MERHABA Türkiye'nin bir yerel seçim geçirdiği, yoksulların yüryüzüne indirilen cehennemin kazanında kaynatılmaya devam edildiği, krizin sermaye için fırsata dönüştürülmesi için hükümet tarafından paket üzerine paketin yayınlandığı, sokakların polis terörü ile gaza boğulduğu, KESK'in kapılarının tekmelendiği, gençlerin evlerinin basılarak tutuklandığı bir dönemden geçiyoruz. İktidar içi kavgalar hız kesmeden devam ediyor. Her gün ortaya çıkan yeni belgelerle ortada dönüp duran oyun derinleştiriliyor. Kriz, yoksulluk bir yana herkes o belgelerin peşine koşturuyor. Yeniden Devrim'in her sayısında tekrarladığımız gibi liberal ve milliyetçi eksene tavır alan, eşitlik ve özgürlük üzerine kurulmuş devrimci bir siyasetin yaratılması hava gibi su gibi bir ihtiyaç. *** Kapitalizmin yaşadığı krizle birlikte ortaya çıkan imkanların içinde solun gelişerek kendini yenileme ve aşma imkanı vardır. Önümüzdeki dönem bu açıdan devrimcilerin her anlamda etkin olduğu bir süreç olmalıdır. Yeniden Devrim dergisi bu süreçte devrimci mücadelenin önündeki sorunların çözümüne katkı sunma noktasındaki mütevazi çabalarını güçlendirme uğraşı içinde olacaktır. İdeolojik bir savaşımın daha güçlü verilmesinin gerekliliği devrimcilere yönelik çok yönlü saldırılarda bir kez daha görünüyor. Bu anlamda devrim-
cilerin donanımlarını arttırması elzemdir. Tam da burada 80 sonrasında devrimcilere de sirayete eden öğrenme arzusu kaybetmenin bugün yaşananların nedenlerinden birisi olduğu unutulmamalıdır. Yeniden Devrim dergisi bu manada daha fazla çabayı ortaya koyarak, üç aylık dönemler arasında da brosür ve kitaplar yayınlayarak bu sürece durduğu yerden katsını çoğaltacaktır. *** Önümüz yaz ama tatile çıkmıyoruz. Derginin dağıtımını ve tartışmasını yeniden organize ederek, daha örgütlü bir biçimde yola devam etmek için, bir durup kendimize bakıp, eksikliklerimizi tamamlayacağız. Yaz sonu çıkaracağımız 10. sayımızla birlikte Yeniden Devrim dergisi kendisi için önemli bir eşiği atlamış olacak. Kitapevlerine neredeyse yalnızca 'Bestseller' için uğrandığı , solcuların dahi artık okumayı unuttuğu bir dönemde dergi çıkarmak, bunda ısrar etmek, bunun devam etmesi için gayret göstermek, Yeniden Devrimcilerin hayata ve siyasete dair iddiasının sonucundan başka bir şey değildir. O zaman eleştiriler, öneriler ve geldiğimiz noktanın değerlendirmesi ışığında Yeniden Devrim'i de isminin ifade ettiği devrimciliğin yeniden üretilmesinde daha etkin bir konuma getirmek için çalışacağız. *** Bu sayımızda dosya konusu 'muhafazakarlık'. Dergimizin kapağında da resmedildiği üzere cemaatler-tarikatlar bir ağ gibi her yanı sarıyor. Kimileri bu gelişmeyi sivil toplumun gelişmesi olarak sunsa da kimileri bunun içinde özgürlükçülük keşfine çıksa da nefes alınabilecek alanların dahi daraldığı bir gerçeklik içinde yaşıyoruz. Dergimizde yayınladığımız, TAKSAV ve İMO tarafından düzenlenen 'Mahalle Baskısından Devlet Baskısına Mı?' sempozyumu bunun en somut örneklerini ortaya koyuyor. Bu söyleşileri ve onların işaret ettikleri araştırmaları bir kez daha okuyarak neyin içinde olduğumuzu anlayabilmek kolaylaşacaktır. Bu sayıda dosya ile birlikte onun parçası olan yazılara yer verdik. Mustafa Peköz'ün Fethullah Gülen cemaatine dair kapsamlı bir analizi yer alıyor.
*** Dergimizin başlığı, ÖDP kongresine atıfla 'Devrimcilik Zamanı'. Başta söyledik, yoksullar için yeryüzüne kurulan cehennemde ateş harlanmaya devam ediyor. Yoksulluğu, çaresizliği ortadan kaldırmanın başka bir yolu yok. ÖDP bu anlayışla 6. Olağan Kongresine 'Eşitlik, Özgürlük ve Devrim' sloganıyla çağrı yaptı. 13 yıllık mücadelesi ile birlikte devrimci hareketin tarihsel mirasının doğal bir parçası olan ÖDP, bugüne kadar olduğundan daha büyük bir kararlılıkla ve coşkuyla emekçilerin kendi kaderleri hakkıda söz sahibi olma mücadelesini yükseltecektir. Son dönemde gerici burjuva medyanın devrimci tarihimize yönelik saldırıları, güncel olarak da ÖDP'yi hedef tahtasına koyarak yürütüldü. Neticede 'yel kayadan toz alır' demek ve 'fazla söze gerek yok yürüyelim' diyerek, yollara ve yolculuklara karışmak zamanıdır. Şimdi gece gündüze dönerken, kardeş kalplerimizdeki ortak bir heyacanla, umutla, aşkla ve kararlılıkla özgürlük ve dayanışma ülkesine yolculuğumuza devam ediyoruz. *** Son bir söz de, bize sıkça sorulan yeniden devrimin, devrimci romantizmi üzerine söyleyelim. Sözlerimiz sokağın ruhuyla yıkanmış, devrimci gençlerin tertemiz bilincinden ve kalbinden süzülmüş, tarihimizin tüm güzelliklerinin bize kattığı anlamla ve devrimci ruha aittir. 'Düşe kalka çocuklar, dizlerini kanata kanata, güle coşa çocuklar, yumruklarını sıka sıka, sola dirile umut, döne döne çığlık, dura sıkışa barut, bağıra çağıra çocuklar' Güzel günler göreceğiz çocuklar.... sevgiyle ve dostlukla HER YERDE HEP BİRLİKTE YENİDEN DEVRİM
ÖDP DEVRİMCİ BİR ANLAYIŞ TEMELİNDE KENDİSİNİ YENİLEYEREK YOLUNA DEVAM EDECEKTİR *Devrimci Bir Siyaset İçin Güncel Yönelimler II- Devrimci Dayanışma
ÖDP’nin 6. Olağan Kongre süreci, partimizin içine sürüklendiği ciddi bir örgütsel ve politik kriz ortamında gerçekleşiyor. Partimizin bugün gelinen noktada böylesi bir krize sürüklenmesi büyük ölçüde kuruluş sürecinden gelen yapısal sorunlarının aşılamamış olmasından kaynaklanan nedenlere bağlıdır. Bir geçiş sürecinin belirsizlik ve muğlâklıklarını barındıran özellikler gösteren ÖDP, süreç içinde bu sorunların zamanında aşılmasını sağlayacak bir gelişme gösterememiş; bunun sonucu olarak da ülkede gelişen sağ liberal ideolojik hegemonyanın etkisinde kalan unsurların yol açtığı bugünkü kriz ortamına sürüklenmiştir. Bu krizi bahane eden bazılarının miadını doldurduğunu iddia ettiği ÖDP tam tersine, elbette bugünün dünya ve Türkiye gerçeklerini dikkate alarak, kendisini devrimci bir anlayışıyla yenileyerek geçmiş mücadele tarihimizin izindeki yoluna kararlılıkla devam edecektir. * Her örgüt var olduğu tarihsel dönemin sorunları içinde, mücadelenin ihtiyaçları doğrultusunda anlam kazanır. 13 yıl önce, doksanlı yılların dünya ve Türkiye’sinde yaşanan gelişmeler karşısında emekçilerin ve ezilenlerin
10
Yeniden Devrim / 9
ihtiyaçlarına soldan bir yanıt üretme amacıyla kurulmuş olan ÖDP giderek etkisiz bir konuma sürüklenmiş ve çoktandır kendisini yeniden tanımlamak ve yenilenmek ihtiyacıyla karşı karşıyaydı. 2000'li yılların başlarında tartışılmaya başlanan bu sürecin geliştirilerek tamamlanamamış olması 5. kongreden bu yana partinin içine sürüklendiği bugünkü krizin zeminini oluşturmuştur. Şimdi ÖDP’yi “artık miadı dolmuş bir parti” olarak gören bir kısım arkadaşımızın başka bir “siyasi proje” arayışına girerek partimizden ayrılma noktasına sürüklenmiş olmaları yaşanan krizin bir yönüdür. Bu konuda ortaya çıkan anlayış farklılıkları sonucunda, şimdi kendilerini “ÖS platformu” olarak tanımlayan arkadaş gurubunun çalışma tarzı, örgüt ve siyaset anlayışlarının yanı sıra programatik çerçeve bakımından da partinin devrimci yönelimlerinden ciddi bir kopuş içine girdikleri görülmektedir. Bu durum yıllardır sürüncemede kalan, çalışma tarzı, örgüt ve siyaset anlayışları konusunda partinin yenilenme görevinin hızla tamamlayarak kuruluş sürecinin geçişsel niteliklerinden kaynaklanan yapısal sorunlarının aşılmasını artık kaçınılmaz bir görev haline getirmiştir. * Tartışmanın odak noktasındaki konuların başında partinin niteliğine ilişkin sorunlar yer almaktadır. Kitle partisi mi, sosyalist parti mi, çoğulcu parti mi, monolitik parti mi şeklinde bir kavram kargaşası içindeki spekülasyonlar yapılmaktadır. ÖDP, elbette dar bir profesyonel devrimciler örgütü olarak değil, (bu anlamda) bir kitle partisi olarak kurulmuştur. Buradaki kitle partisi kavramına partinin programatik yönelimi açısından sosyalist kimliğini dışlayan bir anlam yüklenmesi elbette doğru değildir. ÖDP salt bir birlik projesi olarak tarif edilmemesine rağmen kurulduğu dönem itibariyle bir birlik projesi olarak ele alındı, çoğulculuk kavramı da böyle bir anlayış içine sıkıştırılarak kutsandı. Oysa ÖDP, Türkiye’de ortaya çıkan kriz karşısında devrimcilerin emekçilerin ve ezilenlerin karşısına devrimci bir kitle partisiyle çıkmasını öngören bir anlayışla gündeme gelmişti. Kabul ettiğimiz gerçek, bunun değişik sol grupların toplamından ibaret ve onların bir araya gelişiyle oluşturulabilecek bir platformla sağlanmasının mümkün olmadığıydı. Buna karşın taban inisiyatiflerini, geniş emekçi insiyatiflerini geliştirmeyi ve bunlara dayanmayı ön plana alan bir parti yapılanması yerine sol grupların birliği ve mutabakatına dayanan, grup yapılanmalarını ön plana alan bir parti yapılanması oluştu. Aşağıdan yukarıya toplumsal mücadelenin ve muhalefetin içinden kurulacak bir birlik değil de yukarıdan aşağıya kurulan bir “birlik” anlayışının egemen olması partiyi giderek etkisizleştirerek bir mücadele örgütü olarak gelişmesini engelleyen bir nedene dönüştü.
Devrimcilik Zamanı !
11
Keza çoğulculuk kavramı da gerçek anlamının dışında partinin karar organlarınca alınmış kararların bağlayıcılığının olmadığı, herkesin istediği gibi davrandığı, hatta parti kurullarında görevli olanların bile başka bir parti kurmak için gizli açık toplantılar yapabildiği bir saçmalığa indirgenebilmiştir. Böyle bir anlayış, bırakalım devrimci bir partiye ait çoğulculuk ilkesiyle ilgisizliğini, düzen partileri açısından bile kabulü mümkün olmayan ahlaki bir sorun olarak kabul edilmelidir. Sonuçta ortak amaçlar doğrultusunda devrimci mücadele için ve mücadele içinde bir birlik anlayışına dayanmayan birliklerin pratikte hiçbir karşılığının olmadığı ÖDP deneyimi içinde bir kez daha ortaya çıkmış oldu. * Bir kitle partisi içinde karşılaşılan en ciddi sorunlardan biri devrimci siyaset anlayışından uzaklaşarak bütün hedeflerini ve başarısını seçim ittifaklarına bağlayan parlamenterist anlayışların gelişmesiyle ortaya çıkıyor. Bu konuda ÖDP programının giriş bölümünde şu ifadelere yer verilmişti: “… siyasal ve toplumsal alanda devrimci bir değişimin emekçilerin partisinin herhangi bir biçimde hükümet olmasıyla değil bizzat işçilerin ve emekçilerin kendilerini yönetmesiyle gerçekleşeceğini bir an bile gözden yitirmez. Bu nedenle emekçilerin daha bugünden, toplumsal yarar doğrultusundaki faaliyetlerini geliştirecekleri, eşitlikçi, dayanışmacı ve demokratik ilişkileri yaşamın her alanına yayacakları, siyasetin toplumsallaşması yönünde çaba ve girişimleri sürdürecekleri, yaratıcılıklarını geliştirecekleri bir mücadele hattına ve siyaset tarzına sahip olmayı vazgeçilmez sayar.” Parlamentarizmi açıkça reddeden bu devrimci siyaset anlayışına rağmen bütün hedeflerini ve başarısını seçim platformlarına ve bu temelde kurulan veya kurulamayan ittifaklara bağlayan düzen partilerine has bir anlayış reel siyaset bataklığı içinde yayılma imkânı bulabiliyor. Partinin kendisini bu tür hastalıklara karşı koruyacak önlemler alınmadığı ortamlarda hangi yolla ve ne pahasına olursa olsun bir yerlere seçilmek bazen partinin kolektif yapılarını da aşan bir bireysel tutku haline dönüşebiliyor. ÖDP süreci bu tür sapmaların devrimci bir parti açısından ortaya çıkarabileceği tahribatın çarpıcı örneklerine sahne oldu. * ÖDP’nin kuruluş süreci özellikle kamu çalışanları alanındaki mücadelenin yükseldiği bir zamana rastlamış ve dönemin bu en dinamik kesimi partinin kuruluş dinamikleri arasında önemli bir yer tutmuştu. Buna karşın emek hareketinin taşıdığı potansiyelin (siyasi yapısının zayıflığıyla birlikte sendikalaşma süreci içinde gelişen sendikalist bürokratik eğilimlere bağlı nedenlerle) partinin emek mücadelesi ekseninde sağlıklı bir gelişme sağlamasına katkısı mümkün olmamıştır. Tersine sendikalar içerisinde ortaya çıkan bürokratik konformist eğilimlerin neden olduğu sorunlar politik alana
12
Yeniden Devrim / 9
sıçratılarak partideki krizin daha da derinleşmesine yol açılmıştır. Bu sorun temelde kuşkusuz politik alana dair bir sorun olmakla birlikte bir yönüyle de kamu çalışanları hareketinin taban iradesinin temsilini sağlayacak kendi demokratik hukukunu ve geleneklerini geliştirememiş olmasına dair de bir sorundur. Alan siyaset ilişkileri konusundaki sorunların çözüm yolu asıl olarak bu boşluğun doldurulmasıyla mümkün olacaktır. * Örgütlenme meselesi ÖDP’nin kuşkusuz en önemli meselesidir. Çünkü programlarda veya söylemlerde ifadesini bulan fikirleri ve iddiaları havada asılı duran soyut/boş söylemler olmaktan çıkararak hayat içinde karşılık bulmasını, o fikirlerin kitleler tarafında sahiplenilerek hayatı değiştirecek maddi bir güç haline dönüşmesini sağlayacak olan şey örgüttür. Eğer savunduğumuz fikirlerin hayata geçirilmesine elverişli örgüt biçimleri yaratamamışsak, programlarımıza yazdığımız ve kürsülerden seslendirdiğimiz fikirler havada uçup giden hoş bir seda olmaktan başka bir mana taşımayacaktır. Başka bir dünya başka bir hayat iddiasını salt gelecek güzel günlere dair bir mesele değil, bugüne ait bir sorun olarak, yarını bugünden inşa etme meselesi olarak gören bir devrim anlayışına sahip olduğunu iddia edenler bu iddialarına uygun bir örgüt ve çalışma tarzına da sahip olmak zorundadır. Bu anlamda örgüt meselesi sadece her hangi bir örgütsel yapı ve hiyerarşi oluşturma meselesi değil, aynı zamanda ideolojik bir meseledir de. * Örgütlenme meselesinde ortaya çıkan problemler ÖDP’nin savunduğu devrim ve sosyalizm anlayışının kavranılamaması ve ona uygun örgütsel formların yaratılıp geliştirilememiş olmasının bir sonucudur. Bu nedenle partinin örgütsel yapıları kitleleri ve taban inisiyatiflerini geliştirmek yerine siyasetten uzaklaştıran burjuva düzen partilerinin bürokratik örgütlerine benzeyen fonksiyonsuz yapılara dönüşmüştür. Sözde binlerce üyeye sahip olduğu varsayılan, buna karşın kiralarını ödeyemeyen il ve ilçe örgütleri vardır. Gerçek temsiliyet ilkelerinden uzak, “geri çağırma hakkı”nı parti tüzüğündeki “şık” bir madde olmaktan başka manası olmayan boş bir kavrama dönüştüren, neredeyse katılımcıların sayısı kadar delege ve yönetimlerin seçildiği kongreler yapılmaktadır. Bütün bunlar Partinin örgütsel yapısının baştan aşağıya yeniden düzenlenmesini zorunluluğunu göstermektedir. Burjuva demokrasilerine has bir örgüt formu olarak ortaya çıkan modern kitle partileri geniş kitlelerin siyaset zemininde örgütlenmesine olanak tanıyan özelliklerin yanı sıra, bu yapıları aynı zamanda sermaye düzeninin bir parçası haline dönüştüren bir yabancılaşma alanıdır da. Partisinin (yüz binler tarafından büyük bir coşkuyla karşılanan) kuruluş felsefesini “unu-
Devrimcilik Zamanı !
13
tarak” siyasi partiler yasasının tanıdığı yetkiyle “icraatlara” soyunan, kendisi seçilemeyince başka partilerle anlaşma zeminlerine kayan politikacılar işte bu sistem içinde ortaya çıkmıştır. Bu nedenlerle yalnızca siyaseti değil, bütün hayatı değiştirme iddiasındaki bir dünya görüşünü savunan ÖDP bu gerçeği dikkate alarak bütün üyelerinin aktif siyasete katılımını sağlamanın yollarını bulmak, onları gerçek birer özne haline getirmeyi gözetecek, burjuva siyasetinin bozucu etkilerine karşı kendisini koruyacak önlemleri almak ve örgütsel yapısını tepeden tırnağa yenileyerek kendisini yeniden örgütlemek durumundadır. * Örgütlenme alanında yapılması gereken en temel değişiklik, ÖDP’nin parti tüzüğünde ifade edildiği gibi, “Parti bir mücadele örgütü olarak çalışmalarını kitlelerin yaşam ve çalışma alanlarını esas alarak sürdürür” yaklaşımına uygun olarak örgütlenmeye yönelmesidir. Yeni dönemde parti ancak kendini bu birimler üzerinden kurabilir ve örgütleyebilir. Bu hedefle, delege seçimlerinin çalışma ve yaşama birimleri ilkesine göre yeniden düzenlenmesi, il-ilçe-belde yönetim kurullarının görevlerinin esas olarak birim faaliyetleri üzerinden şekillenmesi ve etkinleştirilmesi büyük önem taşımaktadır. Parti organlarının oluşumunda aşağıdan yukarıya hesap alıp verme imkânlarını da sağlayan yeni bir temsiliyet ilişkisinin içselleştirilmesine ihtiyaç vardır. Çalışma-yaşama birimlerine ve alanlara dayalı bir parti örgütlenmesi için seçim-temsil ilişkisi bu anlayışa göre yeniden düzenlenmeli ve bu örgütsel modeli esas alan yeni bir seçim sistemi oluşturulmalıdır. Bu sistem, geri çağırma ilkesinin gerçekleşmesine de olanak veren ve politik hayatımızın vazgeçilmez kazanımları haline gelmiş olan çoğulculuk ve kadın kotası gibi ilkeleri politik pratiği güçlendirecek şekilde geliştirmelidir. Şimdi yapılması gereken şey bu anlayış doğrultusunda partinin kendisini yenileyerek kazanacağı taze güçle hayata ve mücadeleye sarılma zamanıdır. Temel görev ÖDP üyelerinin bir mücadele zemini üzerinde yeniden örgütlendirilmesidir. * Güçlü toplumsal-sınıfsal zeminlere dayanmayan siyasetlerin ülke siyasetinde etkin bir rol oynayacak şekilde gelişebilme şansı olamaz. Bugün ÖDP’nin ve genel olarak solun toplumsal-sınıfsal zeminleri zayıf durumdadır. Etnik veya dinsel-mezhepsel kimlik sorunlarını öne çıkaran konjonktürel nedenleri bir yana bırakacak olursak, bu durum, sadece makro politik düzlemdeki rejim sorunlarına dair reform taleplerine odaklanarak düzenin radikal bir eleştirisi ve değişim taleplerinden uzaklaşan siyaset anlayışının da bir sonucu olarak görülmelidir. Bu durum, kitleler içindeki sağ liberal ideolojik hegemonyayı kolaylaştıran nedenlerden biri olmuştur. Sağ liberal/milliyetçi saflaşmanın en üst boyutlara ulaştığı bu dönemde
14
Yeniden Devrim / 9
ideolojik hegemonya mücadelesinin önemi ortadayken bu alan neredeyse bütünüyle ihmal edilmiş, bu alanın özelliklerine uygun çalışma biçimleri ve araçların geliştirilmesi bir yana, varolanlara da yeterince sahip çıkılmamıştır. * Sözde “gelenekselcilikten kurtulma” adına işyeri, mahalleler, okullar ve sokakları kapsayan ve insanlarla birebir ilişkiler içinde sürdürülen siyasi çalışmalardan uzaklaşarak reklama dayanan medyatik/konformist bir siyaset anlayışı solun temel çalışma biçimi haline gelmiştir. Bu tür anlayışlarla bugün başta Kürt sorunu olmak üzere ülkenin bütün temel sorunlarının çözümü ve ülkenin geleceği konusunda söz sahibi olabilecek bağımsız sosyalist devrimci bir hareketin yaratılması imkânsızdır. Bu yüzden bu gün ÖDP’nin önündeki en önemli görev toplumsal-kitlesel tabanını güçlendirecek şekilde kitle içinde parti çalışmasını esas alan bir mücadele hattını hayata geçirmektir. Partinin politik hattını belirlenmesinde de partinin kitle tabanının genişletilmesi amacı temel alınmalıdır. Yoksul emekçi kitlelerin sorunları temelindeki “devrimci dayanışma ağları”nın örgütlenmesi gibi faaliyetler de bu çalışma tarzının önemli bir parçası olmalıdır. Bu ÖDP’nin sadece bir parti değil aynı zamanda bir “özgürlük ve dayanışma hareketi” olarak kendini örgütlemesi demektir. * Bugün Türkiye toplumu sosyal-kültürel anlamda giderek çözülmektedir. Ne din eksenli siyasal İslamcılar, ne etnik temelli milliyetçiler, ne de “toplum hiçtir, birey her şeydir” diyen liberaller ezilen emekçi halk kitlelerinin sorunlarına köklü çözümler üretebilir. Türkiye’yi ancak mevcut düzen siyasetlerinden bağımsız bir devrimci sosyalist hareket özgürlük ve eşitlik temelinde, bütün ezilen emekçi halkların barış ve kardeşlik içinde bir arada yaşayacağı gerçekten demokratik bir ülke olarak yeniden kurabilir.. 12 Eylül sonrasında Türkiye solunun ulusal ölçekte en kitlesel politik çıkışı olan ÖDP bir yanda kapitalist küreselleşmeyi savunan yenidünya düzencilerin diğer yanda bu yenidünya düzenine karşı eski dünya düzenini savunanların oluşturduğu ikilemlere karşı başka bir dünya arayışının partisi olarak kendini geliştirmeye çalıştı. 13 yıllık mücadele tarihinde, Susurluk sürecindeki eylemlilikler, 28 Şubat sürecindeki Sultanahmet’te gerçekleştirilen “Ne Refah-Yol Ne Hazır Ol” mitingi, diğer siyasal toplumsal güçlerle birlikte başarılan 1 Mart “Ankara’da tezkere karşıtı miting”, Kürt sorununda “Birarada Yaşamı Savunalım” mitingi gibi, Türkiye’de solun aktüel-politik mücadelede en önemli çıkışlarının yaratıcısı oldu. Evet, bütün bunlara rağmen ÖDP bu gün başlangıç hedeflerinden çok uzak bir konumdadır ve yukarıda değinildiği gibi birçok eksikleri vardır; an-
Devrimcilik Zamanı !
15
cak her şeye rağmen ÖDP, sahip olduğu politik birikimi ve programı itibariyle bugün Türkiye’de böylesi bir sürecin örgütlenmesi ve güçlendirilmesi için en elverişli olanaklara sahip olan dinamiklerden biridir. Bu yüzden ÖDP’nin bu gün kendi eksikliklerini ve değişen ülke ve dünya koşullarına göre kendisini yenileyerek yoluna devam etmelidir. Bu gün ÖDP içinde yaşanan krizin bir unsuru olanların yapmaya çalıştıkları gibi, bu dinamiği etkisizleştirerek veya ortadan kaldırarak, sözde solu büyütme adına liberal-sosyal demokrat kırması projelerin peşine düşmenin hiç bir geçerli yanının olmadığı iyi bilinmelidir. * Sonuç olarak yenilenmeye ve değişime EVET! Ama değişim adına solun kendisine ait bütün devrimci değerlerden vaz geçerek sömürü düzeninin ömrünü uzatmak için uydurulan sağ liberal politikalara eklemlenen sözde “yeni sol” projelerin yutturulmasına değil. Solun birliğine ve büyütülmesine EVET; ama geçersizliği denenmiş, çoğulculuk adına birbirine ters siyasetlerin aynı torbaya doldurulduğu amaçsız, ilkesiz, birliklere değil, Denizlerin, Mahirlerin devrimci mücadele geleneğinin izinde, devrimci mücadele için ve mücadele içindeki birliklere evet! Bu anlayışla ÖDP içine sürüklendiği krizi kendisini devrimci bir anlayış temelinde yenileyerek aşacak ve yoluna kararlılıkla devam edecektir; Şimdi meydanları daha büyük bir güçle dolduran coşkuyla! ŞİMDİ ÖDP’Yİ DEVRİMCİ BİR ANLAYIŞ VE MÜCADELE İÇİNDE ÖRGÜTLEME, YENİLEME ZAMANIDIR. ŞİMDİ DEVRİMCİLİK ZAMANIDIR
Yeniden Kuracağız Aşkla Öreceğiz Şimdi Hareket Zamanı! Evet, yürüyoruz. Zor günleri güneşe çevirmek, ideolojilerin ve mücadelenin sonunun geldiği yalanını alaşağı etmek, devrimci siyasetin yarattığı tüm değerlere sahip çıkmak ve yüceltmek, bugün daha büyüğünü yaratmak için yürüyoruz. Yürüdüğümüz yolun düşenlerinden alıyoruz bayrağı; erdemin, özgürlüğün, dayanışmanın, devrimin yüzünü bu toprakların yüzü yapmaktan başka çaremiz olmadığını biliyoruz. Ve inatla yürüyoruz, dün yürüdüğümüz gibi..! Che nasıl yürüdüyse Sierra Maestra’dan, Deniz nasıl yürüdüyse korkusuzca idam sehpasına, Mahir nasıl gözünü kırpmadan gittiyse Kızıldere’ye, biz de onların kararlılıkları ve inançlarıyla büyüyen belleklerimizi devrime olan özlemimizle harmanlıyoruz ve yürüyoruz; mücadeleden kopanlara bakmadan, tarihimizi yanımıza almayı unutmadan, belleksizleşmeden, tereddüt etmeden..! İlk aşkımız, emeğin, özgürlüğün, barışın, kardeşliğin, adaletin, devrimci gençliğimizin kavgası kurulalı 13 yıl oldu. 13 yılda birçok deneyim yarattı ÖDP. Bu zulüm düzenine, yoksulluğa, yolsuzluğa, hırsızlığa, gericiliğe ve faşizme karşı kendi eliyle yarattığı barikatları yeşertti. İçinde yer aldığı pratiklerle soluğunu isyanın yanında hep diri tuttu. Onu bu yolda soluksuzlaştırmak isteyenlere yanıtını hayatın içinde, kamu çalışanlarıyla, gençlerle; sokakta inançla verdi, bir an olsun vazgeçmedi. Soluklarınızı tazeleyin arkadaşlar, ÖDP bu kavgayı devrime olan hasretini cesaretle, özgüvenle birleştirmiş gençliğimizin yüzünde yenileyecek. Devrimci Gençler, ÖDP’nin, 13 yılda yarattığı bütün bir mirasın sorumluluğunu sırtlanarak, yarının bizim olması için büyüteceğimiz mücadeleyi bugünden inşa ederek yeni bir döneme hazırlanıyor. Kuruluş bildirgesinde de yazdığı, kendini anlattığı gibi; cesaretin, kararlılığın dalgasını en dipten başlayarak yükseltmeye, dost omuz başlarını omuzlarımızın yanında duyup, yüreğimizi yumrukların içine koyup yürümeye çağırıyoruz şimdi…
Özgürlük ve Dayanışma Ülkesine Yolculuğumuz Sürüyor! *Devrimci Gençler'in Kongre Çağrısı.
ÖZGÜRLÜK VE DAYANIŞMA HAREKETİ İÇİN Önder İŞLEYEN
I Tarih harekete geçiyor. Mutlak ve sonsuz bir şimdinin yerini nasıl olacağı muğlak bir geleceğin bugün ve yarın için sürecek mücadelesi başlıyor. 'Tarihin sonu' zamanı durdurarak kendini sonsuzlaştırmıştı. Zamanın, düzenli, periyodik, tek biçimli ve kesintisiz akışı olarak yaşandığı düşüncesi, geleceğin alametlerinin içinde kırılıyor. Geçmişin ve geleceğin derinliğinde 'saatler parçalanıyor', zaman karmaşık, derinlikli, durarak, ilerleyerek, geriye dönerek yeni bir anlam kazanıyor. Devrimci hareketin, sosyalizmin yenilgisi ile birlikte, başka türlü sosyalizm tasavvurları da yitirişi ile yaşadığı ütopya kaybının yeniden dirileceği yer; zamandaki bu kırılma anında tarihi harekete geçirmeye dönük devrimci ütopyanın enerjisi, bunun kendine özgü olarak oluşturacağı ve yeniden anlamlandıracağı hayata dair her şeydir.
18
Yeniden Devrim / 9
ÖDP, sosyalizmin tarihsel bir döneminin sona erdiği, yeni bir tarihsel dönemin başladığı koşullarda kuruldu. Sosyalizmin bir alternatif olmaktan çıktığı, sosyalizme dair tahayyüllerin de silikleşmeye başladığı bir yenilgi dönemi olarak görülebilir bu yıllar. Bu dönem aynı zamanda, ülkemizde de 12 Eylül faşist darbesinin yarattığı sonuçlar çerçevesinde neoliberal yeniden yapılanmanın hızlandığı, gerici-faşist akımların güç topladığı, devrimcilerin ise dağınık ve örgütsüz olduğu yıllardır. ÖDP bir yandan 21. yüzyılın eşitlikçi ve özgürlükçü sosyalizm arayışının parçası olarak gündeme gelirken, diğer yandan da gerici-faşist sermaye seçenekleri karşısında emekten ve özgürlüklerden yana bir mücadele hattı kurma iddiası içerisinde hayat buldu. 80 sonrasında yaşanan dağınıklığın, 89 bahar eylemleri, kamu emekçilerinin ve devrimci gençlik mücadelesinin gelişimi ile moral düzeyde aşılmaya başlandığı, bu mücadeleler içinde yeni genç kadroların ortaya çıkardığı dönemin hareketi üzerine, onun doğal bir parçası olarak kurulan ÖDP, fikri anlamda da Devrimci Yol topluluğun 'tartışma süreci' ile yeni dünya düzenine karşı mücadeleyi kavramaya dönük ortaya çıkardığı birikiminin ve esas olarak bu süreçteki devrimci yenilenme iddiasının öznesi olarak gündeme gelmişti. Kuruluş süreci elbette bu denli sade gerçekleşmedi. Dönemin koşullarında solun birleşmesi/birliğine dönük oluşan arzu ÖDP'yi bir parça olsun kendi gelişim seyrinin ötesine götürdü. Bugünden bakılıp bunu doğru ya da yanlış olarak değerlendirerek bir sonuca varmak sağlıklı bir yöntem olmayacaktır. Ancak, ÖDP'yi 'birlik projesi' olarak tanımlayan anlayışlar mücadelenin bugünkü somut görevleri ışığında devrimci bir yenilenme iddiasının gereklerini bir kenara bırakıp 'birlik/mutabakat' eksenini zorladıklarından, ÖDP'ye kendilerinin atfetmiş olduğu 'birlik projesinin' başarısızlığını ilan ederek ayrılmanın yolunu seçtiler. Bugün de benzer şekilde, ÖDP'nin 'kuruluş ilkelerini' savunmak adına Partiyi 'sosyal demokrat-liberal kırması' projeler içine süreklemeye çalışan anlayışlar da 'birlik' meselesini kendilerine dayanak yapmaya çalıştılar. ÖDP'nin kuruluş ilkeleri de temel olarak mücadele alanlarındaki hareketlerin -aşağıdan- politik birliğini sağlamaya, bu güç temelinde siyasete emek ten yana müdahale etmeye ve devrim ve sosyalizm iddiasını güncellemeye dayanmaktadır. Bu anlamda ÖDP'nin kuruluş felsefesinin yeniden
19
Devrimcilik Zamanı !
keşfedilmesi ve geliştirilmesi kuşkusuz olumlu olacaktır. Bugün aynı zamanda ÖDP'nin kuruluş dönemindeki muğlaklıklardan kaynaklanan ve bugüne kadar aşma iradesi gösteremediği örgütsel ve politik sorunlarını aşmaya dönük köklü bir dönüşümü gerçekleştirmesi gerekiyor. Bu anlamda bugün temel görev ise güncel politik gelişmelere kayıtsız kalmadan etkin ve anında müdahaleler geliştirmekle aynı zamanda ÖDP’nin ideolojik ve örgütsel zaaflarını da giderecek köklü bir değişimi ve yeniden yapılanmayı önüne temel bir görev olarak koymalıdır.
II Devrimcilik çağrısı devrimcilerin zihinlerinde geleceğin mümkün kılınmasına dönük bir içsel seslenişle birlikte içeriden gelişecek bir irade birliği etrafında gelecek için söz alma çabasına da işaret ediyor. Yaşanmamış sosyalizmleri tasavvur etmek ve yaşanılır kılmak; gelecekteki anılardan söz etmek ve onun işaretlerini hayatta inşa etmek, bu yolla geleceği parça parça biriktire biriktire yakınlaştırmak ve yarını bugünden kurmak... ÖDP bugünkü mevcut politikalar ve örgütlenme anlayışını aynen sürdürerek yoluna devam edemez. Dünyanın neredeyse tepetaklak olduğu gelişmelerin yaşandığı on üç yıllık dönemin ardından ÖDP de bugünkü somut görevleri doğrultusunda devrimci bir yenilenmeyi gerçekleştirerek yoluna devam etmelidir. Sosyalizmin ve toplumsal kurtuluş mücadelelerin gerilediği 90'lı yıllardan bugüne dünyanın pek çok yerinde kapitalizme karşı arayışlar geliştirildi. Seattle ve Prag'daki küreselleşme karşıtı hareketler, Zapatista deneyi, Venezüella ve Bolivya'da açığa çıkan sol alternatifler yeni bin yılın mücadele birikimlerinin oluşmasına önemli katkılar sundu. Kapitalizmin mutlaklığına ilişkin ideolojik hegemonyasında kırıcı etkileri olan bu arayışlar, bugün kapitalizmin yaşadığı tarihsel krizle birlikte tarihin yeniden başladığı bir moment noktası olarak gelişiyor. Şimdi hangi gelecek
20
Yeniden Devrim / 9
sorusuna yönelik mücadeleler içinde tarih yeniden yazılmaya yüz tutuyor. Devrim ve devrimcilik çağrısı bu anlamda geleceğin nasıl olacağına dönük verilen bir yanıt, geleceği kurma iradesinin bir ifadesidir. Önümüzdeki süreç bu anlamda, 21. yüzyılın devrimci yol arayışının gelişmesinin koşullarının daha fazla gelişeceği, moral ve ideolojik üstünlüğün kazanılarak halkın bugünkü sömürü düzeni karşısındaki arayışına da yanıt oluşturabileceği bir dönem olacaktır. ÖDP bu mücadeleyi üstlenerek, bunun gerekleri doğrulusunda örgütlenerek güçlenecektir. O nedenle şimdi, 21. yüzyılda yeniden devrim yeniden sosyalizm çağrısını daha güçlü, daha kararlı seslendirme zamanıdır ! Dünyadaki gelişmelerle birlikte Türkiye'de önemli değişimler gerçekleşmektedir. Rejim krizi tartışmaları ortasında kurulan ÖDP, o dönemde krizi emekçiler lehine aşmaya dönük etkili bir mücadele yürütmüştü. 'Ne Şeriat Ne Darbe' sloganında kendisini ifade eden devrimci bir seçenek yaratma iddiası, bugün de ÖDP'nin temsil ettiği siyaset çizgisini ifade etmeye devam etmektedir. Son dönemde emperyalist yeniden yapılanmaya bağlı olarak, egemen sınıflar içerisinde çatışmaların yön verdiği bir dönem yaşandı, yaşanıyor. Bir yanında liberal cemaatçi kesimlerin diğer yanda milliyetçi/devletçi odakların bulunduğu her ikisi de kirli çete ilişkileri ile bağlantılı olan burjuva akımları bu dönemde solu etki altına alma, bir nevi devşirme operasyonları yürüttü. Solun bir bölümü darbeciliğe varan çizgiyi AKP karşısında savunulabilir bulurken, diğer yandan aydınlar ve sol içinde 'demokrasi ve özgürlükleri geliştirmek' adına AKP'yi destekleyen anlayışlar güç kazandı. ÖDP bu anlayışlar karşısında bağımsız devrimci bir siyaset yaratma iddiasına sahip çıkarak liberal ve milliyetçi eğilimlerin sol içindeki etkilerine karşı mücadele yürüttü. Bir yanı ÖDP'nin içine uzanan bu tartışma uzunca bir zaman çeşitli kanallarda ve bu derginin sayfalarında çokça tartışıldı. Bugün geldiğimiz noktada solun ana gövdesini küreselleşmeci liberal değişim çizgisinde bir sapmaya uğratarak tasfiye etme çabaları boşa çıkarılmış durumda. Ancak bugün gerek, neo-liberal ekonomi programı ve onun uzantısı olarak gündeme gelen üst yapıdaki değişimler gerekse ABD’nin Ortadoğu planı ülkemizin bugününü ve geleceğini belirleyen temel gelişmeler karşısında solun ve ÖDP'nin güçlü ve etkili bir toplumsal direnç noktası
Devrimcilik Zamanı !
21
oluşturabildiğini söylemek mümkün değil. Önümüzdeki dönem temel mücadele ekseni olarak, kapitalist küreselleşmeye karşı emek eksenli bir mücadele hattı öne çekilmeli, eğitim, sağlık gibi alanlardaki ticarileştirmelere, özelleştirme uygulamalarına, yoksulluğa ve işsizliğe karşı mücadelenin, dili, söylemi ve örgütsel yapısının ne olacağı konusunda olmalıdır. Neo-liberalizme karşı mücadele sorunu aynı zamanda, toplumun muhafazakârlaşması ve milliyetçiliğin toplum içerisinde güç kazanması ile birlikte ele alınmalıdır. Küreselleşme çağı aynı zamanda dinin geri dönüş çağıdır ve ülkemiz de güçlü tarihsel ve toplumsal kökleri olan siyasal İslam cemaat ağları ile kitlelerin yoksulluk ve güçsüzlüğü karşısında ekonomik, toplumsal ve sosyal olarak bir dayanak noktasına dönüşmektedir. Siyasal İslamın gelişmesi ve günlük hayatı belirleyen normlar haline gelmesine karşı tepkiler de açığa çıkartmaktadır. Geçtiğimiz dönemde bu tepkiler özgürlükçü ve demokratik bir muhalefet ekseninde örgütlenememiş, ulusalcı akımların etki alanında kalmıştır. Önümüzdeki dönemde toplumdaki muhafazakârlaşma ve gericileşmeyi de sorun alanına alan, toplumun ilerici, demokrat kesimlerinin tepkisini içerebilen bir muhalefet hattının gelişmesi önemlidir. ÖDP, önümüzdeki dönemde emperyalizmin sömürü politikalarının ve onunla bütünleşerek gelişen gericileşmeye karşı işsizlerin, yoksulların, gençlerin içinde örgütlenmeyi esas alan bir kitlesel militan mücadele çizgisinde gelişecektir. Krizle birlikte yoksullaşma ve işsizlik katlanılamaz boyutlara ulaşıyor. Parça parça da olsa direnişler ve mücadeleler gelişiyor. Buna rağmen sol krize karşı bir mücadele ve direniş çizgisini geliştirmekten çok uzak. Krize karşı yoksulların, işsizlerin, emekçi kesimlerin içinde direniş ve dayanışmayı mümkün kılacak ilişkiler geliştirmek, örgütlenmeler yaratmak önümüzdeki dönemin temel görevi olarak görülmelidir. Solun çoğalmasının da büyümesinin de birliğinin de yolu buralarda yürütülecek mücadelelerde emekçi halk sınıfların devrimci düşünceler temelinde kazanılmasına bağlı olacaktır. Diğer yandan solun fikri, örgütsel ve kadrosal düzeyde yenilenmesi de ancak geniş gençlik kesimlerinin devrimci gençlik mücadelesi içinde kazanılması yoluyla sağlanabilir. Bugün bu yönde sürdürülen çabalarla sokakların doldurulmaya başlanması, ÖDP'yi de solu da yenileyen bir etkiye sahiptir.
22
Yeniden Devrim / 9
III Devrimciliğin alternatif bir kimlik olarak inşası onun yaşamın her anında var edilmesinde somutlanabilir. Dürüstlüğün, paylaşmanın, sözünde durmanın, vefanın, dayanışmanın, sadeliğin, sevginin, emek etmenin ahlakı ile ancak bugünkü düzene meydan okuma imkanı bulunabilir. Çıkarların tutkuları esir aldığı zamanda elbette tutkuların, düşlerin çıkarları alt etmesi meselesi kolay olmayacaktır. Sunulmuş ve değerli var sayılmış, kolay kazanılan düzenin sunduğu bir kimliği reddederek kendi var oluşunu en baştan ve kendinde de var olan düzenin ihtirasları ve kötülüklerine karşı kurmak mücadelesi, devrimci olmak mücadelesidir. Devrimci ahlak ve kültür bu çabanın içinde, onun parçası olarak gelişerek kendini olduğu kadar hayatın yeni bir yola akışına imkan sağlayabilir.
ÖDP açısından önümüzdeki dönemin en temel sorunu kitleleri devrimci düşünceler etrafında kazanabilecek bir örgütlenme ve çalışma tarzının geliştirilmesidir. ÖDP'nin yaşadığı kriz de daha çok kuruluşundan bu yana örgütlenme yapısını mücadeleci bir çizgide ve aşağıdan taban inisiyatiflerine dayanan bir anlayışla gerçekleştirememiş olmasından kaynaklanmıştır. Önümüzdeki dönemin örgütlenme modeli tartışması da kağıt üzerinde yapılacak değişikliklerle gerçekleşmeyecektir. Bu yönde bir çabanın, mücadelenin geliştirilmesi süreci aynı zamanda ÖDP'nin yeniden örgütlenmesi süreci olarak görülmelidir. Ayağını toplumsal mücadele zeminlerine basamayan bir hareketin sözünün etkili olma şansı yoktur. Gündelik sorunlar karşısında somut çözümler üretmeden durmadan “devrimci siyasi lafazanlık” yaparak siyaset yapılamayacağı görülmelidir.
Devrimcilik Zamanı !
23
Tam tersine devrimci fikirler, ancak kazanılmak istenen kitlelerin hayattaki somut sorunlarını, onlara ilişkin gereksinimlerini, psikolojilerini gözeterek onlara uygun şekilde yeniden üretilebildiğinde gerçek devrimci fikirler haline gelebilir. Yapılması gereken budur. Devrimci fikirleri “devrimci lafazanlık” olmaktan çıkaracak olan da budur. Bugün hayatın ve mücadelenin her alanında ortaya çıkarmamız, yeniden üretmemiz gereken de bu siyaset anlayışıdır. Hayatı dışarıdan bir saat gibi kurarak istediğin yerde durdurmak, istediğin yerde harekete geçirmek mümkün değildir; devrimciler hayatı onun doğal akışının parçası olarak içeride dönüştürme mücadelesinin üstlenirler. Devrimci eylemcilik de hayatın her alanında birden harekete geçen bir yaşam anlayışı ve kültür olarak var olur. Ayşegül Devecioğlu bir söyleşisinde bu durumu 'hemhal' olmak kavramı ile açıklıyordu, “THKP-C kökenli hareketler için konuşmak gerekirse, dönemin örgütlenme anlayışında ve siyasi metinlerinde kendini gösteren ifade tarzı-dil, var oluşumuzu simgeliyordu. Bu var oluş, başka bir hayatın mümkün olduğuna duyduğumuz büyük inancın yanı sıra, toplumla-halkla başka tür bir ilişki kurma halinin yansımasıydı. Ben buna hemhal olmak diyorum. İşte buradan türeyen bir dil, başkalarının acılarına duyarlık, dönüştürme merakının yarattığı olağanüstü sezgiler, insanca yaşanacak bir dünya için her türlü fedakârlığı yapabileceğine samimiyetle inanmak ve bundan hiç kaçınmamak...” Bugün bütün bunları yapabilecek bir örgütsel kapasiteye sahip olmadığımız bir gerçek. Ancak, bu kapasitenin gelişmesinin yolu da bugünkü mevcut yapıyı da dönüştürecek, ezcümle devrimcileri de devrimcileştirecek pratik süreçlerin geliştirilmesine bağlıdır. ÖDP bugünkü il ilçe binaları üzerine kurulu mekansal siyasetin yerine, yerelden ve yerinden bir siyaseti, bunun araçlarını yaratarak hayatın bütün gözeneklerine işleyen bir siyasi, ahlaki, kültürel hareket bütünlüğünü sağlayarak mücadele etmelidir. Bu anlamda yoksulluğa ve işsizliğe karşı direniş ve dayanışmayı mümkün kılacak yatay örgütlenmeler özgürlük ve dayanışma hareketinin de öz yapıları olacaktır. Tepeden ve dışardan burjuva siyasetini reddeden ÖDP, aşağıdan ve içerden bir örgütlenme ve iç hayatı da yaratmayı önüne koymalıdır. Zapatistalar buna 'salyangoz' adını veriyor. Salyangozun dairesel büklümleri karar alma mekanizmasını işaret eder. Öneriler halk meclislerinde tartışılıp, bu meclis-
24
Yeniden Devrim / 9
lerin temsilcilerinin toplandığı bir üst kolektifte ortaklaştırılarak karar haline getiriliyor. Üst kolektiflerde her temsilcinin ikna olmadığı durumda karar alınmıyor, tartışma yeniden meclislere götürülerek bir kez daha tartışılıyor, bu daire ikna süreci tamamlanana kadar sürüyor. Onların deyimiyle 'yavaş gidiyor ama Zapatistalar yürüyor'.
IV Yıldızlar devrimin en canlı sembolüdür, 'yıldız, boyun eğmeyişin en yüksek alagorik imgesini temsil eder: bizlere bizzat isyanın, yalnızca isyanın ışık yaratabildiğini öğretir. Ve bu ışık ancak üç yoldan tanınabilir: şiir, özgürlük ve aşk ile'. Gerçek denilen tekrardan ibaret sığlığın içine sığmayan bir hayal gücü ancak devrimci ütopyanın 'umut ilkesinin' izini sürerek, yıldızların ışığını hayata düşürebilir. Şimdi tüm bunların, ütopik, çocuksu, hayalci olduğunu söyleyenler olacaktır; evet öyledir. Çünkü, yıldızlar ve devrim üzerine söylenenler, gerçeği yakalamaya değil gerçek denilen bugünkü bu köhne zamana isyanla devrimcilerin yeniden devrimcileşeceği bir eylemliliğe hayat vermek içindir.
ÖDP'de söz artık sokağındır, eylemindir. 6. Olağan Kongresi ÖDP'nin yeniden kuruluş manifestosunun coşku ve kararlılıkla yazılacağı devrimci bir eylem, devrime ait tüm güzelliklere saldıran düzenin payandalarına verilecek devrimci bir yanıttır. ÖDP, 6. Kongresinde sokaktan biriktirmeye başladığı güçle, devrimci gençlerinin iradesiyle yenilenerek daha büyük bir güçle sokağa ve kavgaya doğru yol alacaktır. ÖDP, 13 yıllık tarihi boyunca çok sevildi, çok eleştirildi, kendisini eleştirmeyi de bildi, ayrılıklar yaşandı, gençlerle buluştu, kaybettiklerimiz oldu,
Devrimcilik Zamanı !
25
yüzümüzün güldüğü mutlu günlerle yüzümüzün düştüğü ağır günler birbirine karıştı. Az gittik uz gittik sokakları yol eyledik, yürüdük; bir kez daha yola çıkmak için durduk; sorarak, tartışarak ilerledik...Ve şimdi, Zapatistalar gibi, 'yürüyerek ve büyüyerek, sorarak ve öğrenerek; konuşarak ve dinleyerek, özgürlükten; sonsuz hayattan, sevgiden ve aşktan yana; hayat için ve ölüme karşı, hayatla birlikte, şimdiden; şimdi ve gelecek için' bir başka zamana doğru yol alıyoruz, sokağın partisi sokağın hareketi olarak geleceği yakınlaştırmak için isyan koşusunu başlatıyor... Biz daha yeni başladık ve şimdi bizim çağımız başlıyor. Bırakın sonu ilk adımızı atmak üzereyiz. Ne büyük düşlerimiz var, bunu hayal gücünü yitirenler anlayamaz. Umutlar yarıda kalmaz ki, onun yeşerdiği bir kalp hep vardır. Gözün görmediğini kalpler görür, kalbini yitirenler ise kör olur. Şimdi bir başka yürüyüşü başlatıyoruz, bunun adına ‘yıldızlara yürüyüş‘ diyoruz. O zaman şimdi yıllara, yollara, sokaklara karışmaya, bu ülkeyi özgürlüğün ve dayanışmanın devrimci aşkıyla yeniden kurmaya...
MAHALLE BASKISINDAN DEVLET BASKISINA MI?
MUHAFAZAKARLIK Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu Prof. Dr. Binnaz Toprak Prof. Dr. Selçuk Candansayar Doç. Dr. Mustafa Şen Doç. Dr. Filiz Çulha Zapçı Mustafa Kirman Burhan Sönmez
FİLİZ ÇULHA ZAPÇI (Moderatör) Sizlerinde bildiği gibi mahalle baskısı üzerine tartışmalar yaklaşık iki yıl önce Şerif Mardin’in bu konuyu tartışmaya açmasıyla başlamıştı. Medyadan, akademik çevreden ve halkın büyük kesiminden büyük ilgi gördü. Ve en son olarak Prof.Dr. Binnaz Toprak’ın yapmış olduğu geniş çaplı bir araştırma sayesinde yeniden tartışmaya açılmış oldu. “Din ve muhafazakarlık ekseninde ötekileştirilenler” başlıklı araştırması ile Binnaz Toprak yeniden mahalle baskısı olgusunu, bunun toplumsal anlamda nasıl yaygınlaştığı ve aslında bunun devletle bir anlamda nasıl iç içe geçtiği konularında tartışmaya fırsat yaratmış oldu. Şimdi kendisinden bu konuyla ilgi sunuşunu bekliyoruz.
KİMLİK VE ÖTEKİLEŞTİRME BİNNAZ TOPRAK
Mahalle baskısı, aslında bu konu hem gazetelerde hem görsel medyada epeyce anlatıldı. Sizler için biraz bayatlamış olabilir diye düşünüyorum, ama gene de genel hatlarıyla birkaç şey söylemek istiyorum. Araştırmayı üç arkadaşla birlikte yaptım. On iki tane Anadolu kentine gittik aynı zamanda İstanbul'un da iki ilçesinde gerçekleştirdik. Bu ilçeleri, kentleri saymam gerekir mi bilmiyorum ama seçerken özelliklerine dikkat ettik. Yani Türkiye’nin hem batısından hem doğusunda hem İç Anadolu'dan, Karadeniz'den olmasına, yani farklı yerleri kapsamasına dikkat ettik. Aynı zamanda gelişmişlik düzeyleri farklıydı. Mesela Batman gibi oldukça az gelişmiş il de oradaydı Eskişehir gibi Türkiye’nin en gelişmiş illerinden biri de vardı. Ege'den de başka iller vardı, Denizli gibi illere. İstanbul’da ise Sultanbeyli ve Bağcılar’a gittik. Buralar da Anadolu'dan göçenlerin yoğunlukla oturduğu yerlerdir. Buradaki amaç da büyük şehre gelmek insanların bakış açısında bir farklılık yarattı mı, bunu görmekti. Aşağı yukarı bir yıllık bir süre de bu gittiğimiz illerde 401 kişiyle derinlemesine mülakat-
30
Yeniden Devrim / 9
lar yaptık. Yani bu çalışmanın sonucu bu derinlemesine mülakatlara dayalıdır. Dolayısıyla bir anket çalışması değil. Anket çalışmaları genelinde Türkiye nüfusunu temsil niteliğine sahip bir örneklenme yapılır. Hem kentlerde hem köylerde Türkiye’nin değişik bölgelerinden bir örneklem çekersiniz. Bunun metodolojik açıdan işlemleri var. Çektiğiniz bu örneklem sonucunda yaptığınız sonuçlar Türkiye hakkında genelleme yapmanıza müsaittir. Şimdi bu derinlemesine mülakatla yaptığımız araştırma bu nitelikte değildi. Yani Türkiye’de kaç kişi baskıya uğruyor kaç kişi baskı uyguluyor vs. gibi böyle yüzdeler vermek mümkün değil ama önemli bir gerçekliğe de işaret ettiğini düşünüyorum. Bu araştırmanın metodolojisi çok tartışıldı ve çok eleştirildi. Eleştirilerden bir tanesi tam da bu meseleydi. Yani buradan hareketle biz ne tür bir genelleme yapabiliriz. Siz gitmişsiniz baskı gördüğünü söyleyen 401 kişiyle görüşmüşsünüz ama burada 70 milyon insan var. Bu 401 kişi kimin temsilcisi diye hem köşe yazarları bunu eleştirdiler hem de medyada çok eleştirildi. Ben aynı kanaatte değilim. Bir kere bu derinlemesine mülakat sosyal bilimlerde çok kullanılan yöntemlerden bir tanesidir. Çünkü anket yoluyla gerçekliğin tümünü yakalamak mümkün değildir. Yani her konu hakkında anket yapamazsınız. Bir örnek veriyim; mesela devrimler nasıl oluyor? Hangi şartlar altında bir ülkede devrim oluyor? Bunu araştıracaksınız. Şimdi bunu geriye dönük olduğu için bir kere anket yaparak saptayabilmeniz mümkün değil. Onun için karşılaştırmalı siyaset alanında veya tarih alanında tarihten bugüne gelmiş geçmiş bütün devrimlere bakmak ve onların hangi şartlar altında gerçekleştiğini saptamaya çalışmak ve bu şartlar arasında birbiriyle örtüşen şeyler varsa onu bulup oradan teori üretmek. Mesela diyelim ki devrim teorilerinden bir tanesi , Fransız devriminden itibaren değişik devrimleri inceleyen insanların söylediği devrimler öyle durağan toplumlarda değil her şeyin iyiye gitmeye başladığı birçok şeyin değiştiği ama sistemin beklentiyi karşılayamadığı durumlarda olur ama bu tür bir teori benim de söylediğim gibi ortak yönlerine bakarak geliştirilmiştir. Şimdi dolayısıyla bizim yaptığımız çalışmada da buna uygulamaya çalıştık, çünkü Türkiye’nin doğusundan batısına güneydoğusundan kuzeyine güneyine birçok ilinde çok benzer hikayeler dinliyorsunuz. Burada bir örüntü var diyorsunuz. Burada bir problem var diyorsunuz. Gittiğiniz her
Mahalle Baskısından Devlet Baskısına Mı?
31
ilde insanlar size çok benzer hikayeler anlatıyorlar. Bu şey gibi yani diyelim ki bir gün gazeteyi açıyorsunuz ve bir hikaye var: “Bilmem kim bilmem neredeki polis karakolundayken ayağı kaydı ve kafasını duvara çarparak öldü.” Şimdi insan buna inanır, olamayacak bir şey değil, ama diyelim ki üç gün sonra başka bir haber var:”başka biri başka bir yerde gene gözaltındayken gene ayağı kayarak kafasını merdivene çarpıp öldü.” Dört gün sonra yeni bir haber daha. Şimdi durup düşünmez misiniz yani burada bir şey var, ortak bir durum var. Noluyor yani insanlar habire karakoldayken ayakları kayıp düşüp ölüyorlar. Bu bir şeyi gösteriyor, bir şeyleri işaret ediyor. Şimdi demin de söylediğim gibi buradan hareketle şöyle bir şey diyemezsiniz: Türkiye’deki insanların tabiî ki Türkiye’de karakolda gözaltına alınan insanların yüzde sekseninin ayağı kayıyor başından yaralanıp ölüyor. Böyle bir genelleme yapamazsınız, böyle bir matematiksel oran veremezsiniz ama bir soruna işaret etmiştir bu kadar çok sık tekrarlaması. Bu çalışmada da hakikaten duyduğumuz hikâyeler birbirine çok benziyor yani gidiyorsunuz Erzurum’da duyduğunuz hikayeyi Bağcılar’da da duyuyorsunuz. Bir örnek vereyim mesela birçok ilde kadınlar otobüslerde başı açık kadınlara yer verilmediğinden şikayet ettiler. Çok daha genç yaşta başı kapalı kadınlara erkekler yer verirken,yaşlı ama başı açık kadınlara yer vermiyorlar. Şimdi bunu Erzurum’da duyduk Kayseri’de duyduk, birçok yerde duyduk; geldik Bağcılar’da biz söylemeden problemleri anlamaya çalışırken konuştuğumuz bir kadın dedi ki “Biliyor musunuz Bağcılar’daki minibüslerde erkekler başı açık kadınlara yer vermiyorlar.” Türkiye’nin en doğusunda duyduğumuz hikayenin aynısını gelip de İstanbul da da duyunca hakikaten burada böyle bir gerçeklik var mı diye düşünmeye başlıyorsunuz. Metodoloji hakkında da birçok eleştiri vardı belki bu tartışmalar sırasında da bunlar gündeme gelir. Mesela gene onlardan birisi “canım tabi siz gidip laik insanlarla konuşursanız böyle sonuçlar çıkar ortaya”. Hatta Taraf gazetesi yazarlarından birisi dedi ki “varsayın ki İslami kesim vatanı işgal mi etmiş ?” sorusuna da aynı cevaplar gelirdi. Yani demek istiyor ki biz gidip AKP ya da İslami kesimin düşmanlarına sorup araştırma yaptığımız için böyle sonuçlar çıkarmışız. Bu tabi ki doğru değil. Elbette ki bu araştırma İslami kesimin dışında kalanlar üzerine yapıldığı için biz de bulunduğumuz yerlerdeki daha laik olarak bilinen kurumlara gittik. Mesela CHP yerel örgütleri bunlardan bir tanesiydi, Eğitim-
32
Yeniden Devrim / 9
Sen, Eğitim-iş öyleydi,Atatürkçü Düşünce Derneklerine gittik vs. Buradaki insanlar laik varsayılabilir. Ama her şeyden önce şöyle bir gözlemimi daha aktarıyım. Gittiğimizde yani İstanbul’dan Ankara’dan baktığımızda bu kurumlar hakkındaki fikrimiz ne olursa olsun oralarda çok daha farklı şeyler görülüyor. Mesela ben size Erzurum’daki CHP lokalinden bahsedeyim. Biz oraya gittik başı örtülü kadınlarda var içeride ama Aleviler de var, kulağına küpe taktı diye dayak yiyen çocuk, kocasından baskı gören kadın, Kürtçe konuştuğu için kendisine hakaret edilen veya dayak yiyen çocuk hepsi oraya gitmiş. Sığınacakları başka bir yer yok çünkü yani bu illerde çok yaygın sivil toplum örgütleri olmadığı için yeri geliyor Atatürkçü Düşünce Derneği’ne sığınıyor veya CHP’ ye gidiyor. Bunların dışında da yani bu eleştirilere cevap olarak söylüyorum, çok sayıda insanla görüştük. Mesela sanayi ve ticaret odalarına gittik eğer iktidar yanlısı veya cemaat yanlısı birlerinin elinde değilse görüşmedik. Ama muhalifler neredeyse oralara gittik. Üniversitelere gittik öğrencilerle konuştuk. Öğrencilerin sık sık gittiği kafelere gittik pastanelere gittik. Dediğim gibi çok sayıda öğretmenle görüştük, öğretmen evlerine hakim evlerine falan gittik. O nedenle yani sadece ve sadece medyada çıktığı gibi CHP ve ADD lokallerine gitmedik. Şöyle diyenlerde oldu “neden İslami çevreyle konuşulmadı?” .Onu bilinçli olarak yaptık. Çünkü bu araştırma İslami çevre üzerine değildi. Bilenleriniz vardır benim daha önceden İslami çevre üzerine yaptığım araştırmalar da vardır ama bunun dışında kalan çevre hakkında, yani laik birinin derdi ne? insanlar niye bu kadar çekiniyor, niye bu kadar korkuyor, neden bu kadar tedirgin?.Bunu anlamaya yönelik araştırma yoktu.Dolayısıyla biz de bunu anlamaya yönelik bir araştırma yapmaya yöneldik. Ve doğrusunu isterseniz birazcık da garipsedim bu eleştirileri, mesela yıllardır örtülü kadınlar hakkında araştırmalar yapılıyor. Şimdi hiç kimse gidip de başı açık kadınlara “acaba örtülü kadınlar ne hissediyor, nasıl baskı görüyor?” diye sormuyor. Bütün bu araştırmalar sadece ve sadece örtülü kadınlarla yapılmış mülakatlara dayalı. Tersini yaptığımızda muazzam bir eleştiriyle karşılaştık. “Efendim o çevreyi de almanız lazımdı, onları da alsaydınız onlarında baskı gördüğünü anlardınız.” . Doğrudur tabi ki cumhuriyet ideolojisi ve yönetimi İslami kesimi marjinalleştirmiştir, bunu her zaman söyledim. Siyasi güç odaklarından uzakta tutulmuştur, sosyal statü gruplarının ve entellektüal prestij dünyasının dışına itilmiştir. Marjinalleştirildikleri doğru. İslami hareketin de ben bu
Mahalle Baskısından Devlet Baskısına Mı?
33
marjinalleşmeyle de çok yakından ilişkili olduğunu düşünüyorum. Bu doğru ama bu demek değil ki Türkiye’de baskı görenler sadece ve sadece İslami kesim. Şimdi şu kadarını da söyleyeyim ki ben bu araştırmaya başlarken demin de söylediğim gibi yani birazcık niye insanlar bu kadar tedirgin bunu da anlarım diye düşünüyordum ve çok çok şaşırdım duyduğumuz hikayelere. Bu hikayeler aslında insanların başından geçmiş olaylara dayalı hikayeler. “cumhuriyetimiz elden gitti,laiklik elden gidiyor, şeriat gelecek” falan gibi subjektif görüşlere dayalı düşünceleri illa ki dinlemek zorunda kaldık. Mülakat yaparken sus biz bunları duymak istemiyoruz diyemiyorsun. Ama daha çok“ Bu tür değerlendirmeleri almayacağız bu çalışmaya. Sizin başınızdan somut olarak ne geçti?” gibi uyarılarda bulunmak zorunda kalıyorduk. Dolayısıyla da kitapta somut olayların yüzlerce örneği var. Mesela bu hikayelerden birini anlatmak istiyorum. Şimdi bir kere benim bu çalışmanın sonucunda gördüğüm kadarıyla toplumda muazzam bir şekilde farklı olanı kabul edememe ve sosyal olarak dışlama eğilimi söz konusu. Bu farklılık dini farklılık olabilir, mesela Alevilik olabilir. Gayrimüslimleri pek bulamadık Anadoluda. Yani o kadar korkuyorlar ki. Bİr tek Kayseri ‘de bir Ermeni kilisesinin önünden geçiyorduk kapısını çalalım dedik, yarım saat uğraştık açılmadı. Sonunda bir zangoç kapıyı açtı. Papaz efendi yok dedi. Nereye gitti dedik, bilmiyorum dedi. Peki bir cep numarası alalım dedik,ondan bile korktu adam; zaten yüzünden de anlaşılıyordu kolaylıkla. Dört tane kişi gelmiş kapısını çalıyor, bir araştırma yapıyoruz konuşabilir miyiz diyor, yani ondan bile korkuyor adam. Bu bile bir şey gösteriyor, çekinmesi korkması sinmesi. Aynı zamanda Sivas’ta bir Ermeni kuyumcuyla konuşmaya çalıştık mesela. Orada da öyle. Burada Ermeniler ne kadar var, ne kadar kaldınız dedik ;çok az dedi. Peki, üzerinizde bir baskı var mı dedik, ben politikadan anlamam böyle konuları konuşmayı sevmem dedi. Bileziklerini kolyelerini anlatmaya devam etti. Aynı şekilde Batman’da bir Süryani kilisesine gittik, oradaki rahip çok kibardı, kibarca cevaplamaya çalıştı ama yüzündeki ifade beni daha fazla rahatsız etmeyin-zorlamayın diyordu. Biz de zorlamadık. Şimdi o bir kenara Aleviler dini olarak sindirildi .Bu tabi çok eski bir ifade bunun mevcut iktidarla alakası var denemez. Yüzyıllardır zaten Aleviler komşuları tarafından bu coğrafyada ayrılmış dışlanmışlardır. Bir takım korkunç hikayeler dinledik onlardan da. Mesela size birkaç tanesini anlatmak istiyorum. İşte abdest
34
Yeniden Devrim / 9
almadıkları varsayımıyla komşularına verdikleri yiyeceklerin gözlerinin önünde çöpe atması veya kestikleri etin katiyen yenmemesi gerektiği gibi. 'Verdiğimiz eti gözlerimizin önünde köpeklere yediriyorlar' dediler. Muharrem ayında verdikleri aşurenin çöpe döküldüğünü anlattılar. İstanbul da Sultanbeyli’ye ilk gittiklerinde bir mahalleye yerleşmişler. Mahallenin altyapısı yok. Tek su kaynağı mahalledeki bir kuyu, Suni komşuları “siz abdestsizsiniz buradan su çekmeyin,suyumuzu mundar etmeyin” diyorlarmış. Bu tür çok yaygın mum söndüler falan gibi hikayeler var. Gene konuştuğumuz Alevilerden bir tanesi anlattı “benim çocukluğumda yaşlı Alevilerin sakallarına katran sürülür, arkasına da teneke bağlanırdı” dedi. Hakikaten insanın kanını donduran hikayeler dinledik. Ama mahalle baskısıyla ilgili olarak devlet mi diyelim ona yoksa iktidarlar mı diyelim tam olarak emin değilim çünkü devletle iktidarları belki ayırmak lazım. Türkiye’de çok uzun zamandan beri bu derin devlet düsturu için de kimin ne yaptığı belli olmayan bir hayalet devlet var. Bir şeyler olduğu zaman elinizle tutupta “şu bunu yapıyor” diye suçlayamadığınız bir söylem var. İktidarlar demek belki daha doğru olur çünkü bu durumun iktidarlarla da bağlantılı bir tarafı var. Biz onu da çok iyi ayırmaya çalışltık çünkü gene eleştirilerden biri “bunun faturası AKP’ye mi çıkacak?” yönünde oldu. Aleviler konusu dediğimiz gibi çok uzun bir zamanın meselesi. Ama ben faturayı AKP’ye değil bütün iktidarlara çıkarmak lazım diye düşünüyorum. Çünkü her toplumda ve toplumların tarihinde bu tür ayrımcılık örnekleri var. Ve toplumlar bunu ancak siyasal aktörlerin, siyasal seçkinlerin yani iktidarıyla,muhalefetiyle, sivil toplum kuruluşlarıyla, entelektüelleriyle vs. mücadele etmesiyle yenebiliyorlar. Sultanbeyli olayını anlatıyordum. Sultanbeyli’de geçenlerde gazetelerde vardı Milliyeti’n ekinde çıktı galiba. Şimdi değişti mi bilmiyorum ama Sultanbeyli’nin AKP’li belediye başkanı “işte burayı modern bir yer yaptık,çok güzel bir yer haline getirdik falan”diyor. Biz Sultanbeyli’ye gittiğimizde gördük, hakikaten de öyle. Her yer düzeltilmiş, bütün yollar asfalt yapılmış. Gidiyorsunuz asfalt yollardan ama alevi mahallesine gittiğinizde insan şoke oluyor, her taraf çamur. Biz zannettik ki orası da kazılıyor asfalta hazırlanıyor. Gittik Alevi kahvesine oturduk konuşurken bize yıllardan beri oranın asfaltının kasıtlı olarak yapılmadığının söylediler. Diyorlar ki “Yıllardır belediyeye gidiyoruz ne olur bizim de yolumuzu suyumuzu bağlayın diyoruz”
Mahalle Baskısından Devlet Baskısına Mı?
35
ama alevi olduğumuz için bağlamıyorlar. Ve o mahallenin ismi bilinçli olarak Yavuz Sultan Selim mahallesi konmuş. 11000 imza toplamışlar, belediyeye götürmüşler belediye başkanı “ben bu memlekette Yavuz Sultan Selim’e laf ettirmem” demiş kovmuş bunları. Olacak iş değil. Cemeviyle ilgili olarak orada inanılmaz bir mücadele var. Savaş gibi bir şey. Şimdi mesela belediye izin vermiyor, onlar da kaçak yapıyorlarmış. Şimdi bu böyle, gene belki iktidarla ilgili kısmı şu, bir çok konuştuğumuz kişi istenmediklerini söylüyor. İş bulamıyoruz diyorlar. Peki dedik “Alnınızda mı yazıyor Alevi olduğunuz? Nereden bilecekler? Söylemeyin”. İş başvurularında verdikleri adresten anlaşılıyormuş Alevi olduklarını. Aynı meseleyi mesela Aydın’da bir roman mahallesi vardı,eski adıyla Çingene mahallesi, oraya gittik oradakiler de aynı şeyden muzdarip. İnşaat işçisi olarak bile iş bulamıyorlar. Diyorlar ki burada oturduğumuzu söylediğimiz anda işimiz yok başka zaman başvurun cevabını alıyoruz. Bu ayrımcılık aslında farklı olan herkese karşı. Farklı illere okumaya giden çok sayıda Kürt kökenli öğrenciyle görüştük. Güneydoğulu öğrenciler kendi memleketlerinde Kürtler çoğunlukken okumaya gittikleri yerde bir anda azınlık durumuna düşüyorlar ve Kürtçe konuştukları, şarkı söyledikleri zaman dayak yiyorlar. Bunu da yapan daha çok ülkücü çevre. Dolayısıyla orada biz din ve muhafazakarlık dedik. Dini muhafazakarlık değil. Bunu sadece İslami çevreye mal edemeyiz. Konuştuğumuz çocuklardan biri diyor ki “Annem bazen beni cep telefonundan yolda yürürken yakalıyor. Benim annem tek kelime Türkçe bilmez ama ben ona mecburen Türkçe cevap veriyorum.”. Trabzon’da oluyor bunlar. Bir insan bu kadar güçsüzleştirilebilir mi? Kendi annesiyle bile istediği gibi konuşmaktan korkar hale geliyor. Başka bir şehirde başka bir çocukla konuşuyorduk, kendini kampüste mi yoksa kentteki mekanlar da mı daha rahat hissettiğini sorduk. Sadece evimde rahat hissediyorum dedi. Yani insanların kendilerini sadece evlerinde rahat ve güvende hissetmeleri bile bir şey gösteriyor. Aynı şey farklı giyimlerde de oluyor. Mesela küpe takan gençler, uzun saçlı gençler hatta böyle mavi, yeşil tişört giyenler bu ülkücü çevreden dayak yiyorlar. Yani farklı olana karşı inanılmaz bir toplumsal baskı var. Ama bunun yanı sıra, beş dakika daha kısa bir şeyler anlatıp bitireyim, Anadolu’da bize anlatılan bir şey ;iktidarın giderek kadrolaşması ve cemaatlerin ,özellikle de Fetullah
36
Yeniden Devrim / 9
Gülen cemaatinin yaygınlaşması sonucunda hakikaten bu kentlerin daha da muhafazakarlaştığı ve insanların aslında rahat getirdiği için,yani iktidar yanlısıymış gibi gözükmek ya da cemaatlerdenmiş gibi bir hava yaratmak rahat getirdiği için mesela erkeklerin bıyıklarından giyimlerine davranışlarına kadar değiştirmeleri gibi bir gerçeklik var. Dinlediğinizde bu hikayeleri aslında bu durumun tuhaf toplumsal bir de ikiyüzlülük yarattığının görüyorsunuz. Ayrıca hemen hemen her yerde benim sembolik olarak köprünün iki tarafı dediğim bir durum da var. Kayseri’ de anlatılmıştı bu bize: bir köprü varmış köprünün öbür tarafı Kapadokya tarafı,içkili lokantalar falan var tabii. Bu arada Eskişehir, Trabzon falan gibi birkaç il haricinde her yerde içki yasak. Tabi biliyorsunuz Trabzon’un Belediye Başkanı CHP’li , Eskişehir’ inki de DSP’li.Bir de DTP’nin belediyesi olan Batman’da durum farklıydı. Ama Batı illerinde bile gittiğimiz yerlerde aynı şey söz konusuydu. Aydın’da değil ama Denizli’de AKP’li belediye başkanı içkili lokantaları tabakhane bölgesine taşımak istiyordu. Şimdi ne oldu bilmiyorum. Başka bir şey anlatıyordum ben nerden geldim bu konuya? Köprünün öbür tarafı hikayesi, evet. Şimdi her yerde insanlar köprünün öbür tarafına geçer geçmez davranışları değişiyor. Gidiyorlar orada içki içiyorlar eğleniyorlar falan. Geri döndüklerinde değişiyorlar ama. Konya’da da gene aynı şekilde “makas” diye bir yer varmış, yolun artık Ankara topraklarına geçtiğimiz yer.Otobüs “makas” geçtiği anda herkes şarkı,türkü söylemeye başlıyor eğleniyor,dönüşte de aynı şekilde “makas”ı geçip Konya topraklarına girildiğinde millet sus pus oturuyor. Erzurum’da onu gözümüzle gördük, kayak yolu denilen bir yer var millet arabaların içinde içiyor. Yani her yerde bir “köprünün öbür tarafı” hikayesi var. Gene mesela namaz kılmadığı halde Cuma günleri kepenkleri kapatıp arka tarafta yatıp namaz kılıyor numarası yapıyor insanlar. İşte ramazanda oruç tutmadığı halde ben oruç tutuyorum diyen insanlar falan. Ramazanda zaten okulda, sokakta sigara yaktığı, bir damla bir şeyler içip yediği için dayak yiyen bir sürü insan. Özellikle üniversitelerde yemekhaneler kapatılıyor. Kızlar tutmayabilir bazı günlerde diye onlara yemek veriliyor ama erkek öğrencilere kesinlikle verilmiyor. Hatta konuştuğumuz kızlardan bir tanesi anlattı. Yemekhane görevlisi bunu bir keresinde “benim ilkokuldaki kızım bile tutuyor , sen utanmıyor musun?” diye kovmuş. Özellikle laik kimlikte olan devlet memurları çok büyük sıkıntılar yaşıyorlar.
Mahalle Baskısından Devlet Baskısına Mı?
37
Gerek işyeri yaşantısı, gerek çalışma koşulları gerekse tayin ve terfi konuları vs. Doktorlarla, öğretmenlerle, hemşirelerle,memurlarla konuştuk; büyük çoğunluğu müdürleri ya da üstleri tarafından ayrımcılık görmekten şikayet ediyorlar. Mesela doktorlar ve hemşireler gece nöbetlerinin hep kendilerine verilmesinden, oradan oraya sürülmekten şikayet ediyorlar. Sendikal üyelik için iktidar yanlısı sendikaya üye olmaları yönünde muazzam bir baskı var. Hakikatende rakamlara baktığınız zaman bunu görüyorsunuz.2002 yılında iktidar yanlısı sendika üye sayısı 42000 bugün 315000’e çıkıyor. Gene aynı şekilde Eğitim-Sen ve Eğitim-İş’liler de inanılmaz bir baskı altında bu yönden. Şöyle bir durumda anlatıldı bize: Mesela Sağlık Bakanlığı ilçelerdeki sağlık ocaklarına bir şeyler gönderirken yanında iktidar yanlısı sendikanın üye formlarını da gönderiyorlar. Bunları oradaki herkese doldurtup geri gönderin diyorlar. Ve pek çok kişi sicil almak için, terfi almak için,iyi bir yere atanmak için o sendikaya üye olması gerektiğini söyledi. Bir takım insanlar bunu kendileri anladıkları gibi bazılarına da bu “iyi bir yere atanmak istiyorsan ya da terfini almak istiyorsan, bizim sendikaya üye ol” gibisinden açık uyarılar şeklinde oluyor. Öyle hikayeler dinliyorsunuz ki sinirinize dokunuyor. Gene konuştuğumuz öğretmenlerden biri anlattı. Kendisi felsefe öğretmen ve Alevi. Kentin içindeki bir devlet lisesinde çalışıyor. Çok da aydın bir insan. Oradan oraya sürmüşler bu adamı. Ben de şaka yollu “Siz de huysuz musunuz nesiniz? Hiçbir yerde barınamıyorsunuz” dedim. Neden sürüldüğünü anlatmaya başladı. Bir gün okula gelmiş bakmış lisenin kapısında okulun din hocası çıkmış bir taburenin üstüne, paçalarını sıvamış, bir öğrencinin de eline ibrik vermiş abdest alıyor. Hocam demiş o da lisenin giriş kapısında sabah sabah böyle bir şey olmaz ki. Gitmiş din hocası şikayet etmiş bunu “Benim dinime karışıyor” diye. Bunun gibi bir sürü hikaye. Bunları duyunca insanın siniri bozuluyor tabi. Sordum niye şikayet etmediniz diye, kimi kime şikayet edeceksiniz diyorlar. Müdür ya AKP’li ya da Gülen cemaatinden, müdür muavini öyle, il eğitim müdürü öyle veya il sağlık müdürü herneyse yani vs. . Nereye gitseniz bütün bu üst kadrolar AKP ve Gülen cemaati tarafından doldurulmuş. Son olarak bir şey anlatmak istiyorum. Biz gittiğimiz hiçbir yerde kimseye cemaatlerle ilgili olarak direk soru yöneltmedik ama karşımıza hep bu çıktı. Şimdi gittiğimiz ilk kentte Erzurum’da Fetullah Gülen Cemaatinin faaliyetleriyle karşılaştık. Öğrenciler bu ışık evlerini, dershaneleri falan
38
Yeniden Devrim / 9
anlattılar aynı zamanda bu esnaf, serbest meslek sahipleri ve iş adamları da. Erzurum’da ticaret ve sanayi odasına gitmedik çünkü o zaten cemaatçi, dediğimiz gibi amacımız onlarla konuşmak olmadığı için gitmedik. Esnaflarla, iş adamlarıyla konuştuk. Mesela Kayseri’ye gittiğimizde konuştuk. Muhalif kimlikteki esnaflar resmen kan ağlıyorlar çünkü cemaat ya da AKP taraftarı değilseniz boykot ediliyorsunuz. Ne bileyim gazeteniz, radyonuz varsa ilan alamıyorsunuz, dükkanınız varsa sizden alışveriş yapılmıyor vs. Kitapçılar çoğu yerde çok büyük sıkıntı içerisindeler, kapatmak üzereyiz diyor çoğu çünkü kitaplar cemaatin kitapevlerinden alınıyor. Bazı yerlerde mesela hocalar öğrencilerine bu kitaplar bu kitapçıdan alınacak şeklinde listeler hazırlayıp veriyormuş. Yapılan gece oturmalarında bir de müthiş paralar toplanıyormuş, bunların kaydı kuydu da yok. Cemaatlerin öyle doğrudan bir baskı mekanizması olmasa da dolaylı yoldan inanılmaz bir baskı ortamı yaratılmış. Gene bir örnek anlatıyım, bir muhasebeci gece oturmasına davet edilmiş, bu arada belirtelim “teşekkür ederim, ben gelmeyeyim” demekten bile korkuyor insanlar, o da kabul etmiş gitmiş. Neyse oturmada “biz öğrenci okutuyoruz” diye para toplamaya başlamışlar sıra buna gelince “ yardım etmekten çok memnun olurum ama ben hangi öğrenciyi okuttuğumu bilmek isterim” demiş. Onlarda ilke olarak söyleyemeyeceklerini belirtmişler, bunun üzerine de adam vermekten vazgeçmiş. Şimdi bu adam bir sürü şirketin muhasebe defterlerini tutuyormuş, hemen ertesi sabah hepsi birden gelip “kusura bakmayın, biz artık sizinle çalışmayacağız” demişler defterleri alıp gitmişler. Böyle bir boykot ortamı var. Işık evlerine girip çıkan öğrencilerin anlattıkları tabii apayrı bir problem. O evlerde Samanyolu’ndan başka kanal seyrettirilmiyor, kızlar ve erkekler için ayrı evler, kız-erkek hiç kimse blue-jean falan giyemiyor. “Zaman” gazetesinden başka gazete girmiyor eve ,ders kitaplarından başka sadece Fetullah Gülen’in ve Saidi Nursi’nin kitapları okunabiliyor. Ağabeyleri ablaları var evlerin, ev sorumluları bunlar. Çok daha düşük paralar ödeniyor bu evlerde, fakir ailelerin çocukları devlet yurtlarında kalmaktansa buralarda kalmak zorunda kalıyorlar. Tabi bu da Türkiye’de sosyal devlet kavramının oluşmamış olmasıyla ilgi bir şey. Bütün bu çocukların bursları, barınmaları vs. devlet tarafından karşılanması gerekirken buralarda yaşamak zorunda kalıyor bu çocuklar. Mesela bir kız öğrenci bu evlerden birinde kalırken evin ablasına
Mahalle Baskısından Devlet Baskısına Mı?
39
televizyonda bir dizi izlerken yakalanmış, hemen çıkarılmış evden. Evden çıkarılınca devlet yurduna gitmiş hemen başörtüsünü çıkarmış. Bir de gece namazları, dualar falan var; zorla değil ama herkes katılıyor mecburen. Genellikle gönüllülük esası üzerinden yürüyor işler. Özetle cumhuriyet eğitim felsefesinden farklı bir şekilde sosyalize ediliyor bu gençler ve hiçbir şekilde denetime tabi tutulmuyor bu. Ama dediğim gibi gönüllülük üzerine, yani çıkmak isterseniz çıkarsınız yani öyle zorla birtakım gizli örgütlerde olduğu gibi “çıkamazsın!” demek falan yok ama burada da farklı şeyler çıkarılıyor önünüze. Mesela çıkmak istediğinizi söylediğiniz zaman çok iyi ücretli bir iş teklifi yapılıyor falan gibi. Özet olarak şunu söyleyeyim; ortaya çok tedirgin edici bir tablo çıktı. Bir yandan bu cemaat faaliyetleri bir yandan AKP’nin giderek daha fazla kadrolaşması bir yandan toplumda zaten var olan farklı olana karşı önyargılar, dışlama vs. . Bunların hepsi bir raya geldiği zaman ortaya gerçekten üzerinde uğraşılması, nasıl mücadele edilmesi gerektiği konusunda kafa yorulması gereken vahim bir tablo çıkıyor. Şimdilik sözü burada bitireyim.
MAHALLE BASKISI TARTIŞMALARI ÜZERİNE MUSTAFA ŞEN
Binnaz hocaya çok teşekkürler hem çalışması için hem de bu kadar saldırıya göğüs gerdiği için. Benim de kafamdan böyle bir araştırma yapmanın geçmeye başladığı noktada, ilk önce gazetede sonra da televizyonda Binnaz Hocanın çalışmasıyla karşılaştım. Yanılmıyorsam o zaman Ece Temelkuran da yazmıştı,çalışmanın topluma sunulmasıyla beraber ilk önce metodoloji tartışılmaya başlanmıştı. Burada bence şu noktayı da tartışmak lazım, bu “mahalle baskısı” kavramı ya da adına ne dersek diyelim kim bunu nasıl tartışıyor, kimin tepkisi ne oluyor. Bence bunun da bir değerlendirilmesi lazım. Şimdi ilk başta Binnaz Hocanın çalışmasından biraz bahsedip sonra da diğer konuya geçmek istiyorum. Hocanın da konuşurken bahsettiği siyahlar ve beyazlar meselesi, AKP ve İslamcılar tarafından medyada çok kullanıldı. Hatta Başbakanın“Kardeşiniz bir zencidir” diye bir açıklaması da vardı. Bu ezilmişlik, mağduriyet kavramı özellikle 90’ların ortasından sonra kullanılmaya başlandı. Daha öncesinde İslamcıların böyle bir düsturu yoktu. 90’ların ortasından sonra ve özellikle
42
Yeniden Devrim / 9
şimdiki başbakanın o dönemki yargılanmasından sonra başladı. Bu mecazda ihmal edilen bir nokta var. Biliyorsunuz siyah-beyaz ve bunun üzerinden ırk ayrımı meselesi daha çok batıda ve özellikle Amerika’da çok önemli. Antiırkçı ve ayrımcılık karşıtı mücadelenin temel noktalarından birisi Hardt ve Negri’nin “İmparatorluk”u, Türkçe’ye de çevrildi, herhalde okuyanlarımız da vardır. Orda aslında ırkçılığı tartışırken Amerika’da aslında başka bir şeyin de nasıl yapıldığından; Kızılderililerin nasıl yok edildiğinden bahseder. Şimdi bu siyah-beyaz meselesine girince, İslamcılar biz bu ülkenin “zencileriyiz” diyorlar. Bir “Beyaz Türkler” bir de “Siyah Türkler” var deyince benim aklıma hep şey geliyor, peki Kızılderililer nerede? Herhalde Kızılderililer de hocamın çalışmasında görüştüğü kişiler. Yani o kadar ezilmişler, o kadar dışlanmışlar ki artık seslerini bile çıkaramıyorlar. Tartışılması gereken nokta burası, yani bir siyah olarak tarihinde gösterdiği gibi; Obama’nın da , ondan daha önce Condoleezza Rice’ın da gösterdiği gibi zencilerin de artık Amerika’da nizamın bir parçası olduğunu biliyoruz ama Kızılderililer artık bir folklorik öğe. Belki zaman zaman hatırlanan Türkiye’de kovboy filmleri dediğimiz filmlerde karşımıza çıkan bir folklorik öğeler. Onlar hep kötüdüler, ya da artık yok edilmiş oldukları için övenler de çıkacaksa da geçmişe ait, yok olması gereken herhangi bir uygarlığı, herhangi bir medeniyeti, ilerlemeyi temsil etmeyen kesimdir. Yani yok olması mukadderdir, yani ne diyelim evlerdeki geyik başları ya da içleri doldurulmuş hayvanlar gibi tutulabilecek , bir gönderme yapılabilecek bir öğedir. Ne bileyim ateş suyu içerler, yani bir medeniyetleri yoktur, kendi başlarına hiçbir şeyi temsil etmezler. Özellikle şimdi bu tartışmaları görünce bir daha takdir ve teşekkürlerimi sunmak istiyorum Binnaz hocama. Hocamın gittiği grup bence Kızılderililer. İki taraftan da itilen, iki tarafın da tasfiye etmek istediği, terbiye etmek istediği bir yerdeler. Şimdi bana kalırsa bu, tartışmaları anlamak için verimli bir nokta. Biraz sonra bunu açmaya çalışacağım. Bu İslamcılığın Türkiye’deki ve dünyadaki seyrini anlamak için önemli bir nokta. Bu tartışmalarda tabi farklı aşamalar var; birincisi Ruşen Çakır’ın yaptığı ilk görüşme ve bundan doğan tartışmalar, sonrasında bir ikinci görüşme ve bundan doğan tartışmalar ve o tartışmalar çerçevesinde yine Ruşen Çakır’ın başkanlığını yaptığı bir dernekte Binnaz hocamın da katıldığı bir tartışma var. Şimdi burada Binnaz Hocanın yaptığı çalışmada niteliksel bir fark var.
Mahalle Baskısından Devlet Baskısına Mı?
43
Hem yöntem açısından, niteliksek yöntem dediğimiz yani derinlemesine görüşmeye dayanıyor hem de aynı zamanda içerik olarak etli butlu canlı bir malzemeye dayanıyor. Şerif Mardin’in “mahalle baskısı” kavramı bu anlamda canlı bir kavram değil. Yani mahalle Baskısı dediğin zaman hepimizin aklına bir şeyler geliyor. “Mahalle kavgaları” bile buna örnek olabilir. Ben çocukken mahalle kavgaları olurdu. Top oynarken ya da başka bir sebepten mahallenin bütün çocukları toplanır başka bir mahalleye kavgaya giderdik. Hatta eğer bir mahalleye mensupsan asla tek gezmemen gerekirdi çünkü tek yakalanırsan dayak yerdin. Şimdi dediğim gibi Şerif Mardin “mahalle baskısı” kavramını çok açmıyor. Aslında neden böyle bir şey yaptığı da merak konusu. Kendi büyük babası sanırım Ebulullah Mardin ya da bir yakınının, irsi bir bağlantısı var ve ayrıca ulemadan, kızdığı zaman kullandığı bir kavramdan gidiyor- “Hamsofta”- yani diyor ki aslında kızdığı zaman bu dincilere “hamsofta! Ne olacak ki?” dermiş. Ya da onun gibi bir şey. “Hamsofta” karşılığında da bugün için “fundemantalizm” i kullanıyor Şerif Mardin. Ama sonradan “fundemantalizm”i daha sonra ne açıyor ne konuşuyor. Başka bir röportajında da mahalle kavramından bahsederken Osmanlı mahallesinden bahsediyor. Mahallenin imam-cami-medrese etrafında şekillendiğini; cumhuriyet ve modernizm ile birlikte ise buraya okulun, öğretmenin geldiğini ve böyle bir “iki farklı dünya”nın arasındaki rekabette imamın galip geldiğini anlatıyor. Bu noktada da cumhuriyet projesinin sığ, derinliksiz ve ideolojiler noktasında iyi bir felsefe oluşturamadığını söylüyor. Burada tabi “İslamcılığın” da bunu üretme noktasında başarılı olamadığını not ederek devam edelim. Bu arada belirtmeden geçmek istemiyorum. Şimdi Ruşen Çakır “Mahalle Baskısı” kitabında Şerif Mardin’le yapılan röportajlar, gazete yazılarını falan özetlemiş; benim yapmayı düşündüğümü yapmış, gayet de güzel bir iş çıkarmış. Şimdi bu çalışmadan sonra gelen eleştirilere bakarsanız bir düzen olduğunu göreceksiniz. Yani neticede Şerif Mardin hocadır gibi bir tavır var. Ama Binnaz Hoca’nın çalışmasından sonra gelen eleştirilere bakarsanız herhangi bir düzey kalmadığını görüyorsunuz , çok fazla saldırıya maruz kaldı. Şimdi burada cinsiyetçilikle ilgili bir durumun da var olduğunu düşünüyorum. Hadi Şerif Mardin yılların hocası ama Binnaz hoca da en az 30 yıldır bu işlerle ilgileniyor. Yani Binnaz Hocanın kadın olması sanırım daha fazla saldırıya maruz kalmasına sebep oldu. Bu da ayrıca benim sosyal bilimci olarak üzüldüğüm ama dikkat çekici bir nokta.
44
Yeniden Devrim / 9
Şimdi bu tartışmalarla ilgili iki önemli nokta var bana kalırsa. Birincisi “konjonktür”. Şimdi Şerif Mardin’e o dönem çok eleştiri gelmişti, tam şimdi bu “Cumhuriyet Mitingleri” yapılırken Şerif Mardin bu konuyu açarak kime zemin hazırlıyor. Bir sosyal bilimci bir kavramı tartışırken herhalde konjonktürü ve şartları düşünürse, bizim artık hiçbir şey söylememiz hiçbir şey yapmamamız gerekiyor. Nasıl olsa bir yerden birinin dalına basıyorsunuz. Benim söylemek istediğim ama bunu anlamada bir “konjonktür” değil. Şöyle düşünelim 2002-2003’ü düşünelim. Türkiye’de geniş kamuoyu özellikle liberaller, muhafazakarlar ve İslamcılar ve diğerleri de örtük olarak yeni bir konjonktüre girdiğimizi, Avrupa Birliği’yle ilişkilerimizde büyük ilerlemeler olduğunu, Türkiye’de demokrasinin kurumsallaşması lehinde büyük ilerlemeler olduğunu düşünüyorlardı. Yani neredeyse artık ayağımızın yarısını Avrupa’ya attık, yırttık arkadaş bundan sonra kötü bir şey olmaz havasındaydılar. Şimdi aradan üç beş yıl geçmeden biz aslında çok daha temelli, farkı bir tartışmayla muhatap oluyoruz. Ne dersek diyelim “mahalle baskısı” diyelim, “ötekileştirme” diyelim ya da “farklı olana tahammülsüzlük” diyelim. Bu bence çok önemli bir şey. Yani bize nasıl farklı katmanlarda kişilik problemlerimizin olduğunu gösteriyor. Yani bize medya başta “ liberaller” Türkiye’de her şey güllük gülistanlık, her şey iyiye gidiyor diyor ama Erzurum’a gittiğinizde Malatya’ya, Kayseri’ye gittiğinizde bu iyilikten pek eser göremiyorsunuz. Ekonomik olarak da göremiyorsunuz toplumsal olarak da. Ekonomik olarak da buraların çok iyi olduğunu, bir refah yaşandığını göremiyorum. Erzurum’un da öyledir, Kayseri’nin de öyledir, Maraş’ın da öyledir, Malataya’nın da öyledir; buraların arka sokaklarına gidip baktığınız zaman bir ortaçağ sefaletiyle karşılaşırsınız. Denizli de öyledir, İstanbul da, Ankara da öyledir. Şimdi dolayısıyla medyanın ve Türkiye’nin yönetici siyasii elitinin anlattığı Türkiye’yle Türkiye’nin kendi gerçekleri arasında inanılmaz bir uçurum var. Şimdi “mahalle baskısı” kavramını tartışırken önemli bir adım da bu gerçeklikle karşılaşmak olmalı. Yani bu “konjonktör”ün etkisini de ben çok önemli buluyorum bu tartışmalar açısından. İkinci önemli nokta ise “mahalle baskısı”ve Binnaz Hocanın yaptığı çalışmalara gelen tepkileri incelediğimizde önemli bir durum çıkıyor karşımıza. Biz mesela artık hiçbir konuyu sadece o konu olarak tartışamıyoruz. Yani “mahalle baskısı” kavramını ortaya attığından beri Şerif Mardin bütün tartışmalar, röportajlar, köşe yazıları,
Mahalle Baskısından Devlet Baskısına Mı?
45
paneller , söyleşiler ve şimdi burası da dahil olmak üzere biz aslında Türkiye tarihinin bütün önemli moment ve noktalarını tartışıyoruz. İşte “Osmanlı neydi? Nasıl cumhuriyete geçtik? Devlet ne? İktidar ne? İslam ne ? Farklı olan ne?” biz her konuda Türkiye’nin yüzyıllık tarihini tartışıyoruz. Şimdi çok problemli bir şey bu ama bir açıdan da verimli. Mesela en yakın geçen haftaki “Cumhurbaşkanının dokunulmazlığı meselesi”. Hemen döndük nerden geldi bu, dokunulmazlığın kökeni nedir, sebebi nedir, yargılanabilir mi yargılanamaz mı, Gül için özel bir durum mu yoksa hepsi için geçerli mi vs. gibi bir tartışma konusu hale getiriyoruz. Sosyal bilimci olarak da bu tartışmaların ayrı bir zorluğu var çünkü çerçeveyi çizmeniz, konuyu çizmeniz çok zor. Bunun bana göre başka bir ikinci boyutu var; Türkiye de biz bir geçiş sürecindeyiz, 90’ların başından beri hızlanarak süregelen. Ve bu geçiş süreci biz sürekli yeni tartışmalara getiriyor ama o yeni tartışmalar sürekli bir birikimle, önceki tartışmalarla beraber başlıyor. Tek başına sürdüremiyoruz. Bununla birlikte şöyle bir durumla karşılaşıyoruz, Türkiye siyasi eliti de başta olmak üzere problem-sorun çözme yeteneği sıfır hatta eksi olan bir topluluk. Bütün bu tartışmalara rağmen neredeyse hiçbir sorun ya da büyük bir sorun halledilemiyor. Ciddi bir çözümsüzlük var. Hukuki düzeyde de var, pratik düzeyde de var. Bu da tartışmalar da öne çıkan önemli bir nokta. Mahalle baskısıyla ilgili verilen tepkilere baktığımda da zaten öne çıkan bir nokta “ya işte nihayet bizi anladılar” diye “merkez medya”yla “cumhuriyet” de olan bir tavır var. Şimdi burda çok canlı bir şey yok. Bir tarafta “bakın işte biz yıllardan beri söylüyorduk ama kimse inanmıyordu; Şerif Mardin söyledi, Binnaz Toprak söyledi şimdi inandınız” diyen bir taraf var. Burada aslında bu gazetelerdeki durum da ilginç Hürriyet’de, Milliyet’de, Vatan’da, Radikal’de, bütün Doğan medyayı sayarsanız aslında burada tek bir görüş de yok, farklı görüşler var. Kimi de bu kavramı beğenmedi hatta AKP’yle ilgili bir gizli gündeme bağlayanlarda oldu. Ve ilgi çeken aslında diğer gazeteler işte Star, Zaman, Yeni Şafak, Bugün vs. Bunların da bir kısmı tamamıyla böyle bir kavramı reddederken bir kısmı da “herkes için baskı var” diyor. Yani “biz duyarlı olalım ama bizim gördüğümüz baskı az mı?” noktasına çekiyorlar. Aslına bakarsanız bunların da ellerindeki tek argüman “türban” konusu. Binnaz hocanın çalışmasındaki canlılıkla aslında karşılaştırılamayacak noktada . Binnaz Hoca’nın çalışmasına baktığımız
46
Yeniden Devrim / 9
zaman Alevilere, Kürtlere, gençlere, kadınlara,Eğitim-Sen’lilere, KESK’lilere, herhangi bir kamu çalışanına kadar öylesine geniş bir spektrum var; öbür tarafın tek argümanıysa “baş örtüsü”. İkinci bir tepki ise “bu baskı değil, siz saygı göstermek zorundasınız!”. Ramazanda oruç tutulurken birileri yemek yemiyorsa, su içmiyorsa, sigara içmiyorsa bu saygının gereği yani. Ya da Konya’da içkili mekan açılmıyorsa bu kimse içki içmediği için. Ali Bulaç’la Yasin Aktay böyle söylüyor “Açsanız zaten sinek avlarsınız.” Ruşen Çakırın kitabında var, Yasin aktay şöyle diyor “Ticari olmadığı için açılmıyor zaten” Akif Emre’nin bir yazısı var Yeni Şafak’ta, benim en dikkatimi çeken açıklama aslında açıklamanın kendisi o kadar kritik ki, okuyayım size -27 Eylül 2007- “mahalle baskısının açılımı bu ülkenin Müslümanlıkla kurduğu yüzlerce yıllık ilişkisidir. Diğer taraftan “mahalle baskısı” olmadığını savunarak ikna etmeye çalışmak tersinden bu ülkeye sahip çıkmak durumunda olanların da İslamla olan ilişikilerinin korkak, kuşkulu ve şüpheli bir anla yetinmesi demektir.”. yani “biz zaten “mahalle baskısı” yapacağız, bu ülkeyi savunmak budur” diyor. Benim anladığım o oldu çok fazla derin bir tahlile gerek yok. “ İslamın bu ülkede mahalli etki alanına indirgendiğini kabul ettirdikten sonra maksat gerçekleşmiş demektir.” Yani diyor ki “mahalle yetmez, buradaki baskı diyerek de küçümsemeyin bu işi”. “islamı çektiğiniz vakit bu ülkenin var oluşunu mümkün kılacak hangi ortak düzlem var dersiniz. Baskı yapmıyoruz demek biz kendi hayatımızda da islamı savunmaktan, yaşamaktan vazgeçiyoruz demektir." Yani “ baskı yapmak İslam’ın bir normalitesidir, dindarın görevidir” diyor. “Cinnet hali o noktada ki bu sözlerden baskıcılığı savunduğumu bile söyleyebilirler.”. Yani ben şu anda bir cinnet anında “baskı” yaptıklarını iddia ediyorum. Aslında bu şeye benziyor, hani türk filmlerinde tecevüzcünün klişesi vardır ya “sen de zevk alacaksın” diye. “Söz konusu olan İslam’ın özgürleştirici yanının baskı olarak algılanmasıdır.” Yani Bush’un “Irak’a demokrasi getiriyoruz özgürleştiriyoruz” demesinden herhangi bir farkı yok. “İslam” kelimesinin geçtiği yerlere herhangi bir şeyi yerleştirseniz de ortaya çıkan faşizan anlamdan başka bir şey değil. İkinci sevdiğim açıklamaysa Hayrettin Karaman’ın bir röportajından ,tabi çok uzun şimdi hepsini okuyamayacağım ama hepsini okumanızı şiddetle tavsiye ederim, “Dinin okullarda, devlet dairelerinde görünmez hale gelmesi kafi gelmedi. Toplumun dindarlaşma sürecinde bir kesinti meydana
Mahalle Baskısından Devlet Baskısına Mı?
47
getirmedi. Bu sefer de “mahalle baskısı” gündeme geldi.” . Şimdi bütün kamu kuruluşlarında mescit var, bunlar görünürlükle ilgili değil tabi. 400 tane imam hatip okulu var. Buralarda yüz yirmi bin öğrenci var. Bütün okullarda zorunlu din dersi var. Bunlar dinin görünülürlüğüyle hiç alakası olmayan şeyler arkadaşlar. Dinin görünür olması için herhalde türban ya da baş örtüsünün serbest olması gerekiyor. “Uluslararası insan hakları sözleşmesine baktığımız zaman iki önemli şey karşımıza çıkıyor. Birisi din özgürlüğü diğeri de eğitim hakkı. Bunu savunmaya kalktığınızda ise suçlama hazır “mahalle baskısı”. Tabi şimdi Hayrettin Karaman’ın açıklaması Akif Emre’ninkine göre dönemin ruhuna daha uygun. İnsan haklarıyla açıklıyor. Bu tartışmalar farklı amaçlarla gündeme getiriliyor. Şimdi son bir konferanstan bir açıklama aktarmak istiyorum. Bütün bu tartışmalara farklı bir açıdan yaklaşım gösteriyor Necdet Subaşı’nın açıklaması. İlginç şeyler söylemiş “Din ve islam’la ciddi bir gerilimimiz var, bu gerilimizi gözden geçirmek ve İslam’ın şekilsel boyutu hakkında bir tartışma yürütmemiz gerekir. Toplumun kök değerlerini, kök haritalarını bilmezsek toplumla nasıl pazarlığa oturacağız, o toplumla nasıl bir muhabbet geliştireceğiz.” Şimdi bir sosyal bilimci için “kök değer”, “kök harita”, “o toplumla pazarlık”, “muhabbet”; yani bir toplum bir birey değil, bir özne değil. Toplum içerisinde farlılıkları olan bir yapıdır. En homojen olduğunu düşündüğünüz toplumlarda bile –diyelim ki İran, Malezya, Suudi Arabistanbile her zaman bir sosyal çeşitlilik içerir. Buralarda bile asla “kök değer”, “kök harita” gibi bir şeylerden bahsedemezsiniz. Toplum her zaman heterojen bir şeydir. Tarihsel olarak da böyledir, güncel olarak da böyledir. Bu çok önemli bir nokta. Ayrıca bir de Şerif Mardin’in paradigmasından yola çıkarak bir Kemalizm eleştirisi yapıyor. Şimdi metini bulamayacağım ama aklımda. Şöyle bir şey söylüyor “Kemalizm devletle toplum arasındaki boşluğu dolduramadı.” Bu Şerif Mardin’in tezlerinden birisidir aslında. Şimdi bu modern dünyayı ve liberal demokrasiyi anlamak açısından o kadar kritik bir cümle ki. Şimdi modern dünya, modern demokrasi, liberal demokrasi dediğimiz kavramlar aslında devletle toplum arasındaki boşluktan nedeniyle vardır. Devletle demokrasi arasındaki boşluğu eğer kapatırsanız ortaya Ruşen Çakır’ın bu kitabı çıkar. Devletle toplum arasındaki boşluğu doldurmak devletle toplumun, devletle milletin bütünleşmesi demektir ve bu “faşizm”dir. Şimdi eğer Kemalizm
48
Yeniden Devrim / 9
devletle toplum arasındaki boşluğu doldurmamışsa bilerek ya da bilmeyerek, isteyerek ya da istemeyerek demokrasinin gelişmesi için bir alan açmıştır. Ve bu iyi bir şeydir. 2007 seçimlerinden sonra 'büyük Türk büyüğü' Mümtazer Türköne’nin söylediği cümle aynen şöyledir “Artık Türkiye’de devlet mükemmelleşti ve AKP devletle toplumu bütünleştirdi.”. Şimdi devletle toplumun bütünleştiği yerde siyasete bir imkan yok, gerek yok. Farklı görüşe gerek yok zaten. Bizim liberal demokrasi dediğimiz şey zaten devletle toplumun arasındaki boşluğun doldurulmasıdır. Siyaset dilinde söylendiği şekliyle “pozitif toplum” da budur zaten. Devletle sivil toplum arasındaki alanda iş yapar. Bence bu bütün tartışmaların en kritik noktasıdır. Zaten bu tartışmalarda şöyle kavramlar görüyorsunuz “toplumumuzun değerlerleri”, “toplumsal değerler”, “İslami değerler”, “muhafazakar değerler”. Şimdi buradan aslında bir noktaya atlayacağım, benim savım bu. Biz aslında hala “mahalle baskısı” ya da mahalle havasında değiliz, halen biz “12 Eylül” havasındayız yani Türk-İslam sentezi havasındayız hala. Türk-İslam deyince Türkiye’de akıllara sadece MHP ve ülkücülük geliyor, tabii solunda biraz katkısı var buna. Hâlbuki Türkİslam bu kadar dar bir şey değildir, çok daha geniş anlamları vardır. Türkİslam’dan bahsederken bakalım şu tanımlar ne kadar tanıdık gelecek bize: “ Dinle ilim arasında asla keskin bir çatışma yoktur. Ülkede bir din-ahlak bunalımı vardır. İnsanlarımızı dindar yapacak bir milli eğitim devrimi din –ahlak bunalımını kökten çözecektir.”. Bunlar “milli görüşün” kadim söylemleri. Hatta şu anda AKP bile bunları söylüyor. Devam edelim “ Kalkınmanın kültürel temeli din ve ahlak, din ve milli şuur olmalıdır. Kalkınma din ile ilimi, mana ile bedeni dengede tutmalı ahenk içinde beraber yürütmelidir. Türkiye’de dincilik akımları din ya da İslam düşmanlığına tepki olarak doğmuş ve gelişmiştir. Dincilik istenmiyorsa devletin dine karşı soğuk davranmaması gerekmektedir. Türkiye’de irtica meselesi kesinlikle yoktur, irtica söylentileri millete iftiradır. İrtica milli kültürden kopuk münevver aydınların kafasındadır.” Bu görüşlerin hepsi milli Türk-İslam sentezi raporundan alınma. Yani şimdi bunlara baktığınız zaman bunların bugünkü İslamcıların söylediğinden hiçbir farkı yok. Ne milli görüşten, ne diğer cemaatlerden ne de AKP’nin şu andaki belirli kadrolarının söylediğinden hiçbir farkı yoktur. Yani halen Türkiye’deki mesele Türk-İslamcılığıdır. Bu nokta neden önemli? Eğer biz
Mahalle Baskısından Devlet Baskısına Mı?
49
buraya dönmezsek, Türk-İslam sentezinin Türkiye’ye verdiği tahribatı anlamazsak bugünü de anlayamayız. Şerif Mardin’in söylediği bu noktada doğru olabilir, AKP bile bu durumun mağduru olabilir. Bu işin geriliğinin mağduru olabilir. Buradaki nokta şu, demin söylediğim kavramlarla ben neden uğraşıyorum; “toplumsal değer”, “muhafazakar değer”, “kök değer”, “kök haritalar”, “Bu toplumu var eden değerler”. Bunların hepsi bizim gündemimize resmi ideoloji olarak 12 Eylül’den sonra girdi. Daha önceden de vardı elbette bunların temelleri; 60’lara kadar uzanıyor, bana kalırsa hatta Osmanlı’nın son dönemlerine kadar uzanıyor. Ama 12 Eylül’de şöyle bir şey yapıldı, “12 Eylül”ünTürk-İslamcıların bütün açıklaması şuydu “Biz bütün bu 70’lerdeki bunalım çatışmaları milli kültürümüzden uzaklaştığımız için yaşadık. Milli birlik ve beraberliği sağlamanın yolu bizi bu milli kültüre, özkültüre, bizi Türk ve Müslüman yapan kültüre dönmek çünkü orada bahsedilen milli dar anlamda sadece milliyetçiliğe vurgu yapan bir kavram değil, zaten onlara göre Türk kalabilmek için Müslüman olmak gerekiyor. Yani Müslüman olmadan Türk olamazsınız. Mesela Gagavuzları örnek verirler, Gagavuzlar Moldovya’da Hristiyan bir Türk kökenli azınlık, Türk-İslamcılar onları Türk olarak saymazlar. Müslümanlığın daha doğrusu Sunniliğin Türk olmanın öz değeri, bizatihi temsilcisi olması ve buna saygı göstermek gerektiği fikri zaten 12 Eylül’de sabitlendi. Biz de bu anlamda bütün bu tartışmalar da bunların tekrar tekrar gündeme geldiğini, bir kesimin “toplumsal değer”, “muhafazakar değer”, “dini değer” diye bu söylemi istikrarlı bir şekilde sürekli kullanarak meşrulaştırmaya çalıştığını görüyoruz. Bir noktaya daha değinip sonlandırmak istiyorum. Ben pek “İslam” , “Müslüman” gibi kelimeleri kullanmak taraftarı değilim ama aslında “İslamcılık” muhatap olduğumuz. “İslamcılık” deyince de şunu söyleyeyim yani çok uzağa gitmeye gerek yok, 97’ye kadar bu İslamcı yazında en çok kullanılan şey “bilinçli Müslüman” , “inançlı Müslüman”, “dinimi yaşamak istiyorum”, “İslam’ı yaşamak istiyorum”. Zaten bu İslamcılığın kendisinin kurduğu bir ayrımdı. Bütün 80’ler boyunca “diğer Müslümanları” bilinçli olmayan, inançlı olmayan, anne-babasından gelen gelenekleri sürdüren bir grup olarak gördüler. Kendilerini de inançlı olan “gerçek İslamı yaşayan” olarak gördüler. Bu anlamda zaten gelenekle ilişkili bir sorunları vardı ta ki
50
Yeniden Devrim / 9
90’ların ortasına kadar. Yani geleneği kirlenmiş, İslam’ı bozmuş, İslam’ın içine sızmış ve temizlenmesi gereken kalıntılar olarak görüyorlardı. Şimdi geleneğe sığınmaları kültüre sığınmaları zaten başka bir şeyin göstergesi. “İslam’ı yaşamak”, “saygı duymak” meselesini anlamak zaten 20.yy’nin başında ortaya çıkan İslamcılığı anlamakla ilgili bir şey. 19.yy sonunda 20.yy başında ortaya çıkan ilk dalgalarla İslamcılık zaten bir siyasi ideoloji olarak ortaya çıktığında bütün argümanı buydu. Aslı saadete dönük, temiz, sade bir dini yaşamaktı. Bu anlamda İslamcılık Türkiye siyasetinin ana akımlarından biriydi başından beri. Çoğu zaman da milliyetçilikle iç içe geçmiş bir akım. 70’lerde bu iç içe geçme daha da bir bütün oldu. Milliyetçi cephe hükümetlerini düşünün, 91’deki refah partisi ittifakını düşünün, şu andaki AKP içeriğini düşünün. Burada zaten milliyetçi bir harç vardır. Bunu şunun için söylüyorum, bu tartışmanın her yerinde şöyle bir karşıtlık geliyor; bir tarafta batılılaşmış Kemalist elit bir tarafta da gariban ezilmiş dindarlar. Bütün Türkiye tarihi bu gariban dindarların dövülmesiyle geçti. Ben bu şemanın bu kadar basit olmadığını, cumhuriyetin kuruluşundan beri aslında İslamcılığın bir şekilde hem devlete hem siyasete eklemlendiğini düşünüyorum. Zaten bu eklemlenmenin en belirgin yeri Türkiye’deki din devlet ilişkilerindedir. Zaten şu anda çığırından çıkmış din-devlet ilişkilerinin ya da benim söylemeyi tercih ettiğim gibi devletin dini organlarının hepsinin kuruluşu erken cumhuriyettedir. Diyanet de cumhuriyet de kurulmuştur, imam hatiplerin yasal altyapısı da o zaman kurulmuştur, zorunlu din dersleri fikri de o zaman ortaya atılmıştır. Bunun yoğunluğu vesairesi zamanla değişebilir ama cumhuriyetin baştan beri bir din projesi var. Bu dini yok etmek, dini kamusal alandan sürmek değil. Kendine uygun bir din yaratmak. Bu ikisi arasında ben çok ciddi bir fark olduğunu düşünüyorum. Verilen İslamcı tepki de aslında tam da burada; Kemalistlerin istediği gibi bir İslam mı olacak yoksa İslamcıların istediği gibi bir İslam mı olacak? Mücadelenin yoğunlaştığı nokta tam da burası. Bütün bu tartışmalarda gözden kaçan noktan, Şerif Mardin’in de bence bütün külliyatının görmediği ya da ihmal ettiği noktanın burası olduğunu düşünüyorum. Zaten şu andaki bütün tartışmayı bir gözden geçirirseniz burada yeni bir sınır çizildiğini de görürsünüz.Mesela artık Türkiye’de Kemalizm’e resmi ideoloji muamelesi gösterebilir misiniz. Hemen her gazetede, televizyonda herkesin eleştirdiği otoriter olarak tanımladığı bir ideolojinin resmi ideoloji muamelesi olması
Mahalle Baskısından Devlet Baskısına Mı?
51
mümkün değil. Bu tartışmaların bir boyutu da, artık Türkiye’deki din-devlet ilişkilerindeki ve siyasetteki sınırların yeniden çizildiğini görüyorsunuz. Yani dost-düşman, içerideki-dışarıdaki kavramlarının yeniden tanımlandığını görüyoruz. Bu nedenle bence bu tartışma Türkiye’nin geleceği açısından da, demokrasisi açısından da çok çok önemli.
ÖZGÜRLÜKÇÜ LAİKLİK ÜZERİNE HAYRİ KOZANOĞLU
Mustafa Şen arkadaşımız,dinin baskısı altında bunalan , yaşam biçimleri tehdit altında olan insanları Kızılderililer olarak adlandırdı, bence de çok doğru. Bizlerde belki Kızılderililerin Kızılderili'siyiz; çünkü ayrıca solcu, devrimci gibi sıfatlarımız var. Her zaman o Kızılderililer tarafından da çok muteber kabul edilebilir görülmeye biliyoruz. Benim de bu konuda ekleyeceğim hem gözlemim hem de şahsım adına ve temsil ettiğim kurumlar adına bir özeleştirim olacak. Ben, Özgürlük ve Dayanışma Partisi'nin kuruluşundan beri savunduğu Özgürlükçü Laiklik anlayışının doğru olduğuna inanıyorum. Kısaca Özgürlükçü Laiklik anlayışını anlatmamız gerekirse; devletin dinden elini tamamen çekmesi, dinin özel alana bırakılması, dindar olmak veya dindar olmamanın, inançlı veya inançsız olmanın devlet tarafından belirlenmemesi, herkesin kanun önünde eşit kabul edilmesi, diyebiliriz. Biz bu politikaları açarken, anlatırken bir tarafı eksik kaldı. Sanırım bu noktada bir özeleştiri yapmamız gerekiyor. Özellikle 1990' ların ikinci yarısı,Türkiye'de
54
Yeniden Devrim / 9
şimdiki gibi Anayasa tartışmalarının olduğu, hukuksal anlamda demokrasi, demokratikleşme, özgürleşme kavramlarının tartışıldığı bir dönemdi. Biz özgürlükçü laikliği daha çok Anayasa'daki bir madde olarak düşündük. Halbuki özgürlükçü sıfatı doğruydu, ama biz laikliği yeterince savunmak, laik değerleri yeterince savunmak, aydınlanma geleneğine, bilimin üstünlüğüne, dünya hakikatinin dünyada olduğu vurgusuna, bilime, akla dayalı bir tasarımı, solculuğun sosyalizmin sonunda aydınlanma geleneğinin bir ürünü olduğunu, evrensel değerler dayandığını vurgulamakta belki her şeyden önce gerek Binnaz Toprak'ın gerek Mustafa Kirman'ın araştırmalarında da ortaya çıkan, dinsel baskı, muhafazakarlaşma karşısında yalnızlaşan zaman zaman çaresizleşen yurttaşlara sahip çıkmayı bunu .bir politika tarzı olarak benimsemekte çok ciddi bir şekilde eksik kaldığımızı düşünüyorum. Ama Kirman'ın yaptığı vurguyla, ÖDP İl Merkezi' nin insanlar için bir sığınak olduğu tespitinden de hareketle, bu olanakları devam ettirmenin en azından kendi örgütümüzü insanlar için nefes alınacak rahatça tartışılacak bir ortam olarak sunmanın sorumluluğunu önümüzdeki dönemlerde daha fazla duymalıyız diye düşünüyorum; çünkü anlaşıldığı kadarıyla muhafazakarlaşma birkaç boyutta yaşanıyor. Birincisi, insanlar birey olarak yaşadıkları mahallede okulda, kentte özgürlüklerinin hareket kabiliyetlerinin sınırlandığını,yaşam biçimlerinin tehdit altında olduğunu hissediyorlar. İkincisi, insanlar kendilerinin meşru kabul edilmesinde, örneğin otobüste minibüste kendilerine yer verilmesini başı açık gittiği zaman az yemek alması, içki satan belli sembollere yer vermeyenlerin dükkanların, iş yerlerinin iş yapma kapasitesinin daralması ekonomik olarak sıkıntıya düşmeleri anlamına geliyor. Ben de Rant Corporation' un Türkiye' de Siyasal İslam üzerine yayımladığı bir raporu okudum 2009 basılı. Fetullah Gülen cemaatini överken, onların dini referanslarının dışında öncelikle, batı medeniyetine açık olmalarını ve piyasa toplumuna ve piyasa süreçlerine sıcak bakmalarını vurguluyor. Bunların aslında bir tesadüf olmadığını anlamak gerekiyor. Bu iki anlamdan birincisi hem Avrupa' dan hem Amerika' dan olmak üzere genel kabul görmek, ikincisi hep tartıştığımız iktidar olmak meselesi, sermaye sahiplerinin islamcılardan oluşması ve muhafazakar referanslardan olması anlamında... Belki bu, bizim açımızdan bir olanak yaratabilir. Burada oluşan sınıfsal ayrımdan, bu çelişkiden sol açısından yararlanma imkanları nedir,
Mahalle Baskısından Devlet Baskısına Mı?
55
bunu önümüzdeki dönemlerde düşünmek zorundayız. Biliyorsunuz islami elitler tartışması yerel seçim sürecinde gündeme geldi. Özellikle Mehmet Bekaroğlu' nun söylediği yoksul başörtülülere çamur sıçratan jeeplerdeki başörtülüler durumu... Bu çelişkiyi analiz etme, o insanların inanç dünyalarına bir taraftan saygı gösterirken öbür taraftan vurgulandığı gibi islamcılaşma ve islamcı ideolojiyle nasıl mücadele edeceğimizin yollarını düşünmeliyiz. *Sempozyumun ikinci oturumunda moderatör olan Hayri Kozanoğlu'nun oturum boyunca yaptığı konuşmalardan derlenmiştir.
ANADOLU'DA MAHALLE BASKISI MUSTAFA KİRMAN
Binnaz hoca akademik içeriği de olan geniş çalışmalarıyla ilgili bir sunum yaptı. Biz o işe nereden dahil olduk kısaca onu özetlemek istiyorum. İstanbul'da birkaç gazeteciyle birlikte kurduğumuz Ruşen Çakır'ın başkanlığını yaptığı SORAR ( Sosyal Sorunları Araştırma ve Çözüm Derneği) diye bir derneğimiz var. Bu konuyla ilgili biz geçen yıl, yani 2008'in haziran ayında Şerif Mardin'in de katıldığı bir toplantı yapmıştık. Bu görüşmenin dökümünü ve konu üzerine düşünen gazetecilerin yazılarını içeren bir kitap bastık. Arkasından, acaba sahada durum nasıl diye merak ederek, Ankara'nın da içinde bulunduğu 8 ilde bir çalışma yaptık. Bu çalışma Ankara (Keçiören,Sincan,Mamak) , İstanbul(Sultanbeyli,Bağcılar ve Gaziosmanpaşa), Trabzon, Denizli, Kayseri, Adapazarı,Erzurum ve Malatya'da yapıldı. Burada biraz gazetecilik alışkanlığıyla hareket ettik , elimizde anket formu yoktu. Öncelikle şehirlerdeki kanaat önderlerine ve yerel gazetecilere ulaştık. Her ilde ortalama 70 kişiyle birebir görüşmeler gerçekleştirdik. Bu görüşmelerden
58
Yeniden Devrim / 9
saptadığımız sonuçları da 50 kadar sağdan ve soldan akademisyene ve gazeteciye sunduk. Siz böyle söylüyorsunuz ama bakın Trabzon'da bunlar oluyor,Malatya'da bu yaşanıyor dedik. Çalışmaya olan itirazları da 3 bölüme ayırdık. “Evet var” diyenler, kemalist kesimlerin çoğunlukta olduğu bir grup, özellikle bu gruptaki gazeteciler “Evet var, Türkiye' de ciddi bir mahalle baskısı yaşanıyor” dediler,bunlar birinci grup. İkinci olarak, “Olabilir” diyenler vardı ve son olarak da “ama” diyenler var. Bu yıl Mart başında “Mahalle Baskısı var mı, yok mu?”, bu kitabı çıkardık. Bu kadar kapsamlı tek çalışma sanırım bu; çünkü kitapta 45 den fazla gazeteci ve akademisyen var. Ayrıntıları sizinle paylaşmak istiyorum; çünkü mahalle baskısı Türkiye'nin önemli bir tartışması haline geldi. Binnaz Toprak'ın verdiği çok net örneklerde bizde farklı yerlerle karşılaştık. Bu mahalle baskısı konusunda, üzerinde durmak istediğim önemli hususlardan bir tanesi şu; Anadolu'da insanların Ankara'daki, İstanbul'daki, İzmir'deki insanlarınki gibi steril koşulları yok, biz buradan onlara baktığımız zaman bu steril koşullarımızdan bakıyoruz. Bence asıl tehlike de burada yatıyor, insanlarda müthiş bir yalnızlık duygusu var, tespih tanesi gibiler. Kayseri'de insanlar, “En devrimci Migros” diyorlardı, çünkü koca Kayseri'de sadece Migros'da içki satılabiliyordu. Hilton Oteli'nin roofu dışında içki içebileceğiniz bir mekan yok. Burada içkiyi şununla bağlayarak devam etmek istiyorum: Türban konusunda bir kanıksama söz konusu artık, etrafımızdan türbanlı biri geçtiği zaman, aynı mekanlara oturduğumuz zaman bizim dikkatimizi çekmiyor. Bu çalışmanın önemli sonuçlarından biri de şu; türban konusunda bir kanıksama var, içkili lokantalar, içki satan dükkanlar artık önemli bir eşik haline geldi ve bu alan giderek daraltılıyor. Bu insanların bulundukları alanlarda çok fazla soluk alabilecekleri yerleri yok. Arada sohbet ederken tespih tanesi dediğimiz o müthiş yalnızlık var. Kayseri'de konuştuğumuz insanlar “biz buradan gideceğiz” dediler, ancak nereye gideceklerini bilmiyorlar. Nihayetinde mahalle baskısından dolayı,inanılmaz bir bunalmışlık var insanlarda. Bir örnek vermek istiyorum, Kayseri'de bir kitapçıya, Abdullah Gül Cumhurbaşkanı seçildiğinde, zabıta bir poster getirmiş ve ondan posteri asmasını istemiş. Kitapçı bunu reddetmiş, ancak iki saat sonra zabıtalar gelip tabelasını ölçmüş ve ikişer santim fark çıkmış tabela vergisiyle ilgili verdiği beyannameden. Bu insana
Mahalle Baskısından Devlet Baskısına Mı?
59
480 ytl para cezası kesilmiş ve bu insanın para cezasına itiraz etme hakkı yok. Konuştuğumuzda, peki ne yapıyorsunuz, kimlerle dayanışma sağlıyorsunuz burada dediğimizde “Hayır, valla. Kapadokya' da oteller ucuzladı. Kitabevini kapatıp Kapadokya' da pansiyonculuk yapacağım.”diyor. Benzer şekilde bir öğrenciyle sohbet ettik. Motosiklet kullanan lisanslı bir sporcu. Çocuk sürekli ceza yemekten yakınıyor. Neden ceza kesiliyor diye sorduğumuzda, “Polis sokakta yanımdan geçerken egzozundan çok duman çıkıyor diye ceza kesiyor”diyor. Bu durumun da ''Kayseri'de öteki'' olmasından kaynaklandığını düşünüyor, çünkü oturmalara gitmiyor. Bu oturmalar özellikle gece yapılan ve cemaatlerin, özellikle Fethullah Gülen cemaatinin toplantıları. Farklı olduğu için, motosiklete bindiği için, kötü örnek olduğu için sürekli para cezası veriyor. Çocuk, “Ya motosikleti bırakacağım ya da bu cezayı ödemeye devam edeceğim”diyor. İstanbul ve Ankara'da da benzer durumlar var; ancak en azından büyük şehirlerde nefes alınabilecek mekanlar da var, diğer yerlerde ise öğrencilerle konuştuğumuzda müthiş bir yılgınlık var. Ailevi nedenlerden dolayı orada kalmak zorunda, zaten artık Anadolu'nun her ilinde üniversite var. Üniversiteyi de orada okumak zorunda kalıyorlar. Asıl tehlikenin ve sorunun bu olduğunu sanıyorum. Herkes gitmek istiyor, ama gidebilecek yerleri yok. Herkes bu sıkıntıyla yaşamak zorunda kalıyor. Burada tabi sivil toplum örgütlerine ve siyasi partilere çok büyük görevler düşüyor. Bunu çok net gördük açıkçası, kendileri gibi düşünen, bulundukları yerde aynı sıkıntıları çeken insanlarla buluşabilecekleri mekanlara ihtiyaçları var. Etkinliklerde bulunulmasına ihtiyaç var. Anadolu'da inanılmaz şekilde daralmış ve merkezlerden kopuk bir yapı var zaten. Açık bir örnek vereyim, bir görüşmecimiz anlattı. “Valla 8 Mart'tan 8 Mart'a meydanlara çıkıyoruz, 30-40 kişi oluyoruz. Basın açıklamasını yapıyoruz. Muhalefet anlamında bunu yaptık deyip, evlerimize dağılıyoruz” diyor insanlar. Pek çok yerde ekonomik sorunlardan dolayı sol,muhalif dediğimiz örgütlenmelerin tabelaları inmiş durumda. Bunun bir örneğini Kayseri'de yaşadık. ÖDP il başkanıyla konuştuk, insanların toplanabilecekleri bir alan var mı dedik. “Maalesef kirayı ödeyemediğimiz için tabelayı indirdik, yeri boşaltmak zorunda kaldık” diye cevap verdi. Onun dışında Meslek Odalarının ya da sendikaların lokallerine baktığımızda,çok acıdır ki, eğer bir şekilde ruhsat
60
Yeniden Devrim / 9
alıp orayı açabildiyse ki giderek zorlaşıyor, çok net söylemek gerekirse; büyük kısmı artık gelen insanların kumar oynadığı yerler ya da içki içtiği yerler haline dönüşmüş. Hiç bir etkinik yok, biraz o yalnızlığın ve bunalmışlığın verdiği etkiyle buralar , onların vakitlerini geçirebildikleri, okey oynayabildikleri mekanlar haline gelmiş. Ve ısrarla altını çiziyorum ki en önemli tahribatlardan biri de bu. O insanlar bir süre sonra bu bölgeleri terk edebilir ya da bu olumsuzluklar halka halka arttığında, bu Müslüman Kardeşler'in ta 1928 de söylediği bir hikaye vardır, “Topluluğu ele geçirip, devleti ele geçirmek” diye ve bu politikalarını Mısır'da çok net uygulamışlardır, bu gerçekleşebilir. Nihayetinde, bu mevzilerin de bu soluk alınan mekanların da yavaş yavaş boşalması, tabelaların indirilmesi ile birlikte çok daha ciddi bir sorunla karşılaşacağımızı söylemek bir kehanet olmaz, çünkü gittiğimiz pek çok yerde gerçekten çok sıkıntılı örneklerle karşılaştık. Alevi bir işadamı 30 milyar lira verip Malatya Belediyesi'ne ramazan çadırı kuruyor. “Eğer yapmazsam,ihale alamayacağım” diyor, diğer taraftan dükkanına Deniz Feneri kumbarası bırakılan esnafla karşılaşıyoruz. “Yapmazsam dışlanacağım, ekonomik ambargoyla karşı karşıya kalacağım” diyor. Üniversitelere baktığımız zaman, gittiğimiz illerde üniversiteler kentlerden kopmuş durumda ki özellikle kampüs anlayışı oralarda çok yaygın. Bir tarafta tarikatçı rektörler bir tarafta emekli askerler, iki taraf da görevde oldukları dönemde kentle üniversite arasındaki bağı koparmış zaten. Kayseri'de büyükşehire bağlı Talas ilçesi bir öğrenci kenti haline gelmiş, biraz daha rahatlar ama kentin merkezi ile zerre kadar ilişkileri yok. Biliyorsunuz ki üniversite öğrencileri bulundukları kentteki değişimde önemli bir etkendir. Hal böyle olunca o sınırlar çekilmiş, kentteki aydın diyebileceğimiz duyarlı insanlarla da bağları kopmuş. Sizlere trajikomik bir hikaye anlatmak istiyorum,özellikle bu siyasi partilerin, STK' ların ve meslek odalarının hatalarını gösteren. Denizli'ye gitmiştim. Orada bulunduğum tarihten bir hafta önce, CHP İl Başkanı bir açıklama yapıyor. Denizli Meydanı' nda şaha kalkmış at üzerinde bir Atatürk heykeli vardır. CHP İl Başkanı AKP' li Belediye Başkanı ile ilgili bir iddiada bulunuyor. Gazeticileri topluyor ve “bunların aklı öyle yerlere çalışıyor ki atın cinsel organını törpülediler” açıklaması yapıyor. AKP'li Belediye Başkanı da cevap veriyor. “Bunlar artık öyle bir hale geldiler ki Atatürk'ün yüzüne bakamadıkları
Mahalle Baskısından Devlet Baskısına Mı?
61
için atın şeyine bakıyorlar.” Böyle bir açıklamayı kent gündemine taşıyor, özellikle Denizli gibi tarikatlar yuvası olan bir yerde, CHP deyip peşine insanların gidebileceği bir parti böyle açıklama yapıyor. İşsizliğin çok yoğun olduğu, fabrikaların kapandığı Denizli gibi bir ilde CHP' nin tutumuna, derdine bakın. Diğer taraftan bakıyoruz, Kayseri'de bir kadın şöyle söylüyor: Başım açıkken belediyenin aş evine yemek almak için gittim, bana çok az yemek verdiler. Ertesi gün başımı kapatıp gittiğimde, normal yemek almaya başladım.'' Şimdi bu insanların eğitim ve gıda konusunda ne kadar aktif çalıştıklarını biliyoruz,ama neticesinde bu yerlerdeki insanlara yönelik bir çalışma görmüyoruz muhalif kesimden. Bu insanlar giderek olumsuzluğa kapılıyor. İstanbul,Ankara ve İzmir'den bakıldığı gibi steril değil durum. Bence mahalle baskısını biraz da insanlar üzerindeki bu etki üzerinden görmek gerekiyor. Mutlaka ve mutlaka oralarda insanların yalnız olmadıklarını hissettirmemiz gerekiyor. Yüksel Caddesi' nde basın açıklaması yaparak, İstiklal' de yürüyerek bu sorunları çözme imkanımız yok. Ben buraya Trabzon'dan geldim, orada “Sularımızın geleceği ve HES” diye bir çalışma içerisine girmişler aydın insanlar. Tamam bu da bir gerçek, İstanbul'da su forumu yapıyor insanlar, fakat koca kentte inanılmaz bir işsizlik var; ama bunu anlatacak bunu dillendirecek bir yapı yok kentte. Bu işsizlikte biz hala sularımızın geleceğini konuşuyoruz. Bu gerçeklerle insanların karşısına çıkıp onlarla birlikte bir şey yapmak yerine suların geleceğiyle uğraşıyoruz. Bunu lütfen yanlış anlamayın, ama suların geleceği oradaki hiç kimsenin gündeminde değil. 81 ilin valisinin 12 'si imam hatipli. Kamu bu haldeyken, sağlık müdürlükleri, il eğitim müdürlükleri cemaatlerin elindeyken, bu olumsuzlukları çok açık görürken insanları yalnız bırakmamak gerektiğini düşünüyorum.
DİN, İSLAM VE SOL BURHAN SÖNMEZ
Selamünaleyküm- desek, bunun biliyorsunuz Arapçadaki manası “barış sizinle olsun”. Türkiye gibi doğudan batıya yönelmiş ama doğuya doğru koşan vatandaşların olduğu bir ülkede, din çok fazla sembolleşmiş durumda. Böyle bir cemaat içinde Selamünaleyküm fazla göze batabilir. Sadece “selam” dersek o da “barış” demek ama çok fazla Bağdat caddesindekiler gibi olur, “selam ahbap” gibi. Bunun yerine “merhaba” dersek, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Kurtuluş savaşı dönemini anlatan “Yaban” romanını hatırlarız. Yunan askeri Anadolu’ya girmiştir. Savaş malulü bir subay, bir kolu kopmuştur. Gelip İç Anadolu’da bir köyde kalır. Milli kurtuluşçudur, ilericidir, Mustafa Kemal’i çok sever, öte yandan köyde gericiliğin sembolü de İslam’dır. Dincileri sevmez. Bir din adamının olduğu bir toplantı sırasında bir eve girer, girerken de “selamünaleyküm” yerine “merhaba” der. Din adamı da “Merhaba, merhametten geliyor sen kimsin ki bana merhamet diliyorsun” der ve kavga başlar. Burada daha bir selam verirken bile birbirimizle ilgili referansların öne
64
Yeniden Devrim / 9
çıkabildiği, tahminimizden öte çok fazla birikimin üzerimize yıkıldığı bir İslam dünyasının içerisindeyiz. Ama aynı zamanda ona o kadar da uzağız. Türkiye’deki özellikle solcular, laikler veya aydın kesimden insanların İslam’la kurdukları ilişki daha çok bir batılının İslam’la kurduğu ilişkiye benziyor. İslam sanki “ötekine” ait, bizimle hiç ilgisi yok. Hani (yüzde doksan dokuzu demeyelim de Alevileri çıkaralım), yüzde sekseni Müslüman olan bir ülkede, annemizin babamızın çoğunlukla dini bütün insanlar olduğu bir ülkede namazın vakitlerini bile bilmekten uzak kalabiliyorlar çoğunlukla. Bu bizim handikaplarımızdan birisi. Biz başkasıyla tartışırken, özellikle İslami kesimle tartışırken onların hangi argümanlara sahip olduklarını, neyi nereden nasıl çıkardıklarını bilmiyoruz. Sadece kendi doğrularımız var ve bunlar da genelde batı aydınlanmasından gelen artık standartlaşmış terimlerdir ve bunlar aracılığıyla karşımızdakini anlamadan karşılık vermeye çalışıyoruz. Bu yeterli mi ? Pek değil. Bundan iki üç sene önce İngiltere’de 6-7 üniversite bir araya gelerek “Fethullah Gülen hareketi” üzerine bir sempozyum yaptılar. İşte çıkan dökümanlar toplam binbeşyüz sayfa, hepsi İngilizce, katılan elli altmış kişi, çoğu yabancı akademisyenler. Aldım bir kısmını okumaya çalıştım. Türkiyeli olmasam ben herhalde Fetullah Gülen’e tapardım o metinlerden sonra. Ne kadar iyi olduğu, İslam felsefesine ne kadar hakim olduğu, Sufizmden günümüz İslam’ına nasıl pozitif bir geçiş yaptığı vs. Ama tesadüf o ki o günlerde İngiltere’nin en büyük gazetelerinden biri- The Guardian- bir kampanya başlatmıştı. Her gün tarihin büyük düşünürlerinden birini anlatan bir kitapçık veriyordu. 15-20 gün süren bir diziydi. Tarihin en büyük düşünürleri arasında batının dışında yani bize yakın birisi olacak mı diye bende merak ettim. Bir tek İbn-i Rüşt vardı. İbn-i Rüşt de biliyorsunuz biz solcu olduğumuz için bize yabancıdır. Sonuçta din adamıdır der, ötekilere bırakırız. Ama aslında ben İbn-i Rüşt’ü Fethullah Gülen’den çok kendime yakın görürüm. Bin yıl önceki tartışmalarda durduğu yer daha akli ve dünyevidir. Gazali bundan dolayı onun ilhamlarından biri olan İbn-i Sina’yı eleştirmişti. Fetullah Gülen’in o kadar methedildiği o konferans günlerinde İngiltere’de İbn-i Rüşt bir broşür olarak verildi. Fetullah Gülen’in İbn-i Rüşt hakkında bir demeci vardı, Türkiye’de gazeteler yayınladı, bir gazeteciyle röportaj yapmıştı. Tartışmayı size kısaca aktarayım, biraz gündem dışı ama bilmekte fayda var; İbn-i Sina ve Farabi
Mahalle Baskısından Devlet Baskısına Mı?
65
İslam’ın ilk filozofları arasındadır. Yunan felsefesinden etkilenerek bildiğimiz İslam’ı akla ve bilime daha uygun bir hale getirmeye çalışırlar. Özellikle söyledikleri iki nokta vardır: birincisi; Alem yaratılmamıştır, var olmuştur. İkincisi; alem ezelden beri vardır. Şimdi bu tanrının inkarı mıdır değil midir? diye bir tartışma oluyor. İki-üç yüz sene sonra Gazali “Filozofların Tutarsızlığı” diye bir kitap yazarak bunları eleştiriyor, hatta dinden çıkmakla suçluyor. Sonrada bildiğimiz İslam gelenekleri büyük ölçüde o kitabın sonuçlarından ortaya çıkar. O kitaptan çıkan fikirlerden feyz alarak yürütülen bir İslam anlayışı bugün de söz konusu. Gazali’nin bu kitabından bir asır sonra da İbn-i Rüşt gelir ve “Tutarsızlığın tutarsızlığı” diye Gazali’ye karşı bir eleştiri kitabı yazar. Batılıların ya da Türkiye’de aydınların bize büyük reformcu, büyük aydın dediği Fethullah Gülen bu ayrışmayla ilgili olarak şöyle diyor gazeteye verdiği röportajda: “Gazali zaten her şeyi tahlil etmiş, çözüp bitirmiş. Ama sonra adamın biri çıkmış “eciş bücüş” şeyler söylemiş ve bu “eciş bücüş” şeylerle Gazali’yi eleştirmeye çalışmış ama çok şükür ki İslam alemi bu adama yüz vermemiş.” Yazdıklarının “eciş bücüş” olduğunu iddia ettiği İbn-i Rüşt, dünya bilim geleneğinde hem batıya hem doğuya en çok etki etmiş düşünürlerden ve İslam felsefe geleneğindeki en önemli taşlardan birisidir. Biz bunu bilmeyiz, bunu bilmediğimiz için de Fetullah Gülen’in İslam felsefesi içinde nerede durduğunu da bilmeyiz. Tabi günlük hayatımızın içindeki şizofreniden herkes gibi ben de etkileniyorum. Ben sokağa çıktığımda “herhalde Türkiye her gün biraz daha dincileşiyor, muhafazakarlaşıyor” diye düşünüyorum; en yakınımdaki arkadaşımla konuşuyorum o diyor ki ”sen hayal görüyorsun, öyle bir şey yok”. Aynı şeyi farklı görüyoruz. Var olan şey tek olacağına göre görenler farklı demek ki. Görenler farklı olduğuna göre demek ki algılamamızda bir sorun var, ya bende ya onda. Ve bu da sosyal psikolojide bir şizofreni olarak görülebilir. Ama şizofreni de zamanla aşılabilir. Ben 2000 yılında yurtdışına gitmek zorunda kaldım. 6 yıl sonra Türkiye’ye döndüm. Döndüğümde ilk izlenimlerimi anlatayım. (Bu bana cezaevinden yeni çıkanların bakışını anımsatıyor. 12 Eylül döneminde biz çocuktuk. Hep ağabeylerimiz içerideydi. 6-7 yıl sonra yavaş yavaş çıktıklarında dünyaya şaşkın gözlerle bakarlardı. Biz onları anlamaya çalışırdık, onlarsa değişmiş olan dünyayı tanımaya çalışırlardı.) Benim ailem iç Anadolu bölgesinde, bir ilçede yaşıyor. Yurtdışından altı yıl sonra geri döndüğüm zaman ilk onları görmeye gittim.
66
Yeniden Devrim / 9
Sabah uyandım dedim ben gidip simit ve gazete alacağım. Benim büyüdüğüm şehir orası. Ana caddeye çıktım. Ben orada liseyi okurken dört tane kitapçı vardı. Bir tanesi sağcıydı diğerleri solcu. Ve o kitapçılarda biz Gorki’den, Kagan’ın Estetik’ine kadar birçok kitabi bulup okuyabilirdik. O sokağa çıktım o dört kitapçıdan sadece iki tanesi kalmış. Onlar da artık kitap satmıyor, kırtasiye olmuşlar. Sonra dolaştım, mahalle içlerinde üç tane yeni kitapçı açılmış ve bunlar ağırlıkla dini kitaplar, Said-i Nursi kitapları satıyor. Şimdi mahalle baskısı var mı, kadınlar baskılanıyor mu, içki içilebiliyor mu? bu konularda herkes farklı bir şeyler söyler ama benim yaşadığım şehirdeki dönüşüm böyle bir şey. Zamanın gençlerinin gidip serin duvarları arasında kitaplara bakarak eğlendiği o kitapçılardan bir şey kalmadı. Ancak Said-i Nursi’den feyz alarak hayata bakan kuşaklar kitap bulabiliyor. Sevdiğim kitapları satabilen kitapçılar demek ki alıcısı olmadığı için kırtasiyeci olmuş. Bunun yeni bir şey olmadığını herkes biliyor. Kökleri 12 Eylül dönemine kadar götürülebilir. Bugün İslamcı hareketler gelişirken kendilerini nasıl bir ilhamla besliyorlar, hangi kaynaklardan yola çıkarak dünyaya bakıyorlar; bunu bilmek gerçekten çok önemli. İslam’ın kendi iç süreci açısından çeşitli evreler var. İlk iki yüzyıl, sonraki dört yüzyıl, sonra 14.-15 yüzyıllarda İran etkisi ve ondan önce Endülüs. Ama günümüze esas uzayan damar bundan dört yüzyıl önce Hindistan’da ortaya çıkan ve Türkiye’de de çok sevilen birisi olan imam Rabbani’nin düşüncelerinden geliyor. Rabbani’nin “iki mim” diye bir tarifi var. “Mim” Arapçada “m” harfidir, biliyorsunuz. Hz.Muhammed’in adında iki “m” vardır, bir başında bir ortasında. İki “m” Hz. Muhammed’in varlığının iki yönünü sembolize eder. Birincisi varlığının bedensel, cismani yanını temsil eder. Yani o var iken, cemaatine önderlik edebiliyor, onları yalnızlıktan kurtarabiliyordu. İkinci “m” ise onun ruhani yanını yani tanrıyla olan bağını ifade eder. O sayede biz öte dünyaya ulaşabiliyorduk. Ama Hz.Muhammed öldü, aradan asırlar geçti; onun cismani yönü unutuldu, yok edildi ve sadece ruhani yanı, tanrıyla olan bağı kaldı. Böyle olunca da İslam toplumu onun varlığından yoksun kaldı ve günlük hayatı yorumlamaktan uzaklaştı ve işte sufizme, tasavuffa veya sadece kendi yaşamında evine kapanıp namaz kılmasında yaşam bulan bir İslam’a gömüldü. Muhammed ismi de bu yüzden Ahmed’e dönüştü, baştaki “m” onun kişiliği yok olduğu için silinmiştir. Rabbani der ki bugün yapılması gereken Hz. Muhammed’in kişiliğini yeni-
Mahalle Baskısından Devlet Baskısına Mı?
67
den hayata getirmektir. Biz onu diriltemeyiz ama sözleri ve hadisleriyle eğer biz istersek bugün yeniden hayat bulabilir. Bizim bugün Said-i Nursi dediğimiz, ondan önce Cemalettin Afgani veya bugünkü Fethullah Gülen vd Muhammed’in adındaki birinci mim’i tekrardan var etme felsefesinden feyz alır. Hepsi de 1800’lerin sonu 1900’lerin başında özellikle Endonezya, Hindistan, Şam, Mısır ve Türkiye hattına gelen bu İslami tabanda duran, açığa çıkmamış İslami cereyanların patlamış halidir. Bunun tabi ki ekonomiksosyal ve politik hatları olabilir, bunları ayrıca konuşabiliriz ama islamın kendi iç dünyasına baktığımızda bu tür bir akım var. Böyle bir altyapıyı bugün siyasete çeviren yapı İslamın kendisi değil. Bunu Oliver Roy son kitabi “Küreselleşen İslam”da anlatır; bugün gündemde olan İslam değil İslamcılıktır. Yani İslam’ı okuma biçimidir. Kutsal kitaplar böyle başlar. İslam’ın ilk emri “oku”dur. Hani “ikra” diye gelir Cebrail ve “tanrının adıyla oku” der Muhammed’e. İncil de bu şekilde başlar “önce söz vardı ve söz tanrı katındaydı” der. Siyasal İslam işte buna karşı çıkar. Farklı okumalara ve sözün tanrı katında olmasına karşıdır. Der ki “Söz benim dediğimdir. Bunun dışındakiler İslam değildir.” Siyasal İslam’ın iki takıntısında biri budur. Bir, kendisinin en doğruyu söylediğini iddia eder. Bu gerçekten bir takıntıdır yani tartışmaya tahammülü yoktur. Kendisi dışındaki herkes dini yanlış yorumluyordur. Bırakın din dışındaki kesimleri İslam içindeki kesimler için de bu geçerlidir. İkincisi, dinden sapma diye bir takıntı söz konusudur. Özellikle yeni İslamcı dalga içinde var. Buna “bidat” diyorlar. Bir şey mi söylediniz, karşılığında “bidat” diyorlar, türban konusunda farklı bir şey mi ileri sürdünüz, “bidat”. Liberal ve demokrat olduğu söylenen Fethullah Gülen’in iki ay önce çıkan yorumudur: Nur suresinin 31. Ayetini yorumluyor. Kadınların başını örtmesi zorunlu mudur değil midir tartışması. “Kur’anda başı örtmenin zorunlu olmadığını söyleyen kişi din dairesinden çıkar”diyor. Yani bir Müslüman olarak eğer siz “kadın başını örtmelidir” düşüncesine katılmıyorsanız, kafirsiniz. Zaman gazetesinde yayınladı. Böyle tekçi din anlayışına sahip birinin aynı zamanda “Türban İslam’ın beş şartı arasında değildir” demesi çok anlam ifade etmiyor. Şimdi böyle bir fikir dünyasının egemen olduğu bir İslamcılık dalgası var. Böyle bir şey söz konusuyken nasıl bir yol belirlemeliyiz? Siyaset yaparken dinin kendisini tartışmayı çok doğru bulmam. Biz dinin kendisini değil dinciliği tartışırız. Benim annem babam namaz kılar. Onların inandığı tanrı
68
Yeniden Devrim / 9
onlar için iyiliğin sembolüdür. Bizim saygı anlayışımız onların bu ibadet özgürlüğüne sahip çıkmayı gerektirir. Ama diğer yanda her şeyi teke indiren bir İslamcılık gelişiyor. Özellikle biliyorsunuz bu “kültürlerarası diyalog”, “uygarlıklar arası diyalog” diye kampanyalar var, son on yıldır daha da arttı. Hiçbir bir karşılığı olduğunu düşünmüyorum, ne Türkiye’de ne dünyada. Oradaki en tehlikeli şeylerden birisi şudur, kültür her şeyden önce dine indirgeniyor. İkincisi, kültürler arası diyalog deniyor ama bu diyalogu sürdüren kim? Ve nasıl? Kültür, dinle sınırladırılamayacak kadar geniş bir şey. Bunu içinde dansı vardır, müziği vardır, masalı vardır, düğündeki gelenekler vardır vs. Bütün kavramaların karıştığı, siyasal İslam’ın her şeyi kendi tekeline almaya çalıştığı bu dönemde, bizim özellikle dincilikle ve siyasal İslamla karşı karşıya gelmemiz gereken noktaların esas olarak İslam’ın kendi içinde var olduğunu düşünüyorum. Hz.Ali mazlumdan yanadır denir, Aleviler eşitlikten ve özgürlükten yanadır. İslam tarihine bağlı olduğu söylenen bu tür “farklı” inançların varlığı bir yana. Bugün, modern çağa geldiğimizde Sudan’da, Mısır’da ve rejim değişikliğinden önce İran’da İslamın farklı zengin kaynakları vardı ve bunların ilham kaynağı da batı düşüncesinden ibaret değildi. Bizzat kendi gelenekleri içinde, işte Karmatilerden tutun Babai isyanlarına, Ebu Zer’den Şeyh Bedrettin’e uzayan kökleri vardır. Şimdi bunları yorumlayan çok fazla çok değişik İslami akımlar var. Ama buna karşı birileri diyor ki, “Hayır, böyle bir şey yok. İslam tektir.” Tuhaf bir şekilde İslamcı olmayan insanlar da, bizler de onlar gibi düşünür hale geliyoruz. Tek bir İslam vardır, orijinal İslam’da kadının örtünmesi zorunludur gibi birçok konuda “tek ve öz bir İslam”ın varlığı üzerinden konuşmaya başlıyoruz. Oysa bunun gerçek olmadığını İslam tarihi göstermiştir, bizim de onlara göstermemiz gerekir. Nasıl yorumladıkları onlara ait bir şeydir, nasıl yorumlamaları gerektiğini söyleyemeyiz ama en azından şunu söyleme hakkımız vardır, “İslam’ı yorumlarken sizin yorumunuz size aittir, saygı duyarız. Ama bunu tek mutlak doğruymuş gibi yansıtma hakkınız yoktur.” Bugün İslamcıların en başta kabul etmesi gereken şey belki de budur. Yani gerçeğin tek ve onların tekelinde olmadığı. Farklı İslam yorumlarının mümkün olabileceği düşüncesi kabul görmelidir. Ancak bu şekilde, Kuran’daki örtünmeyle ilgili ayetleri farklı yorumlayanlara “dinden çıkmıştır” demekten vazgeçilir. İslam içinde olumlu, muhalif, soldan yana bir yorum yok mu? Dünyadaki
Mahalle Baskısından Devlet Baskısına Mı?
69
solcular Latin Amerika’da var olan Hıristiyan kurtuluş teolojisini referans alır. Kurtuluş teolojisinin esas söylemini eski din adamı Frei Betto şöyle ifade eder: Frei Betto içeri alınır işkence görür (kendisi sonradan romanlar da yazmış ünlü biridir). Polis der ki “senin gibi bir din adamının ateistlerle, komünistlerle ne işin var?” Frei Betto cevap verir “İnsanlar ateistler ve inananlar olarak ikiye ayrılmaz, insanlar ezenler ve ezilenler olarak ikiye ayrılır. Biz ezilenlerin safındayız, onlar da orada. Gerisi herkesin kendi vicdanına kalmış bir şeydir.” Kurtuluş teolojisinin temel düsturu budur. Toplumu Müslümanlar ve laikler, dindarlar ve dindar olmayanlar şeklinde ikiye ayıran tasnife karşı çıkabilmeliyiz. Herkesin özgürlüğü kendisinedir. Herkesin din özgürlüğünü savunma konusunda en güvenilir kesim olabilmeliyiz, çünkü sadece kendimize değil kime yapılırsa yapılsın haksızlığa uğrayan herkese sahip çıkarız. Yani sadece kendimize Müslüman değiliz. Ama esas yarılma“ezen ve ezilen saflaşmasında siz nerdesiniz?”noktasındadır. Bunun tartışması İslam içinde ta başından beridir sürüyor. Ama gelenek öyle bir hale geldi ki ezilenden yana olan bütün yorumlar bugün kitaplardan silindi. Sadece bu değil, İslamcılar kendi işlerine gelmeyen daha keskin İslam yorumlarına karşı da insafsız davranmakta sakınca görmez. Bir örnek vereyim. Seyyid Kutup modern İslamcılığın ilham kaynaklarından birisidir. Bize çok uzaktır. Seyyid Kutup gibi bir radikalin kitaplarını Arapçadan Türkçeye çevirirken bile bazı bölümlerini siliyorlar. Veya Ali Şeriati’nin bütün eserleri şu anda toplu olarak bir dini yayınevi tarafından yayınlanıyor, ama yayınevi okurların ondan etkilenip “kötü yola” düşmemesi için de gerekli uyarıda bulunmayı ihmal etmiyor. Girişte bir önsöz var; Ali Şeriati önemli bir isimdir ama düşüncelerinde yer yer yanlışlar olduğunu göz önüne alarak okuyunuz gibi bir şeyler diyor. Ali Şeriati’den devam edelim, kendisi şiirsel bir dile sahip önemli bir düşünürdür. Şah’ın gizli servisi tarafından öldürülmüştür. Ali Şeriati der ki “Kapitalizm İslam’ın ruhunu çürütür. Kapitalizmin kuyusunda kalmış kişi bazen Hz.Yusuf gibi isyan eder. İsyanı bu düzenedir ve aynı zamanda bu düzeni savunan İslam hukukçularına, mollalara ve fakihleredir. Çünkü camiye gittiğimizde imam bize fakirin derdinden söz eder ama İslam alimlerimiz daha çok zenginlerin paralarını nasıl rahat harcayacaklarına dair yorumlarla zamanlarını geçirirler, der. Bugün dini gazetelerdeki fıkıhçıların (İslam hukukçularının) dediklerine bakın; söyledikleri, “hisse senetleri İslama
70
Yeniden Devrim / 9
uygun mudur?”, “Kar payı faizden farklı mıdır?” gibi kaygıları, sermayenin rahat hareketini kolaylaştıracak biçimde yorumlamaktan ibarettir. Tamamen orta sınıfın ve para alışveriş işlerinin derdindedirler. Ali Şeriati bu tür servet ve zengin yanlısı din yorumunun İran’daki karakterinin 400 yıl önce oluştuğunu bundan elli yıl önce derslerinde anlattı, kitaplarında yazdı ve kasetlere doldurdu; köy köy dolaşıyordu bunlar. Ali şeraiti diyor ki “İnsan Allahtan bir parçadır, çünkü ben sizi çamurdan yarattım ve o çamura ruhumdan üfledim. Eğer biz Allahtan bir parçaysak bu dünyaya gelmemizin bir anlamı vardır. Bu anlam, kendi varlığımızı tamama erdirmektir. Kendi varlığımızı tamama erdirmek ise bu zulüm düzeninden kurtulmadıkça mümkün değildir. Bu eşitsizliği ortadan kaldırmak için kapitalizme karşı olmamız gerekir.” Ama bugünkü İslamcı akımlar bu damarı unutur. Ve bize sanki tek bir İslam yorumu varmış gibi bir tarif koyarlar. Hakikat tek olabilir mi?
TÜRKİYE İKTİDARIN DİNİ BASKISI ALTINDA SELÇUK CANDANSAYAR
Burhan konuşurken salondakileri çok provoke etti, sizlerden “ne oluyoruz?” falan diyenler olduğunu ben hissettim. Şimde ben Burhan konuşurken salondaki “bize ne Ali Şeriati’den? Nerden çıktı İbn-i Rüşt?” havasını sezdim. Bunun bir politik yanı da var. Evet, bize ne; bunlar İslamcıların kendi içlerindeki argümanları. Eğer bu söyleme girersek zaten oturup din tartışması yapmamız gerekir. Seküler bir kafanın bunlarla ne işi var da diyebiliriz. Selamünaleyküm diye başlarken kelimelerini bilerek seçtiğini düşünüyorum, “çünkü salonda bir tedirginlik de yarattı yani. “yanlış yere mi geldi yoksa biz mi yanlış yerdeyiz?” diye düşündünüz. Bu tam artık sakıza dönen ama bizim gerçekten tam anlamıyla anlayamadığımız “öteki” kavramıyla ilgili bir şey. Ötekiye duyulan nefretin en had safhalara çıktığı bir dönemde yaşıyoruz. Bir kutuplaşma var. Gruplar giderek sanki bir ölüm kalım savaşına girecekmiş gibi hissediyorlar. Bu duygu gerçekten öyle mi yoksa bu da bir mühendislik çalışması sonucu mu? Bunu tartışmak istiyorum. İki kavrama biz nasıl bakıyoruz diye yola çıkmak istiyorum. Bunlardan
72
Yeniden Devrim / 9
birincisi mahalle. Arkadaşlar herhalde artık “mahalle”yi bir belediye terimi olarak kullanmadığımızı herkes anlamalı. Mahalle bir bölge ya da bir yaşam alanı değil. Mahalle bir arada olduğunu, birlikte bir şeyleri yaptığını ve birbirine benzediğini varsayan bir insanlar topluluğu. Tıpkı şu anda bizim burada olduğumuz gibi. Şu anda burası bir mahalle ve Burhan mahalleye göre bir yabancı gibi davrandı. Özellikle büyük kentte mahalle çok geçişgenliği olan bir kavram. Mesela şimdi burada bir mahalle oluşturduk ve birazdan da çıkıp diğer mahallerimize dağılacağız. İkinci kavram ise “öteki”. Müslüman için yabancı olan laik, ya da işte şeriatcı için yabancı olan Kemalist ya da Kemalist elite karşı Sünniler. Ötekisiz bir topluluk olabilir mi sorusunu tartışarak başlamamız gerekiyor. Şunu bilmemiz gerekiyor ki insanlar ta Homo Sapiens’den beri bir ötekine ihtiyaç duyuyorlar çünkü öteki, insanların topluluk halinde kalmasını sağlayan bir kavram. Gerçekten fiziksel olarak olması da gerekmiyor. Bizim kendimize “biz diyebilmemiz için bizim dışımızda bir şeyleri tanımlayabilmemiz gerekiyor. Bu tekil birisi içinde geçerlidir, toplumlar için de. İnsan yavrusu doğduğunda kendisiyle kendisi dışında bir dünya olduğu ayrımını bilmez. Ne zaman bir “ben” varım, bir de benim dışımda bir şeyler var derse o zaman insanlaşmaya başlar. Toplumlar da öyledir. Her grup; ister 3 kişilik, ister 30 kişilik, ister 300 milyon kişilik. Bizim dışımızda, bizden başka bir şey var dediği zaman ancak bir topluluk olabilir. Toplum, grup ya da öteki; bunlarda çok geçişli kavramlar. Türkiye’yi bir yana bırakalım ABD’ye bakalım. ABD’nin nüfusu 300 milyondur. Oradaki birisi ben Amerikalıyım dediği zaman kendisi dışındaki , Amerikalılık dışındaki herkesi ötekileştirmiş olur ve zaten bunu yapabildiği için ben Amerikalıyım diyebilir. Ama ben Amerikalıyım ve beyazım dediğinde artık Amerikalılar içinde de bir ötekilik kurduğunu görürüz. Ben Amerikalıyım, beyazım ve erkeğim dediğinde bir tane daha kurar. Hala Amerikalılar vardır ama bir de beyazlar ve beyazların arasında da erkekler vardır, hele bir de protestanım derse hem Amerikalı, hem beyaz,hem erkek hem de Protestan olur ki bu da çok güzel bir şey. Tadından yenmez yani, şu dünyada beyaz, erkek ,Protestan ve Amerikalıysanız çok iyi durumdasınız demektir. Şimdi gelelim Türkiye’ye. Türk diye bir şey var, hem Türk hem Müslüman var, hem Türk hem Müslüman hem Sünni hem de erkek olursanız bu da Türkiye için çok iyi bir şey. O halde arkadaşlar iki kavramın sabit değişmezlikler olmadığını anlamak
Mahalle Baskısından Devlet Baskısına Mı?
73
zorundayız. “mahalle” mesela, Sultanbeyli çok güzel bir örnek ama Kızılay’da ya da herhangi bir yer de oluşabilen geçici Sultanbeyli anlarını da unutmamamız gerekiyor. İkincisi de “öteki” yani herhangi bir koşulda biz birileri tarafından ezilen konumundayken aynı zamanda biz de aslında başka birini ezen konumunda olabiliriz. Tıpkı Alevi bir erkeğin Alevi bir kadını ezebilmesi gibi. Bunların özeti olarak ortaya çıkan şey, demek ki bütün bunlar bir güç ilişkisi. Gücün kullanımıyla ilgili bir ilişki. Yoksa hani “ o mu iyi, bu mu iyi” meselesi değil. Bu bir güç ilişkisi. Demek ki bir grup olabilmek için öncelikle “bizim dışımızda” birilerine ihtiyacımız var ve ikinci olarak da bizim dışımızdakiyle nasıl bir ilişki kuracağımız meselesi var. Bir alevi köyü var ve bir de Sünni köyü var, ortada ekilecek bir toprak var. Buradaki esas mesele o torağın kimin olacağıdır, bunun dışındaki her şey detaydır. “Onlar şöyle dindar. Yok biz de dinin içerisindeyiz” falan boştur. Önemli olan bu toprağı kimin kullanacağıdır. Kim güçlüyse ötekinin kötü olduğunu en azından kendine ve kendisi gibi olduğunu varsayanlara kanıtlaması gerekir. Bu güç ilişkisinde çok önemli iki sürecin işlediğini unutmamamız gerekiyor. Birincisi “ben ve benim dışındakiler” yapmam lazım. İkincisi “ben” dediklerimi bir grup haline getirirken “bizim” dışımızdakilerin kötü olduğunu eklemem lazım. Başka türlü bu güç ilişkisinden çıkamam. Şimdi dönüp düşünelim, Türkiye de sabit bir mahalle var mı? Mahalle baskısı kavramında baktığımızda sanki Türkiye’yi tanımlayan hiçbir baskı olmazsa ve hiçbir eylemlilik olmazsa kendi halinde duran bir mahalle varmış gibi bir yanılgıya düşülüyor. Öyle bir mahalle yok. Hiç kimse Türkiye’nin ortalama mahallesi şudur diye bir yargıya varamaz aslında. Çıkardığı her sonuç verili bir durum, verili bir zaman ve verili bir iktidar ilişkisindeki geçici mahalledir. Bunu sabah Mustafa Şen çok güzel anlattı. Türkiye de Müslümanlar, İslamcılar kendilerini nasıl gerici ilan edebilirler ki. Böyle bir durum mümkün değil. En iyi ihtimalle 1940dan beri iktidardalar. Türkiye cumhuriyeti devletinin Sünni Müslüman ve bir Türk devleti olduğunu unutuyor muyuz? Bürokrasi de çalışanlar bilirler. Ne görürüz biz Türkiye cumhuriyeti devletinde, hiç sandığımız gibi laik Kemalist bir elit görmeyiz. Öyle birisi yoktur. Sünni Müslüman, Türk ve erkek birini görürüz. 1980’den önceki günlerde de Ankara’daki bakanlıklarda Cuma günleri memur bulamazdınız. Herkes
74
Yeniden Devrim / 9
giderdi. Bu böyle yeni bir durum değil ki. O yüzden sanki bir zamanlar böyle laik, kadın erkek eşitliğine inanmış bir devlet vardı, o yapı da doğası gereği Müslüman bir toplumu eziyormuş gibi bir söylemi reddetmemiz lazım. Bu söylem bir işe yarıyor, bizleştiriyor insanları. Çünkü bütün toplumsal gruplar ister kendilerine mahalle desinler ister Müslümanlar desinler ister ÖDP desinler ister sosyalist desinler; iki durumda homojenleşme, aynılaşma ihtiyacı duyarlar. Bunlardan bir tanesi çözülme dönemidir, yok olma dönemidir. İkincisi de çok fazla iktidarı ele geçirme dönemidir. Kim iktidarı daha fazla ele geçirirse homojenleşmeye çalışır. Tıpkı şimdinin dincileri gibi düşünün. Kim yok olma, çözülme, ortadan kalkma tehlikesiyle karşı karşıyaysa o da homojenleşmeye,bir örnek olmaya çalışır. Şimdi bunun en iyi örneğini de hepimiz biliyoruz, sol içi birleşme tartışmaları. Peki bir grubun grup dışındakilere karşı grup içi homojenliğini sağlamasının şartı nedir. O grubun siyasal gücüdür. O grubun iktidarını elinde tutandır. O zaman Türkiye’de“mahalle baskısı” dediğimiz kavramın sanki var olan ve Kemalist elit tarafından ezilmiş, dindar,gariban Müslümanlardan oluşan Anadolu’nun yavaş yavaş gözünü açması gibi mi algılamalıyız. Yoksa 80’lerden sonra başlayan neo-liberal politikalarla eklemleşmeye devam eden, Türkiye’de iktidarı ele geçirmeye başlayan neo-liberal ekibin mahalle baskısı gibi gözüken iktidar baskısından mı söz etmeliyiz. Şimdi mahalle baskısı diye sayarken esas baskıyı iktidar güçlerinin yaptığını görüyoruz. Yani belediye, dernekler ve devlet. Bu nasıl bir mahalle ki kendi içinden bir baskı üretiyor. Aslında bu doğru değil, iktidar bu baskıyı üretiyor. Yerel yönetimler ihaleyi kime vereceğini belirlerken siyasi gücünü kullanıyor. Tekel bayisine, içki ruhsatını falan kullanarak iktidar gücünü kullanıyor. Bu yanlış bilinçten kendimizi kurtarmamız gerekiyor. Türkiye sabit duran, Sünni Müslüman, erkek bir mahalleden oluşurdu. Bu mahalleyi Kemalistler laikleştirmeye çalışıyordu da şimdi onların gözü açıldı ve kendilerini ifade etmeye çalışıyorlar değil. Tam tersine iktidarı ele geçiren ve ülkeyi neo-liberal sisteme eklemlendirmeye çalışan iktidar bu eklemlendirmesini din üzerinden yapıyor ve dinin bütün baskı araçlarını kullanarak yapıyor. Yaşı büyükler hatırlarlar. 60’larda ve 70’lerde grevlerde ve sosyalist mitinglerdeki fotoğrafları hatırlayın. O fotoraflarda sosyalizm için ya da sınıfsal haklar, eşitlik için bir araya gelen insanların kılık kıyafet konuşma ya da yan yana durmak gibi bir derdi var mıydı arkadaşlar? 80 öncesi mitinglere bakın,
Mahalle Baskısından Devlet Baskısına Mı?
75
insanların türbanla ilgili falan en ufak bir dertleri olmadığını göreceksiniz . Türbanlımıydı değilmiydi, uzun muydu kısa mıydı, namaz kılıyor muydu kılmıyor muydu,insanların hiç böyle bir problemleri olmadığını göreceksiniz. 60’ların, 70’lerin mahallelerinin insanlarının hayatlarında bambaşka bir umutları vardı, sosyalizm gelecekti. Şöyle bir düşünün bu iktidar ve mahalle baskısı kavgasını. Çözülmeyeceği, uzlaşamayacağı düşünülen türban konusunda bir anlaşma olursa genel kurmayın var olan iktidarla bir sorunu kalır mı?. Biri takalım dese ya da diğeri takmayalım dese., hiçbir sorun kalmaz ki. Bu tartışma ciddi biçimde kendi aralarında yürüyor. O İslami evren içinde din tartışılıyor. Türkiye 1980’den beri ciddi bir şekilde iktidarın dini baskısı altında. Ve bütün mahalleler, ciddi bir bölümü, hayatta kalabilmek için bu baskıya boyun eğmiş durumda. Sakın böyle bir yanılgıya birey olarak düşmeyelim; mahallerimiz çok dindar ve Kemalist devlete karşı çıkıyor gibi bir yanılgıya düşmeyelim
KÜRESELLEŞEN TÜRK İSLAMCI GÜLEN CEMAATİ MUSTAFA PEKÖZ
Fehtullah Gülen cemaati, Türkiye’nin iç politik dengelerini etkileyebilecek bir güce ulaşmış bulunuyor. Hem iç politikada hem de uluslar arası ilişkilerde kendisinde ciddi oranda söz ettiren, özellikle Avrasya ve Ortadoğu coğrafyasında artan etkinliğinin ideolojik-politik ve ekonomik arka planını açığa çıkartmak önemlidir. Cemaatin toplumsal bir güç haline gelmesi ve sistemi kontrol altına almaya başlamasının nedenlerini çok yönlü analiz etmek bir bakıma zorunlu hale gelmiştir. Gizlemli gibi görünen aslında stratejik hedefleriyle çok net olan Gülen hareketinin küresel kapitalist sistem içerisinde edinmek istediği veya edindiği yerin görülmesi toplumsal gelişmelerin yönünün gerçek anlamıyla değerlendirilmesi bakımından da gereklidir. Gülen cemaati İslamcı hareketinin önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Geçmiş tarihsel sürecin bir parçası olarak gelişen ve kendilerini geçmişte Neo-Nurcu şimdi de Neo-Osmanlıcı olarak tanımlayan cemaat, kendisini dönemin sosyo-politik koşullarına uyarlayarak gelişmektedir. Said Nursi’nin
78
Yeniden Devrim / 9
fikirlerinin takipçisi olduğunu iddia eden Gülen, Nursi’nin görüşlerini kendisine özgü bir tarzda yorumlayarak ve hatta esasen onun dışına çıkarak bugünkü politik güce ulaştı. İslamcı düşünceyi toplumun geneline yayarak etkin kılınması için önemli bir çaba içerisinde olan Gülen’in belli başlı özelliklerini şöyle sıralayabiliriz. Birincisi, İslamcılığı toplumsal bir örgütlenme modeli olarak ‘özel ve kamusal’ gibi her iki alanda yaşam bulması için ‘İslamcılaşma’ projesini uygulamaya büyük bir önem vermektedir. İkincisi, kamusal alanın İslamlaştırılması için devletin merkezine yakın durmayı tercih eder ve örgütlenmesini buna göre belirler.(1) Üçüncüsü, cemaat örgütlenmesini salt ‘ümmetçilik’ olarak değil, ‘ulus-ümmetçilik’ biçiminde formüle eder. Ancak Örneğin statükocu değildir, liberal piyasa ekonomisini açık olarak savunur, küresel sermaye ile ilişkilerini geliştirir, diğer birçok İslami gruptan farklı olarak ‘Türk milliyetçiliğiyle serbest piyasa ve modern eğitim temalarına birlikte vurgular. Dördüncü, İslam’ın küreselleştirilmesine özen gösteren Gülen hareketi, ulusal ve küresel eksinli bir çalışmayı esas almakta ve kapitalist küreselleşmenin getirdiği ideolojik-politik değişime kendisini uyarlamaktadır. Beşincisi, Gülen’in en önemli hedeflerinden biri Türk-İslam sentezinin billurlaştığı ulus-devlet merkezini yönetmeye aday İslamcı kadrolar yetiştirmektedir. İslamcı ‘altın neslin’ yetiştirileceği yerler olarak gösterilen ‘Işık Evleri’ kadroların yetiştirme merkezleri olarak ön plana çıkar Altıncısı, bölgesel ve uluslararası ilişkilere çok önem vermektedir. Hatta gücünün ana kaynaklarından biri de uluslararası alandaki ilişkileridir. Küreselleşmenin bütün toplumsal ilişkileri zorunlu olarak etkilediğini belirten Gülen, küreselleşen İslam’ın geliştirilmesi düşüncesini de gündeme getirir. Ekonomik ve sosyal yaşamda meydana gelebilecek bir değişimin İslam dünyasını da yönlendireceğini belirtmekle birlikte, İslam’ın toplumsal işlevinde reformlara kapalı duruyor. İslam’ın siyaset ve toplum ilişkisini daha çok küresel ilişkilerin yeni modern kavramları ile bütünleştirmeye yönelirken İslam’ın toplumsal değerlerinin özünde bir değişikliğe yönelmez. Yedincisi, Cemaatin ideolojik-politik kimliği netleşirken aynı zamanda üzerinde yükseldiği sosyo-ekonomik taban da biçimlenmektedir. Ekonomik ilişkilerin yarattığı politik şekillenme aynı zamanda devletle olan ilişkilerini belirlemektedir. Yeni ‘İslamcı’ kimlikli bir yönetici sınıfının oluşmasının çok önemli olduğunu Gülen’in, bu alanda çok kapsamlı bir örgütleme yarattığı biliniyor. Devlet yönetim işinde ekonomik gücün belirleyici olduğunun
Gülen Cemaati
79
farkındadır. Bu amaçla küresel sisteme adapte olmuş İslami’ sermayenin egemen bir sınıf oluşturmasına bütün gücüyle katkı sunmaktadır. Gülen’in genel politik yönelimlerini genel yönelimlerini birkaç alt başlık altında değerlendirmek mümkün.
Demokrasiye Karşı Cihat İslam ile politika arasındaki ilişkiye dair değerlendirmelerini genellikle dolaylı yapar. ‘İslam demokrasi, demokrasi İslam değildir’ der. Demokrasinin bir tefferuat olduğunu söyler.(2) Gülen’in stratejisinde demokrasi yoktur, devleti İslamlaştırmak vardır. Toplumsal özgürlüklere hiç bir vurgu yapmaz, ama söylemlerinde İslami kurallara dayanan bir hükümetin var olması gerektiğini vurgular. İktidar mücadelesinde Cihat’ı esas alır. Türk iç politikasında önemli bir etkinliği olan ve uluslararası alanda bilinmeyen bir kısım gizli ilişkilere sahip Gülen’in ‘Cihada ilişkin tanımlaması da bize somut bir fikir vermektedir: “Cihat bir hayat kapısıdır; o kapıdan giren iki hayırdan birine mutlaka kavuşacaktır. Evet, ya şehit olup ebedi bir hayat, ya da gazi olup hem dünya, hem Ukbe nimetlerine kavuşacaktır. İşte bu cihat da bir de böyle bereket vardır... Cihat sözcüğü; içinde bulunulan asır ve şartlara göre değişkenlik arz eden geniş kapsamlı bir kelimedir. Gün olur, mal-mülk her şey feda edilerek bu vazife yerine getirilir, zaman gelir, yıllar gider bir can pazarına ulaşılır ve can alınır verilir... Cihat bir mümin’in uğruna canını feda edebileceği en tatlı mefkûre ve en yüksek bir idealdir. Zira mümin, kendi teri içinde boğulmaya ve kendi kanıyla abdest alma gibi bir payeyi ancak cihatla elde edebilir...”(3) Bir Müslüman’ın/mümin’in cihat edebilmesi için kendi ‘kanında abdest almaya’ çağırması ve cihat için ‘can alınır verilir’ düşüncesi yoruma yer bırakmayacak kadar, cihadın şiddet kullanım yönünü çok açık bir şekilde savunmakta ve ‘İslam için ölmeyi ve öldürmeyi’ teşvik ediyor ve destekliyor. Cihat için politik örgütlenmeye ve mücadele biçimlerin önemine dikkat çeken Gülen şu sözlerle devam ediyor: “Sürekli ittikaya kendisini salmış, kahırmış arayışına girmiş, yakalamış dehasını arayan, takvanın davasının arayan derinlerden derin kutsiler... Hz. Muhammed Mustafa’nın askerleri, Cindullah; Allahın ordusu... HİZBUL-LAH; Allahın cemaati, tabiri caizse Allah Partisi... Siyasi boğuşmalar, siyasi partiler karşısında Allahın Partisi...
80
Yeniden Devrim /9
Rüyalarınıza girer. Hayal âlemlerine girdiğimiz zaman sizi yakalarlar. Misali levhalarla her yerde sizi kovarlar. Her köşe başında karşınıza çıkarlar. Bazen kendinizi tam onların içinde görürsünüz, onlarla beraber kılıç çalıyorsunuz.... Duygu ve düşünce birliğine vardığınız zaman, siz aynı ordunun erleri haline gelirsiniz. Ve ben bunu size anlatmaya çalışıyorum. Allah’ın askerleri olduktan sonra kutsiler ordusu olduktan sonra, Allah’ın kulu olduktan sonra, Hz. Muhammed’in erleri olduktan sonra zaman ve mekân onları ayıramaz...”(4 ) Türkiye’nin iç politikasında ciddi bir etkinliği olan, devlet kurumlarında önemli bir örgütlenmeye gitmiş ve aynı zamanda ekonomik ve sosyal alanda çok aktif biri cemaat ilişkisine sahip Gülen’in cihada yönelik politik analizleri ve verilecek mücadeleye ilişkin perspektifleri çok nettir. Gülen, Türkiye’deki mevcut politik rejimi değiştirmek ve İslami esaslara göre bir yönetim biçimini kurmak amacıyla müminlerden ve özellikle de ‘Allahın Askerleri’ne cihat için savaş ve mücadele çağrısını yapmaktadır. AKP lideri ve Türkiye’nin İslamcı Başbakanı ‘demokrasi ve şeriat üzerine şunları belirtiyor: “Demokrasi amaç mı araç mı? Ha burada bizim kesin bir ayrılığımız var. Biz diyoruz ki, demokrasi amaç değil, araçtır... Refah din değildir. Eşittir İslam değildir. Ama referansımız İslam’dır. Referansımıza ters bir şey yapmak ve yaşamak istemiyoruz... Türkiye’de demokrasiyi biz yazmadık. Bize karşı olduklarını söyleyenler yazdı. Bizim için demokrasi bir amaç değil, tramvay gibi bir araçtır. Ona biner hedefe gideriz”(5) Gülen, tıpkı Başbakan Erdoğan gibi demokrasiyi bir araç olarak görmektedir. "Demokratik sistemin nimetlerinden istifade ederek, üzerimize düşen, üzerimize düştüğü halde yıllarca ihmal edilmiş bulunan bu vazifeleri yerine getirmek mecburiyetindeyiz. Sistem değişikliği bizi ilgilendirmez. Ülkemizde dün cumhuriyeti değişmez umdeler-ilkeler gibi tabu halinde gören niceleri, şimdi "ikinci cumhuriyet" diyorlar, "yeni demokrasi" diyorlar. Öyleyse o nesil, kendi düşünce dünyalarına, kanaatlerine, tecrübelerine ve inançlarına göre bu sistemi atar, yerine başka sistem getirirler." "Eğer demokrasi denilen sistem, bazılarının kabul ettiği gibi, yeryüzünde en zirve sistem ise, İslâm, bu zirveyi hem de asırlar önce yakalamıştır. Fakat biz, İslâm'ın demokratik bir sistem olduğu düşüncesine karşıyız."(6) Bu yaklaşım genel olarak bütün İslamcı akımların düşüncelerini yansıtmaktadır. Çünkü kural olarak, Kur-an’ı kerim esas alınmaktadır. Gülen’in de yaptığı değerlendirme, İslam yaşam
Gülen Cemaati
81
tarzını ve yönetim biçimini esas alan kesimlerin genel yaklaşımlarını ortaya koyuyor. Gülen, “demokrasi ile uğraşmaya gelince, bırakın böyle şeyleri: bunlar bize ait meseleler değildir" derken sistemin İslamlaştırılması gerektiğini belirtiyor. Bu nedenle ‘demokrasi, şeriat düzenine geçişte bir araç’ olarak görülüyor.
Yeşil Kuşak Stratejisi ve Anti-Komünist Gülen hareketinin ideolojik gıdası haline gelen Türk İslam sentezi, ‘komünizm ve teröre karşı devletin NATO politikasını’ çok açık olarak destek sunar. Gülen, ABD’nin Sovyetler Birliği’ne karşı geliştirdiği ‘yeşil kuşak’ politikası ekseninde, Türkiye’deki ‘anti-komünist’ öncülerinden biri olarak tanınır. Şöyle diyor: “Büyük çoğunluğu itibarıyla bu nesil (kuşak) kozmopolitleşti, ateizme yelken açtı ve komünizm, sosyalizm erozyonlarıyla her bir vadiye sürüklenip gitti...”(7) Bir başka yazıda şöyle diyor: “...Mesela, Karl Marks bir Yahudi’dir; ortaya attığı komünizm, kapitalizm karşısında ilk bakışta iyi bir alternatif gibi görünür ama esasen o, balın içine karıştırılmış öldürücü bir zehirdir...”(8) İdeolojik ve politik olarak komünizmin dünya görüşüne karşı olan İslami hareketin bütün stratejisi, ABD’nin bölgesel politikalarına bağlı olarak en genel anlamda sistem karşıtı olarak bilinen devrimci hareketin gelişmesini engellemekti. İdeolojik ve politik olarak komünizmin dünya görüşüne karşı olan İslami hareketin bütün stratejisi, en genel anlamda sosyalist hareketin gelişmesini engellemekti. Gülen, komünizme karşı mücadeleyi öncelikli görevleri arasında görür ve bunun için de; ‘Komünizme Karşı Mücadele Dernek’lerinin kuruluş süreci içerisinde yer alır: ‘Komünizme Karşı Mücadele Dernek’lerinin kuruluş süreci içerisinde yer alır: “...Ve yine bu devreye ait bir teşebbüs de Erzurum’da Komünizmle Mücadele Derneği’ni açma teşebbüsümüz oldu. O güne kadar sadece İzmir’de vardı. İkincisi de Erzurum’da bizim gayretlerimizle açılacaktı... Bir arkadaşı İzmir’e gönderip tüzük getirttik. Derneği kuracaktık. Ben bir vaazdan sonra anons ettim ve gençlerle Caferiye Cami önünde toplandık. Gayemiz komünizme karşı örgütlenmekti. Dernek ve camii işlerinden anlayan bir akrabam vardı. O gelip bize yardım etti, bize yol gösterdi...”(9) Komünizme karşı mücadeleyi CIA ve Rabıta denetiminde kurulan derneklerde örgütlü bir çalışmaya dönüştüren Gülen’in milliyetçi-
82
Yeniden Devrim /9
muhafazakâr olduğunu da sık vurgular. 6 Mayıs 1972’de Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamından sonra cenazelerinin camiye götürülmesine karşı çıkar: ”Deniz Gezmiş’ler, ömürleri boyunca dine, Allah’a, mukaddesata küfrediyor, sonra da devlete baş kaldırınca öldürülüyor. Ama sonra da dini merasimle gömülüyor. Bu ne perhiz, ne lahana turşusu?”10ABD’ye yakınlığı ile tanınan cemaat lideri, hem Küresel güçlerin hem de Türk devletinin stratejik ideolojik yönelimleriyle tam bir uyum içerisindedir.
Osmanlılığa ve Türkçülüğe Öykünme Gülen hareketi, kitlesel faaliyetini, Türk-İslam sentezi etrafında çevreler. Bu aynı zamanda ‘Müslümanların kimlik arayışında ortaya çıkan farklılaşmada, ‘Türk-İslam’ kimliğinde ‘Türklüğü’ ön plana çıkartmaktır. Bu yaklaşım, pozitivist-seküler olarak adlandırdıkları Kemalist rejimle buluşma noktalarını oluşturmaktadır. Gülen kendisini Nurcu olarak tanımlamakla birlikte Necip Fazıl Kısakürek, Nurettin Topçu ve Sezai Karakoç gibi milliyetçi -İslamcı kesimlerden çok daha fazla etkilendi. Günlük yaşamda Türk-İslam geleneğini çok bilinçli olarak ön plana çıkarttı. Böylece Türk-İslamcı politikanın yeni versiyonu olarak değerlendirmek mümkündür.11 Türk İslam sentezci fikirlere yatkın Kemalistlerin Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, İstiklal Marşı yazarı İslamcı M. Akif Ersoy, Türkçü Ziya Gökalp gibi Türk-İslam sentezci geleneğin temsilcileri, Gülen cemaati tarafından örnek alınmaktadırlar. İslami güçlerin eğitim politikalarının daha çok Türk-İslam sentezine dayanması tesadüfî değildir. “Cumhuriyet eğitiminin çarkından geçenler dine karşı yabancılaşmış, Türk İslam kültüründen soğutulmuşlardır. Türk İslam özüne bağlı kalmaya çalışan aile ile batılılaşmış, yabancılaşmış aile ortamı ve beklentileri arasında hiçbir benzerlik ya da ortaklık yoktur. Bu özenti, bu örnek aileleri yeniden İslam ilkelerine dönüş yapamazsa, bu öze yabancılaşmadır. Bunalıma sürüklenenler ile Türk toplumuna karşı çıkanların, anti sosyal kişilik geliştirenlerin büyük çoğunluğu bu tür ailelerden yetişmişlerdir...” , “...Öğrencilerin eğitimini Türk-İslam örneğine uygun bir kişilik geliştirmek üzere yetiştirmek...” diye ifade ediyorlar.(12) Gülen’in milliyetçiliği, ‘Türkiye'de yaşayan, Osmanlı geçmişini kendi geçmişleri olarak gören herkes Türk olarak görülmelidir’ ve “Türk olmak için
Gülen Cemaati
83
Osmanlı deneyimine sahip olmak ve kendisini Türk olarak görmek gerekir. Arap ve İran İslam anlayışına çok sıcak bakmaz ve Türk Müslümanlığı deyimini bunlardan ayırmak için sürekli kullanır.”(13) Gülen hareketi, Türkİslam sentezciliğini Türklerin egemenliğinin bir aracı olarak kullanmaktadır. Dolayısıyla Nursi’nin genel İslamcılık yorumu Gülen’den Osmanlı-Türk sentezine dönüştürülür. Bu nedenle Türk devletinin genel yapısını tereddütsüz destekler. Halkın, devletin üniter birliğini desteklemesi için çok ciddi bir faaliyet yürütmektedir. Nursi’de pek ön plana çıkmamış olan ‘kutsal’ devlet Gülen için öncelikli bir politika haline gelir. Böylece Türk devletini ‘din ile millet arasındaki bağı sağlayacak ve ideal Türk-İslam toplumunun yaratılmasının en önemli araçlarından biri’ olarak görür. Gülen’in sürekli vurguladığı asr-ı saadet döneminin, çağımıza uygun bir tarzda düzenleyebilecek olan ‘yeni’ İslam toplumunun ancak Türk-İslam ülküsü tarafından sağlanabileceğini belirtir. Böylece Türk-İslam sentezi, onun görüşlerinin ana halkasını oluşturur. Gülen kendisine Osmanlı padişahlarını örnek alıyor. Taht kavgası için bütün kardeşlerini öldürecek kadar acımasız biri olan Fatih Sultan Mehmet için söyledikleri şunlardır: “Fatih tek boyutlu bir insan değildir. Bir diğer ifadeyle o, madde ve manayı birbirine bütünleştirip bünyesinde barındıran bir alperendi.”(14) 1514 Çaldıran Savaşı öncesi 40 bin Alevi’yi öldüren Yavuz Sultan Selim için söyledikleri ilginçtir; “Yavuz apayrı bir insandır. Bir pençede dünyanın ödünü koparan, kükrediği zaman ormana velvele veren bu adama bak..İdealini gerçekleştiren adam...”(15) Kanuni Sultan Süleyman döneminde ‘Alevilerin katli vaciptir’ fetvasını çıkartan Şeyh-ül İslam Ebus’sud Efendi”yi ise ”Cin ve insi müftüsü büyük müfessir...” olarak görüyor.(16) “İslam dünyasına gelince; Türk âleminin meydana getireceği bu güçlü vakum(boşluk) karşısında zaten arkadan gelecektir İslam dünyası. Bu açıdan gelecekte Türkiye topyekûn bir cazibe merkezi olacağa benzer... Asya ile bütünleşmek büyüme yoludur. O köprü geçilsin. Türk Müslümanlığının, şartlarımız içinde cihana yeni bir ses ve soluk olacağı kanaatini taşıyorum...”(17) Türk İslam sentezini Orta Asya’da egemen kılma fethine çıkmış bulunan Gülen, Türk kökenli Orta Asya cumhuriyetlerinde Türk-İslamlığını egemen kılmak için, CIA destekli faaliyetlerine özel bir ağırlık veriyor.
84
Yeniden Devrim / 9
Gülen’in Ordu Aşkı İslamcı cemaatler, ordu tarafından yapılan darbeleri, stratejik çıkarları bakımından genellikle desteklemişlerdir. Çünkü her darbe, tarikatların stratejik çıkarlarına hizmet etmekte, kendilerine rakip olabilecek bütün ilerici ve devrimci kuvvetleri ezmektedir. Said Nursi’nin avukatlarından ve cemaat içindeki etkinliği ile tanınan Bekir Bek’in, Yeni Asya Gazetesi’nin 10 Şubat 1971 tarihli sayısında, ordunun verdiği muhtıra üzerine yaptığı değerlendirme ilgi çekicidir: “Bu ses tarihimizin sesidir. Bu ses sanki Mohaç’tan gelen sestir. Bu ses Malazgirt’ten yükselen bir sestir. Bu ses Kanije gazilerinin sedasını aksettirmektedir.. Bu ses hürriyet ve istiklalimizin, bu ses din ve imanımızın, şerefimizin ve hasiyetimizin bekçileri şerefli paşalarımızın, erlerimizin tek kelimeyle Mehmetçiğimizin sesidir... Bu ses, sağa da sola da gelişi güzel yumruk sallayanların değil, tehlikenin nereden geldiğini bilen, gören ve onun üstüne yürüyen ve onlara son defa ‘Hizaya gel’ komutunu verenlerin sesidir. Bu ses meseleleri kanunların çerçevesinde haletmek isteyenlerin, bu ses millet iradesini korumayı ahdedenlerin sesidir...”(18) 12 Mart 1971 askeri darbesini, bu kadar içten ve coşkulu karşılayan, destekleyen başka bir siyasal çevre bulmak her halde zordur. Bu nedenle politik İslami güçler, her ne kadar ideolojik olarak Kemalizm’e karşı olsalar da, bunlar her zaman devletin politik yapısını savunan koruyan ve destekleyen güçlerdir. 1980 yılında, devlet elden gidiyor diye fetvalar veren Gülen, devletin bütün kurumlarını siyasal sürece müdahale etmeye çağırıyor: “İstihbarat duysun, emniyet duysun, askeriye duysun, başbakan duysun, riyaset-i cumhuriyet duysun. Polise, askere kurşun sıkan bu hainlere mahkemelerde gereken ceza verilmezse ne devlet kalır, ne millet...”(19) İlginçtir, 12 Eylül 1980 Askeri darbesinde sonra, sıkıyönetim mahkemesi tarafından arandığı iddia edilen Gülen, İzmir’de Diyanet İşler Başkanlığı’nın bir memuru olarak, camilerde, askeri darbe çağrısı yapmaktaydı. Politik İslamcı hareketin etkin liderlerinden biri olan Gülen’in 26 Aralık 1986’da orduya ilişkin değerlendirmeleri şöyledir; “Yayınladığımız ilmi, edebi ve ahlaki bir dergi olan Sızıntı’da hiçbir zaman siyasi ve ideolojik, milli birlik ve bütünlüğü bozucu, milli ve ahlaki değerlere ters, suç teşkil eden herhangi bir yazı yayımlanmamıştır. Bilakis çeşitli zamanlardaki sayıları
Gülen Cemaati
85
incelendiğinde daima ordumuzun ve emniyet güçlerinin yanında olarak, hitap ettiği okuyucularına asayiş ve huzurun telkinini yaptığı görülecektir...”(20) Askeri darbeleri ve orduyu hemen her dönem destekleyen Gülen, bir başka yazı da şöyle diyor: “Her milletin tarihinde askeri bir tepe varlıktır... Bir de anadan doğma asker-millet vardır. O, asker doğar, askerlik türkülerinden ninniler dinler ve asker olarak ölür. Âşıktır askerliğe, serhat boylarına, akına ve kavgaya... Onun süngüsü, yüz defa iniltimizi dindirdi ve ateşimize su serpti. Yakın tarihimizde dahi kaç defa onda mazinin tebessüm eden çehresini ve yıldırımlaşan celadetini gördük... Eğer, atik davranıp da yıllardan beri hazırlanan karanlık emellerin önüne geçilmeseydi, bütün bir millet olarak inkisar içinde ağlamadan başka çaremiz kalmayacaktı. Tuğa selam, sancağa selam ve ölçülerimiz içinde onu tutan yüce başa binlerce selam...”(21 ) Sıkıyönetim Mahkemeleri tarafından aranmasına rağmen, camii imamı olarak görevine devam eden Gülen, devletin mevcut politikalarını çok aktif olarak destekleyen biri olarak ön plana çıktı. Çağ ve Nesil isimli dergide yayınlanan yazısında şunları belirtiyor; “...Düşmanı kıskıvrak yakalama ve bir zaferdir. İçtimai bünyenin, harici bir kısım eraciften temizleme, arındırılma ve aslına icra zaferi... Ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe, istihalerin son kertesine varabilmesi dileğimizi arz ediyoruz...”(22) Kemalist düzene karşı olan İslamcılar, neden Kemalist olmakla övünen orduyu darbe yapması için göreve çağırırlar ve bütün gücüyle desteklerler? Çelişkili gibi görünen bu durum, aslında, bu iki yapının ideolojik ve politik görüşlerinin esasen olarak aynı temeller üzerinde yükselmesinden kaynaklanmaktadır.
Gülen’in Devlet İçerisindeki Örgütlenme Stratejisi Gülen hareketinin izlediği politika’da devlet ve devleti içten ele geçirme esaslı bir durumu teşkil eder. Bu nedenle hangi biçimde olursa olsun devlete yakın durmayı tercih ederken, siyasilerle de iletişimi hep dolaylı olmuştur. Dahası devlet içerisine nüfuz ederken, güncel politikanın dışında durma görüntüsü verir ve hatta devletin kararlarına kesintisizce uymayı esas aldığını belirtir.
86
Yeniden Devrim / 9
Politik İslami hareketin en güçlü örgütlenmesine sahip olan Gülen şunları belirtiyor: “Adliyede, Mülkiyede veya başka bir hayati müessesede bizim arkadaşlarımızın mevcudiyeti, öyle ferdi mecburiyetler şeklinde ele alınıp öyle değerlendirilmemelidir. Yani bunlar gelecek adına bizim ünitelerde bizim garantilerimizdir. İstikbale yürümek için, sistemin püf noktalarını keşfedin. Hatta bu sistem devam ediyor. Bu sistem içerisinde arkadaşlarımız istikbale yürüyeceklerdir. Öyleyse o sistemin püf noktalarını bilmemiz lazım. Aşmaları lazım. Bu da meselenin diğer bir yanıdır. Kuvvet dengesi olmadığı bir yerde kuvvete başvurmayacaksınız. Teknik-taktik yerinde sizin kalbiniz önemli... İster mülkiyede çalışan arkadaşlarımız olsun, ister Adliyede çalışan arkadaşlarımız olsun herkes için söz konusudur bu. Sivrilmeden, mevcudiyetinizi hissettirmeden çok ilerilere gitme. Erken vuruş diyeceğim çıkışlar yapılırsa, dünya Cezayir’deki gibi başlarını ezer. Zayiata meydan verilmemeli. Bu açıdan ister o daireden ister diğer daireden arkadaşlarımızın korunması çok önemlidir. Fakat ben kuvvet dengesi olmadığı için şahsen o yol yerine, böyle kendi düşüncemi yayma, kendi düşünce sistemim adına varlığı, her tarafı fethetme, ele geçirme yolunu şahsen tercih ederim, Hususiyetle öyle devlet memuru olarak arkadaşlarımız kahramanlık yapmazlar, fuzuli kahramanlık olur. Gereği yoktur o tür şeylerin... Başka kuvvetler var bu ülkede. Değişik kuvvetleri hesap ederek, böyle dengeli, dikkatli, tedbirli temkinli yürütmekte yarar var ki geriye adım atmayalım.... Anayasal müesseslerdeki kuvveti cephenize çekmeden her adım erken. Kirama ereceğiniz ana kadar dünyayı sırtınıza alıp, taşıyabilecek güce ulaşacak ana kadar, o kuvveti temsil edeceğiniz şeyler elinizden olacağı ana kadar, Türkiye’deki devlet yapısı ölçüsüne göre bütün anayasal müesseslerdeki kuvveti cephenize çekeceğiniz ana kadar her adım erken sayılır...”(23) İslamcı hareketin devlet içerisinde örgütlenerek iktidarı ele geçirme stratejisinin en iyi uygulayıcılarından Gülen’in, AKP hükümetinin üzerinde ciddi bir ağırlık ve etkisi olduğu biliniyor. Erdoğan ile yakın ilişki içerisinde olduğu söylenen Gülen’in bu bakış açısı genel olarak İslami örgütlerin politik yönelimlerini yansıtmaktadır. Yani siyasal sistemi ‘yumuşak’ bir geçişle ele geçirmeye çalışan, politik İslami güçler devlet kurumlarının önemine ve etki gücüne bağlı olarak bir örgütlenme planı oluşturmuş bulunuyorlar.
Gülen Cemaati
87
Özellikle AKP’nin hükümet olma süreci dikkate alındığında, İslamcı akımların sistem içerisinde örgütlenmede ciddi bir avantaj elde ettikleri görülüyor. Özellikle bütün bakanlıklarda kadrolaşmasını en üst düzeyde tamamladığı, İslamcı oldukları iddiasıyla, geçmiş dönemlerde görevden alınan birçok bürokrat ve memur da yeniden görevlendirildi. Milli Eğitim Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Ulaştırma Bakanlığı, Bayındırlık Bakanlığı, Tarım Bakanlığı, Kültür Bakanlığı ve bunlara ait bütün genel müdürlüklerin, bölge ve il müdürlüklerinin çok önemli bir kesimi değiştirildi. Atananların tamamı İslamcı gelenekten gelen kadrolardır. Bununla sınırlı kalmayan hükümet, özellikle devletin bazı temel kurumlarında da ciddi bir kadro tasfiyesine yönelmiş, yerine İslamcı olarak bilinen ve daha çok Gülen cemaatine yakın olan kesiler getirilmektedir. Politik İslami güçlerin ya da cemaatlerin devletin temel kurumlarındaki örgütlenmelerine ilişkin ‘Başbakanlık Takip Kurulu’nun hazırladığı rapor sorunun önemine ilişkin bize, temel bir veri sunmaktadır. Gülen Cemaatiyle ilişkisi olan ı için şunlar söylenmektedir: “60 yakın vali, 400’e yakın vali yardımcısı, 450 civarında kaymakam, 150’den fazla yargıç ve savcı, 600 civarında öğretim görevlisi, 200 müftü, imam ve müezzin, 200’den fazla İçişleri Bakanlığı bürokratı, 200 civarında Emniyet Genel Müdürlüğü üst düzey personeli, çok sayıda Sağlık Bakanlığı ve Hazine Müsteşarlığı Bürokratı”gibi devletin üst düzey bürokratlarının Gülen cemaatiyle ilişki içerisinde olduğu iddia edilmektedir. Hatta ‘405 kaymakam, 382 vali yardımcısının tarikatlarla ilişkisi olduğu için halklarında soruşturma açılması talebinde bulunuldu.(24) Tabi ki, istenilen soruşturma ve görevden alma talebi hiçbir koşulda yerine getirilmediği gibi daha 1998 yılı içerisinde polis olmak için başvuran 12.300 kişiden % 55’nin İmam Hatip mezunu olduğu ve bunların önemli bir kesiminin de polis sınavlarını kazandığı ya da kazandırıldığı belirlendi.(25) Diğer bir ifadeyle toplumun değişik kesimlerden gelen tepkilerin etkisizleştirilmesi için bir kaç İslamcı bürokrat görevden alınırken, aynı zamanda tarikatlarla ilişkisi olan yüzlerce kişiler devlet kurumlarına memur olarak alınmaktadır. İslamcı cemaatlerin ordu içerisinde de örgütlenme çalışması yaptıkları bilinmektedir. Örneğin, F. Gülen cemaatinin bu yöndeki faaliyetleri bilinmektedir. Keza, yine MİT raporlarına yansıtıldığı kadarıyla; subayların % 2’sinin tarikatlara yakınlık duyduğu ifade edilmektedir.
88
Yeniden Devrim / 9
Küresel Kapitalist Sermaye’nin Merkezindeki Gülen Hareketi 21.yüzyıla girerken, diğer İslam ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de de ‘İslami sermaye’ kendisini kapitalist sistemin bütün kurallarına uyarlıyor. Örneğin, borsa sistemine girmek, bankacılığın faiz sitemine uyum sağlamak, serbest piyasa ekonomisinin kurallarına göre çalışmak ve özelleştirmeyi çok açık olarak desteklemektedirler. Öyle ki ‘İslami sermaye’ kavramından dahi rahatsız oluyorlar. MÜSİAD eski başkan yardımcısı Natık Akyol da “Sermayenin dini olmaz. Global akışkan bir özelliğe sahiptir...”diyor.(26) İhlâs grubu, İslami kesimde yapılan bu tartışmalara kendi cephesinden noktayı koydu: “Sermayenin İslamcısı falan olmaz. Sabancı nasıl çalışıyorsa biz de aynı şekilde çalışıyoruz...”(27) İhlâs grubu da, ekonomik ve siyasal karakterini, Sabancı üzerinde açıklamayı uygun görüyor. Çünkü onlarda biliyorlar ki para ekonomisi toplumsal ilişkilerde belirleyici bir rol oynar. Diğer bütün faktörler sadece para ekonomisinin birer aracıdırlar. Çünkü sermayenin dini, imanı olmaz. Ama bir ideolojisi var; kapitalizm. Dünyanın neresinde olursa olsun, hangi sıfatla ifade edilirse edilsin, sermaye; kapitalizmin varlık nedenidir ve onun çıkarlarını koruyan en önemli araçtır. Sermaye, farklı ülkelerde, farklı uluslarda ve dinlerde olan kurumları yakınlaştırıyor, iç içe geçiriyor, ortak çıkarlar üzerinde birleştiriyor. İran İslamcı sosyologlardan Dr. Ali Şeriati dinpara ilişkisini, “Din, paraya bağımlı oldukça kimse onu tanımaz; kurucusu para olan bir din, yine o paranın koruyucusu olmak zorundadır” diyor. (28) 1996-1997 yılı verilerine göre 25 sektörde toplam 2048 şirkete, 2004 verilerine göre ise 33 sektörde 2267 şirkete ulaşan İslamcı sermaye grupları güçlü finans kaynakları ve edinmiş oldukları sermaye birikimi ile Türkiye ekonomisi üzerinde ciddi bir ağırlığa sahip olmuş durumdadırlar. İslami şirketler arasında bir gruplandırmayı somutlaştırdığımızda: Birinci grup, sermayelerini uluslararası alana açarak büyük yatırımlara yöneldi. Kurdukları onlarca fabrika ve şirketlerde; 800 binin üzerinde ücretli işçi çalıştırılmaktadır. Muazzam bir artı değer sömürüsü gerçekleştiren İslamcı şirketler sisteme tamamen adapte olmuş durumdadırlar. Bugünkü hareket halindeki sermayeleri milyar dolarlarla ifade edilmektedir, metalürji sanayinden otomotiv sanayisine, enerji üretiminden kimya sanayine, gıda sanayisinden hizmet sektörüne kadar birçok alanda yatırımlara yönelen, özelleştirme
Gülen Cemaati
89
kapsamında bulunan bankalar, THY- TELEKOM, PETKİM, Çimento, DemirÇelik, TEKEL gibi stratejik KİT’lere talip olma gücüne ulaşmış büyük sermaye gruplarıdır 1980’lerden sonra Askeri darbecilerin onayı ile Türkiye’de uygulanmaya konulan ve İslami ekonomik yapıda somut bir model olarak kabul edilen Finans kurumlarının faaliyetleri devlet tarafından sürekli desteklendi. Özellikle uluslararası İslami bir örgüt olan Rabıta’nın ekonomik ve politik faaliyetlerine uygun bir yapı oluşturan Finans Kurumlarının Türkiye’de yalgınlaştırılmalarında ve ciddi bir ekonomik güce dönüşmelerinde hem devletin hem de uluslararası İslami finans ve ticari kurumlarının çok ciddi bir etkisi bulunmaktadır. Özel Finans Kurumlarının(ÖFK) ilişki içerisinde olduğu uluslararası İslami ekonomik kuruluşlardan bazıları şöyle sıralanmış: “İslami Bankacılık ve Sigortacılık Enstitüsü, Harvard İslami Finans Bilgileri Programı, Online Üniversite, İslami Bankacılık Konferansları Rehberi, İslami İş ve Finans Dünyası, Finans Araştırmaları, Uluslar arası İslami Finans Forumu, İslam ve Ekonomi, Bahreyn Bankacılık ve Finans Enstitüsü, Kuveyt Bankacılık Enstitüsü , Suudi Arabistan Bankacılık Enstitüsü, İslam Bankacılık Literatürü, İslam Kalkınma Bankası, İslami Finans Kuruluşları İçin Muhasebe ve Audit Organizasyonu, Kuzey Amerika Arap Bankacıları Birliği. (29) Örneğin Faisal Finans Kurumu Genel Müdürü Hikmet Güler şunları belirtiyor: "Türkiye'de 10 yıllık çalışmamızı laboratuar olarak kabul ediyoruz. Avrupa'da İslami bankacılık anlayışını uygulamak, Türkiye’dekinden daha kolay. Ancak, bizim sistemimizin önemi kavrandığında, Türkiye'de daha fazla yol alabileceğiz. Hedeflerimiz uzun vadeli. İslami bankacılık sisteminin Türkiye'de gelişmesi için çalışacağız. Türk ekonomisine katkımız, gru bumuzun yurtdışındaki şirketleri aracılığıyla oluyordu. Bu tip desteklerin Türkiye'den olabilmesi için, ortaya koyduğumuz yeni enstrümanların, devlet tarafından desteklenmesini bekliyoruz. Bugün, artık ekonomi global. Bizim sistemimizin felsefesi de öyle..." (30) Strateji çok açık: Türkiye’de İslami bankacılığın hâkim olması için mücadele etmek. Zaten İslami bankacılık anlayışının sistem içerisinde etkin ve aktif bir güç olabilmesi için gerekli ekonomik ve politik destek her zaman verildi. Finans kurumlarının İslami kurallara göre faaliyet yürütmesi için gerekli bütün yasalar çıkartıldı. Bugün
90
Yeniden Devrim / 9
Türkiye ekonomisini yüzde 30’u İslamcı cemaatlerin elinde olup, özellikle Gülen hareketi ekonomik olarak İslamcı tekel haline gelmiş bulunuyor. Son yıllarda bankacılık sistemine göre ticari faaliyet yürüten İslamcı finans kuruluşları, AKP hükümeti tarafından en çok kredi verilen şirketler olarak ön plana çıkmaktadırlar.(31) Bankalar gibi ‚gizli’ bir faiz sistemi uygulayan bu finans kurumlarının İslami kesimde kabul görebilmesi için ‚dini fetva’lar da çıkartıldı. Örneğin ‘Fethullahcılara ait olduğunu bilinen Asya Finans kurumu tarafından oluşturdu. Prof. Sabahattin Zaim, Sakarya Üniversitesi'nden Prof. Suat Yıldırım, Doç. Dr. Abdülaziz Bayındır, Halil Gönenç ve İstanbul eski Müftüsü Selahattin Kaya’ bu kurulun üyeleri oldular.(32) 24 Ekim 1996'da açılışı yapılan Asya Finans Kurumunun Genel Müdürü Murat Uslu hedeflerini şöyle açıklıyor: “Özel finans kurumlarının finansal sistemden aldıkları pay oranı %3. Biz, Asya Finans olarak, bu pastayı paylaşmak değil; geri kalan % 97’lik dilimi asıl hedef olarak görüyoruz. Şu anda 70 milyar dolara yakın altın rezervinde bahsediliyor. Müslümanlara neler yapabileceğimizi göstereceğiz. Amacımız, insanları Asya Finans’a çekmek değil; İslami Bankacılığını tanıtmak...”(33) 1997’den 2004 yılına kadar geçen süre içerisinde Albaraka Türk’ün şube sayısı 37’ye yükselirken, gerçekleştirdiği iş hacmi transferi ise 1milyar 200 milyon YTL ulaşmış.(34) Faisal Finans Kurumu, 11 Mayıs 2001 tarihinde gerçekleştirdiği genel kurulu ile ismini ‘Family Finans’ olarak değiştirdi. Ülker holding tarafından tamamı satın alınan Faisal Finans ya da Family Finans’ın Aralık 2004 yılında sahip olduğu şube sayısı 38’dir. Ayrıca 2003 yılı içerisindeki iş hacmi transferi 500 milyon YTL olarak gerçekleşmişti.(35) Anadolu Finansın yeni sahibi ise İstikbal şirketidir. Şube sayısını 42’ye toplam işlem hacmini de 1 milyar 600 milyon YTL olarak gerçekleşmiş.(36) Asya Finansın 2003 işlem hacmi transferi 790 milyon YTL olarak belirlenmiş ve 2004 yılındaki şube sayısı 43’e ulaşmıştı. (37) Yaklaşık olarak 7 yıl içerisinde, İslami finans kurumlarının gelişme düzeyleri ve ekonomik alandaki büyüme hızları, İslam bankacılığının Türkiye’deki etki gücünü ortaya koymaktadır. Özel Finans Kurumları, kapitalist ekonomik sistem içerisinde, ‘İslami’ isimlerle faaliyet yürüten bankaların ‘yeni’ türevleridir. - Gülen İçin Basın-Yayın Alanı Önemlidir Uzun yıllar ayık ve haftalık olarak yayınlanan dergiler aracılığıyla politik
Gülen Cemaati
91
sürece müdahale eden ve çok hızlı ve ciddi bir gelişme eğilimi gösteren İslamcı hareket, mevcut yayın politikasının yeterli olmadığını gördüler. Yeni ve sürece uygun politikalar üreterek toplumsal gelişmelere hâkim olmak ve yön vermek için günlük gazeteye ihtiyaç duydular. 1970’lerden sonra bu yönelim içerisinde olan tarikatlar, bugün Türkiye’nin en çok satan gazeteleri arasında yer almaktadırlar. Gazetecilik sadece bir iletişim aracı değil, aynı zamanda önemli bir finans kaynağıdır. Gazete hem gündelik politik sürece müdahale etmede hem de psikolojik savaşın yürütülmesinde çok önemli bir araçtır. Hatta toplumu deforme etmede ve belirli politikalar ekseninde etkilemede ve yönlendirmede etkili olan en önemli örgütlenme araçlarından biridir. Bütün bu gerçeğin bilincinde olan İslami politik hareketin gazete yayını konusunda çok ciddi bir düzeye ulaştığını ve politik dengeleri etkileyecek bir etki gücü yarattığını çok rahatlıkla söyleyebiliriz. İslami çevrelerin çıkarttığı günlük gazeteler ve bunların baskı sayısı bize bir fikir verebilir. Gazetelerin tirajı sürekli değişken olmakla birlikte, günlük olarak yayınlanan İslami gazetelerin ortalama baskı sayısı 900 000 ile 1 milyon arasında değişiyor. Okuyucu sayısı ise tahminen 2 milyondur. İslami gazetelerin doğrudan ideolojik bir perspektife sahip oldukları düşünüldüğünde, her gün yaklaşık olarak iki milyon insana ulaşmanın son derece ciddi ve önemli bir çalışma olduğunu görmek gerekir.38 İslamcı grupların ekonomik, politik, felsefe, bilim, din, sosyal, aile, çocuk, kadın vb. alanlarda çok sayıda yayın çıkarttıkları biliniyor. Edebiyat, hikâye, roman, şiir gibi alanlarda çok ciddi bir yönelim içerisine giren ve İslamcılara özgü bir tarz oluşturarak sayıları binleri bulan eserleri yayın piyasasına sürdüler. Örneğin Mili Görüşler 87, Nurculular 96, Süleymancılar 36, Radikal örgütler 127, Fehtullahcılar 165, diğerleri 79 olmak üzere toplam 590 adet yayın türü piyasaya sürülüyor.(39) Gülen ekibi tarafından çıkartılan Zaman gazetesi, satış sıralamasında olarak her zaman ilk 3 sırada yer almaktadır. Günlük aktüel içerikli 4 milyon 2 bin civarı gazetenin basıldığı bir ülkede, Türk-İslamcı gazetelerin yayını toplam oranın yaklaşık olarak yüzde 35’dir. Türk Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile eşzamanlı yayınlanmaya başlayan ‚Cumhuriyet gazetesi’ satış sıralamasında 19.sırada bulunmaktadır. İslamcı gazetelerin bu düzeydeki
92
Yeniden Devrim / 9
satışına karşılık sol ve sosyal demokrat içerikli gazetelerin toplam satışı 125 bin civarıdır. Yani İslamcı gazetelerinin ancak 1/8’i kadardır. Gazetelerin okuyucu kitlesindeki bu durum aynı zamanda toplumun genel politik eğilimini ortaya koymaktadır. İslami güçler toplumsal örgütlenme araçlarının önemini bilince çıkarttıkları için bu alanda özel bir uzmanlaşmaya ve yoğunlaşmaya gittiler. Medya alanında sahip oldukları mevcut gazeteleri ve dergileri yeterli görmeyen İslami çevreler, kitleleri doğrudan etkilemede ve yönlendirmede çok büyük bir etkisi/rolü olan görsel ve işitsel medyaya yöneldiler. Hem Türkiye genelinde hem de yerel alanlarda yayın yapan radyo ve TV kanallarına yönelerek milyonlarca insanla doğrudan ilişki kurmayı başardılar. İslami güçlerin ulusal ve uluslararası düzeyde yayın yapan medya gücü ve çıkan yayınları ise 20 cemaatin 124 radyo, 41 TV kanalı, 5 bin 200 yerel gazete ve dergi ile sayısız yayın evine” sahip olduğunu belirtiyor. Bu verilerin ortaya koyduğu gerçek şu; İslami güçler, medyanın bütün olanaklarını en geniş şekilde kullanarak toplumu etkileme ve örgütlemede son derece başarılı olmaktadırlar. Bütün bu gelişmelerin yanında bilince çıkartılması gereken en önemli halka, İslami hareketteki bu düzeyde yaygınlaşmanın esas olarak devletin denetimi ve yönlendirmesi ile olmaktadır. Dikkat edildiğinde, yayın alanında sol cepheye yönelik çok kapsamlı saldırılar kesintisizce devam ediyor. Birçok ilerici, demokrat ve sosyalist yazar, yayıncı tutuklanıyor, gazeteler ve dergiler kapatılıyor, satışlarının yasaklanıyor. Sol ve sosyalist içerikli yayın yapan radyolar hakkında RÜTK soruşturmaları açılıyor, hatta yayınları bir bütün olarak iptal ediliyor. Belçika’da genel olarak Kürt kitlesine yönelik yayın yapan MED Tv ve ROJ Tv’nin kapatılması için devlet bütün diplomatik ilişkileri kullanıldığı halde, İslami güçlere yönelik hiçbir girişimde bulunulmadığı gibi çok açık olarak desteklenmektedir. Peki Neden? Darbeci lider Kenan Evren’in dediği gibi ‚tarikatlar devlete karşı mücadele etmiyorlar.’ Tersine İslami çevrelerin yayın politikasının ana hedefinde daha çok sol, sosyalistler ve Kürt toplumsal hareketi bulunmaktadır. Bu nedenle Kemalizm eksenli yaşanan ‘çatışma’ ya da ‘çelişki’ sistemi hedeflemiyor. Nurcular, Süleymancılar, Nakşibendîciler, Fehtullahcılar, Kadiriler gibi cemaatler tarafından çıkartılan yayınların temel politikası, devletin stratejik çıkarlarını savunmaktır.
Gülen Cemaati
93
Gülen’in Örgütlenmesinde Üniversitelerin Önemli Rolü Bugün Üniversiteler bünyesinde 23 tane İlahiyat Fakültesi bulunuyor. İlahiyat Fakültelerinde 190 Profesör, 176 Doçent, 361 Yardımcı Doçent, 341 Araştırma görevlisi bulunmaktadır. 23 İlahiyat Fakültesinde yaklaşık olarak 17.000 öğrenci eğitim yapıyor. Bu fakültelerde okuyan öğrencilerin ezici bir çoğunluğu İslamcı hareketlerin içerisinde yer alan ve hatta aktif destek sunan kesimleri oluşturmaktadır. (40) Üniversiteler içerisinde çok önemli bir yer tutan İlahiyat Fakülteleri için bir kaç saptama yapmak gerekir. İstisnalar hariç, İlahiyat Fakültelerinde görevli bulunan öğretim elemanlarının ezici bir çoğunluğu, İslamcı veya Türk-İslam sentezcisidir. Türkiye’de ön plana çıkmış akademisyenlerin önemli bir kesimi İslam’ın aynı zamanda bir düzen örgütlenmesi olduğunu hemen her fırsatta dile getirmektedirler. Özellikle fakülteler bünyesinde yayınlanan araştırma dergilerinde, bu politik analizlere sıkça rastlanılır. Bu akademisyenler İslam’ın toplumsal ilişkilerde egemen olmasını ‘bilimsel’ değerlendirmeler adı altında savunmaktadırlar. Bu nedenle İlahiyat fakülteleri, ‘inceleme ve araştırma’ yapan bilimsel kurumlar olmaktan çok, İslamlaşma faaliyetine destek politik merkezler olarak ele alınabilinir. Öğretim görevlisi, öğrenci ve Fakülte sayısında sistemli olarak bir artış yaşanmaktadır. Yüksek Öğrenim Kurumu(YÖK)’nun almış olduğu karar gereği, 5 yıl içerisinde yeni 4 ilahiyat fakültesi daha açılacak. Bu fakültelerin açıldığı bölgeler, devletin politik tercihlerine göre özel olarak seçilmektedir. Örneğin, Kürt illerinde bulunan üniversitelerin tamamında İlahiyat Fakülteleri bulunmaktadır. Diyarbakır/Dicle Üniversitesi’nde, Elazığ/Fırat Üniversitesi’nde, Sivas/Cumhuriyet Üniversitesi’nde, Erzurum/Atatürk Üniversitesi’nde, Urfa/Harran Üniversitesi’nde, Van/Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde, Maraş/Sütçü İmam Üniversitesi’nde İlahiyat Fakülteleri var. Özellikle, Kürt toplumsal hareketinin geliştiği ve aynı zamanda mezhepsel çatışmaların yaşandığı bölgelerde, bunların açılmış olması tesadüfî bir durum değildi. Bu Fakültelerin yüzde 30’nun Kürt bölgelerinde olması, devletin bu kurumlara yüklemiş olduğu görevlerle doğrudan ilişkilidir. Kürt toplumsal hareketini etkisizleştirmek için ‘çok cami yaptırılmasını’ öngören anlayışla, daha fazla ‘din fakültesinin’ açılmasını öneren görüş açısı arasında tam bir uyum vardı. Diğer bir ifadeyle bu fakültelerin devletin politik
94
Yeniden Devrim / 9
ihtiyaçlarına göre konumlandırılmış olması, dinin siyasallaştırılmasının bir başka boyutunu oluşturmaktadır. Dünyanın birçok ülkesinde, İlahiyat eğitimini yapmak amacıyla Türkiye’de gelen çok sayıda öğrenci bulunmaktadır. Örneğin Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesine “Bulgaristan, Yunanistan, Makedonya, Kosova, BosnaHersek, Arnavutluk gibi Balkan ülkelerinden, Ukrayna, Rusya Federasyonu, Azerbaycan, Kazakistan, Moğolistan, Türkmenistan ve Nijerya’dan öğrencilerin getirilmesi” Gülen cemaati tarafından organize edilmektedir. Eğitim için Türkiye’ye getirtilen öğrencilerin bütün giderleri Gülen ekibi tarafından karşılanıyor. Ayrıca Türkmenistan Mahdumkulu Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi ile Sofya Yüksek İslâm Enstitüsü, Gülen cemaati tarafından kuruldu. Gülen cemaati, son yıllarda özellikle Kürt illerindeki üniversitelerde ciddi olarak örgütlenmektedir. Özellikle “Erzurum’da Atatürk, Sivas’ta Cumhuriyet, Van’da 100.Yıl, Diyarbakır’da Dicle, Elazığ’da Fırat, Diyarbakır’da Dicle, Urfa’da Harran Maraş’ta Sütçü İmam, Malatya’da İnönü Üniversitesinde, hem öğretim hem de öğrencilerin örgütlendirilmesi bakımından Gülen cemaatinin çok kapsamlı ve ciddi bir örgütlenme içerisinde olduğu biliniyor.(41)
Gülen Okullarının Stratejik Hedefi Gülen cemaati uluslararası bir kısım ‚yasadışı’ ilişkiler ağına dayanarak dünyanın en sorunlu ve en geri olan ülkelerinden gelişmiş kapitalist ülkelere kadar hemen her kıtada ve ülkede okullar açtı. Gülen Cemaati dört kıtasında 60’tan fazla ülkede çok kapsamlı bir eğitim faaliyeti örgütlemiş durumda. Bu ülkelerden bazıları şunlar; Afganistan, Azerbaycan, Nahcıan, Kazakistan, Özbekistan, Rusya, Doğu Sibirya, Dağıstan, Çavuşistan, Başkurdistan, Gürcistan, Tataristan, Moğolistan, Pakistan, Bangladeş, Irak, Irak Kürdistan Federasyonu, Suriye, Makedonya, Bulgaristan, Moldova, Romanya, Arnavutluk, Macaristan, Almanya, Fas, Güney Afrika, Sudan, Avustralya, Endonezya, Bosna-Hersek, Filipinler, Tayland, Kamboçya, Vietnam, Burma, Hindistan, Çin, İngiltere, Danimarka, Tanzanya gibi ülkelerden 250’den fazla okul faaliyet halindedir. Bu okullar ağırlıklı olarak dünyanın stratejik merkezi durumunda olan Avrasya, Ortadoğu ve
Gülen Cemaati
95
Balkanlar’da açılmış olması da okulların hangi politikalara hizmet ettiğini de ortaya koymaktadır.(42) İslami bir cemaatin uluslararası alanda bu düzeyde yaygınlaşması, onun politik perspektifleriyle doğrudan bağlantılıdır. Gülen’in 25 Mart 2004 tarihinde ‘zaman’ gazetesinde yayınlanan röportajında özellikle Müslüman ve Türk kökenli nüfusun yoğunluklu olarak yaşadığı ülkelerde kurmuş olduğu okulların sayılarına ilişkin şu bilgiyi aktarıyor; “Grubunuza ait çok sayıda okul var. Mesela yurt dışında Özbekistan`da 17 eğitim kurumu, bir dil merkezi, Türkmenistan`da bir üniversite, 13 orta öğretim kurumu ve bir dil merkezi, Kazakistan`da 30 lise ve 1 üniversite, ABD, Kamboçya, Malezya, Bangladeş, Gürcistan, Kırgızistan, Romanya, Moldova, Ukrayna, Azerbaycan, Tacikistan, Arnavutluk, Fas ve Pakistan gibi ülkelerde” de çeşitli okulların bulunduğunu belirtiyor.(43) Şeriat için cihat çağrısı yapan Gülen, yaratmış olduğu kaynakları hedefe varmak için bir araç olarak değerlendiriyor. Bu faaliyetin merkezinde; Türkiye’de Türk- İslami yaşam tarzına dayanan ‘şeriat’ düzeni kurmaktır. Özellikle Türkiye’de faaliyet yürütecek İslami kadroların yetiştirilmesi amaçlanıyor: “Yurtiçi ve yurtdışında açılan, bilinçli ya da bilinçsiz birçok aydının övgüsüne mazhar olan Fethullah okulları imparatorluğu... Nakşîlerle Süleymancıların özel kolejleri ve üniversiteleri, RP’nin yurtdışındaki yan kolu AMGT’nin ‘Gazali Kolejleri’ de... Türk İslam sentezini, İslamcı misyonu hem ülkede hem de yurtdışında yaymaktır...” Türkiye’den yurtdışındaki okullara götürülen binlerce öğrenci bu okullarda yetiştirilerek geleceğin iktidar kadroları hazırlanıyor. Değişik ülkelerde kurulan okulların, denetimi, planlanması ve öğrencilerin sıkı bir ideolojik eğitime tabi tutulmaları bakımından çok daha geniş olanaklara ve inisiyatiflere sahiptirler. Böylece bu okullar kimilerinin sandığı gibi ‘toplumun hizmetine sunulan kamu kuruluşları’ değildir, aksine İslamcı hareketin ideolojik politik kadrolarının yetiştirildiği merkezlerdir. Gülen grubunun, dünyanın değişik ülkelerinde açtırdığı okullar, şeriat devletinin kurulması için gerekli kadroların yetiştirilmesinde son derece önemli bir işleve sahiptirler. Gülen’in en yakın adamlarından biri, okullara ilişkin projelerini şöyle açıklıyor: “Fethullah Gülen cemaati, olabilecek en kısa vadede ama mecburen orta-uzun vadede ve yaygın bir coğrafyada bir
96
Yeniden Devrim / 9
İslam elitti yaratmaya çalışıyor. Bu, kitleselleşmeye göre daha öncelikli bir hedef. Önce kolej kurmanın, üniversiteye hazırlık dershaneleri zincirini oluşturmanın, yurtdışına yüksek lisans için öncü eleman yollamanın, bazı çocukları da ortaokuldan alarak mühendisliğe, bazı çocukları mülkiyeye hazırlamanın, eğitim, sağlık ve güvenlik teşkilatında kadrolaşmaya çalışmanın temelinde yatan etken bu. Günü geldiğinde iyi yetişmiş mühendislerden, yabancı dil bilen teknik elemanlardan, akademisyenlerden, donanımlı medya çalışanlarından, kaymakamlardan, emniyet müdürlerinden oluşan eksiksiz bir kadroya sahip olmak... Sonra? Sonrası şeriat düzenine yumuşak geçiş de olabilir...”(44) Ancak Erbakan’ın dediği gibi kanlı’ da olabilir! Ayrıca Türkiye’nin şeriat düzenine geçmesiyle bütün İslam dünyasının da aynı sürecin başlayacağını düşünülmektedirler: “Türk âleminin meydana getireceği bu güçlü vakum karşısında zaten arkadan gelecektir İslam dünyası. Bu açıdan gelecekte, Türkiye topyekûn bir cazibe merkezi olacağa benzer…”(45) Ama önce hedef Türkiye’nin ele geçirilmesi gerekiyor. Bunu da, bir ahtapot gibi sardığı ve yüz binlerce öğrenciyi kapsayan Türkiye içerisinde ve Türkiye dışında kurduğu okulları aracılığıyla gerçekleştirmeyi hedefliyor. Bu düşüncesini geçmişe ilişkin yaptığı eleştirel değerlendirmede çok net olarak ortaya koymakta ve okulların önemine değinmektedir; “Dikkat edin; 1950’li yıllardan bu yana tam 40-50 yıl geçmiştir. O dönemde 10 yaşında olanlar, şayet mevsimi geldiğinde üniversite okusalardı, şimdi zirvelerde ya da zirveleri zorlayan konumlarda olacaklardı. 20 yaşında bulunanlar, bugün 60-65 yaşında olacaklardı ki, bu da onların başbakanlar, reis-i cumhurlar seviyesinde en olgun dönemlerini yaşıyor olmaları demekti ...” (46) Özal, Erbakan, Erdoğan ve Gül gibi cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık yapmış olan İslamcılar bu politik sürecin ürünleri olarak görülüyor. Hedef bunların süreklileştirilmesidir. Gülen, stratejik planını yaşama geçirmek için, bu okullara çok önem vermektedir. Şeriat devletinin ‘altın nesil’ olarak tanımladığı İslamcı kadroları bu okullarda yetiştirmeyi hedefliyor; Bu okullarda, “...öyle inanıyorum ki, yetişmekte olan yeni nesiller arasında, her sahada inkılâpçı ruhlar çıkacak ve birkaç asırdan beri süregelen bu acı dönemini sona erdireceklerdir...”
Gülen Cemaati
97
Ömer Laçiner, tarikatların okulları üzerine yaptığı bir araştırmada, özellikle F. Gülen grubunun okullarda geleceğin İslamcı kadrolarını yetiştirmeyi hedeflediğini ve bunun bütün faaliyetlerden çok daha önemsediğini belirtiyor."Fethullah Hoca ve çevresi ise 'güçlü olma' sorununu, RP'nin vurguladığı 'altyapı'nın varlığını inkâr etmeksizin, bir 'kadro sorunu' olarak görmektedir ilkin. Toplumun her tür güç kullanan ve somut iş, ürün ortaya koyan tüm faaliyet alanlarında en üst ve rafine bilgiyi, beceriyi kullanan, o faaliyet alanlarını yönetecek ve yönlendirecek olan elit bir kadronun teşekkülüne, ağır sanayi tesislerinden çok daha önemli ve öncelikli bir değer vermektedirler. Devletin ve toplumun sinir merkezlerini, hayati faaliyetlerini, kısaca en genel anlamıyla yönetim ve yönlendirme ağını oluşturacak gayet seçkin bir kadroyu yetiştirmek, onların nezdinde iktidarı elde etmenin öncesinde kesinlikle tamamlanmış olması gereken bir etap, iktidar olmanın önkoşuludur. Hatta bu koşul henüz gerçekleşmemişken iktidarı elde etmenin vahim bir yanılgı olduğunu düşündüklerini dahi söyleyebiliriz..."(47) Bu değerlendirme, Gülen grubunun, stratejisini uygulamak için eğitim alanındaki faaliyetleri ne kadar önemsediğini ortaya koyuyor. Üzerinde durulması gereken bir başka nokta da, özellikle yurtdışında açılan bu okulların, ABD’nin uluslararası stratejik yönelimiyle nasıl bir ilişkisi var? Bu soruya verilecek yanıt, aynı zamanda İslamcı hareketin en güçlü gruplarından biri olan Gülen cemaatinin gerçekliğinin anlaşılmasına yardım edecektir.
CIA’nin ve MİT’in Uluslararası Arası Örgütlenmesinde Gülen Okulları 28 Şubat sürecinde gündeme gelen cemaatin okulları için Gülen, ‘Türk devletine devretmek istiyorum’ dediği okulların maliyetini Türk devleti karşılayacak durumda değil. Peki, bu kadar okulu finanse etmek için kaynakları nereden ve nasıl temin ediliyor? Gülen’in Güney Afrika’da okul açmasındaki amacı nedir? Avustralya’da okul açma sevdası nereden gelebilir? Afganistan’da Afgan devletinden daha çok liseye sahip olmasının nedeni ne olabilir? İnançlarını uluslararası alana yayma amacı taşıyabilir. Kendisini İslam âleminin ‘ruhani lideri’ görebilir. Bu amaçla yaygın bir İslam faaliyeti örgütleyebilir. Ancak, bugün
98
Yeniden Devrim / 9
uluslar arası bir boyut kazanan okulların arka plandaki politik hedefleri analiz etmek önem kazanmaktadır. Nasıl olur da, özellikle dünyanın en karmaşık bölgesinde ve en sorunlu, aynı zamanda ekonomik ve coğrafik bakımdan stratejik olan bölgelerinde, hiçbir sorunla karşılaşılmadan, ‘ İslam’ı misyonerlik’ görevini yerine getirdiğini iddia ettiği birçok ülkede şeriat kadrolarının yetiştirildiği okullar açabiliyor. Bunun arkasındaki önemli güç kimdir, sorusu ister istemez akla geliyor? Birinci nokta, söz konusu okulların bu düzeyde yaygınlaştırılmasında Türk devletinin önemli bir rolü var. Çünkü Türk Milli İstihbarat Teşkilatı(MİT), bu okullar aracılığıyla birçok ülkede illegal faaliyet yürütüyor. Özellikle Türkî Cumhuriyetleri olarak adlandırılan ülkelerde kurdurulan okullar aracılılığıyla MİT’in Kafkaslarda faaliyet alanını geliştirdiği biliniyor. Örneğin Azerbaycan’da ve Özbekistan’da darbe girişimlerine destek veren Türk elemanlarının bir kısmının bu okullarından görevli olduğu ortaya çıktı. Özbekistan Cumhurbaşkanı’na karşı, darbe girişiminin açığa çıkmasından sonra, Özbekistan’da Gülen grubuna ait olan 13 Lise ve Kolej kapattırıldı. Bu okullarda öğretmen olarak görev yapanların tamamı, Özbekistan hükümeti tarafından sınır dışı edildi. Milli Eğitim Bakanlığı’nın yayımladığı “Yurtdışında Açılan Özel Eğitim Kurumları Temsilcileri İkinci Toplantısı” isimli kitapta, Gülen okullarına ilişkin şunlar belirtiliyor: “Amerika Birleşik Devletleri, dostluk köprüsü adı altında getirdikleri 70 öğretmene diplomat statü kazandırmışlardır. Biz de, eğer devletimiz, büyükelçiliğimiz, bu konuda diplomatik statü konusunda bize yardımcı olursa Türk öğretmenlerinin, Türk eğitim elemanlarının itibarlarının biraz daha artacağını zannediyoruz.“(48 ) ABD’nin diplomatik statü vermiş olduğu öğretmenlerden birçoğunun CİA ajanları oldukları konusunda, kamuoyuna yansımış olan çok önemli iddialar bulunuyor. Bölgenin tarihsel özelliği nedeniyle Türkiye, ABD’den nispeten daha geniş olanaklara sahiptir. Yukarıdaki açıklama, Gülen okullarının, özellikle istihbarat faaliyetinin en önemli araçlarından biri olduğunu ortaya koymaktadır. İkinci önemli nokta, bu okulların açılmasında ABD’nin önemli bir desteği var; ABD, -özellikle İslam ülkelerinde- antikomünist müdahale planını
Gülen Cemaati
99
yaşama geçirmek için ‘Yeşil Kuşak’ politikasını uygulamaya koydu. ABD’nin politik çıkarlarına hizmet eden bütün İslami hareketlerin desteklenmesi ve geliştirilmesi temel bir perspektif olarak benimsendi. ABD, çok sıkı ilişkiler içerisinde olduğu Gülen’in okul projesine özel bir ilgi duyuyor. Yeni bölgesel alanlara açılmak, uluslararası ilişkilerde politik etki gücünü pekiştirmek için, Gülen’in okullarına önemli bir rol biçiyor. “Okullar hep CIA’nin ilgi duyduğu ülkelerde açılıyor. Osmanlıda misyoner okulları kime hizmet ettiyse, Gülen’in okulları da aynı hizmeti görüyor...”(49) Bir başka CIA şefi ve ABD’nin uluslararası ilişkiler uzmanı Fuller, Gülen okulları için şunları söylüyor: “Türkiye, bölgede çok akıllı bir şekilde, tedricen yaklaşıyor. Bütün bölgeye yayılan ve Türkçe yanı sıra İngilizce öğretilen Türk okulları çok önemli. Orta Asya’da, İngilizcenin zamanla Rusçanın yerini alması beklenmeli. Çünkü Rusça uluslararası ticaretin dili değil...”(50) Böylece Gülen okulları, ABD’nin sömürgecilik ve asimilasyon politikalarının araçlarından biri olarak görüldüğü çok daha iyi anlaşılıyor. Hem şeriatçı, hem de Yahudi ve Hıristiyan düşmanlığı yapmakla tanınan Gülen’in ABD ile çok özel ilişkileri var. Uzun zamandan beri ABD’de yaşayan, Kongre ve Senatoda geniş ilişkilere sahip olan, istihbarat raporlarında ‘özel güven duyulan biri’ olarak ifade edilen Gülen’in okullarının açılması için ABD, birçok ülkede özel olarak devreye girmektedir. “Cemaatin Washington’daki önemli bir temsilcisi. Gülen’in oradaki hemen tüm işlerini bu zat ayarlar, Çin’de okul açma projesini önerir... Aynı zamanda mesleği gazetecilik olan temsilci, Türkiye ve Çin’deki dostlarıyla Uygur (Türkleri) bölgesine ait ayrıntılı bir raporu, siyasetçi dostları vasıtasıyla Amerikan Senatosundaki ilgili birime sunar. Komisyon, rapordan son derece hoşnuttur. Rapor sahibi, bunun karşılığında, Çin’de açılacak okul için Amerikan yetkililerinin Çinliler nezdinde girişimde bulunmasını ister...”(51) Gülen de, dünyanın değişik bölgelerde açılan okulların ABD’nin izni ve onayı ile başarabildiğini çok açık bir anlatımla dile getiriyor. “Amerika şu andaki konumu ve gücüyle bütün dünyaya kumanda edebilir. Bütün dünyada yapılacak işler buradan idare edilebilir. Amerika hala bu dünya gemisinin dümeninde oturan bir milletin adıdır.”(52) Bir başka konuşmasında yine benzer yaklaşımları ortaya koyar: “Amerika istemezse kimse dünyanın değişik yerlerinde hiçbir iş yaptırmazlar. Şimdi bazı gönüllü kuruluşlar
100
Yeniden Devrim / 9
dünya ile entegrasyon adına gidip dünyanın değişik yerlerinde okullar açıyorlarsa, bu itibarla, mesela Amerika ile çalışmadığınız sürece bu projelerin gerçekleştirilmesi mümkün olmaz.”(53) Böylece, dünyanın değişik bölgelerinde açtığı okulların, ABD’nin olayı ile gerçekleştiğini ‚samimi’ olarak itiraf ediyor. Gülen’in ekonomik olanakları ve politik ilişkileri kendi başına, böylesi uluslararası bir organizasyon için yeterli olmayacağı biliniyor. Dünyanın dört bir yanında çok yönlü faaliyet yürüten‘gönüllü’kuruluşların arkalarında büyük devletlerin politik gücü olmadan faaliyet yürütme şansları yoktur. Dünyanın stratejik bölgelerine okullar açan Gülen’in ‘gönüllü’ kuruluşlarını ekonomik ve politik olarak destekleyen ülke ise ABD’dir. Gülen ABD’ye, ABD’ de Gülen’e, güveniyor ABD’nin, İslam’ı dünyaya yayma amacında olan Gülen’e bu kadar geniş olanaklar tanıması ve finansman yardımında bulunmasındaki temel amaç nedir? Hiç şüphesiz ki, ABD’nin uluslararası alanda ve özellikle de okulların açıldığı ülkelerde ABD çıkarlarına hizmet eden bir faaliyetin yürütülmüş olmasıdır. Orta Asya, Balkanlar, Kafkasya ve Afrika bölgelerinin öncelikli olarak ön plana çıkması, ABD’nin stratejik yönelimiyle doğrudan ilişkilidir. Ayrıca bu okullar, kara para veya kayıt dışı parayı aklama merkezleridir; Bu kadar okulu finanse etmek için mali kaynak nereden geliyor sorusu son derece önemlidir. Dünyanın dört bir yanında okullar aracılığıyla misyonerlik görevi üstlenen birileri için bu kadar büyük bir organizasyonun örgütlenmesine açıklık getirilmesi gerekiyor.
Kürtlere Yönelik Politik Saldırıların Merkezindeki Cemaat Gülen tarafından formüle edilen ve küresel kapitalist sisteme adapte edilmiş ‘Neo-Osmancılık’ yeni sömürgecilik politikasının merkezinde Kürtlerin olması, Türk devletin bölgesel ilişkiler için belirlediği stratejiyle doğrudan ilişkilidir Bu nedenle Gülen hareketi, Türkiye’yi ilgilendiren Kürt sorunu gibi özel politik gelişmelerde devletin yanında yer alarak sesiz kalmayı tercih ediyor. “Kürtlerin kültürel ve siyasi hakları konusundaki sessizliği liberallik noktasından önemli kritiklerdir.” (54) Bir bakıma Neo-Osmancılık özlemlerinin yeniden yaşama geçirilmesi için Kürtlerin, diğer bölgelerinin işgali, dolaylı olarak gündeme getiriliyor. Gülen cemaati, Kürt bölgelerindeki çok yönlü faaliyetleriyle bu sürecin öncüsü olmuş durumda.
Gülen Cemaati
101
Gülen’in politik ve örgütsel faaliyetlerinin en önemli halkası okullarıdır. Çünkü okullar asimilasyon politikasının önemli merkezlerden biridir. Aynı zamanda Türkiye’nin bölgesel etkinliği çerçevesinde Kürtlere yönelik çok yönlü saldırıların en önemli halkalarından birini oluşturmaktadır. Gülen’in görevi, Türkiye’nin bölge coğrafyasında uygulamaya koyduğu Türk-İslam politikasının geliştirilmesine nesnel bir zemin hazırlamaktır. Hedefinde ise Kürtler bulunuyor. Ortadoğu’nun kalbi sayılan Kürt coğrafyasındaki faaliyetleri, devletin stratejik kurumlarıyla eş güdümlü yürütülmektedir. Örneğin Güney Kürdistan sınırları içerisinde bulunan Erbil bölgesinde okul açılması için 9. Cumhurbaşkanı Demirel ile görüşüyor. Aktüel dergisindeki söyleşisinde şunları belirtmiş; “Erbil’de Türkmenler için okul açacağımız zaman orada Barzani ve Talabani hâkimdi. Ben Sayın Cumhurbaşkanı’na sordum o meseleyi, Devletin burada okul açmasını zaruri görüyorum, aksi halde, oradaki Türkmenleri Kürtler eritir dedim. Eğer siz yapmayacaksanız, bilin ki biz yapacağız dedim. Onlar da ‘Nasıl istiyorsanız öyle yapın’ dediler. Bu bilinerek yapıldı. Onun için MİT de, oradaki istihbarat örgütleri de bu işin hep yanında oldular. Ve Erbil bombalandığı halde bizim okula bir şey yapmadılar. Irak da yapmadı. Barzani de... Orada eğitim devam ediyor. Hatta ikincisi ve üçüncüsü açılması bahsi mevzuu...”(55) Kürdistan Federasyonu bölgesinde açılan okulların üç stratejik önemi var. Birincisi, Kürt çocuklarının Gülen okullarında asimile edilerek ve Türk devletine hizmet etmelerini sağlamak. İkincisi, Türk istihbarat birimlerinin bölgedeki faaliyetlerine olanak sunmak. Üçüncüsü, Türk devletinin Türk-İslam sentezi politikası ekseninde Avrasya ve Ortadoğu’daki stratejik çıkarlarını geliştirmek. Güney Kürdistan çok yönlü denetim altına alınmaktadır. Özellikle dinsel faaliyetlerle, bütün illere yayılmış durumda. Türk-İslam misyonerliğine soyunan Gülen cemaatinin eğitim çalışmaları, Kürdistan Federasyon hükümetinin bilgisi ve olanaklarıyla yürütülmektedir. Öyle ki Kürt yöneticilerinin çocukları ve akrabaları da bu okullarda eğitilmektedirler. Bölgedeki Kürt öğrenciler Gülen’e ait olduğu bilinen Erbil ve Süleymaniye’deki Işık ve Nilüfer okullarında öğrenim görüyorlar. Bina dahil tüm masrafları yerel Kürt hükümetince karşılanan Türk okullarında eğitim dili İngilizce ve Türkçe’dir. Ayrıca bazı dersler Arapça ve Kürtçenin Soranice lehçesinde veriliyor.
102
Yeniden Devrim / 9
“Bölgesel Kürt Yönetimi Başkanı Mesud Barzani’nin yeğenleri, eski İçişleri Bakanı Fazıl Merani, bazı bakanlar, genel müdürler, belediye başkanları ve üst düzey yöneticilerin çocukları da bu okullarda eğitim alıyor.” Işık Koleji Müdürü Lütfü Tunç , “okullarda şu an 720 öğrenci eğitim görüyor. Öğrenci alacak boş sınıfımız kalmadı. Öğrencileri sınavla alıyoruz. 90 ve üstü puan alanları kabul ediyoruz. Kürt, Türkmen, Arap ve Asuriler aynı sınıfta eğitim görüyor. İngilizce eğitim vermemizden dolayı okulumuz tercih ediliyor. Türkiye standartlarında eğitim veriliyor. Ciddi bir talep olduğu için bu yıl üç bölüm açtık. Kürtçe ve Arapça derslerini yerli öğretmenler, bunların dışındaki eğitimi de Türkiye’den gelen öğretmenler veriyor… Öğrenciler ‘eğer dünyada cennet diye bir yer varsa o Türkiye’dir’ diyerek memnuniyetlerini dile getirdi” diyor. Gülen, Türkmenlerin asimile edilmemesi için okullar açarken aynı zamanda Kürtleri asimile etmeye yönelmiş durumda. Hem de Kürt yönetiminin olanaklarını kullanarak yapmaktadır. İslamcı cemaatler, Türk devletinin uyguladığı 21. yüzyıl sömürgecilik politikasının volan kayışlarıdır. Gülen cemaati tarafından organize edilen ve Kürdistan’ın başkenti Hewler’de gerçekleştirilen ve esasen PKK’nin tasfiyesinin bir aracı olarak görülen Konferansın önemli amaçlarından biri de, devletin asimilasyon politikalarını, Gülen cemaati aracılığıyla derinleştirmek, Kürtler arasında çelişki ve çatışmayı körüklemektir. Kürdistan’ın dört parçasında faaliyet yürüten Gülen cemaati tamamen MİT ve Askeri istihbaratla birlikte çalışmaktadır. Peki, bütün bu gerçekler bilinmesine rağmen Kürt bölgelerini ele geçirmeye çalışan Türk-İslamcı cemaate, özellikle IrakKürdistan Federasyon yönetiminin destek sunmasının politik sonuçları ağır olacaktır. Kürtler ciddi bir tehlike ile karşı karşıyadırlar. Türk devletinin fiili bir ajan örgütü olarak çalışan Gülen cemaati, Kürtler içerisindeki çok yönlü örgütlenmesinin teşhir edilmesi oldukça önemlidir. Kürtlere karşı ‘Türkmenleri korumaya aldığını’ iddia eden Gülen, bu kez Kürt çocuklarını asimile etmek için faaliyet yürütüyor Gülen cemaati, Küresel kapitalist ilişkiler içerisinde, özellikle Balkanlar, Ortadoğu, Asya/Avrasya bölgesinde hem ABD’nin stratejik hedefleri için çok yoğunluklu bir çalışma yürütmekte, hem de Türk-İslam sentezinin bölgesel alanda etkin kılınması için Türk devletinin volan kayışı rolünü oynamaktadır.
Gülen Cemaati
103
Nasıl ki, Soros, ABD’nin bölgesel stratejilerinin uygulanmasında çok önemli bir işleve sahipse, Gülen de söz konusu bölgelerde, devletin stratejik politikalarının yaşama geçirilmesinde ciddi bir etki gücüne sahiptir. Bir bakıma Türkiye’nin İslamcı Soros’udur. Türkiye’de sistem ilişkilerde yeni politik dengelerin oluştuğu artık hemen her tarafından kabul edilen bir realitedir. Örneğin Kemalist rejimin sembolü olan ve aynı zamanda MGK’nu yöneten Cumhurbaşkanlığı’na Gül’ün gelmesi, YÖK ve Anayasa Mahkemesi Başkanlığına İslamcı gelenekten gelenlerin atanması, Bakanlılarda çok ciddi bir kadrolaşmanın olması, yerel yönetimlerde İslamcı iktidarların fiilen kurulması sistem içerisindeki ilişkileri önemli oranda değiştirdi. Aktif savunma sürecine giren Kemalist rejim temsilcilerinin sistemin bütün alanlarında çok kapsamlı olarak örgütlenmiş olmaları, ordunun halen Kemalist rejimin temsilcisi durumunda olması iktidar ilişkilerinde ciddi bir denge oluşturmuş durumda. İslamcı hareketin, iktidar ilişkilerinde stratejik bir konuma gelmelerinde ve güç ilişkileri belirlemeye başlamalarında Gülen cemaatinin çok önemli bir etkisi var. Diğer bir tanımlamayla İslamcılaşmaya başlayan bir toplum gerçeğiyle karşı karşıyayız. Gülen Cemaati. Bu sürecin en önemli politik güçlerden biridir.
DİPNOTLAR (1)OZDALGA Elizabeth, “Worldly Ascenticism in Islamic: Fethullah Gulen’s Inspired Piety and Activism”, critique, 2000, sayı: 17, syf:24-28 (2)AKMAN Nuriye, « Fethullah Gülen’le Röportaj » Sabah gazetesi, 25-30 Ocak, 1995. (3)GÜLEN Fehtullah, Asrın Getirdiği Tereddütler-4, İzmir, Nil yay., 1998, syf: 186-188. (4)Aktaran POYRAZ E., Fehtullah’ın Gerçek Yüzü, İstanbul, Otopsi yay., 2000, syf: 81-82. (5) Milliyet gazetesi,14.07.1996. (6)Aktaran KALELİ Lütfi, İrtica ve ABD Kıskacında Türkiye, İstanbul, Alev yay., 2003, syf:77-78. (7)GÜLEN, Fasıldan Fasıla-1, İzmir, Nil yay., 1996, syf: 15. (8)GÜLEN, Fasıldan Fasıla-1, İzmir, Nil yay., 1996, syf: 15. (9)ERDOĞAN Latif, Fethullah Hocaefendi; Küçük Dünyam, İstanbul,CAD yay., 1995, syf: 78-79. (10)GÜLEN F., age, syf: 236. (11)ERDOĞAN Latif, Fethullah Efendi: Küçük Dünyam, Ad. yay. İstanbul, 1995, syf: 67. (12)GÜLEH F., Asrın Getirdiği Teredütler, İzmir, Nil yay., 1999 syf: 122. YAVUZ, age, syf:297. (13)GÜLEN F., Fasıldan Fasıla-2, İzmir, AD yay., 1996, syf: 297, age, syf: 102-103 (14)age, syf: 229. (15)CAN Eyüp, Fethullah Gülen Hocaefendi ile Ufuk Turu, syf:241. Yeni asya gazetesi, 10 Şubat 1971. (16)BULUT Faik, Kim Bu Fethullah Gülen, İstanbul, Ozan yay., 1999, syf: 167. Sızıntı dergisi, 26 Aralık 1986. (17)ÇAKIR R., age, syf: 100. (18)Çağ ve Nesil Dergisi sayı 9, mayıs 1984. (19)Akataran SAVAŞ Vural, age, syf: 49-51. (20)Milliyet ve Cumhuriyet gazeteleri, 21.07.1998. (21) TUŞALP E, age, syf: 229. (22)İntermedya Ekonomi dergisi, 17.11.1996. (23)Aktaran BULUT Faik, Tarikat Sermayesinin Yükselişi, İstanbul, Doruk yay., 1997, syf: 299. (24)ŞERİATİ Ali, İslam Ekonomisi, İstanbul, dünya yay., 2004, syf:141. (25)www.ofkbirgazetesi.com (26)Milliyet Gazetesi, 16.09.1996. (27)Finans Gazetesi, 21.07.2003. (28)Radikal gazetesi, 09.12.1997. (29)Milli gazete, 11.01.1997.
(30) www.albaraka.com.tr (31)www.familyfinans.com (32)www.anadolufinans.com (33)www.asyafinans.com (34)TOUZANNE Jean-Pierre, age, syf:88-89. (35)islamiyetgercegi.com (36)www.üniversiteler.com (37)age, syf: 40 (38)Daha Geniş Bilgi İçin BULUT, Kim Bu Fehtullah Gülen, Ozan yay., İstanbul, 1998, syf: 209-210. (39)www.İnternethaber, 25 Mart 2003. (40)KOZANOĞLU CAN, Dolunay-Cemaat, Cumhuriyet gazetesi, 27.08.1995. (41)ASLAN Abdurrahman, Seküler Dünya’da Müslümanlar, Birikim dergisi, Temmuz 1997, N°:99, syf: 30-37. (42) GÜLEN F., Prizma, İzmir, Nil yay, 1996, syf: 102. (43)LAÇİNER Ömer, “Postmodern Bir Din Hareketi: Fethullah Gülen Cemaati”, Birikim dergisi, ağustos1995, N°:76, syf: 3-11. (44)Yurtdışında Açılan Özel Eğitim Kurumları Temsilcileri İkinci Toplantısı, Ankara, MEB yay., syf: 63-64. (45)EYÜMÜR Mehmet, Gülen’in CIA’nın Türkiye yetkilileri ile görüşmesi,1997, (46)www.atin.org (47)Aktaran ALPAY Şahin, Milliyet gazetesi, 01.10.1996. (48)CIA Gizli Hizmetler Direktör’ün açıklaması, Cumhuriyet gazetesi, 08.02.1998. (49)SEVİNDİ Neval, Fethullah Gülen ile New York sopbeti, İstanbul, Sabah yay., Aralık 1997, syf: 39. (50)age, syf: 39. (51)YAVUZ, age, syf:301-302 (52)Aktüle dergisi, 19-25 Eylül 1996.
KATİLİN UŞAK OLDUĞUNDA DİRETMEK YA DA 2.CUMHURİYET PROJESİ ERTUĞRUL AKGÜN
“Ergenekon operasyonu” bir süredir irtifa kaybeden 2. Cumhuriyetçi tezlerin yeniden peydahlanmasına vesile teşkil etti. Uzun süredir derin bir sessizliğe gömülen, Ergenekon operasyonunu 2. Cumhuriyet projesinin hayata geçirilmesi için bir fırsat telakki eden 2. Cumhuriyetçi zevat; islamcı liberallerin de desteğini arkasına alarak 2. Cumhuriyet projesini yeniden gündeme taşıdı. Kuşkusuz ki, bu projeye yeniden aktüalite kazandırılması boşuna, sebepsiz değildir. Zira hiçbir fikri tartışma gökten zembille inmez, her türden fikri tartışmanın muhakkak maddi bir arka planı, tartışmayı güdüleyen sınıfsal ve siyasal bir sebep bulunur. Tıpkı Marx ve Engels’in dediği gibi: “Fikirlerin, anlayışların, ve bilincin üretimi, her şeyden önce doğrudan doğruya insanların maddi faaliyetine ve karşılıklı maddi ilişkilerine(Verkehr), gerçek yaşamın diline bağlıdır. İnsanların anlayışları, düşünceleri, karşılıklı zihinsel ilişkileri(geistige Verkehr) ,bu noktada onların maddi davranışlarının dolaysız ürünü olarak ortaya çıkar… sahip oldukları anlayışları, fikirleri, vb. üretenler insanların kendileridir, ama bu insanlar,
108
Yeniden Devrim / 9
sahip oldukları üretici güçlerin belirli düzeydeki gelişmişliğinin ve bu gelişkinlik düzeyine tekabül eden karşılıklı ilişkilerinin koşullandırdığı gerçek insanlardır…gökyüzünden yeryüzüne inen Alman felsefesinin tam tersine,burada, yeryüzünden gökyüzüne çıkılır.”1 Bu yönüyle bakıldığında 1980 sonrasının popüler kavramı 2. Cumhuriyetin bugünlerde tekrardan gündeme gelmesi tesadüfi olarak, salt entelektüel motiflerle ve mülahazalarla açıklanabilecek bir olgu değildir. Zaman zaman iktidar mücadelesinin seyrine koşut olarak yoğunluk kazanan, yer yer hararetini yitiren bu tartışmayı muharrik eden asal nedenler; Türkiye sermayesinin (burada ayrıntılarına giremeyeceğim ) dünya kapitalizmiyle entegrasyon ihtiyacı ve bu bütünleşmenin ortaya çıkardığı yeni koşullara uyum sağlama gereği; Özal tarafından sarf edilen “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar” diskurunda veciz bir biçimde açığa çıkan emperyalizmin bölgesel taşeronluğuna soyunma rolüdür. Bu somut maddi amacı ideolojik olarak gizleyen soyut meselelere aşağıda kabaca değinilecektir. Demokrasi Nereden Gelirse Gelsin Ya da 2. Cumhuriyet ve Ergenekon Operasyonu İlk olarak 27 Mayıs darbesinin ardından Cemal Gürsel tarafından kullanılan 2. Cumhuriyet kavramının, yaygın şekilde tedavüle girmesi 1990’lı yıllara tesadüf etse bile; 2. Cumhuriyet projesinin sol açısından siyasi provaları, 80’li yılların ilk yarısında Murat Belge’nin Cindoruk ve Murat Sökmenoğlu ile birlikte yürüttüğü ve samimiyetinden asla kuşku duymadığım demokrasi ittifakı vesilesiyle yapılmıştır.2Yine, Murat Belge ve ekibinin çıkardığı Yeni Gündem dergisinde ise bu türden siyasi ittifakların fikri iskeleti oluşturulmuştur. Bunların yanında, 2.Cumhuriyet projesinin fikri ebeliğini, Murat Belge’nin 1960’lı yılların sonlarında ve 1980’li yılların ilk yarısında Yeni Gündem dergisinde teşrik-i mesai halinde olduğu İdris Küçükömer’in solla sağı birbirine karıştıran düşüncelerine; Küçükömer’in İktisat Fakültesinden meslektaşı Sencer Divitçioğlu gibi isimler tarafından 1960’lı yıllarda fitillenen ATÜT tartışmalarına, kadar götürmek de mümkün.(Taha Akyol’un Küçükömer’in kitabına referansta bulunması entelektüel iade-i itibarın ötesinde anlamlar içermektedir. Bu bakımdan tamamen bir liberal proje olan 2.Cumhuriyet ile solun yürüttüğü tartışmalar arasında nasıl bağlantı kurduğumu aşağıda göstereceğim.) Ancak, külliyen solun somut siyasal
İkinci Cumhuriyet Projesi
109
stratejik ihtiyaçları uyarınca güdülenen 60’lı yıllardaki fikri tartışmalar ile mukayese edildiğinde,2. Cumhuriyet tartışmaları sol açısından bütünüyle skolastik bir nitelik taşımaktadır. Zira 2.Cumhuriyet tartışmasının koordinatlarını, sermaye sınıfının ve emperyalizmin yeni ihtiyaçları çizmektedir. Aslında temel gaye, sosyalist solun ve sınıf hareketinin yokluğunda, sermayenin toplumsal yapının en ince hücrelerine kadar nüfuz etmesinin önünde, bir engel kabul edilen Kemalizmin arkaik devletçi-aydınlanmacı versiyonunun; sol liberal kavramlarla ancien regime’in yahut müesses nizamın, yeni dönemin koşullarına uygun hale getirilmesidir. Bu yüzden, post- modern islamcıların hazır fırsatı ele geçirmişken, eski kontrgerilla artıklarının yanında, cumhuriyetin kurucu ideolojisi ve politik muarızlarını da tasfiye edişine, “müesses nizamın” bekçileri sessiz kalmaktadır. Hem cumhuriyetin aydınlanmacı-pozitivist geleneğinden intikam almak, hem de 28 Şubat sürecinin rövanşını almak bakımından, kendi politik çıkarları uyarınca Ergenekon’u tüm muhaliflerini tasfiye etmek doğrultusunda araçsallaştıran ılımlı gericilerin, cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde erişemediği bugünkü siyasi meşruiyet, işte bu tarihsel çıkar birliğinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla, Ergenekon operasyonunu AKP’nin demokratik ontolojisine değil, ABD ve yerli işbirlikçilerinin icazetine yormak daha sağlıklı bir politik değerlendirme olacaktır. Sol liberallerin göklere çıkardığı bir 2. Cumhuriyet raundu olan Ergenekon operasyonu, 1980 sonrasında kimi düzeylerde süren yeniden yapılanma sürecinin bir perdesi, pratik siyasal tezahürlerinden birisidir. Ergenekon operasyonu ve bu operasyona ideolojik mühimmat sağlayan 2. Cumhuriyetçi tezler; “özel politik koşullar” nedeniyle bir türlü tasfiye etme iradesi gösterilemeyen, ithal ikameci sermaye birikim rejimi ve NATO çıkarları mucibince antikomünist histeriye göre şekillenen siyasi yapının yerine, daha rafine bir baskı aygıtının ikame edilmesine hizmet etmektedir. Bununla birlikte, ülkemizde anti- komünist Gladio tipi örgütlenmelerin muadillerine nispeten görece daha geç tasfiye edilmelerinde, Kürt illerinde sürdürülen düşük yoğunluk savaş stratejisinin payı bulunduğunu vurgulamalıyım. Bu yönüyle, demokrasi söyleminin havalarda uçuştuğu bir politik iklimde PKK’nin Kürt sorununda devre dışı bırakılmasını, ABD’nin çıkarları doğrultusunda sahneye konan Barzanici modelleri, Feto’nun 2. Cumhuriyet şürekasıyla Kürt meselesini çözmek amacıyla Erbil’de tertiplediği toplantıları, Taraf gazetesi-
110
Yeniden Devrim / 9
nin PKK’ye yönelik salvoları türünden politik hamleleri, hep aynı konseptin bir parçası olarak Ergenekon operasyonu bağlamında düşünmek gerekir. Konunun dışına çıkmak pahasına şunu da ifade edeyim; kuşkusuz ki, benim her ne surette olursa olsun, çete artıklarının tasfiyesine ve sermaye sınıfının farklı fraksiyonlarının birbirini yemesine, hiçbir itirazım dahi söz konusu olmaz. Benim ifade etmeye çalıştığım şudur; kimse hele ki devrimciler, bu operasyona yönelik 1977,Maraş, Lice gibi katliamların(ve burada sayamadığımız nicelerinin) faillerinin bulunması ve cezalandırılması, gerçekten demokratikleşme istikametinde bir adım atılması türünden iyi niyetli beklentiler içine girmesin, o kadar(Yoksa1951 tevkifatının yarattığı ikinci bir hayal kırıklığı ile karşılaşabilirler hem de bu kez trajedi olarak). Çünkü o zaman işin ucu “ne derin devleti kardeşim devletin kendisi zaten derindir” diyen Demirel’e, TÜSİAD’ a hatta Beyaz Saray’a kadar gider. Bunu da bir burjuva siyasi aktörün hem de AKP gibi gerici bir partinin gerçekleştirmesini ummak ise eşyanın tabiatına aykırıdır. Demokrasi mücadelesinin antiemperyalist mücadele ile iç içe geçtiği, iktisadi ve siyasi bağımsızlığın demokratik bir yapının kurulmasına önkoşul olduğu Türkiye gibi ülkelerde; serbest rekabetçi kapitalizmin yerini alan tekelci kapitalizm yani emperyalizm çağında, gericileşen burjuvazinin tarihsel olarak üstlenemeyeceği ilerici-demokratik rolü, işçi sınıfının ideolojik önderliğinde “tüm millici güçlerin” yerine getireceği yönündeki politik önerme kanaatim o dur ki, hala doğruluğunu muhafaza etmektedir. Bu önermede, nicel olarak da yeterli büyüklüğe erişen işçi sınıfının, ideolojik önderliğin yanında bugün fiilen de bu mücadeleye önderlik edebilecek bir yetkinliğe erişmesi dışında değişen hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla bu zaviyeden bakıldığında, demokratik devrimin tamamlanamayışının neticesi olan sorunların çözümünü burjuvazi ve bağlaşıklarına, burjuvazinin politik temsilcilerine havale etmek; devrimci hareketi burjuvazi ile “ortak politik çıkarlar” zemininde birleştirmek çabası ham hayalden öte bir anlam ifade etmez. Demem o dur ki; demokrasi ve devrim olgusunun girift bir karakter taşıdığı bu memlekette, emperyalizm ile girilen bağımlılık ilişkisine son verecek, çete artıklarını koşulsuz olarak tasfiye edebilecek devrimci bir siyasi özne ancak demokratik bir rejimi inşa edebilir. Bu hamaset değil, bir realitedir. Aynı zamanda, şunu da belirtmeliyim ki; üstyapıdaki demokratik dönüşümün kalıcı olmasının yolu büyük ölçüde altyapıdaki demokratik ve
İkinci Cumhuriyet Projesi
111
sosyal ilişkilere bağlıdır. Bu yüzdendir ki; bir boyutuyla değerler sistemi de olan demokrasinin yeşermesi, yoksulluk ve yoksunluk politikalarına, faşizmi gündelikleştiren ve sıradanlaştıran politikalara karşı durmayı mecburi kılmaktadır. Weimar Almanyası’nın yüksek enflasyon koşullarının huzursuz ettiği kitleler nasıl faşizme meylettiyse, bugün de yoksulluk ve yoksunluk kıskacında kıvranan kitlelerin aynı şekilde faşizme sarılabileceğini akılda tutmakta fayda var. Özce, 2.Cumhuriyetçilere ve perde arkasındaki akıl hocaları sol liberallere üzülerek ifade etmek mecburiyetindeyim ki; bu memlekette demokratikleşme mücadelesi, sermaye birikimine halel getirmediği sürece hiçbir rejime itiraz etmeyecek, yoksulluğun ve yoksunluğun temel sebebi olan TÜSİAD ve patronları yanına almayı değil, en başta onlara karşı mücadele etmeyi zorunlu kılar. Demokrasi mücadelesini basit bir biçimde devlet-sivil toplum karşıtlığına indirgeyen, demokrasinin ta eski Yunandan beri sınıf mücadelesinin bir ürünü olduğunu kavrayamayan, 2. Cumhuriyetçiler işte bu gerçeği ıskalamaktadır. 2. Cumhuriyetin Yöntemsel/Fikri Orjini 2. Cumhuriyet tartışmasını ya da projesini ele almak, deskriptif bir tarzda sadece 2. Cumhuriyetçilerin tezlerini sıralamanın ötesinde bir yaklaşım gerektirir. 2.Cumhuriyetçilerin tezlerini teker teker sıralamanın yanında; sentetik bir biçimde,2. Cumhuriyet projesine destek veren politik çıkar şebekelerini elementlerine ayrıştırmak da, hem yazının kısıtı itibarıyla mümkün değildir, hem de resmin bütününü görmeyi engelleyen bu yöntem, totolojik bir değerlendirmeye izin vermeyeceği için zaten verimli olmaz. Çünkü esas mesele, bu dezenformasyon atmosferinde 2. Cumhuriyetçilerin savruk biçimde dile getirdikleri, yer yer tutarsızlaşan ve birbiriyle çelişen tezleri bir bir değerlendirmek değil; tartışmayı sadeleştirmek bakımından 2. Cumhuriyet projesi etrafında kümelenen toplumsal sınıfları ve siyasi akımları birleştiren ortak zemini ifşa etmek, 2. Cumhuriyet projesinin beslendiği ideolojik orijini açığa çıkarmaktır. Kanaatimce 2. Cumhuriyet projesi 12 Eylül örgütsel yenilgisi ve Sovyetler Birliği travmasınca umudu tahrip edilen, sosyal ve siyasi mücadeleye inancını yitiren sinik liberal solcuları, Cumhuriyetin kurucu ideolojisiyle 1923’den beri bir rövanşın peşinde olan, her an bunun fırsatını gözeten İslamcıları, “neo liberal küreselleşme sürecinin” icaplarına uygun olarak kimi
112
Yeniden Devrim / 9
değişimler talep eden tekelci burjuvaziyi ve onların ideolojik sözcülüğünü üstlenen liberal aydınları, ortak çıkarlar etrafında birleştiren bir tür suç ortaklığıdır, yani bir tür modus vivendidir.Cem Eroğul’un deyimiyle “Turancılık, Garpçılık,İslamcılık bugüne uyarlanarak yeniden ısıtılıyor.Bu görüşler kendi aralarında çelişkili görüşlerdir.Ne var ki hepsinin ortak bir yönü vardır: hepsi kemalizm düşmanıdır.” 3Cem Hoca’nın ifade ettiklerinin yanında, tüm bu kesimler farklı saiklerle Kemalizme hasım olsalar dahi, bu hasımlık devrimci hareketin siyasal açıdan etkisiz olduğu bir iklimde, Kemalizmin en başta laiklik ve devletçilik gibi kimi temel prensipleri itibarıyla dünya kapitalizmiyle entegrasyon sürecine ve ulus devletin reorganize edilmesine konjonktürel olarak engel teşkil eden yegane “siyasi akım” olmasından kaynaklanmaktadır. 2.Cumhuriyet tartışmasına bir mukaddime yapmak bile, öncelikle tüm bu katmanları birleştiren “ideolojik töz”ü, birarada tutan fikri ortaklığı,2. Cumhuriyet projesini temellendiren metodolojik yaklaşımı ortaya çıkarmayı gerektirir. Kestirmeden ifade edecek olursak; tüm bu kesimler ücretli kölelik düzenine, “serbest piyasa ekonomisine” ve burjuvaziye biat etmenin yanında, aydınlanma paradigmasına ve modernizme karşıdırlar, yani post moderndirler.4 Burada birkaç alıntı nakledeyim. Şöyle diyor Mehmet Altan:“Ben inanıyorum, dünyanın komünizme doğru gittiğine… piyasa ekonomisi konusunda solun komplekslerini aşmasını artık diyalektik düşünceye piyasa gerçeğini ilave etmeleri gerektiğini düşünüyorum.”5 Ömrünü sömürüye karşı mücadeleye adamış Nabi Yağcı da şöyle diyor: “… ben, bundan böyle sömürüden bahsetmemeyi ihtiyatla karşılıyorum, yanlış demiyorum ama ihtiyatla karşılamak gerektiğini düşünüyorum.”6 Sanırım bu kadarı, 2.Cumhuriyetin fikri ortaklığını kavramaya yeter. Yazının kısıtı itibarıyla, burada çok fazla tafsilatına giremeyeceğim sözünü ettiğim ideolojik ve metodolojik tözün, Türkiye ölçeğinde ülke tarihini sınıfsal bir bakış açısından mahrum olarak okumak; dünya ölçeğinde ise sermayenin küreselleşmesinin insanlığa mutluluk ve refah getireceği inancını paylaşmak ilkelerine dayandığını ifade etmekle iktifa edeyim. İstisnasız, 2.Cumhuriyetçi tüm siyasal unsurlar bu hususta mutabıktırlar ve aralarındaki siyasal ittifak zaten bu oydaşmadan ileri gelmektedir. Benzer tezleri öne süren bu şürekanın dünyayı ve Türkiye’yi tahlil etme biçimleri aynıdır. Buna göre; artık bilgi toplumu, post endüstriyel toplum
İkinci Cumhuriyet Projesi
113
gibi teranelerle ifade edilen “global” değişim süreci, sanayi kapitalizmine özgü üretim ilişkilerini ortadan kaldırmış, kapitalizmin eşitsizlik ve hiyerarşi içeren klasik sömürü ilişkilerinin yerini win-win felsefesinde açığa çıkan herkesin kazanabildiği bir oyun almıştır. Burada çarpıcı bir alıntı nakledeyim: “…globalleşmenin bir uydurma olduğunu… söyleyenler aslında tarihten de ekonomiden de habersiz konuşmaktadırlar.”7(“Globalleşme” vakıasına itiraz eden yok zaten. İtiraz “globalleşmenin” öznesiz, kendiliğinden ve geri döndürülemez bir süreç olarak tanımlanmasınadır. Eski tüfek komünistlerden Erdoğan Berktay’ın oğlu Halil kendisi tarihten çok iyi anladığı için! yıllarca inatla savunduğu tarih tezlerini bir gecede değiştirebilme kıvraklığını da göstermiştir.) Merkez-çevre kavramlarıyla en iyi mümessilliğini Şerif Mardin’in yaptığı, kimileyin devlet-toplum, elitler-toplum biçiminde de açığa çıkabilen, Weber sosyolojisinin; patrimonyalizm, statü, bürokrasi gibi Weberyan kavramların, Türkiye tarihine uyarlanma çabasının bir mahsulü olan 2. Cumhuriyetçi metodolojik yaklaşımın temel gayesi sınıf gerçeğini siyasi ve sosyolojik analizin dışına iterek; sınıfların varlığını inkâr etmektir. Böyle bir tespit yapmanın ise çelişkinin karmaşıklığını ve özgüllüğünü görmezden gelmediğini, sınıf indirgemeciliğe tekabül etmediğini, kayıt koyulan husususun sınıf gerçeğinin inkarı olduğunu sanırım ayrıca vurgulamama gerek yok. Amerikan sosyolojisinin bir uzantısı olarak, ülke özgülündeki siyasi ve sınıfsal ilişkileri, ülkenin sosyal yapısını, Marksist kavramlarla ifade etmek gerekirse yani üretim tarzını ve üretim ilişkilerini sınıfsal kavramlar aracılığıyla değil; “kültürel” kavramlarla tahlil eden 2. Cumhuriyetçi zevat Türkiye tarihi ve ülkenin kapitalistleşme/modernleşme sürecini maddi üretim ilişkilerinden kopuk bir biçimde, bir devlet heyulasının ülkenin tüm toplumsal ve siyasi yapısını tayin ettiğini ileri sürerek okur. Bu zevat oryantalist bir yaklaşımla Türkiye’ye özgü, bu memleketin tüm ilişkilerini açıklamakta anahtar kavram olarak kullandıkları, güçlü bir devlet geleneğinden ve bu geleneğin bir devlet aklı olarak tarihsel sürekliğinden bahsederler. Bu suretle, sol liberal, liberal zevat cumhuriyet ile Osmanlı dönemleri arasında kadim ceberut devlet zihniyetinin intikali bakımından bir kopuştan değil, süreklilikten dem vurur. Bu yaklaşımı en iyi Murat Belge
114
Yeniden Devrim / 9
ve Ahmet İnsel’den yapacağımız alıntılarda görmek mümkün: “Türkiye güçlü bir devlet geleneğine sahip bir ülkedir, Uzakdoğu’nun çok uzun sürmüş imparatorlukları olan Çin gibi ülkeler dışında bu kadar çok yaşamış devlet geleneği bulmak kolay değildir. Ancak burada “devlet” geleneğinden söz ederken bunu Bizans’a kadar uzatıyorum.”8 Bir de İnsel’e kulak verelim:“… Osmanlı İmparatorluğu’nu son derece büyük bir mülk sahibi olarak niteleyebiliriz;bu mülk sahibinin de esas geliri kendi topraklarında yaşayan insanlardan topladığı vergilerdi.Bu mülkiyet düzeni devletin temellerini oluşturmaktadır….Bu mülkiyet düzeni bizi,yalnızca tarihsel önemi bakımından değil,yüzyıllar boyu Anadolu halkının(hatta daha uzaklarda yaşayan halkların) toplumsal tahayyülü belirlemesi bakımından da ilgilendiriyor.Bu tahayyül içinde devletin toplumsal ve ekonomik yaşamda işgal ettiği yer XX. Yüzyılın ilk yarısına kadar varlığını sürdürebilecek bir süreklilik gösterir.”9 Ne var ki; Osmanlı ile cumhuriyet dönemleri arasında bir süreklilik güçlü devlet geleneğinin Kemalistler tarafından miras alınmasından ziyade; Kemalistlerin de tıpkı selefleri gibi emekçi sınıflara düşman bir ideolojiye sahip olmaları dolayısıyla kurulabilir. Ayrıca cumhuriyet dönemi, üstyapı alanında dinin vicdanlara ve mabetlere gömülmesinden tutun da, toplumsal hayatın dinsel referanslardan arındırılmasına, feodalizmin ideolojik ve siyasi gücünün kırılmasına kadar10 ciddi bir kopuşu da temsil etmektedir. Kemalizmin yanlış tahlil edilmesi ve Kemalizm ile Osmanlı gericiliğinin, her iki rejimin de baskıcı karakter taşıması münasebetiyle eşitlenmesi; cumhuriyetin bilhassa üstyapıda yol açtığı önemli değişimleri, devletçi geleneğin sürekliliği tezine kurban etme sonucuna sebep olur. Bir başka deyişle cumhuriyet rejiminin yol açtığı siyasi ve sosyal değişimleri görece önemsizleştirmek, 2. Cumhuriyetçi projenin en temel yanılgılarından biridir. Mahir Çayan’ın Kemalizm tahlili ile lafı fazla uzatmadan meseleyi bağlayayım:“1923 Devrimi, önder sınıfın karakterini yansıtan bir milli devrimdir. Emperyalist işgal kırılmış, komprador-burjuvazi tasfiye edilmiş, yabancı sermayeye tanınan bazı imtiyazlara rağmen genellikle emperyalist istismar bertaraf edilmiş, feodalizmin ideolojik ve politik gücü kırılmıştır… ancak, önder sınıfın karakterinden dolayı, bu devrim sürekli kılınamamış, duraklama hatta geriye dönüşlere maruz kalmış, sonunda da ülke yeniden sömürgeleşme sürecine girmiştir. ”11
İkinci Cumhuriyet Projesi
115
Türkiye’yi, Türkiye’nin kapitalistleşme sürecini ve toplumsal formasyonunu biricikleştiren, tümel ve tikel arasındaki karşılıklı diyalektik ilişkiyi koparan 2.Cumhuriyet metodolojisinin izleri, hem 60’lı yıllardaki sol içi tartışmalarda Küçükömer- Divitçioğlu ikilisi tarafından öne sürülen çeşitli tezlerden; hem de bilhassa Osmanlı ve erken dönem cumhuriyet tarihini farklı bir yöntemle ele alan kimi liberal-Marksist-yabancı akademisyenler tarafından serd edilen tezlerden takip edilebilir. Bütün bu tezler Osmanlı’nın feodal bir yapıya sahip olmadığı, Osmanlı’da toprağa dayalı aristokratik bir sınıfın bulunmadığı, Osmanlı toplumsal yapısının reaya ve askeri olmak üzere iki sınıf temelinde bölündüğü yönünde bir yaklaşımdan beslenir. Halil İnalcık ile başlayalım: “ Osmanlı toplumu iki ana sınıfa bölünmüştür. Birincisi, İmparatorluğun her tarafında geçerli bir diploma vasıtasıyla sultan tarafından idari ve dini yetkilerle teçhiz edilen askeri sınıftır. Yani, yargı görevlileri, askerler, devlet memurları ve ulemadır. İkinci sınıf ise, devlete vergi ödeyip, hükümet erkanının bir parçası olmayan bütün müslümanları ve gayrimüslimleri kapsar.”12Devletin araçsal niteliğini gözden kaçıran bu cümleler devleti ve bürokrasiyi bir sınıf mertebesine yükseltmektedir. Divitçioğlu ile devam edelim: “ Avrupa feodalitesinde görülen insandan insana bağlılık, Osmanlı toplumunda devletten topluma bağlılık şeklinde yansır. Bu bağlılığı sağlayan, devletin yüce otoritesi, din, töre ve geleneklerden oluşan birliktir. Osmanlı toplumunda, devletten topluma bağlılık kuralı, birlik zihniyeti içinde, topraklar üzerinde ne servajın oluşmasına müsade etmiş, ne de soylu ve asil bir sınıfın yaratılmasına ön ayak olmuştur.”13Küçükömer de Divitçioğlu ile benzer görüşleri paylaşmaktadır. Aktarayım: “Avrupa’da feodal üretim ilişkileri, merkeziyetçi olmaya elvermeyecekti. Merkezi teokratik mutlak krallıklar ancak burjuvaların tarihi arenada rol oynamasıyla… ortaya çıkabilecekti… İşte merkezi krallıkların… bu yokluğudur ki, şehirlerin… otonom şehirler haline gelmesine sebep olmuştur. Oysa Osmanlı üretim ilişkilerinin merkezi devleti bu gibi otonom tüccar şehirlerin ortaya çıkmasına engeldi.”14Her iki yazarı desteleyecek bir tez de Doğu Ergil tarafından ortaya konuluyor: “ Toprağa dayalı bir aristokratik sınıfın güçsüzlüğü 17.yy’ a kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun ana vasfıdır.”15 Feodalizmin çeşitliliğini, Batı’daki klasik feodalite normlarından kimi
116
Yeniden Devrim / 9
düzeylerde sapma gösterse de, toprağın temel üretim aracı olması ve artı ürünün temellük edilme biçimi dolayısıyla en son tahlilde Osmanlı’nın feodal bir devlet olduğu gerçeğini göremeyen bu tezler; 2.Cumhuriyet kavramının temel fikri zeminini oluşturmaktadır. Yine 2. Cumhuriyetin fikir babalarından Mehmet Altan’dan benzer tezleri içeren bir pasaj aktarayım: “Osmanlı toprak düzeni saray-özgür köylü ilişkisine dayanıyordu. Üretim tarzını belirleyen yapının temeli küçük köylülüktü. Saray doğrudan küçük köylülüğün ürettiği artığa el koyuyordu. Herhangi bir sermaye birikimi girişimi Osmanlı’nın mevcut toprak düzenine tehdit sayılırdı, kısacası Osmanlı toprak düzeni sermaye birikimine düşmandı aksi takdirde varlığını devam ettirmesi mümkün değildi. Osmanlı bu özelliğiyle Batı’nın klasik kapitalistleşme sürecinden farklı bir yol izlemiştir. Cumhuriyet bu mirası aldı ve korudu. Şimdi de durum bundan farklı bir özellik teşkil etmiyor.”16 Osmanlı’da sermaye birikiminin serüveni ayrı bir tartışma hakikaten. Ama tek bir cümle ile ifade etmek gerekirse; Cumhuriyet ile tamamen farklı sermaye birikim rejimlerinin uygulandığı Osmanlı dönemleri arasında bir rabıta bulunduğunu öne sürmek için sosyal bilimin temel kavramalarından bihaber olmak; tüm enerjisini milli burjuvazi yaratmaya hasreden, bu uğurda tüm iktisadi kaynakları burjuvazinin hizmetine koşan bir cumhuriyetin sermaye birikimine nasıl düşman olduğu sorusunu yanıtlamak için de gerçekten Mehmet Altan olmak icap eder. Devleti merkeze oturtan kuramsal bir tespit yapmanın, devletin karakterini, Kemalizmi yanlış tahlil etmenin stratejik açıdan siyasi neticesi ise, güçlü ceberut devlet geleneğinin mağdur ettiği tüm kesimleri yani tarikatlardan burjuvaziye kadar muhtelif “çıkar şebekelerini” içeren sivil toplumu amorf bir demokratikleşme programı etrafında biraraya getirmektir. Bu kutsal ittifakın bileşenleri ise, bugün Kemalizmde vücut bulduğu varsayılan devletçi zihniyetten çeşitli gerekçelerle rahatsızlık duyan kesimlerdir.1950’de DP etrafında bir kere daha zuhur eden bu kutsal ittifak bugün de, 2. Cumhuriyetçiler için biçilmiş kaftan olan AKP eliyle yine hayata geçirilmektedir. Görüldüğü gibi diyalektik ve tarihsel materyalist yöntemin siyasi ve sosyolojik analizde bir kenara itilmesi aslında telafisi mümkün olmayan siyasi savrulmalara yol açmaktadır. CHP otoriterliğine karşı DP’ye bir demokratikleşme misyonu yükleyen,
İkinci Cumhuriyet Projesi
117
bununla da kalmayıp Aybar gibi birçok sosyalisti DP listelerinden milletvekili adayı olmaya kadar götüren safdil inancın aynısını, bugün sol liberaller hatta kimi sosyalistler sözünü ettiğim siyasi savrulmadan/yöntemsel hatadan kaynaklı AKP’ye karşı beslemektedir.17(Gerçi son zamanlarda günah çıkarmaya başlayanlar da yok değil.)Gelgelelim, AKP’ye demokratik bir özne misyonu yüklemek, AKP’ nin “demokratikleşme” doğrultusunda attığı adımları gözleri kamaşarak izlemek, sosyalist hareketi AKP’nin kuyruğuna dizmek için ya safdil olmak ya da hakikaten sosyal bilimden nasibini almamak gerekir. AKP’nin birkaç emekli generali derdest etmesi, demokratikleşmeyi gerçekleştireceği, ülkenin en temel sorunlarını çözüme kavuşturacağı iddiası için, yeterli bir somut kanıt değildir. Türkiye tarihinin zaten hemen her döneminde ordu içinde, hatta bizatihi ordu tarafından bu türden tasfiyeler gerçekleştirilmiştir. Bugünkü tasfiyenin AKP’nin marifeti olduğunu, bu tasfiyenin ordu hiyerarşisinin ve ABD emperyalizminin denetimi dışında gerçekleşebileceğini iddia edenlere karşılık, maalesef sözler yeterli değildir. Ne diyor Ziya Paşa: “Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir/tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.” İran’daki solcular gibi sol liberal arkadaşlarımız da AKP’den köteği yiyince akılları başlarına gelecek ama o zaman iş işten çoktan geçmiş olacak. Tarihten kimi hatırlatmalar yapayım. Darbeci Talat Aydemir ve Fethi Gürcan’ın ikinci darbe teşebbüslerinin akabinde idam edildiğini, Gürcan ve Aydemir’in Mayıs darbesine destek veren bir Harbiyeli subay kuşağının orduyla ilişkilerinin bütünüyle kesildiğini, yine 12 Mart döneminde Genelkurmay Plan ve Prensipler Daire Başkanı Celil Gürkan başta olmak üzere, bırakın gözaltına alınmayı çok sayıda üst rütbeli subayın Ziverbey’in işkence tezgâhlarından geçirildiğini, hatta yıllarca süren ama birgün bir anda iten Bomba Davası gibi davalar açıldığını hatırlamak bile, bugün AKP vasıtasıyla yürütülen operasyonların Türkiye tarihinde bir ilk olmadığını anlamaya yeter. Toparlayacak olursak; devletin kapitalistleşme sürecinde siyasi hayatta ağırlıklı konum işgal ettiği Meiji restorasyonu, Kemalist ulus inşa süreci, siyasi birliğini geç tamamlayan Prusya gibi ekstrem örneklerin yanında, Batı Avrupa’nın demokratik rejimlerinde bile aslında kapitalizme geçiş sırasında
118
Yeniden Devrim / 9
devlet önemli bir işlev üstlenmiştir. Öte taraftan, devletçi bir zihniyetin tarihsel sürekliliğinden dem vurmak, devletin araçsal niteliğini ıskalamak, devletin tarihselliğini göz ardı etmek, ideoloji ile maddi üretim ilişkileri arasındaki bağı koparmak, üstyapıya Althusserci manada belirleyici bir rol atfetmek esasında tersten bir okuma ile faşistlerin ve çete artıklarının farkında olmadan Hegel’den devraldıkları, Hegel’in teleolojik felsefesi gereği tüm erdemlerin gerçekleştiği nihai erek olarak tanımladığı devlete, kutsiyet ve ulvilik yükleyen ideolojik mirasın tescili manasına gelmektedir. Yani, Orta Asya’nın göçebe Türk topluluklarında hüküm süren devlet geleneğini, Osmanlı’nın hatta Cumhuriyetin devlet geleneği ile zihinsel/ kültürel planda eşitleyen kerim devlet, kutsal devlet, ceberut devlet kavramları aynı ideolojik/yöntemsel madalyonun farklı veçhelerine tekabül eder. 2. Cumhuriyet Tezlerine Kaba Bir Bakış 1980’lerde uç veren, Özal ile birlikte iyice su yüzüne çıkan 2. Cumhuriyet projesi 90’lı yıllarda gündeme geldi. 2.Cumhuriyet esasında lafzi düzeyde, ulus devlet inşa sürecinin siyasal ve sosyolojik bir sonucu olan iki gerilim dinamiğinin yani Kürt ve İslamcılık meselelerinin rejim için makul sınırlar çerçevesinde çözümü maksatlı bir model sunmaktadır. Her ne kadar kimi 2. Cumhuriyetçiler topyekûn dönüşüm talebini ileri sürse de, temel gaye Kürt ve İslamcılık hareketinde simgeselleşen resmi ideolojinin tıkanma olgusunun, sermaye sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda giderilmesidir. İşte bu nedenle, Kürt ve İslamcılık meselelerinin rejim açısından bir biçimiyle çözüme kavuşturulduğu 28 Şubat sürecinin ve resmi ideoloji ile 2. Cumhuriyetçileri birbirine yakınlaştıran AB sürecinin devreye girmesinin ardından 2. Cumhuriyetçilerin sesleri kısılmıştır. Bütün bunların yanında,2.Cumhuriyetçi savların aksine, aslında cumhuriyetin kuruluşunda meydana gelen esas gerilim etnik ve dinsel ayrım göz etmeksizin, Kurtuluş Savaşının fiili gücünü teşkil eden alt sınıfların baskı ve sömürü altına alınması, kimlik eksenli taleplerle birlikte sınıfsal taleplerin de bastırılmasıdır. Bu bakımdan “müesses nizam” tarafından tehlikeli olarak kabul edilseler, kendilerini radikal olarak tanımlasalar da;2.Cumhuriyetçiler burjuvazinin sınıfsal egemenliğini sürdürmesine zinhar dokun(a)madıkları
İkinci Cumhuriyet Projesi
119
için bir üst yapı tadilatını ancak önerebilmekteler. Yani 2.Cumhuriyet burjuvazinin sınıfsal egemenliğinin yeni koşullar ve biçim altında sürdürülmesinin bir ifadesidir. İlk olarak 1991’de tedavüle sokulan 2. Cumhuriyet kavramı ile aslında murad edilen demokrasi söylemi refakatinde “küreselleşmeye” entegrasyon ve bu entegrasyona engel teşkil eden pürüzlerin giderilmesidir. Tanzimat’tan beri ülkenin sömürgeleştirilmesi sürecinin demokrasi söylemi ile atbaşı gittiği, Tanzimat Fermanının altyapısını ülkeyi açık bir pazar haline getiren Baltalimanı Ticaret Antlaşmasının oluşturduğu göz önünde bulundurulursa, meramım daha iyi anlaşılacaktır. Ağızlarından özelleştirme kavramını düşürmeyen 2. Cumhuriyetçilerin asıl derdi, Kemalizmin devletçi ekonomi politikalarıdır. Hatta iktisat politikalarının icra edilmesinde, iktisadi amaçların ötesinde simgesel bir boyut bulunduğunu öne süren Ahmet İnsel gibiler, devletçi ekonomi politikalarını toplumu denetim altına almanın, bürokrasinin gücünü/ egemenliğini pekiştirmenin bir aracı, özgürlüklerin ve demokrasinin önündeki en büyük engel olarak görür. Bu babta, faşist entelejensiyanın dergisi Türkiye Günlüğündeki bir yazısında Çetin Altan mahdumlarından Mehmet devletçilik ile ilgili şöyle diyor: “Demokratik ve çoğulcu bir toplumu oluşturmanın temel şartı, bizim devletin elindeki ekonomik egemenliğe öncelikle son vermek, onu sistemin tek belirleyicisi olmaktan çıkarmaktır. Ekonominin vanalarını elinde tutan ve geleneksel anlayışı itibariyle de bunu bırakmak istemeyen asker-sivil bürokrasi bu nedenle “devletin küçültülmesi” önerisine sıcak bakmamaktadır. Ekonomik egemenliğine son verilmedikçe, devletin yasakçı kural koyuculuğu da sona ermeyecektir tabii ki…”18Bürokrasiyi bir sınıf mertebesine yükselten, bürokrasiyi tüm sınıfların üzerine yerleştiren bu cümleler, devletçi ekonomi politikalarının tasfiye edilmesinin asıl olarak burjuvazinin çıkarına hizmet edeceği gerçeğini gizlemektedir. 2. Cumhuriyetçiler cumhuriyetin baskıcı ve otoriter yapısı nedeniyle, işi cumhuriyet rejiminin bir kenara bırakılmasına kadar vardırabilirler. Böyle bir yaklaşımın ise en fazla islamcıların işine yarayacağı, cumhuriyet lağvedildiği takdirde saltanat ve hilafet gibi gerici düşlerin tekrardan hortlayabileceği, fikri bir meşruluk kazanacağı aşikardır. Bugün yeni Osmanlı kavramının bu kadar pervasızca gündeme getirilebilmesi 2.Cumhuriyetçilerin
120
Yeniden Devrim / 9
takdim ettiği bu ideolojik iklim sayesindedir. Bu fikri iklim, Feto’nun gazetelerinde 2. Cumhuriyetçi zevatın göklere çıkarılmasını, Abant toplantılarında beraber halvet etmelerini de açıklamaktadır. Daha düne kadar demokrasiyi bir şeytan oyunu addeden İslamcıların, bir anda demokrasi havarisi kesilivermelerinde, devrimcileri çetecilikle itham edebilmelerinde, sol liberaller ve liberaller tarafından, İslamcılara sunulan bu ideolojik mühimmatın etkisi büyüktür. Son olarak belirtmek gerekir ki; her ne kadar cumhuriyet demokratik bir muhtevadan yoksun olsa da,(bunun en iyi ayırdında olan da, cumhuriyetin anti demokratik uygulamalarına defaten maruz kalan devrimcilerdir)cumhuriyetin halk egemenliği iddiası simgesel bir anlam taşımaktan öte gitmese de, cumhuriyetin bir yönetim şekli olarak iktidarın babadan oğula geçtiği padişahlıktan daha ileri bir nitelik taşıdığı aşikârdır, tabi ileri ile geriyi birbirine karıştıracak kadar yön duygumuzu kaybetmemişsek. Sol ve Ordu Üzerine Değinmeler 2.Cumhuriyetçi zevat solun ne ulusalcılığını, Kemalistliğini bıraktı ne de orduculuğunu, jakobenliğini. Her biri ayrı bir yazının konusu olan bu saldırılara bu kısıtlı yazının imkanları çerçevesinde yanıt vermenin mümkün olmadığını, bu saldırıların solun bağımsızlıkçı ve anti emperyalist damarını kesmeye dönük olduğunu belirtip, aşağıda bu saldırılara cevap verme hususunda nirengi noktası teşkil ettiğini düşündüğüm sol ve resmi ideolojinin simgesi olan ordu ilişkisine kısaca değineceğim. Sol içinde tarihsel olarak orduya ileri bir rol biçen, devrim stratejilerinde orduyu ön plana alan hareketlerin varlığı yadsınamaz ama bu siyasi hareketlerin Türkiye solunda marjinal olduğu aklıselim herkesin malumudur. Ordu tandanslı cuntacı fikirler Türkiye solunda hiçbir zaman hatta Türkiye solunun cuntacı tezlerin etkisine en açık olduğu 12 Mart arefesinde bile cuntacı mahdut bir çevrenin sınırlarını aşıp, solun bütününe mal olmamıştır. Zaten sol 12 Mart’tan sonra orduyu stratejik hesaplarının tamamen dışında bırakmıştır. Hal böyleyken, solun orduya “sempatiyle”bakmasını gerektiren tarihsel koşulları göz ardı edip, ikide bir de solu orduculuklacuntacılıkla karalamanın sırrına erişebilmiş değilim. Hadi, Nazlı Ilıcak gibi, kendisinin kuyruk acısı yaşadığı 27 Mayıs ve 28 Şubat dışındaki en karanlık
İkinci Cumhuriyet Projesi
121
darbelere alkış tutan Madamların saldırma gerekçeleri anlaşılıyor ama doğrusu bizim yaramaz çocukları anlamak mümkün değil. 12 Mart Muhtırasını ordu kılıcını attı türünden nidalarla karşılayan Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve Yön-Devrim dergisi çizgisi dışında, sosyalist hareketin ana omurgasını teşkil eden, Ertuğrul Kürkçü’nün deyimiyle “mainstream” hareketler orduya devrimci bir özne olma misyonu yükleyen politik açılımlar yapmamıştır, en fazla yapılan ordu içinde devrime hizmet edecek unsurların örgütlenmesine yönelik politik faaliyet yürütmektir. Hele ki, 12 Mart’tan sonra orduya ilerici-modernleşmeci bir rol yükleyenler bile aklını başına devşirmiştir. Bununla birlikte, bilhassa 2. Dünya Savaşından sonra iç siyasi gelişmeler karşısında hassas bir tutum sergileyen ordunun, devrimci hareketin bastırılması ve antikomünist teyakkuz motifi ile hareket ettiğini solun tekil ve tümel hafızası unutsa bile, yaşanan acı tecrübelerin bunu unutturması ne mümkün. Bu bakımdan, Türkiye solunu bir bütün olarak orducu-cuntacı olarak yaftalamak, buna istinaden devletçi ve ulusalcı fikirlerden bir kopuşu gerçekleştiremediğini öne sürmek; eski köye sofistike bir yeni adet getirme kaygısının mahsulü değilse şayet, bir art niyetin ürünü olduğu çok aşikardır. Bununla birlikte Türkiye gibi hala bağımlı olan(düzeyi değişse de) ülkelerde, ordunun siyasal konumuna itiraz etmek demokrat olmanın yegâne miyarı değildir. Demokrasinin ancak tam bağımsızlıkla birlikte vücut bulacağı, demokrasinin hala devrim sorunu olduğu bir ülkede, ordunun siyasette işgal ettiği imtiyazlı mevkiye itiraz etmek, en başta ordunun emperyalizm ile girdiği bağımlılık ilişkisine, emperyalizmin taşeronluğu rolüne karşı mücadele etmeyi gerektirir. Devrimci hareketin 12 Eylül savunmasında, Türk ordusunun emperyalist sistemin bölgesel çıkarlarının jandarmalığı görevini layıkıyla yerine getirdiği, donları bile ABD sistemine göre dikilen bir ordunun ilerici-demokrat bir nitelik taşıyamacağı, çok açık bir biçimde ifade edilmiştir. Ama anlaşılan birilerinin görmezden geldiği, unutturtmak istediği bu tarihsel olguları yeniden bilince çıkarmak gerekiyor. Sonuç Yerine Devrimciler 86 yılda mahdut bir elitin sınırlarını aşarak toplumun bütününe mal olamayan, Türkiye emekçi halklarına sömürü ve baskıdan başka bir şey
122
Yeniden Devrim / 9
vaad etmeyen bu cumhuriyetin değişmesinden ve dönüştürülmesinde yanadır. Ama bir şartla ki; cumhuriyetin yerine ikame edilecek yeni cumhuriyet sömürüyü daha da vahşileştirerek eskisini de aratan bir nitelikte olmamalıdır. “Devletçi”, korumacı cumhuriyetin yerine piyasacı-gerici bir cumhuriyet değil, eşitlikçi ve özgürlükçü bir cumhuriyet kurulmalı, devrimciler toplumsal yapının bu yönde değiştirilmesine siyasal çaba harcamalıdır. Konjonktürel olarak, belki emekçi sınıfların çıkarları gereği sınıf mücadelesinde birtakım ittifaklar yapılabilir ama bu ittifakların temel ilkesi olan emekçi sınıfların çıkarları bir an bile gözden yitirilmemelidir. Bu düsturu unutan sol, ideolojik ve teorik keşmekeşin sebep olduğu politik güçsüzlüğe ve özgüven eksikliğine koşut olarak, burjuvazinin herhangi bir departmanına eklemlenme yoluyla siyasal varolma cihetine gitmektedir. Bu bakımdan sosyalistler 2.Cumhuriyet gibi burjuvazi içi saflaşmalarda, burjuvazinin muhtelif fraksiyonlarının ideolojik temsiliyetini üstlenen modern islamcı ve batıcı yaklaşımların ötesinde, kendi dünya görüşü ve gelecek tasavvuru doğrultusunda konumlanmalıdır. Uzun lafın kısası, sol burjuvazinin herhangi bir departmanına entegre olmak yerine, bütün bu departmanların dışında kalan, bu departmanları parçalayan, saflaşmanın çerçevesini emekçi sınıfların çıkarları uyarınca çizen bir noktadan politik arenaya müdahil olmalıdır. Unutmamak gerekir ki; sınıfsal pusulasını yitiren bir sol, her türlü siyasal savrulmaya maruz kalacaktır. Son olarak, sol artık, hele ki kapitalizmin yaldızlarının bir bir döküldüğü, foyasının iyice ayyuka çıktığı bir dönemde ideolojik olarak taaruza geçmeli, burjuvazinin takdim ettiği kavramlarla siyaset yapma alışkanlığından vazgeçmelidir. Solun, işçi sınıfı öldü, bilgi en önemli üretim aracıdır, post endüstriyel toplum gibi yarım yamalak Marksizm ve yabancı dil bilgisiyle Türkiye’ye adapte edilen, bütünüyle sermaye tarafından koordinatları tayin edilen kavramlar setinin kıskacından kurtulma vakti gelmiştir. Emperyalizm, işçi sınıfı, gericilik, devrim derken artık yeniden kendimize güven duymalıyız. Devrim eski bir efsane sosyalizm ise gerçekleşmesi imkânsız bir ütopya değildir.
DİPNOTLAR (1)Karl Marx, F. Engels, Alman İdeolojisi, Ankara: Sol Yayınları,1999, s.44–45. (2) Bu suni mücadele, Cindoruk’un kayıtsızlığı ve farklı politik hesapları, Murat Sökmenoğlu’nun askerlerin partisi MDP’den aday olması üzerine demokratikleşme yönünde ciddi bir etkide bulunmadan çökmüştür.Belge’nin geçmişte yaşadığı hayal kırıklığına rağmen bugünde benzer aktörlerle benzer işlere girişmesi bir taraftan somut politik dersler çıkaramadığının göstergesi iken, öbür taraftan da demokrasinin sınıfsal niteliği,ideoloji ile sınıf arasındaki bağlantıyı bir türlü kavramamakta hala ısrar ettiğinin en basit kanıtıdır. (3)Cem Eroğul, 2.Cumhuriyet Tartışmaları, der. Metin Sever, Ankara: Başak Yayınları, 1995, s.196. (4) Her kesimin kuşkusuz ki 2. Cumhuriyet projesini benimseme nedeni farklıdır. Sözgelimi, islamcılar Kemalizmin ideolojik ve felsefi tahakkümünden sıyrılmak, tekelci burjuvazi devlet aygıtının üreselleşmeye uyumlu hale getirilmesi, liberaller ve sol liberaller de serbest piyasa düzeni ile demokrasi arasında doğrusal bir ilişki bulunduğu itikadı bakımından bu projeye destek verir. (5)Mehmet Altan, Küyerel Düşünce Grubu Paneller Dizisi, İstanbul: Küyerel Yayınları,1997, s.45. (6)Nabi Yağcı, a.g.e., s.39 (7) Halil Berktay, a.g.e.,s.79. (8)Murat Belge, Sosyalizm Türkiye ve Gelecek, İstanbul: Birikim Yayınları, 2000, s.117. (9)Ahmet İnsel, Düzen ve Kalkınma Kıskacında Türkiye, İstanbul: Ayrıntı Yayınları,1996,s. 63–64. (10)Mahir Çayan, Toplu Yazılar, İstanbul: Özgürlük Yayınları,1995, s. 334. (11)Mahir Çayan, a.g.e.,s.334. (12)Halil İnalcık, “The Nature of Traditional Society”, Political Modernization İn Japan And Turkey içinde, New Jersey: Princeton University Press,1964,s.44. (13)Sencer Divitçioğlu, Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu, Edirne: Sermet Matbaası,1981,s.139 (14)İdris Küçükömer, Düzenin Yabancılaşması, İstanbul: Bağlam Yayınları, 2002,s.20. (15)Doğu Ergil, “Class Relations and The Turkish in Historical Perspective”, Studia İslamica, Sayı:39,1974,s.78. (16)Mehmet Altan, Doğu Batı, Sayı:1, Kasım 1997.(www.ikincicumhuriyet.com) (17)İsmail Cem’den, Ali Gevgilli’ye, Küçükömer’e kadar birtakım yazarlar DP-AP çizgisini üretici güçleri geliştirmeleri yani feodal üretim tarzının yerine kapitalist üretim tarzını geçirmeleri nedeniyle ilerci olarak nitelemekteler. (18)Mehmet Altan, Türkiye Günlüğü, Sayı 20,Güz 1992. KAYNAKÇA: 1.Altan,Mehmet, Doğu Batı, Sayı:1, Kasım 1997.(www.ikincicumhuriyet.com)
2.Altan, Mehmet, Mehmet Altan, Türkiye Günlüğü, Sayı 20,Güz 1992. 3.Belge, Murat, Sosyalizm Türkiye ve Gelecek, İstanbul: Birikim Yayınları, 2000. 4.Çayan, Mahir, Toplu Yazılar, İstanbul: Özgürlük Yayınları,1995. 5.Divitçioğlu, Sencer, Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu, Edirne: Sermet Matbaası,1981. 6.Ergil, Doğu “Class Relations and The Turkish in Historical Perspective”, Studia İslamica, Sayı:39,1974,s.78. 7.Eroğul, Cem, 2.Cumhuriyet Tartışmaları, der. Metin Sever, Ankara: Başak Yayınları, 1995. 8.İnalcık, Halil, “The Nature of Traditional Society”, Political Modernization İn Japan And Turkey içinde, New Jersey: Princeton University Press,1964. 9.İnsel, Ahmet, Düzen ve Kalkınma Kıskacında Türkiye, İstanbul: Ayrıntı Yayınları,1996. 10.Marx,Karl F.,Engels, Alman İdeolojisi, Ankara: Sol Yayınları,1999. 11.Keleş, Ersin Ergün, Gülyangını Ömrümüz, İstanbul: Simge Yayınevi,1990. 12.Küçükömer, İdris Düzenin Yabancılaşması, İstanbul: Bağlam Yayınları, 2002. 13.Talay, Süleyman(Yayına Hazırlayan), Küyerel Düşünce Grubu Paneller Dizisi, İstanbul: Küyerel Yayınları,1997.
BİR GARABET: BURJUVASIZ CUMHURİYETİ TARTIŞMAK ALİ ŞİMŞEK
1989 yılı Fransız Devrimi’nin 200. yılı olarak kutlanıyordu. Ama aynı zamanda Berlin Duvarı’nın yıkılma tarihiydi de. İkinci olay birinciyi gölgelemekle beraber bakiyesi 90’lı yıllara devreden ve hala devam eden bir tartışmayı da ivmelendirdi.Jakoben Cumhuriyet. Fransa merkezli ve 1968 kötümserliğiyle harmanlanmış tartışmalar(yapısalcılık ve post-yapısalcılık) 1970’li yıllardan 80’lere ise sonra post-modernizm olarak anılacak ve kuzey Amerika üniversitelerinden tüm dünyaya yayılacaktı. İşte despot, jakoben ve çok moda olacak (Erbakan bile kullanacaktır 1997’de) “Toplumsal Mühendislik” projesi olarak devlet tam bu aralıkta diğer tartışmalara eklemlenecektir. Post tartışmaların en belirgin yönü, tarihsel, sınıfsal ve toplumsal olan her şeyi epistemolojikleştirip kavramlaştırması ya da bilgi haline getirmiseydi. Foucault’un dillendirmesiyle söylem olarak ele almasıydı. Ne yaptığı değil ne konuştuğu ya da yazdığı. Arkasından “elveda proleterya” ve Fukuyamalı “tarihin sonu” gelecektir.
126
Yeniden Devrim / 9
Cumhuriyeti 2. kez tartışmak Bütün bu post söylemler açısından devlete baktığında, devlet bir “merkez” olarak “çevreyi” ve cemaatler bastıran, modernist ve pozitivist(hayatta en hakiki mürşit) yöntemlerle büyük bir anlatı inşa eden, farklılıkları bastıran, sivil toplumu ezen bir ceberuttur. 1980 sonrası artan devlet tartışmalarını bizde Şerif Mardin’in yaygınlaştırdığı “merkez-çevre” ikiliği belirleyecek, sınıfsal olan her şey buharlaşarak kimliğe ve farklılıklara dönüşecektir. İşte cumhuriyet tartışmalarının epistemik arka planını böyle özetleyebiliriz… Elbette buradaki argümanlar tek tek ya da olgusal olarak alındığında doğrular barındırıyor; ama kurulan bağlam ve devlet tartışmalarında “burjuvazinin” ve sınıf ilişkilerinin ıskalanması sorunu değiştiriyor. Devletin ceberut, otoriter olarak tartışıldığı bağlama baktığımızda, neo liberalizmin devleti küçültmek, özelleştirmelere yol açmak ve sivil toplumu geliştirmek efsaneleriyle aynı aralıkta olduğunu görürüz. İşte tam cumhuriyetin 90’lı yıllarda Altanlar tarafından başlatılan 2. Cumhuriyet tartışmalarıyla düşünülmeye başlaması böyle bir taihsel örtüşme(!) yaşıyor. Neo liberalizm hantal, verimsiz KİT’ler söylemiyle devleti talan ederken, liberal bir cenah (Yakışıklı Cem Boynerli YDH hareketini unutmayalım) ve akademi pozitivist, mühendis devlete kafayı takmıştı. 2. Cumhuriyet taraftarları biraz da marksizan milliyetçilik okumaları (Benedict Anderson, Hobsbawn) yapıp, ama üçkağıtçı bir şekilde sınıfı dışarıda bırakarak aslında gizil olarak ilerici, küresel burjuvazi aktör önermekteydiler. Gerek cumhuriyet gerek devlet tartışmalarında hedef asker sivil bürokrasiydi. Bu epistemik taraflaştırma, tersten bir milliyetçilik depreştirerek Taraf gazetesinde gerçek sesini de bulmuş bulunuyor. Hedefi bürokrasi olarak saptamak ve ona yüklenmek, savunma olarak muhatabını bulacaktır. Hatta bu savunma karşı taraftan solla da özdeşleştirilerek bir taşla iki kuş vurulmaktadır. 2. Cumhuriyet tartışmaları 90’lı yıllara doğru palazlanan, küreselleşmeye eklemlenmeye çalışan yeni bir muhafazakar burjuvazi içinde önemli bir alan açacaktır. Cumhuriyet tartışmalarındaki diğer boyut ise, neo liberalizmin budanan sosyal devlete karşı konumlandırdığı sivil toplum (STK-NGO) örgütlerinin ve tartışmalarının yoğunlaşmasıdır. Postmodern kimlik ve fark politikalarıyla beraber yürüyen hegemonik söylem, despot devlete (ve de cumhuriyete) karşı bir özgürlük aktörü olacaktır.
Burjuvasız Cumhuriyeti Tartışmak
127
Devleti ve cumhuriyeti burjuvazisiz ve sınıfsız tartışmak 90 sonrasının büyük el çabukluğu sayılabilir. Hedef bürokrat olunca burjuvazi devlet ile ilişkilerde gözden yitiverecektir.
Sınıfla imtihan Devletin sınıfsal boyutu her geçen gün daha da görünür ve kapitalist kriz sivil toplumla sıvanamaz duruma geldikçe sorunu despot, dinazor, laik bürokratlarla, özgürlükçü burjuvazi ve sivilleşme arasında görmenin sefaleti ve taraf’ı da ortaya çıkmakta. Önümüzdeki aralıkta karşı taraf’ın bizi sokmaya çalıştığı kapana girmeden, savunmacı ve “hayat tarzı solculu”ğuna düşmeden devleti-cumhuriyeti bir de bu açıdan da tartışmak gerekecek; hem de acil bir şekilde. Sorun merkez-çevre, ya da mühendislik veya postalla-converse arasında geçen basit bir ikilik olarak görülemez. Devlet ve sınıfın cumhuriyetle imtihanı olarak görülebilir ancak…
TÜRKİYE’DE NELER OLUYOR? KEMALİZMDEN TÜRK SAĞI VE LİBERALİZME BİR TOPLU DURUM DEĞERLENDİRMESİ İLHAN KAMİL TURAN Bu yazı Türkiye’nin sağdan saydığını ve Türkiye kapitalizminin sosyalist hareket açısından birinci dereceden önemsenmesi gereken kriz dinamikleri barındırdığını varsaymaktadır. Devrimci sosyalizmin en temel belirlenimlerinden biri olan sosyalist hareketin bağımsızlığı adına, Türkiye’deki ideolojik belirlenimler ve dolayısıyla siyaset yapma zeminleri bir kez daha sorgulanmak durumundadır. Bu nedenle tarihsel koşullar ve güncel durumun toplu bir değerlendirilme gereksinimi bulunmaktadır. Türkiye’yi belirleyen ideolojiler nelerdir?Kemalizm nedir? AKP ve ABD mi Kemalizmi tasfiye etmektedir? Cumhuriyet, tasfiye mi olmaktadır? Ulusalcılık Kemalizmin bir devamı mıdır? “Ergenekon” nereye oturmaktadır? Türkiye’de sağın ve sağcılaşmanın görünür olanlar dışında belirlenimleri yok mudur? Sağın özellikleri nelerdir? “Yeni Osmanlıcılık” gibi bir ideoloji veya aranış egemen olabilir ve Türkiye kapitalizminin kendini yeniden üretebilirliği açısından yeterli ve güvenilir bir rol oynayabilir mi? “Liberal” sağ ile sol arasında bir örtüşme, çakışma var mı? Mevcut toplumsal formasyonda devrimci sosyalist bir perspektif olanaklı mıdır? Bu konular oldukça kapsamlıdır; bu nedenle burada bazıları doğrudan, bazıları da yazının akışı
130
Yeniden Devrim / 9
içinde dolaylı olarak yanıtlanacaktır. Söz konusu olan bütün bir Cumhuriyet tarihi ve kimse kusura bakmasın, Türkiye kapitalizminin tarihidir. Bu nedenle biraz geriye gitmek, bazı kavram ve süreçleri irdelemek gerekiyor. Burjuva devrim süreci ve ideoloji alanı Sungur Savran burjuva devrimi üzerine şunu söylüyor: “Tarihsel özgünlükleri ne olursa olsun, burjuva devrimlerinin ortak bir çekirdeği vardır: Kapitalizm-öncesi toplumsal formasyonun kapitalizmin gelişmesinin önüne diktiği engelleri yıkarak, bir burjuva toplum ve devletinin temellerini atar bütün burjuva devrimleri. Bu temeller kapitalizmin yolunu açarak hızla gelişmesinin tarihsel koşullarını oluşturur.” (1) Burjuva devrim süreçleri iktidarın ele geçirilmesi, radikalizm, kuruluş; durulma, oturma, daha sonra da bir dizi evrimci yönelimle özüne uygun süreçler ve başkalaşmalar yaşarlar. Burjuva devrimlerinde inşa dönemi, bir restorasyon dalgasıyla beraber gelmektedir. Örneğin Fransız burjuva devriminde “radikal burjuva ideolojisi”nin geleneksel ideolojilerden köklü bir kopuşu zorladığı ve kendisini kısa bir dönem için en saf biçimde sergilediği bir tarihsel aşama yaşanmıştır. Bu durum Jakoben iktidarında görülür. Ancak, sınırlı ve belirli bir konjonktürde burjuva kimliğinin içinde yer alan devrimcilik ile devrimciliğini yadsıma tutuculuğu, bir restorasyonu zorlamıştır. Bu aşamadan itibaren burjuvazi, bir sınıf olarak, “radikal devrimci burjuva ideolojisi”nin tek başına bir iktidar, bir egemenlik ideolojisi olamayacağını çabuk görmüştür. Bu nedenle burjuvazinin egemen/lik ideolojisi, içinde özgün burjuva ideolojik oluşumun kimi öğelerini barındıran, düzenleyici işlevi olan ve restorasyon süreçlerinin ihtiyaçlarını karşılayacak, eski ile takviyeli, yeni süreçlerin gereklerine göre belirlenen bir eklemlenme olarak ortaya çıkmıştır. Bu eklemlenme genelde ulus devlet oluşumu, sermayenin birikimi, yayılması ve uluslararası süreçler eşliğinde yaşanmaktadır. Türkiye’de egemen ideoloji, Kemalizm, resmi ideoloji, sağın ve solun siyasal ideolojik biçimlenişlerinin içinde aktığı ilerleme, muhafaza, etki–tepki, kopuş, eklemlenme ve farklılaşma süreçleri de böylesi tarihsel bir yönelim içinde belirlenmektedir. Türkiye’nin ideolojiler demeti ve egemen ideoloji Cumhuriyetin ilk dönemlerini saymazsak, Türkiye’de toplumu belirleyen; burjuvazinin hegemonyası ve iktidarının devamını sağlayan ideoloji hangisidir sorusunun, örneğin Kemalizmdir, resmi ideolojidir ya da burjuva ideolojisidir gibi tek bir yanıtı yoktur. Sınıfsal toplumsal tabanı en dar geç/gecikmiş devrimlerinden biri olan Türk devriminde burjuva ideolojisinin herhangi bir biçimde doğrudan bir şekilde ortaya çıkmasını beklemek
Türkiye'de Neler Oluyor?
131
olanaklı değildi. Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyetinde burjuvazinin oluşumu ve sermaye birikim süreçlerinin zayıflığından dolayı burjuva ideolojisinin oluşumunun oldukça eksikli kaldığı bilinmektedir. Kısacası yanıt egemen ideolojik yapıdadır. Bu yapı, birbirleriyle zaman zaman uyumlu bazen de çelişkili ilişkilenme içindeki bir eklemlenme biçimini içerir. Sınıflı toplumların ortaya çıkışında nüfuz eden din, ataerkillik, güç fetişizmi ve daha sonra ırkçılık, şovenizm gibi geleneksel ideolojik oluşumların pek çoğu söz konusu egemen ideoloji alanındaki eklemlenme içinde korunmakta, uluslaşma ve modernleşme süreçlerinde yeni ideolojik oluşumlarla eklemlenerek yeniden üretilebilmektedir. Sonuçta kapitalizmin oluşum ve gelişme gereksinmelerine göre eklemlendiği bir ideolojik yapılanma her dönem için egemen kılınmıştır. Tarihsel, toplumsal dönüşümlerde siyasal iradenin özel bir önem kazanması ve pek çok değişimin siyasal iktidar merkezli bir biçimde gerçekleşmesi, genelde bu sürecin ana belirleyeni olmuştur. Dünya kapitalist sistemi ile entegrasyona girme yönelim ve gereksinimi de ekonomi yanı sıra bir ideolojik siyasal eklemlenme sorunu olarak kendini göstermiştir, göstermektedir. Günümüz Türkiye’sinde ideolojik siyasal oluşumların tümünde bu tarihsel etkenlerin rolü bulunmaktadır. Osmanlı’nın son dönemlerinden devralınan Batıcılık/Batılılaşma, milliyetçilik, Türkçülük, devletçilik, korporatizm, dayanışmacılık, halkçılık ve laisizm; çok daha eski köklere sahip olan güç fetişizmi, ataerkillik gibi motiflerle değişik biçimlerde eklemlenerek Türkiye’nin kapitalizm yöneliminde egemen ideolojik yapıyı oluşturmuştur. Dini ideolojik motifler bile bu yapı içinde bir düzeyde kendisine bir yer bulmuş, hatta bilerek yer verilmiştir. Bu çerçeveyi aşmaya yönelecek ideolojik siyasal çıkışların önlenmesi görevi ise önceleri Kemalizme, sonra da Atatürkçülüğün de kullanıldığı, ideolojik hegemonya araçlarının çeşitlendiği süreç ve araçlar ile birlikte kapitalist devlete düşmüştür. Her ne kadar Kemalizm bütünlüklü bir ideoloji olmayıp, esasen kuruluş döneminin iktisat ve siyaset alanlarında ve ancak bu dolayım üzerinden ideoloji alanında işlevlenmişse de Türkiye’de ulus devlet ve sermaye egemenliğinin oluşumu ve korunması açısından bir şemsiye, güvence ve siyasal zorun bir üst belirleyeni olarak çok önemli roller üstlenmiştir. Daha sonra Cumhuriyetçilik ve laikliği içeren bu egemen ideolojik forma başka renkleriyle Osmanlıcılık, burjuva ideolojisi motifleri ve liberalizm, faşizm, İslamcılık, Türk–İslam sentezi, Avrasyacılık gibi ideolojik motifler de eklenmiştir. Egemen ideolojik eklemlenmenin kendi içindeki yer değişikliklerine karşın sürekli kılınması veya yenilenmesi ise toplumsal yaşama egemen olan kapitalizmin ekonomik rasyonalitesi, siyasal irade ve uluslararası eklemlenmeye, bir diğer tabirle dış politika
132
Yeniden Devrim / 9
ilişkilerine göre şekillenmektedir. Türkiye’de egemen ideolojik çerçeve genel hatlarıyla bu motiflerle işlemiştir. Bu belirlenim demeti, Türk sağına ve Türk soluna* birer oluşum beşiği de sunmuştur. Bir özgünlük denemesi: “Biz bize benzeriz” ve Batılılaşma Osmanlı’nın son dönemlerindeki Osmanlılaşmak, İslamlaşmak, Türkleşmek, Batılılaşmak seçeneklerinin Batılılaşma hedefli bir Türkleşme ile sonuçlandığı biliniyor. Bu durumun sağın ana gövdelerince benimsendiği de bilinmektedir. Bu noktada Kemalizmi olduğu gibi Türk sağının ana gövdelerini belirleyen ana kulvarın öncelikle milliyetçilik ve Batılılaşma olduğunu söylemek olanaklıdır. Bu belirlenimlerin Cumhuriyetçilik ve yorum farklarıyla laikliği içerdiği de açıktır. Bu yönelim ile çelişmeyen, doğrudan liberal temalara dayalı aranışlar da söz konusudur ancak kapitalizmin üzerine inşa edileceği bir uluslaşma ve ulus devlet bağlamının Osmanlı’da bulunmadığı genel bir kabul görmektedir. Bu nedenle milliyetçilikle birlikte 1930’lar Türkiye’sinde halkçılık, korporatizm, devletçilik, Batılılaşma yönelimleri kendi sağını, solunu ve hatta ikisinin bir araya sıkışmış halini yaratacak eklemlenmeler oluşturabilmiştir. Bu arada bir özgünlük denemesi de yapılmıştır. “Osmanlı ve Türk milliyetçiliğinin tekevvününü, (oluşmasını, doğuşunu–bn) milliyetçiliğin Batı’daki birinci dalga, Doğu Avrupa’daki (Almanya–Balkanlar) ikinci dalga ve Üçüncü Dünya’daki üçüncü dalga tipolojilerinden esintiler taşımakla birlikte onlardan farklılaştıran nokta, emperyal tarih mirasıyla baş etme meselesiyle birlikte Batı’yla ilişkide düğümlenen bir ikilemdir. Bu özel durum, Osmanlı ve Türk milliyetçiliğinin hemen bütün kanatlarını, yeni çağın modernleşme ve milletleşme gibi kaçınılmaz gereklerini yerine getirirken kendine mahsus bir yol (Sonderweg) izleme arayışına sevk etmiştir.” (2) Bu noktada Osmanlı’dan beri söz konusu olan bu aranış eşliğinde, Atatürk’ün “biz bize benzeriz” sözünü bir özgünlük zorlaması olarak yorumlayabiliriz. Şevket Süreyya Aydemir konuyla bağlantılı uluslararası siyasal ortamı şöyle resmeder: “Atatürk’ün doktrinler karşısında tutumu, çağdaş rejim kurucularının, rejim önderlerinin davranışlarından ayrıdır. Çünkü onun çağında, hemen bütün Avrupa’ya doktrin veya doktrinleştirme çabaları hakimdi: Rusya’da İhtilalci Sosyalizm (Komünizm), İtalya’da Faşizm, Almanya’da Nazizm ve nihayet Demokratik Avrupa ülkelerinde Islahatçı (Reformist) Sosyalizm rejimleri veya aynı ülkelerde Komünizm (İhtilalci sosyalizm) çabaları hareket halindeydi.
Türkiye'de Neler Oluyor?
133
Bunların hepsinin temelinde Doktrincilik örgüleri yatıyordu. Halbuki Türk inkılabında böyle çabalar, bazı özlemlere rağmen etkili değerler halinde güçlenemediler. Hulasa öyle görünüyor ki biz, Türkiye’de bir inkılap gerçeği ile karşı karşıyayız ama, bir inkılap nazariyesi ve felsefesi ile karşı karşıya değiliz. Bu sebeple Türk inkılâbını genellikle bir Aksiyon olarak almak, yani Mustafa Kemal hareketini, olaylar üzerinde safha safha izaha çalışmak, fakat bütünü için sistematik bir telif ve terkibe gitmemek, Atatürk ve Atatürkçülük üzerinde yazı yazan hemen bütün araştırıcıların seçtiği yoldur. Bu gerçek, bizzat Mustafa Kemal’in şu sözlerinde de kendi ifadesini bulmuş olsa gerektir: “Biz benzememekle ve benzetmemekle iftihar ederiz. Çünkü biz, bize benzeriz.” (3) Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam’da, konuyu tekrar irdeledikten sonra CHP Genel Sekreteri Saffet Arıkan’ın şu sözlerini aktarır: Azizim! Türkiye bir yumurtaya benzer. Her şeyimiz bu yumurtanın içindedir. Bu içerideki şeylerin dışarıdakilerle hiçbir ilişkisi yoktur. İnkılâplarımız, davalarımız hep bu yumurtanın içinde.” (4) Tekrar görüyoruz ki, söz konusu espri, içe doğru yönlendirici bir fonksiyona da sahipti. Ama bu içe dönüş beraberinde bir ideolojileştirmeyi getirmemiştir. 1931, 1935, 1937 yıllarında Kemalizmin ilkeleri Parti programı ve Anayasaya konulmakla birlikte Atatürk’ün bu yıllardaki Parti Kurultaylarında, özel istisnalar hariç, bu ilkelere neredeyse hiç değinmemesi dikkat çekicidir. Çünkü ona göre doktrin, ideoloji v.b. şeyler “donmak” demekti. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun CHP’yi kastederek “Paşam bu partinin doktrini yok” sorusuna Atatürk’ün yanıtı: “Elbette yok çocuğum, eğer doktrine gidersek hareketi dondururuz” (5) olmuştur. Görülüyor ki, Türkiye’nin temel iddia ve yönelimi iddia edilen özgünlüklerin belirtik kılınması ve ideolojileştirmeye yönelik değil korunmacı bir şekilde Batılılaşma dinamiklerine doğrudur. Pratikte Mustafa Kemal, “hem de kendileri ile savaş halinde olmasına rağmen, Batı ile daima temas ve ilişki yollarını aramıştır.” (6) Erik Jan Zürcher bu konuyu şöyle yorumlar: “Tarih tezinin bir parçası olduğu aşırı ulusçuluk, Kemalist politikaların öteki niteliği olan Batı usullerine hayranlık ve taklitle çelişir gibi gözüküyorsa da aslında Batı usullerinin benimsenmesini kolaylaştırmaya hizmet etti. Bir taraftan, Türk mirasının –bu miras büyük ölçüde efsanevi olsa bile– Osmanlı İmparatorluğu’nun Ortadoğulu ve İslami olan uygarlığından ayrı bir şey gibi vurgulanması, geleneksel Ortadoğu uygarlığı unsurlarının Batınınkilerle değiştirilmesini kolaylaştırmıştı. Aşırı milliyetçilik bir taraftan da, Türklere bilhassa da genç kuşaklara, kimi zaman kimlik ve ulusal övünç duygusu aşılamıştı ve bu bir anlamda, Avrupa’yı izleme ihtiyacını psikolojik olarak dengeliyordu.” (7) Ulusçuluk (milliyetçilik) Batıcılığı, Batıcılık ulusçuluğu; modernist hamleler bir yandan bu
134
Yeniden Devrim / 9
belirlenimleri diğer yandan geleneksel yapıyı koşullamaktadır. Şevket Süreyya’nın “mistik peygamber” dediği Hilmi Ziya Ülken, bu nedenle geleneksel yapıyı sahiplenerek aydının halka gitmesini ve orada terbiye olmasını önermesidir. (8) Ama Ülken devletçilik, milliyetçilik ve Batıcılık arasındaki ilişkiyi de görmekte ve benimsemektedir: “Milli endüstriyi kurmak, garplı olmanın ilk ve zaruri adımıydı ve Türkiye Cumhuriyeti seksen senelik kararsızlığın doğurduğu zararların önüne geçmek için ‘iktisadi devletçilik’i tahakkuk ettirdi. Teknikle fikir arasında sıkı bağlılık vardır. Her fikir seviyesi, bir teknik şekline karşılıktır. (...) Bir memlekete bir fikri getirmek için başlıca yol, oraya bu fikrin tekniğini sokmaktır.(...) İktisadi devletçilik bizde milliyetçiliğin ve garpçılığın uyanması için esas temelleri hazırladı.” (9) Kemalizmin kökenleri Atatürk, “Benim takip ettiğim hattı hareket, ancak kendi fikrimin mahsulüdür” diyordu. (10) Tarz olarak evet ama öncül fikirler gerçekte onun fikrinin mahsulü değildi. Gerçek şu ki, “milli iktisat”tan CHP’nin Altı Ok’u ve Kemalizmin temel görüşlerine dek neredeyse her şey, bir önceki dönemin fikir ve aranış laboratuvarında bulunmaktadır. Örneğin “milli, iktisadi seferberlik” fikri Ahmed Cevdet Paşa’da ve Yeni Osmanlılarda; “Milliyetçi İktisat görüşünün ilk belirtileri” ve “devletçilik” Namık Kemal’de; kooperatifçilik ve devletçilik Ahmet Cevat Emre’de; “iktisadi vatanperverlik” kavram ve doktrini Ziya Gökalp’te; sınıflı toplumlar ve sınıf çatışmalarının yol açtığı felaketler ve bunların yol açtığı uluslararası sorunlar ile “halkçılık” ve “tesanütçülük” (dayanışmacılık) Tekin Alp’te (M. Cohen) görülmekte, Yusuf Akçura ve
Ziya Gökalp’in yazdıkları Türk Yurdu dergisi Fransız tesanütçü (dayanışmacı) sosyologların görüşlerini benimsemekte ve Şerif Mardin, “modern Türkiye’de Atatürk devrinde hakim olmuş düşüncelerin ilk şeklini artık seçmek mümkündür” demektedir. (11) Şerif Mardin, Atatürkçülüğün beslendiği ortamı bir diğer çalışmasında şöyle açıklamaktadır: “Atatürkçülüğün ana ilkeleri 19. yüzyıl sonunda, padişahın yasaklarına rağmen İstanbul, İzmir, Beyrut gibi imparatorluk merkezlerinde yayılan Batı fikir akımlarının etkisinde ortaya çıkmıştır. Bu fikirler 1880’lerden sonra yüksek öğrenim görenlerin bir bölümü üzerinde etkili olmaya başlamıştır. Fikirlerin tartışıldığı odak noktaları arasında Mülkiye, Askeri Tıbbiye ve Harbiye okullarını saymak gerekir. (...) Atatürk nesli, Batı’nın Büchner gibi materyalist düşünürlerinin, müsbet bilimlerle toplum problemlerinin çözülebileceğine inanan pozitivistlerin ve Darwin’in evrim teorilerinin sosyal bilimlere yansımasının etkisi altında yetişti.
“Bu fikirleri daha açık olarak zamanının toplum bilimleriyle pekiştiren Ziya Gökalp’tir.
Türkiye'de Neler Oluyor?
135
Gerek Atatürkçülüğün sınıfsız topluluk fikri, gerek Türklüğün zamanla oluşacak bir ideal olduğu fikri, Gökalp’e dayanır.” (12) Görüyoruz ki modern Türkiye’nin ilk döneminde iktisatta bile Kemalizmin fikir laboratuvarı Türkçü, milliyetçi bir eksene sahiptir. Bu nedenle Kemalizmden bağımsız bir milliyetçilik gelişmemiş; Türk sağının özel bir veçhesi zannedilen milliyetçilik, aslında, düzenin merkezinin beslediği bir ideoloji ve siyaset alanı olmuştur. Kuşkusuz 1940’larla birlikte, “özgün” Kemalizm döneminin sona ermesine doğru, milliyetçilik çok daha fazla siyasallaşıp özgürleşecek bir kimlik oluşumu ortamı bulabilmiş ve 1930’ların ırkçılığını yeniden üretmiştir. Kemalizm ve korporatizm
Taha Parla, “20. yüzyıl egemen Türk siyasal düşüncesi, hatta daha yüksek bir soyutlama düzeyinde Türk kamu felsefesi korporatisttir. İdeolojik ve kültürel yapılar gibi, tek parti döneminde yerleştirilen ve 1980’den sonra da başta 1982 Anayasası olmak üzere o döneme önemli geri dönüşleri temsil eden yeni düzenlemelere uğratılmış kurumsal yapılar da esas olarak korporatisttir. Genelde solidarist–dayanışmacı; zaman zaman, yer yer de faşizan ve faşist tonları ve dozajlarıyla korporatisttir. Bu nedenle de Türkiye’de politik–ideolojik ‘merkez’ ortada değil, hep sağda olagelmiştir” demektedir. (13) Parla korporatizmi şöyle açıklar: “Her iki alt-türü de anti-Marksist ve anti-sosyalist olan ve kapitalizme anti-liberal bir teorik-moral rasyonel sağlamaya çalışan korporatizm, tanımı gereği sağ bir ideoloji ve dünya görüşüdür. Korporatizm, toplumu, Atatürk’ün deyişiyle birbirlerinin ‘lazımı ve melzumu’ olan, birbirlerini uyum içinde tamamlayan organlardan (meslek zümrelerinden) oluşan bir organizma olarak görür. Hem liberalizmin bireyciliğini, hem de sosyal sınıfların varlığını, sınıf çatışmasını, emek-sermaye çelişkisini reddeder. Bütünsel bir ‘kamu çıkarı’nı ve ‘ulusal çıkarı’ meydana getiren mesleki çıkarların toplamının, devlet-işveren-işçi üçgeni içinde gerçekleştiğini ileri sürer. Bu da, siyasal temsil ve karar alma düzeyinde gevşek ya da sıkı korporatif kurumsal yapılarla sağlanır. İki alt türünden biri olan solidarist korporatizm daha çoğulcu ve ılımlı devletçi, öbür alt-türü faşist korporatizm ise tekçi ve totaliterdir. Değişen derecelerde otoriter ve devletçi ara-biçimler teoride ve pratikte çeşitlilik gösterir. Korporatizm, rekabetçi bireyci liberal kapitalizme Marksizmin yönelttiği üretim anarşisi ve sınıfsal sömürü eleştirisindeki isabet payını görüp, kapitalizmin sınıf çatışması riskini gidermeye yönelik korporatist kapitalist bir kuram geliştirmiştir.” (14)
136
Yeniden Devrim / 9
Eşitlikçilik! Şimdi çok önemli bir konu olan eşitlikçiliğin durumuna da bakabiliriz. Akçura ve
Gökalp’in tesanütçülüğünde Türk toplum yapılarının iktisadi gelişmemişlikleriyle bağlantılı bir müsavatçılık da (eşitlikçilik) bulunmakla birlikte bu husus Cumhuriyet döneminde içerilmemiş, “sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz” deyişinin gizlemeye çalıştığı sınıfsal bir bağlamda dışlanmıştır. Şerif Mardin, CHP güdümlü Ülkü Halkevleri Mecmuası’nda “eşitlik-müsavat kavramı(nın) bir kere bile” (15) görülmediğini saptamıştır. Burada çok önemli bir ortak paydaya dikkat çekmek gerekir: Eşitlikçilik, Kemalizmde olmadığı gibi ne 19. yüzyıl liberalizmi ne de sağın hiçbir kanadında yer almaz. Kemalizmin ikili karakteri
Taha Parla Kemalizmi değerlendirirken “kültürel” ve “siyasal” Kemalizm ayrımına başvuruyor. “Kültürel Kemalizm’, özellikle laikliği, akılcılığı, köktenci kültürel reformculuğu ile ileri ve kalıcılığı korunması gereken bir ideoloji ve harekettir. Öte yandan esas olarak solidarist korporatist ‘Siyasal Kemalizm’, otoriterliği, devletçiliği, tek particiliği ve ‘şefçiliği’ nedeniyle demokratik ve ilerici olduğu savunulamayacak bir tarihsel siyasal ideoloji ve rejim türüdür.” (16) Ancak Kemalizm, belirlenimleri sonrasına da uzanan bir şekilde merkezi belirler ve oraya yerleşirken, Parla’nın sözünü ettiği “ileri” ya da “ilerici” öğelerin bir kısmını bastırmıştır. Söz konusu ileri adımları önemseyerek söylemek gerekir ki, başta Atatürk ve İnönü’nünki olmak üzere milliyetçilik yorumları, örneğin “akılcılığı” gölgeleyebilmiştir. Parla’nın tek particiliğe ilişkin söyledikleri ise bence doğru değildir, buna aşağıda değineceğim. Ancak her şeye karşın Kemalizmin ikili bir karakterinden söz etmek olanaklıdır. Kemalizmin bu ikili karakterini dışlamaksızın, daha üst bir tarihsel çerçeveden bakınca, burjuva devrimi bağlamıyla onu ilerici olarak tanımlamakta hiçbir sakınca görmüyorum. Saltanat, hilafet ve feodalizme karşı sıçramalı olarak gerçekleştirilen bu hamle kesinlikle devrimcidir. Ama konu Kemalizmin “yeniden üretilmesi”ne gelince Melih Pekdemir’e hak vermemek elde değildir: “Kemalizmi de soyut bir ‘ilericilik’ kavramıyla yeniden üretmek mümkün değildir. (...) İlericilik–gericilik gibi bir ikilem olacaksa, bana göre bu konuda aslolan özgürlük ve eşitlik karşısındaki tutumdur.” (17) Dolayısıyla Kemalizm konusu çok boyutlu bir çözümlemeye tabi tutulması gereken bir konudur.
Türkiye'de Neler Oluyor?
137
“Liberal demokrasi”ye doğru! Kemalizmin devletçiliği ve uygulamadaki tek partililiğin pragmatist nedenlerle göreli durumlar olduğunu belirtmek gerek. Örneğin devletçilik, Atatürk tarafından İsmet İnönü veya Kadrocular kadar savunulmamıştır. Hatta Atatürk’ün İnönü’ye göre liberal ekonomiye her zaman daha yakın olduğu bile söylenebilir. Aynı şekilde “tek partililik” bir zorunluluk olarak uygulanmış ve “tek particilik”e yönelik teorik bir rasyonalizasyona yönelinmemiştir. Daha ötesi, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası bizzat Atatürk’ün girişimleriyle liberal birer parti olarak kurdurulmuştur. Bu partilerin kapatılmaları da “tek particilik” yönünde zorlama bir teorizasyona yol açmamıştır. Bu partilerden Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılması, fırkanın kitle ilgisi itibarıyla kendiliğinden bir şekilde aşırı hızlı kitleselleşmesi karşısında, Atatürk’ün kendisinin de belirttiği üzere CHP’yi kollama yükümlülüğünden kaynaklanmıştır. Yoksa Atatürk, fırkanın kurulmasının öngününde Fethi Beye (Okyar) “Azizim Fethi Beyefendi” hitabıyla başladığı mektubunda şöyle yazar: “Büyük Millet Meclisinde ve Millet karşısında, millet işlerinin serbest münakaşası ve iyi niyet sahibi kimselerin ve fırkaların içtihatlarını (görüş ve kanaatlerini) ortaya koyarak, milletin yüksek menfaatlerini aramaları, benim gençliğimden beri âşık ve taraftar olduğum bir sistemdir.” Atatürk, “laik cumhuriyet esasında beraberiz” diyor, bunu memnuniyetle karşılıyor ve bu “temele dayanan yeni bir fırkanın faaliyete geçerek millet işlerini serbest münakaşa etmesini cumhuriyet esaslarından sayarım.” (18) Atatürk’ün bu sözleri, bazı Kemalistlerin Cumhuriyet ve demokrasi arasında özdeşlik kurmalarını doğrularcasına liberal demokrasiyi olumlamaktadır. Ancak bu yöndeki koşullar o kadar yenidir ki, Şevket Süreyya Aydemir bile hissedilir bir sıkıntı ile, “Serbest Fırkanın programının özünü teşkil eden, fakat Serbest Fırka lideri tarafından, toplu bir Ekonomik politik görüşü içinde verilemeyip perakende tartışmalarda kaybolan Liberalizm konusunda daha fazla durmak istemiyoruz” (19) demiştir. Diğer yandan İsmet İnönü, Recep Peker, Mahmut Esat Bozkurt gibi önde gelen isimlerin ve Kadrocuların liberalizme yönelik sert saldırılarını paylaşan ve Kemalizmi ideolojileştirmenin başını çeken Kadrocu Ş. S. Aydemir bile, “yürürlükte olan Anayasa liberal bir yapıya malikti” (20) sözleriyle gerçek yönelimi saptamıştır. 1908 sonrası Osmanlı’da İttihat ve Terakki’nin, Cumhuriyet’te ise Atatürk ve CHP’nin erk kanallarını elde tutmaları ve arzu edilmesine karşın uluslararası koşullar nedeniyle liberal kapitalist gelişme doğrultusunda adım atılamaması, bu yöndeki aranışları kesikli kılmıştır. Bu nedenle örneğin DP-AP ya da bir ANAP’ın doğrudan devamcısı oldukları oluşumlar bulunmamaktadır. Osmanlı’daki Hürriyet ve İtilaf Fırkası ile Mütedil Hürriyetpervan Fırkası
138
Yeniden Devrim / 9
ve Islahat-ı Esasiye-i Osmaniye Fırkası ile Cumhuriyet’in ilk 15 yılında görülen Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası girişimleri hep kesikli olmuş, belirgin bir çizgi yaratamamışlardır. Yine de bu partilerin emperyalist güçlerle ilişki, dış borçlanmaya açık oluşları, liberal ekonomi savunuları, bireyin hür piyasa içinde anlamlanacak olan hürriyeti ve dolayısıyla devletin iktisadi alanda sınırlanmasına yönelik önermeleri kırılmalı olarak DP-AP ile ANAP-DYP-AKP kulvarlarına ve diğer sağ partilere akabilmiştir. Liberalizme doğru bir ön çerçeve Eskiden Demirel’den sıkça duyduğumuz “hür teşebbüs” yani bir biçimde liberalizmin de egemen ideoloji alanına girmiş olması, sanıldığının aksine, liberalizme ideolojik saldırıların da yapıldığı 1930’ların korunmacı, devletçi politikaları ile temel bir zıtlık oluşturmamaktadır. İzmir İktisat Kongresi’nin liberal tercihleri bilinmektedir. “Türkiye’de, yabancı işbirlikçisi olmayan ve memleketin kalkınmasını başaracak, bağımsız ve güçlü bir kapitalist sınıf yaratmak. İzmir İktisat Kongresi’nden 1930’lara kadar bu politika, klasik liberal âdemi müdahalecilik aracılığı ile yürütülmeye çalışılmıştır. Bu araç beklenen neticeyi vermeyince, aynı politikanın emrine bu sefer devlet müdahaleciliği verilmiştir.” (21) 1930–1945 arasında bu nedenle gündeme gelen korumacı, devletçi kalkınma politikaları 2. Dünya Paylaşım Savaşının ardından İnönü iktidarında değişmeye başlamıştır. Bu özgün Kemalizm döneminin bitişine denk gelir. Şevket Süreyya Aydemir bile, 1968’de hüzün ve içten bir eleştiriyle kınadığı “oligarşik bir kapitalizm nizamı içinde kalkınma” (22) yönelimine 1948’lerde onay verir duruma düşmüştür: “Bu harekette herkese yer ve herkese iş vardır. Hem fert, hem devlet, hem hususi teşebbüs, hem devlet varlığı, hem de yabancı sermaye için hesapsız iş ve işbirliği sahaları henüz sahibini bekliyor. Bu inkılâbın hedefi memleketin yeniden fethidir. Çünkü bu toprağın imkanları henüz el dokunulmamış olarak duruyor.” (23) Dünya kapitalizmine eklemlenme süreci, liberal iktisadi politikalara daha fazla geçit vermiş ve Türkiye’nin kalkınma politikalarına bir biçimde içerilmiştir. 1960’lardan 1970’lere özünde liberal temeldeki ithal ikameci, planlamacı, karma ekonomi politikaları da esasen bu bağlamda uygulanmıştır. Kemalist dönemde sağ düşünce nüveleri Atatürk’e çok yakın olan Falih Rıfkı Atay, “Onun partisine tek parti adını verenler yanılmaktadırlar. Halk Partisi en koyu gericilikten en ileri fikre kadar bütün eğilimleri iti-
Türkiye'de Neler Oluyor?
139
raz edilmez bir prensipler disiplini içinde dizginlemeğe çalışan bir karma parti idi. Bu karma parti içinde bizler yabancı idik ve yadırganırdık” demektedir. (24) Atay, “Geriye doğru bir tenkid denemesi” yaparken de şöyle der: “Atatürk devrine tek parti devri diyoruz: Bu bir karma parti idi. Disiplini devrimlerimize inanıştan doğmuyordu. Bilakis Atatürk devrinin zaafı, devrimci bir tek parti rejimi olmamasıdır.” (25) Atay’ın kastı bir yana, partinin içinde sağ ve sol eğilimlerin bir arada olması Sovyetler Birliği mercilerinin de dikkatini çekmektedir. 1932 yılında Atay’ın Milletlerarası Yazarlar (Birliği) Kongresi dolayısıyla gittiği Moskova’da, bir sohbette bu konuda kendisine şu söylenmiştir: “Sizin partinizde sollar ve sağlar vardır. Biz bir gün sağların hakim olmıyacağını bilemeyiz. Bunlara güvenemeyiz de!” (26) Taha Parla da haklı olarak, “Alt ve orta soyutlama ve çözümleme düzeylerinde bakıldığında Türkiye’de çok farklı, hatta karşıt, görülen/sanılan bazı akımların/grupların, daha yüksek bir soyutlama planında incelendiğinde çok daha temel ortaklıkları olabileceğini” (27) söylemektedir. Bu çok doğrudur. Sağı Bayar, Menderes, Demirel, Feyzioğlu, Erbakan, Türkeş gibi isimlerle sınırlı gören sol Kemalist ya da daha genel çerçevedeki bir sol zafiyete düşmemek gerekir. Sınıfsal bir yaklaşımla söylemek gerekir ki, uzun yıllar Türkiye’nin siyasi merkezini alternatifsiz olarak kapsayan Kemalizm, burjuva devrimciliği, aydınlanmacılığı gibi önemsenmesi gereken siyasal toplumsal dönüşümlerle birlikte hem sağı hem de solu beslemiştir. Kemalizmin sağ alanı da kaplaması, kendi iktisadi sosyal belirlenim ve öngörüleri yanı sıra, Türk sağına kolayca reddedemeyeceği ve uzunca bir süre paradigma oluşturamayacağı bir havuz oluşturması ile de görülmektedir. Bu arada CHP Genel Sekreteri Recep Peker’in özel çabalarıyla yayımlanan Ülkü Halkevleri Mecmuası’na da değinmek gerekir. (Sonraki isimleri Ülkü Milli Kültür Dergisi, Ülkü Halkevleri ve Halkodaları Dergisi ve Halkoyu’dur) Ülkü, CHP’nin resmi yayını değildir, fakat parti çizgisinin yönlendiriciliğinde yayın yapar. Ülkü, Kadro gibi homojen bir yayın değildir ve Recep Peker tarafından ona karşı çıkarılmıştır da denilebilir. Yarı-siyasal, yarı-kültürel nitelikli, oldukça hetorojen, birbirinden farklı yönelimleri içerir; sağcı yazarlara ikinci döneminden itibaren sıkça rastlanır. Daha öncesinde ise “milli” ve “milli kültürel” temaların başat olması, sağcı düşüncenin örtüsü ve gizlendiği bir yuva olmasına yol açmıştır. Daha ötesine, faşizan, ırkçı sağ etki ve görüşlere geçebiliriz. Kadro’nun sürekli yazar grubundan Burhan Asaf (Belge) 1935 yılında bir tür Türk nasyonal sosyalizmi tanımlamaktadır: “Görülüyor ki nasyonalizmi kabul etmeyen bir sosyalizm bir zümre yahud sınıf hareketinin ötesine geçememiştir.” Burhan Asaf sosyalizmi sertçe eleştirdikten sonra da şöyle der: “Bizim kasdettiğimiz sosyalizm, sosyalizmden hiç bahsetmediği halde, devletçi Kamalizmde, hem Avrupa faşizmlerinden hem de Avrupa sosyalist programlarından
140
Yeniden Devrim / 9
çok daha fazla mevcuttur. Bizce sosyalizm, ulus’u sınıf hastalığından tamamen temizliyen ve ulusçuluk prensibi ile tezad halinde kalmak şöyle dursun bilakis onu modern şartlar dairesinde realize eden bir harekettir.” (28) Belge’den daha hızlı bir Batılılaşmacı, Falih Rıfkı Atay da, “Bir milletin hususi şartlarını, bu şartların hususi cebirlerini ve icaplarını düşünmeksizin, herhangi bir hareketi gelişi güzel muhakeme etmenin ne kadar yanlış olduğunu Alman misali bir kere daha ispat etmiştir” diyerek Alman nasyonal sosyalizmi/faşizmine işaret eder. (29) Ülkü yazarlarından Nusret Kemal, devletçilik ve plan için vasıta ve müeyyide olarak “terbiye”yi önermenin yanında, “milli bünyelere göre diktatör ya da demokrat plan”ların (30) şekillendiğini söyler. Tekin Alp ise, Ziya Gökalp’e ait bir söz olan ve Kemalistlerce yinelenen “fert yok cemiyet var; hak yok vazife var” görüşüne liberallerin karşılık olarak ileri sürdükleri “cemiyet yok ferd var” ya da “cemiyet var, fert var; vazife var, hak var” tartışmasından esinlenerek, Türkleştirme konusundaki bir yazı dizisinin ilkinde İnönü’den bir alıntı yapar: “Türk olmak için Türk olmağı sevmek ve Türk olmağı kabul etmek kâfidir.” (31) İkinci yazısında Alp, “Türkleştirme cemaat itibarile değil, ancak ferd itibarile olabilir. Ve binaenaleyh Türkleştirme savaşında düstur ‘cemaat yok ferd var’ olmak gerekir” (32) der. Bir başka yazar da “Fakat mutlak afaki olmakla beraber enfüsi zekanın kavradığı bir şey olduğundan bu hususta yalnız ırkların değil, milletlerin ve hatta ferdlerin bile metafiziği kendine mahsus bir mahiyet arzeder. Hayatın ifadesi de her ırka göre değişir” (33) der. Kemalizmin durumu Kemalizmin durumu, Türkiye kapitalizminin oluşum, gelişme ve kriz/bunalım süreçlerinin bütünü açısından irdelenmek durumundadır. Kemalizm ve Atatürkçülük ideoloji ve siyaset alanının tek belirleyeni ya da belirleyenleri midir, yoksa belirleyenler kümesinin içinde mi yer almaktadır? Bu konu önemlidir, çünkü bu iki yaklaşımdan her birine göre farklı siyasal ve ideolojik mücadele stratejileri, yönelimleri çıkmaktadır. Kemalizm 1940’lara kadar, Cumhuriyetin kuruluş ve oturtuluş yıllarında ideoloji ve siyaset alanını kaplamıştır. 1945-50’den sonra kırılmalı bir Kemalizm ile Atatürkçülük birbirinden ayrışarak var olmuştur. Bu ayrışma Kemalizmin ideoloji ve kalkınma alanlarında bir çizgi temsiline; Atatürtçülük ise resmi ideoloji formunda kullanımıyla belirginleşir. Demokrat Parti iktidarının ordu alt ve orta kademeleriyle yaşadığı kopukluk ve siyasal ortamı çok germesinden alınan motivasyon ile Türkiye’nin bir kalkınma paradigmasının bulunduğu 1960’larda Kemalizme bir soluk daha katıldı ise de 12 Mart döneminden sonra göreli de olsa iç örgüsü bulunan, toplum nezdinde etkili, ordu içinde revaçta olan,
Türkiye'de Neler Oluyor?
141
devlet içinde bütünleştirici bir ideolojik motif olarak Kemalizme artık rastlanmaz. Sol Kemalistlerin varlığı, Kemalizm karşılığını üretmemektedir. Ancak sürekli karşımıza bir Kemalizm çıkarılmaktadır. Anti-Kemalist solcular, sivil toplumcular, ikinci Cumhuriyetçi liberallar, İslamcılar ve Atatürk mitosunun etkisi altındaki Kürtler “Kemalizm” der dururlar. Betül Yarar bu duruma ilişkin yerinde bir saptamada bulunmuştu: “Cumhuriyet tarihinin 1980’lere kadar uzanan dönemini homojen bir tarihsel süreç olarak değerlendirmek, aslında Özalcı siyasal söylem içinde türetilen stratejilerden biridir. Kemalist devleti Türkiye’nin modern tarihi boyunca yaşanan sorunların ana kaynağı olarak kodlamak ve bu rejimin popülist devletçi anlayışını eleştirmek kendi liberal yönetim tekniğine kazandırmak için yeni sağın geliştirdiği söylemsel bir stratejidir.” (34) Bu durum bazı ulusalcıların da işine geliyor olsa gerek. Aktüel planda ulusalcı sayılabilecek Soner Yalçın diyor ki: “Bakınız... Soğuk savaş bitene kadar Türkiye’nin iç ve dış politikası belliydi. ABD-NATO-AB; Kemalizm’den, TSK gibi Cumhuriyet kurumlarından memnundu. Ortak düşman ise belliydi; komünistler. (...) Buraya kadar sanıyorum kimsenin bir itirazı yoktur. Sonra ne olduysa Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla başladı. Kemalizm ‘out’, ılımlı İslam ‘in’ oluverdi.” (35) “Sivil toplumcu” cenahtan Hasan Bülent Kahraman da Kemalizmi neredeyse bütün Türkiye tarihine yayarak geniş bir dönemleme yapıyor: “1930’lar 1. Kemalizm, 1960 2. Kemalizm, 1980 3. Kemalizm, 28 Şubat sonrası 4. Kemalizm. Birinci dönemi bir yana bırakırsak diğer üç dönem de bürokratik hakimiyeti artırmak ve devleti bu hakimiyet ekseninde şekillendirmek üzerine gelişiyor.” (36) Oysa özgün Kemalizm 1945’lerde dünya kapitalizmine eklemlenme ile; bakiyesi ile birlikte 1960’ların “sol Kemalist” iktidar çabaları bağlamındaki Kemalizm ise 12 Mart 1971 askeri darbesi ile bitirilmiştir. Dolayısıyla yukarıdaki görüşler, sermaye birikim süreçleri ile siyaset ve ideoloji alanları arasındaki bağları gözetmeksizin, Kemalizmi bütün Cumhuriyet tarihini kapsayacak denli güçlü bir ideolojik, siyasal güç ve form olarak görme yanılgısını paylaşmaktadırlar. Çözülen Kemalizmin devlet sistemi ve egemen ideoloji alanına kattığı bir girdi artık yoktur. Cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve laiklik, öylesine yerleşmiştir ki, kim hükümet/iktidar olursa olsun ilk ikisi konusunda kimseye papuç bırakmamakta; üçüncüsüne ise en karşıtı bile bütünlüklü bir şekilde karşı çıkamamakta, hatta AKP örneğinde görüldüğü gibi, toplum içinde yayılırken, kitlesi de “modernleşme” ve düzen ile daha üst düzeylerde uyum olanağı bulmaktadır. Kemalizm ile Atatürkçülük arasında yanlış bir kavramsal aynılık kurarak, gerçekte daha dar ve resmi bir alana ait olan “Atatürkçülük”ün, son yıllar hariç, Türkiye’nin bütün tarihini belirleyen bir ideoloji ve siyaset olduğu iddia edilmesine dair Melih Pekdemir’in
142
Yeniden Devrim / 9
Atatürkçülük yorumuna başvurulabilir. Pekdemir, Atatürkçülük için, “Kemalizmin, sistemin geldiği yer bakımdan sakıncalı yönlerinin de törpülendiği ve yeniden üretildiği biçimi” (37) diyor. Pekdemir bu tanımında haklıdır ama konu “sistemin geldiği yer bakımından” öyle bir safhaya ulaşmıştır ki, önde gelen bazı asker kökenli ulusalcılar ve Genelkurmay metinlerine göre, Atatürkçülük (de) bir ideoloji değildir ve ideolojileştirilmemesi gerekmektedir. Çünkü kapitalizm dinsiz yapamaz. Bu konu gerek Atatürk döneminde, gerekse son yıllarda laikliğin gerilemesi Atatürkçü devlet katlarında ele alınırken, dinin gerekli olduğu yönünde net görüşler belirtilmiştir. Zira söz konusu olan rejimin ötesinde düzenin ya da sistemin bekasıdır. Bu nokta, İslamcı kökenli (ve tabii yeni liberal) politikacılar ile devlet arasındaki bir uzlaşma alanını da tanımlamaktadır. Kemalizm bağlamında son olarak şunu söylemek istiyorum. Kemalizm Türkiye’nin oluşum yılları, bağımsız ya da tam bağımlı olmayan kalkınma süreçlerinde var olmuş ancak bizzat Atatürk tarafından ideolojileştirilmemesi istenmiştir. Ondaki “olumlu” öğelerle ve içine düşmeksizin, dışsal bir zeminde, sosyalizmin kendi zemininde bir ilişki kurmak ve onu daha fazla ayrıştırarak dışsallaştırmak gerekiyor. Sosyalist hareket, Türkiye’de sosyalizmi gerçekten bağımsız bir ideolojik siyasal hat haline getirecekse, bazı sol Kemalistlerle benzer şeyleri söylerken bile ayrıksılığını göstermek durumundadır. Sosyalist hareket, fiili gelişme süreçlerinde Kemalizmden kopmuştur. Bu noktada yeni bir sıkışma yaşanmak istenmiyorsa, devrimci sosyalist siyaset kendi bütünselliği içinde güçlü bir şekilde devreye girmelidir. Başka türlü bu ülke Kemalizm/Atatürkçülük mitosundan ve laikliğin Kemalist dönemdeki uygulamasına yaklaşamayan sığ, düzenci, gerici yorumlarından kurtulamayacaktır.
Bir Kemalizm/Atatürkçülük yanılsaması olarak Ergenekon Sermaye birikim sürecinin ilk evrelerinin bu ülke ve toplum lehine olan kazanımları, yine sermayenin 1970’lerde başlayan bunalımı nedeniyle, küreselleşme ve yeni liberal politikalar yoluyla daha geniş tabanlı sermaye çıkarları adına tahrip edilirken, bu sürecin suç ortağı olan merkez sol ve “sol” görünümlü ama mutlak çoğunluğu sağ kadrolu ulusalcılık akımı bir yanılsama yaratmıştır. Gerçekte daha önce çözülmüş olan Kemalizmin ideolojik ve siyasal bir hareket olarak yeni ulusalcılık tarafından temsil edildiği yanılsamasıdır bu. İlhan Selçuk, Doğu Perinçek, Yalçın Küçük, Mustafa Balbay dışında “sol” ismin nadir görülebileceği Ergenekon davası eksenli gelişmeler bu yanılsamayı doğrulamaktadır. Ergenekon operasyonu ile gözaltına alınan eski YÖK Başkanı Kemal Gürüz’ün, “Amerikan emperyalizmi palavradır. Ben Amerikancıyım. Dünya barışını ancak Amerika sağlayabilir.
Türkiye'de Neler Oluyor?
143
Türkiye’nin Batı ittifakının dışına çıkması felaket olur” (38) şeklindeki sözleri değindiğim yanılsama açısından anlamlıdır. Orduda ise farklı havalar esmektedir. Kemalizm konusunda gerçekten bir yanılsama yaşandığı, Mustafa Balbay’ın notlarına göre, Mehmet İlhan’ın 2003 yılına ait şu sözlerinde de görülmektedir: “Kemalizmi bir ideoloji olarak gösteremediğimizi biliyorlar.” (abç) (39) Dolayısıyla ordu üst katındaki AKP karşıtlarının Kemalist ya da Atatürkçü bir ideolojik duyarlılıkla davrandıkları ileri sürülemez. Doğan Avcıoğlu’na öykünen Yalçın Küçük ise konunun bakiyeler kısmında ve orduculuk peşindedir. Söz cambazlıklarını da içeren şu sözleri çekinilen en geri, en zavallı noktayı göstermesi açısından anlamlıdır: “Biz diğer sosyalistlerden, solculardan farklı olarak Türkiye ordusunu Türk Silahlı Kuvvetlerini çok önemseriz diyorum. Kastımız budur. Orducu demek, biz orduya hakaret etmeyiz, faşist demeyiz, dikkatle izleriz demektir. (…) çünkü biz kendi geleneklerimizle, Türkiye Silahlı Kuvvetlerinin gelenekleri içinde, Türkiye Silahlı Kuvvetleri’nin kabulü olmadan Türkiye’yi ileriye götüremeyeceğimize inanırız. (…) Türkiye Ordusunu Sosyalist yapmak, orada bir sosyalist hareket kurmak gibi bir niyetimiz yok. Biz, Türkiye ordusunu kabulü olmadan bu ülkeyi daha ileriye, daha bağımsızlığa, daha emekçiye götürememeyi kastediyoruz. Kastımız budur. Bundan başka ve onun için içimiz acıyor.” (abç) (40) O bekleye dursun, orduda gerçekten farklı havalar esmektedir. Balbay’ın notlarına göre, eski Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur 19 Nisan 2003 tarihinde, emekliliğinden birkaç ay önce İlhan Selçuk’a, “Biz artık yaralı bir kuşuz. Bir şey denedik, olmadı. Belki hayal gördük” (41) demiştir. Kısacası Ergenekon soruşturmasındaki bulamacın Kemalizmin bir devamı olarak değerlendirilmesi sorunlu bir yaklaşım olacaktır. Söz konusu olan bir iktidar mücadelesi idi.Diğer yandan, kapitalizmin üst yapısının temel direği olan devlet, her uğrakta kendini yeniden yapılandırır. Devlet, sistem içindeki siyasal (“sınıf”) mücadeleleri veya iktidar mücadeleleri tarafından da yapılandırılır. Bir de tabii emperyalizm olgusu bulunmaktadır. Ergenekon operasyonunun CIA tarafından güdümlendiği; Türkiye’de devletin yeni liberalizm ve ABD çıkarları doğrultusunda bir kez daha yeniden yapılandırılması ve ulusalcılığın önünün kesilmesinin hedeflendiği; iktidar çatışması içinde mevcut hükümet ama nihai planda ABD lehine ağırlık oluşturulduğu açıktır. İç politikada etrafında dönülen temel gerilim hattı olan laiklik–ılımlı İslam konusunda Obama’nın her tarafa çiçek atan tutumunun Cumhuriyet Gazetesi başyazıları ve manşet haberlerince bile olumlanması, “Demoklesin kılıcı” olan Ergenekon operasyonunun amacına ulaştığını göstermektedir. Diğer taraftan Ergenekon operasyonu ile ordunun (ve dolayısıyla ordudaki Atatürkçü
144
Yeniden Devrim / 9
duyarlılığın) ABD kanalıyla etkisizleştirildiği izlenimi de çok doğru değildir. Tabi ki bir etkisizleştirme vardır ve bu bizzat eski MİT Müsteşarının yaptığı görüşmelerden sonra sesini çıkarmayı sürdürenlere yönelik olmuştur, köşelerine çekilenlere değil. Ama daha önemlisi Hüseyin Hasan Çebi’nin ABD açısından, ordu ve siyaset denklemine ilişkin şu söyledikleridir: “Türkiye’de ordu ile siyaseti birbirinden ayırmak, araya demokratik veya hukuki bir set çekmek olanaksızdır. Bunu en iyi bilebilecek durumda olan, NATO’dur. ABD’dir. ABD ise Türkiye için ordu ve siyaset denklemini asla sabit tutmaz. Bu ABD açısından taktik bir sorundur. Gerekmedikçe ve çıkarı gerektirmedikçe, ne orduyu siyasete ezdirir, ne de siyaseti orduya. Aksi halde istediği an denklemi yeniden kuracağı imkanı yitirmiş olur. Yakın elli yıla bakınca bu görülmüyor mu? Üç büyük ve doğrudan askeri darbenin üçünü de ABD planlayıp kotarmadı mı? Bu denklemin belli bir formatı ‘Tezkere Olayı’nda işlemeyince ABD’nin yeni bir denklem arayışına gireceği belli değil miydi? Dolmabahçe oturumları, Başbakan ve Başbuğ’un Bush’a birlikte gitmeleri, Kuzey Irak’a askeri müdahale’de ordu–hükümet kafadarlığı ve Anayasa Mahkemesi tescilli meşruiyet vb. mantıksal bir zincir oluşturmuyor mu?” (42) Bu bölümü bitirirken, bırakalım ulusalcılığı ya da sol Kemalizmi, Sungur Savran’ın belirttiği gibi, “Türkiye’de burjuva devriminin soluğunu çoktan tüketmiş olduğunu, yeni ve güçlü toplumsal atılımların kaynağı olamayacağını saptamak” (43) gerekiyor. Türk sağının evrimi ve tanımı Tanıl Bora, Türk sağını milliyetçilik, muhafazakârlık ve İslamcılık üçlemesinde irdeliyor. Ancak Bora bunları “üç ayrı siyasal ve ideolojik pozisyon” olarak görmüyor; üçü arasında bir “içeçilik” varsayıyor. Bora, “üçünü sağ gövdenin birbiriyle uyumlu organları gibi” ve “pozisyonlar olmaktan ziyade ‘haller’ olarak” tanımlıyor. (44) Bence, milliyetçilik ve İslamcılık, kuşkusuz iç içelikleriyle ana kollardır. Muhafazakârlığın ne kadar ayrı bir kol olduğu tartışmalıdır. Zira milliyetçilik ve İslam tek başlarına ideoloji alanına girerken muhafazakârlık bu açıdan daha geride gelmekte ve her ikisi tarafından içerilmektedir. Şimdi biraz eskilerden Yusuf Akçura’dan başlayabiliriz. Akçura, “hangi cemiyetin menfaatine çalışmalıyız? (...) Ben Osmanlı ve Müslüman bir Türk’üm; binaenaleyh Devlet-i Osmaniye, İslamiyet ve bütün Türkler menfaatine hizmet etmek istiyorum.” (45) demekteydi. Bu çok bileşenliliğin kendi içindeki gerilim sorunsalı ile Gökalp’in “Türkleşmek, İslamlaşmak, Batılaşmak” üçlüsünde yer alan Batılılaşmanın yarattığı yeni sorunsallar söz konusudur. Bu noktada, Beşir Ayvazoğlu’nun Peyami Safa üzerine söylediklerinde ideolojik eklemlenmenin doğrultusu ve yarattığı gerilimleri izlemek olanaklıdır: Nazım’la
Türkiye'de Neler Oluyor?
145
dostluk ve etkileşimden kavgaya, militan anti-komünistlik, Avrupa hayranlığı ve Avrupa ile Türkiye arasındaki fark büyüklüğüne işaret, Türk Yurdu ve Türk Ocakları milliyetçiliği, Turan kavramını açıkça savunmama ve yadsımama, “hürriyetçi” ekonomi ve demokrasi karşıtlığı, sınıfların yadsınması, korporatizm savunuculuğu. Peyami Safa’nın ikilik ve belirlenimlerini ise kendi ağzından dinleyelim: “Bir Tereddüdün Romanı’na kadar şüpheci görünürüm. Bu romanın kahramanı sorar: ‘Manaya mana veren biz miyiz?’ Bu sorunun cevabı yirmi yıl sonra Matmazel Noraliya’nın Koltuğu’nda verilmiştir. Varlığa mana veren insan değildir, insana mana veren varlıktır. Şüpheci zamanlar da dahil, daima milliyetçi ve insancı oldum. Allah’tan şüphe ettiğim zamanlar bile onun varlığı imkanını reddetmedim. Marksist olmaksızın kendi inanış hudutlarım içinde bir çeşit sosyalistim. (...) Esasta değişmedim. Daima kendi kendimi tashihe çalıştım ve çalışıyorum. (...) Bunun için hem muhafazakâr, hem de inkılâpçıyım.” (46) Beşir Ayvazoğlu Peyami Safa’nın evrimini şöyle toparlıyor: “Peyami Safa’nın asıl fikri istikametinin milliyetçilik olduğu ve bunun hiç değişmediği doğrudur. Ancak 1930’larda Kemalist nitelik taşıyan bu milliyetçilik, 1940’larda konjonktüre bağlı olarak belli ölçüde faşizme kayar. 1950’lerde ise ılımlı bir kültür milliyetçiliği hüviyetini kazanır. 1940’larda muhalif olduğu demokrasinin zaruretine 1950’lerde inanmaya başlayan ve Demokrat Parti ile samimi ilişkilere giren Peyami Safa, 1960’lara doğru iyiden iyiye muhafazakâr bir söylem edinmiştir. Son on yılında yazdıklarında Türk sağının belli başlı bütün argümanlarını bulmak mümkündür.”(47) Türkiye’de sağın paradigmatik oturmamışlığı, onun aydınlarını siyasal angajmanlarından daha geniş bir aranışa yönlendirmiş ama sonunda koyu sağcılık galebe çalmıştır. Kısacası Türk sağı, Cumhuriyet tarihini ikilikler içinde sindire sindire oluşmuştur. Ahmet Turan Alkan “Türkiye’de ‘sağ’ın özene bezene seçilmiş, uzun uzadıya kurgulanmış, dikkatle üzerinde kafa yorulmuş ideolojik bir mesnedi ve bu mesnedin dayandığı felsefi bir adresi yok” demektedir. (48) Ahmet Helvacı ise muhafazakâr ideoloji, yeni sağ, liberal sağ vb. kavramlara değindikten sonra, Müslümanlık faktörünün de gözetilerek “bu coğrafyaya en uygun tanımın bulunması” (49) gerektiğini söylemektedir. Türk toplum yapısı ve geleneği, Cumhuriyetin ilk dönemlerinde hızlı siyasal üst yapı şekillenişleri karşısında “aşağıda” kaldığı için bir tepki potansiyelini taşımakta, bu da sağın değirmenine su taşımaktadır. Alkan bu durumla bağlantılı önemli bir noktaya değiniyor: “Sağ düşünce, varlık sebebini tepkiye borçludur”. Ama Alkan’a göre sağı bir “tez değil antitez olarak kabul etmek gerekir.” (50) Alkan’ın Türk sağının geçirdiği dönüşüme ilişkin yorumları ise şöyledir: Doktriner plandaki dağınıklığına karşın sağ, “teknik bir zaruretle” l990’lı yıllarda daha tutarlı bir fikri
146
Yeniden Devrim / 9
yörünge çizmiştir. Bu evrim “liberal demokrasi” etrafında anlamlı bir şekilde yoğunlaşmaktadır. Laiklik tedricen benimsenmekte ve Batı ülkelerindeki uygulamaları tercihe şayan bulunmaktadır. Hukukun üstünlüğü kavramı, devletle halkın aynı prensiplere uyulması yönünde yaygınlaşan bir bilinç oluşmaktadır. Serbest rekabet, üretimde dünya standartlarının ölçü olarak benimsenmesi, fikir hürriyeti, üretkenlik ve özelleştirme artık Türk sağının siyasi talepler listesinde yer almaktadır. “Bu taleplerin mesela yirmi beş sene önce pekâlâ ‘sol talepler’ olarak isimlendirildiği ne kadar doğru ise, aynı talep listesinin bu defa pragmatizmi ile maruf Türk sağı tarafından sahiplenilmesi, gözden kaçırılmaması gereken bir olgudur.” Sağ partilerin programları birbirine benzemeye başlamakta ve “sağ aşiretler” arasındaki nüanslar aşınmaktadır. Türk sağı artık solun ananevi üstünlüğünü ele geçirmeye başlamıştır, “moderniteyi ilerlemeciliğin matkap ucu ittihaz ederek dünyaya açılmayı başarmıştır.” (51) Ahmet Helvacı da sağın tanımının zor olduğunu düşünüyor. “Türkiye’de en radikalinden en milliyetçisine kadar dindar sağın ideolojik duruşunun literatürde devredilebilir bir gerçeklik düzeyine ulaşmış bir tanımı bulunamamıştır.” Daha önemlisi Helvacı, “Osmanlı’dan devredilen ‘sonsuz devlet’ (devlet-i ebed-müddet) geleneğinin izlerini taşımasına rağmen modern Cumhuriyet tarihinde merkez-çevre ilişkisinde çevre güçlerinde yer alan, almak durumunda olan dindar sağ, bu konumu gereği Cumhuriyetle oluşan devletçi ve statükocu oluşumdan ve anlayıştan uzak kalmış, hatta görece olarak liberal bir söylemle mücadele etmek durumunda olmuştur” (52) diyor. Ancak “dindar” ve “muhafazakâr sağ”ın yaşamak durumunda olduğu bu gerilimin 1950’ler, 1965–1971, 1975–1980 ve 1983–2009 dilimlerinde devlet içinde kadrolaşma, devlete yerleşme ve özellikle 1980 sonrası devletin yeni liberal/yeni sağ dönüşüm sürecinde aşıldığı bir gerçektir. 1990’ların ortalarında Türk Ocakları Genel Başkanı olan Nuri Gürgür’ün sağ kavramına ilişkin söyledikleri, sağın geçirdiği bu evrimi teyit etmesi açısından anlamlıdır. “Sağ teriminin anlamı üzerinde tam bir mutabakat olmamakla beraber geleneksel değerleri korumaya çalışan (buna milli ve manevi değerler de denebilir) muhafazakâr bir tavır ve zihniyet şeklinde ifade etmek mümkündür. Ancak son dönemlerde Dünya’da yaşanılan gelişmelere paralel olarak sol ve sağ düşüncelerde köklü değişmelerin meydana geldiğini görüyoruz. Bu süreçte liberal demokratik değerlerin etkili hale gelmesinin önemli rolü olduğunu kabul etmeliyiz. (...) bu zihniyeti taşıyanlar liberal-demokrat kurumlara sahip çıkarlar ve toplumsal ahlaki muhafazakârlıkla liberal demokratik kurumlardan oluşan bir sistemi savunurlar; dolayısıyla bireysel özgürlüklere büyük değer verirler.” (53)
Türkiye'de Neler Oluyor?
147
Hasan Bülent Kahraman ise sağ partileri değerlendirirken bu partilerin teknolojizmine ilerici bir fonksiyon biçerek şöyle der: “ANAP’ın politik söylev olarak teknokratik bir içerik kazanmasına karşın, ideolojik açıdan daha tutucu bir çizgiye kaydığı biliniyor. Bunu Türkiye toplumundaki sağın özel bir gelişme göstergesi olarak almak gerekir. Aynı şeyler, biraz daha farklı biçimlerde hem Adalet Partisi ve hem de daha radikal sağı temsil ettiği bilinen siyasal partiler tarafından önceki dönemlerde yaşanmıştır. AP olsun, MSP türünden partiler olsun, içerik olarak tutucu ve feodal değerlere yaslanan bir politik söylev geliştirirlerken, bir yandan da teknolojizmi adeta bir çıkış noktası ve güç kaynağı olarak almışlardır. (...) ANAP söylev (diskur) olarak kendisini önsellikle (a priorite) ideolojik planda belirlememiş, liberalizmi de öteki ideolojik eğilimlerini de teknolojinin belirlemesini istemiştir.” Kahraman ANAP’ta, “siyasal ideolojinin eksikliği”ni saptamaktadır. (54) Oysa bu sağın pragmatizmine içkin bir durumdur. AKP’nin kendini ifade ediş açısından benimsediği “Muhafazakâr demokrat siyasi kimliğin parametreleri” Yalçın Akdoğan tarafından açıklanırken, “Muhafazakâr demokratlık, devrimci değişim anlayışına karşı doğal bir süreç şeklinde işleyen tedrici ve aşamalı bir değişim anlayışına dayanır” denilmektedir. Aynı parametreler içinde toplumsal ve kültürel çeşitlilikler, demokratik çoğulculuk, siyasal meşruiyet ile anayasallık ve evrensel normlara dayalı hukuki meşruiyet, bireysel ve kolektif hak ve özgürlükleri hiçe sayan totaliter ve otoriter anlayışların sivil ve demokratik siyasetin en büyük düşmanları olarak görülmesi, devletin ideolojik bir tercihle kendisini dogmatik bir alana hapsetmemesi, radikalizm ve toplum mühendisliğinin reddi, geleneksel yapının bazı değer ve kazanımlarını koruyarak değişim, idealizm ve realizm arasında denge kurulması ve ütopyalara ulaşmak için belli yöntemlerin mutlaklaştırılmaması v.b. liberal belirlenimler de dile getirilmektedir. (55) Biz bu belirlenimler kümesine muhafazakar liberalizm dersek, daha isabetli olacaktır. Bu noktada yeni sağ olgusuna da kısaca değinmekte yarar var. Yeni sağ, devletin ekonomideki rolü, serbest pazar/piyasa, yatırımlar ve teşvikler, bölüşüm politikaları, eğitim, sağlık, işçi hakları ve yerel yönetimler alanındaki çok boyutlu köktenci dönüşümlere ideolojik, siyasi, felsefi üstyapıyı oluşturmuştur. Eşitliği kategorik olarak yadsıyan, kamu mülkiyeti ve kamusal toplumsal hizmetleri ticarileştirme amaçlı tasfiyeyi öngören bu siyaset, sosyal devlete vurulan ağır darbe ile piyasa lehine özgürlükçülük’ün altını birey, kimlik, cemaat, etnisite eksenli olarak doldurmuş ve toplumsal yapıyı koşullamıştır. “Muhafazakâr demokrat liberalizm” furyası, bu kıskaç içinde üretilmektedir. Kapitalizmin piyasa lehine özgürleştirici gelişimi ve yayılması, kendisine potansiyel karşıtlık oluşturacak kesimleri böylece düzenin soğurma mekanizmaları içinde tutmayı amaçlamıştır.
148
Yeniden Devrim / 9
Şimdi sağ üzerine toplu bir değerlendirme yapabiliriz. Önce, sağın burjuva devrimci kök ile arasının çok iyi olmadığı söylenmelidir. Eric Hobsbawm, “Genel olarak söylersek, devrimci gelenek sağın paylaştığı bir şey değildir; sağın daha modern kanadı devrimci geleneğin bir parçasını, örneğin anayasal yönetim kavramını içselleştirmiş olsa da” (56) diyor. Türk sağının, gerekli/zorunlu saygıyı kastetmiyorum, Atatürk ile asıl barışıklığının esasen 1980 sonrası liberalleşme ile gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Saidi Nursi’cilerin 1965 sonrasında, en çok, Demirel iktidarlarınca kollandığı bilinmektedir. Türkiye, Kemalizm ve ideolojileştirilmeye çalışılmış bir Atatürkçülük’ten uzaklaştıkça, sağın, sistemin temel güvencesi olan Atatürk/çülük mitosuna sarıldığını söylemek olanaklıdır. Her ne kadar sağın kökleri Osmanlı’ya kadar uzatılabilirse ve her ne kadar sağ düşünce Kemalist dönemde kendine bazı nüveler oluşturabilmişse de, Türk sağı özellikle ilk evreleri için tanımlanırken, onu tek tek geleneksel ideolojik motiflerle özdeşleştirmek yerine, üst belirleyen alan olan siyasetin düzenleyici merkezine göre ve onun yanı başında tematik olarak varlığı hissedilen, gövde veya fizik olarak ise silik bir sağ olarak tanımlanmalıdır. Sağ; milliyetçilik, İslami tepki ve liberal iktisadi ve siyasal aranışlar itibarıyla tematik olarak ana siyasi süreçlerin içinde olsa da fiziki olarak merkezin yani önce Türkçülük cereyanlarının sonra da Kemalizmin gövde yaygınlığı nedeniyle onun çevresinde yer almıştır. Türk siyasetinin ana kulvarı kapitalist/sağ rotada olmasına karşın sağın kendini bir “ana akım” ya da tez değil de anti-tez olarak görmesinin nedeni budur. Türk sağı burjuva ideolojisine ilişkin liberal motiflerden daha fazla Türkiye’ye özgü İslami, Türkçü, muhafazâkar, popülist, yerelci, cemaatçi ideolojik motifleri, devlet belirlenimi ve devletten görece serbest hareket olanakları içinde aranmak durumunda kalmış, bu da onu dönemsel ifade ve belirlemelere yöneltmiştir. İslamcılık ya da laisizm karşısındaki konumlanış, muhafazakârlık, meşrutiyetçilik, âdemi merkeziyetçi liberal belirlenimler v.s. bunlar daha sonra devreye girecektir. Sağın baskın tematik bir biçimlenme ile ortaya çıkışı için, içinde ve çevresinde yer aldığı nesnelliğin kendini yeni koşullara teslim etmesi gerekiyordu. Yani önce 1946-50’lere, sonra 1950’ler ve 1965’lere, sonra da 1975’lerin Milliyetçi Cephe Hükümetleri ve 1980/90’lara gelinmesi gerekiyordu. Ancak böylece dincisi ve milliyetçi muhafazakârından liberali, yeni liberali/yeni sağcısına dek tümü, ortak payda olarak “mutlak” veya “güçlü” devlet ile “piyasacı” devleti kaynaştırmış; korunmacılık ve kalkınmacı karma ekonomiden “serbest pazar” ekonomisi
Türkiye'de Neler Oluyor?
149
ve küreselleşme gereklerine geçiş yapılmış; sermaye düzeninin tam savunusu ve işçiemekçi sınıflarla maddi çıkar karşıtlığı ön plana çıkarılmıştır. Sağda kapitalist gelişme gereklerinin koşulladığı kadar “ilerleme”nin benimsenmesi ile geleneksel belirlenim ve sınırlar ötesinde ideolojileştirmeye yönelmeme benimsenmektedir. Bu tutuculuk ile yeni liberal çerçeve pekâlâ uyumlu bir ilişki içindedir. Sağ partilerin ideoloji veya ideolojik bütünlük açısından sorunlu oldukları görülmektedir ama bu doğaldır. Çünkü sağ, gerçekte bir burjuva siyasetidir ve onun bütün biçimleri, sömürü ilişkilerini dolayımlarla gizleme siyaseti izler. Yeni liberal sağ siyaset bu işlevi, ekonomik süreçlerin gerektirdiği kadar gelişmeyi içeren birey ve piyasa fetişizmi ile yerine getirir. Bu nedenle sağ, Hasan Bülent Kahraman’ın ya da birçok sol liberalin aradığı gibi arı bir liberalizmi tarihsel olarak gereksinmemektedir. Bu Türk sağının geç/gecikmiş burjuva devrimine bağlı oluşum yaşamış olmasının yanı sıra kendi tarihsel toplumsal, geleneksel yapı formlarına dayanma gerekliliği ve liberalizmin tarihsel evrimi itibarıyla da artık olanaklı değildir. Dikkat edilirse geniş bir sağ küme yeni sağa şapka çıkartmaktadır. Bu günümüz sağının MHP dahil ana gövdelerinin bütün “gelenek”, “kök”, milliyetçilik vurgularına rağmen kaçınamadığı kapitalist gelişme düzeylerinin yarattığı bir çekimdir.Bunu Türk sağının belki de en ideolojik partisi olan MHP’nin evriminden de izleyebiliriz. MHP’nin ekonomik ve ideolojik belirlenimleri 1967 yılında Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi Kongresinde Alparslan Türkeş’in açıkladığı “9 Işık”ta somutlanmıştır. Bunlar: 1) Milliyetçilik. 2) Ülkücülük. 3) Ahlakçılık. 4) İlimcilik. 5) Toplumculuk. 6) Köycülük. 7) Hürriyetçilik ve Şahsiyetçilik. 8) Gelişmecilik. 9) Endüstri ve Teknikçilik’tir. Bu ilkelerden “milliyetçilik”, “ülkücülük” ve Türk–İslam kültürleri kökenli “ahlakçılık” ile liberalizmle ortak payda olan “hürriyetçilik ve şahsiyetçilik” dışında MHP felsefesinde sürekli kılınanı yoktur. İlimcilik, gelişmecilik, endüstri ve teknikçilik, bilindiği üzere Türkiye’deki kapitalist gelişme süreçlerince kalkınma bağlamlı birer program unsuru olmaktan çıkarılmış; hatta yeni sağ tarafından yeniden üretilerek eski yorumları geçersiz kılınmıştır. Karma ekonomi ve stratejik ekonomik faaliyetlerin devlet kontrolünde tutulması anlamında açıklanan “toplumculuk” da serbest piyasa ve özelleştirme furyasıyla aşılmıştır. Tarımsal alanlara ilişkin sözde “tarım kent” projeleri, MHP’nin içinde yer aldığı hükümetin 2001 yılında tam liberalizasyonu hedeflemesi ve tarımsal alanların 1967 sonrasında artan oranda kapitalist ilişkilere dahil olması nedeniyle tamamen aşılmıştır. Kısacası “kalkınmacı” ve “korporatist devletçi” olarak tanımlanabilecek ve faşizme genel olarak uygunluk taşıyan MHP de yeni bir rotaya girmiştir. Milliyetçi Çalışma Partisi’nin 1988’deki 2. Olağan Kongresinde Türkeş “4 temel prensip” sıralamıştır: 1) Meşruiyetçilik. 2)
150
Yeniden Devrim / 9
İnsan haklarına ve haysiyetine saygı. 3) Hukukun üstünlüğü. 4) Gönül seferberliği. Bunlar MHP’nin çekildiği yeni sağ sınırları ve yönelmekte olduğu merkez sağ alanı göstermektedir. Sağda ideolojik geçişkenlikler Liberalizmin neo liberal bağlam ve yeni sağ siyaset dolayımı ile doludizgin uygulanması 24 Ocak 1980 sonrasındaki Özal dönemiyle gündeme geldi. Böylece egemen ideoloji alanına “hür teşebbüs” bütün ihtişamıyla girdi ve ekonominin ve devletin reorganizasyonu eşliğinde serbest pazar, esnek üretim, esnek istihdam v.s. ile birlikte yeni sağ politikalar egemen oldu. Bu arada gündeme gelen 12 Eylül döneminin yoğun Atatürkçülüğü, aslında, Ordu üst kademesi ya da dönemin Milli Güvenlik Konseyi’nin ideolojik güçsüzlüğü ve Atatürkçülüğün kullanımının siyasal zoru kılıflama aracı olmasıyla birlikte değerlendirilmelidir. Sınıf mücadeleleri ortamı ve Afganistan ile İran’daki düzen değişikliklerine karşı uluslararası planda ABD’nin yedeğine alınan 12 Eylülcü Türkiye, kısa erimde topluma “of aman” dedirtmiş Atatürkçülük ile eşzamanlı olarak laikliğin aşındırıldığı yeşil kuşak stratejisi, Türk–İslam sentezi ve yeni sağ politikaları benimsemiştir. Erik Jan Zürcher, 1970’te kurulan Aydınlar Ocağı’nın geliştirdiği “Türk–İslam sentezi”nin Özal tarafından ele alınışına ilişkin şunları söylüyor: “1970’lerin sonlarında bu ideoloji sağ siyasette, Milli Selamet Partisi’nde hatta daha çok da Türkeş’in Milliyetçi Hareket Partisi’nde, hayli tutulmaktaydı. 1983’ten sonra ise Özal’ın ANAP’ında rehber bir ilke haline gelmişti, ancak bu ideoloji orada, Batı’ya yetişmek (ya da Özal’ın deyimiyle ‘çağ atlamak’) için teknolojik yenilik yapma konusundaki güçlü inançla birleştirilmişti.” (57) Dikkat edilirse, artık bütün sağa yayılmış bulunan bir durum, dinci MSP ile milliyetçi MHP, sonra da dört eğilimi birleştirdiğini iddia eden ANAP arasında gözlenmektedir. Burada saptanması gereken bu partiler arası ideolojik geçişkenliklerdir. Tanıl Bora ANAP, DYP, MHP, RP’nin arasındaki geçişkenliklerden hareketle, “(Neo) Liberal-muhafazakâr sentezinin Türkiye’deki teşekkülü, bilhassa etkili bir gelişme olarak vurgulanmaya değer. İdeolojik açıdan, güçlü bir modernleşme ve ‘zenginleşme’ iradesiyle dindar hassasiyetleri uyuşturan; siyasal açıdan ise merkez-sağ siyasetle milliyetçi ve muhafazakâr siyasetin gerek kadrolarını gerekse simgelerini, söylemlerini harmanlayan projesiyle, Turgut Özal bu Sentezin öncüsü olmuştur. Özal’ın bu girişimi, RP ve MHP’nin temsil ettiği ‘radikal’ sağın ‘malzemesini’ ehlileştirmeyi, yumuşatmayı, o ‘malzemenin’ esas sahiplerini ise marjinalleştirmeyi hedefliyordu. 1983–87 döneminde bu proje tuttu. 1980’lerin/90’lar dönümünde ise, radikal sağın bizzat kendisi merkezin kapılarını zorlamaya başladı”
Türkiye'de Neler Oluyor?
151
demektedir. Tanıl Bora, bu gelişmelerden hareketle, “böylece Türkiye’de sistem herkesin her şeyi temsil edebilir gözükebildiği ‘en modern’ (doğrusu: post-modern) bir çehreye kavuşmuş olacak” (58) diyor. Bölüşüm politikaları, popülizm ve yeni sağ Hasan Bülent Kahraman ANAP’ın “teknolojizme” rağmen, “yaklaşımını yeterince ‘popülarist’ bir söyleve kavuşturamadığını” bir “sorun” (59) olarak saptamaktadır. “Benim memurum işini bilir” köşe dönmeciliğini pohpohlayan ve işçilerin talepleri için “haraç mı vereceğiz” diyen muhafazakâr, milliyetçi, yeni liberal bir zatın partisinde ‘popülarist’ bir söylem olanaklı mıydı, bakalım. Korkut Boratav 1962–76 yıllarına ilişkin izlenen politikaları paradigmatik bir yaklaşımla, popülizm sorunsalı bağlamında irdeleyerek Özal dönemine geçiyor: “Birinci sonuç şudur: Popülizmin dayandığı bölüşüm süreçlerinin ciddi gerilimler yaratmadan sürdürülebilmesi için toplumsal katmanlardan hiçbirinin mutlak ekonomik durumlarının bozulmaması gerekir. Bu da sürdürülebilir bir popülizmin yüksek büyüme hızlarına dayanması gerektiği anlamına geliyor. İkinci sonuç şudur: Türkiye yapısındaki bir ekonomide yüksek büyüme hızları büyük boyutlu dış açıkların oluşması ile sonuçlanır. Bu durumda, popülizmin sürdürülebilirliği dış açıkların kolayca ve ucuza finanse edilebilmesine bağlıdır. Bir anlamda ‘vermeden almak’ olan popülizmin uluslararası Keynes’ciliğin altın döneminde yeşermiş olması şaşırtıcı değildir. “Üçüncü sonuç şudur: 1970’li yılların ortalarında dünya ekonomisinin kriz ve durgunluğa sürüklenmesi, uluslararası Keynes’ciliğin de tasfiyesiyle sonuçlanmış ve çevre ülkeleri için kolayca ve ucuza finanse edilen dış açıklar dönemi son bulmuştur. Bu gelişimler Türkiye’de de popülizmi sürdürülemez kılmıştır. (...) Popülizm... ya kendisini bir burjuva demokrasisi doğrultusunda aşarak emekçi ve egemen sınıflar arasında öncekinden farklı bir çatışma, uzlaşma ve denge sürecine geçişi gerçekleştirecekti; ya da yirmi yıllık geçmiş edinimlerin tümünü tehlikeye sokan bir çöküntüyle ortadan kalkacaktı.” Biliyoruz ki bu çöküntünün bir mimarı Özal’dır.Boratav Özal ile devam eder: “Özal usulü bir yoz popülizmin geçici başarısıdır. ‘Yoz’ popülizm, bölüşüm ilişkilerini bir yandan emeğin (yani işçi köylü sınıflarının) aleyhine dönüştürmeyi ısrarla hedefler; öte yandan kent yoksullarını gecekondu sakini, hemşehri ve tüketici olarak kazanmayı hedefler.” (60) Metin Çulhaoğlu da konuyu egemen ideoloji açısından şöyle açıklamaktadır: “Türkiye’de egemen ideolojik eklemlenmeyi ayakta tutan, çok partili rejimin ve temsili demokrasinin kalkınmacıpopülist eksene oturmasıydı. Bu eksenin ciddi biçimde zayıflaması, egemen ideolojik eklemlenmenin kendisini yeniden üretememesine yol açmıştır.” (61)
152
Yeniden Devrim / 9
Düzenin bunalımı veya krizi Bu noktada egemen ideolojinin bunalım/kriz uğraklarına gelmiş bulunuyoruz. Türkiye’de burjuva siyasetinin ideoloji alanında kendi biriktirdikleri ve uluslararası kapitalizmle ekonomik, siyasal, ideolojik eklemlenme gerekleri dışında bir egemen ideoloji formu olanaklı değildir. Ancak Türkiye kapitalizmi, yeni bir egemen ideoloji formu üretme konusunda uzun süreden beri güçten düşmüştür. Ekonomik politikalara uygun ideolojik bürünümler zamanla egemen olmakta, ancak bunlar da ekonomik, temeldeki kriz dinamikleri ile birlikte sarsıntıya uğramaktadır. Kısaca düzenin bunalımı ideolojik, ekonomik ve siyasal düzlemlerin bütününü kapsamaktadır. Diğer yandan kapitalizmin bugünkü büyük krizinin ideolojik anlamda içe döndürücü etkileri de söz konusu olacaktır ve bu yönde epey malzeme bulunmaktadır. Bu noktada gerek siyaset alanındaki sıkışmalar gerekse Türkiye kapitalizminin kriz koşullarındaki gereksinimleri, sertleşmenin öngünündeki Türkiye’de eklemlenmeci faşizan veya otoriter eğilimleri daha çok tercih edeceğe benzemektedir. Türkiye’de devlet ve düzen, AKP deneyiminin kat ettiği mesafeye karşın söylenmeli ki, tek bir düzen içi siyasal oluşumun özgün ideolojik projeksiyonları doğrultusunda ele geçirilmeye uygunluk arz eden bir yapıda değildir. Bu anlamda iktidar mücadeleleri, ciddi bir düzen dışı karşıt güç olmadığı müddetçe sürekli olarak yaşanacaktır. Türkiye’de siyasal iktidar, egemen ideolojinin önemli bir kesimini kapsayamayacak herhangi bir düzen içi siyasal oluşumun eline geçip, rahatlıkla kendini yeniden üretebileceği elverişli bir zemini düzen platformundaki hiç kimseye sunmamaktadır. Bu düzenin kendi içindeki ayrı bir bunalım uğrağıdır. Bu noktada sosyalist hareket açısından Türkçülük, milliyetçilik, Atatürk milliyetçiliği, Kemalizm, burjuva ideolojisi, resmi ideoloji, Batıcılık, İslamcılık, Osmanlıcılık, küreselleşmecilik, liberalizm, yeni sağ, faşizm, v.b. motiflerin tamamı ile korunmacı, devletçi, ithal ikameci kalkınmacı, ithalat bağımlısı ihracata yönelik büyüme ve serbest pazarcı ve Erdal İnönü’nün önerisi olan “sosyal liberal” bütün modeller, yeni bir vizyon açısından denenmişler olarak lanse edilmelidir. Liberal sağ ve “sivil toplum”cu beklentiler Liberal sağ devlet, birey ve piyasayı; “sol” görünümlü liberal ama özünde sağcı “sivil toplumcu”luk ise konuyu kavramsallaştırır: Devlet ve birey. Amaç ise (liberal) demokrasidir, siyasal liberalizmdir. Devlet ve birey konularında, örneğin Türkiye’de “geleneksel”e ve aynı anlamdaki Kemalist devletçi uygulamalara göre olan her değişim, sağdan da gelse ilericidir, desteklenmelidir, şeklinde bir ön kabul ile hareket edilir. Burada özünde
Türkiye'de Neler Oluyor?
153
aydınlanma, modernizm ve sosyalizm düşmanlığını temsil eden post modernizm ile güçlü bağlar da kurulur. Devletin küçültülmesi ve özgürlükçü bireyin rekabet ve pazarı/piyasayı koşulladığı ise gerçekte göz ardı edilir. Hasan Bülent Kahraman bu çizginin temsilcilerinden biridir. Kahraman, “sağın yerel tıkanıklıkları aşarak, evrensel bir tanıma ulaşmasıyla ve içeriğini, bu tanımı pekiştirecek öğelerle, düşünsel kavramlarla donatmasıyla ülkenin bugün yaşadığı demokratik, toplumsal sorunları aşabileceğini öne sürmek de yanlış olmayacaktır. Türkiye sağı eğer kendisini evrensel liberal sağla özdeşleştirirse, örneğin ‘sivil toplum’ kavramını ele almak ve onun içeriğini varsıllaştırmak durumunda kalacaktır. Eğer, böylesi bir girişimde bulunursa, ekonomik liberalizmle siyasal liberalizm arasındaki bağları güçlendirmeye sürüklenecektir” demektedir. (62) Kahraman, 1980’lerde uygulanan ekonomik politikaların “devlet kavramının tartışılması, hatta aşılması ve dinsel yaklaşımların etkinleşmesi”ne yol açtığını ve kitlelerin cemaat ruhu eşliğindeki dayanışma biçimlerine yöneldiğini, burada devletin sarsıldığını, ama, “Sakın yanlış anlaşılmasın, ANAP’ın öne sürdüğü ve on yıl boyunca geliştirmeye çalıştığı ‘yeni sağ’ görüşü de, ondan kaynaklandığını vurguladığı ‘ilericiliği’ de, devleti küçültme yaklaşımları da bireye öncelik veren arayışları da kesinlikle ‘sosyalizan’ anlamında ilericiliğe sahip oluşumlar” olmadığını belirtmektedir. (63) Ama zaten Kahraman, sosyalizan olmayan ilericilikle ilgilidir. Çünkü sivil toplumculuk gerçekte sağın ideolojik, siyasal, toplumsal reorganizasyonunu öngörmektedir. “Radikal sağ” yani Refah Partisi’nin “ilerici mi, öncü mü” olduğunu sorgulanırken, ilericiliğin tarihselci boyutu ve aydınlanma Jakobenizm ile özdeşleştirilerek “tu kaka”lık hale getirilir ve güncel plandaki bütün anti Kemalist, anti aydınlanmacı yönelimler desteklenir: “Bu da tüm dünyada olduğu üzere, bu coğrafyada da, merkezi devlet otoritesinin geriletilmesi, toplumun sivilleştirilmesi, yurttaşın bireye dönüşmesi ve nihayet bireyin de erginleşmesi anlamına gelen kapsamlı bir süreçtir.” “Radikalizm gereksinimi (…) sol radikalizmin daha farklı öğeleri ve daha farklı bir söylevi kapsamı nedeniyle, sağ kesimden kaynaklanacak bir yaklaşımın toplumu daha farklı bir biçimde ve daha derinden etkileyeceği açıktır.” “RP’nin yeni bir gözle değerlendirilmesi gerekmektedir.” “İstiklal Mahkemesi kararlarının gözden geçirilmesini söyleyen, Atatürk’ü Koruma Yasası’nın değiştirilmesi gerektiğini vurgulayan, Nazım Hikmet’inkinin olduğu kadar Sultan Vahdettin’in mezarının da ülkeye nakledilmesini isteyen, resmi ideolojiye karşı olduğunu sık sık dile getiren ve bu sözünün içine somut önerilerle dolduran bir partinin
154
Yeniden Devrim / 9
çizdiği bu çerçeveyi yok saymak, bu istemlere kulak tıkayıp göz kapama söz konusu olamaz.” Şimdi bütün bunlar söylendikten sonra şu sözlerin ne anlama geldiğini düşünelim:“Refah Partisi, bir yandan tarihsel denebilecek bir sıçramanın gerçekleştirilmesi için radikal önerilerde bulunmakta ve bu yanıyla, ilerici olmasa bile öncü (cursor) sıfatını kazanmaktadır. Ama, yine parti görüşlerinin temel kavramlarla bütünleştiği zaman sivilleşme doğrultusunda önemli atılımların gerçekleşmesine ve daha da önemlisi yurttaşın bireyleşmesine olanak vermeyeceğini ifade etmesiyle bu sıfatını yitirmektedir.” RP’ye ilericilik ve öncülük sıfatlarını veremedik ama asıl sivil toplumcu murada gelelim: “Elbette sınıfsal bir kavrayışla devleti dönüştürmek isteyen bir sol yaklaşımla, ideolojik bir kavrayışla devleti dönüştürmek isteyen bir radikal sağ eğilim de ayrıca bir noktada, varolan devlete karşı çıkma noktasında, birleşebilirler ve bunda da şaşıracak herhangi bir şey yoktur.” (64) Hasan Bülent Kahraman ne solda ne de sağda yalnızdır. Sağdan bir örnekle yetinelim: Ahmet Turan Alkan yazısını şöyle bitiyordu: “Ve farzediniz ki kehanet: Türkiye’yi 21. yüzyılda sol hassasiyetlere açık liberal sağcılar ile sağ itirazları makul karşılamayı öğrenen liberal solcu siyasetçiler yönetecek!” (65) Türkiye’yi yönetmek ayrı ama siyasal liberalizm belirlenimi altına girmiş sol çevreler ile ekonomik liberalizm belirlenimli sağcıların 1980’lerden beri yeni sağ ve sivil toplum şemsiyesi altında buluştukları bilinmektedir. Liberal sağ ve yeni sol Nuray Mert, on yıl önceki bir yazısında, “klasik muhafazakâr sağ bakış”a göre, toplumun “organik bir varlık” olduğunu belirtip muhafazakâr sağ ile liberal sağın göreli farkları ve temel tezlerinin aynılığına değiniyor. Mert’e göre liberal sağın olaylara bakışı farklıdır: “Bu bakış açısından; toplum homojen bir bütün değildir, birçok farklılıkları barındırır, bu gerçeğin kabul edilmesi gerekir, ayrıca bu olumsuz bir şey değildir, toplumun adeta bir ‘kültür mozaiği’ olması olumlu, zenginleştirici bir şeydir. Dinsel kimlikler tanınmadan laiklik sorunu, etnik kimlikler tanınmadan Güneydoğu sorunu çözülemez, daha önemlisi toplumsal özgürlükler hayata geçirilemez. Bu görüşe göre, bu kimlikler tanınmadığı ve kendilerini ifade etmeleri için onlara alan açılmadığı sürece siyasal krizin çözülmesi söz konusu olamaz. Toplumsal homojenliği temel eksen kabul eden sağ söylemin hakimiyetini sürdürdüğü ülkemizde, bu bakış açısı ciddi bir aşama olarak kabul edilebilir. Ancak, bu söylem de, kendini takdim ettiği gibi, sağ-sol paradigmasının dışında, ‘liberal’ söylem değildir, temel kabulleri bakımından sağ söylem içinde değerlendirilmesi gerekir. Sağ söylemin içinde farklılıklar olması ve ülkemizde sağ söylemin kendi içinde
Türkiye'de Neler Oluyor?
155
çatışma olması bu durumu değiştirmez. Bu bakış, yeni liberal sağ bakış, toplumsal farklılıklardan söz etmektedir, ancak toplumsal çatışmalardan bahsetmez. Daha doğrusu toplumsal çatışmaların zorunluluğundan bahsetmez, ona göre, mevcut çatışmalar farklılıkların kabul edilmemesinden kaynaklanmaktadır, kabul sağlandığı zaman çatışmalar ortadan kalkacaktır. Bu bakış, Batı dünyasında yaygın kabul gören liberal sağ görüşe paralel olarak, toplumsal farklılıkların kültürel farklılıklar olduğunu, toplumsal çatışmaların ise kültürel çatışmalardan ibaret olduğunu iddia veya ima eder. Sağ söylemin bu formülasyonu yenidir, ancak temel kabulü klasik sağ söylemin temel kabulünün aynısıdır; Bu kabul özetle sınıfsal çatışma yoktur, kültürel çatışma vardır şeklinde özetlenebilir. “(...) Yeni liberal sağın, bu klasik iddiayı, sanayi sonrası toplumda, klasik toplumsal sınıfların ortadan kalkması çerçevesinde ileri sürmesi, aynı bakışın yeniden formüle edilmesi olarak değerlendirilebilir.” (66) Nuray Mert, “sivil toplum” konusu ile liberal sağ ve yeni sol arasındaki geçişkenliklere de değinir: “Aynı söylemin diğer bir vurgusu olan sivil toplum konusu da sorunlu bir konudur. (...) özetle, devletin baskı siyasetlerini eleştiri konusu yaparken, sivil toplumun gelişmesini çözüm olarak öne sürmenin klasik liberal tezi tekrarlamaktan öte bir anlamı olmadığını belirtelim. Kapitalizmin bugün ulaştığı noktada, yani toplumsal iktidar ilişkilerinin neredeyse tümünün ekonomik ilişkiler ağı üzerinden kurulduğu bu çağda, geniş tanımıyla sivil toplumu devlete karşı alternatif olarak görmenin, siyasal iktidara karşı ekonomik iktidarı tanımaktan öte bir anlamı olamaz. “(...) Son zamanlarda, ÖDP hareketi çerçevesinde sesi duyulmaya başlayan sol söylemin, yine Batı dünyasında, kısa bir süre tedavüle çıkan ‘yeni sol’ söylem olduğunu görüyoruz. Her şeyden önce, bir sosyal devlet deneyimi geçirmiş ileri sanayi toplumlarında gelişen ve orada bile çok ciddi sol eleştirilere hedef olan bu yeni sol söylemin bu ülkenin sorunlarını hakkıyla tartışma konusu yapıp yapmayacağı konusunda, bana göre, önemli bir soru işareti vardır. Yukarıda liberal yeni sağ için söylenmiş şeylerin çoğu yeni sol söylem için de geçerlidir. “Aslında birçok konuda yeni liberal sağ söylemlerle, yeni sol söylemler şaşırtıcı oranda örtüşmektedir. Bu söylemin öne çıkardığı hususlar; kimlik siyasetleri ve sivil toplum politikalarıdır.” (67) Sağın ve yeni solun bazı bölmelerinin “sivil toplum”da buluşması şaşırtıcı değildir. Sağ “sivil toplum”a Marks’ın ileri sürdüğü gibi ekonomi politiğin kurulduğu yer olarak bakarken, yeni sol bu ekonomi politiğin evrimci bir biçimde, kapitalizm koşullarında devletin geriletilmesine dayalı gelişmelerle dönüştürülebileceğine inanır. Bu nedenle “devlet” karşıtlığı üzerinden siyasal liberalizm alanına ve hatta olmayan “saf” liberalizm alanına giriş yapar. Oysa sağın sivil toplum konusuna yaklaşımı sınıfsal bir muhteva ve gerçekliğe dayanır. Bu noktada Marks’ın “sivil toplumun anatomisi”ne ilişkin sözleri öğreticidir: “Araştırmalarım, devlet biçimleri kadar hukuki ilişkilerin de ne kendilerinden,
156
Yeniden Devrim / 9
ne de iddia edildiği gibi insan zihninin genel evriminden anlaşılamayacağı, tam tersine bu ilişki köklerinin, Hegel’in 18. yüzyıl İngiliz ve Fransız düşünürlerinin örneğine uyarak ‘sivil toplum’ adı altında topladığı maddi varlık koşullarında bulundukları ve sivil toplumun anatomisinin de, ekonomi politiğin içinde aranması gerektiği sonucuna ulaştı.” (68) Sosyalistlerin sivil toplumculuğu, kapitalizm ve sağa soldan takviye, mutlak reformizm ve pasifizm; çeşitli vesilelerle görüldüğü üzere, dincisinden Türk–İslamcısı ve muhafazakâr liberaline dek sağ siyaseti beslemek anlamlarına gelmektedir. Liberalizme ilerici misyon biçilebilir, burada bir sorun yoktur. Ancak bunun için birkaç yüz yıl geriye gitmek ve ondan sonra da Marksizm ile yüzleşmek gerekmektedir. Sosyalizmi; Aydınlanma, Jakobenizm, Kemalizmin “ceberut” geleneklerini sürdürmek veya uygulamakla itham eden sivil toplumcu yeni sol, iki ayrı ceberut gelenek ile buluşmaktadır. Bunlardan biri dincilik, diğeri liberalizmdir. Milliyetçilik ve muhafazakârlık ise dincilik ile liberalizm arasındaki ara yüzeyde ve hepsi birlikte o sola gülümsemektedir. Espri bir yana, solun sağa yedeklenmesi yeni değildir. Önce, 1920 ve 30’larda Kemalizme, 1940’ların ikinci yarısı ve 50’lerde DP’ye, 1980 ve 90’larda ANAP’a, 2000’lerde AKP’ye. Doğu Perinçek ve Yalçın Küçük gibiler ise başka aranışlar sonrasında Kemalizme. Bu arada, “Yeni Osmanlıcılık”ın AKP’den önce Özal’a ve çok daha öncesinde başkalarına atfedilebileceğini belirtelim. Yine bu arada, Özal’ın Musul aşkı ne kadar gerçekse, Yalçın Küçük’ün Ecevit üzerinden Atatürk ve İnönü’ye atfettiği Musul aşkının o kadar palavra ama şimdinin ulusalcılarının bu aşkının çok sahici olduğunu belirtelim. Yoksa Atatürk ve İnönü de mi “Yeni Osmanlıcı” idi? Turgut Özal ve Tayyip Erdoğan’a neden kızıyorlar ki? Sonuç veya seçenek Görüldüğü gibi ideolojiler pratiği alanında siyaset yapılıyor. Bu nedenle sosyalist hareketin tam da 1970’lerde kullanıldığı anlamda bağımsız ve net bir ideolojik siyasal çizgiye gereksinimi bulunmaktadır. Bugün, son 20 yıldan farklı olarak, intiharcı v.s. olmamak kaydıyla risk alan, cesur ve emekçi kesimlere yönelik devrimci sosyalist siyasetin gereksinildiği bir döneme girilmiştir. Tutunma, örgütlenme, toplanma, açılım ve kitlesel bağları genişletmenin tümü bir arada yapılabildiğinde eşitsiz gelişme yasasının pratik karşılığı oluşturulmuş olacaktır. Sosyalist hareketin gereksindiği; sınıfı değil sınıfsallığı esas alan, devrimci, dönüştürücü halkçı bir yönelimdir. Sosyalist hareket, toplumun ideolojik, kültürel, siyasal duyarlılıklarıyla gerilimli, öğrenici ve dönüştürücü bir ilişkiye girmek durumundadır. Siyaseti “güç gösterisi” sanan bazı süper sosyalistlerin tersine, sosyalist hareketin ulaşmak yükümlülüğü
Türkiye'de Neler Oluyor?
157
bulunan ve yeniden üretilmesine katkıda bulunacağı sınıfsal dinamikler, o hep sözü edilen “Türk toplum yapısı”nın içindedir. Sınıf ta oradadır. Bu nedenle gerici, milliyetçi kitleler bile bazı yörelerde kuşatılabilmeli ve sosyalizmin saflarına çekilebilmelidir. Bu, sanıldığı kadar zor değildir. Bu süreçlerde edinilecek bütün pratik, Lenin’in, “teorinin doruk noktası somut durumun somut tahlilidir” yaklaşımındaki yönteme tabi tutulduğunda militanlığın ufku genişleyecek, kısa nefeslere solukluluk katılacaktır. ÖDP’nin dile getirdiği siyasetin toplumsallaştırılması ve toplumun siyasallaştırılması görevi hâlâ orta yerde durmaktadır. Bunun ön koşulu bizzat sosyalist hareketin siyasallaştırılmasıdır. Sosyalist hareket, kapitalizmin köktenci eleştirisini, onun devrimci tarzda aşılması projesi ile birlikte bu topluma sunmalıdır. Zira mevcut bürünümleriyle, ne kadar oldu veya yaşandı ise, “aydınlanma”, modernleşme, sanayileşme, kalkınma ve demokrasi bir şekilde yaşanmış ve hepsi, doğal olarak mahvedilmiştir. Fukuyama ve yeni solcu zavallılar ne derse desin, sınıf mücadelesi başlıca ayrıştırıcı, belirleyici ve tarih yapan güçtür. Şimdi bu yüzyılda da dünya tarihsel planda tarih yapma evresine girilmiştir. Cumhuriyetçilik, laiklik, hatta Cumhuriyetin ilk yıllarındaki reformlar ve kalkınmacılık, sosyalist hareketin ikircimsiz bir şekilde sahiplenmesi ve kendi gelecek vizyonu açısından yorumlanarak, sosyalist bir çerçevede yeniden üretilmesi gereken konulardır. Özellikle günümüz Türkiye’si açısından laiklik her tür gerici yorum ve aşırı özgürlükçü yaklaşımdan farklı, tutarlı bir tanımla, bir vizyon içine oturtulmak durumundadır. Eşitlikçilik, dayanışmacılık, halkçılık, demokrasi, ulusal sorun, ekoloji, kadın, su, v.b. toplumsal sorunlar ile “birey” konusunun özgünlükleri, sınıfsal belirlenim ve tarihsel toplumsal bir çerçevede bütünlüklü bir şekilde ele alınması gerekmektedir. Bu temel bağlam, bağımsız ideolojik siyasal çizgi oluşturma, tarihsel toplumsal kurtuluş/özgürleşme mücadelesi ve sosyalist solun yeniden ayağa kalkmasında kaldıraç rolü oynayacak; sınıfsız, sömürüsüz toplum tahayyülü ancak böylece yeniden canlanabilecektir.
Kaynaklar 1.S. Savran; Osmanlı’dan Cumhuriyete Türkiye’de Burjuva Devrimi Sorunu, 11. Tez K.Di, Sayı: 1, Kasım 1985, 2.Tanıl Bora; Türk Sağının Üç Hali, Birikim Yay., Birinci Baskı 1998, sf. 18 3.Ş. Süreyya Aydemir; Tek Adam Mustafa Kemal 1922–1938, Cilt III, Remzi Kitabevi, 1999, İstanbul, sf. 433–434 4.Şevket Süreyya Aydemir; Suyu Arayan Adam, Remzi Kitabevi, sf. 422 5.Ş. S. Aydemir; Tek Adam Mustafa Kemal 1922–1938, sf. 474 6.Ş. S. Aydemir; age, sf. 500 7.Erik Jan Zürcher; Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yay., 3. Baskı 1998 İstanbul, sf. 278 8.Hilmi Ziya Ülken; “Halk ve Aydınlar”, Ülkü Milli Kültür Dergisi, Sayı:20, Cilt:2, 1 Eylül 1942, sf. 6 9.H. Z. Ülken; “İktisadi Devletçilik”, agd, 16 Temmuz 1942, sf. 2 10.Ş. S. Aydemir; age, sf. 420 11.Şerif Mardin; “Türkiye’de İktisadi Düşüncenin Gelişmesi (1838–1918)”, Makaleler 2- Siyasal ve Sosyal Bilimler içinde, Derleyenler: Mümtaz’er Türköne/Tuncay Özder, İletişim Yay., 4. Baskı 1997, sf. 83, 86-87, 89, 104, 106-107, 111, 112-113, 115 12.Şerif Mardin; “Atatürkçülüğün Kökenleri”, Makaleler 1- Türkiye’de Toplum ve Siyaset içinde, Derleyenler: Mümtaz’er Türköne/Tuncay Özder, İletişim Yay., 6. Baskı 1997, İstanbul, sf. 186 13.Taha Parla; Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm, İletişim Yay., 3.Baskı 1999, sf. 7 14.T. Parla; age, sf. 7–8 15.Ş. Mardin; Makaleler 2, Siyasal ve Sosyal Bilimler, sf. 14 16.T. Parla; age, sf. 10 17.Melih Pekdemir; Kemalistler Ülkesinde Cumhuriyet ve Diktatörlük, Cilt: 2, İkinci Baskı: Temmuz 1999, sf. 288 18.Ş. S. Aydemir; age, sf. 369–370 19.Ş. S. Aydemir; age, sf. 371 20.Ş. S. Aydemir; age, sf. 430 21.Cem Eroğul; Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi, İmge Kitabevi, 3.Baskı Ekim 1998, sf. 263 22.Şevket Süreyya Aydemir, “İkinci Baskının Önsözü”, İnkılâp ve Kadro, Dördüncü Basım 1990 İstanbul, sf. 18 23.Şevket Süreyya Aydemir; “İnkılâpçılık Vasfı”, Ulus Gazetesi, 31 Aralık 1948, sf. 2 24.Falih Rıfkı Atay; Çankaya, Doğan Kardeş Matbaacılık, İstanbul 1969, sf. 448 25.F. R. Atay; age, sf. 501 26.F. R. Atay; age, sf. 577 27.T. Parla; age, sf. 11 28.Burhan Belge; “Sosyalizm-Nasyonalizm”, Ulus Gazetesi, 18 Sonteşrin (Kasım) 1935, sf. 3 29.Falih Rıfkı; “Zamanımız”, Hakimiyeti Milliye Gazetesi, 26 Şubat 1934 30.Nusret Kemal; “Bizim Planımız”, Ülkü Halkevleri Mecmuası, Sayı On Üç, Cilt Üç, Mart 1934 31.Tekin Alp; “Ulusal Birlik Yasası, Şecere Zihniyeti” Cumhuriyet Gazetesi, 22 Birincikanun (Aralık) 1934, sf. 5
32.Tekin Alp; “Ulusal Birlik Yasası, Unsur, Cemaat Zihniyeti” agg, 29 Birincikanun (Aralık) 1934, sf. 5 33.Miraç Katırcıoğlu; “Kendi Metafiziğimize Doğru”, Ülkü Halkevleri Dergisi, Sayı: 38, Nisan 1936, sf. 97 34.Betül Yarar; “1980’ler Türkiye’sinde Yeni Sağın Yükselişi”, Mürekkep Dergisi, Sayı: 10/11, 1998, sf. 54 35.Soner Yalçın; “Darbeyi Sadece Askerler mi Yapar”, Hürriyet Gazetesi, 18 Ocak 2009, sf. 24 36.Hasan Bülent Kahraman ile Söyleşi (Gökhan Gençay); “Türkiye’nin Modernleşme Süreci Henüz Tamamlanmadı”, BirGün Gazetesi, 2 Ekim 2008, sf. 7 37.Melih Pekdemir; Kemalistler Ülkesinde Cumhuriyet ve Diktatörlük, Cilt: 2, İkinci Baskı: Temmuz 1999, sf. 289 38.Ahmet Hakan; “Benim Gözümle Kemal Gürüz”, Hürriyet Gazetesi, 18 Ocak 2009, sf. 4 39.‘Sivil’ Darbe Günlükleri, Taraf Gazetesi Eki, 18 Mart 2009, sf. 2 40.Yalçın Küçük; “Ben de Senin Ananı”, Odatv.com, 25 Şubat 2009 41.‘Sivil’ Darbe Günlükleri, agg, sf. 4 42.Hüseyin Hasan Çebi; Ergenekon Neyin Davası?, Mart 2009, Sosyalist Emek.org 43.Sungur Savran; agkd, sf. 213 44.Tanıl Bora; age, sf. 7–8 45.François Georgeon; Türk Milliyetçiliği’nin Kökenleri/Yusuf Akçura (1876–1935), Çev. Alev Er, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İkinci Baskı, Ekim 1996, sf. 42 46.Beşir Ayvazoğlu; “Dogu-Batı Açmazında Peyami Safa”, Düşünen Siyaset, Yıl 1, Sayı 9, Ekim 1999 sf. 130 47.B. Ayvazoğlu; agd, sf. 130–131 48.A. Turan Alkan; “Bir ‘Boynuz-Kulak’ Hikayesi”, Düşünen Siyaset, Yıl 1, Sayı 9, Ekim 1999, sf. 14–15 49.Ahmet Helvacı; “Türk Siyasetinde Özensiz Kullanılan Bir Kavram: Muhafazakarlık”, Düşünen Siyaset, Yıl 1, Sayı 9, Ekim 1999,
50.A. T. Alkan; agd, sf. 16 51.A. T. Alkan; agd, sf. 18–20 52.A. Helvacı; agd, sf. 28 53.Dursun Ayan; “Milli ve İçtimai Bir Cemiyet Lüzumu”, agd, sf. 85 54.Hasan Bülent Kahraman; Sağ Türkiye ve Partileri; İmge Kitabevi, 1. Baskı: Nisan 1995, sf. 180, 182, 185 55.Yalçın Akdoğan; Ak Parti ve Muhafazakar Demokrasi, Alfa Yay., 1. Basım: Temmuz 2004, sf. 15-17 56.Eric Hobsbawm; Yeni Yüzyılın Eşiğinde, Söyleşi: Antonio Polito, Çev., İbrahim Yıldız, Yordam Kitap, Birinci Basım: Ocak 2007, sf. 110 57.Erik Jan Zürcher; Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yay., 3. Baskı, 1998, sf. 420 58.Tanıl Bora; “Yeni Sağ ve Yeni Siyaset”: ‘Her Şeyden Biraz’, İktisat Dergisi, Sayı: 360, Ekim-Kasım 1996, sf. 69 59.H. B. Kahraman; age; sf. 185 60.Korkut Boratav; 2000’e Doğru Türkiye’de Popülizm, Mürekkep Dergisi, Sayı: 10/11, 1998, sf. 9, 11
61.Metin Çulhaoğlu; İdeolojiler Alanı ve Türkiye Örneği, Özgür Üniversite Kitaplığı, Öteki Yay., Eylül 1998, sf. 74
160
Yeniden Devrim / 9
62.H. B. Kahraman; age, sf. 163 63.H. B. Kahraman; age, sf. 177 64.H. B. Kahraman; age, sf. 267–271 65.A. T. Alkan; agd, sf. 20
66.Nuray Mert; “Siyasi Kriz ve Kriz Siyasetleri”; Düşünen Siyaset, Kriz Özel Sayısı, Şubat 1999, sf. 110–111 67.N. Mert; agd, Kriz Özel Sayısı, Şubat 1999, sf. 112–113 68.Karl Marx; Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yay., Çev. Sevim BelliEylül 1993, sf. 22-23