisinin nesnesi olma halini ortaya koyuyordu. Modern seyahat algısını geliştiren sömürgeci geleneğin diğer bir keşfi de “doğu imajıydı”. On dokuzuncu ve yirminci yüzyılın sömürgeciliğinin ataları doğunun maddi zenginliklerini batıya taşımakla, doğuyu bir tüketim nesnesi olarak da pazarlamanın kapısını açmışlardı.. Hindistan’dan getirilen baharat, Troya’dan taşınan hazineler ortaya çıkan yeni orta sınıfların seyahat etme arzusunu da kamçılıyordu. Bu uygarlık artığı olarak görülen toplumsal yaşam biçimlerinin, kültürlerin, yaşam tarzlarının bulundukları yerde görülmesi, gezilmesi fikri, kitle endüstrisinin ve kültürünün de yeniden üretilmesine olanak sağlıyordu. Bu seyahat algısı, yirminci yüzyıl boyunca kendini kitle turizmi olarak dışa vuracaktı. Gemiler, trenler, uçaklar sadece malları değil, konserve kutuları gibi paketlenmiş insanları da bu yeni imaj merkezlerine taşımaya başlamıştı. İnkaları, Kızılderilileri paketlemeyi başarmış kapitalist seyahat endüstrisi için artık büyük bir pazar doğmuştu: Doğu: Mısır, Sümer, Antik Anadolu, Hindistan..büyük kitle hareketlerinin yeni merkezi haline geldi. Hititlerin su tanrıçası Pınarkızı , gıda ile birlikte Anadolu’nun antik buğday ambarları, hava ile tanrısı Enlil satılığa çıkartılmıştır. Bu saydığımız coğrafyalar aynı zamanda üzerinde yirmi birinci yüzyılın büyük paylaşım savaşlarının da şekillendiği coğrafyalardı. Bu coğrafyada sadece imajlar değil, yaşam tarzları, kültür, doğa ve insani değerler de meta haline geldi. Aynı zamanda birer maddi zenginlik olarak doğunun emeği ve doğası endüstrinin her daim ilgi odağı oldu. Geç kapitalistleşmenin tüm sancılarını çeken bu coğrafyalar, yoksulluk, oryantalizm, barbarlık imajları ile yağmalanmayı hak etmiş ve tanrının gazabını üzerine çekmiş mekanlar olarak sermayenin tüm gücüyle savaşına meşruiyet katarken diğer yandan da, oryantalizm, barbarlık görülesi ve gezilesi nesneler haline de getirilmiştir. Sermaye çağı kendi yıkıntılarını bile satmayı ahlaki prensibi kılacak değerler sistemi ile bir yaşam tarzı geliştirmiştir. Hitler’in 1936 - 39 yılları arasında mimar Clemens Klotz’a inşa ettirdiği Prora -Almanya’nın en önemli mimarlık örneklerinden biri- ilk kitle turizmine yönelik eser olarak nasıl ki “fikri yıkımın tatili” imgesini canlı tutuyorsa, Irak müzesi’ne saldıran Amerika’nın yarattığı uygarlık fikri de yirmi birinci yüzyılın kıtalar arası seyahat fikrinin yıkımını canlı tutuyor. Bu kitlesel devinim devletleri ve toplumları bugün ipuçlarını gördüğümüz muazzam bir kriz ve depresyona sürüklemektedir. Maddi varlığını üre-
EKOLOJİST MÜCADELENİN OLANAKLARI
143
tim ve adil bir paylaşım sistemine oturtmayan, kitlesel tüketim ve yeni yağmacılık sistemi, bu barbarlığı korumak adına değersizleştirdiği doğa ve kültürü finansal piyasalarda satamamanın da krizini yaşamaktadır. Yirmibirinci yüzyıl finans kapitalin seyyahları açısından tarihsel olarak biçimlenen doğunun emek ve doğa zenginliklerinin sömürüsüne yönelik seyahat, bu sistemin ayakta kalması için bir zorunluluk haline geldi. Belki de yirmi birinci yüzyılın toplumsal devrimlerine şekil verecek bir doğa ve emek sömürüsüne beşiklik eden iki yüzyıllık bir yolculuğun önemli bir dönemecindeyiz..Bu dönemeç izleğini, Kafkasya-Ortadoğu ve Anadolu havzasında biçimlendiriyor.
Yeni Bir Yolculuk Doğuya Şart, Ama Nasıl ?
Doğu imgesinin elden ele dolaştığı kriz coğrafyasının istibdat uğrağında, iç siyasetin yeniden dizilen taşları arasında ideolojik ve teorik bir üstünlük ve motivasyonla çıkmak adına liberallerle aşık atmaya dönüşen ergenekon tartışmaları, kimilerince yeni yolların ortaya çıkması ve safların netleşmesi adına hayırlı oldu. İç siyasetin koltuk numarası ve otobüs markası belirleme vazifesi üstlenmiş liberal seyahat acenteleri, tur operatörleri, kaptan köşküne oturttukları AKP’nin ülkeyi hizaya alma turundan da pek memnun kalmışlardı. Tevfik Fikret’lerin istibdat döneminde Yeni Zellanda’ya seyahat tutkusundan beklentilerini, kavanozun içinden konuşan liberaller AKP’den beklemeye başlamışlardı. Tam bu uğrakta, Ergenekon maşası ile iç siyasette balans ayarı çeken egemen blok, Kafkasya’da patlayan savaş ile bu balans ayarı arasındaki ilişkiyi de görünmez kılmayı bildi. Bürokrasi ve ordu içinde AB ve ABD karşısında Rusya ve Çin’i bir ittifak olanağı olarak ön plana çıkartan egemen bloğun diğer kanadına verilen Ergenekon mesajının, sol üzerindeki tesiri Ortadoğu ve Kafkasya’da ortaya çıkan sınıfsal çelişkileri, dış kapının mandalı olarak görmesine neden olmamalıdır. Kriz kavşağından geçerken, kapitalizmin her tarihsel uğrağını “yeni” bir dönemeç olarak yaftalamaya alışmış “politik dilimizin” aynası orta sayfa yazılarının kriz tartışmaları, olağan sınırlarını aşmış magazin dergilerine doğru genişlemişken, solun içini kaplayan tedirginlik halesini, Morales’in iktidarı almaya talip olduğu ilk devrimci kalkışmanın ardından, Bolivya Meclisinin merdivenlerinde dilinden döküldüğü rivayet edilen “henüz hazır değiliz” itirafına dönüşecek bir sırra mı yormak gerek…Yoksa “kendiliğinden” sınıfsal imkanlar ülkesinde siyasal devrim perspektifinin, teorik düzeyde de talep merkezli sosyal hak mücadelesine dönüşmesine
144
YENİDEN DEVRİM / 8
mi…Bu noktada siyasal iktidar, toplumsal devrim, yaşanabilir bir dünya kurguları tali tartışmalar ve fikri takip düzeyleri haline gelirse bu seyahatte enerjimizin, nefesimizi ve nefsimizi sürdürmeye yetmeyeceğini görebiliriz. Üçüncü dünya savaşının alt yapısının oluştuğu Kafkasya-OrtadoğuAnadolu üçgeninde, savaşın ve dolayısıyla sınıfsal mücadelenin, ekolojik krizin şekillendiği enerji-su-gıda üzerinden biçimlenen “köleleştirme” düzenine karşı, toplumsal direnişin ve çözümlemelerin ölçeği de tam da bu nedenle doğru ortaya konulmalıdır. Bir avuç kavanoz taraftarını ideolojik düzeyde ilga etmek için de bu ölçek oldukça önemlidir. Çünkü emek-doğa ve sermaye arasında keskinleşen kriz karşısında, dünyayı yeniden yaratmak zorundayız. Bu tarihsel sorumluluk ise Misak-ı Milli sınırları içinde düzen içi tartışmaların uğraklarına siyasal bir overlok çekme kolaycılığı ile anlaşılacak gibi değil. Bu hattan üretilecek politik tutumlar, doğunun imgesin satan, ama barbarlığı da hep bu topraklara layık gören liberal-muhafazakar seyahat acentelerinin, yirmi birinci yüzyılın yeni sömürgecilerinin ideolojik eksenine bizi mahkum bırakacaktır. Ulusal sınırların ortadan kalkmamış olması, küreselleşme tezlerinin, Fukuyama’nın, tarihin çöplüğüne atılıyor olmasına bakıp da yaşadığımız siyasal ve toplumsal krize karşı asgari mücadele zemininin, asgari ölçeğini, ulusal sınırlar içinde aramak mümkün olmaktan çıktı. Barbarlık, oryantalizm ve yoksulluğun seyahatine karşı, kitlesel bir direnç yaratmak açısından enerji, su, gıda ile birbirine kaderleri bağlanan halkların ortak, toplumsal ve asgari politik taleplerini öngören bir birleşik mücadele politikasına ivedilikle ihtiyaç var. Kafkasya da savaşın ucu, doğalgaz ve petrol pazarlıkları üzerinden fitillenirken, Ortadoğu da şahin bir kuş olmaktan çıkıp, silah markası haline gelmişken, Dicle’nin beri yakasında su varlıkları tek tek yağmalanırken, su, gıda ve enerji üzerinden sömürge savaşları keskinleşmişken, emeğin ve doğanın özgürleşmesine olanak tanıyacak bir toplumsal, siyasal proje hangi ölçekte ve nasıl hayata geçirilecek? Burada eksenimize almamız gereken mesele batı imgesi karşısında bir doğu fetişizmi değildir elbette. Mekansal ölçeğin nasıl tarihselleştirileceği önemlidir. Burada vurguladığımız doğu, tarihsel anlamda emek ve doğa sömürüsünün en keskin biçimde yaşandığı Kafkasya, Ortadoğu ve Anadolu üçgeninde ortaya çıkan sınıfsal çelişkilerin ve bu bağlamda ekolojik krizi aşmanın gerekliliğinin tarihsel ve devrimci bir konumlanış olacağı iddiasının filizlendiği tarihsel mekandır. Bu açıdan ise “Ekolojik kriz” mevhumunu pastoral öğeler kovalayan çocukların oyun bahçesi olarak
EKOLOJİST MÜCADELENİN OLANAKLARI
145
gören bilinçaltından kurtularak başlayabiliriz. Ne dünyayı “battı, yandı, gidiyor” diye çığırtkanlık yapanların, üçüncü sayfa doğa sevicilikleri ile değiştirebiliriz, ne de “madem battı, keyfimize bakalım” kolaycılığı ile. Dünya üzerinde sermayenin hareketliliği ve kar elde etme güdüsü her geçen gün tüm yaşamı metalaştırırken, bu yok oluşa karşı duruşun olanakları nasıl yaratılacaktır? Şuna ikna olmak zorundayız, sermaye büyük oynuyor, büyük bir yok oluşa oynuyor, o halde biz de yeni bir uygarlık projesine hazırlanmalıyız. Bu hazırlık elbette yaşamlarımızda köklü dönüşümleri zorunlu kılacak. Bu zorunlulukların kapsamı, hem pratik hem de teorik eksenlerimizi yeniden inşayı gerekli kılmaktadır. Ekolojik Kriz, tartışılırken belki de ilk elden bu krizin temel iki görünümü olan doğa ve emek sömürüsünün ortadan kaldırılmasına yönelik politik öznenin inşası sürecinin zorunlu olduğunu görmek gerekir. Bugün giderek mısır patlağının damakta bıraktığı kuruluk ve genizde yapışma hissiyatıyla yayılan “ekoloji” -evet çok önemli- hissizliğinden kurtulup; doğa ve emek sömürüsü demek olan “ekolojik kriz”i aşacak bir dolayımlama düzeyine ihtiyaç var. Bu düzey aynı zamanda yıllardır, kadın sorunu (!), ekolojik sorun(!), işçi sınıfı sorunu(!), kürt sorunu(!)gibi birbirinden yalıtık kompartımanlara bindirilmiş, hissiz ve apolitik siyaset algısına da bir nebze karabiber kokusu katacaktır.
Ekososyalist Bir İktidar Mümkün
İçinde bulunduğumuz coğrafyada solun, gerçek bir siyasal seçenek olarak kitleselleşebilmesi için, Ortadoğu-Kafkasya-Anadolu bloğunda biçimlenen ekolojik krizi aşmayı önüne koyacak bir toplumsal projeye ihtiyacı vardır. Bu coğrafyalarda ortaya çıkan sınıfsal çelişkinin emek cephesi, doğu imgesini yüzyıllardır satan AB ve ABD menşeli emperyalist bloğun bileşenleri ile, Doğuyu pazarlamayı öğrenen Çin ve Rusya’da iktidarda bulunan kapitalist odaklar karşısında toplumcu bir olanak olmaktan bugün için uzaktır. Ancak bu uzaklık bir mesafe sorunu olarak değil, ideolojik bir sorun olarak anlaşılmalıdır. Rusya, Çin ile AB ve ABD’nin üzerinde tepiştiği petrol ve doğalgaz kaynakları üzerinden biçimlenen kapitalist uygarlığın yarattığı savaş ve barbarlık düzenine karşı sol ekolojist bir seçenek, bu paylaşım savaşının yorumcusu kalarak yaratılamaz. Petrol ve doğalgaz paylaşımına dayanan kapitalist üretim tarzı için doğa ve emek sömürüsü, bu sistemin devamı için bir zorunluluk haline gelmiştir. Bu zorunluluğu sürdürmek için de tüm bu coğrafyaların kader-
146
YENİDEN DEVRİM / 8
lerini bugün birbirine sadece boru hatlarıyla bağlamamıştır. Aynı zamanda bu coğrafyada halkların kaderleri, sermaye bloğu karşısında, gıdayı, enerjiyi ve suyu hakça paylaşacağı bir toplumsal düzen kurma zorunluluğu ile de birbirine bağlanmıştır. Şimdi birinci elden şu soruyu sormak gerekiyor, bu ülkede kriz koşullarında sosyalist ekolojist bir siyasal iktidar potansiyeli ortaya çıktığında, devrimci bir durum olgunlaştığında, acaba bu iktidar, temel üretim için enerji, halkın beslenmesi için gıda, yaşamın temel direği suyu nereden bulacaktır. Enerjisi petrole ve doğalgaza yaslanan bir coğrafyaya barış, demokrasi ve özgürlük gelmediğinde, Türkiye’de sol bir seçenek iktidarda kalmayı becerebilecek midir? Bu soru, aslında indirgemeci haliyle, kapitalizmin devrevi krizi karşısında siyasal ufkumuzun gerçek anlamda bu krizi aşmaya muktedir olma arzusu taşıyıp taşımadığını, buna yönelik bir potansiyel barındırıp barındırmadığını bilme arzusundan kaynaklanmaktadır. Basit bir ezberimiz var biliyorum. Bu ülkede maddi zenginlikler bol miktarda bulunmaktadır. Önemli olan onu doğru, bilimsel ve akılcı kullanma sorunudur. Eğer cevabımız buysa, bu ülkede gerçek anlamda bir sosyal demokrat iktidar, adil bir dağıtım sistemi ile tüm sorunları çözecektir. Bu ülkenin sorunları o halde üretim tarzından kaynaklanmamakta.. Oysa bu coğrafyada emperyal kapitalist sistemin doğa ve emek sömürüsünün yarattığı ekolojik kriz, basitçe bir dağıtım ve sosyal politik iyileştirmelerle aşılmaz. Bu bir siyasal ve toplumsal devrim meselesidir. Bu coğrafyada enerji, gıda ve su giderek tekelleşmektedir. Toplum kendi gıdasını, enerjisini karşılama olanaklarını yitirmektedir. Su varlıkları giderek yok edilmektedir. Bununla birlikte milyonlarca insan kentlerden ve kırdan kovulmaktadır. Açlık, belgesel kanallarının bir metası haline çoktan gelmiştir. Bu coğrafyada savaş ekonomisi muazzam bir insan ve doğa gücünü pervasızca tüketerek karına kar katmaktadır. Kapitalist üretim tarzı, bir yandan yaşamın maddi varlık koşullarını toplumdan kopartırken diğer yandan da yaşamın varlık koşullarını tehdit etmektedir. Bu nedenle sosyalist bir alternatif basitçe, akılcı ve bilimsel yönetim anlayışı olamaz. Maddi yaşam pratiklerini değiştirme arzusu ve inancı olmayan bir politik hat, bu ülkede yenilgi psikolojisini yeniden üretmekten başka bir işlev göremeyecektir. Bu ikameci siyasetin diğer ılımlı kanadında yer alanlar ise bu ülkede giderek yaygınlaşan piyasacı çevrecilerin ruhunu pelesenk edinmiş siyaset söylemini solculuk sanmaktadır. İmajlar ve değerlerin satılığa çıkartıldığı
EKOLOJİST MÜCADELENİN OLANAKLARI
147
barbarlık coğrafyasına paket çözümler üreten bu uzmanlar oligarşisi için ise enerji sorunu teknik bir sorundur. Rüzgar ve güneşe yükledikleri kutsal anlamlar kümesi ile tüm sorunları çözmeye taliptirler. Tıpkı termikçi ve petrolcü muadilleri gibi, kapitalist üretim tarzının tüketim ve yağma kültürünü görmezden gelerek üretilen kestirme cevaplarla enerji sorununu çözüverirler. Çünkü onlar için de enerji meselesi bir uygarlık-barbarlık meselesi değildir. Bir teknik yönetim meselesidir. Bu ülkede bol miktarda “kaynak” vardır. Akıllı yöneticiler, silah coğrafyasının sorunlarını çözecektir. Aklı kendinden menkul uzmanlar oligarşisi, kendinin içinde olmadığı bir çözümü kabullenmez. Toplumun yeniden, uzmanlara ve seçkinler ordusuna ihtiyaç duymadan enerji üretebilecek olmasını aklının ucundan bile geçirmez. Hele hele enerjinin toplumsallaşması mevhumunda, sermayenin büyümesine dayalı üretim tarzı aşılmadığında, mevcut yok oluşa rüzgar ve güneşi de alet ederek teknisyenlik yapacağını hiç aklına getirmez. Kestirme cevaplara ve talep merkezli siyaset algısına kendimizi sıkıştırmadan, ekolojist, sosyalist bir alternatifin pratik ve teorik olarak mümkün olduğunu bilerek ve isteyerek politik alanı güçlendirmek, Pınarkızı’ nı ve Enlil’ i toplumsal zenginliğinde yaşatacak eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplumsal proje için başlangıç olacaktır. Bugün oryantalizm ve kapitalizm kıskacında mevcut doğa varlıklarının yaşam alanlarını koruyacak ve değersizleştirilen emeğin varlık koşullarını geliştirecek bir direniş politikasına ihtiyaç duyuyoruz. Bu durum, doğa ve emeği birlikte politik eksenine alan emek eksenli bir ekoloji mücadelesini zorunlu kılmaktadır. Emek sömürüsünün, cinsiyete, etnik kökene dayanan veçhelerinin giderek derinleştiği, toplumlar arasında derin çelişkilerin ortaya çıktığı günümüzde cephe mücadelesinin bölgesel ve sınıfsal bir form kazandığını görmemiz gerekiyor. Emekçilerin muktedir olduğu bir toplumsal projeye yönelik dünyanın pek çok yerinde ortaya çıkmaya başlayan su, gıda, enerji hareketlerini de kapsayan toplumsal hareketlerin üzerinde yükseleceği programatik ve örgütsel bir zemine dünden daha fazla ihtiyaç var. Bu hareketleri örgütsel düzeyde bir araya getirme ve asgari bir projede buluşturma amacı, emeğin siyasal bir özne olarak ortaya çıkacağı zeminlerden yaratılmasını dayatmaktadır. Ekososyalist birliktelikler bu niyet için geç kalınmış bir başlangıç olarak bugün önemsenmesi ve üzerine düşünülmesi, emek harcanması gereken oluşumlardır. Bu eksende, dünyada ve bölgemizde enerji, gıda, su üzerinden şekillenen
148
YENİDEN DEVRİM / 8
doğa, emek sömürüsü ve veçhelerinin ortaya çıkardığı ve çıkaracağı direniş odaklarını, politik sektörcü bir bakış açısına indirgemeden kavramamız gerekiyor. Her şeyden önce emeğin muktedir olduğu bir direniş politikası fikri için ekolojist toplumsal bir pratiğe-pratiklere ihtiyacımız olduğunu hissetmek gerekiyor.
Dünden Daha Yakın
Ortadoğu, Kafkasya, Anadolu’da yükselen petrol ve doğalgaz ile kendini temsil eden barbarlık karşısında ise hemen yerine getirilmesi gereken politik sorumluluklar vardır. Bu sorumluluklar doğunun imgesini satan seyahat acentelerinin ideolojik overloklarından sanırım daha kıymetlidir. AKP ve ordu arasında sermaye yanlısı artan işbirliği, bölge düzeyinde yükselen istibdat rejimleri karşısında, bölgesel bir sol seçenek için bugün siyaset alanı zengin bir direniş potansiyeli zemini sunmaktadır. Birinci elden sol bir seçenek için sermaye karşısında, yoksulluğu, barbarlığı, oryantalizmi ilga edecek bir politik duruş gerekmektedir. Bu nedenle özellikle kır ve kent çelişkisini aşmaya yönelik politik eylemlilikler inşa etmek gerekir. Kentleri paramparça eden endüstriyel kentleşme projeleri, doğa varlıklarının yağmasını ve iklim değişikliğini, emek sömürüsünü hızlandırmaktadır. Kentte yaşayan yoksulların sefalet düzeyi artmış, demokrasi ve siyasal haklarını yitirmiş geniş bir emekçi kitlesi ortaya çıkmıştır. Ortadoğu’yu, Kafkasya’yı ateş gölüne çeviren petrol ve doğalgaz üretimine dayalı kapitalist barbarlık, Türkiye’de bir kölelik düzeni kurmaktadır. Finans piyasalarının yeni yatırım aracı olan konut politikasında köklü bir dönüşüme gidilmesi için mücadele etmek gerekir. Kentsel dönüşüm projeleri, demir, çimento, kum ve inşaat sektörlerini hareketlendirmektedir. Endüstriyel tarzda büyüyen kentler, otomobile dayalı uygarlığı, tüketim kültürünü ve savaşın yükseltilmesine zemin hazırlamaktadır. Türkiye bir şantiyeye dönüşmektedir. Böylece kentlerdeki bu gelişme yoğun bir doğa varlığını hammaddeye dönüştürerek iklim değişikliği hızlandırmaktadır. Başta iklim değişikliği olmak üzere bu krizin çözümü egemenlerin protokollerini imzalatmak-imzalamak için girişilen yarış olmayacaktır. Diğer yandan endüstriyel kentleşme, niteliksiz konutların sayısını çoğaltmakta, ısınma açısından da yeni sorunlara neden olmaktadır. Evler, doğanın hava koridorlarına göre tasarlanmadığından kışın soğuk, yazın sıcak olmakta, bu da yoğun bir enerji kullanımını körüklemektedir. Bu nedenle kentsel dönüşüm politikalarına karşı mücadele hattı, iklim
EKOLOJİST MÜCADELENİN OLANAKLARI
149
değişikliği ve enerji konusundaki mücadelenin önemli bir alanıdır. Bu alanda sermayenin finansal birikim beklentisinin önü konut üzerinde mülkiyet ilişkilerini de çözecek bir kent düzeninin bölgesel ölçekte yaratılmasıyla alınacaktır. Tarım arazileri üzerine yoğun bir yapılaşma baskısı yaratılmakta, su varlıkları kaybolmakta, gıda krizi keskinleşmektedir. Kırsalın kapitalistleşmesiyle birlikte, tarım arazileri, fabrikaların ve kentlerin baskısı altında kalmaktadır. Kır nüfusunun yaşam alanlarını daraltmayan, bu nüfusun geçim araçlarını ortadan kaldırmayan bir politikaya acil ihtiyaç vardır. Endüstriyel tarım ve genetiği değiştirilmiş organizmalara dayalı üretim, toplumsal eşitsizlikleri ve adaletsizliği arttırmaktadır. Enerji, madencilik, tarım alanlarındaki gelişmeler kır nüfusunu ve kır ekosistemini yoksullaştırmaktadır. Hidroelektik, termik santraller tarım arazilerini de yok etmektedir. Enerji de geliştirilecek bir planlama yaklaşımı her şeyden önce, emeğin ve doğanın geçim olanaklarını ve sınırlarını yok etmeyecek bir tarzda geliştirilmelidir. Türkiye’de sayısı hızla artan maden şirketlerinin ruhsatlarının bir an önce iptal edilmesi için mücadele edilmelidir. Bu ruhsatlar, enerji, su, tarım, orman, deniz, hayvancılık alanlarındaki bütünlüklü planlama yaklaşımlarının bütünlüklü bir tarzda geliştirilmesinin önündeki en büyük engeldir. Bu alanda yürütülen mücadeleler bu açıdan son derece önemlidir. Ormanlar kamusal varlıklar olarak geliştirilmelidir. Orman ekosistemlerini tahrip eden her türlü siyasi ve iktisadi tasarruf durdurulmalıdır. Bununla birlikte bitki ve genetik çeşitliliğini tehlikeye sokan her türlü uluslararası sözleşme; ormanları, bitki, hayvan türlerini, genetik çeşitliliği koruyacak şekilde yeniden düzenlenmelidir. Bu varlıklar mülkiyet konusu yapılmamalıdır. Su varlıklarının, kalkınmacı bir esasla değil, kullanım değeriyle değerlendirilmesini esas alan ölçekte havza yönetimi yaklaşımları geliştirilmelidir. Kır ve kentin yeniden planlanması sağlanmalıdır. Su, özelleştirme veya başka yöntemlerle mülkiyet konusu yapılmamalıdır. Su hakkı ve suyun hakkı temel bir hak olarak anayasal güvence altına alınmalıdır. Tarımsal sistemler bu eksende dönüştürülmelidir. Bunun içinde havza ölçeğinde bir planlama yaklaşımı esas alınmalıdır. Sulak alanların, göl ve deniz ekosistemlerinin de bu ölçekte planlanması sağlanmalıdır. Enerji politikalarında öncelikler değiştirilmelidir. Yoğun enerji tüketen sanayi üretimini, başta silah sanayini, dünya ölçeğinde bir konsensusla, ilga edecek bir politik tutum izlenmelidir. Enerji mülkiyet konusu olmaktan
150
YENİDEN DEVRİM / 8
çıkartılmalıdır. Enerjinin, kent ve kır bütünlüğünü koruyacak bir eksende planlanması gerekir. Fosil yakıtlara dayalı enerji üretiminden bir an önce vazgeçilmelidir. Ortadoğu’da ve dünyada her gün derinleşen savaş koşulları toplumsal zenginliğin önemli bir kısmının askeri harcamalara ayrılmasına neden olmaktadır. Bu nedenle ekolojik kriz konusunda adım atmayı önüne koyan herkes, her şeyden önce, demokratik ve eşitlikçi bir siyasallaşma sürecini önüne koymalıdır. Askeri harcamalar, ekolojik krizi derinleştirmektedir. Bu açıdan dünyada barış politikalarına ihtiyaç vardır. Eşitlikçi ve kolektif bir toplumsal hukuka dayalı olarak yaşam yeniden yapılandırılmalıdır. Yargı kararlarının uygulanması için geliştirilen her türlü mücadele bu açıdan son derece önemlidir. Mahkeme kararı tanımadan, şirketleri kollayanların ekolojik kriz ve başta iklim değişikliği konusunda söyleyecek hiç bir samimi sözü olamaz. Maden işletmelerini matbu ÇED raporlarıyla hizmete sunanlar, binlerce taş ocağına ruhsat verenler, hidroelektrik santrallere kalkınmışlık ikonu olarak yaklaşanları egemen doğa ve emek sömürüsünü, yani ekolojik kriz sorununu çözemez. Ormanları, kıyıları, kentleri, tarım arazilerini satanlardan kurtulmak gerekir. Kuzey Irak’a elektrik satmak için kurulan Silopi termik santrali’ne karşı durmayan, uyuşturucu dolu tırlardan rüşvet pazarlığı yapanlara siyasal bir cephe örmeyen siyasal otoritelerin inandırıcılığı olamaz. Nükleer santral projelerini bölgesel güç gösterine dönüştüren, bunun için yasa çıkartanların, iklim değişikliği konusunda atacağı hiçbir adım, sorunu çözmeyecektir. Bunun için de bugünden; enerji, su, gıdanın hakça ve varlık koşullarının korunarak geliştirilmesine dayalı kamu idaresinin örgütlenmesi gerekmektedir.Bu konuda bütçeden özel bir pay ayrılması için mücadele etmemiz gerekir. Orta vadede Türkiye’nin içinde olduğu bölgede, Kafkaslar, Balkanlar ve Ortadoğu’da enerji, su, tarım, iklim, gıda konularında bütünlüklü bir planlama yaklaşımı içinde, eşitlik ve dayanışma temelinde, bilgi, deneyim, mal ve hizmet paylaşımını esas alan anlaşmalar hayata geçirilmeli ve bu anlaşmalar tüm bir dünyaya model olacak tarzda geliştirilmelidir. Bölgesel ölçekte, iklim değişikliğini durdurma politikaları bu zeminden yeni bir uluslararası sözleşme mantığıyla hazırlanmalıdır. Bu coğrafyada uygarlığın ekseninden petrolü çıkartmayı ilke edinen, yarışmaya dayalı değil, paylaşmaya dayalı kültürel bir motivasyon bölgemizdeki savaş ve yoksullaştırma politikalarının da önüne geçecektir. Enerji, gıda, su konusunda bu açıdan bölge halklarının eşitlik ve dayanışma temelinde ortak
EKOLOJİST MÜCADELENİN OLANAKLARI
151
hareket etmesi, sürekli pompalanan enerji, su, gıda krizi risklerini de uzun vadede ortadan kaldıracaktır. Uzun vadede bugüne kadar kenti ve kırı yağmalayan büyüme ve kalkınma politikalarından bir an önce vazgeçilmelidir. Bunun için de iklim değişikliğine çözüm açısından öncelikli olarak devlet bütçesinden yıllardır, kara ve hava taşımacılığı, endüstriyel sanayileşmeye ayrılan payı ortadan kaldıracak bir politik hat benimsenmelidir. Bunun yerine, doğayla barışık üretim tarzlarının geliştirilmesi, araştırılması, emeği ve doğayı sömürmeyen üretim ve tüketim yollarının geliştirilmesi ve özendirilmesi gerekmektedir. Bu açıdan ekolojik krize karşı mücadele bir uygarlık mücadelesidir. Bu mücadelede eşitlik, dayanışma, kolektivizm ve halkların kardeşliği olmazsa olmazlar olarak inşa edilmelidir. Ekolojik kriz, siyasal iktidarın ve ekonomi politiğin değişikliğini zorunlu kılmaktadır. Enerjinin, suyun, havanın, toprağın eşit ve adil değerlendirilmesini esas alan kalkınmacılığı dışlayarak aşan bir planlama, üretim, tüketim ilişkileri bütünlüğü ekolojik krizi aşmak için de başlangıç olacaktır.
Sonuç: Siyasal İktidarın Zayıf Halkası
Barbarlık, yoksulluk ve oryantalizm satan liberal-muhafazakar finans seyyahlarının Ortadoğu-Kafkasya-Anadolu üçgeninde yarattıkları sömürgeci düzenin zayıf halkası hava, gıda, su, enerji üzerinden şekillen ekolojik krizdir. Ekolojik krize karşı bir direniş ve mücadele cephesi, ufkuna siyasal iktidar olmayı alacak bölgesel bir ekolojik devrim perspektifiyle inşa edilecektir. Bu mücadele cephesinin, bölgesel düzeyde inşası için, emek eksenli bir özneleşme süreci, halkların eşit, adil ve özgürlükçü bir toplumsallaşma ve bir arada yaşama süreci için ön koşuldur. Emek eksenli bir ekoloji mücadelesi, bu coğrafyada içselleştirilen istibdat düzenine karşı, sermayenin yağmacı ve yıkıcı barbarlık düzenin karşısında politik bir olanak olarak yaratılmalıdır. Ekososyalist Manifesto’dan, Halkların Protokolü’ne kadar bir dolu çaba da dünya üzerinde ekolojik krize karşı birleşik mücadele etmenin imkan ve tartışma düzlemlerini yaratmaya çalışmaktadır. Bu tartışmaları ve olanakları ıskalamayan ve bulunduğu yerde emek eksenli sınıfsal direnç noktalarını, yarın iktidara gelecekmiş gibi kurgulayan bir gelenek için biriktirmek tarihsel bir sorumluk olarak önümüzde durmaktadır. Owen’ın geliştirdiği fabrika sosyalizmi özlemleri nasıl ki tarihsel ve si-
152
YENİDEN DEVRİM / 8
yasal mirasımızca aşıldıysa, Morris “gelecekten anılar” romanında nasıl bir gelecek rüyası kurduysa, Aristofanes’in “Kuşlar” oyunu, otoriteye ve tahakküme direnci anılarımıza kazıdıysa, bulunduğumuz coğrafyanın emek olanakları da yirmi birinci yüzyıl finans seyyahlarına karşı kendi imgesini yeniden yaratacak bir gücü doğuracaktır. Dipnotlar: 1. Beyşehir ilçesindeki arkeolojik kazı alanında M.Ö. 12. yüzyılda Kızılırmak havzasında devlet
kuran Hititlere ait su tanrıçası ‘Pınarkızı’ uzun uğraşlardan sonra 1998 yılında ortaya çıkarıldı. Bundan on yıl sonra ise, 2008 yılında Beyşehir gölü endüstriyel tarım ve kent atıklarının etkisiyle kurudu. Yok edildi. 2. 7-8 Ekim 2007 tarihlerinde aralarında Arjantin, Avustralya, Belçika, Brezilya, Danimarka, Kıbrıs, Fransa, Yunanistan, İtalya, İsviçre, Birleşik Krallık ve ABD gibi 13 farklı ülkeden birçok ekolojist parti ve hareket içinden aktivistin “Paris Buluşması” sonucunda Uluslararası Ekososyalist Ağ’ın kuruluşu dünyaya duyurulmuştu. Ağ ile, 2001 yılında Joel Kovel ve Michael Löwy tarafından Paris’te yayınlanan ekososyalist manifestoyu referans alan ve onu son yıllarda yaşanan yeni deneyimlerle zenginleştiren bir manifestonun hazırlanmasına başlandı. 27 Ocak- 2 Şubat 2009 tarihleri arasında Brezilya’nın Amazon bölgesindeki Belem kentinde, Dünya Sosyal Forumu’na paralel olarak yapılacak Ekososyalist Forum ile açıklanacak olan ikinci manifestonun taslağı, Kovel-Löwy ikilisine Ian Angus’un da katılımıyla 2008 yılının Nisan ayında kaleme alındı. Taslak, katılımcı bir üslupla, kamuoyuna açık bir iletişim listesinde dünya çapında yorum, eleştiri ve önerilere açıldı. Taslak Ekososyalist Manifesto metnini, http://www.ekolojistler. org/2.ekososyalist-manifesto.html adresinde bulabilirsiniz. Ekoloji Kolektifi de bu doğrultuda 14 Temmuz 2008 Pazartesi günü İstanbul’da, 15 Temmuz 2008 Salı günü Ankara’da ve 17 Temmuz 2008 Perşembe günü Mersin’de olmak üzere üç tartışma toplantısı düzenledi. Her üç ilde de tartışmalar, taslağın geneli üzerinden (birinci manifesto metniyle kıyaslamalı olarak) bir yöntem tartışmasıyla beraber taslağa ilişkin genel eleştiriler ve ardından da somut önerileri içeren bir eksende gerçekleştirdi. Bu toplantıların ardından derlenen somut eleştirilerin ve önerilerin yer aldığı metni http://www.ekolojistler.org/2.-ekososyalist-manifesto-taslak-metni-tartismalari-ozet.html adresinden bulabilirsiniz. Bu toplantılar ardından Ekoloji Kolektifi, ekososyalist manifesto tartışmalarını teorik ve pratik düzeyde derinleştirme ve Dünya Sosyal Forumu bünyesinde yapılacak Ekososyalist Forum’a Türkiye’de yürütülen tartışmaları İngilizce/ Türkçe bir kitap/derleme olarak aktarma kararı aldı. 3. Mehmet Ali Üzelgün tarafından kaleme alınan,” Somut ve Gerçekçi Bir İklim Değişikliği Manifestosu” için bakınız, http://www.ekolojistler.org/baglantilari-kurmak-somut-ve-gercekci-bir-iklim-degisikligi-manifestosu-mehmet-ali-uze.html