Ydic164

Page 1

İKİ AYLIK SİYASİ / TEORİK GAZETE

Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin! Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var!

TEMMUZ/AĞUSTOS 2013/03 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X164


EDİTÖRDEN

editörden - içindekiler

Değerli okuyucu, yeni bir sayı ile tekrar merhaba. Bu sayımızda tahmin edeceğiniz üzere Taksim Gezi Parkında bir grup çevrecinin başlattığı ve daha sonra tüm ülkeye yayılan protestoları ele alıp detaylı bir şekilde değerlendirdiğimiz yazılara yer verdik. İlk iki makalemiz bu gelişmeyi irdeleyen makaleler. İlgiyle okuyacağınızı umuyoruz. Gezi Parkı olayları nedeniyle bir süre gündemin gerisine düşen fakat şimdi yeniden gündeme gelen “barış süreci”i ile ilgili gelinen noktayı değerlendiren yazımızı Halkların Kardeşliği sayfalarımızda bulabilirsiniz. Halkların Kardeşliği sayfalarımızda yer verdiğimiz bir diğer yazı “Güneşi Sönen Bir Halk Yezidiler” başlıklı makalemiz. Yezidilerin yaşadığı katliamları, baskıları ve kültürlerinin ele alındığı bu çalışmayı beğeni ile okuyacağınızı düşünüyoruz. Panorama bölümünde bu sayıda iki makaleye yer verdik. Birincisi, kapitalizme karşı ortaya çıktığını iddia eden fakat esasta kapitalizmin aşırı uçlarına karşı çıkan ve böylelikle düzen içi bir hareket olarak kalan “Öfkeliler” ve “İşgal et” hareketinin geldiği yer üzerine ve ikincisi, Bangladeş’de bir

Tekstil fabrikasında çıkan yangın sonucu çöken binanın altında kalan ve çoğunluğunun kadın olduğu, son verilere göre 1129 işçinin korkunç bir şekilde can verdiği ve yüzlercesinin yaralı olduğu “Modern köleliğin kurbanları: Tekstil işçileri!” başlıklı yazı ile kapitalizmin barbarlıklarından birisini daha siz okurlarımızın dikkatine sunuyoruz. Sayfalarımızın devamında bir okurumuzun gönderdiği Uluslararası Af Örgütü Almanya Seksiyonu’nun yıllık kongresi üzerine notları okuyabilirsiniz. Güncel sayfalarımızda “Çin’de İşçi Sınıfının Durumu” başlıklı araştırma yazısının ikinci ve son bölümüne yer verdik. Son olarak “Sovyetler Birliğinde Eğitim” başlıklı bir araştırma yazısını bulabilirsiniz. Sosyalist Sovyetler Birliğinde eğitim alanında yaşanan muazzam gelişmeleri ele alan bu çalışmayı ilgiyle okuyacağınızı umuyoruz. Tüm okurlarımıza iyi ve verimli bir yaz tatili diliyoruz. Eylül sayısında görüşmek üzere... YDİ Çağrı

İÇİNDEKİLER GÜNDEM “İleri Demokrasi” Adına Uygulanan Faşizm. . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 AKP Faşizmi Akıttığı Kanda Boğulacaktır . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9

OKUR MEKTUBU Uluslararası Af Örgütü Almanya Seksiyonu‘nun Yıllık Kongresi Üzerine Notlar . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 36

HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN “ÇÖZÜM SÜRECİ” ÜZERİNE. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 14 Güneşi Sönen Bir Halk Yezidiler. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 20

GÜNCEL Çin’de İşçi Sınıfının Durumu II.Bölüm. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 38

PANORAMA “Öfkeliler” ve “İşgal et” hareketinden bazı görüntüler.... . . . . . . . 27 Modern köleliğin kurbanları: Tekstil işçileri! . . . . . . . . . . . . . . . . . . 32

2

KAVGANIN DOĞRUSU / DOĞRUNUN KAVGASI SOVYETLER BİRLİĞİ’NDE EĞİTİM. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 59

Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi: Metin Yoksu • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Metin Yoksu • Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9 Kat: 4 Esenyurt/İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Sayı: 164 · Temmuz/Ağustos 2013 • ISSN 1301-692X164 • Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 11 12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.net · info@ydicagri.net


1 Mayıs’ın ardından Taksim Meydanı 2013’te işçi ve emekçilere yeniden kapatıldı. AKP sözcüleri, satır aralarında aslında Taksim alanını yalnızca bu yıl değil tüm zamanlar için de emekçilere kapatma niyetlerini açığa vurdular. Bu yıl Taksim Meydanının yasaklanmasının gerekçesi, Taksim’in % 15’nin inşaat sahası olmasıydı. AKP valisi yanına İstanbul emniyet müdürünü de alarak Taksim’de 1 Mayıs’ın kutlanmasına izin verilmeyeceğini açıklıyordu. Devlet, Toma, gaz bombası ve Çevik Kuvvetle Taksim’deydi. 1 Mayıs günü, üni-

forması, Toması, elinde copu, kaskı, biber gazıyla gruplar halinde dolaşan, gruplar halinde saldıran devletin terör güçleri vardı sokaklarda. Bayramlarını kutlamak isteyenlere karşı devlet terörü uygulandı. İstanbul trafiği kilitlendi. Ortaköy’den Tophane’ye bütün Boğaz kapatıldı. Şişli’den Taksim’e, oradan Dolapdere’ye bütün kent durdu. Anayasal bir hak olan seyahat özgürlüğü kısıtlandı. İşe gitmesi gerekenler mesailerini, seyahat etmesi gerekenler uçak/otobüs seferlerini kaçırdı. Vapurlar, motorlar çalışmadı. 20 binden fazla polis görev başındaydı. THY’den kiralanan uçaklarla İstanbul’a polis taşındı. Binlerce biber gazı kapsülleri kullanıldı. Köprülerin ayakları havaya kaldırıldı. Vapur, metro, metrobüs, otobüs yolcu taşımadı. Helikopterler hiç kimse taksime ulaşmasın diye hava da uçup durdu. Tazyikli sular sıkıldı. DİSK binası önünde polis barikatlarının

kurulması ile yetinilmedi, DİSK binası gazlandı. Şişli ve Beşiktaş‘ta ta kullanılan gazlar sonucu insanlar nefesiz kaldı. Mahalle araları baştan sona gaza boğuldu. Polisin gazlarına sadece insanlar değil kuşlar bile maruz kaldı. Devletin terör güçleri, yüzlerce kişinin yaralanmasına, Dilan Alp ve Meral Dönmez’in ağır yaralanmasına neden oldu. On yedi yaşındaki bir genç kız hedef olarak görülüp kafasına nişan alındı. Burjuva medyasının muhabirleri gaz maskeleri ile yayın yaptı. İstanbul’da estirilen terörden sonra “yaptığımız hiçbir eksik ve yanlış işlem yoktur. Aldığımız karar kendi vicdanımda fevkalade doğrudur” diyen bir AKP valisi var İstanbul’da. AKP adını koymadığı sıkıyönetim uyguladı. Bu uygulama „ileri demokrasi“ adına uygulanan faşizmdi. Taksim Meydanı, Türkiye işçi sınıfı tarihi ve toplumsal mücadeleler açısından önemli bir merkez. Taksim’i önemli kılan ise 1977’de 34 emekçinin Taksim’de katledilmesidir. Sendikaların ve devrimci örgütlerin Taksim Meydanı için sonuna kadar diretmesi ve mücadele etmesi doğrudur. Fakat bu yapılırken merkezde durması gereken işçilerin emekçilerin kendisidir. Belirleyici olan mümkün olan en fazla sayıda işçinin emekçinin işçi sınıfının talepleri için mücadeleye katılmasıdır. Öncülerin işçi sınıfı ve emekçiler adına eylemi değil, işçilerin emekçilerin eylemi olması gerekir 1 Mayıs. Bütün taktiklerin çıkış noktası bu olmalıdır. Taksim fetiş değildir işçi

gündem

“İleri Demokrasi” Adına Uygulanan Faşizm

3


sınıfı için! gündem

AKP Vizyonu

4

Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı imparatorluğu dağıldı. Osmanlı’nın hüküm sürdüğü topraklarda çok sayıda devlet kuruldu. Osmanlı devletinin esas mirasçısı kabul edilen Türkiye Cumhuriyeti`nin kuruluş sürecinde saltanat ve halifelik kaldırıldı. Yeni „Kemalist Türk“ devletinin kuruluşu için gerekli görüldüğü ölçüde Osmanlının diliyle, tarihiyle, kültürüyle köprüler atıldı. Borçları üstlenilen Osmanlı’nın kültür mirası üstlenilmediği gibi hızlı adımlarla bu mirası hatırlatan her şeye sırt çevrildi. Eski Osmanlı paşaları sanki kendileri o devletin üst bürokrasisinin unsurları değillermiş gibi davrandılar. Ama Osmanlının ceberutluğunu sürdürme konusunda hiç sorunları olmadı. Turgut Özal, zamanında Osmanlı imparatorluğu olan topraklarla daha yakından ilgilenmeye başladı. Özal ile başlayan süreçte Türk dış politikasındaki değişikliği ifade etmek için “Yeni Osmanlıcılık” tabiri kullanıldı. Özal, “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” kadar olan bölgede bir hegemonya oluşturma vizyonunu ortaya koymuştu. Özal’ın vizyonu o dönemin koşullarında başarılı olamadı. AK Parti’nin 2002’de hükümet olmasıyla „yeni Osmanlı“ kavramı yeniden tedavüle sokuldu. Ahmet Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” kitabı „yeni Osmanlı“ politikasının yol haritasıdır. Ahmet Davutoğlu’na göre; “merkez ülke”, “çok boyutlu-çok kulvarlı politika”, “kriz odaklı değil vizyon odaklı politika”, “oynak merkezli politika” gibi söylemlerle „yeni Osmanlı“ politikasına katkı yaptı ve bu politika hayata geçirilmeye başlandı. AKP’nin temel siyaseti Türk/Osmanlı sentezidir. AKP’nin vizyonu ve gele-

cekte yerleştirmeye çalıştığı siyaset Osmanlıcılıktır. Bu siyaset temelinde Kemalistlerin yıktığı kimi Osmanlı eserlerini AKP yeniden yapmak istiyor. 3. Selim tarafından yaptırılan Topçu Kışlasının yeniden yapılmak istenmesinin temel nedeni silinen kimi Osmanlı izlerinin yeniden canlandırılmasıdır. AKP vizyonunun “Yeni Osmanlıcılık” olduğunu açıkladık. RTE, üç kıtada hüküm sürmüş ecdadına sahip çıktığını ve birçoğu harabeye dönmüş eserleri yeniden hayata döndüreceklerini açıklıyor. Her konuştuğunda “Topçu Kışlası’nın yerine yapılmış olan

şu andaki uygulamayı aslına döndürüyoruz” diyor. RTE, her konuştuğunda Topçu Kışlası orada vardı, var olan kışlayı yeniden ayakları üzerine dikeceğini açıklıyor. RTE’nin mantığına göre hareket edersek şu soruyu sorabiliriz. Bin yıl önce bu coğrafyada Türkler yaşamıyordu. Türkler, Orta Asya’dan gelerek bu coğrafyada yaşayan halkları katletti, soykırımdan geçirdi. Aslına dönülecekse, Türklerin Orta Asya’ya geri dönmesi gerekir!!

Gezi Parkı Nedir Ne Değildir? “Bugün Taksim Parkı ya da Gezisi denilen bölgede eskiden geniş bir çayırlık içinde Ermeni Mezarlığı ile devamında servi ağaçlarıyla dolu büyük bir Müslüman mezarlığı (Ayaspaşa Mezarlığı) vardı. Bu geniş alana 1803-1806 arasında orijinal adıyla Halil Paşa Topçu Kışlası (Taksim Kışlası) inşa edildi. (...) 1936’da İstanbul’u yeniden tasarlamak üzere davet edilen Henri Prost, iki yıl içinde Beyoğlu yakasının nazım planını hazırlamıştı. 1940 yılında Vali-Belediye Başkanı (aynı zamanda CHP İl Başkanı) Lütfü Kırdar, Prost’un kentsel tasarım projesi çerçevesinde Taksim’de radikal değişiklikler yaptı. Önce 1909’da 31 Mart Olayı sırasında bazı bölümleri tahrip olan


öngörülen proje Koruma Kurulu tarafından reddedildi. Koruma Kurulu’nun 17 Ocak’ta açıkladığı kararda projenin bölge için uygun olmadığı belirtilerek yeni projenin hazırlanması gerektiği ifade edildi.

RTE, 3 Şubat’ta Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Slovakya’ya yaptığı ziyaret esnasında uçakta gazetecilerin sorularının yanıtlar. RTE, Taksim projesiyle ilgili olarak şöyle konuşur: “Topçu Kışlası’nı yapacağız. Üst Kurul reddetmiş. Biz de reddi reddedeceğiz. Rus mimarisi deniliyor, ona bakarsanız İstiklal Caddesi de Barok mimari. Kışlanın bir bölümü müze olabilir, ortası yeşil alan. Diğer bölümünde İstiklal Caddesi’nin devamı niteliğinde alışveriş merkezi. Üstü rezidans ve otel. Yap-İşlet-Devret modelini düşünüyoruz.“ RTE açıkça İstanbul 2 No.lu Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu’nun kararını tanımadığını ilan etti. T.C’nin hukuk devleti olmadığı guguk devleti olduğu RTE’nin söylemleri ile bir kez daha belgelendi. Beğendiği mahkeme kararlarını savunan ve yargının bağımsız olduğunu dillendiren RTE, beğenmediği yargı kararlarını kamuoyu önünde eleştiren ve bu kararların reddini ret edeceğini savunan bir konumda bulunuyor. Erdoğan’ın hukuku budur. Erdoğan cumhuriyeti, üst kurulun kararını takmadığını ve Topçu Kışlası’nın yapılacağını ilan ediyor. Böylece tek parti döneminde silinmiş bir Osmanlı eserini yeniden ortaya çıkaracağını söylüyor. Osmanlı’nın mirasçısı olduklarını söyleyenler, Osmanlı’da oynanan oyunları da üzerleniyor. Mahkeme kararı var ama bu mahkeme kararı kimi oyunlarla ortadan kaldırıldı. RTE’nin emirleri doğrultusunda Şubat sonunda İstanbul 2 No.lu Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu’nun aldığı karar, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu tarafından bozuldu. Yüksek kurul Taksim Gezi Parkı’na yapılması planlanan Topçu Kışlası’na onay verdi. Yüksek Kurul Ankara’da görev yapıyor ve on altı üyeden oluşuyor. Yüksek Kurul’da kimler var? Kültür ve Turizm Bakanlığı müsteşarı, müsteşar yardımcısı, Başbakanlık

gündem

Taksim Kışlası yıkıldı. Ortaya çıkan alan, İnönü Gezisi (sonra Taksim Gezisi denilecekti) adıyla meydanla ilişkilendirildi. 38 bin m2’lik alanı ile Beyoğlu ilçesinin toplam yeşil alanlarının yüzde 30’unu oluşturan bu park o tarihten sonra İstanbulluların nefes alma alanı oldu. „ (Bkz. Ayşe Hür’ün 04.11. 2012’de Radikal’de yayınlanan yazısı) Yıkılan kışla yerine Gezi Parkı yapıldı. O günün koşullarında Gezi Parkı ağaçlandırıldı, yeşillikler ve çiçeklerle bezendi. Mermer parmaklıklı merdivenler, oturma mekânları, banklar ve çim sahaları yapıldı. Gezi Parkı, halkın sık sık gelip dolaştığı bir park haline geldi. Zamanla Gezi Parkının çevresi otellere tahsis edildi. Parkın kapladığı alan küçüldü. 38.000 m² yüzölçümüne sahip olan Taksim Gezi Parkı, 1991-92 arasında revizyondan geçirildi, dikdörtgen planlı parkın ortasına fıskiyeli büyük bir havuz inşa edildi. Buna rağmen betonlaşan İstanbul’da giderek küçültülen Gezi Parkı tek yeşil alan olarak kaldı. Beton yapılar içinde kalmış yeşil bir alan yok edilme ile karşı karşıyadır. Yıkılan Topçu Kışlasının bir benzerini AKP yapmak istiyor. Osmanlı Topçu Kışlasının yapılması, Taksim`in tek yeşil alanının yok edilmesine yol açacaktır.

AK Parti’nin 2002’de hükümet olmasıyla „yeni Osmanlı“ kavramı yeniden tedavüle sokuldu. Ahmet Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” kitabı „yeni Osmanlı“ politikasının yol haritasıdır.

AKP Gezi Parkında Ne Yapmak İstiyor? Gezi Parkına Topçu Kışlası yapılmasını öngörülen projeyi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi adına mimar Halil Onur hazırlar. Gezi Parkı’nın tamamen ortadan kaldırılmasını öngören proje, kışlanın içerisinde kafeterya, kitapçı, sanat galerisi ve sergi alanı da yapılması hedefleniyordu. Hazırlanan proje Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı İstanbul 2 No.lu Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu’na gönderilir. Topçu Kışlasının yapılacağı alan sit alanı olduğu için Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu’nun onayı gerekiyordu. Ancak Koruma Kurulu’nun kararı beklenmeden Gezi Parkı’nın ağaçları kesildi, parkta bulunan çay bahçeleri kapatıldı. Taksim’e Topçu Kışlası’nın yapılması

5


gündem

müsteşar yardımcısı ve Müzeler Genel Müdürü Yüksek Kurul’da yer alıyor. Yani Yüksek Kurul, AKP’nin bürokratlarından oluşuyor. RTE’nin açıklamalarına rağmen, Yüksek Kurul’un aksi bir karar alması zaten beklenmiyordu.

Gezi Parkı Olaylarının Gelişimi

6

27 Mayıs’ta Gezi Parkı’nın Asker Ocağı Caddesi’ne bakan duvarın 8-10 metrelik kısmı Taksim yayalaştırma projesini yürüten Kalyon İnşaat tarafından gece 22:00 civarında yıkıldı. İstinat duvarına yakın olan ağaçlar da yerinden söküldü. Yıkım esnasında Gezi Parkı’nda toplantı yapan Taksim Gezi Parkı Derneği üyelerinin yıkım alanına gelmesi üzerine yıkım durduruldu, iş makinesi geri çekildi. Taksim Dayanışması’ndan 20-30 kişilik bir grup gece boyu parkta nöbet tuttu. 28 Mayıs sabahında Gezi Parkı’na daha fazla insan geldi. Öğlen saatlerinde yıkıma devam etmek isteyen ekiplere karşı protestocular karşı durdu. İş makinelerine engel olmaya çalışan duyarlı insanlara, AKP polisi biber gazıyla saldırdı. Gezi Parkı protestolarının simgelerinden birisi olan “Kırmızılı Kadın” fotoğrafı Reuters foto muhabiri Osman Orsal tarafından o anda çekildi. BDP Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, yıkımı durdurmak için iş makinesinin önüne geçti ve yıkım çalışmalarının ruhsatını görmek istedi. Yıkım ekibi, ruhsatlarının olmadığını belirtti ve yıkım çalışmaları tekrar durdu. 28 Mayıs’taki polisin saldırısından sonra protestocuların sayısı arttı. Gezi Parkında tutulan nöbet devam ettirildi. Gecelemek için çadırlar kuruldu. 29 Mayıs’ta AKP polisleri sabah saat 5:00’te parkta nöbet tutan insanlara saldırdı. Çadırlar ateşe verildi. İnsanlar dövüldü. Tomalardan tazyikli su sıkıldı. AKP polisinin koruması altında inşaat ekibi tekrar çalışmalarına devam etti. RTE, üçüncü köprünün inşaatının açılışı sırasında “ne yaparsanız yapın. Orası

için karar verdik. Yapacağız.” diyerek gözdağı verdi. 30 Mayıs’ta AKP polisleri sabah saat 5:00 sıralarında yeniden saldırıya geçtiler. Polis saldırıda sınır tanımıyor, gaz bombaları, tazyikli sıkılan su eşliğinde, insanlar coplanıyor ve polis terörü zirve yapıyordu. AKP faşizmine rağmen göstericilerin sayısı her geçen saat artıyor ve Gezi Parkı’nın korunması için direnç sergileniyordu. 30 Mayıs’ta, Taksim Gezi Parkı Koruma ve Güzelleştirme Derneği idare mahkemesine müracaat ederek, ‘‘Topçu Kışlası süsü verilen alışveriş merkezi yapılmasına olanak tanıdığı ileri sürülen 27/02/2013 tarihli, 139 sayılı kararının iptalini ve yürütmenin durdurulmasını’’ istedi. 31 Mayıs’ta, İstanbul 6. İdare Mahkemesi, Kültür Varlıkları Koruma Yüksek Kurulu’nun aldığı karar hakkında yürütmeyi durdurma kararı verdi. Mahkeme „Davanın durumu ve uyuşmazlığın niteliği gözetilmek suretiyle davalı idarenin 1. savunması (Kültür ve Turizm Bakanlığı) alınıncaya veya bilgi ve belgeler gönderilip, yürütmenin durdurulması hakkında yeni bir karar alınıncaya kadar yürütmenin durdurulması isteminin kabulüne oy çokluğuyla karar verildi.’’ Başvurudan sonra mahkemenin bir gün içerisinde karar vermesi de ilginçtir. İlginçliği mücadelenin gelişmesi ile ilişkilidir. 31 Mayıs’ta BDP milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in omzuna gaz bombası isabet etmesi nedeniyle yaralandı. AKP polisinin saldırıları sonucu onlarca insan yaralandı, yüzlerce kişi gözaltına alındı. 31 Mayıs’ta aynı zamanda AKP’nin İstanbul’da estirdiğe teröre karşı, İstanbul dışında da protestolar yayılmaya başlandı. Taksim Gezi Parkı’nda başlayan direniş ülkenin dört bir yanına yayıldı. AKP iktidarı doğayı yıkıma uğratan ve toplumu nefessiz bırakan kapitalizmin yıkıcı süreçleriyle sermayeye yeni alanlar açarken, kentin gerçek sahiplerine ise acımasızca saldırıyordu. Şehirler gaz bulutu ile kaplanıyor. Faşist polis halka azgınca saldırıyordu.


AKP Geri Adım Atıyor AKP, on yıllık tarihinde ilk kez bir kitle hareketinin sonucu olarak geri adım atmak zorunda kaldı. (Burada Kürt ulusal hareketini bunun dışında tutuyoruz.) Dört günlük direnişin ardından hükümet geri adım atarak, polislerini Gezi Parkı’ndan geri çekti. AKP hükümetinin iki numarası Bülent Arınç yaptığı açıklamada “Yapılaşmayı durduran mahkeme kararı yerindedir. İsabetli buluyorum. İdare de bu mahkeme kararına uymalıdır” dedi. Arınç, belediye ve Kültür Bakanlığı’nın gelişmeleri “iyi anlatamadığı için” halka özür borcu olduğunu söyledi. RTE, polisin Gezi Park’ında kalacağını ve Taksim projesinin süreceğini açıklamıştı. Taksim’deki olaylara “oyun” diyen Erdoğan, “Polis orada dün de vardı, bugün de var, yarın da olacak” demişti. Ancak RTE tükürdüğünü yalamak zorunda kaldı. AKP polisinin saldırıları, gaz bombaları, Tomalarına rağmen kitleler Taksim’e çıkmayı başardı. AKP geri adım atmak zorunda kaldı. AKP’nin İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş, Taksim projesini iyi anlatamadıklarını, Gezi Parkı’ndaki çalışmaların Topçu Kışlası ile ilgisi olmadığını, yayalaştırma projesi kapsamında tretuvar düzenlemesi yapıldığını söylemek zorunda kaldı. Topbaş, Gezi Parkı’ndaki eyleme yapılan müdahaleye ilişkin halka bu şekilde davranılmasını da tasvip etmediğini de açıklamak zorunda kaldı. 4 Haziran’da basın toplantısı düzenleyen hükümetin iki numarası Bülent Arınç, polisler tarafından uygulanan aşırı tedbirin tepki topladığını, Gezi Parkı ile ilgili endişelerin olduğunu, endişeleri gidereceklerini ve mahkeme kararına karşı duyarlı olacaklarını açıkladı. Çevre duyarlılığıyla hareket edenlerin haklı olduğunu, polisin aşırı şiddet gösterisinin yanlış olduğunu belirten Arınç, o yurttaşlardan özür dilediğini belirtti.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “verilen mesaj alınmıştır” açıklamasını yaptı. AKP’ye geri adım attıran kitlelerin mücadelesidir. Direnmek haktır. Direnmek kazanmanın ön şartıdır. Mücadele eden kaybedebilir, mücadele etmeyen en baştan kaybetmiştir. Mücadele yürütmeden, bedeller ödenmeden kazanımlar elde edilemez. İşçi ve emekçilerin mücadelesinin büyüklüğü ve örgütlülüğü karşısında hâkim sınıflar kâğıttan kaplandır. AKP’nin geri adım atması gelişen mücadelenin sonucudur. Sonuçta iyi polis kötü polis, hepsi polis rollerini oynuyor. Oynamaya devam edecekler.

gündem

Taksim Gezi Parkı’nda bir çevre duyarlılığı eylemine vahşice saldırılması sonrasında başlayan eylemlerde toprağa düşenler oldu. 2 Haziran’da İstanbul 1 Mayıs Mahallesi’nde, bir otomobilin bütün uyarılara rağmen durmayarak TEM Otoyolu’nda gösteri yapan kitlenin arasına dalması nedeniyle Sosyalist Dayanışma Platformu (SODAP) üyesi Mehmet Ayvalıtaş isimli genç yaşamını yitirdi. 3 Haziran’da Hatay’da Abdullah Cömert öldürüldü. Ankara’da Ethem Sarısülük’ün komada olduğu belirtiliyor. Türk Tabipler Birliği’nin açıklamalarına göre ülke genelinde, polisin saldırıları sonucu binlerce kişinin yaralandığı ve kimilerinin de ağır yaralı olduğu belirtiliyor.

Tarafımız Neresi? Taksim Gezi Parkı’nda bir çevre duyarlılığı sergilendi. Gezi Parkı hareketinin çıkış noktasında, yeşile sahip çıkma adına yapılan bir hareketti. Bu yeşile sahip çıkma temelinde başlatılan hareket önemli ve yeni olan bir hareketti. Gezi Parkı hareketinin çıkış noktasında, şehirlinin şehrine sahip çıkması doğruydu. Alınacak kararlarda evet, halka danışılması gerekir. AKP güya demokratız diye ortaya çıkıyor. Alınacak her kararda (şehircilikle ilgili) şehrin oradaki insanları ile danışarak yapmaları gerekir. Demokrasi budur. Eğer ileri demokrasi diyorsanız bunu yapmak zorundasınız. Yapmadığınız yerde ise burnunuzu sürtersiniz. Gezi Parkı’nın talan edilmesi ve yeşilin yok edilmesine karşı gelişen mücadelede taraftık. Tarafımız, Gezi Parkı’nın korunması ve çevre mücadelesi yürütenlerin yanıydı, yanıdır. Gezi Parkı’nın çıkış noktası, çevrenin korunması ve Taksim de tek kalan yeşil alanının yok edilmesine karşı mücadeleydi. Daha sonra olay anti-AKP hareketine dönüştü. CHP, İşçi Partisi ve tüm AKP karşıtı cephe bir araya geldi. MHP hareketin içerisinde yokuz diyor ama MHP tabanının bir bölümü de bu hareket içerisinde yer alıyor. Faşist MHP, AKP Polisinin “orantısız şiddet” kullanımını eleştiriyor ve demokrasi savunucusu kesiliyor! Halk düşmanlığı tescillenenler, gelişen mücadele karşısında “demokrasi” pozlarına bürünüyor. Anti-AKP hareketi devam ediyor, edecek. Bu hareket, çıkış noktasındaki taleplerden çıktı ve anti-AKP’cilerle AKP kapışmasına dönüştü. Biz bu kapışmada taraf değiliz. Biz güç ve imkanlarımız ölçüsünde, ajitasyon propagandamızı yaparız. Doğru görüşleri kitlelere taşıma görevine sahibiz. Gerçek çözüm, anti-AKP’ciler değil, devrimdir. AKP ve egemenler içindeki anti-AKP’cilerin özde birbirlerinden farkı yoktur. Her ikisi de halk düşmanıdır. Gezi Parkı hareketinin çıkış noktasından sap-

7


gündem

ması ve egemenlerin kendi iç iktidar dalaşlarının bir aracına dönüşmesi bir kez daha komünistlerin zayıflığını göstermektedir. Görev anti-AKP’cilerin peşine takılmak değil, devrimin sosyalizmin gerçek çözüm olduğunu anlatmaktır. Anti-AKP hareketini devrim dalgası olarak göstermeye çalışan oportünistlerin teşhir edilmesi de görevimizdir. Gelinen yerde AKP hükümetine karşı öfke patlaması yaşanıyor. Bu hareket içerisinde her renkten, her örgütten insanlar var. AKP polisinin estirdiği teröre

8

karşı, kendiliğinden geniş bir cephe oluştu. Bu cephe içerisinde, çevreciler, Feministler, LBGT, devrimciler, komünistler, sivil toplum örgütleri, örgütsüz bireyler, sendikalar, hayat tarzlarına karışılmasından rahatsız olanların önemli bir bölümü demokrasi ve özgürlük istiyor. Demokrasi ve özgürlük istemlerinin haykırılması haklıdır. Gezi Parkı direnişinin başlangıç aşamasında hareket içerisinde olmayan karşı devrimci güçler, kendiliğinden gelişen hareketi kendi iktidar dalaşlarının bir kaldıracı haline getirmek istiyor. CHP, İP, TGD, HKP vb karşı devrimci ve darbe kışkırtıcısı örgütler, hareket içerisinde yer alıyor. AKP’nin faşist uygulamalarına karşı gelişen haklı mücadele, yeni bir darbe kışkırtması için kullanılmak isteniyor. Bu sahte demokrasi savunucusu güçlere karşı mücadele etmek görevdir. At izi ile it izini birbirinden ayırmak komünistlerin görevidir. Bütün karşı devrimci güçler AKP polisinin “orantısız şiddet” kullanmasını eleştiriyor. AKP’de güya “orantısız şiddet” kullananlar hakkında soruşma açıyor. Soruş-

turma açılması bir aldatmacadır. İşsizlik ve güvencesizliğin yaygınlaştırıldığı, başta eğitim ve sağlık olmak üzere kamu hizmetlerinin özel sermayeye devredildiği, yer altı ve yer üstü kaynaklarının talan edildiği neo-liberal sömürü dalgasının sürdürüldüğü bir dönemden geçiyoruz. AKP iktidarını sağlamlaştırdığı oranda, kendisinden olmayanlara karşı dizginsiz baskı uyguluyor. Toplumsal muhalefeti sindirmeye ve gelişme potansiyelini bastırmaya çalışıyor. İdeolojik görüşü ve yaşama biçimini topluma dayatmaya çalışıyor. Hak arama mücadelesi yürütenlere karşı şiddet uyguluyor. AKP hükümeti, hak, hukuk, adalet tanımıyor. Herhangi bir toplumsal sorun konusunda toplumun değişik kesimleri görüşlerini kamuoyuna duyurmak için anayasal bir hak olarak da gösteri veya yürüyüş düzenleme hakkı vardır. Bu temel bir haktır. Bu temel hakkını kullanmak isteyenlere karşı AKP faşizmi devreye sokulmaktadır. AKP’nin 11 yıllık iktidarı boyunca, yoksulluk sömürü her geçen gün artıyor. Kentler ve doğa yağmalanıyor, yoksulların evleri başına yıkılıyor. İşçi grevleri yasaklanıyor, direnenlere tahammül edilemiyor. AKP büyük burjuvazinin çıkarlarını koruyan ve emperyalistlerin yanında yoksulların, emekçilerin karşısında yer alan bir partidir. AKP, sokağa, meydanlara çıkan yoksullara, işçilere, üniversitelilere, aydınlara sanatçılara polislerini saldırtıyor. AKP toplumu baskı altına almak için yasaklara başvuruyor. 1 Mayıs’ta Taksim’i emekçilere kapatan AKP iktidarı 1 Mayıs’ın ardından Taksim’de yürüyüş yapmayı yasakladı. Taksim’de eylem yapmak isteyenlere AKP’nin polisi azgınca saldırdı. Sadece Taksim’de değil ülkenin her yerinde AKP’ye karşı sokağa çıkan kesimler AKP faşizmi ile karşılaşıyor. Emperyalist politikalara, küreselleşme saldırılarına, özelleştirmelere, taşeronlaştırmalara, emekçilere, toprağını savunan köylülere, çevrenin talan edilmesine karşı direnenlere, demokratik muhalefet hareketlerine ve yoksullara yönelik saldırılara karşı mücadelemizi yılmadan, usanmadan sürdüreceğiz. Gün AKP faşizmine karşı mücadele günüdür. Gün AKP faşizmine karşı mücadele ile sömürü sistemine karşı mücadeleyi birleştirme günüdür. Görev, uyuyan devi uyandırma ve işçi sınıfını örgütlemedir. Gün örgütlenme ve mücadele günüdür. Bensiz olmaz deme, sen olmasan biz bir eksiğiz. Mücadele eden kaybedebilir, mücadele etmeyen en baştan kaybetmiştir. 8 Haziran 2013 ✓


G

ezi Parkı direnişinin 13. gününde Taksim Dayanışma Platformu, Taksim Meydanı’nda geniş katılımlı miting düzenledi. Bizim de katıldığımız mitinge birçok siyasi parti, kurum, kuruluş, sendika üyeleri, çeşitli mahalle ve semt sakinleri farklı yönlerden kortejler halinde mitinge katılmak üzere Taksim Meydanı’na yürüdü. Meydana miting için kurulan platformdan katılımcılara yönelik yapılan konuşmalarda, Erdoğan’ın yaptığı açıklamalar eleştirilirken, tertip komitesi, “Her yer Taksim her yer direniş”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği” ve “Hükümet istifa” sloganları dışında slogan atılmamasını istedi. Konuşmalarda, Hatay’da olaylar sırasında yaşamını yitiren Abdullah Cömert anılırken, Cömert’in ölmeden önce bir sosyal paylaşım sitesinde yayınladığı yazı okundu. Ardından Taksim Dayanışma Platformunu oluşturan çeşitli sivil toplum kuruluşları adına ortak basın açıklaması okundu. 10 Haziran’da, Bakanlar Kurulu toplantısı sonrası açıklama yapan Bülent Arınç, Recep Tayyip Erdoğan’ın, Taksim Gezi Parkı konusunda hükümetten taleplerde bulunan bazı topluluklarla Çarşamba günü görüşeceğini açıklıyordu. Çarşamba’nın gelişi Salı günü belli oldu. AKP hükümeti diyalog kapısını araladığını söylemesine rağmen, AKP’nin İstanbul Valisi saldırı olmayacağını belirtmesine rağmen, AKP polisleri saldırıyı başlattı. Gezi Parkı direnişinin 15. gününde (11 Haziran 2013) devletin terör güçleri sabah Taksim’e saldırdı. AKP’nin kolluk güçleri, “Lütfen dikkat! Gezi Parkı ve içindekilere kesinlikle dokunulmayacaktır” anonsları arasında saldırıya başladı. AKP polisi, gaz bomba-

larının yanı sıra plastik mermi de kullandı. Tomalar kitlelerinin üzerine basınçlı su sıktı. Taksim’e bütün metro seferleri iptal edildi. Kabataş-Taksim finiküler hattı durduruldu. Sosyalist Demokrasi Partisi Beyoğlu ilçe teşkilatı basıldı. SPD binasına sığınmış onlarca kişi gözaltına alındı. AKP polisinin saldırısı TV’lerden naklen yayınlandı. Çıkan yoğun duman ve gaz tüm Taksim’i kapladı. AKP valisi yazdığı tweetlerde “Gezi Parkı ve Taksim’e kesinlikle dokunulmayacak, sizlere asla dokunulmayacaktır” diye yazıyordu. Devletin terör güçleri, Taksime girdiklerinde yaptıkları anonslarda ve AKP valisinin yazdığı tweetlerde, Gezi Parkına girmeyeceklerini açıklamışlardı. Ama öyle olmadı. AKP Polisi, AKP Vali’sinin söz vermesine rağmen Gezi Parkı’na TOMA ve gaz bombalarıyla saldırdı. Gezi Park’ı talan edildi. Çadırlar yıkıldı, pankartlar toplandı, yiyecek, içecek standları devrildi. Revir çadırına bile gaz bombaları atıldı. Onlarca kişi atılan gaz bombaları sonucu yaralandı. Gezi parkında Müslüman gençlerin mescidini bile yıktılar. Çağlayan Adliyesine baskın yapıp avukatların cüppeleri üzerindeyken yaka paça gözaltına alıp kelepçe taktılar. Atatürk Anıtı ile Atatürk Kültür Merkezi’ni kaplayan pankartlar ve dövizler kaldırıldı. Taksim Meydanı’na çıkan çeşitli noktalarda AKP polisinin saldırılarına karşı direniş devam etti. Polisin meydana ve Gezi parkına müdahalesine karşı, direniş 12 Haziran sabah saatlerine kadar sürdü. Salı saldırısının ardından Çarşamba günü RTE güya “müzakere” masası kurmuştu. Gaza boğduğu direnişçilerle ve “sanatçılarla” görüşeceğini açıklıyor-

gündem

AKP Faşizmi Akıttığı Kanda Boğulacaktır

9


gündem 10

du. Kurduğu masada Gezi Direnişinin temsilcileri yok, Gezi Direnişçileriyle dayanışma içinde olan tek bir sanatçı yok. Ankara’ya çağrılanlarla 4,5 saat süren bir toplantı yapıldı. Toplantı yapılan kişilerin Gezi Parkı eylemlerine katılan insanlar olduğu açıklandı. RTE, kiminle görüşeceğini kendisi belirliyordu. Taksim Dayanışma Platformu’nun temsilcileri yerine, eyleme katıldıklarını iddia ettiği kişilerle görüşmeyi tercih ediyordu. Görüşme sonrasında RTE, Topçu Kışlası’nın yapılıp yapılmamasının plebisite, yani halk oylamasına sunulabileceğini açıklıyordu. Daha sonra RTE, Necati Şaşmaz, Hasan Kaçan ve Hülya Avşar ile görüşmelerini sürdürüyordu. RTE’nin görüştüğü kişiler Gezi Parkı direnişini temsil etmeyen kişilerdi. Sosyal medyada ve Gezi Parkında yükselen tepkiler sonucu RTE, 13 Haziran gecesi sekiz sanatçı ve Taksim Dayanışma Platformu’nun temsilcileri ile bir araya geldi. 3,5 saat süren görüşmenin ardından basına açıklama yapanlar, Erdoğan’ın, yargı sürecine saygılı olduğunu ve yargı kararlarına uyacağını ifade ettiğini, Başbakan’ın, yargı süreci sonunda kışla yapılmaması kararı çıkarsa buna uyacaklarını ve burayı park olarak düzenleyip, koruyacaklarını söylediğini ifade ettiler. Erdoğan, Gezi direnişinin 18. Gününde, AKP İl Başkanları Toplantısı’nda “Biz yargı kararını bekleyeceğiz. Nihai karar olumsuzsa biz buna uyarız” diyordu. RTE ile yapılan görüşmelerin ardından, Taksim Dayanışması tartışma toplantıları düzenledi. Gezi direnişinin 19. gününde yapılan açıklamanın sonuç bölümünde şu ifadelere yer verildi: “Direnişimizin 18. gününde 15 Haziran Cumartesi günü içindeki tüm canlılar ile beraber parkımız ve kentimiz, ağaçlarımız, yaşam alanlarımız, özel yaşamımız, özgürlüklerimiz ve geleceğimiz için Taksim Dayanışması olarak nöbete devam ediyoruz. Taleplerimizin takipçisi olmaya devam edeceğiz. Bu direniş, Taksim Dayanışması’nın kolektif iradesinin yansıması ve bütünlüklü bir mücadelenin ortak bayrağı olacaktır. Bugünden itibaren tüm yurda ve hatta dünyaya yayılan mücadelemizden gelen dinamizmle ve gücümüzle ülkemizde yaşanan her türlü haksızlığa ve mağduriyete karşı direnişi devam ettireceğiz. Şu anda 18 gün öncesine oranla çok daha güçlü, örgütlü ve umutluyuz.” Taksim Dayanışması, Erdoğan ile yapılan görüşme hakkında Gezi Parkı sakinlerine bilgi verdi. Parkın 7 noktasında oluşturulan forumlarda, Erdoğan ile yapılan görüşmenin sonuçları üzerine tartışıldı. Tartışmaya katılan insanlar direnişin nasıl sürdürüleceği

üzerine görüşlerini ifade ettiler. Taksim Dayanışması Platformu içerisinde yer alan kurumlar, dokuz saat süren bir toplantı yaptılar. Direnişin sürdürülmesi düşüncesini ifadede eden kurumlar yanında, HDK bileşenleri direnişi tek çadır kurarak sürdürme kararı aldı. Bu karara bağlı olarak HDK bileşenleri çadırlarını topladı. Direnişin 20 gününde Taksim’de yapılacak bir miting ile direniş bitirilecekti. Taksim Gezi Parkı direnişi ile AKP hükümetine geri adım attırıldı. AKP 2002’den bu yana kitlelerin isyanı sonucu ilk yenilgisini tattı. Yapılması gereken 16 Haziran Pazar günü direnişin 20. gününde Taksim Meydanında büyük bir şölen yaparak Gezi Parkı Direnişine son vermekti. Halk oylaması için aydınlatma, örgütlenme çalışması safhasına geçileceği, halk oylamasının takipçisi olunacağını açıklamaktı. Olmadı. Ne yazık ki bu irade gösterilemedi. RTE, 15 Haziran’da Ankara Sincan mitinginde, “Gezi Parkı yarın boşalmadığı takdirde güvenlik güçleri orayı boşaltmayı bilir.” tehditlerini savurdu. Erdoğan’ın tarih verdiği ve 16 Haziran’da kolluk güçlerinin saldıracağı bekleniyordu. Fakat 15 Haziran Cumartesi akşamı Erdoğan’ın kolluk güçleri saldırıya geçti. Polis saldırıdan önce Taksim Meydanında anons yapmaya başladı. “Bu yaptığımız son uyarılardır. Gezi Parkı’nı terk edin”, “Dağılmanız için yeterli süre verilmiştir. Aranızdaki provokatörlere inanmayın”, “Kamuya açık alanı işgal edemezsiniz. Taksim Meydanı’ndaki vatandaşlar oradan uzaklaşın” şeklinde anonslar yaptı. Taksim Meydanında bekleyen ve park içindeki kitle dağılmadı. Saat 20.50 civarında Tomalar tazyikli su sıkmaya başladı. Meydandaki kitle dağıldı. Tomalar Gezi Parkına tazyikli su sıkmaya, polis gaz bombası atmaya başladı. Çevik kuvvet gezi parkına girdi. Yoğun gaz kullanan polis çadırları sökmeye başladı. İlerleyen çevik kuvvet revire girdi. Revirdeki doktorların ısrarı sonucu revirden ayrılan polis gaz bombası atmayı ihmal etmedi. Gazdan etkilenen sağlık personeli dışarıya çıkmak zorunda kaldı. Gezi Parkını tamamen ele geçiren polisin ardından parka iş makineleri girdi. Parkta kurulu her şey toplanmaya başladı. Harbiye yönüne doğru dağılan kitlenin bir bölümü Divan Oteline sığındı. Buraya da polis gaz bombası attı. Mecidiyeköy’e kadar kitleyi kovalayan polis metrobüs durağına gaz bombası attı. Mecidiyeköy durağında durmayan metrobüsler ancak kitlenin otobüslerin önünü kesmesi sonucu durdu.


yanılıyor! Gezi direniş hareketi içerisinde küçümsenmeyecek oranda gençler yer aldı. Yaşam tarzlarına karışılmasından rahatsız olan bir gençlik var. AKP’ye muhalif olanlar üzerinde baskılar katmerleşerek devam ediyor. Eşlerini aldatan kadınlara hapis cezaları vermek için AKP yasa çıkarmaya yeltendi. Kürtajı yasaklamaya kalktı. Kürtaj yapan kadınları katil ilan etti. Kadınların en az üç çocuk yapmasını buyurdu. Milli içkinin sadece ayran olduğuna dair fetva verdi. İçki içenlerin alkolik olduğunu keşfetti! TÜBİTAK’ta evrim teorisini yasakladı ve sansürledi. Ateistleri hapisle cezalandırdı. Medyada sansür ve muhaliflere karşı işten çıkartma uyguladı. Yandaş ve emireri medya yarattı. Heykelleri ucube ilan edip yıktı. Tiyatro kapattı. Kitaplar yasaklandı. Üçüncü boğaz köprüsüne, Osmanlı’da hilafeti kuran Yavuz Sultan Selim’in adının verileceğini açıkladı. Taksim Gezi Parkı direnişi bir çevre duyarlılığı ile 27 Mayıs’ta başladı. Çevre duyarlılığı ile başlayan direniş, anti-AKP hareketine dönüştü. Yapılan gösterilerde AKP karşıtı cephe bir araya geldi. Nasyonal sosyalistler, CHP, MHP tabanı, taraftar grupları bir arada idi. Bu hareket içerisinde kuşkusuz devrimciler de yer aldı. Küçümsenmeyecek oranda gençler de bu harekete katıldı. 1990 doğumlu olduğu söylenen gençlerin direnişe katılmasının nedeni, yaşam tarzlarına karışılması ve AKP polisinin uyguladığı şiddetti. Direnişe AKP karşıtı cephe damgasını vurdu. Kimi şehirlerde BDP’lilere saldırı girişimleri yaşandı. Yapılan eylemlerde Türk bayrakları ve Atatürk resimleri taşındı. “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz” sloganları atıldı. Padişah neden çark etti? RTE, Gezi Parkı direnişinden bir ay önce 29 Nisan’da şöyle diyordu: “Taksim Gezi Alanı dedik hemen karşı çıktılar. Kışlayı yeniden yapacağız, dedik başta ana muhalefet partisi karşı çıktılar. Ben de reddinize ret dedim ve sonra retlerine ret kararı çıktı. Yahu çanak çömleği koruyorsun da oradaki tarihi kışlayı neden korumuyorsun? Denizin kenarında üç beş çanak çömlek, üç beş çatal bıçak bulunmuş onu koruyorsun da bu tarihi binayı neden korumuyorsun. O zaman ne dedik, ‘olacak’ dedik, şimdi oluyor. Bu tabii kışla olmayacak. AVM, belki rezidans olarak hizmet görecek.” 29 Mayıs’ta RTE, „ne yaparsanız yapın, Gezi Park’ı için biz kararımızı verdik“ diyordu. 1 Haziran’da başlayan ve direnişin ilk günlerine rastlayan açıklamalarında sürekli olarak “Birkaç çapul-

gündem

Taksim Meydanı, Gezi Parkını işgal eden polis alana kimseyi yaklaştırmadı. Taksim çevresinde, Harbiye’de, Dolapdere’de, Sıraselvilerde binlerce kişi polis ile çatıştı. Osmanbey’de polis ile çatışma sabaha kadar sürdü. Direnişin 20. gününde, İstiklal Caddesi, Tarlabaşı Bulvarı, Osmanbey’de çatışmalar gün boyu sürdü. Polis ile çatışan binlerce kişi barikatlar kurdu. Polis tazyikli su, gaz bombası ile kitleyi dağıtmaya çalıştı. Polisin saldırısı sonucu yüzlerce kişi yaralandı. Yüzlerce kişi de gözaltına alındı. AKP’nin kolluk güçleri, direnen insanları katletmeyi hedef alan bir operasyonun yürütücülüğüne soyundu. Tomalar kimyasal su kullandı. AKP valisi tarafından kamuoyuna yapılan açıklamaların tamamı, sürecin başından beri olduğu üzere, yalan ve tahribat içermektedir. Bir yandan sokaklarda devlet terörü kol gezerken, diğer yandan tüm kamuoyu bilgi kirliliğine maruz bırakılmaktadır. Gezi Parkı’nda günlerdir baskıya, zora karşı direnen eylemciler hakkında, AKP valisi tarafından bir karalama kampanyası yürütülmektedir. AKP valisi yine yalan söylemektedir. Aynı şekilde yaralı sayıları konusunda da yalan söylemeye devam etti ve gerçek yaralı sayısı gizlendi. Divan Otel ve Ramada Otel’de bulunan revirleri hedef alan azgın polis saldırısı televizyon ekranlarına da yansıdı. Okmeydanı’nda 14 yaşında bir çocuk ölüm kalım mücadelesi vermektedir. Divan Oteli’ne sığınmış çocukların tamamı ciddi bir biçimde kimyasal gaza maruz kaldı. Sokaklarda polis terörüne maruz kalan insanların sığındıkları yerlere dahi saldırıldı. AKP hükümeti, kendi muhalifi olan, onu eleştiren herkesime karşı pervasızca güç kullanıyor. Faşizm sokaklarda kol geziyor. AKP faşizmine karşı tepkiler gelişti. Anti-AKP cephesi mücadeleyi kendi iktidar kaldıracı olarak kullanmak istedi. AKP faşizmine karşı, dünyadan tepkiler yükseldi. ABD ve AB emperyalistleri, polisin orantısız güç kullandığı bağlamında AKP hükümetini eleştirdi. AB Parlamentosu, Türkiye hakkında kaygılarını dile getiren karar aldı. Dünyanın gündemi Taksim’di. Dünya televizyonları Taksim’den canlı yayın yaptı. Nobel adaylığına aday gösterilmeye çalışılan Erdoğan’ın karizması yerlerde sürünüyor. Erdoğan, tüm dünyada sert bir biçimde eleştirilen ve dalga geçilen bir kişi oldu. Ancak bunların hiçbirisi onun umurunda değildi. Onun için önemli olan tek şey kendisine oy veren %50 ve kendi iktidar hırsıdır. Sanki her şeyi en iyi o biliyor, onun dışındaki herkes

11


gündem 12

cudan izin alacak değiliz” diyerek Topçu Kışlası’nın Gezi Parkı’na yapılacağını açıklıyordu Erdoğan. İstanbul 6. İdare Mahkemesi, 31 Mayıs Cuma günü Topçu Kışlası projesi konusunda “yürütmeyi durdurma” kararı verdi. RTE, 1 Haziran Cumartesi mahkeme kararını eleştirerek, eylemler sürerken mahkemenin karar vermesini tuhaf bulduğunu, bu yargı kararının “soru işaretleri yarattığını” öne sürmüştü. Ardından, bu kararı yok hükmünde sayarak defalarca “Topçu Kışlası’nı yapacağız” demekte sakınca görmüyordu. 2 Haziran’da RTE, Twitter’a „baş belası“, direnişçilere „çapulcu“, direnişlere destek verenleri „tencere tavacı“ olarak adlandırıyordu. 3 Haziran’da RTE, „%50’yi evde zor tutuyoruz“ dedi. 6 Haziran’da RTE, Fas’ta „geri adım atmayacağız“ açıklamasını yaptı. 7 Haziran’da RTE, Tunus dönüşünde havalimanında Topçu kışlası ısrarından vazgeçmediğini açıkladı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 3 Haziran‘da, Gezi Parkı direnişi için “İyi niyetli olarak verilen mesajların alındığının bilinmesini isterim” açıklamasını yapmıştı. Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik de, Twitter’daki hesabından “mesajın alındığını” duyurmuştu. Erdoğan, Gezi Parkı direnişinin sekizinci gününde hem Gül’ün, hem de Çelik’in “Mesaj alınmıştır” söylemlerine “hayır ben mesaj almadım. Onlar ne mesaj almış bilmiyorum” şeklinde cevap veriyordu. Padişah önce AVM söylemini rafa kaldırdı. Topçu Kışlası’nın “şehir müzesi” olarak düzenleneceğini ilan etti. Gezi direnişinin 18. gününde „Biz yargı kararını bekleyeceğiz. Nihai karar olumsuzsa biz buna uyarız” dedi. Gezi Parkı direnişinin 18. gününde ilk kez “Topçu Kışlası’nı oraya yapacağız” demeyen, “Yargı kararını bekleyeceğiz” açıklamasını yapmak zorunda kalıyordu Erdoğan. RTE, Gezi direnişinin 18. gününde, AKP İl Başkanları toplantısında „Mesajlarınızı verdiniz. Eğer sizin mesajınız Taksim Gezi Parkı ise, bu mesaj alınmıştır ve değerlendirmesi yapılmıştır.” diyordu. Padişahın çark etmesi, geri adım atması gelişen ve AKP polisinin tüm vahşetine rağmen gerilemeyen, geriletilemeyen mücadelenin sonucudur. RTE, gösterilere katılanlara isim bulmakta zorluk çekti! Önce “çapulcular” demekle işe başladı. Gelen tepkiler üzerine, “terör”, “DHKP-C üyeleri” demeye başladı. Bu söylemleri ikna edici olmayınca, “marjinal” kavramına sığındı. “Kökü dışarda” vurguları ön plana çıktı. Aşina olduğumuz ‘iç ve dış düşmanlarımız’ türküsünü söyledi. Zelo örgütü keşfedildi. Faiz

lobisinin işi olduğu belirtildi. Dışardan bir anda düğmeye basıldığını iddia etti! Demokrasinin sandıkta belirlendiğini açıkladı. %50 oy alan bir parti olduklarını her konuştuğunda anlattı. RTE, gerçekleri örtbas etmeye ve yalan söylemeyi de ihmal etmedi. “Bunlar bayrak da yaktı”, “bunlar başörtülü kızımıza da saldırdı”, “bunlar camiye de içkiyle girdi” gibi yalanlara başvurdu. AKP’yi protesto edenleri “marjinal” olarak nitelendirerek de yalan söylemeye devam etti. Gezi parkı “sidik kokuyor” dedi. Hatta “büyük abdestlerini de orada yapıyorlar” yalanını söyledi. RTE’nin devlet gücü tüm imkanlarını kullanarak Gezi direnişini bastıramadı. Baskı ve devlet terörünün yanı sıra, yalan makinesi da devreye sokuldu. Egemen sınıf temsilcilerinin yalancı olduklarını ve gerçekleri halktan gizlediklerini biliyoruz. RTE, yalanlar üzerinden siyaset yapıyor. Tüm yalanlara rağmen gerçekler gizlenemiyor. Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV), Gezi direnişinin 18. gününde bir bilgi notu yayınlandı. TTB’nin verilerine göre 11 bin 823 kişi yaralanmıştır. TİHV verilerine göre gözaltına alınanların sayısı 2636’dır. 48 kişi twitter mesajları gerekçe gösterilerek gözaltına alındı. Yaralı ve gözaltına alınanların sayısı sürekli artmaktadır. 12 Haziran 2013’deki belirlemelere göre tüm Türkiye’de eylemler nedeniyle TTB’ye göre 11823 kişi yaralanarak veya kimyasal gazdan etkilenerek hastanelere/gönüllü revirlere başvurmuştur. 2 Haziran’da İstanbul 1 Mayıs Mahallesi’nde, bir otomobilin bütün uyarılara rağmen durmayarak TEM Otoyolu’nda gösteri yapan kitlenin arasına dalması nedeniy­le Sosyalist Dayanışma Platformu (SODAP) üyesi Mehmet Ayvalıtaş isimli genç yaşamını yitirdi. Ankara’da Kızılay Meydanı’na yakın bir dershanede temizlik görevlisi olarak çalışan İrfan Tuna, 5 Haziran 2013’te polisin eylemcilere yönelik yoğun gaz bombalı saldırısının ardından rahatsızlandı. Bölgenin gaz bombalarının yaydığı dumanla kaplı olması nedeniyle temiz hava alamayan ve polisin yolları kapatması nedeniyle ambulansın geç gelmesi nedeniyle İrfan Tuna kaldırıldığı hastanede geçirdiği kalp krizi sonucu öldü. Hatay’da CHP Gençlik Kolları üyesi Ahmet Cömert kafatası kırılarak öldürüldü. Ankara’da 1 Haziran’da Gezi Parkı eylemlerine destek amacıyla düzenlenen gösteride, Ethem Sarısülük’ün kafasına kurşun sıkıldı. 13 gün komada kalan Ethem Sarısülük 14 Haziran’da yaşamını yitirdi. 77 ilde Gezi Parkı direnişiyle ilgili eylemler yapıldı. AKP polisi Tomalarla saldırdı. Biber gazı, portakal gazı kullanıl-


malizmin propagandası için kullandılar. “Ne mutlu Türküm diyene!, Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” sloganları “Tayyip istifa!, Hükümet istifa!” sloganları ile birlikte hareketin sloganları haline geldi. Hareket, eylemler gelinen yerde objektif olarak egemenler arasındaki iktidar dalaşının bir aracı konumundadır. Bu nedenle bu eylemlerin parçası olmayacağımızı belirtmek istiyoruz. Olduğumuz alanlarda, bu eylemlerde yalnızca doğru görüşleri yaymak için olacağız. Taksim Gezi eylemlerinden çıkarılması gereken dersler var. Osmanlı sultanlarına özenen ve kendisini “sultan” gören Erdoğan’a karşı insanlar tepkilerini ortaya koydu. İnsanların özel hayatlarına müdahale edilmesi, kendi hayat tarzını tüm topluma dayatmaya kalkışması, azınlığın yok sayılması vb yüzünden rahatsız olan önemli bir kitle var. Bu kitlenin önemli bir bölümünü gençler oluşturuyor. Bu genç kuşağın tanınması ve doğru yöntemler kullanılarak kazanılması gerekiyor. Çevreye duyarlı olan bir avuç insan Gezi Parkı’nda eylem başlattı. AKP polisi, bu gençlere azgınca saldırdı. AKP polisi saldırdıkça, direniş giderek büyüdü. Polis şiddetini gören gençler direnişe katıldı. Onlara hunharca saldırdı Polis. Baskıya ve yaşam tarzına müdahale edilmesinden rahatsız olan bu gençlik, demokrasi ve özgürlük istiyor. Gençliğin özlemi ve talebi budur. Bu özlemi gerçek hale dönüştürmek bizim elimizdedir. Bunun ilk adımı, baskıya ve sömürüye karşı boyun eğmeme ve direnme ilk adımdır. Mücadele etmeden, bedel ödemeden, direnmeden hiçbir hak kazanılamaz. Hiçbir zulüm durdurulamaz. Her direniş bir mücadele okuludur. Mücadele içinde öğrenmeliyiz, bilinçlenmeliyiz. Mücadelemiz, burjuvazinin şu veya bu hükümetine karşı değil, bir bütün olarak sömürü sistemini hedeflemelidir. Mücadelemiz, bir bütün olarak sömürü sistemini hedeflemezse, burjuvazinin bir başka hükümeti iş başına gelir. Gerçek demokrasi, eşitlik ve kardeşçe yaşam bu sistemde mümkün değildir. Gerçek demokrasi, ancak işçi sınıfının önderliğinde devrimlerle kazanılacaktır. Kapitalizmi yıkma mücadelesinin gerçek öznesi üreten, bütün değerleri yaratan sınıf, işçi sınıfıdır. İşçi sınıfı önderliğinde emekçi sınıflar harekete geçmeden, sömürü sistemlerini devirmek mümkün değildir. Öncü örgütün yaratılması ve işçi sınıfı içerisinde kök salması görevdir. Görev bunun için çalışmak ve örgütlenmektir… 17 Haziran 2013 ✓

gündem

dı. Plastik mermi sıkıldı, pencerelerden evlerin içine gaz atıldı. Devletin terör güçleri yeterli görülmediği için, elleri sopalı milislerini devreye sokuldu. Yabancı öğrenciler “ajan” iddiasıyla gözaltına alındı. Çapulcuların uluslararası “Zello örgütü”ne mensup olduğu keşfedildi. Atılan Plastik mermiler sonucu insanlar gözlerini kaybetti. Biber gazı kapsülleriyle beyin travması geçirenler, testisleri parçalananlar oldu. Yakın mesafeden, hedef gözeterek yapılan atışlar yüzünden binlerce kişi yaralandı. Ağır yaralı olan 43 kişi hastanelerde yaşam savaşı veriyor. AKP faşizmini anlat, anlat bitmiyor. Haykırıyoruz, haykırmaya devam edeceğiz. AKP akıttığı kanlarda boğulacaktır. Rüzgar eken fırtına biçecektir. Gün gelecek, devran dönecek. AKP padişahı halka hesap verecektir. Gezi direnişi bir çevre duyarlılığı ile başladı. Daha sonra hareket AKP hükümetine karşı öfke patlamasına dönüştü. AKP’nin siyasetinden rahatsız olan her görüşten, her renkten, her örgütten insanlar bir araya geldi. AKP Polisinin çevre duyarlılığını sergileyen eylemcilere karşı kullandığı faşist şiddet, olabilecek en geniş koalisyonu kendiliğinden oluşturdu. Bu koalisyon içinde yer alan devrimci, sosyalist, komünist örgütler, çevreci Sivil Toplum Örgütleri, Demokratik Kitle Örgütleri ve örgütsüz hayatlarına karışılmasından rahatsız insanların önemli bölümü, gerçekten demokrasi, özgürlük istiyor. Özgürlük ve demokrasi isteyenlerin yan yana gelmesi iyi bir gelişmedir. Başlangıçta bu eylemler içerisinde yer almayan, hareketi kendi iktidar dalaşlarının bir kaldıracı haline getirmek isteyen güçler de var. MHP, AKP Polisinin “orantısız şiddet” kullanımını eleştiriyor. Demokrasi savunucusu pozlara bürünüyor! CHP demokrasi havarisi kesilip, AKP faşizmini eleştiriyor! CHP milletvekilleri, direniş eylemlerinde boy gösteriyor. CHP demokrasi savunucusu pozlarına bürünüyor. CHP’nin nasıl bir demokrasi savunduğunu, iktidarda oldukları dönemlerden, darbe destekçiliklerinden bellidir. Nasyonal sosyalistler ve darbe kışkırtıcısı örgütler, hareket içinde boy gösteriyor. Bu sahte demokrasi savunucusu güçlerin teşhir edilmesi görevdir. Sahte demokrasi savunucusu güçlerin tercihi Kemalist faşizmdir. Bizim tercihimiz, Kemalist faşizm ile dinci faşizmin arasındaki tercih değildir, olamaz! Gezi Parkı direnişine destek eylemleri, süreç içinde çıkış noktasındaki taleplerinden, hedeflerinden uzaklaştı. Destek eylemleri başka bir içerik kazandı. Kemalist güçler Geziye destek eylemlerini yoğun bir şekilde milliyetçiliğin, ırkçılığın, Türkçülüğün, Ke-

13


✌ halkların kardeşliği için güncel

“ÇÖZÜM SÜRECİ” ÜZERİNE D

ergimizin 162-163 sayılarında “barış süreci” hakkında görüşlerimizi ortaya koyduk. Ve neden 29 yıldır yürüyen savaşın sonlandırılmasının iyi olacağını anlattık. Barışın hemen şimdi sağlanması gerektiğini belirttik. Görüşlerimizi ortaya koyduktan sonra kimi gelişmeler yaşandı. Bu gelişmeler hakkında da kısaca tavır takınmayı gerekli görüyoruz. PKK ile AKP’nin hangi temelde birleştiklerini, hangi temelde uzlaştıklarını okuyucularımıza anlatmamız gerekiyor. Yeni bir dönemin başladığı, yeni dönemde her şeyin çok daha iyi olacağı ve yeni bir Türkiye’nin inşa edileceği iddia ediliyor. Yeni bir demokratik siyaset sürecinin başladığı söyleniyor. Bu söylemlerin gerçekleşme olanağı ne? Ulus devlet modeli sona mı erdi? Gerçek demokrasi nasıl sağlanacak? Kapitalizmin temellerine yönelmeden, sömürünün egemen olduğu bir sistemde, halklar arasında eşitlik sağlanabilinir mi? Neden bu sistemde kitlelere gerçekleşmesi mümkün olmayan kimi pembe tablolar sunuluyor? Bu soruları çoğaltmak mümkün. Çözüm süreci ile ilgili olarak kitlelere yanlış bilinç veriliyor. Kitlelere verilen mesajların doğru olmadığını anlatmak görevimizdir.

Çözüm Süreci Komisyonu Kuruldu

14

9 Nisan 2013’te TBMM’de AKP’den 10 ve BDP’den bir milletvekilinin temsil edileceği süreci izleme komisyonu kuruldu. MHP ve CHP çözüm sürecinde kuru-

lan komisyona üye vermeyeceklerini açıkladılar. Komisyonun kurulmasının ertesinde AKP ve BDP’nin komisyonda yer almasını istediği milletvekillerinin isimlerini meclis başkanlığına bildirmesi gerekiyordu. Çözüm sürecinin değerlendirilmesi amacıyla kurulan Meclis Araştırma Komisyonu üyeliği için AKP ve BDP’nin gösterdiği adaylar 8 Mayıs’ta meclis genel kurulunda kabul edildi. İlk toplantısını yapan komisyonun Başkanlığı’na AKP Amasya milletvekili Naci Bostancı seçildi. Komisyon başkanı Naci Bostancı T24’e verdiği mülakatta; bu komisyonun vicdan komisyonu olduğunu, Türkiye’de bir dönem yaşanan karanlık sürece ilişkin araştırmalar yapacağını, amacın siyaset alanını genişletmek olduğunu söyledi. Türkiye’nin çözüm sürecinin içinde olduğunu belirten Bostancı, PKK’nin silahlı bir mücadele ile bir takım taleplerde bulunduğunu, ancak artık silahla meşruiyet sahibi olamayacağını PKK ve tabanında kabul ettiğini ve Türkiye’de herkesin demokrasi ve özgürlük içinde birlikte yaşama talebinde bulunduğunu belirtti. Komisyon başkanının anlatımlarına göre; faili meçhul cinayetler, köy boşaltmalar ve yaşanan haksızlıklar araştırılacak. Komisyon hem devletin hem de PKK’nin yaptığı hataları da araştıracak. TBMM’de bir komisyon kurulması önerisi Öcalan’dan gelmişti. Öcalan, uzun yıllardan beri “Hakikatleri Araştırma Komisyonu” kurulmasını


Gerillanın Sınır Dışına Çekilmesi Başladı 25 Nisan 2013’te Kürdistan Topluluklar Birliği (KCK) başkanı Murat Karayılan Kandil’de basın açıklaması yaptı. Çok sayıda uluslararası ve Türkiyeli medyanın izlediği basın toplantısına KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, Kongra-Gel Başkanlık Divanı Üyesi Hacer Zagros ve KCK Yürütme Konseyi Üyesi Zeki Şengali katıldı. Gerillanın 8 Mayıs’ta geri çekilmeye başlayacağını açıklayan Karayılan saldırıların olması durumunda geri çekilmeyi durduracaklarını açıkladı. KCK açıklamasında ayrıca önümüzdeki süreçte Kuzey Kürdistan’da, Türkiye’de, Avrupa’da ve Hewler’de dört farklı konferans yapılacağı da belirtildi. Murat Karayılan açıklamasında; Öcalan’ın 21 Mart açıklamasının “stratejik bir değer taşıyan tarihi deklarasyon” olduğunu belirttikten sonra Öcalan’ın mesajından şu bölümü okudu: “Yeni bir Türkiye, yeni bir Ortadoğu ve yeni bir geleceği birlikte inşa etmeye ve tüm ezilen halkları, sınıf ve kültür temsilcilerini, en eski sömürge ile ezilen sınıf olan kadınları, ezilen mezhepleri, tarikatları ve diğer kültürel varlık sahiplerini, işçi sınıfının temsilcilerini ve sistemden dışlanan, yok sayılan herkesi, çıkışın yeni seçeneği olan demokratik modernite sisteminde yer tutmaya, zihniyet ve formunu kazanmaya çağırmaktadır.” PKK ile Türk devletinin birleştikleri ortak noktalardan bir tanesi Ortadoğu’nun yeniden şekillendirilmesidir. Öcalan Newroz konuşmasında, silahların susma zamanının geldiğini ve artık gerillanın sınır dışına çıkması gerektiğini açıklamıştı. Karayılan, Öcalan’ın çağrısına uyarak gerillanın 8 Mayıs’tan itibaren sınır dışına çıkacağını açıkladı. Öcalan’ın Newroz çağrısı temelinde Karayılan, Türk burjuvazisine çağrı yapıyor. Türk burjuvazisine,

eğer bizimle birlikte hareket ederseniz iki stratejik güç olarak, Ortadoğu’yu yeniden şekillendirebiliriz diyor. PKK’nin bu çizgisi yeni bir çizgi değil. 1993’ten beri savunulan çizgi budur. İmralı yargılamalarında Öcalan’ın savunduğu çizgi bu idi. Öcalan, uluslararası bir komplo sonucu Türkiye’ye getirildiğinde „Eğer bana izin verirseniz, ben Türk devletine büyük hizmetler sunabilirim“ demişti. Önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi, PKK’nin çizgisi ile AKP çizgisinin örtüşmesi ve bu amaçlarla bir savaşın yürütülmesi gerekli değildir. Bu noktada savaş bu amaçlara da terstir. Bu amaçları elde etme açısından savaşa gerek yoktur. Burjuvazi de zaten bunu söylüyor. Gelinen aşamada Öcalan ile AKP arasında söylem birliği var. Öcalan açısından sorun çözülmüştür. Devlet, Öcalan’ı resmen bugün artık kendi siyasetinin eki haline getirmiştir. Öcalan, bu siyaseti devlete çok daha önce önerdi. Devlet içinde fakat sorunu PKK’yi askeri araçlarla, savaşla ezeceklerini, yok edeceklerini düşünenler egemendi. TUSİAD’ın 1991’de açıkladığı Türkiye’nin demokratikleştirilmesi programı var. Burjuvazi o dönemde TUSİAD’ın açıkladığı demokratikleşme programını uygulama imkânına sahip değildi. Çünkü siyasi iktidardakiler PKK’yi askeri yöntemlerle bitireceklerini sanıyorlardı. Bu süreç içinde, burjuvazinin kendi içindeki iktidar mücadelesinde, sadece askeri yöntemlerle PKK’yi bitireceklerini savunanlar önemli ölçüde tasfiye edildi. Özel sermayeli büyük burjuvazinin Kürt siyaseti de bugün belirleyici hale geldi. Ve bu noktada Öcalan ve burjuvazinin siyaseti üst üste bindi. Şimdi barış sürecinin başlamasının nedeni budur. Bu yüzden Öcalan, burjuvaziyle birlikte Türkiye ve Ortadoğu’nun şekillendirilmesinde ezilen, hor görülen, dışlanan ve kısacası öteki olan herkesi “demokratik modernite sisteminde yer tutmaya” çağırıyor. Yepyeni bir dönemin başladığı iddia ediliyor! Ulus devlet modelinin sona erdiği söyleniyor! Yeni bir gelecek inşa edilecekmiş! Yeni demokratik modernite sisteminde herkesin yer alması isteniliyor!

✌ halkların kardeşliği için

öneriyordu. İmralı pazarlıklarının bir sonucu olarak AKP hükümeti de “Barış Süreci Komisyonu”nun kurulmasına yeşil ışık yaktı. BDP de bu öneriye destek verdi. 18 Mart’ta BDP heyeti İmralı’da Öcalan ile görüşmüştü. Görüşmeden sonra Öcalan’ın yazılı olarak yazdığı ve Selahattin Demirtaş’ın basın mensuplarına okuduğu mesajda şöyle diyordu: “yüce bir iradeyi temsil eden parlamentonun ve siyasi partilerin sunacağı desteği çok değerli buluyorum.” Öcalan’ın “değerli” bulduğu ve “yüce bir iradeyi temsil” ettiğine inandığı parlamentoda komisyon kuruldu. Komisyonun ne yapacağını ve çözüm sürecine katkısının nasıl olacağını bekleyip göreceğiz.

Nerden nereye? PKK ilk ortaya çıktığında “Bağımsız Birleşik Kürdistan” hedefini ortaya koymuştu. Bundan yirmi yıl önce bu hedeften vazgeçildi. Yürütülen silahlı mücadele, TC ile masaya oturma ve kimi kazanımları elde etme noktasına indirgendi. Şimdiye kadar tek taraflı birçok ateşkes ilan edildi. T.C devleti ile kimi görüşmeler yapıldı. 2013’ün ilk günlerinden beri yürüyen

15


✌ halkların kardeşliği için güncel 16

bir çözüm süreci var. Bu çözüm süreci sonrasında gerçekleşmesi mümkün olmayan bir modelin gerçekleşeceği mesajları veriliyor. Propagandası yapılıyor. Bugünkü konjonktürde PKK’nin ayrı bir devlet kurma şansı yoktur. Kürt devleti kurma imkânının olmadığının görüldüğü yerde, ulus devlet modelinin sona erdiğinin keşfedilmesi gerçeklerin gizlenmesidir. Ulus devlet modelinin sona erdiği iddiası günümüz dünyasının gerçekliği değildir. Öcalan’a göre; demokratik modernite ile ulus devleti aşma iddiası yalnızca Kemalist ulus devleti aşmak değildir. Öcalan’a göre; ulus- devlet modeli bitmiştir. Bu paradigma artık miadını doldurmuştur. Bu tespitler kendi tabanını ikna edip, Türk devletine eklemleme teorisinin gerekçelendirilmesidir. PKK’nin ayrı bir devlet kurma gücü yok. Ulus devlet istiyoruz ama bunu yapacak gücümüz yok denilmiyor. Öcalan, bunu diyecek yerde diyor ki; ulus devlet modeli sona ermiştir. T.C. 1923’ün, 1930’ların Türkiye’si değildir. Gelinen aşamada T.C., Türk dışında millet, milliyet yoktur inkârcılığından vazgeçmiş, biraz modernleşmiş, gerçekleri biraz daha kendisine uydurmuştur. De fakto durum budur. Bu ama ulusal devlettir. Günümüzün gerçekliğini inkâr etmek ve ulus devlet modelinin sona erdiğini söylemek, halkı kandırmaktır. Gelinen aşamada devlet ile Öcalan anlaşmıştır. Halkı ikna etmek için çalışmalar yapıldı, yapılıyor. 63 Akil Adam çözüm sürecini iki ay boyunca anlatmaya çalıştı. Üç aşamalı olduğu söylenen sürecin ilk aşaması uygulanıyor. Gerillanın sınır dışına çekilme işleminin tamamlanmasından sonra ikinci aşamanın başlayacağı dillendiriliyor. Buna göre kimi yasaların çıkarılması bekleniliyor. Bekleniliyor diyoruz çünkü BDP’den hükümetin adım atması konusunda yavaş davranıldığı eleştirileri geliyor. Silah bırakma hemen olmayacaktır. Çünkü silah bırakma, gerçek anlamda silah bırakma da değildir. PKK stratejik iki gücün bir ayağı olarak, Ortadoğu stratejisinde Türk burjuvazisinin, Kürt burjuvazisine de belli ölçülerde pay veren stratejik ortalıkla Ortadoğu’daki yayılmanın askeri ayaklarından biri olarak kullanılacaktır. Bu anlamda silahsızlanmak, Türk devletine karşı bir silahsızlanmadır. Bunun yanında PKK savaş yürüten bir güç olarak, Türk devleti açısından, Batılı emperyalist devletler açısından da, özel kuvvetler olarak İran’a karşı, o bölgede Batının ve Türkiye’nin planlarına ters düşen güçlere karşı kullanılacaktır. Karayılan, “Gelinen noktada sömürgeci egemen zihniyetin Kürt halkını ne çokça denenen baskı, sür-

gün ve katliamlarla, ne de asimilasyonla yok etmesinin mümkün olmadığı açığa çıkmış ve artık bunun önü alınmıştır; çetin bir mücadeleyle Kürdistan halkı ve her Kürt bireyi kimlik ve kişilik kazanmıştır” diye açıklıyor. Gelinen aşamada sömürgecilerin Kürt halkını katletmekle, asimile etmekle yok edemeyeceklerini gördükleri doğrudur. Doğrudur ama gelecekte Kürt halkının katledilemeyeceği, asimilasyona uğramayacağının hiçbir garantisi yoktur. Karayılan, Kürtlerin “katliamlarla, ne de asimilasyonla yok etmesinin mümkün olmadığı açığa çıkmış ve artık bunun önü alınmıştır” diyor. Bu söylemler gerçeklerin çarpıtılması ve kitlelerin uyutulmasından başka bir şey değildir. Dört parçada sömürgeci güçler yerinde duruyor. Kuzey parçasında sömürgeci Türkiye, “tek vatan, tek millet, tek bayrak” siyasetini sürdürmeye devam ediyor. Sömürgeci güçler varlığını sürdürdüğü sürece, Kürt ulusunun ve ezilen milliyetlerin varlığı tehlike altındadır. Sömürgeci güçler varlığını sürdürdükçe, katliamların yapılmayacağı, ulusların asimile edilemeyeceğinin hiçbir garantisi yoktur. Tüm halkların kardeşliğini sağlamak ve eşit yurttaş olarak yaşamaları, sömürgeci güçlerin yok edilmesi ile olacaktır. 23 Mart’ta Öcalan’ın çağrısına uyularak ateşkes pozisyonuna geçtiklerini belirten Karayılan, “Kürt sorununun çözümü ile Türkiye’nin demokratikleşmesini sağlayacak ve Ortadoğu barışına giden yolu açacak olan bu tarihi adımın amacına uygun olarak başarıyla tamamlanması, barış, kardeşlik, demokrasi ve özgürlük isteyen herkesin, hepimizin temel hedefi”, olduğu belirlemelerine yer verdi. Türkiye’nin demokratikleşeceği söyleniyor. T.C’nin varlığı koşullarında Türkiye’nin tam demokratikleşeceğini ve Türkiye’de yaşayan tüm halkların kardeşçe yaşayacağını söylemek bilinçlerin karartılmasından başka bir şey değildir. Kapitalist sistemi sorgulamadan, kapitalist sistem içerisinde yaşamanın propagandası yapılıyor. Gerçekte ise ulusal devletlerin varlığı ortadan kalkmaksızın, kendi bölgelerinde yerel özerkliği kurtuluş olarak gösteren bir çözüm öneriliyor.

Demokratikleşme Nasıl Olacak? Öcalan ile devletin anlaşmasının ertesinde verilen mesaj şudur: Yeni bir dönem başlıyor. Türkiye demokratikleşecek. Ortadoğu’da barışa giden yolda, kardeşlik, demokrasi ve özgürlük gelecek. Newroz çağrısıyla, Kürt sorunu sadece Kuzey’de değil, tüm parçalarda Kürt sorunun çözümü ve Ortadoğu’da


AKP‘nin Vizyonu Nedir? Türkiye burjuvazisinin gelecek vizyonu vardır. O vizyon yeni Osmanlıcılıktır. O vizyon, Ortadoğu’daki Kürtleri, Türkiye’nin gücüne ekleyerek büyüme vizyonudur. AKP, Türkiye’nin Ortadoğu’da büyük güç olma ve bütün dünyada Türklüğü, T.C. etrafında toparlama siyasetini savunuyor. Bu vizyonda ilk hedeflenen şey Misak-ı Milli, onun etrafında büyük konfederal yapı oluşturma, bu konfederal yapı içe-

risinde Türki Cumhuriyetleri esasında AB gibi bir cumhuriyetin içinde birleştirme ama bunun ön şartı olarak Türkiye’de Kürt sorununu çözme ve Kürtleri Türklere eklemedir. Araplarla da barış içerisinde yaşama vizyonu vardır. Bunun da temeli Sünni Müslümanlıktır. Olma şansı var mıdır? Bunun olma şansı, eğer emperyalist büyük güçler, bunun dışında Ortadoğu’da egemenlik babında bir alternatifi yoksa, vardır. Görünen o ki esasında, ABD’nin büyük Ortadoğu ve Afrika, Kuzey Afrika vizyonu ile Türkiye’nin bu vizyonu şu anda birebir örtüşmese bile evet, aynı paralelde gidiyor. Bu yüzden de bunun şansı vardır. Bunun ön şartı Türkiye’de Kürt meselesinin çözülmesidir. Ve bugün uygulanan siyaset evet, Türk burjuvazisinin bu siyasetidir. Gelinen yerde Öcalan, bu siyasetin bir aracıdır.

✌ halkların kardeşliği için

çatışma sürecinin sona ereceği iddia ediliyor. Bütün sorunların silahla değil, siyaset ve diyalogla çözüleceği, bu durum da yeni bir dönemin başlangıcı olarak adlandırılıyor. Söylenenler kısaca böyle. Ya gerçekler? Ulus devlet modelinin egemen olduğu bir dünya gerçekliği var. Gerçek demokrasi, bir ülkede ulusların özgür iradeleri ile kendi kaderlerini kendilerinin belirleyeceği sistemin adıdır. Çok uluslu ülkelerde, ulusal sorunda hukuki eşitsizliklerin ortadan kaldırılması gerçek demokrasinin yerleşmesi ile olacaktır. Ulusların ayrılma haklarını özgürce kullanacakları ortamın yaratılmasının adıdır gerçek demokrasi. Zoraki birliktelikler temelinde, ulusların sömürgeleştirildiği bir sistem demokratik olamaz. Ulusların gönüllü birlikte yaşamasının ön şartı, zoraki birliklerin parçalanmasıdır. Ulusların gönüllü birlikte yaşamasının ön şartı, uluslar arasında tam hak eşitliğinin sağlanmasıdır. Ulusların birlikte yaşaması, eşitlerin özgür birliği temelinde olmalıdır. Gerçek demokraside, hiçbir ulusa, hiçbir dile imtiyaz hakkı yoktur, olmamalıdır. Gerçek demokraside, hiçbir ulusal azınlığa sınırlama getirilemez. Gerçek demokraside, uluslar nasıl yaşayacaklarına kendi özgür iradeleri ile karar vereceklerdir. Gerçek demokrasi, ulusların kendi kaderlerini kendilerinin belirlemesi, bir ulusun nasıl örgütleneceğine kendisinin karar vereceği bir sistemdir. Gerçek demokrasi, her milliyetin kendi dilinde konuşma, eğitim yapma ve bütün ilişkilerde dillerini kullanma hakkının sağlanmasıdır. Gerçek demokraside, hiçbir dil başka bir dil üzerinde imtiyaz kuramaz. Her milliyet kendi dilini kullanacak ve diller arasında tam bir eşitlik sağlanacaktır. Ulusal sorunda ülkelerimizin demokratikleşmesi, yukarda saydığımız kimi ilkelerin gerçekleşmesi ile olacaktır. Bu ilkelerin gerçekleşmesi ancak Demokratik Halk Devriminin zaferine bağlıdır. Sömürgeci güçlerin iktidarı şartlarında, ülkelerimizin demokratikleşeceği ve herkesin kardeşlik hukuku içerisinde yaşayacağı savları kitleleri kandırmaktır.

Öcalan’a Göre Demokratik Modernite Öcalan’ın Amed’de 21 Mart’ta okunan çağrısında söylenenler açık ve net. Öcalan, “etnik ve tek uluslu coğrafyalar“ın sona erdiğini söylüyor. Öcalan’a göre; ulus devletler “aslımızı -özümüzü inkâr eden modernitenin” bir dayatmasıdır. Öcalan, tanımını yaptığı modernitenin ötesine geçme iddiasında. Mücadelenin hedefi kapitalist modernitenin ötesine geçmektir. PKK, 1993’e kadar kapitalist modernitenin sınırları içerisinde Birleşik Demokratik Kürdistan’ı savunuyordu. Yani etnik temele dayalı ulus devleti kurmak PKK’nin hedefiydi. Gelinen yerde Öcalan, ulus devlet düşüncesini modernitenin dayattığını ve özlerine aykırı olduğunu söylüyor. Öcalan, ulus devlet düşüncesini aşacaklarını iddia ediyor. Bu savununun bir gerçekliği yok. Kapitalist modernitenin ötesine geçen ulus-devlet dışında bir şey yok bugünün dünyasında. Kapitalist ulus devletler, günümüz dünyasının gerçekleri. Öcalan, kapitalist devletlerin varlığını sorgulamadan, onlar içinde alttan demokrasinin yaşayacağını iddia ediyor. Bu esasında var olan kapitalist sistemi sorgulamayan, işçi sınıfına ve emekçilere burjuvazinin iktidar olduğu şartlarda, onlara rağmen kendi iktidarımızı yaşarız diyen, sivil toplumcu bir kandırmacadır. Mücadelenin gelişimine bağlı olarak, kapitalist sistem içerisinde kimi kazanımların elde edilmesi mümkündür. Bize gerekli olan burjuva demokrasisi değil, gerçek demokrasidir. Kapitalizmin egemenliği koşullarında, sömürü ortadan kaldırılamaz. İşçi sınıfı gerçek anlamda iktidar olmaz. Gerçek böyle olduğuna göre, kapitalist modernitenin ötesine geçeceğiz söylemleri halkı kandırmaktır.

17


✌ halkların kardeşliği için güncel 18

Öcalan, kapitalizm ötesi modernitenin nasıl kurulacağı sorusuna da cevap veriyor. Newroz çağrısında şöyle diyor Öcalan: Bugün kadim Anadolu’yu Türkiye olarak yaşayan Türk halkı bilmeli ki Kürtlerle bin yıla yakın İslam bayrağı altındaki ortak yaşamları kardeşlik ve dayanışma hukukuna dayanmaktadır.” Burada söylenenlerin gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Burada Öcalan’ın birinci dayanak noktası ve referansı İslam’dır. Çünkü bin yıl önce zaten Kürtlük, Türklük bilinci henüz yoktu. O günkü hukuk neydi? Kürtler kendi alanlarında, Kürt ağaları kendi tebaalarını sömürüyordu. Onlar Osmanlı ordusuna belli sayıda asker vermek zorundaydı. Vergi vermek zorundaydı. İlişki böyle bir ilişkiydi. Osmanlının kendisi Türk değildi. İşte “Kürtler, Türkler kardeşlik içinde birbirleriyle bin yıl birlikte yaşıyorlardı, kadim Anadolu” vb. anlayışı esasında feodalizmin cennet olarak gösterilmesidir. “kardeşlik ve dayanışma hukukuna” dayalı bir yaşam varmış bin yıllık! Feodal ağaların egemenliği altında “kardeşlik ve dayanışma hukuku” varmış! Gerçekler doğru aktarılmıyor.“Gerçek anlamında, bu kardeşlik hukukunda fetih, inkâr, ret, zorla asimilasyon ve imha yoktur, olmamalıdır.” Burada “kadim” Türk devletine yağ çekiliyor. “İnkâr, ret, zorla asimilasyon ve imha yoktur” diyor Öcalan. Osmanlı ve Müslümanlığın esas olduğu dönemde, “kardeşlik ve dayanışma hukuku” varmış! Fakat bu kardeşlik hukuku, Kemalist cumhuriyet döneminde bozulmuş ve inkâr siyaseti esas alınmış! Bu görüşler AKP’nin Osmanlıcı Türk-Osmanlı sentezidir. Öcalan, Türkler ve Kürtlerin Ortadoğu’nun temel iki stratejik gücü olduğunu, bu iki gücün kendi öz kültür ve uygarlıkları ile uygun şekilde demokratik moderniteyi inşa edeceklerini söylüyor. Öcalan, Müslümanlık temelinde Osmanlıyı yeniden modernite temelinde inşa edelim diyor. Türkler ve Kürtler iki eşit güç olarak bu işi yapacak. İki eşit güç Ortadoğu’yu nasıl inşa edecek? Misak-ı Milli temelinde. Misak-ı Milli ne? Musul, Kerkük, Halep, Rojava (Batı Kürdistan) Hewler. Öcalan, Türk burjuvazisine diyor ki; biz Ortadoğu’nun iki kadim halkı ve stratejik halkları olarak, yeniden bir milli kurtuluş savaşı, Misak-ı Milli çerçevesinde verebiliriz. Öcalan, burada söylediklerini daha önce de söylemişti. Ama burada yeni olan her iki tarafında aynı şeyleri söylemesidir. Öcalan’ın programının birinci aşaması Misak-ı Milli sınırlarının yeniden kurulmasıdır. Bu esasında Türk burjuvazisinin çok net olarak (geçmişte açıkça savunamadığı) bugün ama açık savunduğu bir programdır. Öcalan’ın kapitalist

modernitenin ötesine geçme siyaseti budur.

Demokrasi Ve Barış Konferansı 25-26 Mayıs’ta Ankara’da Demokrasi ve Barış Konferansı toplandı. Çözüm süreci ile birlikte Abdullah Öcalan’ın önerdiği ve dört ilde düzenlenmesi öngörülen Demokrasi ve Barış Konferansları’nın ilki Ankara’da yapıldı. Farklı partilerden, örgütlerden, sendikalardan, sol siyasetten 500’e yakın katılımcı konferansa katıldı. ‘Hakikat, yüzleşme ve adalet’, ‘Hukuk, yol temizliği ve yeni anayasa’, ‘Müzakere sürecinde barışın toplumsallaşması ve demokratik siyaset’ başlıklı gruplara bölünen katılımcılar raporlarını yazarak konferansa sundular. Konferansın bitiminde hazırlanan sonuç bildirgesinde; “Müzakerelerin sonuç alıcı bir biçimde sürmesi ve geliştirilmesi için, şu aşamada müzakereyi büyük kısıtlar altında yürüten Sayın Abdullah Öcalan’ın ‘sağlık, güvenlik ve özgürlük koşullarının’ sağlanması ve toplumun çeşitli kesimlerinden oluşan heyetlerle iletişim imkânlarının yaratılması gerekliliğini belirtiyoruz” denildi. Barış sürecine destek vermek amacıyla, farklı kesimlerden kişilerin ve grupların konferansa katılması olumludur. Ancak bu konferanslara damgasını vuran siyaset BDP’nin siyasetidir. Konferansın sonuç bildirgesinde “kalıcı bir barışı tesis etmek” için bir araya gelindiğinin vurgusu ön plana çıkarılıyor. Farklı kesimlerin bir araya gelmesi ve tartışması elbette ki iyidir. Kalıcı bir barış bu sistem içerisinde olmaz. Bunun da bilinmesi gerekir.

Altıncı BDP Heyeti İmralı‘da 7 Haziran’da 6. BDP heyeti İmralı’ya gitti. 6. heyette, BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ve BDP Grup Başkanvekili Pervin Buldan yer aldı. BDP’li Pervin Buldan ve Sırrı Süreyya Önder’den oluşan 5. heyet Öcalan ile 14 Nisan‘da görüşmüştü. Bu görüşmeden 11 gün sonra da PKK, Kandil’de düzenlediği basın toplantısıyla 8 Mayıs’tan itibaren silahlı güçlerini Türkiye sınırlarından çekmeye başlayacaklarını ilan etmişti. BDP, sınır dışına çekilmenin sorunsuz ilerlemesini gördükten sonra, İmralı’ya altıncı ziyaret için başvurmuştu. BDP, bu heyette daha önce adaya giden heyetteki isimlerden Pervin Buldan ve Sırrı Süreyya Önder ile BDP eşbaşkanı Gültan Kışanak’ın isimlerini önermişti. AKP hükümeti, BDP eşbaşkanı Selahattin Demirtaş ile Pervin Buldan’ın adaya gitmesine izin verdi. AKP hükümeti, Sırrı Süreyya Önder’i bu kez veto etti. Çünkü


İkinci Demokrasi ve Barış Konferansı Demokrasi ve Barış Konferansının ikincisi 15-16 Haziran’da Amed (Diyarbakır)‘de toplandı. 48 örgütün katılımıyla yaklaşık 260 delegenin katıldığı konferans iki gün sürdü. Konferansa yaklaşık 80 delege de örgütlerden bağımsız olarak kendi kimlikleriyle katıldı. Konferansın ilk günü başlangıç oturumunda Konferans Hazırlık Komisyonu üyeleri ve siyasi parti genel başkanları da birer konuşma yaptı. Yapılan konuşmalarda, 2013 yılının başından bu yana başlayan çözüm ve barış sürecini değerlendirildi. Komisyon Hazırlık Komitesi üyeleri ile KADEP, ÖSP, DTK ve BDP adına yapılan konuşmalardan sonra konferans sürecinin sağlıklı ilerlemesi için komisyonlar kuruldu. Birinci gün, Kuzey Kürdistan’ın Statüsü ve Anayasal Çözüm tartışıldı. İkinci gün, Kuzey Kürdistan’da Toplumsal Sorunlar ve Çözüm Arayışları ve Kürdistan’da Ulusal Birlik ve Ortak Tutum’un nasıl olması gerektiği hakkında tartışıldı. Konferansa Abdullah Öcalan’ın gönderdiği mesaj okundu. Konferansın sonucunda sonuç bildirgesi açıklandı ve kalıcı bir yapılanmanın oluşturulmasının gerekliliği vurgulandı.

Öcalan, “etnik ve tek uluslu coğrafyalar“ın sona erdiğini söylüyor. Öcalan’a göre; ulus devletler “aslımızı -özümüzü inkâr eden modernitenin” bir dayatmasıdır. Öcalan, tanımını yaptığı modernitenin ötesine geçme iddiasında. Mücadelenin hedefi kapitalist modernitenin ötesine geçmektir.

✌ halkların kardeşliği için

Sırrı Süreyya Önder, Gezi Parkı direnişinde aktif rol almış, Gezi Parkı’nda yıkıma karşı sabaha kadar nöbet tutan gruba destek vermiş ve yıkımı durdurmak için iş makinesinin önüne geçmişti. Önder‘in Gezi direnişini yaratan isimlerden olması, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Vekili Bülent Arınç ile görüşmesi, eylemlere olan desteğini sürdürmesi AKP hükümetini rahatsız etmişti. Sırrı Süreyya Önder’in veto yemesi Gezi Parkı direnişinde aldığı tutumun bir sonucuydu. İmralı dönüşü açıklama yapan Selahattin Demirtaş, İmralı’ya gidecek heyet konusunda ‘hükümet müdahalesi’ni eleştirdi. Demirtaş, „Bir kez daha aynı tutumla karşılaşırsak, bu saatten sonra partimizin tutumu farklı olacaktır, hükümetten bu konuda ciddiyet bekliyoruz. 15 gün içerisinde bir heyet daha İmralı’ya gidecek.” açıklamasını yaptı. Görüldüğü gibi „barış süreci“ eşitler arasında yapılan görüşmeler temelinde yapılmıyor. AKP hükümetinin belirlediği ve istediği şekilde süreç ilerliyor. AKP’yi eleştiren ve AKP’nin onaylamadığı eylemler içerisinde yer alan milletvekilleri veto ediliyor. Daha önce de Ahmet Türk, „devlet Kürtleri bombalıyor“ dediği için veto edilmişti. Önümüzdeki süreçte daha kimlerin veto edileceğini göreceğiz.

Sonuç yerine Yukarda kısaca anlatmaya çalıştığımız amaçlar temelinde, bir savaşın yürütülmesi doğru değildir. Bu amaçlarla bir savaşın yürütülmesi Kürt ulusu açısından da gerekli değildir. Bu noktada savaş bu amaçlara terstir. Bu amaçları elde etme açısından savaşa gerek yoktur. Yürütülen her savaş belli bir siyasetin devamıdır. PKK, 1993’ten bu yana savunduğu siyaset temelinde savaş yürütüyordu. Bu savaşta binlerce insan ölüyor. Türkiye’de Türkler ve Kürtler arasında, emekçiler arasında düşmanlık gelişiyor. Gelinen yerde savaş ezilen bir ulusun kendi hakları için mücadele etme rotasından çıkmıştır. En iyi halde pazarlık masasında daha ne kadar alabilirimin savaşıdır bu. Bizim böyle bir savaştan yana olmamız mümkün değildir. Bu anlamda bu barış sürecine sahip çıkıyoruz. Bu amaçlar temelinde yürüyecek savaş Türkiye’deki demokratik gelişmeyi engelliyor. Her şey bu savaşa bağlı. Hep bu savaş ile gerekçelendiriliyor. KCK operasyonları ile 10 bin kişi hapse atıldı. Ne oldu? „Terörizme“ karşı mücadele ediyoruz diyorlar! Cenazeler geliyor, millet elinde bayraklar sokağa dökülüp „şehitler ölmez, vatan bölünmez“ sloganları atıyor. Öbür tarafta „şehit namırın“ sloganları atılıyor. Pazarlık amacıyla sürdürülen bu savaş bitsin artık. İşçi sınıfı açısından hiç bir yararı olmayan bir savaş bu. Tam tersi artık gelişmenin önünde engel. Daha önce durum değişikti. Evet, bu savaş olmasaydı bu noktaya tabii ki gelinmeyecekti. PKK‘nin savaşı Kürt sorununun gündeme getirilmesi, burjuvazinin adım atması, demokratikleşme konusunda çok önemli olumlu bir rol oynadı. Ama gelinen yerde artık bu savaş olumlu rolünü tüketti. O yüzden barışa sahip çıkıyoruz. Gelinen yerde savaş değil, barış hemen şimdi diyoruz. 16 Haziran 2013 ✓

19


✌ halkların kardeşliği için güncel

Güneşi Sönen Bir Halk Yezidiler Yezidilikte, her bireyin sosyal hiyerarşide belli bir yeri vardır. Topluluğun her üyesi hem kendi grubundaki diğer üyelere, hem de dini liderlere bağlılık ile yükümlüdür. Mirler (soylular ailesi) tartışılmazdır ve sınırsız güce sahiptir.

T

20

arihte birçok kez katliama uğramış olan Yezidiler, yaşadıkları bütün katliamlara, zulme ve aşağılamalara rağmen, 80’li yıllara kadar Kürdistan topraklarına renk vermeye devam ettiler. Fakat daha sonra Avrupa’nın yolunu tutmak zorunda kaldılar. Dualarını güneşe dönerek okuyan, şeytana taptıkları iddiasıyla senelerce zulüm gören Yezidiler, topraklarını terk etmek zorunda kaldılar. Yezidiler, çoğunlukla Kürttür ve Kürdistan ile politik ve sosyal anlamda aynı kaderi paylaşmaktadır. Yezidilik Ortadoğu kökenli bir dindir. Yezidiler ağırlıklı olarak Musul, Suriye, Kuzey Kürdistan, İran, Gürcistan ve Ermenistan’da yaşamaktadır. Toplam nüfusu bir milyon civarında olduğu tahmin edilmektedir. Yezidiler, çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşmaktadır. Dünyanın en eski dininin üyeleri olduklarına inanan Yezidilerin büyük bir kısmı Güney Kürdistan’da yaşamaktadır. Çalışma amaçlı göçlerin başlaması ile Yezidiler de Orta Avrupa´ya özellikle de Almanya´ya gittiler. Türkiye’deki yaklaşık 30 bin Yezidi‘den bazı tahminlere göre yaklaşık 27 bini Almanya´da yaşıyor. Son yıllarda Suriye, Irak ve eski Sovyetler´den Almanya´ya göç eden Yezidilerin sayısında artış görülmektedir. Almanya´da yaşayan Yezidilerin sayısının 50 bin ve diğer Avrupa ülkelerinde yaşayan Yezidilerin ise yüz bin olduğu tahmin edilmektedir. 80´li yıllardan bu yana Yezidiler Kürt kurtuluş mücadelesine katıldılar. Dernek ve birlikler kurdular. Bu

dernekler de bağlı oldukları Kürt partilerinin politik görüşlerinden etkilendiler. Ancak sayıları az da olsa bazı Yezidi dernekleri tarafsız kaldılar. 14 Ağustos 2007’de gece saatlerinde, Irak’ın kuzeyinde bulunan Yezidi Kürtlerin yaşadığı iki kasabada bomba yüklü 5 kamyon eş zamanlı olarak patlatıldı. Patlamanın sonucu, yaklaşık 500 Yezidi Kürdü yaşamını yitirdi. 400 civarında Yezidi de yaralandı. Musul’un 120 km batısında bulunan Kahtaniye ve Adnaniye kasabalarında yaşayan Yezidi azınlığın hedef alındığı bombalı saldırı, Irak’ta gerçekleşen en kanlı terör eylemi olarak kayıtlara geçti. Yezidilikte, Allah tarafından görevlendirildiğine inanılan “Melek Tavus” kutsal görülüyor. İslam dinindeki “Şeytan”a karşılık gelen Melek Tavus, Yezidi inancına göre, kötü bir melek olmayıp, aksine Allah’ın en değerli meleği olarak görülür. Tausi Melek, tanrı tarafından dünyayı gözlemleme ve özellikle de Yezidileri korumak ile görevlendirmiştir. Yezidilik inancında tanrı aslında pasif bir rol oynamaktadır ve Tausi Melek tanrısal yetkilerle donatılmıştır. Güneş ve ay Yezidilikte kutsaldır. Şeh Şems güneşi, Şeh Assin ise ayı sembolize eder. Yezidiler bu iki doğal elementin tanrının ışığını oluşturduğuna inanır. Günümüzde, oldukça kapalı ve geleneklerine bağlı olarak kültürlerini devam ettiren Yezidiler, günde üç defa güneşe dönerek ibadet eder. Yezidilerin, “Siyah Kitap” anlamına gelen “Meshaf Reş” ve “Tanrısal İza-


namazı için dışarıya çıkılarak güneşin sarılığı belirgin olduğunda güneşe karşı ayakta durulup üç defa eğilmek suretiyle dua okunur. Akşam namazında da yine dışarıda güneşe karşı durularak dua okunur. Yezidilikte, bir tarafta şeyhler, diğer tarafta ise müritler yer alır. Pirler Yezidi toplumunda köklü bir yere sahiptir ve bu nedenle de toplumda önemli bir dini rol oynamaya devam ediyorlar. Pirler ile şeyhlerin birbirleri ile evlenmeleri yasaktır. Bir şeyh sınıfından sadece bir grubun ardılları birbirleri ile evlenebilir. Pir sınıfında ise pirler, Pir Hasan‘ın ardılları ile evlenemez. Bunun dışında pirlerin birbirleri ile evlenmeleri serbesttir. Müritlerin, pirler veya şeyhler ile evlenmeleri ise kesinlikle yasaktır. Bir grubun üyesi olabilmek ancak doğum ile mümkündür. Grup değiştirmek mümkün değil. Herkes kendi sosyal statüsünün bilincindedir ve bunu değiştirebilme olanağı yoktur. Yezidilerin kendi içindeki bu yasaklar dışında, diğer dini inançlardan olanlar ile evlenmekte mümkün değildir. Yezidilikte, her bireyin sosyal hiyerarşide belli bir yeri vardır. Topluluğun her üyesi hem kendi grubundaki diğer üyelere, hem de dini liderlere bağlılık ile yükümlüdür. Mirler (soylular ailesi) tartışılmazdır ve sınırsız güce sahiptir. Onların diğer sınıf gurupları ile ilişkileri net olarak belirlenmiştir. Yezidi toplumun üyesi ancak Yezidi olan ailelerin doğan çocukları olabilir. Şeyh, pir ve müritlerin diğer gruplara geçişi mümkün değildir. Bir grup içerisindeki görev dağılımı net olarak belirlenmiştir. Her kişinin bir piri ve bir şeyhi olmalıdır. Bir bölgede şeyh veya pir ailelerinin üyeleri bulunmuyor ise, kendisinin ait olduğu şeyh veya pir ailesinin üyeleri kişiyi üsleninceye kadar geçici olarak başka bir pir veya şeyh edinebilir. Mir, Yezidilerin en üst lideridir. Mir, Şeyh Adi ve

✌ halkların kardeşliği için

hatlar” anlamına gelen “Kitab el Celve” olmak üzere iki kutsal kitabı vardır. Siyah yılan Yezidilerde kutsal kabul edilen bir sürüngendir. Cennet-cehenneme inanmayan Yezidiler, şeytan konusundaki inançları ve güneşe tapma ayinleri nedeniyle yaşadıkları bölgelerdeki Müslüman ve Hıristiyan çevrelerce “dinsiz” olarak görüldüler. Yezidiler hakkında farklı tarih anlatımları var. Bu yazıda farklı anlatılan tarih anlatımlarına yer vermek yazının çerçevesini aşıyor. Fakat tüm Yezidilerin temel aldığı ve uyguladığı „Şeyh Adi öğretisi“ni anlatmakta fayda var. Şeyh Adi 1160 yılında 90 yaşında ölmüştür. Hiç evlenmemiştir. Halefi yeğeni, Şakr Abu´l-Barakat olmuştur. Daha sonra Şeyh Hasan olarak bilinen oğlu Şemsadin liderliğe getirilmiştir. Şeyh Adi, Yezidiler tarafından Tausi Meleğin yeniden doğuşu olarak kabul edilmektedir. Şeyh Adi, Laleş ovasında yaşamıştır. Laleş, günümüzde Yezidiler tarafından kutsal mekân olarak kabul edilmektedir. Burası tüm Yezidilerin ziyaret etmesi gereken bir yer haline gelmiştir. Yezidilerin en üst lider kademesinde Şeyh Adi bulunmaktadır. Yezidilerde, Tausi Melek, tavus kuşu formunda sembolize edilir. Bu doktrine göre ayrıca her Yezidi, tanrı şerefine yılda üç gün oruç tutmalıdır... Her Yezidi hayatında en az bir kere bu kutsal mekân Laleş’i ziyaret etmelidir. Diğer inançlardan olanlar ile evlenmek yasaktır. Ayrıca mürit, pir ve şeyh sınıflarından olanların da birbirleri ile evlenmeleri yasaklanmıştır. Yezidilerde, ateş hâlâ kutsal olarak kabul edilir, dualar güneşin doğduğu yöne doğru edilmeye devam edilir. İbadet, Yezidilerde yılda bir kez Laleş’te Şeyh Adi’in türbesine yapılan hac esnasında gerçekleştirilen toplu ibadettir. Bunun haricinde toplu ibadet etme yoktur. Namaz, sabah ve akşam kılınır. Namazdan önce eller ve yüz yıkanır. Sabah

21


✌ halkların kardeşliği için güncel 22

Tausi Melek´i sembolize eder. O, Şeyh Adi´nin direk temsilcisidir ve aziz kabul edilir. Pismir, Mir ailesinden gelir. Kelime anlamı olarak Kürtçede, „soylular ailesi ile akraba olmak“ anlamına gelir. Ancak ayrı bir grubu oluştururlar. Pismir üyeleri, Mir ailesinin üyeleri ile evlenebilir. Baba Şeyh: O, pirler ve şeyhler de dâhil tüm Yezidilerin tartışılmaz lideridir. Baba şeyhler ancak Şemsani ve Fakhradin ailelerinden olunabilir. Yezidilerin ileri gelenleri Baba Şeyh´i seçerler ve bu Mir tarafından onaylanır. Baba Şeyh yazın ve kışın 42 gün oruç tutmak zorundadır. Din ile ilgili geniş bilgi sahibidir ve tüm kutsal Yezidi hikâyelerini ezbere bilir. Kuzey Irak´da, Ain Sifne şehrinde yaşar. Bu şehir Musul´a

wyaklaşık 60 km uzaklıktadır. Peşimam: Kelime anlamı ile birinci dereceden öğretici anlamına gelir. Peşimamların, Şeyh Hasan´ın soyundan geldikleri tahmin edilir. Sadece Adanilerin şeyh çizgisinden gelenler Peşimam olabilir. Bunlar üç ana şeyh dallarından biridir. Şeyh: Kelime olarak Arapçadır ve öğretici, lider veya önder anlamına gelir. Şeyhler toplumun ruhani liderleridir. Her şeyh ailesinin kendilerinden sorumlu olduğu belli sayıdaki müritleri vardır. Şeyh ailesi, dini sorunlar konusunda müritlere yardımcı olmak ve dini seremonileri yürütmek ile görevlidir. Buna karşılık müritler yılda belli bir miktar para öder. Bu miktar şeyh tarafından belirlenmez, mürit ne kadar ödeyebileceği veya ödemek istediğine kendisi karar

verir. Her şeyh çizgisi, tanrı tarafından yaratılan yedi melekten birini temsil eder. Şeyh gurubu üç ana gruba ve birçok alt gruba ayrılır. Pir: Yezidi toplumunda önemli bir sınıftır. İnanca göre pirler dini açıdan şeyhler ile aynı statüye sahiptir, ancak şeyhler kısmen daha üst bir statüde görülmektedir. Her Yezidinin, bir şeyhi ve bir piri olmalıdır. Pirler dört ana gruba ayrılmıştır. Hesen Meman, Pir Afat, Pir Jerwan ve Pir Haci Ali. Pir aileleri birbirleri ile evlilik yapabilir. Pir Hesen Meman´ın ailesinin üyelerinin evlilikleri ise sınırlandırılmıştır, çünkü bu aile Şeyh Adi döneminde pirlerin başı olarak kabul edilirdi. Pir Hesen Meman´ın ailesinin üyeleri, sadece kendileri ile aynı statüde olan Pir Jerwan ailesinin üyeleri ile evlenebilir. Koçek: Koçekler dini ayinleri yönetir. Şeyh veya pirin hazır bulunmadığı durumlarda, geleneksel ölü yıkama görevini Koçekler üstlenir. Ancak bir koçeğin en önemli görevi ölen ruhun kaderi hakkında bilgi vermektir. Aynı zamanda dua ve rüya yorumları yapar. Koçek dini tören ve ayinlerde görünmeyen dünya ile bağlantı kurar. Koçek olabilmek için özel doğaüstü yeteneklere sahip olmak gerekir ve bunlar Laleş´te kutsal mekânda Yezidilerin dini lideri tarafından sınanır. Fakir: Tüm dünyevi varlıktan vazgeçmiş kişidir. Fakir sadece tanrıya hizmet etmeyi yaşam vazifesi yapmıştır. Fakir, pozisyonuna ruhani veya mürit sınıfından her Yezidi ulaşabilir. Fakir olmak isteyen bu isteğini Mir ve Baba Şeyh´e iletir. İstek sahibi, dini kuralları ihlal etmemiş ise ve karakteri ve kişiliği buna uygun ise Fakir olabilir. Adaylığı Yezidi liderler tarafından onaylanan kişi, yedi gün yalnız kalır ve bu süre içerisinde kimse ile konuşmaz ve bu süre içerisinde sabahtan akşama kadar oruç tutar. Kendisine yemek getiren kişi dışında hiçbir insani temasa izin verilmez. Bu yalnızlık döneminde sürekli meditasyon yapıp dua eder. Yalnızlık süresi dolunca Laleş´de kutsal tapınağı ziyaret eder. Fakirlerin farklı sorumlulukları var. Şeyh Adi onuruna yapılan kutlamalarda yakılan ateş için odun keserler ve yerel tapınaklardan sorumludurlar. Darlık ve hastalık dönemlerinde Yezidiler için dua ederler. Micewir: Kürtçe bir kelimedir ve komşu veya bekçi anlamına gelir. Micewirler, yerel tapınakları ve kutsal mekânların korunması ve bakımı ile görevlidirler. Micewirler köylerde bir din adamı işlevi görürler ve genellikle zanaatkârlardır. Halka her konuda yardımcı olmaya çalışırlar. Mürit sınıfından olanlar da


lamalar bütün yılın en önemli olayıdır ve her Yezidi olanakları ölçüsünde hayatında en azından bir kere bu kutlamalara katılmalıdır. Yezidilerin kutsal merkezleri ve Şeyh Adi´nin mezarı Musul ve Duhok arasında bulunan bir vadi üzerindedir. Etrafında birçok tepeler vardır ve kutsal mezarın etrafına zamanla bir dizi taş ve balçık evler yapılmıştır. Oruç: Yezidiler Aralık ayının ilk Cumasından sonra tanrı onuruna oruç tutar. Salı günü başlarlar ve gün doğumundan batımına kadar oruç tutarlar. Bazı din adamları ve müritler ile koçekler yazın ve kışın 40 gün oruç tutar. Aralık ayında tutulan üç günlük oruç Yezidilikte zorunludur. Türkiye´deki Yezidiler gibi bazı bölgelerde ise Aralık ayında üç değil dokuz gün oruç tutanlar var. Salı gününden Perşembe gününe kadar üçer gün her biri bir melek için tutulur. Son üç gün yaradan için oruç tutulur. Bu yazıda kısaca yaşadıkları her ülkede azınlık konumunda olan, aşağılanan ve ezilen Yezidileri ve dini ritüellerini anlatmaya çalıştık. Özel olarak Yezidilerin inançlarını eleştirmek yerine, genel olarak dinler hakkında bazı saptamalar yapmak istiyoruz. Bizim dine genel yaklaşımımız şöyle: Yeryüzünde yüzlerce din ve dinlere bağlı mezhepler var. Bu dinler ve mezheplerde kendi içinde evrimleşerek günümüze kadar geldiler. Benim dinim- veya mezhebim- senin dininden iyidir anlayışı egemenliğini sürdürüyor. Dinler uğruna savaşlar yapıldı. Bir dine mensup grubun diğer dinden olan insanları bastırmayı amaçlaması veya kendi dinini yaymak istemesi savaşların genel nedenidir. İslam fetihleri, Fransız din savaşları, Haçlı seferleri tarihte görülen din savaşlarına örnektir. Sonuçta kılıç marifetiyle egemen hale gelen dinler, diğer toplumlara dayatıldı. Azınlık dinler üzerindeki baskılar sürdürüldü, sürdürülüyor. Yezidiler, farklı bir inanca sahip oldukları için hem Müslüman, hem de Hıristiyanların katliamlarına uğradılar. Biz bütün haksızlıklara karşı olduğumuz gibi dini azınlıkların dinleri üzerindeki baskılara karşıyız. Biz dinin kişilerin kişisel inancı olarak, özel işi olarak kabul edilmesinden yanayız. Devletin her dine/mezhebe eşit mesafede durmasından, hiç bir dine ayrıcalık tanımamasından, hiç bir dine destek vermemesinden yanayız. Bizler Yezidiler üzerindeki tüm baskı ve şiddeti kınıyoruz. Bütün azınlık dinler üzerindeki baskılara karşı çıktığımız çerçevede Yezidilerin de geçmişte ve bugün karşılaşmış oldukları katliam, işkence ve

✌ halkların kardeşliği için

mücewir olabilirler. Micewirler köylerde saygın kişiliklerdir ve bilgilerine başvurulur. Kebani: Kebani Kürtçedir ve koruyan anlamına gelir. Kebaniler, Laleş´te cemaat haline yaşarlar ve tamamen kadınlardan oluşur. Tüm yaşamlarını inançlarına adamışlardır ve bekârdırlar. Bu sınıfa geçmek isteyen bir kadın din kurallarını ihlal etmemiş olmalıdır ve en az iki yerel dini lider tarafından onaylanmalıdır. Daha sonra Mir ve Baba Şeyhi ziyaret eder ve bu statüye geçebilmek için izin ister. Bu statüyü edinen bir kadın yaşamını Kebani olarak kutsal Laleş´te sürdürür. Her sınıftan kadın Kebani olabilir. Kebaniler, tapınakların korunması ile görevlidirler. Kebaniler tapınakta kalanlar ve törenlere katılan misafirler için yemek yaparlar. Onlar da darlık ve hastalık dönemlerinde dua ederler. Mürit: Mürit taraftar anlamına gelir. Müritler sadece birbirleri ile evlenebilir. Her mürit ailesinin bir şeyhi ve piri vardır. Ancak aile bunları kendisi seçemez. Bu seçim Şeyh Adi tarafından yapılmıştır ve değiştirilemez. Toplumsal hiyerarşide her yezidinin çeşitli ritüeller sonunda ulaşabileceği üç pozisyon vardır. Müritler buna göre koçek, fakir ve micewir olabilirler. Yezidi halkının dini ritüellerini açıkladıktan sonra, bazı önemli kutlamalara değinmekte fayda var. Yezidilerin periyodik olan ve olmayan kutlamaları vardır. Yezidilerde yeni yıl, 13/14 Nisandan sonraki ilk Çarşamba günü kutlanır. Yılbaşı günü her evde et yemekleri pişirilir ve kurban bir gün öncesinden kesilip hazırlanır ve Çarşamba günü sabahı din adamları tarafından kutsanır. Ölüler de anılır. Gün içerisinde kadınlar mezarlıkları ziyaret edip mezarlar üzerine yiyecek bırakır. Bu gün Tausi meleğin onuruna kutlanır. Yezidi anlatımlarına göre, Tausi Melek bu günde yeryüzüne inmiştir. Bu nedenle dini kutsal gün, Çarşamba günüdür. Kutsal Nisan ayı boyunca düğünler yapılmaz. Belendan: Bu ayin bazı bölgelerde 1 Aralıkta, bazı bölgelerde ise 25 Aralıkta kutlanır. Bu günde Yezidiler ekmek yapıp yoksullara dağıtır. Etrafta yoksul kimse yok ise veya herkes eşit durumda ise ekmek, sembolik olarak komşulara dağıtılır. Yezidilerin büyük kısmı Belandan‘ın „ölülerin kutlaması“ olduğuna inanılır. Pişirdikleri ekmekleri mezarlığa da götürürler. Cejna Jemaiyê: Şeyh Adi onuruna 23 ile 30 Eylül ve 18 ile 21 Temmuz tarihlerinde kutsal tapınak Laleş’te kutlamalar yapılır. Bayramın adından da anlaşılacağı gibi bu günde tüm Yezidi liderleri toplanır. Bu kut-

23


✌ halkların kardeşliği için güncel 24

sürgünleri kınıyoruz. Bizim baskı ve şiddete karşı çıkmamız, genel olarak dine ilişkin tavrımızı dillendirmekten vazgeçmemiz anlamına gelmez. Bu nedenle Yezidi dinine yaklaşımımızda diğer dinlere yaklaşımımızla örtüşmektedir. Tüm diğer dinler gibi Yezidi dini de erkek egemendir. Ve çok baskı görmüş, kıyıma uğramış ve sürülmüş olan bu görece küçük din topluluğu büyük bir kıskançlıkla gelenek ve göreneklerine sarılmaktadır. Yukarda sayılan evlenme yasakları da bu toplumun kendini koruma ve çoğalma içgüdüsüyle ilintilidir. Ve bu, özellikle Yezidi dininden kadınlar ve kızlar açısından büyük bir soruna dönüşmektedir. Örneğin 3. ve 4. nesilde Avrupa’da yaşayan Yezidi topluluğundan kızlar dahi bu evlenme yasaklarına uymadıkları takdirde yoğun bir baskı ve şiddetle karşılaşabilmektedir. Ve ne yazık ki hiç de az olmayan sayıda genç kadın (ve erkek) zorla evlendirilmeye maruz kalmakta ve hatta adet- geleneklere uymayan kızlar katledilebilmektedir. Din halkların afyonudur. Çünkü rahatlatır, gevşetir, ferahlatır. Din, uzun ve zorlu bir yolculuk sırasında alınmış kas gevşeticidir, sakinleştirir, dayanma gücü verir. Daha da güzeli, yolculuğu sevdirir. Bu yönüyle din afyondur ve varılacak durağa kadar eşlik edebilecek tek sadık yol arkadaşıdır. Din bilim ile bağdaşmaz. Bilimde yargılar deneyden sonra yapılır. Deneyin sonucuna göre, gerekirse yargılar değiştirilir. Dinde ise yargılar baştan verilir, doğrular baştan bellidir ve deneyin sonucu bu bilgilere göre yorumlanır. Bu yüzden bir mümini Kuranda geçen bir ifadenin yanlış olduğuna ikna edemezsiniz. Çünkü Kuranda geçen tüm ifadelerin doğruluğunu baştan kabul etmiştir. Eğer herhangi bir ifade, günümüzde bilinen bazı gerçeklere aykırı düşerse, basitçe bu ifadenin yorumlanış tarzı değiştirilir. Dini ifade hâlâ doğrudur, baştan beri doğrudur, sadece mümin geçmişte onu yanlış anlamıştır. Açıklaması budur. Dinde sorgulama yoktur, tüm dinlerde kör inanç esas rolü oynar. Dinsel düşünce şekli, doğruların sorgulanmasının önünde de engeldir. İnsanların Âdem ve Havva’dan türediğine inanan biri, dağa, bozkıra çıkıp, ilkel insan fosili aramaz. Kutsal kitaplara ve Tevrat’a göre, dünya altı bin yıl kadar önce, toplam 6 günde yaratıldığı için, dünyanın yaşını ve nasıl oluştuğunu merak edip tespit etmeye çalışmaz. Bu tespitleri ancak düşünce tarzları ve eylemleri dinle motive edilmemiş bilim adamları yapar. Müminlerin bu konudaki tek eylemleri, bu yeni bilgilerin ışığında kendi inançlarını

ve kutsal kitapları “yorumlama” tarzlarını gözden geçirmek olur. Tüm enerjilerini, kendi doğru bildikleri şeyleri yeni bilgiler ışığında gözden geçirip, gerekirse yorumlayarak, doğruluklarından emin olmaya ayırmak zorunda kalırlar. Yeni bilgi ortaya çıkartamazlar. Çünkü eski bilgileri sorgulamazlar. Eski bilgiler kutsal bilgi ve sorgulanmayacak, doğruluğu kesin bilgi olduğu için, ancak başkaları asıl doğru bilgiyi ve asıl gerçeği gözlerine soktuğunda gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalırlar. Bunun dışında, doğruları sorgulamak ve ortaya çıkarmak için bir motivasyonları ve bir gerekçeleri yoktur. Dinsel bilgi tabudur ve doğrudur. Sorgulanmasının bir gereği yoktur. Hatta sorgulanması bir günahtır. Din, insanları bu dünyanın geçici bir sınav yeri olduğuna ikna edip hayali bir cennet vaadiyle avutuyor. Din, yoksulluğu, adaletsizliği ve sömürüyü gözlerden uzak tutup egemen sınıflara hizmet ediyor. Bunun için devlet kendi eliyle dini yaymaya çalışıyor. Resmi din, diğer dinler üzerinde baskı mekanizması kuruyor. Ülkelerimizde Sunni İslam, diğer uluslar ve azınlıklara tek doğru din olarak dayatılıyor. Alevilerin dini ritüellerini yaptığı cemevleri ibadethane sayılmıyor. İbadet edecekseniz, camiye gelin deniliyor. Yezidiler gibi Müslüman ve Hıristiyanlardan farklı inanca mensupsanız, baskılar daha da katmerleşiyor. İnsanlık için din kader değildir. Dinin tersine materyalizm, kendi başına herhangi bir şey vaadetmez. Gerçeğin sınırlarını çizer, hayali gerçekten ayırır. Materyalizm, insanlığın sahip olduğu potansiyeli gerçeğe dönüştürüp dünyayı tüm insanlar için açlığın, savaşların ve sömürünün tarihe karıştığı bir dünya haline getirmeyi amaçlar. Materyalizm, dünyayı değiştirmenin yolunun fizik ötesi güçlerden medet ummak değil, anlamak ve bilmek olduğunu söyler. Hiç kuşkusuz bu her şey demek değildir. Ama bu bakış açısı ile bakmadan, doğruyu yakalamak, ilerlemek ve herhangi bir amaca ulaşmak mümkün değildir. İçinde yaşadığımız dünyada görev, bu dünyanın cennete dönüşmesi için çalışmaktır. Daha doğrusu, dünyayı cennete dönüştürebilecek tek yol, materyalist dünya görüşüyle silahlanmış bir anlayışın hâkim olmasıdır. 14 Nisan 2013 ✓ Bir YDİ-Çağrı Okuru Not: Yezidi halkı ile ilgili bilgiler, İlhan Kızıltan’ın yazılarından faydalanılarak yazılmıştır.


“Öfkeliler” ve “İşgal et” hareketinden bazı görüntüler... - DÜNYA -

S

on dönemde Türkiye – Kuzey Kürdistan’ın gündemini belirleyen gelişmelerin başında Taksim Meydanı/ Gezi Parkı bağlamındaki protesto eylemleri ve devletin kolluk güçlerinin eylemcilere yönelik uyguladığı faşist baskılar, gözaltına almalar, tutuklamalar gelmektedir. Sözkonusu bu protesto eylemleri başladığında kimi köşe yazarları Taksim’in Tahrir olup olmayacağı konusunda tavır takındı. Taksim Tahrir olmadı ama, kendiliğinden gelişen bu protestolar, demokrasi talepleri, devletin kolluk güçleriyle karşı karşıya gelme vb. olgular, az ya da çok, dolaylı ya da dolaysız, “Arap Baharı” olarak adlandırılan gelişmelerden de etkilendiğini tespit etmenin yanlış olmayacağını gösterdi. Türkiye – Kuzey Kürdistan’da bu gelişmelerin tartışıldığı ortamda son birkaç yıldır dünya çapında yaşanan kimi protesto hareketlerini yeniden bilince çıkarmakta yarar vardır. Dergimizin 154. sayısında “Bankalara ve siyasetçilere ‘öfkeliler’” başlıklı ve 29 Ekim 2011 tarihli yazımızda bu konuya değinmiş “İşgal et” hareketini kısaca değerlendirmiştik. Yaşanan protesto eylemlerinin kimi ortak noktalarını ve farklılıklarını ortaya koymuştuk. “Arap Baharı” olarak adlandırılan gelişmelerde özellikle Mısır’ın başkenti Kahire’deki Tahrir Meydanı’nın kitlelerce işgal edilmesi eylemi (bu eylem biçimi Batı Sahra’da 2010 yılı Ekim – Kasım aylarında yaşanan protestolardan, çadır kurmalardan

panorama

PA NOR A M A “Arap Baharı” olarak adlandırılan gelişmelerde özellikle Mısır’ın başkenti Kahire’deki Tahrir Meydanı’nın kitlelerce işgal edilmesi eylemi (bu eylem biçimi Batı Sahra’da 2010 yılı Ekim – Kasım aylarında yaşanan protestolardan, çadır kurmalardan etkilenerek gerçekleştirilmişti), eylem biçimi olarak Avrupa ve Amerika başta olmak üzere hemen hemen tüm dünyayı etkiledi. etkilenerek gerçekleştirilmişti), eylem biçimi olarak Avrupa ve Amerika başta olmak üzere hemen hemen tüm dünyayı etkiledi. Kuşkusuz bu etki her ülkede farklı oldu. Tüm farklılıklara rağmen yaşanan protestolar kitlelerin sistemden hoşnut olmadığını ortaya koydu. En temel ortak nokta da, kendisini içinde yaşanılan toplumun siyasi ve ekonomik durumundan hoşnutsuzluk olarak gösterdi. Bu da genelde ekmek, demokrasi ve özgürlük talep etme temelindeki ortaklıktı. Bu eylemlerin, kitlesel protestoların perde arkasında da esasında emekçi kitlelerin yaşam koşullarının giderek kötüleşmesi, kitlelerin “artık yeter” deme durumuna gelmesi vardır. Bu konuda da genel olarak tespit edildiğinde, esas olarak 2008 yılında patlak veren mali ve ekonomik krizin yükünün emekçilerin sırtına bindirilmesi, işsizliğin ve yoksulluğun oranının hızlı biçimde yükselmesi ve bununla birlikte egemenler tarafından, özellikle son yıllarda –on onbeş yıl- demokratik hakların giderek kısıtlanması vb. saldırılar, protestoların perde arkasındaki ortak yanı oluşturmaktadır.

“ÖFKELİLER”!... “Arap Baharı”nın ilk yaşandığı dönemde birçok ülkede benzeri protesto eylemleri gerçekleşti. Avrupa’nın değişik ülkelerinde de “Arap Baharı”nı destekleme temelinde eylemler yapıldı. Bu etki kendisini İspanya’da

25


panorama 26

“Öfkeliler”in eyleminin gelişmesinde de gösterdi. “Arap Baharı”ndan, Yunanistan’daki protestolardan ve 2008 yılında İzlanda’da yaşanan protestolardan etkilenerek 15 Mayıs 2011 tarihinde İspanya’da 58 şehirde yapılan çağrılarla kitlesel protestolar gerçekleştirildi. Aynı gün protestolar bittiğinde çoğunluğu gençlerden oluşan bir kesim eylemci, Madrid’de “Puerto del Sol” meydanını eylem alanı haline getirdi, çadırlar kuruldu... Kendilerini, Stephane Hessel’in “Öfkelenin” adlı kitabına atfen “Öfkeliler” (İndignados) olarak tanımladılar. 18 Mayıs’tan itibaren de “Gerçek Demokrasi Şimdi” şiarı altında kitlesel yürüyüşler gerçekleştirildi ve birçok şehirde protesto kampları kuruldu. Bu eylemler 15 Mayıs’ta başladığından, hareket kendisine “15-M Hareketi” adını da verdi. 27 Mayıs’tan itibaren devletin kolluk güçleri Barcelona başta olmak üzere eylemcilere saldırdı, kampları şiddetle, saldırılarla ortadan kaldırmaya çalıştı. 7 Haziran’da Madrid’deki eylemciler “Puerto del Sol”daki kampı 12 Haziran’da toplama ve mücadeleyi başka biçimlerde sürdürme kararı aldı. 12 Haziran’da bu karara uyuldu ve Barcelona ve kimi şehirlerde kampların sürdürülmesine rağmen çoğu şehirde kamplar toplandı. 2 Temmuz’a gelindiğinde Barcelona’daki kamp da polis zoruyla –ama herhangi bir çatışma yaşanmadan- toplandı. Böylece meydan işgali biçimindeki eylem biçimi son buldu, ama protestolar, özellikle de yürüyüş biçiminde devam etti ediyor. İşsizliğe, yoksulluğa, devletin halka karşı ekonomik ve siyasi yaptırımlarına karşı protesto eylemlerinin sık sık yaşanması gibi, “Öfkeliler” gününün –15 Mayıs’ın- yıldönümü nedeniyle de protesto ve anma eylemleri gerçekleştirilmektedir. Mücadelenin başka biçimlerde sürdürülmesi kararına bağlı olarak “15-M Hareketi” 15 Ekim 2011 tarihinde uluslararası çapta eylemler yapılması çağrısını

yaptı ve 15 Ekim 2011 tarihindeki eylemler hazırlandı, örgütlendi.

“WALL STREET’İ İŞGAL ET” VE “İŞGAL ET” HAREKETİ... “Wall Street’i İşgal Et” eylemi, ABD’nin “Anayasa Günü” olan 17 Eylül 2011 tarihinde başladı. Sözkonusu eylem “Arap Baharı”ndan özellikle de Tahrir Meydanı’ndan etkilenen Kanadalı, “Adbuster” dergisinin kurucusu Kalle Lasn ve Şef Redaktörü Micah White’in okurlarına, 13 Temmuz’da bir “Tahrir –Momenti”ne hazır olup olmadıklarını sorması ve 17 Eylül’de “Lower Manhatten’e gelmeye çağırmasıyla gündeme geldi. 17 Eylül’de 1000 civarında insan ABD’nin Mali merkezini protesto etmek için biraraya geldi. New York City’de Lower Manhatten’deki Zuccotti Parkı işgal edildi ve meydana “Liberty Plaza” (Özgürlük Meydanı) adını verdiler. Katılımcıların sayısı giderek arttı. Bu eylem ABD’nin kimi diğer şehirlerine de yayıldı ama esas dikkati 1 Ekim 2011 tarihinde yapılmak istenen bir protesto eylemine polisin saldırısı ve yaklaşık 700 kişiyi gözaltına almasıyla çekti. Avrupa’daki eylemlerin tersine ABD’deki “İşgal et”me eylemcileri, özellikle Oakland’da işçi sınıfı hareketiyle birlikte hareket etme yönlü tavırlarıyla diğerlerinden farklılık gösterdi. Örneğin Almanya’da “İşgal et” eylemcileri, her tür örgütlü güçten kendisini ayırırken, örgütlerin pankartlarına, flamalarına, sendika flamalarına bile karşı çıkarken; Oakland’da “işgal et” eylemcileri, polisin “işgal et” eylemcilerine karşı şiddet kullanmasını, saldırmasını protesto için greve çağrı yapmış ve sendikayla birlikte ve Kaliforniya’nın kıyı kenti olan Oakland’da grevi gerçekleştirmiştir. Aynı biçimde liman işçilerinin patronlara karşı mücadelesi de “işgal et” eylemcilerinin desteğini almıştır. Başka bir deyimle işçilerle birlikte


“İŞGAL ET” (Occupy) HAREKETİ... 15 Ekim 2011 tarihinde “Öfkeliler”in çağrısıyla hazırlanıp örgütlenen eylemler gerçekleşti. Değişik sayılar sözkonusu olsa da 80-82 ülkede ve 911 civarında – kimi haberler 1000 civarında diyor- şehirde yüzbinlerce insanın katıldığı bu eylemlerin ana şiarı “Dünya çapında bir dönüşüm için birleşin” şiarıydı. Bu eylemin ardından “İşgal et” hareketi belli bir ivme kazandı ve Avrupa’nın birçok ülkesinde ve şehrinde değişik biçimlerde “işgal et”me eylemleri gerçekleştirildi. Burada bilince çıkarılması gereken önemli noktalardan biri “İşgal et” hareketinin eylem biçimi olarak benzerlikleri –özellikle meydanların işgali- her ülkede bu eylemi gerçekleştirenlerin aynı siyasete sahip olduğu anlamına gelmediği olgusudur. Bu bağlamda “İşgal et” hareketinin tümünü bağlayacak bir programı yoktu, olmadı. Bu hareket içinde devrimcilerin de olması, hareketin genel karakterini değiştirmedi. Harekete damgasını vuran temel yaklaşım sistemin aşırı uçlarına yönelmek ve sistem çerçevesindeki “dönüşüm”lerle kendisini sınırlamasıdır. Bu bağlamda devrimci şiddetin reddi, protestoların barışçıl temelde gerçekleştirilmesi vb. yaklaşımlar hareketteki egemen yaklaşım olmuştur. Buna rağmen devletin kolluk güçlerinin eylemcilere saldırması, şiddet kullanması kimi yerlerde eylemcileri çatışmaya, kendisini savunmaya ve evet şiddet kullanmaya zorlamıştır. Bu çatışmalarda birçok insanın pasif yaklaşımı, devletin, sistemin şiddet duvarına çarparak dağılmıştır. Gelinen yerde meydanların işgal edilmesi biçimindeki “İşgal et” hareketi son bulmuş durumda. Benzeri eylemlerin yeniden gündeme gelebileceği olasılığına rağmen, sürekli meydan işgali temelindeki hareket gerilemiş, en iyi halde tek tek ya da kısa süreli eylem-

lerde kendisini göstermektedir. Bu tipten eylemlerden öne çıkanı ise Almanya’nın Frankfurt kentinde “Blockupy” adı altında iki yıldır gerçekleştirilen ve sürekli kılınmak istenen eylemlerdir. “Blockupy” adı İngilizcede “to block” bloke etmek ile “to occupy” işgal etmek kelimelerinden oluşturulan bir terimdir.

panorama

örgütlenen grev ve protestolar, “işgal et” eylemcilerinin diğer meydan işgallerindeki protestolarından çok daha mücadeleci, başarılı olmuştur. En önemlisi de eğer toplumsal düzenden köklü bir değişiklik yapılmak isteniyorsa, bunun işçi sınıfı olmadan gerçekleştirilemeyeceğinin –az da olsa- bilince çıkarılmasıdır. Tahrir örneği gibi Başkanı istifaya zorlamadan son bulan “Wall Street’i İşgal Et” eylemleri, sisteme karşı gelişebilecek kitlesel eylemlerin, örgütlenmenin tohumunu atmasıyla, kitleler nezdinde sistemi açıkça sorgulayan tartışmalara kapı açması yanıyla olumlu bir rol oynamıştır.

“BLOCKUPY” “İşgal et” hareketinden etkilenerek Almanya’nın değişik şehirlerinde oluşturulan kamplar 15 Ekim 2011 tarihindeki eylemlerle başlatıldı ve bunların başını Frankfurt’taki kamp çekti. Eylemlere katılım tüm Almanya çapında 40 bin olarak açıklandı. Frankfurt’un esas önemi ise başta Avrupa Merkez Bankası’nın (EZB) ve diğer büyük Alman bankalarının merkezlerinin Frankfurt’ta olmasıdır. Yani Avrupa Birliği ve emperyalist Almanya’nın mali merkezi olması nedeniyle protestoların esas merkezi de Frankfurt idi. Frankfurt’taki “işgal et” kampı, katılımcıları giderek azalmasına rağmen 6 Ağustos 2012 tarihine kadar varlığını sürdürdü. 6 Ağustos’ta önemli bir direniş olmadan kamp polisler tarafından toplatıldı. “İşgal et” hareketinden etkilenen kimi kurum ve örgütler ittifak içinde 16 – 19 Mayıs 2012 tarihlerinde Frankfurt’ta “Blockupy Frankfurt” sloganıyla protesto eylemleri yapmayı kararlaştırdı. Buna göre EZB’nin ve Alman bankalarının bloke edilmesi, eylem günü iş yapamaz hale getirilmesi gibi eylemlerden sonra ayın 19’unda Avrupa merkezli –değişik ülkelerden protestocuların katılımı anlamında – bir yürüyüş yapılacaktı. Alman devletinin, somutta da Hessen eyaletinin buna karşı tavrı bu tarihlerde yapılacak eylemlerin –konser, eğlence gibi eylemler de dahil olmak üzere- yasaklanması oldu. İtirazlar, tepkiler sonrasında, ayın 19’undaki yürüyüşe izin verildi. Yasağa rağmen, özellikle antikapitalist ve antifaşist kesim, ama şiddeti reddetse de sivil itaatsizlik savunucuları vb. lerin de katıldığı birkaç bin –2 ile 4 bin civarında- insan protestolar gerçekleştirdi. Ayın 19’undaki yürüyüşe ise 25-30 bin arası insan katıldı. Polisin provokasyonuna rağmen yürüyüş esasta olaysız geçti. Aynı eylem ittifakı 31 Mayıs- 1 Haziran 2013 tarihlerinde de “Blockupy Frankfurt” sloganıyla eylemler örgütlediler. 31 Mayıs’daki eylemler, EZB’nin ve Alman bankalarının bloke edilmesi, Frankfurt Havaalanı’nda sürgün edilmelerin protesto edilmesi, Bangladeş’te-

27


panorama 28

ki binanın çökmesi sonucu tekstil işçilerinin kölece çalıştırılmalarının, iş koşullarının protesto edilmesi amacıyla sözkonusu fabrikalarda üretim yaptıran kimi mağazaların/ tekellerin protesto edilmesi vb. eylemlerdi. 1 Haziran’da ise yine Avrupa çapında birçok ülkeden katılımcıların olduğu yürüyüş sözkonusu idi. Hessen eyaleti yönetimi 2013 yılı etkinliklerini yasaklamadı, belli kurallar öne sürerek –örneğin Havaalanı’nda protestocuların sayısı 200 ile sınırlan-

dırıldı- eylemlere izin verdi. Buna rağmen 31 Mayıs’ta gerek EZB’nın bloke edilmesi eyleminde gerekse de Havaalanı’ndaki eylemde atmosfer gergindi. Polis özellikle Havaalanı’ndaki eylemde protestoculara saldırdı, biber gazı sıktı vb. Bu gergin atmosfere rağmen 31 Mayıs’taki eylemler gerçekleştirildi. Eylemlere 3ile 4 bin kişinin katıldığı açıklandı. 1 Haziran’daki yürüyüş ise sorunsuz başladı ama daha bir kilometre bile yürünmeden polisin saldırısına uğradı. Polis antikapitalist bloku kuşattı ve yürüyüşü kelimenin gerçek anlamıyla üçe böldü. En önde giden kesim, kuşatılan kesim ve devrimci blok ile arkasındaki yürüyüş kolu... Polisin kuşattığı insan sayısı araştırma komisyonunun verdiği bilgiye göre 1052 kişidir. Bütün direnme ve çabalar işe yaramadı. Polis yürüyüşü izin alınan rotada –EZB’nin önünde geçmek de bu rotada vardı- yürütmek istemiyordu. Bunun için başka bir rota önerdi, böylece hem yürüyüşü bölmek hem de yürüyüşün EZB önünde geçmesini engellemek istiyordu. Yürüyüşçüler kuşatma

altındaki protestocular serbest bırakılmadan bir yere gidilmeyeceği tavrını takınarak kuşatma altındakilerin serbest bırakılmasını talep etti. Bu arada polis sadece kuşatma altındakilere değil, onların serbest bırakılmasını isteyenlere karşı da şiddet kullandı. Biber gazı, gözyaşartıcı bombalar, sopalar ve de coplar devreye girdi. Yüzlerce insan yaralandı. Taksim/ Gezi Parkı eylemleri ve devletin eylemcilere saldırılarına karşı dayanışma mesajları okundu, “Her yer Taksim, her yer direniş” vb. sloganlar atıldı bu eylemde. Bu bağlamda Taksim de “Blockupy” ya da “Occupy”nin bir parçası olarak algılandı. Yürüyüşe katılım polise göre 7000, eylem ittifakına göre ise 20.000 kadardı. Sonuçta kuşatma yaklaşık 10 saat sürdü ve kuşatmaya alınanların kimlikleri alınarak bırakıldı, bunlar hakkında davaların açıldığı, açılacağı bilgileri medyaya yansıdı. Pratikte yürüyüş, eylem yapma hakkı, devletin yetkili mahkemesinin izin verme kararına rağmen hiç edilmiştir. Bu da burjuva demokrasisinde, sömürücülerin egemenliğinde, kanunların nasıl uygulandığının sadece bir örneğidir. İşlerine gelmediğinde, yasal olarak var olan hiç bir hakkın çiğnenmeyeceğinin garantisi yoktur, tersine her zaman sözkonusu hakların çiğneneceğinin garantisi vardır. Bunu engelleyebilecek olan esas güç, emekçi kitlelerdir, kitlelerin mücadelesidir. 1 Haziran’da yaşanan bu gelişmeyi protesto etmek için 8 Haziran’da, yine Frankfurt’ta ve aynı rotada yeni bir yürüyüş gerçekleştirildi. Yürüyüşte polis bir hafta öncesiyle karşılaştırıldığında çok azdı. Herhangi bir olay da yaşanmadı. Bu gelişmelere rağmen “Blockupy” seneye de eylemler yapılacağını açıkladı. Bu ittifakta antikapitalist ve antifaşistler gibi attac, Sol Parti ve Verdi sendikası, ya da değişik isimlerle kurulan inisiyatifler yer almaktadır. Bu bağlamda “Blockupy Frankfurt” eylemleri kendiliğinden gelişen eylemler değildir.

SONUÇ NEDİR? Değişik isimlerle ortaya çıkan bu protesto eylemleri veya hareketler ilk ortaya çıktıkları biçimiyle varlıklarını sürdürmese de, bunları ortaya çıkaran temel, ya da toplumsal sorunlar, varlığını aynen sürdürüyor. Sözkonusu mücadeleler yeni mücadele biçimlerini doğurmaktadır, mücadele biçimlerini zenginleştirmektedir. Tahrir’den Taksim’e yaşanan bu eylemlerde başta genç kesim olmak üzere kitlelerin önemli kesimi artık egemenlerin saldırılarına, yaptırımlarına karşı


sosyalizm için devrim yolunda ilerlesin... vb. vb.” (Sayı 154, sayfa 36) Sınıf bilinçli kesimin görevi böylesi bir duruma hazırlanmasıdır, bunun için sistemli ve sürekli biçimde çalışmasıdır. Taksim eylemlerine paralel Brezilya’da yaşanan protestolarda “Burası Taksim” ya da “Türkiye” sloganlarıyla mücadelede dayanışma gösterileri, iletişim tekniğinin enternasyonal dayanışmanın daha da güçlendirilmesine, enternasyonal alanda işçi ve emekçilerin mücadelelerinin hem birbirlerini etkileme, hem de birbirini desteklemesine de hizmet ettiğini göstermektedir. O zaman, “Göğü fethetmeye”, “Dünyayı işgal et”meye cürret etmek, emperyalist sistemi kökünden yok etmek için günümüzün asli görevlerine sıkıca sarılalım!

panorama

sessiz kalmıyor ve öfkesini “sivil itaatsizlik” olarak da adlandırılan eylem biçimleriyle de dile getirmekte, ekonomik ve sosyal eşitsizliğe karşı protestosunu göstermektedir. Yazımızın girişinde de ifade ettiğimiz gibi her ülkedeki gelişme, protestolar ve talepler farklılıklar göstermektedir ve her biri somut olarak ele alınmalıdır. Tüm farklılıklara rağmen yaşanan protestoların en temel ortak noktası, kitlelerin içinde yaşanılan toplumun siyasi ve ekonomik durumundan hoşnutsuzluğudur. Bu da genelde ekmek, demokrasi ve özgürlük taleplerinde birleşmektedir. Sözkonusu bu protestolar “ölü sessizliğini” bozan eylemlerdir. Kapitalist – emperyalist sisteme karşı mücadelenin başarıya ulaşması, sadece onun sivri uçlarının törpülenmesiyle olamayacağının kavranması ve zenginlerle fakirler arasındaki eşitsizliğin ortadan kaldırılması için bu sömürü düzeninin yerlebir edilmesi gerektiği bilincinin içinde yeşerebileceği; alternativsiz bir mali merkezlere karşı mücadele yerine, kapitalizmin – emperyalizmin tek gerçek alternatifinin sistemin dışında, sosyalizm-komünizmde aranması gerektiği bilincinin oluşabilme olasılığının varolduğunu gösteren eylemlerdir bu eylemler. “Arap Baharı”ndan çıkarılması gereken temel derslerden biri, “Öfkeliler” ve “İşgal Et” hareketi için de geçerlidir: İşçi sınıfını örgütlemiş, emekçilerin önemli kesimini kendi tarafına kazanmış, kitlelerin hoşnutsuzluğunu sömürü sistemini yıkma, devrim mücadelesine yönlendirmeye muktedir bir Komünist Partisi’nin olmaması! Kuşkusuz ki bu protesto eylemlerinde hem olumsuz hem de olumlu yanlar üzerine çok şey yazılabilir, değişik değerlendirmeler yapılabilir, sonuçlar çıkarılabilir. Burada aktardığımız sonuçlara dergimizin 154. sayısında yazdığımız şu sonucu da ekleyerek yazımızı bitirelim. “Bundan çıkarılacak sonuçlardan biri şudur: Sömürücü sisteme karşı devrim için mücadele edip de yıllarca ürününü alamadığında yaşanan moral bozukluğuna karşı; ‘bu iş olmaz’ gibi yaklaşımlara karşı; evet bu iş olabilir, yeter ki biz devrimci iyimserliğimizi koruyarak sürekli ve sistemli çalışmamızı yürütelim. Yeter ki biz, bu insanlık düşmanı sömürücü sisteme karşı işçileri, emekçileri bilinçlendirme ve örgütleme çabamızı sürdürüp hazırlanalım o güne... Bilinçlendirip hazırlanalım ki, kitleler ayağa kalktığında doğru, Marksizm – Leninizm bilimi önderliğinde hareket edebilsin ve sömürücü sistemin tek gerçek alternatifi olan

DİPNOT YERİNE BİR EK: Dergimizin 154. sayısında “İşgal et” hareketi konusunda tavır takınırken, “Yüzde 99’u biziz” sloganına da değinmiş, bu sloganın 15 Ekim 2011 tarihindeki eylemlerde üzerlenildiğine ve bu konuda da etkilenme olduğuna dikkat çekmiştik. Bu arada eylemlere katılımların azlığına bakarak bu sloganla alay eden kimi burjuva yorumcuların tavrına karşı, bu sloganın bir olguyu, içinde yaşadığımız asalak emperyalist sistemin bir gerçeğine dikkat çektiğini yazmıştık. Bu sloganın kendisiyle fazla uğraşmamıştık. Bu bağlamda bu eksikliği bilince çıkarmak önemlidir. Bilince çıkarılması gereken mesele, “Yüzde 99’u biziz” sloganının dile getirdiği bu toplumun %99’unun kendi içinde sınıf ve katmanlara bölündüğü olgusudur. Bu %99’un içinde en büyük zenginler yok ama kapitalistler de var. Burjuvazinin orta ya da küçük burjuva kesimi bu rakamın içindedir. Ve bunlar da kapitalist sistemin ayakta kalmasını sağlayan sınıf ve katmanlardandır. Bu sloganın atılması hedefe esasta sadece büyük tekellerin, bankaların konmasının, soruna sınıfsal temelde yaklaşmamanın ürünüdür ve bu açıdan da yanlıştır. Bu açıdan bakıldığında “Yüzde 99’u biziz” sloganı işçilerin emekçilerin, sınıf bilinçlilerin sloganı değildir. “Üreten, yaratan biziz, yöneten de biz olacağız!” vb. sloganlar doğru bilinç yaratmaya hizmet edebilir, ama “Yüzde 99’u biziz” sloganı sınıf ve katmanlar arasındaki farklılıları gözardı ettiğinden işçi ve emekçilerin bilincini karartmaya hizmet etmektedir. 25 Haziran 2013 ✓

29


panorama

Modern köleliğin kurbanları: Tekstil işçileri! - BANGLADEŞ -

Binanın çökmesinden sonra yürüyen tartışmalar, sadece Bangladeş’teki kölece çalıştırma, yaşam koşullarını yeniden gözler önüne sermedi, aynı zamanda uluslarası çapta, ucuz işgücü kullanarak karlarına karlar katan emperyalist devletlerin tekellerinin/ şirketlerinin gerçek yüzlerini de orta yere serdi.

24

30

Nisan 2013 tarihinde Bangladeş’in Başkenti Dakka’ya bağlı sanayi bölgesi olarak da adlandırılan Savar’da, sekiz katlı –dokuzuncusu inşa ediliyordu- adı “Rana Plaza” olan bir bina çöktü. Binada, alt katlarda banka ve dükkanlar var iken, üst katlarda beş ayrı tekstil atölyesi/ fabrikası, özellikle Avrupa ve ABD’ye ihracat için giyim malzemesi üretiyordu. 23 Nisan günü binada, alttan yukarıya kadar duvarlarda gözle görülür çatlaklar oluştu ve güvenlik –tam tanımıyla sanayi polisi- binanın boşaltılmasını emretti ve bina o gün boşaltıldı. Alt katta bulunan bankanın 11 çalışanı ile küçük dükkan sahibi, durum açıklığa kavuşana kadar çalışmama kararı verdi. Ama tekstil çalışanları patronların ya da müdür veya menejerlerin binanın teknisyen tarafından kontrol edildiği, herhangi bir sorun olmadığı yalanının yanısıra işçileri, işbaşı yapmayanların işten çıkarılacağı, bir aylık ücretine el konacağı vb. tehditlerle çalışmaya zorladı. İşçiler işbaşı yaptı! Saat 8.45 sularında cereyan kesildi ve generatorlar devreye girdi... Ve kısa

süre sonra bina çöktü! En son verilere göre 1129 insan yaşamını yitirmiş, 2438 insan da yaralı kurtarılmıştı... Kaç insanın yaralanmadan kurtulduğu belli değil. Ölenlerin büyük bölümü kadın işçiler. Binanın çökmesinden sonra yürüyen tartışmalar, sadece Bangladeş’teki kölece çalıştırma, yaşam koşullarını yeniden gözler önüne sermedi, aynı zamanda uluslarası çapta, ucuz işgücü kullanarak karlarına karlar katan emperyalist devletlerin tekellerinin/ şirketlerinin gerçek yüzlerini de orta yere serdi. Protestolar ve tepkiler karşısında imajlarını koruma ya da kurtarma amacıyla dikkatler başka yerlere çekilmeye çalışıldı ve sayısız şirket - tekel ya da holding- tartışmaları kendilerinin Bangladeş’te güvenli çalışma koşullarını oluşturmak için katkılara hazır olduklarını ilan ettiler. Bunun için hazırlanmış “Bangladeş’te Bina ve Yangın’dan Korunma Anlaşması”nı imzaladılar. Kimileri de imzalamayı reddetti. Bu arada tartışmalar “ucuz” giyim eşyası satın alan


Medyada bu oran %40 olarak verilse de özde durum değişmiyor. Tekstil fabrikalarının sayısı gerçekte ne olursa olsun, sendikaların çalışmasının hemen hemen mümkün olmadığı bir durum sözkonusudur. Muhammed Ebu Tahir’in verdiği bilgiye göre tekstil dalında sadece 140 fabrikada sendikal örgütlenme vardır. Yasaya göre herhangi bir fabrikada sendika kurulması/ örgütlenmesi için fabrika sahibinin/ yönetiminin izni gerekmektedir. Fabrikatör ya da müdür izin vermezse, her tür sendikal çalışma illegal sayılmaktadır. Sendikal çalışma yapanlar tespit edildiğinde en iyi halde –dayaktan geçirme, öldürme ve kaybetme olayları hiç de seyrek yaşanmıyor- işten atılmakta ve bir daha da iş bulması mümkün olmamaktadır. 1129 işçinin katledilmesinden sonra yaşanan protestolar hükümeti bu konuda kanun değiştirmeye zorladı. Mayıs ayı başlarında parlamento tekstil işçilerinin bağımsız sendikalarda birleşebilecekleri ve ücret pazarlıkları yürütebileceklerine dair karar aldı. Bu da esasında fabrika sahibi veya müdüründen izin alma önkoşulunu delen bir karardır. Bunun pratikte işleyip işlemeyeceği ise soru işaretidir. Binanın çökmesi ve sonuçta 1129 işçinin katledilmesinin kaza değil de cinayet olduğunu Bangladeş’in burjuva gazeleri de tespit etti! Gerçekten de binanın çökmesi kar hırsı uğruna insanların hiç bir değerinin olmadığı bu sömürücü sistemin yarattığı bir olgudur. Kuşkusuz sömürücüler işçilere bir iş aracı olmanın ötesinde değer vermese de, kendi karlarını garantiye almak için çalışma koşullarını –en azından işçilerin kitlesel olarak ölmesini engellemek için- güvenlikli hale getirmektedirler de. Örneğin Endonezya’da tekstil fabrikaları genelde iki kattan fazla değil, gerekçesi de herhangi bir yangın ya da deprem anında çalışanların binadan tahliye edilebilmeleridir. Bu ve benzeri durumlar, emperyalist ülkelerde işçilere “bakın siz burada ne güzel güvenlikli iş koşulları altında yaşıyorsunuz! Sizin durumunuz çok iyi” vb. sahtekarlıklar için de kullanılmaktadır. Somuta baktığımızda medyada yayınlanan haber ve bilgilere göre, sözkonusu bina bir alışveriş merkezi için tasarlanmış ve inşaat ruhsatı altı kat için verilmiştir. Yani tekstil fabrikalarının/ atölyelerinin üst katlara yerleştirileceği sözkonusu planı yapanlara söylenmemiştir. Bina zemini sağlam olmayan –kaygan, batak bir zemin- bir arsa üzerinde yapılmıştır. Binanın yapımında gerek demiri, gerekse de betonu sağlam ve kaliteli olmayan bozuk malzeme kullanılmıştır. Altı

panorama

tüketiciler de Bangladeş’teki tekstil işçilerinin kölece yaşam ve çalışma koşullarının sorumlusu olarak ilan edildiler. Sanki pahalı giyim eşyası Bangladeş ya da benzeri ihracat için tekstil ürünü üreten ülkelerde üretilmiyormuş ve esas karların da bu ürünlerden elde edilmiyormuş gibi sahtekarlıkta sınır tanımadılar, tanımıyorlar. Gerek somut yaşananlar –işçilerin çalışma koşulları, iş ücretleri vb.-, gerekse de bu konuda yürüyen tartışmalar, Bangladeş somutunda tekstil işçilerinin kelimenin gerçek anlamında modern köleler olduğunu göstermektedir. Bu kölelik sadece ücret sistemi ve buna bağlı olarak sömürülmekle sınırlı değil, bilakis çalışma koşulları ve ücretlerin düşüklüğü bağlamında da kölece çalışma durumudur. Bangladeş, tekstil ürünleri üretmede dünya çapında Çin’in gerisinde ikinci sırada yer almaktadır. Medyada kesin rakamlar yok, genelde 4000 – 5000 – arası deniyor, ama Bangladeş’li bir sendikacı olan Muhammed Ebu Tahir’in Haziran ayı başında Avusturya’nın Başkenti Viyana’da yaptığı konuşmaya göre 6000 tekstil fabrikası vardır. Bu fabrikalarda 3,6 Milyon işçi çalışıyor. Verilen rakamlara göre bunların en az %80’i kadın işçilerdir. Kimi verilere göre bu oran %87’dir. Asgari ücret 2010 yılında 3000 Taka’ya çıkarıldı. Bu 28 Avro, ya da kaba bir hesapla 85 TL’dir. Somut bir örnek verilirse, binanın çökmesinden yaralı kurtulan Milon’un “normal” aylığı 2900 Taka ve fazla mesai için de 1800 Taka imiş. Bu da esasında çalışma saatlerinin ne kadar fazla olduğunu göstermektedir. En az 10 saat, ama genelde 13-16 saat arası günlük ve haftada en az 6 gün çalışma durumu vardır. Saat ücretleri ise ABD doları bazında 23 Cent’tir. Çin ve Kamboçya ile karşılaştırmada –uzak Asya’da bu dalda en yüksek ücret verenler- durum şöyledir: Aylıklar 200 ABD Doları, saat ücreti bir ADB doları. Kaba bir hesapla Bangladeş’te aynı işi yapanlar bu oranın sadece dörtte birini almaktadır. Ki Çin ve Kamboçya’daki aylıklar da bu ülkelerin koşullarına göre çok düşüktür. Kimi burjuva medya yorumcuları her üretilen tektil ürününe 10 Cent fazle verilse, güvenli çalışma koşullarının sağlanabileceği ya da aylıkların ikiye katlanabileceği hesaplarını yapmaktadır. Dünya çapında en düşük ücretlerin ödendiği ülkelerin başında Bangladeş gelmektedir. Bangladeş’in ihracatının %79’unu tekstil ürünleri oluşturmaktadır. Yukarıda adını verdiğimiz sendikacının açıklamasına göre Bangladeş parlamentosundaki milletvekillerin %50’si tekstil fabrikası sahibidir.

31


panorama

kat yerine sonradan iki kat daha bindirilerek sekiz kata çıkarılmış ve dokuzuncu kat da inşa edilmekteymiş... yedinci ve sekizinci katlarda sağlamlaştırmak için gerekli kolonlar bile yapılmamış. Sadece yedinci ve sekizinci katların değil, genel olarak ruhsatı alınan katların da tavanları ağır makine taşımaya uygun tasarlanmamıştır. Buna rağmen üst katlara generator vb. ağır makinalar yerle ş t i r i l m i ş t i r. Yapılan açıklamalara göre bu katların sözkonusu makinaları taşıyamayacağı ise önceden belli imiş. Böylesi bir durumda binanın çökmesi sürpriz değildir. Kaza da değildir bu! Bunun adı açıkça cinayettir, katliamdır!

KATLİAMA KARŞI İŞÇİLERİN PROTESTOLARI

32

Tekstil işçileri ve onları destekleyenler bir yandan kaybettiklerinin, sakat bırakılanlarının acısını yaşarken bir yandan da hem egemenlere öfkelerini göstermek hem de çalışma koşullarının iyileştirilmesi, asgari ücretlerin ve genelde ücretlerin yükseltilmesi talepleriyle onbinlerin katıldığı protestolar gerçekleştirdiler. Protestolara kolluk güçlerinin gözyaşartıcı bomba, plastik mermi, tomalar ve cop/sopa kullanarak saldırması sonucu çoğu eylemde onlarca insan yaralandı. Tüm saldırılar işçileri protestolarını sürdürmekten alıkoyamadı. Caddelerin, otoyollarının işgal edilmesi, kapatılması gibi kimi işletmelere saldırma, arabalara zarar verme eylemleri de gerçekleştirdiler. Protestolar nedeniyle sayısız tekstil fabrikası güvenlik yok diye üretimi belli bir süre durdurdu. Hindistan’a kaçmaya kalkışan bina sahibi Sohel Rana sınırda yakalandı ve tutuklandı. Bunun dışında kimi menejerler ve sorumlular da tutuklandı. İşçilerin öfkesi 1Mayıs’taki protestolarda da kendisini gösterdi. Kızıl bayrakların dalgalandığı ey-

lemlerde işçi sınıfının kendi sınıf bilincine sahip olmaya başladığına, kendisi için sınıf haline gelmenin yolunun açıldığına dair umut ve heyecan yayılıyordu etrafa. Öfkeli işçiler protestolarında aynı zamanda “Katilleri asın, fabrika sahiplerini asın!” sloganlarıyla sorumluların cezalandırılmasını da talep ediyordu. İşçilerin çalışma koşullarının iy i leşt iri lmesi ve ücretlerin artırılması için protestoları sürüyor. Örneğin 18 Haziran’da yaklaşık 5000 kadar işçinin katıldığı protesto eyleminde polis işçilere yine gözyaşartıcı bomba ve plastik mermilerle saldırırken işçiler de belli bir caddeyi bloke edip araba ve pencereleri kırıp dağıttı. İşçilerin mücadelesi Başkent Dakka ile sınırlı değil, diğer şehirlerde de sürüyor, ama öne çıkan anda tekstil işçilerinin protestolarıdır. İşçilerin protestoları ve kamuoyunun tepkileri devlet yönetiminin kimi vaatlerde bulunmasını ve yukarıda değindiğimiz sendika yasasını değiştirme adımlarını atmaya zorladı. Devlet yöneticilerinin esas kaygısı Avrupa ve ABD’li şirketlerin tekstil ürünleri üretmede Bangladeş’i terketmeleri olasılığıdır. Bu yüzden de kimi kozmetik değişiklikler gündeme gelmiş ve yapılacaktır da. Örneğin asgari ücretin ve saat başı ücretlerin yükseltileceği vaadi verildi ve bunun için özel komisyon oluşturuldu. Fabrikalarda güvenlik kontrolü için müfettişler görevlendirileceği açıklandı. Kısa sürede 18 fabrika, güvenlik yok diye kapatıldı ve 950 fabrikanın da riskli diye üretimi durdurulduğu, bunların güvenlikli hale getirileceği açıklandı. Somut katliam bağlamında ise hükümet ölenlerin ailelerine aile başı 200 Avro, yaralılara da 30 Avro verme vaadinde bulundu. Başbakan Sheikh Hasina ise hastahanede yaralıları ziyaret ederek, yaralıların tedavi masraflarının hükümet tarafından ödeneceğini açıkladı. Kaba hesapla 300 TL ve 45 TL! Bir işçi-


Bu grev giderek çarlık sistemine karşı genel bir siyasi gösteriye dönüştü ve böylece Rusya’da Şubat Devrimi ateşlendi, Ekim Devrimi’ne giden yol açıldı. 1921 yılında Moskova’da toplanan İkinci Komünist Kadınlar Konferansı, Petrogradlı tekstil işçileri kadınları hatırlatması için, onların anısına 8 Mart günü Dünya Emekçi Kadınlarının Mücadele Günü olarak 8 MART TARİHİNE BİR YOLCULUK VE BİR kararlaştırdı. KARŞILAŞTIRMA! Öyle ya da böyle, 8 Mart esasta tekstil işçileri kaBangladeş’taki bu facianın yaşanması ve yaşamını dınlarının mücadelesinin ürünü ve sonucudur. yitirenlerin ve yaralıların büyük çoğunluğunu kadın Evet, tekstil işçileri kadınların mücadelesi dünya işçiler olması bize 8 Mart, Dünya Emekçi Kadınla- çapında 100 yıldan fazladır her sene kadınların ezilrının Mücadele Günü’nün ortaya çıkışını ve bunun mişliğine, çifte veya üçlü baskı ve sömürüye karşı arkasında yatan gelişmeleri hatırlattı. mücadele etme ve sorunu bilince çıkarmaya hizmet 8 Mart’ın çıkış noktasının ne olduğu konusunda eden bir günü dayatmıştır. Peki ama bu yolda somut değişik versiyonlar var. Kimisine göre 1857’de New olarak ne kadar ilerlenmiştir? Sovyetler Birliği, Doğu York’ta tekstil işçilerinin grevine kadar Bloku içinde yer yalan halk Demokrasisi gerilere doğru gidilirken, genel ülkeleri ve Çin’in belli bir döneolarak kabul edilen versimini burada dışta tutuyoruz. yon ise 1908’de yine New Karşılaştırmamız kapiTekniğin, üretim araçlarıYork’ta tekstil işçiletalist sistemin içindeki nın giderek geliştiği 1908-1909 rinin greve gitmesi koşullar ve ülkelerdir. yıllarında da ABD’de tekstil işçileri ve bu grevle daya1857’de tekstil nışmayı engelleişçileri kadınlar kadınlar çalışma saatleri biraz düşürülmek için işçilerin çalışma koşullamüş olsa da özde aynı koşullarda çalışma fabrikaya kilitlenrının iyileştirildurumundaydı. Greve giden kadınların mesi, çıkan yanmesi için, çalışma gında 129 kadın saatlerinin –14-16 fabrikaya kilitlenmesi ve 129 kadının yaişçinin yaşamını saat- düşürülmesi narak ölmesi durumunun kendisi, kayitirmesine dayaniçin mücadele edimaktadır 8 Mart. yorlardı. Bu mücadın işçilerin durumunu anlatmaya 1909’da da 20.000 kadar deleler uzun süre sürse yetmektedir. kadın işçinin New York/ de 8 saatlik iş gününün Manhattan’da iki ay süren grekazanılmasını da beraberinde vi yaşanmış ve işçiler taleplerini patgetirmiştir. Bangladeş’teki durumla rona kabul ettirmiştir. karşılaştırıldığında 160 sene önceki teknik, Olgu, 1910 yılında Kopenhag’da toplanan İkinci üretim araçları çok daha geriydi. Verimlilik esasında Uluslararası Kadınlar Konferansı’ında merkezinde kadın işçilerin uzun süre ve yoğun biçimde, evet kökadınlara seçme seçilme hakkı olan bir tartışmada, lece çalıştırılmalarına dayanıyordu. Clara Zetkin ve Käte Dunker’in konferansa sunduTekniğin, üretim araçlarının giderek geliştiği 1908ğu karar tasarısıyla her sene bir kadınların mücadele 1909 yıllarında da ABD’de tekstil işçileri kadınlar günü kutlanması kararı alınmıştır. Bu karar herhangi çalışma saatleri biraz düşürülmüş olsa da özde aynı bir günü belirlememiş, 1911 yılında kutlanan kadın- koşullarda çalışma durumundaydı. Greve giden kaların mücadele günü 19 Mart’ta gerçekleştirilmiştir. dınların fabrikaya kilitlenmesi ve 129 kadının yaEski takvime göre 23 Şubat 1917’de (yeni takvime narak ölmesi durumunun kendisi, kadın işçilerin göre 8 Mart’ta) Rusya’da Petrograd’da tekstil işçileri durumunu anlatmaya yetmektedir. Sadece çalışma kadınların Bolşeviklerin çağrısıyla, açlığa, savaşa ve koşulları ve uzun saat çalışmaları sözkonusu değildi. çarlığa karşı gerçekleştirdiği yürüyüş, Petrograd’da Aynı zamanda erkek işçilerle karşılaştırıldığında ücerkek işçilerin de desteğiyle bir genel greve dönüştü. retleri de çok düşüktü.

panorama

nin, insanın değeri Bangladeş hükümetine göre 300 TL’dir. Ya da Bangladeş parası Taka ile hesaplandığında bir işçinin değeri, asgari ücretli bir işçinin 7 aylık ücreti kadardır... Kapitalizm işçileri, iş gücünü meta olarak hesaplamıyor mu? Bu iş aracının, kapitalistlerin temsilcileri için değeri de bu kadar oluyor!

33


panorama 34

2013 yılına ve Bangladeş’e geldiğimizde tekniğin hızlı geliştiği, artık bilgisayar tekniğinin üretimde de belirleyici bir rol oynadığı bir durum sözkonusudur. Emperyalizm dünyanın her tarafına öyle yayılmış ki, en geri kalmış ülkelerde bile emperyalistlerin üretim yaptığı, yaptırdığı fabrikalarda en gelişmiş teknik kullanılmaktadır. Böylesi bir durumda verimlilik esasında makinelerin kullanımıyla artırılabilmektedir. Fakat işçilerin çalışma koşulları, ücretleri bu gelişmenin çok gerisinde kalmaktadır. Kuşkusuz ki gelişmiş ve emperyalist ülkelerdeki durumla emperyalizme bağımlı ve fazla gelişmemiş ülkelerdeki durum arasında önemli farklılıklar vardır. Somutta Bangladeş’te tekstil işçileri 160 sene öncesi gibi 16 saate kadar çalışma dur u mu ndadırlar. Ücretleri dünya çapında en düşük ücretlerdendir. Çoğunlukla yazılı iş anlaşması bile yoktur. Sözlü işe almalar yoğun ve bu da işçilerin herhangi bir durumda haklarını aramasını engel lemek tedir. Sigorta veya tazminat alma gibi durumlar sözkonusu olmamaktadır. En kötüsü ise göz göre göre işçilerin katledilmesine hemen hemen ciddi bir tepkinin olmamasıdır. Bangladeş’te tekstil işçilerinin kendileri ve aileleri protestolarda bulunurken, emperyalist merkezlerde –somut tekstil ürünlerinin esas tüketildiği, karlarına kar katıldığı merkezlerde- on, yirmi ya da yüz kişiyi aşmayan sayıda insanın tepkisi ve protestosu dışında bildiğimiz kadarıyla ciddi bir protesto olmamıştır. Tekstil işçilerinin durumunun benzerliğini göstermek için iki somut durumu karşılaştıralım. Örneğin biri 25 Mart 1911 tarihinde New York’ta yanan “Triangle Shirtwaist Company” (TCK) adlı tekstil fabrikası, diğeri de 24 Kasım 2012 tarihinde Dakka’nın Ashulia semtinde yanan “Tazreen Fashions” teksil fabrikasıdır.

İki örnek arasında ortak olmayan, ya da benzemeyen esas şey tarihleridir. Her iki fabrikada kadın işçilerinin çalışma koşulları hemen hemen aynıdır. Aldıkları ücreti günlük hesaba vurduğumuzda her ikisinde de günde bir ABD Doları ücret alınmaktadır. New York’ta haftalık yedi doların, Bangladeş’te aylık 30 Dolar’ın –Tazreen işçileri aylık 30 Dolar alıyorlardı- ödenmesi işin özünü değiştirmiyor. Her iki fabrikanın işçilerinin “kader”leri de benzerlik içindedir. Her iki fabrikada da yangın çıkmış, kısa sürede üst katlara –8.-10. katlar- yayılmıştır. Her ikisinde de ya çıkış mümkün olan kapıyı alevler sarmış ya da diğer çıkış kapısı/ kapılar kitlendiğinden işçiler dışarıya çıkamamıştır. Pencereleri açabilenler yangından kurtulabilmek için dışarıya atladığında ise binaların yüksekliğinin kurbanı olmuş yere çakılarak yaşamlarını yitirmişlerdir. 1911’deki yangında 146, 2012’dekinde de resmi açıklamalara göre 112 işçi yaşamını yitirmiştir. New York’ta esasta Yahudi ve İtalyan göçmen kadınları yaşamlarını yitirirken, Bangladeş’te esasta ailelerini geçindirebilmek için köylerden şehire göçen genç kadınlar katliama kurban gitmiştir. Bangladeş’teki somut bu yangında kurtulanlar ölenlerin sayısının çok daha fazla olduğunu söylemektedirler. Benzerlikler ya da farklılıklar detaylandırılabilir, ama kapitalizmin insanlık düşmanı bir sistem olduğu bu kısa karşılaştırmada da bir kez daha görülmektedir. Tekstil işçilerinin acısı acımız, mücadeleleri mücadelemizdir diyor ve Bangladeş’te kendi hakları için mücadele eden işçilerle enternasyonal dayanışmamızı bir kez daha haykırıyoruz! 26 Haziran 2013 ✓


luslararası Af Örgütü Almanya Seksiyonu, 18-20 Mayıs 2013’de Bochum şehrinde yıllık kongresini topladı. Bochum Ruhr havzasında bulunan bir şehir. Ruhr havzası 53 şehirden oluşan ve 2 milyon nüfusa sahip bir bölge. Ruhr havzası ağır sanayi ve kömür madenlerinin yoğun olduğu bir bölge olarak biliniyor. Ruhr havzası 2010’da Avrupa Kültür-başşehri olarak seçildi. Ruhr havzasında 230 km. Ruhrtal bisiklet yolu, 20 sanat müzesi, 200 sergi salonu, 3500 sanayi anıtı, 20 adet yüksek okul bulunuyor. Yıllık kongre her yıl farklı şehirlerde yapılıyor. Yıllık kongre, Yönetim Kurulu adına Alexander Hülle’nin açılış konuşması ile başladı. Kongreye, grupları temsil eden delegeler ve üyelerden oluşan 500 kişi katılmıştı. Divan seçiminden sonra, iki üye tutanak yazımına, üç üye ise seçim komisyonuna seçildi. Önceden üyelerin bilgisine sunulan yönetim kurulu ve mali raporlar üzerine tartışıldı. Mali sorumlu gelir ve giderler hakkında bilgi verdi. Yeni dönemde, yönetim kuruluna seçilmek isteyen adayların akşam saat 18’e kadar isimlerini seçim komisyonuna bildirmeleri istendi. Çalışma raporu ve mali raporlar tartışılıp onaylandı. Yönetim kurulu aklandı. Öğlen saatlerinde tüm kongre katılımcıları, kongre salonunun önünde bir araya gelerek „Mısır: Kadınlara Yönelik Cinsel Şiddeti Durdurun!“ Almanca pankartını açtı. Mısır’da kadınlara yönelik cinsel şiddeti protesto eden maskeler havaya kaldırılarak resim çekimi yapıldı. Af Örgütü, Mısır’da kadınlara yönelen cinsel şiddetin sona ermesi için bir kampanya yürütmektedir. Kongre katılımcıları, Mısır’da cinsel şiddete maruz kalan kadınların yalnız olmadıklarını ve onlarla dayanışmalarını belirtmek için bu eylemi gerçekleştirdiklerini belirttiler. Yıllık kongrede yapılan bu eylem Mısır kampanyasının bir parçası idi. Kadınlara yönelik şiddete son verilmesi için, Mısır hükümeti göreve çağrıldı. Kongre için hazırlanan karar tasarıları daha önceden üyelerin bilgisine sunulmuştu. Öğleden sonra

kongreye sunulan karar tasarıları üzerine tartışıldı ve karar tasarılarına son biçim verildi. Almanya’da bulunan mültecilerin sosyal haklarının iyileştirilmesi için birçok karar tasarısı kongreye sunulmuştu. Mültecilerle ilgili kongreye sunulan karar tasarıların büyük bölümü, yapılan kimi değişiklerle kabul edildi. Almanya’da çocuk mültecilere karşı yapılan uygulamaların Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne aykırı olduğu vurgulandı. Mültecilerin içinde bulunduğu koşulların düzeltilmesi, mülteciler hakkındaki kısıtlamaların kaldırılması için Alman hükümetine çağrı yapıldı. Kongrenin tartıştığı ve karara bağladığı diğer karar tasarısı ise, Rusya’da muhalif sivil toplum örgütleri üzerindeki baskılardı. Rusya’da insan hakları savunucuları baskılara maruz kalıyor, sivil toplum örgütleri yabancı ülkelerin ajanları olarak görülüyor. Kongrenin kabul ettiği diğer bir karar tasarısı ise ırkçılığın artmasından duyulan kaygıydı. Almanya’da bu yıl yapılacak genel seçimlerde, göçmenlerin seçim malzemesi olarak kullanılmaması gerektiği delegeler tarafından dile getirildi. Uluslararası Af Örgütü Almanya Seksiyonu, 2001’den beri iki yılda bir medya ödülleri veriyor. Daha önce iki yılda bir verilen medya ödülleri 2012’den bu yana yıllık olarak verilmeye başlandı. Medya ödülleri radyo ve televizyonlarda yayınlanan insan hakları ile ilgili programların en iyilerine veriliyor. Bochum’da Cumartesi akşamı sekizinci medya ödüllerinin dağıtım töreni yapıldı. Ödülleri alan kişiler ve TV programları: Onur ödülü: Alman ikinci televizyon (ZDF) kanalının Moskova muhabiri Dirk Sager’e verildi. Aynı zamanda PEN üyesi olan Dirk Sager yazdığı kitaplarda ve Moskova’dan geçtiği haberlerde Rusya’nın insan hakları karnesini anlatması ve demokrasinin yerleşmesi yönündeki düşünceleri, onur ödülünün almasında belirleyici etkenler olduğu belirtildi. Özel ödül: Alman ikinci TV kanalında 3.3.2012’de yayınlanan “Şüphe Altında Şıklık” (Unter Verdacht-

güncel

Uluslararası Af Örgütü Almanya Seksiyonu‘nun Yıllık Kongresi Üzerine Notlar U

35


güncel 36

Die elegante) programına verildi. Bu programda, Akdeniz’de mültecilerin umut yolculuğu ve Alman polisinin tutumu irdeleniyor. İç Magazin ödülü: İç Magazin Ödülü 18. 0913.11.2012’de Kuzey Almanya Televizyonu panorama programında yayınlanan “Yabancılar Dışarı” konulu programa verildi. Bu programda sığınmacılar ve yabancıların sorunları irdeleniyor. Ayrıca yükselen ırkçılıktan duyulan kaygılar anlatılıyor. Dış Magazin Ödülü: 21.6.2012’de Batı Alman Televizyonun da (WDR) yayınlanan “Müthiş yüksek fiyat/bedel” (Verdammt hoher Preis) programına verildi. Bu programda Hindistan’da Kadınların ve genç kızların çalışma koşulları anlatılıyor. İç Belgesel Ödülü: 3.3.2012’de Batı Alman Televizyonunda (WDR) yayınlanan, Menschen hautnah: Null Bock gibt es hier nicht. (“Çok yakından İnsanlar: Burada hiç canım istemiyor demek yok .”) belgeseline verildi. Bu belgeselde mültecilerin sorunları ve yaşamları anlatılıyor. Dış Belgesel Ödülü: 9.2.2011’de Batı Alman Televizyonu (WDR) ve Arte’de yayınlanan “Blood in the Mobil” (Mobil/Cep telefonundaki Kan) belgeseline verildi. Bu belgeselde Afrika’da cep telefonlarında kullanılan kimi madenlerin çıkarılmasındaki çalışma koşulları ve çalışma esnasında meydana gelen ölümler anlatılıyor. Aslında bu belgeselde kapitalizmin vahşiliğinin ne olduğu açıkça gözler önüne seriliyor. Film Ödülü: 13.4.2011’de Batı Alman Televizyonunda (WDR) yayınlanan “Kehrtwende” (U- Dönüşü) filmi ödül aldı. Pazar günü öğleden önce ülke komisyonlarının toplantıları yapıldı. Af örgütünde farklı ülkelere yönelik çalışma grupları var. Ülke komisyonlarında insan hakları alanındaki durum ve gelişmeler hakkında bilgi veriliyor. Ülke komisyonlarının yanı sıra tematik/konusal Komisyonlar var. Örneğin idam cezasının kaldırılması ve işkencenin önlenmesi için çalışma komisyonları etkin faaliyet yürütüyor. Pazar günü öğlen sonrası yapılan ikinci plenumda, Uluslararası Af Örgütü Almanya Seksiyonu genel sekreteri Selmin Çalışkan’ın konuşması ile başladı. Genel sekreter yıllık kongrede seçilmiyor. Genel sekreter yönetim kurulu tarafından profesyonel menajer olarak istihdam ediliyor. Selmin Çalışkan Mart 2013’ten beri Uluslararası Af Örgütü Almanya Seksiyonu genel sekreteri olarak görev yapıyor. Selmin Çalışkan geçmişte yaptığı çalışmalar ve gelecekte

insan hakları alanında yapılması gereken çalışmalar hakkında bilgi verdi. Selmin Çalışkan’ın konuşmasından sonra, kongreye katılan uluslararası misafirler tanıtıldı. Kongreye, Af Örgütü üyesi Sandra Lutchman (Hollanda), Af Örgütü Hindistan sorumlusu Ananth Guruswamy, Danimarka Af Örgütünden Marian Bille Petersen ve Almanya’da mülteci olarak yaşayan Pakistanlı Shakila Arshad kongrede konuşma yaptılar. Uluslararası Af Örgütü Almanya Seksiyonu Yönetim Kurulu’na seçilmek isteyen adaylar tek tek kürsüye çıkarak, delegelere kendilerini tanıttılar. Tanıtımdan sonra gizli oylama yapıldı. Oylama sonuçlarının seçim komisyonu tarafından Pazartesi günü üçüncü plenumda açıklanacağı duyuruldu. Pazartesi günü yapılan üçüncü plenumda yönetim kuruluna seçilen kişiler ve aldıkları oy oranları açıklandı. Uluslararası Af Örgütü Almanya Seksiyonu yönetim kurulu sözcülüğüne Oliver Hendrich (Köln), vekili Inga Morgenstern (Elmshorn) seçildi. Yönetim Kurulunun diğer üyeleri, İngrid Bausch-Gall (Münih), Larissa Probst (Siegen), Roger Martin (Hannover), Roland Vogel (Bad Schönborn) seçildi. Uluslararası Af Örgütü Almanya Seksiyonunun yıllık toplantıları halka açık toplantılar değildir. Bu toplantılara sadece bölgelerden seçilen delegeler ve önceden müracaat eden üyeler katılabiliyor. Yıllık toplantılar her yıl farklı şehirlerde yapılıyor. Uluslararası Af Örgütü Almanya Seksiyonunun 120 binden fazla üye ve destekçisi var. Almanya’da 650 Af Örgütü grubu faaliyet yürütüyor. 2014’te Uluslararası Af Örgütü Almanya Seksiyonunun yıllık kongresi Münster’de yapılacak. Af Örgütü pasifist bir örgüt olmasına rağmen insan hakları alanında önemli çalışmalar yapıyor. İnsan haklarını savunmak aslında en başında komünistlerin ve devrimcilerin görevidir. Esasında komünistler kendi insan hakları örgütlerini yaratmak zorundadır. İnsan haklarını savunmak gerçek anlamda devrimcilerin işidir. İnsan hakları savunuculuğu pasifist örgütlere bırakılmamalıdır. Tabii ki pasifist örgütler içerisinde de devrimciler çalışmalıdır. İnsan hakları mücadelesi, pasifist örgütlerin değil, devrimcilerin mücadelesi olmak zorundadır. Bu anlamda insan hakları mücadelesi, bizim mücadelemizdir. Bu mücadele pasifist ve reformist kurumlara havale edilmemelidir. 23 Mayıs 2013 ✓ Bochum’dan YDİ Çağrı Okuru


güncel

Çin’de İşçi Sınıfının Durumu II.Bölüm

Kapitalizmin, burjuvazi ve zenginliğin büyüdüğü oranda işçi sınıfının direnişi de gelişti. Bir dizi burjuva bilim insanlarının, Çin proletaryasını harekete geçme yeteneğinden yoksun ve onu aşağıya doğru inen bir sarmal içinde gösteren alışılagelen tezi, aslında sadece bunu savunanların kapitalizmin yasalarını kavramaktan ne kadar aciz olduğunu gösteriyor.

H

erşeye Rağmen, sayı 59/2012’deki makalemizin birinci bölümünde Çin HC’nin Anayasasını ve kadın-erkek işçilerin durumu ile ilgili olarak temel hakları ele aldık. Ayrıca iş yasalarını, Tüm Çin Sendikalar Birliği’nin işlevini ve sendikal hakları inceledik. İkinci bölümde proletaryanın somut durumu, onun mücadeleleri, direniş eylemleri ve Çin devletinin baskısının boyutlarını gözden geçireceğiz.

Değişim İçindeki Ekonomi ve İşçi Sınıfı Revizyonist parti-egemenlik kliğinin yeni kapitalist “Reform ve Açılım Siyaseti”nin 30-yıllık hükümranlığı Çin’i emperyalist dünya pazarının parçası haline getirdi. Adeta frenlemez ekonomik büyümesiyle yeni

bir emperyalist dünya gücü olmaya doğru yıldırım hızıyla yükselişi, Çin’deki kadın-erkek işçilerin ve emekçilerin geniş kitlelerinin gaddarca çalışma ve yaşam koşulları pahasına olmaktadır. Bir yanda milyonlarca kez sefalet, işsizlik, asgari geçinme sınırında debeleyip durmak, kırdan kaçış ve kölelik benzeri çalışma koşulları. Ama “diğer yanda pekâlâ gelişmiş kapitalist ülkelerle karşılaştırılabilir teknolojik ve kalitatif temellerdeki sanayisel bir işçi sınıfı hızlı bir tempoyla ortaya çıkmaktadır.”(İş Mücadeleleri, Müller 1), sf: 17) Çin’deki işçi sınıfı kendisinin geniş tüm katmanlarıyla gittikçe daha fazla uyanıyor ve doğrudan aktör haline geliyor.

37


güncel 38

Çin toplumu içerisindeki yoksul ile zengin arasındaki makas korkunç derecede açılıyor. 2006 dünya mal varlığı raporuna göre en zengin ailelerin % 0,4’ü, Çin’in ulusal servetinin % 70’ini denetliyor. Aileler, parti-ve devlet adamlarının ardılları Çin’in en zengin kişilerinin en seçkinleri listesinde bulunuyorlar. Ve bu zenginlerin % 80’i 45 yaşın altındadır. Medyaya yansıyan haberlere göre başbakan Wen Jiabao dünyanın en zengin başbakanıdır. “2015 yılında Çin dünyadaki zengin haneler arasında en büyük dördüncü yoğunluğa sahip olacaktır. Bundan daha fazla zenginlik sadece ABD, Japonya ve İngiltere’de vardır. Daha 2015’te Çin’de 4,4 milyon zengin hane bulunacaktır.” (İş Mücadeleleri, Müller 1) , sf: 12) K apit a l i z m i n , burjuvazi ve zenginliğin büyüdüğü oranda işçi sınıfının direnişi de gelişti. Bir dizi burjuva bilim insanlarının, Çin proletaryasını harekete geçme yeteneğinden yoksun ve onu aşağıya doğru inen bir sarmal içinde gösteren alışılagelen tezi, aslında sadece bunu savunanların kapitalizmin yasalarını kavramaktan ne kadar aciz olduğunu gösteriyor. Sermayenin yayıldığı yerde ücretli emek ile sermaye, proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişki de kaçınılmaz olarak gelişir. Çin’in küreselleşmiş Doğusunda (kuzeyden güneye kadar) zincirlerinden boşanmışçasına gelişen kapitalist dünya üretiminin ağırlık merkezleri bulunmaktadır. Bugünkü Çin işçi hareketinin doğum yerleri buralarıdır. Kendiliğinden, örgütsüz ve şiddetli patlak veren olaylarla yeni bir işçi hareketi yola koyulmuştur. 1980’li yılların sonunda devlete ait işletmelerdeki kadın ve erkek işçilerin devlet işletmelerinin özelleştirmesinin birinci dalgasına kafa tutması bu hareketin çıkış noktasıydı. Çin’li egemenler 1989’da demokrasi hareketinin kanlı bir şekilde bastırılmasıyla siyasi bir işçi hareke-

tinin önemli ilk nüvelerine karşı imha edici bir darbeyi indirmeyi başardılar. 1990’lu yılların ortasında --------1) Çin’de İş Mücadeleleri, Wolfgang Müller, isw Spezial / Sayı:25, Aralık 2011 özelleştirmelere karşı direniş eylemlerinin ikinci dalgası gerçekleşti. 1990’lı yıllarda ortaya çıkmaya başlayan, sayısal olarak gittikçe daha önemli hale gelmekte olan işçi kesimi, göçebe kadın ve erkek işçiler önceleri henüz gözü yılmış ve kendi kölelik hallerine çaresizce teslim olmuş bir şekilde davrandılar. Üretim ünitelerinin artan yaygınlaşmasıyla onların karşı-koyuşları alevlendi. 2000 başında yoğun, sadece yerelle sınırlı olmayan hiddet ve kafa tutma patlayışları gerçekleşti. 2010 den bugüne kadar enternasyonal holdinglerdeki (Joint Ventures), Çin tekellerindeki ve devlet işletmelerindeki, yani bütün ülkeyi kapsayan bir işçi hareketi, göçebe işçilerin, sanayi işçilerinin zincirlerinden boşanmış gaddar kapitalizme karşı koyan gücü siyasi sahneye çıktı. Kokuşmuş devlet ve parti bürokrasisi ve bölgesel ve yerel iktidar sahipleri buna havuç ve kırbaçla karşılık verdi. Onlar bir yandan zamanın işaretini kavradılar. “Uyum içindeki iş ilişkileri” için pasifize etme stratejileri ajandalarının en üst sıralarında bulunuyor. “Reforme edilmiş” iş yasaları ve tavizler direnişi kırmanın araçları olarak kullanılıyor. Diğer taraftan taviz olarak verilen bu reformcukların pratikte uygulanması çok yavaşlatılmış olarak gitmektedir. Kendisini sosyalist olarak adlandıran revizyonist üst yapının diktatörce baskısı ve mutlak gücü, işçi hareketi tarafından çok zahmetli ve yorucu bir şekilde de olsa gevşetiliyor. Kendi çıkarlarının doğrudan tehdit edildiğini gördüğünde kamçı devlet aygıtı tarafından her zaman kılıfından çıkarılmaktadır. “Wall Street Journal Şubat 2008’de Çin’deki işçiler ile şirket sahipleri arasındaki yeni güç ilişkisine dikkat çekti. Şirket sahiplerinin söylediklerini ‘pazarlık gücü


ri merkezlerinde Çin proletaryasının çoğunluğunu oluşturmaktadırlar. Onlar en ağır şekilde sömürülen, ezilen ve haktan yoksun durumda olanlardır. Çin verilerine göre yaklaşık 242 milyon “göçebe kadın ve erkek işçi” vardır. Çin’in tüm nüfusu “Hukou sistemi” içinde kapsanmıştır. “Hukou” “devletin haneleri kayıt altına alma şekli”nin ve “ikametgâh denetimi”nin özel bir biçimidir. Çin devleti bununla özgürce ikametgâh ve işyeri seçimini / tercihini aşırı derecede kısıtlamaktadır. Resmi bir izin olmaksızın kırdan kente legal bir taşınmaya izin yoktur. Şimdiye kadar neredeyse sadece kentlerde bulunan tüm devlet hizmetleri, hastaların bakımı, çocuk bahçeleri / anaokulları vs. kayda tabidir. Göçebe işçiler kayıtları bulunmaksızın ve böylece “illegal” olarak şehirlere gelmektedirler. İş ararlarken onlar insafsız tefeciaracıların elinde kalmaktadırlar. Her türlü devlet hizmetlerinden ve vatandaş haklarından yoksundurlar. Hukou-sisteminin geçmişi 1958 yılına kadar uzanıyor. Bu sistem o zamanlar sosyalist olan Çin KP tarafından, işin kentlerde ve kırda planlı bir şekilde ve denetim altında dağıtılmasının sağlanması için kuruldu. Bununla aynı zamanda bütün bölgelerdeki insanlara devletsel-sosyal hizmetler garanti edildi. Henüz kent ile kır arasında çok büyük farklar bulunduğundan, çıkış noktası insanların çıkarları ve gereksinimleriydi. Şehirlerdeki sanayi henüz milyonlarca işyeri daha yaratabilecek kadar gelişmemişti. Milyonlarca insanın kırdan kentlere akması, “kırdan kaçış” (iç göç) tüm emekçilerin durumunu iyileştirmez, bilakis aşırı derecede kötüleştirirdi. Bu durumda seyahat özgürlüğü, devletin sosyal hizmetlerinden yararlanmanın ikametgâha tabi kılınmasıyla sınırlandırıldı. Nihayetinde insanların temel gereksinimlerinin karşılanmasını sağlamak söz konusuydu. “Göçebe işçiler örgütleri”nin bir aktifisti Sun Heng, Hukou-sistemi hakkında şu bilgileri veriyor: “1949’da ilk sanayileşme süreci sırasında işçiler çok yüksek bir konuma sahipti. Ama bir gıda maddeleri kıtlığı vardı ve 1950’li yılların başlarında tarımsal üretim çok düşük bir seviyedeydi. Bu sorunlar nedeniyle çok fazla değil, bilakis oldukça az işçiye ihtiyaç vardı. Kırdan kente göçebe hareketi kontrol edilmek zorundaydı ve bundan dolayı hükümet 1958 yılında Hukou’yu, haneleri kayıt altına alma sistemini yürürlüğe koydu. Kayıt etme sistemine bu işleviyle artık bugün ihtiyaç yoktur, ama bu sistem 1978’den itibaren serbest sermaye akışı ile köylülerin sömürülmesinin bir aracı haline geldi. Bu sistem kırdaki ve kentteki insanlar arasında eşitsizlik

güncel

çalışanların lehine kaydığından ve kadın ve erkek işçilerin hakları konusunda bilinçlendiklerinden’ bu iş sözleşmesi yasasının üretim giderlerinin artacağı yeni bir dönemi başlatacağı şeklinde toparladı.” 2) Çin devlet siyaseti, buna uygun olarak, amansız bir enternasyonal rekabet içinde olan ekonomiyi daha istikrarlı temellere oturtmak istemektedir. Ucuz-mal ihraç ülkesinden, ileri teknoloji ürünleri ihracına bir dönüşüm bir hedeftir. “Yüksek teknoloji ürünlerinin tüm dışsatımdaki payı 2000 yılında % 20’den 2008’de % 32’ye çıktı.” (İş Mücadeleleri, Müller 1), sf: 10) Buna paralel olarak “Üretim sanayisinin çekirdek rekabet yeteneği”nin güçlendirilmesine yönelinmektedir. Aynı zamanda yeni bir stratejik yönelim amaçlanmaktadır. Çin KP’nin 12. Beş Yıllık Planı (Nisan 2011) “soğuktan sıcağa” şiarı altında “iç pazarın kapsama alanının daha da genişletilmesiyle ve “iç tüketimin ekonomik büyüme için esas itici güç haline dönüşmesi”yle “ısıtılması gereken” “büyük iç talep potansiyeli”ne bel bağlamaktadır. Bununla ilgili olarak stratejik öneme sahip yeni ekonomik sektörler” in yaratılması ve “hizmet sektörü”nün “kendi içindeki gelişmesi” nin hızlandırılması öngörülmektedir. Dünya (ucuz mallar - ÇN) pazarının fabrikası Çin, dünyanın ekonomi motoru olan dünya gücü Çin’e dönüştürülmelidir. 3) Çin’in güçlenmekte olan işçi hareketinin gelecek yıllarda hangi önceden tahmin edilemeyecek olaylarla karşılaşacağını bekleyip göreceğiz. Ama bir şey kesindir: “Devasa” proletarya uyandı, mücadele ediyor ve kendi gücünün bilincinde örgütlenmeye başlıyor. Enternasyonal işçi hareketinin içinde bulunduğu bu duraklama ve zaaflar döneminde bu yüreklendirici bir gelişmedir. Bizler, bu mücadelelerden öğrenmek ve proleter enternasyonalizmini canlı tutmak için elimizden gelen her şeyi yapmakla yükümlüyüz. -------2) Küresel işçi huzursuzluğunun yeni bir odak noktası olarak Çin, Beverly J. Silver, Lu Zhang, PROKLA, Zeitschrift für kritische Sozialwissenschaft (Eleştirisel Sosyal Bilim Dergisi – ÇN), Defter 161/2010, S:4, Sf:605-618 3) Çin’in 12. Beş Yıllık Planı Üzerine Elçi Bay Wu’nun Konferansı, 31, 05. 2011, www.botschaft.de Hukou-Sistemi ve Göçebe İşçiler Çin’de kadın ve erkek işçilerin durumu üzerine bilgiler son on yıl içinde her şeyden önce “göçebe işçiler”in durumu üzerinde durmaktadır. Çoğu kez onlar “yeni işçi sınıfı” diye adlandırılmaktadır. Onlar kentlerde ve ‘özel ekonomi bölgeleri’nin endüst-

39


güncel

yaratmaktadır.” 4) Buna karşın burjuva medya ve sosyal bilimciler bugünkü Hukou’yu Mao Zedung dönemi ile bir çırpıda eşitlemektedirler. Kendilerinin anti-komünizmini haklı çıkarmak için Hukou’yu tümden bir zorbalık sistemi olarak mahkûm etmektedirler. Burada gerçek basitçe ters-yüz edilmektedir. 1978 “Reform ve Açılım Siyaseti”nden beri Hukou-Sistemi. “Reform ve açılım siyaseti” denilenin uygulamaya başlanmasından buyana Çin’de kapitalist ekonomi çok hızlı bir şekilde gelişti ve bu, kırdan kentlere güçlü bir göçü beraberinde getirdi. Bugünkü Çin’deki ilk birikim, sanayileşme, kırdan kaçış ve kentleşme süreci “tamamlanmamış proleterleştirme” tahlilinde çok doğru bir şekilde anlatılmaktadır: “Küresel işçi hareketlerinin tarihi, bir işçi sınıfının ortaya çıkışı ve olgunlaşmasının aslında kırsal işçilerin ikinci ve üçüncü kuşaklarının endüstri kentlerine gelişi döneminde gerçekleştiğini göstermektedir. Acı çekme, sefalet ve çalışma yaşamındaki kapışmalar birinci kuşakta değil, bilakis onu takip eden kuşakta zirveye ulaştı. Bu, kır işçilerinin sanayi işçilerine dönüştürülmesi, ellerinden üretim ve geçim araçları alınarak proleterleştirilmeleri sürecidir. Bu konu dünya kapitalizminin tarihi boyunca sürüp gitmektedir. -----------4) Alttan kültür devrimi mi?, Sun Heng ve Lin Zhibin von Matthijs de Bruijne ve Max Jorge Hinderer ile Röpdrtaj, Express 8/10, Labournet. de, 24. 08. 2010 Sonuçta kadın ve erkek işçilerin kaderi sermaye birikimi sürecine ve kommodifize etme (iş gücünü kullanma) çapına bağlıdır. İşçilerin kullandıkları araçgereçler, işledikleri ham maddeler ürettikleri mallar ne kendi mülkiyetlerindedir, ne de bunlar onlar tarafından denetlenmektedir. Çin dünyanın fabrikasına dönüştüğünde ve bugünkü sanayi toplumu haline geldiğinde, küresel kapitalizm tarihinde yaygın olarak mevcut bir fenomen yinelendi. Çin somutunda özel olan, kendine özgü proleterleş(tir)me sürecidir: Çin’i sosyalist sistemiyle birlikte dünya ekonomisine dâhil etmek için kırsal işçiler kentte çalışmaya, ama kentte kalmamaya zorlandılar. Çin’in yeni işçi sınıfı için sanayileşme ve kentleşme, birçok köylü kadın ve erkek işçilerin elinden çalıştıkları yerde yaşama olanağı alındığından, birbirinden tamamen ayrı iki süreçtir.” 5)

Bilgiler “Özel İktisat Bölgeleri” 40

(İhracat üretimi bölgeleri ve Ekonomi Özel Bölgeleri

olarak da adlandırılıyorlar) Çin’in beş “özel iktisat bölgeleri”nden ilki 1979-1980’de kuruldu. Üçü Güney Çin vilayeti Guangdong’da ve biri Guangdong’un yukarısında bulunan Fujian vilayetinde. Bir diğeri de ada vilayeti Hainan’da. 1984’te bunlara 14 sahil kenti ve daha sonra doğu sahilinin tümünde, diğerleri eklendi. Şimdi sayıları yüze varmaktadır. En modern sanayiye ve ortaçağsal sömürü biçimlerine sahip devasa endüstri kompleksleri adeta yerden fışkırdılar. Çin devleti bu “özel iktisat bölgeleri”nde kendisinin vergi-, iş- ve üretim yasalarını yürürlükten kaldırdı. Vergi ayrıcalıkları ve yatırımlarla bu ”mutluluk müjdeleyici” büyük fabrikalara göç eden milyonlarca göçebe kadın ve erkek işçiden oluşan ucuz iş gücünün hadsiz-hesapsızca suyunu çıkaran yabancı tekeller imrendirildi. Bunlara ek olarak “gümrükten muaf bölgeler”, “ekonomik ve teknik olarak kapsama alınan bölge”ler, “ileri teknoloji- kapsama alınan bölgeler” geldi. Çin’in güneyinde Guangdong vilayetindeki İnci Nehri Deltası: Üç büyük ırmak burada Güney Çin Denizine dökülmektedir. Birçok milyon nüfuslu kentler, örneğin Guangzhou 11,7 milyon, Dongguan 6,4 milyon, Shenzhen 8,9 milyon, Zhuhau 1,5 milyon, sanayisel merkezlerdir. Bu bölgede Çin planlamasına göre önümüzdeki yıllarda dünyanın en büyük metropolleri ortaya çıkacaktır. Milyonluk kentlerin dokuzu 42 milyon nüfuslu devasa büyüklükte bir tek giga-üretim kentinde birleştirilecektir. Deltanın sağı ve solunda endüstriyel olarak yüksek oranda gelişmiş “Hongkong ve Macau özel idare bölgeleri” selam duracaklardır. Özel iktisadi bölgelerin bir diğer merkezi de doğu sahilleri vilayetlerinde bulunmaktadır. Bunun ağırlık noktası Şanghay ile birlikte Yangtse-Deltasıdır. Çin’de Özyönetime sahip Şehirler: (Kent devletleri) Chongqing 28,8 milyon, Şanghay 23 milyon, Beijing (Pekin) 19,6 milyon, Tianjin 12,9 milyon nüfuslu. ------------Tamamlanmamış proleterleş(tir)me – Bizzat kendisi, öfke ve bugünkü Çin’de köylü kadın ve erkek işçilerin ikinci kuşağının sınıf eylemleri, Pun Ngai / Lu Huilin, Sozial. Geschichte Online 4/2010, www. 5)

stiftung-sozialgeschichte.de

(Sol tarafta Harita) Boylu boyunca Çin’i kapsayan çaprazlamasına dikey bir yapay Km2 başına düşen


uzmanlaşma ile kadın ve erkek işçilerin kalifikasyonuna gereksinim artmaktadır. Sanayi proletaryasının emek üretkenliği 1990’lı yıllardan beri her yıl % 10’dan fazla olarak yükselmiştir. “Son on yıl içinde üretkenlik teknik ilerleme, tesislere yapılan artan yatırımlar, iş gücünün daha iyi eğitilmesine bağlı olarak büyük çapta artmıştır.“ (İş Mücadeleleri, Müller 1), sf: 10) İş güçlerinin sıkça iş değiştirmesi bu talebin karşısında durmaktadır. Devlet makamları daha şimdiden Hukou-sistemini yerel ihtiyaca göre uyarlamakta ve kısmi yumuşatmalar yapmaktadır. Her ne kadar bunlar sosyal hizmetlerden yararlanma hakkını beraberinde getirmese de, oturma izinleri vermeler artmaktadır. Bununla göçebe işçiler işsizlik halinde derhal köylere yollanmamaktadır. Şimdiye kadar göçebe işçilerden sadece çok azı sürekli kent sakini oldular. Hukou-sisteminin devlet tarafından katı bir şekilde düzenlenmesiyle resmi verilere göre 30 yıl içinde her yıl 10 milyon insan kır sakinliğinden kent sakinliğine geçmiştir. OECD önümüzdeki 20 yıl içinde kırsal alanlardan 300 milyon insanın göç edeceğini hesaplamaktadır. Çin KP’nin 12. Beş Yıllık Planı “kentleşme düzeyi”nde % 51,5’lik bir artışı öngörmektedir. Bu sadece kentlere daha güçlü bir taşınmayı değil, aynı zamanda her şeyden önce yeni sanayi şehirlerinin yaratılmasını içermektedir. 2) Hukou-sisteminin gevşekleştirilmesi peyderpey gerçekleşecektir. Oysa o hâlâ ve daha aşağılanmanın, haklardan yoksun bırakılmanın ve iş gücünün aşırı derecede ezilmesinin bir aracı olarak varlığını sürdürmektedir. Burjuva gazeteciler ve sendikacılar bile “iki sınıflı işçi sınıfı”ndan söz etmektedirler.

güncel

nüfus hat çiziliyor. Solda gelişmemiş batı ve sağda yüksek sanayili doğu. Doğu sahil bölgesidir. Pasifik Okyanusundan Doğu-ve Güney Çin Denizi üzerinden kuzeyden ta aşağıya güneye kadar uzanan uzun bir kıyı şeridi. Çin’in devasa deniz aşırı limanlarından tüm dünyaya gemilerin boşaltılıp yüklendiği ihraç metaları için ideal ulaşım yolları. Buna karşın Batı Çin henüz endüstriyel olarak çok zayıf gelişmiştir. Her ne kadar Çin yüzölçümünün % 70’ini kapsasa da, ekonomik açıdan katkısı sadece %17’dir. Alman firmalarının yoğun olarak katıldıkları Çin hükümetinin büyük kapsamlı tasarladıkları “Go-West – (Batıya Git – ÇN) Programı”nın alt yapı projeleriyle sanayisel gelişmenin burada da ilerletilmesi öngörülmektedir. Bu alıntıda “Çin’i sosyalist sistemiyle birlikte dünya ekonomisine” dâhil etmenin gerçekleştiği saptaması doğru değildir. Bunun tersi söz konusudur. Sosyalizm ortadan kaldırılmıştır. Kapitalizmin restorasyonu sosyalist tumturaklı laflarla süslenmiş ve revizyonist parti ve devlet yönetimi tarafından gerçekleştirilmiştir. 19. ve 20. yüzyıldakinden farklı koşullarda yürüyen Çin’deki bir “ilk birikim”in kendine özgü süreci bunda yatmaktadır. Kırsal bölgelerdeki yoksullaşmayla milyonlarca köylü iş aramak üzere “illegal” olarak özel bölgeler ve kentlerin yolunu tutmaktadırlar. Hukou-sistemi nedeniyle “köylü işçiler” olarak da adlandırılan “göçebe kadın ve erkek işçiler” kapitalistlerin, özellikle özel iktisadi bölgelerdeki yabancı tekellerin işine gelmektedir: Bunlar en ucuz ve pratikte her türlü haktan yoksun iş gücü konumundadır. Hukou-sistemi, sömürü ve baskıyı aşırı derecede arttırabilmek için işçi sınıfının bu kesimine karşı kullanılmaktadır. “Göçebe işçiler, çalıştıkları kentlerde tıbbi bakım, konut, işsizlik parası, emekli maaşı, okul, eğitim ve vatandaşlık hakları vs. gibi sosyal hizmetlerden yararlanma konusunda hiçbir hakka sahip değillerdi ve bugüne kadar da değillerdir. Onlar sürekli geçerli oturma izni vs. alamamaktadırlar. Onlar işverenin iş bulma aracıları / tefecilerinin ve devlet makamlarının keyfiliklerine bütünüyle mahkûm durumdadırlar. Bu belirli bir anlamda, göçebe işçilere karşı bir tür aparthayd (beyaz ırklıların siyahîlere uyguladığı ırkçı sistem – ÇN) sistemdir. Kapitalizmin Çin’de çok hızlı bir şekilde gelişmesi, iş gücünün giderek artan ölçüde serbest hareket etmesini talep etmektedir. Aynı zamanda teknolojik

Kadın ve Erkek Çin İşçilerinin Durumu Çin’deki proletaryanın değişik katmanlarını göçebe işçiler, Joint Ventures’deki (yabancı ve Çinli, özel veya devlet tekellerinin ortak şirketleri) işçiler, sanayi işçileri ve diğer devlet işletmelerinde çalışanlar oluşturmaktadır. Onların üretimde ve yaşam koşullarındaki aşırı derecede farklı ekonomik ve yasal konumları kendisini neredeyse bütün alanlarda gösteriyor: “Göçebe işçiler imalât sanayisinde çalışanların tümünün neredeyse % 60’ını, inşaat sektöründe 75’ini ve gastronomide hatta % 80’nden fazlasını oluşturuyorlar. D.y. (diğerlerinin yanında - ÇN) tekstil ve ayakkabı endüstrisi, aynı zamanda elektronik ürünlerinin tüm türleriyle dünya pazarını istila eden devasa fabrika kompleksleri gibi tüm branşlar büyük oranda haklardan

41


güncel

yoksun göçebe işçilerin ucuz işgücünün sömürülmesine dayanmaktadır. Devlet sektörünün şirketlerinde ve otomotiv endüstrisindeki Joint Ventures’lerde durum farklıdır: Esas, uzun süreli personel kural olarak Şanghay, Pekin vs. den tüm vatandaşlık haklarına sahip çalışanlardan oluşmaktadır. Bunun yanında bu şirketlerde büyük bir göçebe işçi ‘tampon’u vardır. (…) Ama (Hukou – HR)-kuralları, yoksul, az eğitimli göçebe işçileri, onlar on yıldan beri İnci Nehri Deltası’nda çalışsalar bile aşağılamaktadır. Kozlar eğitim ve parasal servettir. Sadece seçkin bir kesim süresiz ikamet hakkı almaktadır.” (İş Mücadeleleri, Müller 1), sf: 16) Aynı zamanda “işletmeler düzeyinde ve yerellerde işletme üretim düzeninin büyümekte olan farklılaşması” da görülmelidir. “Bu kendini sadece ücretler, çalışma zamanları ve çalıştırma koşullarının hem tek tek sanayi dallarında ve bölgeler arasında ve bölgelerin kendi içinde gittikçe daha güçlü hale gelen fa k l ı la şma la rda göstermekle kalmamaktadır. (İş Mücadeleleri, Müller 1), sf: 17)

Devlete ait işletmeler (SOE)

42

Devlete ait işletmelerin, SOE 6) diye adlandırılanların büyük bir kesimi özelleştirilmiştir ve bir diğer kesimi “yarı özelleştirilmiştir”. Devlet ikincileri en azından % 51’lik bir hisse ile kontrol etmektedir. Bununla devlete ait işletmelerin sayısı belirleyici ölçüde azaltılmıştır. Bu alanda çalışanların sayısı buna uygun olarak güçlü bir şekilde düşmüştür. Bu sayı devlete ait ve kolektif sektörlerde “ 1995 ile 2003 arasında 112 den 69 milyona” düşmüştür (İşçi Direnişi, Yu 7)). “Beyaz Kitap”a göre 2009 yılına kadar bu sayı 64,2 milyona geriledi. Ne var ki devlet, ekonominin stratejik olarak önemli dallarında devlet işletmelerini elinde bulundurmayı sürdürüyor: “Devlet mülkiyetinin denetlenmesi ve idaresi Komisyonunun denetimi altında bulunan 120 devlet işletmesi petrol ve petro-kimya-sa-

nayisi, demir ve çelik üretimi, elektrik enerjisi, makine yapımı, telekomünikasyon, hava ve gemi nakliyatı ve de inşaat ve ticaret alanlarında çalışmaktadır.” 8) -------6) SOE – State-owned enterprise (devlete ait işletmeler) in İngilizce kısaltılışı 7) Çin’de bugün iş direnişi 1989-2009, Au Loon Yu, Bai Ruixue, 24. 01. 2010, www.labournet.de, “Arbeitswelten China-Deutschland”, (Çin-Almanya iş dünyaları - ÇN ) başlığı altında. ÇHC’nin Ticaret Bakanlığı, Çin devlet işletmeleri 8) yılın ilk yarısında ekonomiye yaklaşık 10 bilyon Yuan katkı sağladılar, german.mofcom.gov.cn, 25. 07. 2011 Ne var ki burada da esaslı değişiklikler oldu:”Büyük SOE’ler kural olarak devlet mülkiyetinde kalmaktadır. Fakat onlara kazanç getirici bir şekilde parça teslim edenler, aynı özel şirketlerin ticari bir biçimde yönetiliyor ve borsada işlem görüyorlar. Bu nedenle büyük SOE’lerin niteliği, onlar devlet mülkiyetinde kalsalar da, birbirinden çok farklıdır… 2011’de devlet sanayisinin % 86’sının yapısı değişti ve % 70’i ya kısmen ya da tamamen özelleşti.” 9) Özelleştirmelerden kârlı çıkanlar eski müdürler, menajerler, şirket yönetimleri, parti üyeleri vs. dir. Au Loong Yu özelleştirme sürecini ‘2002- Çin’deki özel şirketlerin araştırılması üzerine Rapor’un sonuçları’na dayanarak şöyle karakterize ediyor : “‘Sistem reform’undan sonra özerk birimlere dönüştürülen şirketlerin, özelleştirilmelerinden sonra, bunların % 95,6’sında, SOE-zamanının eski şirket yönetimleri, yeni şirketlerin ana yatırımcıları ve yönetim kurulu başkanı oldular. Bunun bir benzeri (yani parti kadrolarının yatırımcılar ve yönetim kurulu başkanı olarak ’yeniden doğmaları’) önceki belediye ve kentsel kolektif şirketlerin % 95,6’sında ve köylerdeki önceki tarımsal işletmelerin % 97’sinde gerçekleşti. Bir diğer önlem ile


nin izlenimleri ve Soru(n)ları, Redaktion Express d. y., Ränkeschmiede, Uluslar arası İşçi Hareketi Üzerine Metinler, Sayı: 17/2008 11) Sendikal Hakların Zedelenmeleri Üzerine Yıllık Toplu Bakış, Çin 2011, IGB, survey.ituc-csi.org

güncel

bir SOE yöneten kişilerin % 60,6’sı ‘sistem reform’una geçiş sırasında şirketi satın aldılar.” (agy.) Sizin anlayacağınız fabrikaların yeni sahipleri, onların önceki efendileri olan eski parti ve devlet bürokratlarıdırlar. Değişen şimdi gem vurulmamışçasına özel kapitalistçe işletebilir ve kârı bizzat kendi ceplerine indirebilir olmalarıdır. Bunun ezilenlere ceremesi milyonlarca ve milyonlarca kadın ve erkek işçinin özelleştirme yüzünden işyerlerini kaybetmesidir. Eski devlet işletmelerinde kalan işçilerin durumu özelleştirmelerle kötüleşti. İşyerleri artık güvence altında değildir ve gelecekte ne olacağı belli değildir. Buna karşın bu işçiler, proletaryanın diğer kesimleriyle karşılaştırıldığında çalışma ve yaşam koşulları açısından göreceli olarak daha iyi konumdadırlar. Örneğin 8 saatlik işgünü geniş ölçüde geçerlidir ve kural olarak devlet makamları tarafından tespit edilmiş eşit iş için eşit ücretler ödenmektedir vs. Buna karşın bu işletmelerde sömürü ve baskı yapıları inanılmaz derecede rezildir. Ve devlet kendi kimliğinde birleştirdiği üç fonksiyonla her şeyi sıkıca denetim altında tutmaktadır: “Oysa şimdi devlet partisi tarafından yönlendirilen sendikalar, sınıf çelişkisinin varlığı resmi olarak kabul edilmeyen ve fakat sömürünün en vahşi biçimlerinin yaşandığı kapitalizmde ne yapıyor? Yapılabildikleri yerlerde, yani devlet işletmelerinde ve yüksek devlet hissesinin bulunduğu Joint Venture’lerde sadece Troyka-geleneğini sürdürüyorlar. Bu kısmen hatta personel birliği olarak vardır. Aynı adam, bazen de aynı kadın bir şirkette aynı zamanda personel şefi, parti sekreteri ve sendika şefidir.” (Çin Şantiyesi, Ränkeschmiede 10), sf: 25) Durum güncel olarak şöyledir:” Özel ekonomide esas olarak düşük ücretler, ödenmemiş ücretler ve kötü çalışma koşulları söz konu iken, özelleştirmeler ve bununla bağıntılı işten atılmalar hâlâ devlet işletmelerindeki iş huzursuzluklarının ana sebebidir.” 11) İktidar sahiplerinin acımasızlığına bir örnek şudur : “Ekim 2010 tarihli Zhao Dongmin aleyhine karar – devlete ait işletmelerin çeşitli özelleştirme süreçlerindeki rüşvetçiliğe karşı direniş göstermesi gereken ülke çapında bir işbirliğini örgütlediğinden mahkûm oldu.” “Çin KP üyesi olan ve kendisini bizzat Maoist olarak -------9) ‘Efendi’den ‘Köle’ye: Bugünkü Çin’de devlet işletmelerindeki İşçiler, Au Loong Yu, Working USA, 14. 12. 2011, Almancası 2012, www.forumarbeitswelten. de 10) Çin Şantiyesi, Bir inceleme ve karşılaşma gezisi-

adlandıran Zhao Dongmin bir yıl tutuklu kaldıktan sonra üç yıl hapse mahkûm edildi.” 12) 2009 yılındaki mücadeleler esaslı bir olaydır. Onların sertliği egemenlerin tavizlere zorladı; kadın ve erkek işçileri direnişlerinde güçlendirdi ve onlar yerelliğin ötesinde bir önem kazandı. “İşçiler temmuz 2009’da büyük çaplı yürüyüşler örgütlediler ve Jilin’deki(özelleştirilmek istenen ÇN ) devlete ait Tonghua Steel Company (Çelik şirketi) fabrikasında(özelleştirmeye karı ÇN) s grev düzenlediler. Özelleştirmeyi uygulamak isteyen güçlü bir kapitalist şirket olan Jianlong’un en üst menajeri tüm işçileri işten çıkartmakla tehdit etti. Buna kızan işçiler onu döve döve öldürdüler. İl valisi ve binlerce silahlı hazır ve nazırdı, ama müdahale etmeye cesaret edemediler. Daha sonra Jilin vilayeti özelleştirme planından vazgeçmek zorunda kaldı. Tonghua Çelik işçilerinin zaferi Çin’in birçok diğer bölgelerindeki işçiler için parlak bir örnek idi. Bir dizi diğer çelik fabrikalarındaki işçiler de özelleştirmeleri protesto ettiler ve yerel hükümetleri planlarından vazgeçmeye zorladılar. Diğer illerdeki işçi aktifistleri Tonghua-zaferini kendi zaferleri olarak gördüler ve ‘çok az kapitalistin öldürülmüş’ olmasına üzüldüler.” 13)

İş Disiplini – Fabrika Despotluğu Sosyalizmin inşası tamamlanmamış olduğu sürece ve hâlâ devletsel yapıların bulunduğu sürece, sosyalizmde gerçekte kapitalist fabrika disiplinine taban tabana zıt olan, toplumsal olarak bağlayıcı çalışma kuralları olacaktır. Mao Zedung’un Kızıl Çin’inde kolektif çalışma, geniş kitle demokrasisi, fabrika komiteleri ve sendikal örgütlenme, işçi sınıfının çıkarı doğrultusunda fabrikalardaki işin toplumsal olarak örgütlenmesi için güvencelerdi. Bugünün Çin’inde, hem devlet işletmelerinde ve hem de özel işletmelerde adeta askeri bir rejim hükmünü sürmektedir. Çince’de bu durum isabetli bir şekilde “fabrika despotluğu” olarak nitelenmektedir. Bununla egemen KP ve onun devlet aygıtının yoğun sosyal-faşist gücü ve zoru dile getirilmektedir. Parti fonksiyonerleri, fabrika müdürleri ve parti bürokrasisinden gelip gelişen “özel kapitalistler” kesimi bun-

43


güncel

ların tümü fabrikalarda despotluğun aktörleridir. Gaddar rejim kendisini dayak cezaları, askeri disiplinli talim-terbiye, eziyet etme, parasal yaptırımlar ve keyfi işten çıkarmalar vb. de kendisini göstermektedir. Bir örnek: “Araştırmada işçilerin % 22,3’ü bir ceza ödenmesi gereken kusur ve kabahatler katalogunun genişletildiğini ve ceza paralarının yükseltildiğini belirttiler. İşçilerin % 52’si bu direktifleri onaylamadıklarını söylediler. Bir metal işletmesinde çalışan bir zımbacı Bay Sun’un şöyle ifade ettiği gibi: ‘Bizim işletme direktiflerimiz önemsiz bir hata için 50 Yuan cezayı öngörüyor; bu örneğin işe bir dakika geç gelmeyi veya kadınerkek gözcülerle sözlü bir tartışma yürütmeyi içeriyor. Yönetimle ile kavga etmek gibi daha ağır hatalar için ceza 200 Yuan’a kadar çıkar. Fabrika sık sık uyarılar yolluyor ve her uyarı bize 50 Yuan’a mal oluyor. Sonraki ikinci ihtarın anlamı çıkıştır…’” (Çin Şantiyesi, Ränkeschmiede 10), sf: 63) Fabrika despotluğunun ana hedefi işçiler üzerinde keyfi, gaddar bir rejimi kurmaktır. “Üretimin artması için ön koşul, giderek artan disiplindir, diyor şirketin (Maersk, konteyner/gemiler üreten Danimarkalı şirket- HR) felsefesi; bunun için sürekli büyüyen sayıda direktiflerden oluşan’ işletme davranış kodeksi’ geliştirildi -----------12) 2010 Çin’inde Sendikalar: Reformlaşabilir mi?, hrw tarafından toparlandı, Bilgiler İngilizce dilindeki “ Xi’deki iş hukukçular devlet işletmelerinde yürütülen rüşvetçi özelleştirmelere karşı örgütlenmeler nedeniyle hapiste”, 10.01. 2011, www.labournet.de, 14. 01. 2011 13) Çin İşçi Sınıfının Yükselişi ve Çin Devriminin Geleceği, Dr. Minqi Li, Monthly Review, Şubat 2011, www.forumarbeitswelten.de

ve bu kodeksin uygulanması amacıyla, özel bir güvenlik şirketinin fabrikayı bu kodeksin uygulanması için gözetleyen bekçileri görevlendirildi… (…) Haziran 2008’de 73 direktifli komple bir davranış kodeksi broşür olarak tüm çalışanlara verildi…” 14) Çin proletaryasının özellikle son yıllarda güçlenen direnişiyle, fabrika despotluğu artan bağımsız işçi mücadeleleriyle tehlikeye düşürülmektedir. “Uyum içindeki iş ilişkileri”ni tehlikede gören Çin KP’si tarafından yasal olarak düzenlenen gevşetme girişimleri kayıt edilmektedir. Ne var ki, bunlar çoğu kez kâğıt üzerindedir ve şimdiye dek pratikte hemen hemen hiç uygulanmamaktadır. 44

Ücret Gelişmesi Çin’in muazzam ekonomik büyümesine paralel bir ücret artışı hiçbir şekilde söz konusu değildir. Tersine, GSİÜ’deki ücretlerin payı düşmüştür. Her ne kadar farklı sayılar verilse de, herkes bu eğilimi anlatmaktadır. Dünya Bankası’na göre 1998’den 2005’e kadarki zaman dilimi içinde ücretlerin payı % 53’ten % 41,4’e düşmüştür. www.gong-chao.org ve labournet.de adlı internet sitelerinin verilerine göre hatta 2005’deki ücret payı % 37’ye kadar geriye gitmiştir. Bunun karşısında kârın GSİÜ’deki payının dramatik yükselişi durmaktadır. Fakir ile zengin arasındaki uçurum tasavvur edilemeyecek bir şekilde büyümüştür. “Üretimde ücret ve kâr arasındaki orantı 1990 ile 2005 arasında 1:3,1’den 1:7,6’ya çıkmış(tır).” 15) Hatta ACGB (Tüm Çin Sendikalar Birliği, devlet sendikası, bakınız: değerlendirmemiz, HR, S: 59)’nin bir araştırmasına göre bile, Çinli kadın-erkek işçilerin % 23,4’ü 5 yıldan beri hiçbir maaş zammı almamışlardır. Asgari Ücret Yasası (Bkz: HR. S: 59) bu ücret düşüşünü durdurmadı. Asgari ücret aşırı düşüktür ortalama ücretin % 30’u kadar -. Çin’deki bir kadınerkek işçinin ortalama ücreti hâlâ dünya çapında en düşüklerinden biridir. Karşılaştırıldığında ABD’de ortalama saat ücreti yaklaşık 22 ABD-Doları ve Çin’de 1 ABD-Dolarının altındadır. Bir Çinli kadın-erkek işçi yılda 2200 saate kadar çalışırken, buna karşın ABD’deki bir kadın-erkek işçi yılda 1610 saat çalışmaktadır. Çinli işçiler en uzun süre çalışmakta ve en düşük ücreti almaktadırlar. Ama bu ücretlerin hiç artmadığı demek de değil. Ücretler, özellikle son yıllarda çok yavaş olsa da, arttı ve artmaya devam ediyor. “Ücretlerin gelişmesi hakkında gönül rahatlığıyla dayanılabilecek sayıları bulmak zordur. Nisan 2011’de yayımlanan Bureau of Labor Statistic’in bir raporuna göre (Financial Times, 05. 04. 2011) daha 2002 ile 2008 arasında Çin sanayisindeki ücretler ikiye katlanmıştır. Bu bağlamda kentlerdeki saat ücretleri, kentlerde ortalama 2,40 ASD-Dolar iken, saat başına tamı tamına 0,80 ABD-Centi ödenen kırdan çok yüksektir. ABD-Raporuna göre sanayi işçilerinin üçte ikisi kırsal endüstrilerde ve üçte biri kentlerde çalışmaktadır. Özellikle 2006’dan sonra ücret gelişmesinin sürati hem şehirlerde hem de kırsal bölgelerde hızlandı. Asgari ücretlerin yükseltilmesi ve 2008’deki İş Sözleşmesi Yasası gibi yasal değişiklikler son yıllarda ücretlerin genel olarak daha da artışına katkı sağladı .” (İş Mücadeleleri, Müller 1), sf: 9)


Çalışma- / Yaşam Koşulları Hayat koşulları kısaca şöyle anlatılabilir: Düşük ücretler, muazzam çapta ödenmeyen ücretler, uzun iş günleri, aşırı yorgunluk, sayısız kazalar, yüksek derecede zehirli iş çevresi, işyerinde hiç olmayan güvenlik önlemleri, insanlık dışı işçi yurtları, berbat iaşe, kölelik benzeri koşullar, keyfi işten çıkarmalar, “davranış kodeks”ine uymama nedeniyle dayak ve para cezaları gibi yaptırımlar, formen/taşeron şirket sahibi tarafından şiddete maruz kalma, kadın işçilere karşı cinsel şiddet vs. Ama gerçeğe yakın bir tablo yapmak için bunlar kesinlikle yetmez. Bu nedenle hem kadın-erkek işçilerin çeşitli deneyim raporlarını ve hem de medya bilgilerini sunacağız. Bu ifadeler gerçekten bunlara bizzat kanıttırlar. Kadın-erkek Göçebe İşçiler: “Ulusal İstatistik Bürosu’nun bir anketine göre onlar (göçebe işçiler – ÇN) haftada ortalama 6,3 gün 8- 9 saate kadar çalışmaktadırlar. Yüzde 46’sının bir iş sözleşmesi yoktur; yüzde 50,1’i fazla mesaisinin parasını almamakta ve yüzde 14,9’u sıkça aylar boyu veya boşuna ücretlerinin ödenmesini beklemektedirler.” 16) “Özel sektördeki milyonlarca iş göçmeni için devlet kararnameleri çok seyrek uygulamaktadır ve despotluk çok daha rezilcedir. Yabancı yatırımlar uğruna çetin rekabet içinde bulunan yerel hükümetler iş sözleşmeleri, asgari ücretler, fazla mesailerin ödenmesi, tatil/dinlenme günleri, toplam çalışma saatleri ve iş güvenliği hakkındaki devlet yönetmeliklerinin altlarının oyulmasında yabancı sermayeyle işbirliği yapmaktadırlar. İş göçmenlerinin sefaleti için en belalı göstergeler ‘aşırı çalışmadan ötürü ölümler’ ve çok yaygın olan ‘ ücretlerin ödenmemesi vakaları’dır.” (Birden Ortaya Çıkış, P. Ngai 17), Sf: 199) Ödenmeyen Ücretler: Ücret ödemelerinin keyfi bir tarzda geciktirilmesi, azaltılması veya hiç öden-

memesi Çin iktisadında “kitlesel bir fenomen”dir. “Daha birkaç yıl önce yollara düştüm ve birkaç düzine küçük ve büyük inşaat şantiyelerinde çalıştım. Yaşam koşulları bazen iyi, bazen kötüydü. Buna herhangi bir şekilde katlanılabilir. Ama sonra bir sezon veya bir yıl çalışıyorsun ve bunun için hiçbir ücret almıyorsun. Buna hiç kimsenin katlanacağını sanmıyorum. Resmi iş dairesine gidersen, iş sözleşmesi imzalamadığından hiçbir şey yapamayacaklarını sana söylüyorlar. Sonra bir yürüyüş örgütleyip sokağa çıkıyor veya hükümete gidiyorsun, resmi iş dairesi ve polis müdahale edip diyor ki: ‘Bunu yapamazsınız, bu illegaldir. Ücretlerinizi talep etmeniz için legal araçları kullanmalısınız.’ Resmi iş dairesi, iş sözleşmeleri imzalamadığımız gerekçesiyle kendisini bir köşeye çekiyor. Yani işin tümden duman! Kendimize firmamızın sözleşmeli çalışanlarda olduğu gibi, ücretimizi ne zaman nihayet ödeyeceğini soruyoruz.?” (Birden Ortaya Çıkış, P. Ngai 16), Sf: 45) Bu yaklaşım şirket sahiplerine bir diğer “ekstra kâr yaratıyor: “Tüm ödenmeyen ücretlerin toplamı geçmiş yıllarda 100 milyar Yuan (10 milyar Avro)çıkmış olabilir. (Karşılaştırınız: FAZ, 17. 08. 2005)” (Çin Şantiyesi, Ränkeschmiede 10), sf: 25) Bu toplam miktar son yıllarda düşmedi, bilakis daha da yükseklere fırladı. Sosyal Sigorta: Sanayi işçileri ve kadın-erkek işçilerin sadece devlet işletmelerinde çalışan küçük bir tabakası sosyal sigortalıdır. Köylüler, emekçi kırsal nüfus ve kadın-erkek göçebe işçiler şimdiye hiçbir sosyal sigortaya sahip değildirler. Bu, emekçiler için yaşlılıkta çok daha büyük sefalet ve işsizlik ve de daha düşük bir hayatta kalma beklentisi demektir. Bu ise devlet ve sermaye için onların ne emeklilik-, ne hastalık- ve ne de işsizlik sigortasını finanse etmek zorunda kalması anlamına gelir. Devlet bununla kârlardan elde ettikleriyle devasa yatırımlar yaparak çok hızlı ekonomik büyümeyi finanse edebildi ve “sosyal harcamalar”-tarafını bütünüyle ihmal edebildi. İhracat Üretim Bölgeleri (EPZ)’nin en önemlilerinden birinden bir --------16) Çin’in “üç dünyası”, www.amnesty.ch/de, Peking 2008, 17) İkinci Kuşağın Birden Ortaya Çıkışı, Pun Ngai / Ching Kwan Lee v.d., Assoziation A, 2010 örnek:”Shenzhen’deki tüm işçilerin yaklaşık % 60’ının bizim konuştuğumuz STÖ’nün verilerine göre sosyal sigortası yoktur. Nüfus hemen hemen istisnasız çok gençtir, daha yaşlılar çevrede görülmemektedir.” (age., sf:26) “Kentler ve kırsal alandaki ikamet eden-

güncel

Önce değinilen Çin KP’nin güncel 5 Yıllık Planındaki siyaset değişikliği ile ihracat ekonomisine bağımlılığın azaltılmasına ve iç pazarın güçlendirilmesine yönelinmektedir. Bunun için, Çin içerisindeki tüketimin teşvik edilmesi gerekmektedir. Bunun bir yolu ücretleri yükseltmektir. --------14) Direniş: İşletmesel ve sendikal gelişmelerin görünüşleri, Helmul Weiss, labournet.de, 15. 07. 2009 15) Hazır bulunan kitle olarak kadın-erkek işçiler – Ekonomik inişte Çin Çalıştırması, Au Loong Yu, 05, 01. 2009, www.labournet.de

45


güncel 46

ler” için emeklilik-, hastalık- ve işsizlik sigortalarını zorunlu kılan yeni bir sosyal sigorta yasası 1 Temmuz 2011’de yürürlüğe girdi. 18) Bu yasa yerli ve yabancı işverenler için bağlayıcıdır. “Prim ödeme miktarı” birçok yasada olduğu gibi “ kendilerinin yetkili bulunduğu bölgenin ekonomik durumu dikkate alınarak yerel makamları tarafından her somut duruma göre farklı tespit edilecektir.”19), yani keyfiliğe terk edilmiştir. Özellikle yabancı tekeller bu pasajı yere göğe sığdıramamaktadırlar. Firmaların sosyal sigorta primlerinin kolayca üstüne yatmaları hâlâ uygulanan pratiktir. Bu nedenle Quingdao/Shandong’daki bir lastik fabrikası işçileri grev yaptılar. (Macao Daily 10. 01. 2012, www.umwaelzung. de) Çalışma Zamanı: Bu konuda kapitalizm öncesiköle çalıştırıcı koşullar hüküm sürmektedir. Korkunç koşullardan etkileyici bir tablo vermek için bir dizi somut anlatımları aktarıyoruz: “İhracat üretim bölgelerinde (EPZ) çalışanlar günde 12 ve 14 saat çalışıyorlar. Acil siparişler varsa, 8’den 22’ye kadar iş günleri olağandır veya hatta bazen sabah 2’ye kadar sürmektedir. Birçok çalışanın ayda sadece bir ya da iki güne dek boş günü vardır ve bazen de hiç. Bu yasal olarak geçerli çalışma zamanını çok aşmaktadır. Çalışanlar böylesi ağır çalışmanın üstesinden hemen hemen hiç gelememektedirler. Lakin fazla mesai yapmayı reddederlerse, işten atılırlar.” (İşçi Direnişi, Yu 7)) “B fabrikası cep telefonları için parçalar imal ediyor… Kadınerkek işçiler günde on bir saatlik çalışma için yönetim tarafından tek taraflı olarak saptanan kotaya ulaşmazlarsa, ertesi gün ücretsiz olarak fazladan çalışmak zorundadırlar.” (Çin Şantiyesi, Ränkeschmiede 10), Sf: 87) “Kadın-erkek inşaat işçileri sıkça işlerinin zorluğu üzerine konuşuyorlar. Onların çalışma zamanları çoğu kez düzensizdir. Günde on üç veya on dört saat çalışma normdur, yalnızca kışın hava daha erken karardığından bazen de daha kısa çalışılmaktadır. (…) Hubei’dan 57 yaşında bir inşaat işçi olan Pan, Mart 2009’da üç ay boyunca ara vermeksizin, boş günsüz ve ücreti ödenmeden çalıştı. Kendisi ile aynı şantiyede çalışan iki erkek kardeşi Pan’ın bir akşam işten sonra yurda geri geldiğinde kendisini çok hasta hissettiğini anlattılar. Ertesi gün ayağa kalkıp işe gidemedi; ama hastane için parası yoktu. Her iki kardeşi ona bakmak için saat 11.30’da geri geldiklerinde Pan’ın her tarafı tir tir titriyordu ve suratı morarmıştı. O hastaneye vardıktan kısa bir süre sonra saat 13.30’da öldü.” 20)

“Çin’de genç kadın ve erkekler günde 10’dan 13 saate kadar, haftada 6 ile 7 gün arasında, haftada 60 ile 90 saat arasındaki öldürücü bir çalışma zamanıyla Disney çocuk kitaplarını üretmeye zorlanmaktadırlar.” 21) “İş çok yorucudur. Bizim hatta saatte 800- 1200 civarında bilgisayar havalandırıcısı üretmemiz istenmektedir. Her bir iş adımı için sadece birkaç saniye zamanımız var ve bu hareketi günde bin kez ----------18) Biz bu yasayı, göçebe kadın-erkek işçilerin hâlâ sosyal sigortalardan dışlandığı şeklinde yorumluyoruz. Çünkü onlar şehirlerde çalışmalarına karşın “kentlerin sakinleri” değildirler. Kırsal bölgelerde ikamet kayıtlıdırlar, ama buna rağmen orda çalışmamaktadırlar. Bu yasanın pratikte nasıl uygulandığı hakkında henüz bilgilere sahip değiliz. 19) Yeni sosyal sigorta yasası yürürlüğe giriyor, China Briefing, 13. 03., Jan Kwee, www.china-zentrum.de 20) Şiddet Kültürü. Sosyalizm Sonrası Çin’de Taşeron Şirketler Sistemi ve kadın-erkek İnşaat İşçilerinin Kolektif Eylemleri, Pun Ngai ve Lu Huilin, Forschung, Sozial. Geschichte Online Heft 5/2011, Sf: 56 21) Disney’in çocuk kitapları Çin’deki genç kadınerkek işçilerin kanı, teri ve gözyaşları pahasına imal edilmektedir, İngilizce Metin, Çin’de Çalışma Koşulları, 19. 05. 2005, labournet.de tekrarlamalıyız. Ayakta çalışmaktan gerçekten nefret ediyorum. Normal olarak her gün 12 saat boşunca ayakta durmak zorundayız. İşten sonra bacaklarımı hiç hissetmiyorum ve bana adım atmak bile zor geliyor.” (Birden Ortaya Çıkış, P. Ngai 17), sf: 88) Sacom, Hongkong’da bir STÖ, Foxconn/Apple devasa holding’ini şöyle teşhir ediyor: “i-köleler iPhones üretiyorlar.” Zhengzhou’daki yeni Apple fabrikasından genç kadın-erkek işçiler TAZ-Röportajında şöyle yakardılar: “Fazla mesailerin sayısı yasal limitin çok üzerindedir. Yasa ayda 26 fazla mesai saatine izin verirken, 80’den fazla mesai saatleri kuraldır.” 22) Konut Koşulları: İnsanlık dışı kitlesel barındırma burada paroladır: “Kadın-erkek göçebe işçiler sıkça ‘3’ü 1-sistemi içinde” ye göre yaşamaktadırlar. Fabrika, depo, yurt aynı alanda. Göçebe işçilerin ücretlerinden barınma, su, elektrik, iaşe veya üretimde kusurlu davranış için kesintiler yapılmaktadır. Dört kişinin oturduğu ve yaklaşık 400 Yuan’a mal olan 40 m2-lik bir daire tipiktir. Oysa çoğu kez bir dairede 6-8 kişi de oturmaktadır.” (Çin Şantiyesi, Ränkeschmiede 10), Sf: 25) Ne var ki bu konut olanakları “uyku salonları” denilenler karşısında hâlâ cennet gibidirler! “Uyku


Sosyalizmde Model İşçiler ve Kapitalizmde “Karşı” Model “Model İşçinin Dönüşen Tarihi” (…) Otuzlu yıllardaki sosyalist ideolojiye göre, reform döneminden önce, emekçiler ‘ülkenin efendisi’ idiler ve en büyük onur kadın-erkek işçilere aitti... Devlet, ‘üç farklılığı’ her şeyden önce bunlardan kafa ve kol emeği arasındaki farkı ortadan kaldırmaya ve feodal meslek loncalarının meşruiyetini kaldırmaya

çalıştı. 1960’lı yıllarda kadrolara ve aydınlara bile doğru sınıf duyarlılığı öğretildi. Onlar alt kesimlerde çalışan insanlardan öğrenmeli ve bizzat kendilerini değiştirmeliydiler. O zamanlar egemen olan ideolojiye göre devletin tüm vatandaşları – yaptıkları işten bağımsız olarak – inşaya ve sosyalist modernleşmeye bir katkı sağladılar. Devlet, insanların bilinçlerini yeniden biçimlendirmeye çalıştı ve her ne kadar devrim işin paylaşılmasını talep etse de, ama bunun üst ve alt, önemli ve önemsiz şeklinde bir ayrım olmadığını ilan etti. İş ne kadar zahmetli ve ağır ise, o bir o kadar saygı değer olmalıydı. Bu nedenle bu dönemde tuvalet çukurlarını temizleyen bir işçi Shi Chuanxiang ondan öğrenilmesi gereken bir örneği oluşturdu. (…) O andan itibaren Shi Chuanxiang ülkenin tümünde meşhur olan bir model işçiydi. ‘Halk Gazetesi’ ve diğer haber medyaları onun faaliyetleri hakkında haberler verdiler. Bu haberler onun yaklaşımını ve çetin çalışmaya ve meşakkatlere katlanmaya hazır olmasını takdir etti. Shi Chuanxiang 1964 yılında Üçüncü Ulusal Kongre’ye seçildi ve 1966 Ulusal Bayramından önce kutlamalar için Pekin-Delegasyonunun yönetmen yardımcılığına layık görüldü. Bizzat Mao Zedung onu birkaç günlüğüne Zhongnanhai’ye davet etti. Ulusal Bayramda Shi Chuanxiang, kutlamalara katılmak için özel misafir olarak Tian’anmen-Kapısına çağırıldı. (…) Shi Chuanxiang hiç de münferit bir olay değildi. Sosyalist inşa zamanında ülkenin tümünde birçok model işçiler, çoğu kez kol emeğiyle çalışan ve üretim cephesinde cesaretle mücadele eden basit insanlar vardı. Shi Chuanxiang tuvalet temizlikçisi, Wang Jinxi petrol işçisi, Meng Tai çelik işçisiydi. Onların işyerleri istisnasız en kötüleriydi ve en ağır ve meşakkatli görevleri yerine getirdiler. Devlet onları bizzat kendilerinin ve en alttaki işçi kesimlerinin takdir edilmesi olarak model işçiler haline getirdi. O zamanlar hâkim olan değer tasavvurlarına göre fiziksel çalışma olağanüstü derecede saygıdeğerdi. Her ne kadar bu değer yargılarının kitlelerin bilinçlerinde derinlemesine pekiştiğine inanmak saflık olsa da, bu düşünceler kuşkusuz rüzgârın yönünü belirledi; kadın-erkek işçilerin sosyal konumlarının yükselmesine katkı sağladı ve kendilerine verdikleri değer hissini güçlendirdi. (…) Sadece işçilerin saflarından bazılarının devlet tarafından eğitilmesi ve yönetici kadro haline gelmelerinin teşvik edilmesiyle yetinilmedi; aynı zamanda devlet, yönetici kadroların ideolojik eğitimine onların çalışmaya katılmalarını zorunlu tutarak ve buna karşı

güncel

Salonları kural olarak birim başına 5 000 ile 10 000 arasında kadın-erkek işçileri barındırmaktadırlar. Bu kampların üzerinde bulunduğu alanlar sıkça bir Avrupa büyük şehri büyüklüğündedir...” 23) “Çin ili Hebei’de Luancheng bölgesindeki Shijiazhuang’da - 14 – 17 yaşları arasındaki – beş kız daha 23. 12. 2004 tarihinde bir tekstil fabrikasının fabrikaya ait uyuma odalarında kendilerinden geçtiler. Kötü ısıtılan odalarda kendilerini ısıtmak amacıyla metal kovalarda tutuşturdukları odun kömürü ateşi bunun sebebiydi. Bulunduklarında patron hekim çağırmadı, bilakis onları biran önce başından def etmek için bir krematoryuma götürttü…” 24) Uyku salonlarında ve yurtlardakine ‘alternatif’ barındırma büyük kentlerdeki tamamen perişan durumdaki baraka- gecekondu semtleridir. Bunlar çoğunlukta iş tefecileri tarafından çalıştırılmakta ve fahiş fiyatlarla kiralanmaktadırlar. Kentlerde ve özel iktisat bölgelerinde legal yaşayan kadın-erkek işçiler için, gemi azıya almış emlak spekülasyonları nedeniyle ödenebilir konut mekânı neredeyse hiç yoktur. Mevcut kentsel konutların % 80’i tez elden özelleştirildi. Emekçilerin özel ve kolektif mülkiyetinde bulunan eski işçi semtlerinin zorunlu tahliye edilmesi ve el konulması vasıtasıyla konutsuzluğun artması sürmektedir. Emekçilerin metropollerde devlet bürokratları ve inşaat şirketi sahiplerinin keyfiliğine ve gaddarlığına karşı bu konudaki geniş direnişi ortaya çıktı. ------------22) 03. 01. 2011 tarihli TAZ (Almanya’da bir günlük gazete – ÇN) 23) Dagognmei: Çin Ekonomi Mucizesinin arkasına bir Bakış, de.internationalism.org/book/export/ html/1701 24) labournet.de, Çinli kadın göçebe işçiler canlı canlı gömüldüler, 15. 03. 2005, Çin İşçi Bülten’inde İngilizce Haber, 02. 03. 2005, Kaynak: Human Rights China (İnsan Hakları - Çin – ÇN)

47


güncel 48

işçileri de yönetime ve idareye katarak ideolojik olarak eğitmeye büyük değer verdi. Birlikte yemek yemek, oturmak ve çalışmak ile kadroların bürokratlaşması ve ayrıcalıklaşmasına karşı mücadele edilmeliydi ve onlara proleter bir duyarlılık öğretilmeliydi. Kısaca bütün sosyalist dönem sırasında basit işçiler özel saygıya layık görüldüler. Bugün otuz yıl reformlar ve pazar ekonomisinin yoğun bir şekilde genişletilmesinden sonra egemen toplumsal değer yargıları tersine dönüştü. Çalışma gittikçe daha az takdire şayan bulunuyor ve iş gücü salt bir meta, dahası bir de olağanüstü ucuz bir meta haline geliyor. Model işçiler unvanı bugün hâlâ veriliyor ve hâlâ saygı değer olarak geçerlidir, ama bunun seçimi için kriterler değişti. 1997’de özel şirket sahipleri de potansiyel model işçiler kategorisine alındı. Buna göre gittikçe daha fazla özel şirket sahipleri, devletin yönetici güçleri ve eğlence branşından ve sporun starları bir model işçi unvanını aldılar. Buna karşın basit işçilerin itibarı çok hızlı bir şekilde düştü. Onların çetin çalışması şimdi açık bir şekilde değer kaybetti ve onlar toplumun gözünden düştüler. ‘Model İşçi’ unvanıyla işçi sınıfının önemi öne çıkarılmalıydı; buna karşın özel şirket sahiplerinin ‘model işçi’ olarak seçilmesi bütünüyle saçmadır. Tanınmış ekonomi bilimcisi Yiao Zhuoji’ye göre şirket sahipleri işi örgütlemek ve yönetmek görevine sahiptirler; onların işi basit işten on, yüz ve hatta bin misli daha değerli olabilen kompleks bir faaliyettir. … Kapitalist, pazarda ne kadar fazla para gerçekleştirirse, onun faaliyeti basit iş ile karşılaştırıldığında, o ölçüde daha önemlidir.” İkinci Kuşağın Birden Ortaya Çıkışı, Pun Ngai / Ching Kwan Lee, sf: 29-32 Yemek Temini: Pahalı ve kötü. Yenilir yutulur cinsten olmayan zıkkım için ücretten kesintiler. “Konut koşulları zaten kötüydü, ama iaşe daha da kötüydü. Şantiyede kadın-erkek işçiler ancak taşeron firmanın kantininde yemek yiyebiliyor. İşçiler ayda yalnızca 100 veya 200 Yuan bir avans aldıklarından burada sadece gıda maddeleri markaları kullanabildiler. Pekin’de Mailanwa çevresindeki bir şantiyede işçiler İyice kızgın idiler… Onların memleketlerinde böylesi bir yemek domuzlara veya köpeklere bile verilmezdi. Şef pazardan bozulmuş sebzeleri toplar ve sonra onları pişmeleri için tencereye atardı… Başka bir şantiyede binden fazla işçi tek bir su ısıtıcı ile yetinmek zorun-

daydılar.” (Birden Ortaya Çıkış, P. Ngai 17), sf: 28) İş Kazaları: “2005 yılında batılı tahminlere göre Çin’de, bunların yaklaşık 10.000’i madenlerde gerçekleşen, 100.000 civarında ölümcül iş kazası vardı. Bu, şimdiye kadar bir ülkedeki en büyük kurban sayısıdır.” 25)

“Çin hükümetinin resmi kaynakları, 200 milyon civarındaki Çinli işçinin tehlikeli çalışma koşullarında çalıştıklarını belgeliyor. Çin’de her yıl bunlarda 100.000’nin üzerinde insanın öldüğü, yaklaşık 700.000 ağır iş kazası vardır.” (Yükseliş, Dr. Minqi Li 13)) İş kazaları Foxconn gibi HighTech-firmalarında, özel iktisat bölgelerinde de gündemdedir. Foxconn, bunlardan 1 milyonu Çin’de olmak üzere 1,2 milyon çalışanı ile dünyanın en büyük sipariş imalatçısıdır. Foxconn Honhai / Tayvan (Milliyetçi Çin – ÇN) grubuna aittir. Ana müşterilerinden biri Apple’dir. Şaşaalı live-style iPhone ve iPad2 Apple Chengdu’daki fabrikada üretilmektedir. 100.000 çalışanlı bu Foxconn-fabrikasında 20 Mayıs 2011 tarihinde ağır bir patlama meydana geldi. Üç işçi öldü ve 15 işçi kısmen ağır yaralandı. “Apple derin üzüntüsünü bildirdi.” 26) Bu nasıl bir sinizm! Çünkü daha 2010’da Apple’nin çok ucuza ürettirdiği bu holding manşetlere çıkmıştı. 2010 yılı başından beri 12 kadın-erkek işçi korkunç iş baskısı nedeniyle intihara teşebbüs ettiler. 10’u öldü. Foxconn kamuoyunun baskısı nedeniyle Haziran 2010’da ücret zamlarıyla buna tepki gösterdi. Chendu’daki infilakın gösterdiği gibi temelde hiçbir şey değişmedi. Haktan Yoksunluk, Keyfilik, Kadın İşçilere Karşı Şiddet ----------Kâr açgözlülüğü gaddarca canlara kıyıyor, G. 25) Steingart, 13. 09. 2006, spiegel.de/wirtschaft/0,1518 26) Kaza: Foxconn’daki patlama üç işçiyi öldürdü, Achim Sawall, golem.de, 23. 05. 2011 Göçebe kadın işçilerin durumu Çin KP’nin parti propagandasının kofluğunu gösteriyor. Kadın ve erkeklerin eşitliği ve hak eşitliği ile ilgili şiarların hepsinin içi boş ve yalandırlar. Özel İktisat Bölgeleri’ndeki “dünya markası fabrikalar”da her şeyden önce genç kadınlar en berbat koşullarda çalışmaktadırlar. Dahası sanayi, inşaat, tekstil, gastronomi, ev-işleri ve diğer branşlarında da kadın işçilerin en düşük ücretleri, en az hakları vardır ve onlara cinsiyetçi ve onur kırıcı davranılmaktadır. “… Shenzhen’deki bir elektronik fabrikasındaki kadın işçi şunları söyledi:’Birinci işyerimde ilk öğren-


nin baskısına boyun eğdiler; bu yükümlülüğü imzaladılar ve parmak izlerini verdiler.” 29) -----------27) Shenzhen’de Uyku Salonu Kapitalizmi, Pun Ngai, Perspektifler, Sayı 3/2011, “Made in China”dan Özet, Pu Ngai 2005, www.perspektiven-online.at 28) Ayaklarla…, Sarah Bormann, Johanna Kusch, Çin’in HighTech Sweatshops Araştırması Üzerine, Express, 1/2009, Sf: 15 29) Çinli kadın işçilerin insanlık onuruna saygılı olun! Ole Wolf Firmasındaki iş mücadelesinden haberler, Liu Jian, “Çinli İşçiler”, ACFTU (Tüm Çin Sendikalar Birliği)’nin aylık dergisi’nden, 6/2010, Almanca labour.net.de, 20. 07. 2010 Seks endüstrisi 30 yıl kadar önce ortaya çıktı ve patlama yaptı. Birçok göçebe kadın işçi “hostesler” olarak, yani fahişe olarak çalışmaya zorlandılar. “Dalian… kadın iş göçmenleri için bir çekim merkezi haline geldi. ‘Gezginci nüfus’un en muhafazakârca tahminine göre Dalian’da 1998 yılında yaklaşık 300.000 kadınerkek göçebe işçi vardı (Zhang 2001:142). … Kent polis şeflerinden birine göre Dalian’da 4.000 gece kulübü, saunalar ve Karaoke-barları vardır ve o, kentin tüm kadın göçmenlerinin yüzde 80’inin orada hostes olarak çalıştıklarını tahmin etmektedir. Herhalde biraz abarttı, ama onun bu tahmini kadın göçmenlerin büyük bir bölümünün bar hostesleri olarak çalıştıklarını en azından varsaydırıyor. Çin’in seks sanayi iktisadi reformların sonucu olarak ortaya çıktı. Mao-döneminde fahişeler eğitilmek üzere çalışma kamplarına yollandılar. Çin Komünist Partisi 1958 yılında fuhşun bertaraf edildiğini gururla dünyaya duyurdu ve bu başarıda Çin’in çağdaş bir ulusa dönüşümünün bir sembolünü gördü. 1978 ekonomi reformundan sonra devlet daha hoşgörücü bir tutum aldı ve gece kulüpleri ve diğer eğlence mekânlarının geri dönüş yolunu açtı. Onlar reform-döneminde, Mao-döneminden geriye kalan her türlü çağrışımdan kaçınmak için Karaoke barları, Karaoke-Plaza-ları veya liange ting (kelimesi kelimesine: Şarkı söyleme-Egzersizleri-Holleri) olarak adlandırılmaktadır. Barlar ağırlıklı olarak orta yaşlı iş adamları, hükümet memurları, şirket sahipleri, yeni zenginler, polisler ve yabancı yatırımcılar tarafından ziyaret edilmektedir.” (Birden Ortaya Çıkış, P. Ngai 17), sf: 134-135) Sonuç: Kötü çalışma koşulları üzerine istenildiği kadar alıntı yapabilir ve bilgi verilebilir. Özü itibariyle hiçbir şey değişmeyecektir. 1970’lerin sonundan 1990’ların sonuna kadarki zaman dilimi ile karşılaş-

güncel

diğim şey, benim hiçbir hakka sahip olmadığım idi. Patron senden çıkıp gitmeni talep edebilir ve senin hiçbir hakkın yoktur.’” (Sona Ermemiş Proleterleşme, P. Ngai 5), Sf: 52) “EPZ (İhracat Üretim Bölgeleri)’ndeki kadınların sayısı erkeklerinkini çok aşıyor. Bu ise kadın çalışanların bir eş bulmalarını zorlaştırıyor. Bunun dışında ayrıca bazı fabrikalarda,’ kadınlar evlenirlerse, işi bırakmak zorundadırlar, kuralı geçerlidir.” (İşçi Direnişi, Yu 7)) “Bu uyku salonu biçimi, genç kadın işçilerin tipik tarzda bir araya gelişini düzenleyen bir politik ekonominin ürünüdür. Bu insanlar ailelerinden, memleketlerinden ve kendilerinin normal alışkanlıklarından koparılmış bir şekilde işyerine yoğunlaşmış ve kendi şahsiyetlerini bütünüyle boyunduruk altına alan ve onları üretimin araçları haline düşüren egemen yasalara tabi olarak yaşamaktadırlar.” 27) “Başka bir kadın işçi şunları anlatıyor: ‘Bazen duş almaya sıramın gelmesini beklerken, birden yatakta uykuya dalıyordum. Ben öylesine yorgundum. Yeniden uyandığımda artık ertesi sabah olmuştu ve ben hemen işe gittim.” 28) “Fabrika tesisi girişinde on dakika kadar sohbet ettik. Patron bizi gördü ve işletme yönetmenine yöneldi. Fabrikaya geri döndüğümde bana hiçbir şey sormadan sadece ‘yarın artık gelmek zorunda değilsin’ dedi. Sonra bana işi bulan köyümden arkadaşa bana çıkış verildiğini anlattım. Yedi gün çalışma için 49 Yuan almam gerekiyordu. Arkadaş, bana ‘bir de para istemeye yelteniyorsun! Para cezasız kurtulduğuna sevinmelisin!’ dedi” (Sona ermemiş Proleterleşme, P. Ngai 5), Sf: 51) Yantai / Shandong ilindeki Ole Wolf (Danimarkalı çok uluslu Elektronik Holding) Firmasına karşı dört yıllık iş mücadelesinde kadın işçiler, onları keyfiliğin her türüne teslim eden şu yükümlülüğü imzalamaya zorlandılar: “Firma yönetimi 14 Ekim’de geride kalan kadın işçileri aşağıdaki içeriğe sahip yazılı bir ‘yükümlülüğü’ imzalamaya zorladı: ‘Bu yazı ile Ole Wolf Firmasındaki işe alınmam sırasında firma yönetiminin her türlü direktiflerine istisnasız uymayı ve muntazam iş sürecini rahatsız eden hiçbir eyleme (grev dâhil) gerçekleştirmeyeceğimi garanti ederim. Ayrıca işletme düzenini ihlal etmeyeceğimi garanti ederim. Bir ihlal halinde ortaya çıkan zararı mali olarak telafi etmek zorunda olduğumu, ağır bir ihlal halinde bunun sonucunun buna karşı hiçbir şekilde itiraz edemeyeceğim bir işten atılma olabileceğini kabul ediyorum. Ben bu yazıda belirtilen noktaların hepsini garanti ediyorum’ Hiç de az sayıda olmayan kadın işçiler firma yönetimi-

49


güncel

tırıldığında, ekonomik gelişmeye bağlı olarak, ama her şeyden önce mücadeleler, protestolar veya grevler aracılığıyla çalışma koşullarının ve ücretlerin çok yavaş da olsa biraz iyileştiğini tespit edebiliriz. Tüm asgari ilerlemelere rağmen çalışma ve yaşam koşullarının eskiden olduğu gibi şimdi de sözcüğün en gerçek anlamında modern kölelik olduğunu yine saptamalıyız.

Ezilen Cinsiyet - Kadınlar Resmi Çin parti ve devlet propagandasına göre Çin’de kadınlar erkeklerle “eşit haklar”a sahiptir. Çin HC’nin Anayasası’nda 48. maddede şunlar teminat altına alınmıştır:”Çin Halk Cumhuriyeti’ndeki kadınlar siyasi, ekonomik, kültürel ve toplumsal yaşamın ve aile yaşamının tüm alanlarında erkeklerle eşit haklara sahiptirler. Devlet kadınların hak ve çıkarlarını korur; erkek ve kadınlarda eşit işe eşit ücret ilkesini uygular ve kadın kadroların yetiştirilmesi ve (seçilip) tercih edilmesini sağlar.” (www. verfassungen.net/re/ verf82.htm) “Kadın-

50

ların Hak ve Çıkarlarının Korunması Yasası” veya “Kadınların Gelişmesi İçin Program” gibi yasalarda da kadınların hak ve çıkarları güya yasal olarak güvence altına alınmakta ve kadınları teşvik etmesi gereken önlemler tespit edilmektedir. Çin Enternasyonal Radyosu şöyle övünüyor: “Dahası Çin hükümeti kadının hak eşitliği için sağlam garantileri sağlamaktadır.” (29. 03. 2011) Çin’in gündelik yaşamı hakkındaki araştırmalar ve haberler bunun tam tersini kanıtlıyor. Pratik hayatta kadınlar tüm alanlarda hor görülmekte ve de erkek şovenizmi yeşermektedir. “Bir-çocuk-politikası” gibi aile siyasetine ilişkin programlar erkekleri kayırmakta ve emekçi kadınları kürtaja zorlamaktadır. Kadınlar ağır psikolojik etkileşimlere maruz kalıyorlar. Burjuva kadınlar bu politikadan salt parayla “satın alıp” kendilerini “kurtar”a”bili”yorlar ve fazla çocuk doğurabiliyorlar. Siyasette gerçekler resmen ilan edilenlerden yine ayrı bir dil konuşuyor. Kadınlar nüfusun neredeyse % 50’sini oluştururken, onlar Çin KP içinde 2010

yılında % 22,5 ile temsil edilmişlerdir. (www.stern. de, 24. 07. 2011) XVII. Parti Kongresi’ne (2007) 445 kadın, tüm delegelerin % 20,1, katılmıştır. Resmi verilere göre Siyasi Danışma Konferans’ının X. Ulusal Komitesi’nin 1.Genel Kurulu’nda kadınlar delegelerin sadece % 16,7’sini oluşturdular. Daimi Komisyon’un üyeleri arasında kadınların oranı topu topuna % 11,7 idi. Ekonomi’de kadınlar erkeklerden daha zor koşullara maruzdurlar. “Devasa sosyal gerilik kadın çalışanları çok sert etkilemektedir. Devlet sektöründeki ilk işten çıkarma dalgasının başladığı 1987’de işten çıkarılanların yüzde 67’si kadınlardı. Kadınların evlerine gitmelerini ve orada kalmalarını talep eden işten çıkarılmalara hiddetli bir protesto kampanyası eşlik etti. Seçkinler kesimi kadınların doğurganlık yeteneği nedeniyle onların çalıştırılmasının verimli olmadığını öne sürdü. Öncelikle kadın işçiler işten çıkarılmadı, aynı zamanda birçok genç kadının - okuldan yeni mezun olmuşlar da dâhil - ilk işe alınma görüşmelerine girmelerine bile izin verilmedi – salt cinsiyetleri yüzünden. Bir iş bulduklarında bile onların ücretleri erkeklerinden düşüktü. Ülke çapında bir anket 1988’de kentte ikamet eden kadın işçilerin ücretlerinin erkek arkadaşlarının sadece yüzde 84’ünü tuttuğunu gösterdi; bu oran 1990’da yüzde 77,5 ve 2000’de hatta sadece yüzde 70,1 idi. Bir zamanların büyük endüstri merkezi, ama daha sonra büyük yapısal değişiklik nedeniyle depresyonun pençesindeki Kuzeydoğuda, kadın işçiler ailelerini geçindirmek için sıkça seks işçileri haline geldiler. Muamele başına acımasız rekabet yüzünden çoğu kez sadece 50 Yuan alıyorlar. Ekim 2002’de Fujian ili, Long Yan’daki bir çelik fabrikasından işten çıkarılan 200 kadın şu pankart altında yürüdüler:’Emekli olmak için çok genç, fahişelik için çok yaşlı!’” (İşçi Direnişi, Yu ) Kadınların hak eşitliği için sosyalistlerin ekonomik temel talebi “eşit işe eşit ücret”, sahte komünistler ile iflah olmaz revizyonistler ve devlet –ve parti bürokratları tarafından ayaklar altına alınmaktadır. Kadın ve erkek ücretleri birbirlerine yaklaşmıyor, bilakis


1989 Demokrasi Hareketi ve İşçi Hareketi 1989 demokrasi hareketi batı medyasında genel olarak sadece öğrenci hareketi olarak tanıtıldı. Oysa bu demokrasi hareketi içinde işçi sınıfının “otokratlara” ve Çin KP’nin “yiyici fonksiyonerleri”ne karşı bir örgütlenme ve birçok protesto ve destekleme eylemleri vardı. Kadın-erkek işçiler yürüyüşlerde “Kahrolsun Xiaoping!” 30 ), “Kahrolsun Li Peng!” 31) veya “Üniversite öğrencilerimiz açlık çekiyor, siz ve çocuklarınız ne yiyorlar?” gibi sloganlar taşıdılar ve bağırdılar. Kadın-erkek işçilerin tek tek ve kolektif protesto açıklamaları vardı. Örneğin bir işçi yüksek okul öğrencilerine şu açık mektubu yazdı: “Sizler işçi, köylü, askerler ve sokak satıcılarının geniş kitlesinin desteğini kazanmalısınız. (…) Bizler işçilere, köylülere ve askerlere ‘tüm halkın mülkiyetinin’ pratikte bir yukarda hüküm süren efendiler azınlığının mülkiyeti anlamına geldiğini söylemeliyiz. İşçiler ve köylüler tarafından yaratılan zenginlik bu insanlar tarafından tüketildi. Onları bizleri ‘guojia zhurenweng’ (ülkenin efendileri) adlandırdılar; ama ‘kamu hizmetkârları’ bizzat kendilerine villalar inşa ederken, efendiler anne-babaları ve çocuklarıyla birlikte küçük dairelerde yaşıyorlar. … Bu insanlarla feodal efendiler arasında herhangi bir fark var mıdır? Bizler ifade özgürlüğü, özgür yargı ve özgür seçimlerle birlikte istikrarlı bir hükümet kurmalıyız.” (İşçi Direnişi, Yu 7)) Öğrencileri desteklemek ve kadın-erkek işçilerin perspektifini tartışmaya sokmak için “Beijing Workers’ Autonomous Federation” (BWAF, Pekin İşçilerinin Özerk Federasyonu) kuruldu. BWAF kadın-erkek işçileri örgütledi ve egemen kesime karşı kamuoyu önünde tavır aldı. Bir mektupta şunları tespit ediyor: “Halk çoğunluğu oluşturuyor. Otokratlar ise sadece bir avuçtur. Biz işçiler eğer ayağa kalkmaya ve bir adım ileri gitmeye cesaret edersek, salt bizim kaldıracağımız toz bile otokratları cehenneme yollar.” (agy) ve şunları talep ediyor: “Birleşiniz ve dürüst ve yiyiciliğe kapılmayacak bir - temel direği Çin proletaryası olan - hem ülke içinde hem de denizaşırı ülkelerdeki tüm yurtseverler arasında kök salmış - bir Çin komünist -------30) Deng Xiaoping, Çin’de Kapitalizmin Öncüsü, “Reform ve Açılım” Politikası”nın “Babası”

Li Peng, Başbakan, 1987’den 1998’e kadar devlet konseyinin başkanı partisi tarafından yönetilen bir sistemi kurunuz.” (agy) BWAF’nun etkinlikleri hakkında şunlar söyleniyor: “Bütün Mayıs ayı boyunca BWAF, ulusun üretkenliği, ihracat gelirlerinin teşviki, işçilerin refahı, insan hakları, demokrasi ve özgürlük gibi merkezi konularda birçok toplantı örgütledi. Bunu izleyen haftalar sırasında örgüt büyüdü. 100 merkezi aktifiste sahip bir işçi örgütü haline geldi ve üye sayısı 2000’i buldu. Daha sonra kendi açıklamalarına bakılacak olursa 10.000 üyesi vardı. Öğrenciler açlık grevlerine başladıklarında, BWAF özerk öğrenci birliğine ilaçlar, yiyecek ve su temin etti. Öğrencileri desteklemek amaçlı işçi yürüyüşleri de örgütledi.“ (agy) Anlaşmazlık keskinleşti ve hızlı bir şekilde “işçilerin ve BWAF’un politikleşmesi”ni beraberinde getirdi; bunun üzerine BWAF, bir “İşçi Manifestosu” yazdı: “Proletarya toplumdaki en ilerici sınıftır. Bizler gücümüzü demokrasi hareketi içerisinde merkezi güç olarak göstermeliyiz. İşçi sınıfı Çin Halk Cumhuriyeti’nin öncü gücüdür. Bizler diktatörleri def etme hakkına sahibiz. İşçiler olarak üretimdeki bilgi ve becerilerin değerinin pekâlâ bilincindeyiz. Bu nedenle toplumumuz tarafından beslenen öğrencilerin canlarının yakılmasına izin vermemeliyiz.” (agy) BWAF ofansif bir şekilde ortaya çıktı ve şunu talep etti: “Bu ülke biz işçiler tarafından tüm kafa- kol işçilerinin çabaları ve çalışmasıyla inşa edildi. Biz evin efendisiyiz, bu tartışılmazdır. Bu ülkenin nereye doğru yönelmesi gerektiği önce bize sorulmalıdır. Bizler proletarya diktatörlüğünün proletarya üzerinde bir diktatörlüğe dönüşmesine asla izin vermeyeceğiz! Ulusumuzun veya sınıfımızın bir avuçluk yüz karasının bizim adımıza öğrencileri ezmesine, demokrasiyi harap etmesine ve insan haklarını ayak altına almasına asla izin vermeyeceğiz!.. Sosyalist reform sürecinin yararına, Stalinizmin 32) despotluğu yok edildikten sonra demokratik yurtsever hareketimizin yararına ve onların özgürce nefes alabilmeleri için gelecek kuşağın yararına, … deniz aşırı ülkelerdeki hemşerilerimizi demokratik yurtsever hareketi desteklemek için derhal harekete geçmeye çağırıyoruz.” (agy) BWAF proletarya diktatörlüğünü reddetmedi. Tersine, kendi ifadelerine göre bunu savunuyorlar. BWAF, bizzat kendi metinlerinde yazdığı gibi, proletarya diktatörlüğü uğruna mücadele ediyor. Ne var ki bu mücadele daha öncelerin sosyalist Çin’indeki durumun yanlış bir değerlenmesiyle ilintilidir. BWAF işçi sınıfını öğrencilerin mücadelesi ve des31)

güncel

tersine gittikçe daha fazla ayrışıyor! Bunlar Çin’deki siyasi, ekonomik yaşamda kadınların “eşit hakları” konusunda durumun gerçekten nasıl olduğuna günlük yaşamdan birkaç örnektir.

51


güncel 52

teklenmesi için harekete geçirdiğinde, ACCB (Sendikalar Birliği) Haziran 1989’da BWAF’nu “karşı devrimci” olarak damgaladı. Bu ‘Sendikalar Birliği’ hükümete BWAF ‘ın yasaklanması için çağrı yaptı. İşçi mücadeleleri ve BWAF gibi örgütler “demokrasi hareketi” ile birlikte gaddarca bastırıldılar. Ölüler, yaralılar veya tutuklananların ve mahkûm olanların sayısı üzerine daha doğru ve ayrıntılı veriler bulunmamaktadır. “Batılı tahminler yaklaşık 3.000 ölü ve 7.000 ile 10.000 yaralıdan yola çıkmaktadırlar.” 33) “Sırf Haziran ayında 27 işçi aktifisti idam edildi.” (İşçi Direnişi, Yu 7)) Bu, Mao Zedung’un ölümünden beri açıktan ve kamuoyu önünde parti bürokrasisi ve egemen kesime karşı çıkan en radikal siyasi hareket idi. Bildiğimiz kadarıyla “Demokrasi Hareketi’nin zor kullanılarak bastırılmasından beri benzer ofansif siyasi direniş hareketleri ve mücadeleleri yoktur. Her muhalif faaliyet daha en başından boğulmaktadır. Kadın-erkek işçilere kendi hakları için sunulan bir destek bile ceza ve kodes tehdidi altındadır. Kendi Başına ve Bağımsız İşçi Mücadeleleri Buna rağmen 1989’dan sonraki on yıllarda Çin’de patlayan kapitalist gelişmeye mücadeleler, grevler ve de ---------32) Biz Stalinizm üzerine antikomünist tezleri ilkesel olarak reddediyoruz. Ama burada bunun üzerine bir tartışma yürütmek istemiyoruz. 33) Madde Çin, “Demokrasi Hareketi”, de.wikipedia. org yerel ayaklanmalar eşlik etti. “İş mücadeleleri çağdaş Çin’de hiç de seyrek değildir. Geçen yıl Güney Çin İnci Nehri Deltası’nda 1000 den fazla insanın iş bıraktığı, en azından bir grevin gerçekleşmediği tek bir gün yoktur. “34) Kadın-erkek işçiler son yıllarda her şeyden önce daha yüksek, henüz ödenmemiş, zamanında ödenmemiş ücretleri ve daha iyi çalışma koşullarını talep ettiler. İşten çıkarılmalara ve fabrika despotluğunun keyfiliğine karşı yöneldiler. Her ne kadar bağımsız sendikal örgütlenme gibi tek tek siyasi talepler getirilse de, bu mücadeleler siyasi mücadelelere doğru gelişmekten henüz uzaktırlar. Ama bu mücadeleler içinde özgüven ve kendi güçlerine güvenmenin doğması ve kapışmaların artması ve de artarak daha militanca olması merkezidir. Kadın-erkek işçilerin çıkarlarını temsil eden her türlü muhalif örgüt yasaklanıp, takibat altına alındığından, mücadeleleri politize et-

mek için hiçbir grup, örgüt veya parti açıkça ortaya çıkamamaktadır. Kadın-erkek işçiler yeniden devlet sendikası ACGB’den bağımsız olarak paralel sendikal temsilcilikler oluşturmak için kısmen başarılı bir şekilde çalıştılar. Vahşi (izinsiz – yasa dışı) grevlerde, ilk örgütlenme araçları olarak devlet gücü tarafından çok gaddarca bastırılan grev-ve mücadele komiteleri ortaya çıkmaktadır. Çin işçi sınıfı henüz pek az örgütlüdür. Çoğu kez militanca ve artarak siyasi olarak ortaya çıkan göçebe kadın-erkek işçilerdir. Oysa onlar konumları nedeniyle daima sadece geçici, belli bir süreyle sınırlandırılmış olarak fabrikalar veya bölgelerde çalıştıklarından, istikrarlı bir şekilde siyasi örgütlenme neredeyse mümkün değildir. 80 milyon üyesi bulunan Çin Komünist Partisi içinde topu topu % 9, yani 7,2 milyon kadın-erkek işçi kayıtlıdır. Kendisini “komünist” adlandıran bir parti için bu adeta bir şakadır. Bunun dışında STÖ’ler olarak çalışan birçok grup vardır. Onlar işçileri hakları konusunda aydınlatmakta ve onları haklarını talep etmek için harekete geçmeye cesaretlendirmektedirler. STÖ’ler önceden belirlenmiş hukuki olanaklar içerisinde faaliyet göstermekte ve rejime karşı açıktan açığa eleştiri dile getirmekten çekinmektedirler. Rejim buna karşın STÖ’lerine karşı sert bir polis denetimi uygulamaktadır. Birçok STÖ’lerin içinde kesinlikle siyasi, sol militanlar da aktiftir. Oysa batılı emperyalistlerin de STÖ’ler ve diğer gruplaşmalar, dini cemaatler vs. üzerinden Çin yönetimini istikrarsızlaştırmak ve “batı yönelimli” bir hareket oluşturmaya girişmeye çalıştığı yine kesindir. Sansür ve tüm siyasi etkinliklerin ve medyanın gözetim altında tutulması her yerde hazır ve nazırdır. Grevler, protestolar, direnişin sıkça devlet sendikası ACGB olmaksızın ve ona rağmen patlak vermesi ve örgütlenmesi tüm mücadelelere damgasını basmaktadır. Buna uygun olarak kendi pazarlık görüşmeleri temsilcilerini seçen, bu görüşmelerde taleplerini başarılı bir şekilde kabul ettiren kadın-erkek işçiler burada görevdedirler. Tüm medya kapsamlı bir şekilde sansüre uğradığından dolayı bu konuda doğru bilgiler vermek çok zordur. İş anlaşmazlıkları, eylemler ve bunlara katılım üzerine denetlenebilmesi zor olan çok farklı sayılar ortalıkta dolaşmaktadır. Tek tek olgular konusundaki çelişkilere rağmen alıntılar temelinde Çin’deki işçi hareketinin devasa çeşitliliği hakkında okuyucularımıza canlı bir tablo sunmak istiyoruz. Direniş ey-


güncel

lemlerinin, fabrika işgallerinin, kendi başına iş müca- tavize ulaşamadılar ve grevlerin zorla bitirilmesi rejidelelerinin kapsam ve sayısının sürekli olarak arttığı min sanayi alanında en küçük huzursuzluğu hoş göolgudur. remeyeceğini gösteriyor. Geçen yıl Honda’daki gibi bir Çin Komünist Partisi’nin çıkardığı ’Halk Gazetesi’nin grevin bir bozkır yangınına yayılabileceği korkusu çok 27. 08. 2007 tarihli nüshasında ilk kez yayımlanan res- büyüktür.” 38) mi sayılara göre ‘iş anlaşmazlıkları’ sayısı 1994 yılınBu anlaşmazlıklar veya mücadelelerde ileri sürüdaki 19.098 vakadan 2005’de 314.000’e çıktı. 1994’de len talepler esas olarak iş sözleşmelerinin yapılması, bunlara önce 77.794 işçi katılırken; 1998’de onların ücretlerin ödenmesi, ücret zammı gibi ekonomik iyisayısı 359.000’e yükseldi ve 2005’de leştirmeler gibi yasal yükümlülüklerin yerine getiril-----------mesi uğruna dönüp dolaşmaktadır. İnsanca çalışma 34) Çin’in Yeni Sınıf Mücadelesi, Jens Berger, labour. koşulları ve fabrika despotluğunun ortadan kaldınet, 02. 08. 2009 rılması da odak noktasındadır. İş anlaşmazlıkları 35) 740.000’lik bir kapsama ulaştı.“ ve protestolar gittikçe daha fazla “kolektif” eylemler “Kolektif eylemlerin tam oranını belirlemek zor ol- olarak görülmektedir. Kadın-erkek işçiler bu iş mümasına karşın resmi istatistikler eylem sayısının 1993 cadeleleri, protestolar ve grevlerde iktidar sahipleri ile 2005 arasında 10.000’den 87.000’e çıktığını (yıl- ve mali sermaye ile doğrudan karşı-karşıya gelmeyi da yüzde 20’lik bir artış) ve bu protestolarının yüzde yaşamaktadırlar. Onların yanıtı bastırma, “güvenlik 75’inin işçiler ve köylüler tarafından örgütlendiğini güçleri”nin saldırıları, kadın-erkek işçilerin katline gösteriyor. Devlet istatistiklerine göre uzlaşmaya gelen kadar varan aktifistlerin takibatı ve cezalandırılmaiş anlaşmazlıklarının sayısı 2000 yılında larıdır. Grevcilere veya protestoculara 135.000’den 2005’de 314.000’e yükgaddarca zor kullanılarak uyguKâğıt üzerinde, seldi, yıllık yüzde 18,4 ortalama lanan saldırılar sadece “güanayasada “kişisel onur”un bir büyüme. İş uzlaşmalarıvenlik güçleri”nden değil, “dokunulmaz” olduğu açıklanna katılan çalışanlar sayısı aynı zamanda ACGB’nin 2003 yılında 801.042’ye tuttuğu vurucu çeteler maktadır (Bkz: HR S:59). Çin “hukuk ulaştı.” (Sona- ermemiş tarafından da gelmeksistemi” mahkûmiyetin iki farklı türü5) Proleterleşme, P.Ngai ) tedir. Aynı senaryo her nü tanımaktadır. Biri “çalıştırma vasıta“Pekin Halk Üniverzaman yinelenmeksıyla düzeltme”yi hedef alan, mahkemesitesi’ndeki School of tedir. Kadın-erkek işnin verdiği hapis şeklindeki “kriminel” Labour and Human çilerin kafa tutmaları Resource (İşçi ve İnmahkûmiyettir. Diğeri ise polis makam- neredeyse daima acımasan Kaynakları Okulu sızca bastırılmakta ve taları tarafından verilen bütünüyle –ÇN)’nun araştırmalarına kibata uğramaktadır. Özel keyfi olan “idari hapis” olarak göre bu iş mücadelelerinin sasermayeli kapitalistler, devadlandırılıyor. yısı 1996 yılında 60.000’den 2008 let kapitalistleri ve enternasyoyılında 800.000’in üzerine çıktı; bu zanal kapitalistler, güvenlik güçleri ve mandan beri bu yüksek seviyede duruyor. Oysa ACGB-Sendikaları grevcilerin, protestoculabu çekişmelerde neredeyse tamamen ödenmeyen veya rın, sadece kendi haklarını savunmak için mücadele çok geç ödenen ücretler, zarar-ziyanın tazmin edilme- eden kadın-erkek işçilere hep birlikte saldırmaktasi, tazminatlar ve de ücrete bağımlılara kabul edilemez dırlar. bir şekilde davranılması söz konusudur. Buna karşın Otomobil Branşındaki 2010 Grevleri klasik ücret grevleri çok seyrektir.”36) “O zamandan beri protesto ve grevlerde bir artış Son yıllarda iş anlaşmazlıkları, eylemler ve protestovardır. 2009’un ilk çeyreğinde daha şimdiden 58.000 lar yoğun bir şekilde arttı ve kısmen de niteliksel olması gerekiyor; eğilim böyle devam ederse, bu yıl -------35) 230.000’i aşar.” 37) Çin Grev Hakkı ve Toplu Sözleşmeler Yolunda “Guangdong’da, Çin’in güneyinde bir il, resmi ma- mı?, Rosso Vinzenzo, Telepolis, 08. 07. 2008, www.hekamlar iki büyükçe grevi polis vasıtasıyla sona erdir- ise.de 36) diler. Grevciler ücretler ve çalışma koşullarında hiçbir Çin’in Sendikaları, Yardakçı mı yoksa Çalışanla-

53


güncel 54

rın Temsilcisi mi? , Wolf Kantelhardt, Yong Kang, 04. 08. 2011, Haftalık Gazete, İsviçre, Zürih, www.woz.ch 37) 20 milyon göçebe işçi işini kaybetti, Ralf Ruckus ile bir Söyleşi, 2009, lalournet.de 38) John Chan, wsws.org, 01. 07. 2011 değişime uğradı. Bunlar, doğunun endüstriyel ana merkezlerine sahil boyunca yoğunlaşıyorlar. “Nisan ayında otomobil imalatçısı Honda holdinge oto kapı kilitleri teslim eden bir işletmede patlak veren ve bir dizi işletmeye ve sektöre sıçrayan grev dalgasının boyutu Çin için yenidir. Tahminler 200’den 1.000’e varan grevler civarında bulunmaktadır. Büyük bölgeler için ücret zamları ilk kez kabul ettirildi. Grevler şu örneğe göre işlediler: ‘Önce grev, sonra pazarlık’”. (İş Mücadeleleri, Müller 1), Sf: 26) Ücretlerin arttırılması ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi için ofansif bir tavır konuldu. “Çin’deki yabancı otomobil üreticileri ve onlara parça teslim edenler, hepsinin başında Japonlar bu eylemlerden en çok ‘zarar görenler’ oldular. Başta bu çekişmeler üzerine ayrıntılı haberler yapılmasının bir nedeni bu olabilir.” (agy) Devletin zor tedbirleri grevler ve protestolar karşısında farklı uygulanmaktadır. “Yabancı şirketler”deki eylemlerin üzerine, çok güçlü bir enternasyonal dikkat ve tepki çekmekten çekinildiğinden, daha dikkatli gidilmektedir. Örneğin P. Ngai Honda-Grevi ile ilgili devletin tepkisini şöyle değerlendirmektedir: “Otoriter devlet grevlerde şimdiye kadarki rolünü oynamaya devam etti, ne var ki stratejisi yeni yönelimliydi. Yerel resmi makamlar onları hızla sona erdirmek için iş anlaşmazlıklarına müdahale etti. Çoğu kez şirketlerin yanında yer aldılar, ama grevcilerin taleplerinin bir kısmı kural olarak yerine getirildi ve (yalnızca - ÇN) kadın-erkek grev önderleri cezalandırıldı. Bir grevin yayılması tehdidi gündeme geldiğinde polis işçilere bazı durumlarda yoğun bir şekilde saldırıyor. Çin Hükümeti bu kez (Honda Grevinde – HR), küresel medyanın ilgi duyduğu büyük firmaların fabrikaları söz konusu olduğundan oldukça dikkatliydi. Bu nedenle de bu sefer grevcilere karşı göreceli olarak daha az açık şiddet uygulaması vardı. Bu grev dalgasının grev önderlerine karşı şimdiye kadarki tutuklama dalgası gerçekleşmedi. Polisin anti-ayaklanma birimleri birçok grevlerde işçiler sokağa çıkmak istediklerinde fabrikanın içinde ve önünde hazır bulundular veya müdahale ettiler.” (Birden Ortaya Çıkış, P. Ngai 17)) Tabii ki zor tedbirlerinden bütünüyle “vazgeçilmiyor”: “Honda şimdi yüzde 24 ücret zammı önerdi. İşçiler

kararsızdı. 30 Mayıs’a kadar çoğu yapılan öneriyi kabul etmişti, ama hâlâ bunu reddeden gruplar vardı. 31 Mayıs’ta yerel sendika seksiyonunun 100’ün üzerindeki temsilcisi birkaç düzine grevcinin üzerine saldırdı ve onların filmini çekmeye ve fabrikanın içine girmeye çalıştı. Grevciler kameraları yakalamaya çalıştı; bu arada saçlarından çekilip itilip kakıldılar. Kendilerinin ifadelerine göre bu sendika temsilcilerini şimdiye kadar hiç görmemişlerdi.” 39) Bu grev dalgası sonuç olarak büyük oranda başarılı oldu. Ücretler yüzde 30 ile hatta kısmen yüzde 50’ye varan oranlarda yükseltildi. Firmalarında henüz grev yapılmayan birçok holding şefleri önleyici tedbir olsun diye ücretleri artırdılar. Grev hareketi devasa holding Foxconn ve Gold Peak (Pil/Akü Fabrikası) gibi İT ve elektronik dalına da sıçradı.

Alman Holdinglerindeki Kadın-Erkek İşçiler Alman şirketlerindeki kadın-erkek işçilerin durumu üzerine hem Almanya’da hem de Çin medyasında sadece çok kısıtlı olarak bilgi verilmektedir. Bu nedenle gerçeği yansıtan toplu bir tabloyu edinmek zordur. Güncel örnekler ThyssenKrupp-Asansörleri / Hongkong ve Şanghay’daki “Siemens Şalter Kutuları”ndaki grevlerdir. ThyssenKrupp-Asansörleri’nde 26 Eylül’den 29 Eylül 2011’e kadar grev yapıldı. Basın açıklamasında “ThyssenKrupp-Asansörleri Personel Temsilciliği” kamuoyuna şöyle seslendi: “Yıllardır ---------39) Onlar bunu bizzat kendileri örgütledi, Gongchao’nun kadın-erkek Dostları, “Birden Ortaya Çıkış” da, aynı zamanda www.gongchao.org süren çekilmez baskıdan sonra yaşam koşullarımızın iyileştirilmesi için mücadele ediyoruz ve hakça bir ücret ve asansör kullanıcılarının güvenliği için grev yapıyoruz. … Bizler firmanın şu talepleri yerine getirmesini istiyoruz: 1. Kadın-erkek makinistler-ücretlerinin hakça bir oranda yükseltilmesi, 2. Personel ve çalışmanın üç yıl önce verilen vaatlere uygun olarak büyütülmesi, iki kişilik takımların kurulması, 3. Ücret miktarına herhangi bir etkisi olmaksızın istirahat gününün sağlanması ve en fazla 24 saatlik bir çalışma zamanına uyulması” 40) Bu grevin akıbeti hakkında internet üzerinden bilgi almak mümkün değildir. Şanghay’daki “Siemens Şalter Kutuları”nda 14 Şubat 2012 tarihinde dört arkadaşlarının işten çıkarılmasından sonra 600 kadın-


İnsan- / İşçi Hakları ve Sosyal Faşizm Biz kısa bir toplu bakış vermek istiyoruz. Biz burjuva insan hakları kavramını çıkış noktası almıyoruz. “The Economist Dergisinin demokrasi indeksinde Çin 2011 otoriter devlet olarak 167 devlet içinde 141. sırada yer almaktadır.” (Wikipedia, Demokrasi İndeksi) “Otoriter” kavramı burjuva politikacılar, sosyologlar, gazeteciler veya kurumlar için demokrasinin karşısına konulan ve çoğu kez faşist diktatörlüklerin gerçek yüzünü örtmek için kullanılan bir kavramdır. Batı her ne kadar Çin’deki insan hakları ihlalleri üzerine düzenli olarak hiddet gösterilerinde bulunsa da ama aynı zamanda bu kanlı baskıdan tıka basa kâr sağlamaktadır. Çünkü bununla çok mükemmel sömürü koşulları sağlama alınmaktadır. Burjuva medya ve ideologlar Çin’deki insan haklarının durumunu her şeyden önce sözde “Çin’deki sosyalizm”e karşı antikomünist önyargıları körüklemek için kullanmaktadırlar. Çünkü Çin’deki sosyal faşist egemen sınıf bilindiği üzere daha hâlâ komünist partisi ve “Çin tipi sosyalizm” adına hareket etmektedir.

Ne var ki burjuvazi, demagojisine rağmen, Çin’de burjuva demokrasisinin olmadığı şeklindeki değerlendirmesinde haklıdır. Burada söz konusu olan Çin’in “otoriter” bir “devlet” olup olmadığı değil, bilakis Çin’deki burjuvazinin hangi egemenlik biçimini kullandığıdır. Anayasaya göre Ulusal Halk Kongresi Çin’deki devlet iktidarının en yüksek organıdır. Bu anayasal tespit Çin KP’nin tek başına iktidarın sahibi olduğu gerçeğinde hiçbir şey değiştirmiyor. Çin KP her ne kadar örgütlenme ilkesi “demokratik ------------40) Hongkong’daki ThyssenKrupp-Asansörleri’nde Grev, www.labour.net 41) Çin’deki Alman Şirketleri Elemanları Nasıl Motive Ediyorlar, M. Kamp, Wirtschafts Woche, 01. 02. 2012 merkeziyetçiliği”ni hem parti, hem devlet içinde güya kullansa da, bu sadece boş propagandadır. Devlet yapılanmasının tümü aşırı derecede merkezcidir; biçimsel gösteriler dışında demokrasinin yerinde yeller esmektedir. Legistatif (yasama) – eksekutif (yürütme)- yudikatif (yargı) bütün alanlarda Çin KP bütün gücü elinde bulundurmaktadır. Her ne kadar Anayasaya “Devlet insanlarına saygı duyar ve korur.” gibi cümleler alınmış olsa da, insan haklarına saygı duyulmamakta ve korunmamaktadır. İnsan hakları kelimenin tam manasında ayaklar altına alınmaktadır. Siyasi çeşitlilikte Çin KP ile bir tür “Halk Cephesi” içinde iktidara ortak olan birkaç parti vardır. Ama bunlar gerçekten muhalif güçler değildirler. Çin KP iktidarını sorgulayan veya açıktan eleştiri getiren muhalif parti ve örgütler yasaktır. Egemenlerin işine gelmeyen her ifade ve eleştiri takibat altına alınmakta ve ibret olsun diye cezalandırılmaktadır. Gerçek yaşamda ifade özgürlüğü hiç yoktur. Bir bütün olarak medyanın hepsi özellikle de internet en katısından bir sansüre tabidir. Çin KP ve onun devlet sendikası ACGB bağımsız sendikalar kurulmasını acımasızca yasaklamaktadırlar. Bu haksızlığın temeli sosyal faşist baskı ve diktatörlüktür. Bu ise anayasada pekiştirilmiştir. Örneğin devletin görevleri diğerlerinin yanında şöyle tespit edilmektedir: “28.madde: Devlet kamu düzenini korur; devlet güvenliğini tehlikeye düşüren vatana ihanetçi ve diğer canice faaliyetleri bastırır; kamusal güvenliği tehlikeye düşüren sosyalist ekonominin altını oyan davranışları ve diğer canice faaliyetleri cezalandırır; canileri cezalandırır ve değiştirmek üzere eğitir.” (Anayasa)

güncel

erkek işçi greve başladı. Siemens 16 Şubat’ta eğer işçiler ertesi gün işbaşı yapmazlarsa bu iş bırakmanın eksik zaman olarak değerlendirileceğini ilan eden bir tehdit mektubu yolladı. Bundan sonraki gelişme de henüz bilinmiyor. Alman holdinglerindeki Çinli kadın-erkek işçilerin durumu burjuva medyasında şöyle yorumlanıyor: “Oysa her şeyden önce Çin’deki Japon firmalarında grevler gittikçe daha fazla yaygınlaşırken – Toyota’ya da iş yapan Güney Çin’deki oto parçaları teslimatçısı Denso’nun elemanları geçen hafta iş bıraktı – Alman firmalarında barış hüküm sürmekte ve harıl harıl çalışılmaktadır.” 41) Daha sonra makalede Alman ve Avrupalı şirketler, onlar “daha iyi çalışma koşulları” sunduklarından dolayı övülüyorlar. Onlar “Asyalı rakiplerden yüzde on daha fazla ücret” ödüyorlar ve “elemanlar motive ediliyor”. Örneğin birçok diğer Alman şirketi gibi konut yurtlarını kaldıran ve 20’den 40 milyon Avro’ya kadar kira yardımı veren Alman oto parçaları teslimatçısı Kern-Liebers bir diğer örnek olarak belirtiliyor. “Ucuz göçebe kadın-erkek işçiler” yerine yerel işçiler de çalıştırılmaktadır. Tüm bunlar bir şeyi ifade ediyor: Emperyalist Alman sermayesi stratejik olarak planlıyor. Ekstra kârlar ceplere indiriliyor, ama aynı zamanda “sosyal barış” işçiler için kerte kerte iyileştirmeler vasıtasıyla satın alınıyor. Bu uzun vadeli olarak kesinlikle daha kârlıdır.

55


güncel

“Kamu düzenini ayakta tutmak” için devlet “iç güvenlik” bütçesini arttırmaktadır. Temmuz 2011 tarihli “Le Monde diplomatique” e göre: “Resmi istatistiklere göre iç güvenlik için ayrılan bütçe 2010’da yaklaşık 514 milyar Yuan (yaklaşık 55 milyar Avro) tuttu ve bu arada aynı savunma bütçesi kadar yüksektir. Geçen yıla oranla bu yüzde 16’lık bir artıştır. Yani istikrarın korunması için harcamalar sürekli artmaktadır; aynı zamanda bunun için gittikçe daha fazla personel çalıştırılmaktadır.“ (agy., Sf: 4)

Devasa Ekstra Kârlar İçin Cennet – Çin’deki Alman Firmaları

56

Ticaret Odası’nın tahminine göre Çin’de toplam olarak 220.000 elemanı ile 5000’den fazla Alman şirketi faaldir. “ (FAZ 02. 02. 2012) Bu arada bazı tahminler yaklaşık 6000 Alman şirketinden söz etmektedirler.. Alman holdingleri Çin’de 2009 sonuna kadar toplam neredeyse 17 milyar Avro yatırım yapmışlardır. Çin’de elde edilen ve yeniden yatırılan kazançlar buna dâhil değildir. Alman sanayi dalları ve hizmet sektörü yelpazesinin ne kadar yaygın olduğunu küçük bir özet göstermektedir: Alstrom, BASF, Bayer, BMW, Bosch, CRH C.Rob., Evonik, Hammerstein GmbH u. Co.KG, Daimler, Draex-İmaier, EDAG, Formel D, Gildemeister, Heidelberg Zement, İntertek, Jungheinrich, KernLiebers, Leitz, MAN Turbo, Otto Group, Porsche, Reinhausen, SAP, Siemens, ThssenKrupp, UVEX, VW, Würth İnternational Trading, Zollner Electronics CO vs. Sadece Guangdong Özel İktisadi Bölgesinde 500 Alman holding temsil edilmektedir. Alman büyük holdingleri, her şeyden önce otomobil üretiminde (VW) ve iletişim –teknolojisi şirketleriyle (Siemens) Çinli şirketlerle Joint Ventures (ortak şirketler) ile birlikte mahallinde hazır ve nazırdır. Alman tekelleri son yıllarda güçlendirilmiş bir şekilde kendilerinin istedikleri gibi at oynatabilecekleri “ yüzde yüzlük şube şirketler” kurmaktadırlar. Alman mali sermayesinin temsilcisi olarak Alman bankaları doğal olarak Çin’de mevcutturlar. Deutsche Bank bu arada her iş alanında temsil edilmektedir. Şubat 2012 başında o yüzde 17,1 ile Pekin “Huaxia Bank”ın en büyük hissedarlığına yükseldi. Huaxia Bank’ın 8,2 milyon özel müşterisi ve 130.000 kurumsal müşterisi vardır. Aynı zamanda Baden-Württembergische Bank AG, Bayerische Landesbank, WestLB AG, Bayerische Hypo-und Vereinsbank AG, HSH Nordbank AG

ve DZ Bank Frankfurt (M)’un da cirit attığı Çin mali piyasasında Commerzbank ikinci büyük Alman bankasıdır. Alman Ticaret Odası (DHK) üyeleri olan yaklaşık 2000 Alman şirketine temsil hizmeti sunmaktadır. Bu oda Çin’deki yabancı ticaret temsilciliklerinin en büyüklerinden biridir. DHK yine aynı zamanda Çin’deki tüm Alman şirketlerini genel olarak teşvik edip desteklemektedir. Bunun dışında Yurtdışı Ticaret Odası (AHK) Greater China Alman iktisadi çıkarlarının örgütü olarak “Çin’de Alman Federal Hükümeti’nin Adına” faaldir. İlk bürosu 1981 yılında Taipeh’de açıldı. Çin bu arada “Alman şirketlerin yurtdışı angajmanları için birinci hedef bölge olarak” Avrupa’nın yerine geçmektedir. Bu Alman Sanayi-ve Ticaret Odası Kongresi’nin bir anketinden ortaya çıkmaktadır… Çin ilk kez Alman sanayisinin en çok tercih edilen yatırım bölgesidir. Şuanda 2011’de yurtdışına yatırım yapmak isteyen şirketlerin yüzde 43’ü Çin’de yeni dağıtım veya imalat kapasitelerinin inşasını planlamaktadırlar.” (Çin Alman firmalarını cezbediyor, Focus, 30. 03. 2011) Federal Ekonomi Bakanı Rösler, Çinli bir delegasyonla yaptığı bir görüşmeden sonraki bir basın açıklamasında şunları tespit etti: “ Çin pazarının büyümesi Alman şirketleri için muazzam fırsatlar sunmaktadır. Çin kendi açısından enternasyonal pazarda sadece ticarette değil, aynı zamanda yatırımlarda ve proje işinde gittikçe daha aktif olmaktadır. Çin ne de olsa birçok pazarda Alman ekonomisiyle rekabet etmektedir. Ama bizim şirketlerimiz rekabet içinde mükemmel bir şekilde vardırlar. Oysa rekabet aynı zamanda hakça koşullarda gerçekleşmelidir. Bizim şirketlerimizin gelecekte de başarılı olabilmeleri için inovasyon ve modern teknolojiye bel bağlamayı tutarlı bir şekilde sürdürmeliyiz.” (27. 07. 2011, www.bmwi.de) Buna uygun gelişmeler kendisini dış ticarette de göstermektedir. 02. 02. 2012 tarihli FAZ’a göre Çin ikili ticarette Almanya’nın en önemli ticaret ortağı konumuna yükseldi ve bunun yanında yatırımlar da yükselmektedir. Aynı zamanda “Çin’e ihracat 2011’de 65 milyar Avro’ya çıktı”, “Çin’den ithalat yaklaşık yüzde 5 artarak 80 milyara yükseldi.” Sözde “devlet güvenliğini” ve “kamu güvenliğini” tehdit etmek, keyfi bir şekilde tüm muhaliflere ve iktidar sahiplerinin hoşuna gitmeyen bütün kişilere isnat edilmektedir. Fikir ifade etme, eleştiri, her tür-


işçilerin mücadelelerine karşı da kullanılmaktadır. Buna birkaç örnek: China Labor Watch örgütünün verdiği bilgilere göre Çin’in güneyindeki bir fabrikanın binlerce işçisi işten çıkarılmaları ve ücretlerin düşürülmesini protesto etmek için bir greve başladı. Polis fabrika ve Guangdong ilindeki Dongguan kenti yakınındaki bir cadde blokajını kırmaya çalıştığında düzinelerce insan yaralandı. Diğerlerinin yanında Nike ve Adidas için ayakkabı imal eden fabrikadaki greve 7.000’den fazla insan katıldı. Protesto bonus ödemelerinin kaldırılmasına ve fazla mesailerin yasaklanmasına karşı yöneldi ve 18 menajerin işten çıkarılmasıyla ateşlendi. China Labor Watch’a göre işçiler yönetici personelin işten çıkarılmasını fabrikalarının başka bir yere taşınmasının hazırlığı olarak görüyorlar.” (NZZ [Almanca bir İsviçre Gazetesi - ÇN], 19. 11. 2011) “İşçiler kendilerinin ödenmeyen ücretlerini talep ediyorlar ve bir arkadaşın öldüğü şirketin sözde güvenlik güçlerinin saldırına uğruyorlar. Sonrasında 300’ü yakındaki bir caddeyi işgal ediyor – ve komşulardan yaklaşık 700 insan daha sonra polisin şiddet kullanarak dağıttığı bu eyleme katılıyor.” 44) Japon elektronik imalatçısı Casio’nun yaklaşık 4.000 çalışanının 6 Mart’ta işletme alanı önündeki barışçıl bir protestosu, haberlere göre bunlar arasında kadınların da bulunduğu yaklaşık 20 çalışanın yaralandığı, yaklaşık 1.000 silahlı müdahale polisi (Çevik Kuvvet – ÇN) ve diğer güvenlik güçleri tarafından dağıtıldı. Casio’daki anlaşmazlık, işletme yönetiminin çalışanlara taban ücretlerinin yeni hükümlerle uyum içinde yükseltileceğini çalışanlara bildirdiği 5 Mart’ta başladı; oysa çalışanlar kendilerinin aylık ek ödemelerinin düşürüldüğünü tespit ettiler. Birçok çalışan polis tarafından götürüldü ve arkadaşlarının görüşüne göre hâlâ tutuklu bulunmaktadırlar. Ekim ayında büyük oyuncak imalatçısı Smart Union kapılarına kepenk vurup yaklaşık 7000 çalışan bugünden yarına işyerlerini kaybettiklerinde, belediye idaresi ofislerinin önünde ödenmeyen ücretler ve tazminatlar nedeniyle protestolar gerçekleşti. Müdahale polisi ve silahlı polisler göstericilerin binaya girmesini engellediler ve resmi makamlar, eğer onlar illegal protestolarına devam ederlerse, çalışanların 10-15 günlük idari hapsi hesaba katmak zorunda olduklarını içeren açıklamalar yaptılar.” 45) “İş Yasası, Sendika Yasası ve İş Koruma Yasası her ne kadar ‘iş bırakmalara’ değinse de grevci çalışanlar pratikte bir dizi sorunlarla karşılaşıyorlar. Onlar normal olarak polis tarafından tutuklanıyorlar veya

güncel

lü daha fazla hak ve demokrasi talebi bu kategoride ele alınmaktadır. On binlerce insan tutuklandı, kötü muameleye uğradı, işkence gördü, mahkûm oldu ve evet, hatta katledildi. Kâğıt üzerinde, anayasada “kişisel onur”un “dokunulmaz” olduğu açıklanmaktadır (Bkz: HR S:59). Çin “hukuk sistemi” mahkûmiyetin iki farklı türünü tanımaktadır. Biri “çalıştırma vasıtasıyla düzeltme”yi hedef alan, mahkemenin verdiği hapis şeklindeki “kriminel” mahkûmiyettir. Diğeri ise polis makamları tarafından verilen bütünüyle keyfi olan “idari hapis” olarak adlandırılıyor. Bununla “çalışma yolu ile eğitme” hedefine hizmet ettiği iddia ediliyor. Bu, “hırsızlık, fahişelik ve illegal uyuşturucular” gibi “daha küçük suçlar için” verilmektedir. “İdari hapis” sıkça aktifistlere ve muhaliflere karşı üç yıla kadarki hapis cezası olarak kullanılmaktadır. Bununla ilgili olarak ne dava açma, ne avukat tutma hakkı vardır. İdari hapis için mahkeme kararı gerekmiyor. Polis makamlarının kararına karşı hiçbir itiraz etme hakkı da yoktur. Wikipedia’da şöyle deniyor: “Daha küçükçe suçlar için idari hapis olanağı vardır. Bu ceza polis makamları tarafından verilmektedir. Verilen azami hapis süresi üç yıldır; bu iyi halde yarıya düşebilir; ne var ki ama bir yıla kadar da uzatılabilir. Böylesi bir mahkûmiyet için Ceza Davası Usulü hükümleri geçerli değildir; bir polis makamı sadece belirsizce yürütülmüş bir işlemin ardından bir zanlıyı mahkûm edebilir. İdari hapsin birçok biçimleri vardır; en sık biçimi çalıştırma vasıtasıyla eğitmedir.” 42) İdari hapse mahkûm edilmişler hakkında dayanılabilecek güvenlikte ve kamuya açılmış sayısal veriler yoktur. Bu hapis biçimi ----------42) de.wikipedia.org/wiki/Umerziehung_durch_Arbeit aslında halka karşı yasalarla meşrulaştırılmış açık terördür. Eğer biri, örneğin devlet fonksiyonerleri hakkında suç duyurusunda bulunmak gibi anayasal haklarını kullanmaya cesaret ederse, o zaman “idari hapis” derhal gündeme gelebilmektedir. Bir devlet fonksiyoneri hakkında şikâyette bulunmanın bedeli üçten dört yıla kadar “çalışma ile eğitme” olabilir. Uluslar arası Sendikalar Birliği (İGB)’ne göre bu Demokles’in Kılıcı her yerde hazır ve nazırdır: Tutuklanma korkusu çalışanların temsilcileri, makamlar ve işverenler arasındaki pazarlık görüşmelerinde devasa bir engel oluşturmaktadır.”43) Devletin tüm bu baskı mekanizmaları kadın-erkek

57


güncel

Alman holdinglerindeki Çinli kadın-erkek işçilerin durumu burjuva medyasında şöyle yorumlanıyor: “Oysa her şeyden önce Çin’deki Japon firmalarında grevler gittikçe daha fazla yaygınlaşırken – Toyota’ya da iş yapan Güney Çin’deki oto parçaları teslimatçısı Denso’nun elemanları geçen hafta iş bıraktı – Alman firmalarında barış hüküm sürmekte ve harıl harıl çalışılmaktadır.” 41) Daha sonra makalede Alman ve Avrupalı şirketler, onlar “daha iyi çalışma koşulları” sunduklarından dolayı övülüyorlar. kamu düzenine karşı ihlallerden, trafik suçlarından ve gösteriler ve yürüyüşlerdeki yasa ihlallerinden veya çok daha ağır siyasi suçlardan uyarılıyorlar. Ayrıca grev örgütleyicileri ve bağımsız sendikacılarını sözde çalışma yoluyla eğitme denen, idari hapsin bir biçimi tehdit ediyor. Prensipte bu hapsin yasal üst sınırı üç yıl ise de, resmi makamların isteği üzerine bu süre uzatılabilmektedir. 2008 İlkbaharında Panyu’daki bir ayakkabı fabrikasının en az beş çalışanı aleyhine izinsiz yürüyüşler ve kamu düzenini rahatsız etme ile --------------43) Çin’de Sendikal Hakların İhlalleri Üzerine Yıllık Toplu Bakış, Uluslar arası Sendikalar Birliği(İGB), 2007 44) 2010 Çin’inde İş Mücadeleleri – (bu arada?) daima bir haber olmaya değer…”, 14. 01. 2011, labournet. de 45) Çin’de Sendikal Hakların İhlalleri Üzerine Yıllık Toplu Bakış, Uluslar arası Sendikalar Birliği, 2008

58

bağlantılı, ceza hukukunda bunun için yedi yıla kadar hapis cezası bulunan suçtan dava açıldı.” (agy) Tüm bu olgular bizim HR, sayı 58’de yaptığımız şu değerlendirmemizi onaylıyor: “Kılı kırk yararak icat edilmiş bir egemenlik sistemi aracılığıyla halkın topyekûn gözetim altında tutulması ve denetlenmesi, emekçilerin haktan yoksunluğu, medyanın bütünüyle bir ve aynı dilden konuşturulması sosyal-faşist egemenliğinin diğer araçlarıdır. Sosyal-faşist, çünkü faşist terör daha hâlâ ‘sahte-komünist’ bir propaganda örtü-

süyle kaplıdır.” (Sf:5) Evet, Çin’de sosyal-faşist bir diktatörlük hüküm sürmektedir. Ne var ki, toplumsal, her şeyden önce ekonomik değişikliğe paralel olarak egemenliğin biçimleri de tedricen değişmektedir. Yönü en azından gerici, burjuva-demokratik burjuva egemenlik biçimlerine şekilsel uydurulmasına doğru gitmektedir. Lakin bu Çin çapında şiddetli sınıf mücadeleleri patlak vermezse ve siyasi özgürlükleri söke söke alıp sistemi bocalatmaz ise çok uzun sürecektir. Bürokratların ve fonksiyonerlerin parti hegemonyası bugün de rahat bırakılmış durumdadır. Fakat Çin’in proletaryası ve emekçileri istim üzerindedirler! Bunun ileriye doğru büyük bir atılım olup olmayacağını önümüzdeki yıllar gösterecek! İleriye doğru bir bakış... Mao Zedung sosyalist deneyin olası başarısızlığını açık bir şekilde göz önünde bulundurdu: “Son çözümlemede, buradaki sorun proletaryanın devrimci davasının seleflerini yetiştirme sorunu, eski kuşaktan proleter devrimcilerin başlatmış olduğu Marksist-Leninist devrimci davayı sürdürecek insanların bulunup bulunmayacağı sorunudur. Partimizin ve devletimizin önderliğinin proleter devrimcilerin elinde bulunup bulunmayacağı sorunu, ardıllarımızın Marksizm-Leninizm tarafından çizilmiş bulunan doğru yol üzerinde yürümeye devam edip etmeyeceği sorunu, ya da başka sözlerle, Çin’de Kruşçev’in revizyonizminin ortaya çıkmasını başarılı bir şekilde engelleyip engellemeyeceğimiz sorunudur. Kısacası bu, son derece önemli bir sorun, Partimiz ve ülkemiz için yaşam veya ölüm sorunudur. Bu, proleter devrimci dava açısından, yüz, bin, on binlerce yıl için temel öneme sahip bir sorundur. “ (Mao Zedung, “Kruşçev’in Sahte Komünizmi ve Dünya İçin Tarihsel Dersler Üzerine”, 9. Yorum, “Uluslar arası Komünist Hareketin Genel Çizgisi Hakkında Polemik” ten, Oberbaumverlag, Sf: 532/33, Alm., Türkçesi: Sf: 528/29, İnter Yayınları, Temmuz 1988, Ist.,dan alıntılandı) Ölüm-kalım sorunu karşı devrimin lehine sonuçlandı. Kadın-erkek komünistler bu deneyimler konusunda dünya çapında bilgilenmeli ve öğrenmelidir. Çin proletaryası dünya tarihinin değişmesi için mutlaka yeni bir girişim yapacaktır. Onun mücadelesi bizim mücadelemizdir! Mart 2012 ✓ (HERŞEYE RAĞMEN, s.:60/2012, Sf. 16-36, Almanca’dan çevrilmiştir.)


SB‘nde Bolşevikler İktidara Geldiğinde Durum Neydi? Çarlık Rusya’sı bir halklar hapishanesi idi. Çarlık, işçi ve emekçileri cahil olarak bırakıyordu. Nüfusun beşte dördü okuma-yazma bilmiyordu. Çarlık Rusya’sında “soyluların” eğitimine önem veriliyordu. Ekim Devrimi sırasında Çarlık rejiminden devralınan Rusya’da okur-yazar oranı yüzde 28,4’tü. Köylüler arasında okuma yazma oranı oldukça düşüktü. Rusya bir köylü ülkesiydi. Çarlık döneminde kadınların durumu daha da kötüydü. Çocuk ve yetişkinlerin % 80’e yakın kısmı eğitim imkânlarından yoksundu. Rusya’da ilk kapsamlı nüfus sayımı 1897 yılında yapıldı. Rusya’da okuma-yazma bilen erkeklerin oranı % 33,7 ve kadınların oranı da % 11,7 idi. Bu tarihte Rusya’nın nüfusu 125 milyondu. Ayrıca, Rusya’ya bağlı olan Finlandiya’da da yaklaşık 2,5 milyon kişi yaşıyordu. Devrim öncesi Rusya’da, kelimenin tam anlamıyla bilimsel araştırma enstitüsü diyebileceğimiz tek bir kurum bile yoktu. Bilimsel aktiviteler, birkaç üniversitede kurulmuş, oldukça zayıf laboratuarlarda gerçekleştiriliyordu ve bu laboratuarların ne üretim süreçleriyle ne de halkla bağlantıları vardı. Lenin, 1913’te Çarlık Rusya’sında eğitimin durumuyla ilgili olarak yazdığı bir makalede, okul yaşındaki çocukların toplam nüfusun % 22’sini oluşturduğunu, o dönemde okullardaki öğrenci sayısının nüfusun sadece % 4,7’sini oluşturduğuna dikkat çekiyordu. Lenin şöyle yazıyordu: “Avrupa’da Rusya

dışında bu derece barbar ve halk yığınlarının eğitim, aydınlanma ve bilgi bakımından bu derece yoksun bırakıldıkları bir tek ülke kalmadı.” (Lenin, Gençlik üzerine, Sol Yayınları, sf. 33) Lenin, Çarlık Rusya’sını Avrupa ülkeleri ile karşılaştırıyor ve Rusya dışında halk yığınlarının eğitim, aydınlanma ve bilgi bakımından yoksun bırakılan başka bir Avrupa ülkesinin olmadığına dikkat çekiyordu. Lenin devamla; “Genç kuşağın beşte dördü, Rusya’nın feodal devlet yapısı yüzünden okumaz-yazmazlığa mahkûm edilmiştir. Halkın büyük toprak sahiplerinin iktidarı yüzünden bu alıklaştırılmasına, Rusya’daki okumaz-yazmazlık karşılık düşüyor. Hükümet yayını aynı Rusya Yıllığı, Rusya’da yaşayanların yalnızca % 21’inin ve okul öncesi çağdaki, yani 9 yaşından küçük çocuklar (nüfustan) düşülürse % 27’sinin okuma ve yazma bildiğini tahmin ediyor.” diyordu. (age, sf. 33) Çarlık Rusya’sının eğitim alanındaki yüzü buydu. Her beş gençten dördünün okuma yazması yoktu. Rusya’nın feodal yapısı ve büyük toprak sahiplerinin iktidarı eğitime önem verilmemesinin bir nedeni idi. Lenin, aynı makalenin sonunda çözüm yolunu göstererek “(işçi sınıfı) gerçek özgürlük için (…) ve soyluların eğitimi değil, ama halkın eğitimi olan gerçek eğitim için devrimci savaşım yeteneğini çok daha inandırıcı, çok daha güçlü ve çok daha sağlam bir biçimde göstermesini bilecek” diyordu. (age. sf. 41) Lenin aynı makalesinde, Çarlık Rusya’sı Kamu Eğitim Bakanlığı’nın soyluların eğitimine önem ver-

kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

Gelişmekte olan genç kuşak komünizmi nasıl öğrenmelidir sorusunun yanıtı budur. Bu kuşak komünizmi ancak, öğreniminin, eğitiminin her adımını proleterler ve emekçilerin eski sömürücü topluma karşı sürekli mücadelesiyle birleştirdiğinde öğrenebilir. Bize ahlaktan söz ettiklerinde şunu söylüyoruz: Komünistler için ahlak bu sağlam, dayanışmacı disiplin ve sömürücülere karşı kitlelerin bilinçli mücadelesinden ibarettir.

SOVYETLER BİRLİĞİ’NDE EĞİTİM

59


✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 60

diğini, işçilere-köylülere eğitim yolunun kapatıldığını belirterek, işçi sınıfının 1905 devriminde gücünü gösterdiğini ve halkın eğitimi için gerçek gücünü göstermek için savaşımı sürdüreceğine dikkat çekiyordu. SSCB’de eğitimin gelişim seyrini görmek için, Çarlık Rusya’nın eğitim durumu ve okur-yazar oranının bilinmesi önemlidir. Çünkü Ekim Devrimi ile birlikte, Çarlık Rusya’sından devralınan eğitim sisteminden nereye doğru evrimlendiğinin bilinmesi gerekir.

Bolşevikler İktidara Geldiğinde Görev Neydi? Lenin Ekim Devrimi arifesinde şöyle yazıyordu: “Biz ütopyacı değiliz. Herhangi bir vasıfsız işçinin ve herhangi bir aşçı kadının hemen devlet yönetimine girecek durumda olmadığını biliyoruz. Bu hususta gerek Kadetlerle, gerekse de Breşkovskaya ve Tsereteli ile görüş birliği içindeyiz. Fakat bu yurttaşlardan farkımız, devleti yönetmeyi ve günlük idari çalışmayı sadece zenginlerin ya da zengin ailelerden gelen memurların başarabilecekleri önyargısından derhal kopmayı talep etmemizdir. Biz, devlet yönetiminde çalışmak için verilen eğitimin sınıf bilinçli işçiler ve askerler tarafından sevk ve idare edilmesini ve buna vakit geçirmeksizin başlanmasını, yani bütün emekçileri, bütün yoksul halkı bu eğitime çekme işine derhal başlanmasını talep ediyoruz.“ (Lenin, Eserler, Cilt VI, sf. 282-283) Devleti yönetme ve günlük idari çalışmanın sadece zengin ailelerden gelen memurların yönetebileceği anlayışına karşı çıkıyor Lenin. Lenin, devlet yönetiminde çalışmak için eğitimin önemine dikkat çekiyor ve bu eğitimin işçiler, askerler tarafından sevk ve idare edilmesi gerektiğine vurgu yapıyor. Paris Komünü deneyi ertesinde ilk defa Rusya’da proletarya iktidara gelmişti. Bu bir ilkti. Burjuvalar gibi yüzyılların yönetim tecrübesi yoktu. Ama Bolşevik partileri vardı. Bolşevik Parti’nin öncülüğünde iktidara geldiler. Yönetmeyi de öğreneceklerdi. Yönetmek, örgütlenmek demekti. Ve devrimin sayısız sorunları vardı. Bu sorunların yanında emperyalist burjuvazi, Rusya’daki işbirlikçileri aracılığıyla iç savaş yürütüyordu. Emperyalistler, gerek iç savaşı destekleyip kışkırtarak, gerekse doğrudan saldırarak Sovyet iktidarını yıkmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Fakat başaramadılar. Ekim Devriminden hemen sonra başlayan ve dört yıl süren iç savaşta burjuvaziye karşı ikinci büyük zafer kazanıldı. İşçi ve emekçiler iktidarlarına sahip çıktı.

Ekim Devrimi ile birlikte eğitimde yeniden yapılanmaya girişildi. Lunaçarski, Eğitim Bakanı (komiser) oldu. 1918’de kilise okulları mahalli Sovyetlere bırakıldı. 1917’den itibaren yoğun bir devrimci eğitim uygulandı, eski ilkeler kaldırıldı ve sosyalist teori uygulandı. 1919’daki 8. Parti Kongresinde “komünist eğitim ilkeleri” kabul edildi. 16 yaşına kadar zorunlu parasız eğitim kabul edildi. Sınıfsal farkları kaldırmaya yönelen poli-teknik eğitim tipi esas alındı. Devralınan Çarlık Rusya’sının eğitim sisteminin değiştirilmesi ve poli-teknik eğitim sisteminin yerleştirilmesi kolay değildi. Eğitimin parasız hale getirilmesi tek başına Sovyetler Birliği’nin eğitimle ilgili sorunlarını çözmüyordu. Sovyetlerde farklı diller konuşuluyordu. Farklı dillerin konuşulması nedeniyle, okuma-yazma seferberliği aynı zamanda iletişim dilinin ortaklaşması ve sosyalizmin tüm ülkelerde anlatılması anlamına geliyordu. Lenin VIII. Parti Kongresine sunduğu raporda şöyle diyordu: „Burada uzun süreli eğitsel çalışma dışında başka hiçbir şeyle çözülemeyecek bir görevle karşı karşıyayız. Şimdilik bu görev bizim için son derece zor, çünkü — sık sık belirtme imkânı bulduğum gibi — yönetim faaliyetine katılan işçi kesimi olağanüstü ve inanılmaz ölçüde dardır. Takviyeye gereksinimimiz var. Bütün belirtilere göre ülkede böyle bir rezerv büyümektedir. Muazzam öğrenme hırsı, eğitimde çoğu kez okul dışında kaydedilen muazzam gelişim, emekçilerin eğitiminde muazzam ilerleme tartışma götürmez. Bu herhangi bir okul çerçevesinde olmuyor, fakat ilerleme son derece büyük. Bütün belirtiler, zayıf proleter kesimin aşırı yorgun düşmüş temsilcilerinin çalışmasını gelecekte devralacak güçlü bir yeni nesile kavuşabileceğimizi gösteriyor. Ne var ki bugün bu hususta çok zor durumdayız. Bürokrasi yenilgiye uğratılmış, sömürücüler ortadan kaldırılmıştır. Fakat kültür seviyesi hâlâ yükselmemiştir, o nedenle bürokratlar hâlâ eski yerlerinde oturuyorlar. Bunlar ancak, eskisinden daha kapsamlı olması gereken proletarya ve köylülüğün örgütlülüğüyle ve işçilerin yönetim faaliyetine çekilmesi için etkili önlemlerle geri püskürtülebilirler.” (Lenin, Seçme Eserler, Cilt VIII, sf, 368-369, İnter Yayınları) Yönetime katılan işçi sayısı oldukça azdı. Okullarda ve okul dışında eğitim seferberliği başlatılmıştı. Muazzam öğrenme hırsı vardı. Geleceğin yöneticilerinin yetişeceğinden Lenin’in kuşkusu yoktu. Andaki durumda zor durumdaydılar. Ekim Devrimi başarıya ulaşmıştı ama yolun henüz başlarında idiler. Ekim Devrimini izleyen yıllar iç savaş dönemiydi. Burjuva-


kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

bilinçli bir siyaset izliyordu. Lenin, 22 Aralık 1920’de, Halk Komiserleri Konseyi’nin Faaliyeti Üzerine VIII. Tüm-Rusya Sovyet Kongresi’ne bir rapor sunar. 1920 yılı sonu ile 1921 başı, Sovyet Cumhuriyetlerinin yaşamında bir dönüm noktasıdır. Polonya ile savaş bitmiş ve Vrangel yenilmiştir. Sovyetler ülkesine karşı, bir Beyaz Muhafız örgütleme yönündeki girişimler yerle bir edilmişti. İşte böyle bir ortamda Lenin, andaki gelişmelerin bir analizini yapıyor ve sosyalizmin inşa edilmesindeki temel sorunlara dikkat çekerek şöyle diyordu: „Fakat bizde okuma-yazma bilmeyenler olduğu sürece elektrifikasyonun gerçekleştirilemeyeceğini bilmek ve kafalara sokmak gerekir. Komisyonumuzun okumayazma bilmemeyi ortadan kaldırma çalışması yetmez. Öncesiyle karşılaştırıldığında çok şey, fakat gerekenle karşılaştırıldığında az şey yapmıştır. Okuma-yazma bilmenin dışında, kültürlü, bilinçli, eğitimli emekçilere ihtiyacımız var; köylülerin çoğunluğunun önümüzdeki görevler hakkında kesin bir fikre sahip olmasını sağlamalıyız. Parti’nin bu programı bütün okullara girmesi gereken temel ders kitabı olmalıdır. Bu kitapta elektrifikasyonun uygulanmasının genel planı yanında, Rusya’nın her mıntıkası için özel planlar hazırlandığını göreceksiniz. Ve taşraya giden her yoldaş, elektrifikasyon uygulaması için, geri bir yaşamdan normal bir yaşama geçiş için kendi mıntıkasına yönelik kesin bir plana sahip olacaktır. Yoldaşlar! Önünüze konan direktiflerin yerinde karşılaştırılıp düzenlenerek gözden geçirilebilir ve bu yapılmalıdır; her okulda, her çevrede komünizmin ne olduğu sorusuna sadece Parti programında yazdığı gibi yanıt verilmekle kalmayıp, aynı zamanda karanlıktan nasıl çıkılabileceğinden de söz edilmesini sağlayabiliriz ve sağlamalıyız. En iyi fonksiyonerler, en iyi iktisatçılar ve uzmanlar, önlerine konan Rusya’nın elektrifikasyonu ve ekonomisinin restorasyonu için bir plan hazırlama görevini yerine getirdiler. Şimdi işçilerle köylülerin, bu görevin ne kadar büyük ve zor olduğunu, ona nasıl yaklaşmak ve onu nasıl ele almak gerektiğini bilmelerini sağlamalıyız.“ (Lenin, Seçme Eserler, Cilt VIII, sf, 291-292, İnter Yayınları) Okuma yazma bilinmeden elektrifikasyonun da gerçekleşmeyeceğini Lenin açıkça belirtiyordu. Lenin, okuma yazma oranının gelişmesinin yeterli olmadığını, bilinçli, eğitimli emekçilere ihtiyaç olduğunu belirtiyordu. VIII. Kongrenin önemli gündem maddesi orta köylülüğe yaklaşım ve orta köylülerin nasıl kazanılacağı konusuydu. Parti programının

zi, emperyalistlerin himayesinde proletaryanın iktidarını yıkmak için savaş yürütüyordu. 1918’den 1921 yılına kadar uygulanan politikaya savaş komünizmi adı verilmişti. Yönetme ve yönlendirmede zorluklar yaşanıyordu. Sömürücüler iktidardan uzaklaştırılmıştı. Çarlığın kimi bürokratları yerinde duruyordu ve onlardan proleter devlet yararlanmaya çalışıyordu. Lenin, VIII. Parti Kongresinde andaki durumun bir tespitini yapıyordu. Tabii ki orada durulamazdı. Tespit edilen zor görev “proletarya ve köylülüğün örgütlülüğüyle ve işçilerin yönetim faaliyetine çekilmesi için etkili önlemlerle “ aşılacaktı. Bolşevik Parti, VIII. Parti Kongresi 6 Mart 1918’de toplandı. Bu, iktidarın ele geçirilmesinden sonra yapılan ilk parti kongresiydi. Kongreye 145,000 parti üyesini temsilen, 46’sı karar oyuna ve 58’i sadece istişari oya sahip l04 delege katıldı. Sovyet iktidarını sağlamlaştırmak için eski burjuva devlet aygıtı parçalanmalı, yıkılmalı ve onun yerine yeni Sovyet devlet aygıtı yaratılmalıydı. Bu kongrede yeni parti programı kabul edildi. Halk eğitimi alanında önemli kararlar alındı. Lenin, eğitim alanında en ivedi görevler olarak şunları tespit etti: “(1) Sovyet iktidarının en etkili yardımıyla, işçilerin ve köylülerin halk eğitimi alanındaki girişkenliğini geliştirmek; (2) Bugün olduğu gibi, öğretimle ilgili personelin yalnız bir bölümünü ya da çoğunluğunu değil, şöyle ki iflah olmaz biçimde burjuva ve karşı devrimci öğeler elenecek ve komünist ilkelerin özenli bir uygulaması güvence altına alınacaktır; (siyaset üzerine). (3) Her iki cinsiyetten 16 yaşına kadar çocuklar için parasız ve zorunlu, genel ve poli-teknik (başlıca üretim kollarının teori ve pratiğini öğreten) eğitimi gerçekleştirmek. (4) Çocukların eğitimiyle toplumsal bakımdan üretken emeği arasında sıkı bir ilişki kurmak; (5) Masraflar devlete ait olmak üzere tüm öğrencilere yiyecek, giyecek ve okul gereçleri sağlamak. (6) Halk eğitimine emekçi halkın eylemli olarak katılımını sağlamak (halk eğitim konseylerinin geliştirilmesi; bilgili kimselerin harekete geçirilmesi, vb);”(Lenin, Gençlik üzerine, Sol Yayınları, sf. 202203) Lenin, halk eğitimi alanında işçilerin ve köylülerin eğitiminin önemli olduğunun bilincindeydi. Eğitim ile ilgili ivedi görevlerin tespit edilmesi bu yüzdendi. Sosyalizmin inşa sürecinde, eğitim ve bilim alanında adımlar atmak ihtiyaç değil, devrimci bir görevdi. Bolşevik Parti, en başından itibaren eğitim alanında

61


✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

tüm okullarda temel ders kitabı olmasının yanı sıra, özel planlar hazırlanacağını da vurgu yapılıyordu. Lenin, Rusya Komünist Gençlik Birliği III. TümRusya Kongresi’nde, 2 Ekim 1920’de önemli bir konuşma yapar. Lenin, bu konuşmasında kültür sorunlarını ele alır. Proletarya iktidarı ele aldığında, emekçilerin değişimi, eğitim, yönetme yeteneği edinme, tekniğe egemen olma görevleri en önemli görevlerden biri haline gelir. Bu bakımdan işçi sınıfının önüne kültür devrimini gerçekleştirme görevi çıkar. Kültür denildiğinde sadece bilim, edebiyat ve sanat anlaşılmamalıdır. Kültür denildiğinde, bir bütün olarak üretim ve onun temeli üzerinde yükselen yaşam tarzı, ahlak, inanç, çalışma disiplini, çalışmanın örgütlenmesi, yönetme yeteneği ve yönetimin örgütlenmesi vb. anlaşılmalıdır. Lenin, „eski kapitalist düzenin değiştirilmesiyle birlikte, komünist toplumu kuracak olan yeni kuşağın eğitim ve öğreniminin eskisi gibi olmayacağı sonucu” çıkacağını belirtir. “Komünizmi” diyor Lenin “ancak eski toplumun bize bıraktığı bilgi, örgüt ve kurumların toplamından, insan gücü ve araçlar rezerviyle kurabiliriz. Ancak gençliğe verilecek dersleri, gençliğin örgütlenmesi ve eğitimini temelden değiştirirsek, yeni kuşağın çabalarıyla, eskisinden farklı bir toplum, yani komünist toplumu kurmayı başarabiliriz.” (Lenin, Seçme Eserler, Cilt IX, sf. 511) Komünizmi öğrenme görevinin doğru ele alınması gerektiğini belirten Lenin şöyle der:

62

“Elbette ilk bakışta, komünizmi öğrenmenin komünist ders kitaplarında, broşür ve yazılarda içerili bilgileri edinmek olduğu düşüncesi ortaya çıkar. Ne var ki komünizmi öğrenmenin böyle tanımlanması çok kaba ve yetersiz olurdu. Eğer komünizmi öğrenmek komünist yazı, kitap ve broşürlerdeki bilgileri edinmekten ibaret olsaydı kolayca komünist âlimlerimiz ve lafazanlarımız olurdu. Ancak bu bize adım başında zararlı olur, zarar getirirdi; zira komünist kitap ve broşürlerdekileri okuyup öğrenmiş bu insanlar bütün bu bilgileri toparlama ve gerçekten komünizmin gerektirdiği gibi davranma yeteneğinde olmayacaklardı. Eski kapitalist toplumun bize bıraktığı en büyük kötülük, en büyük zorluk kitapla pratik yaşam arasındaki son derece derin uçurumdur, bizim her şeyin çok güzel anlatıldığı kitaplarımız vardı ve bu kitapların büyük çoğunluğu, bize komünist toplumu yanlış anlatan en kötü ikiyüzlülük ve yalandan ibaretti. O nedenle komünizm üzerine sadece kitaplarda olanı edinmek son derece yanlıştır. Şimdi bizim konuşmalarımız ve makalelerimiz önceden komünizm üzerine yazılmış

olanların sadece tekrarı değildir, çünkü konuşmalarımız ve makalelerimiz her günkü ve çok yönlü çalışmamızla bağıntılıdır. Çalışma olmadan, mücadele olmadan komünist broşür ve eserlerden alınmış kitabi bilgilerin beş kuruşluk değeri yoktur, çünkü teori ile pratik arasındaki eski uçurum, eski burjuva toplumun en iğrenç özelliğini oluşturan bu uçurum hâlâ varlığını sürdürüyor. Eğer kendimizi sadece komünist şiarları edinmekle sınırlamak isteyecek olursak bu daha da tehlikelidir. Eğer bu tehlikeyi zamanında görmez ve bütün çalışmamızı bu tehlikenin ortadan kaldırılmasına yoğunlaştırmazsak böyle bir komünizm eğitiminden sonra kendilerini komünist olarak tanımlayacak yarım ya da bir milyon genç kız ve erkek komünizm davasına sadece ağır zararlar vereceklerdir. Burada şu soru ortaya çıkıyor: Komünizm eğitimi için bütün bunları birbirleriyle nasıl bağdaştırabiliriz? Eski okuldan, eski bilimden neyi almamız gerekir? Eski okul çok yönlü eğitilmiş insanlar yaratmak istediğini, bilimleri öğrettiğini iddia ediyordu. Biz bunun tamamen yalan olduğunu biliyoruz, çünkü bütün toplumsal düzen insanların sınıflara, sömürülen ve ezilenlere ayrılmasına dayanmaktaydı. Tamamen sınıf ruhuyla dolu olan eski okul elbette sadece burjuvazinin çocuklarına bilgi sağlıyordu. Bu okulun her sözcüğü burjuvazinin çıkarı için tahrif edilmişti. Bu okullarda genç işçi ve köylüler kuşağı eğitilmekten Çok bu burjuvazinin çıkan için sıkı talimden geçiriliyordu. Bu eğitimin görevi bu burjuvazinin kârları için çalışabilecek ve aynı zamanda sükûnetini ve ataletini bozmayacak uygun hizmetçiler yetiştirmekti. O nedenle eski okulu reddediyoruz ve ondan sadece gerçek bir komünist öğrenime ulaşabilmek için ihtiyacımız olan şeyleri alıyoruz.” (Age. Sf. 511-512) Komünizmi öğrenmek sadece kitap, broşür ve ders kitapları ile sınırlı değildir. Komünizm, kitap ile pratik yaşam arasındaki bağı birlikte ele alır. Kitap ile pratik yaşam arasındaki uçurum kapitalizmin temel özelliğidir. Pratik çalışma ve mücadele olmadan komünist kitabi bilgilerin bir değeri yoktur. Teori ile pratik arasındaki uçurum burjuvaziye özgüdür. Pratikten bağımsız komünist şiarların haykırılması ile komünist olunmaz. Teori ile pratiğin uyumlu olması gerektiğini belirten Lenin, burjuvazinin eğitim sistemini eleştirmekte ve komünist eğitimin pratikten bağımsız olamayacağını anlatmaktadır. Lenin şöyle devam eder: “Çarı kovmak zor olmadı; bunun için sadece birkaç


kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

de sık sık olduğu gibi kapitalistler, burjuvazi yeniden iktidara gelir. Kapitalistler ve burjuvazinin iktidarının yeniden kurulmaması için bu düzene göz yumulmamalıdır, tek tek kişilerin diğerlerinin sırtından servet edinmesine izin verilmemelidir, emekçiler proletaryayla birleşip komünist bir toplum kurmalıdır. Komünist Gençlik Birliği ve örgütünün temel görevini oluşturan şeyin esas özelliği bundan ibarettir. Eski toplum şu ilkeye dayanmaktaydı: Ya sen başkasını soyarsın ya da o seni soyar; ya sen başkaları için çalışırsın, ya da başkaları senin için çalışır; ya köle sahibi olursun, ya da köle. Bu toplumda büyümüş insanların adeta anne sütüyle birlikte şu psikolojiyi, alışkanlığı, düşünceyi emdikleri açıktır: Ya köle sahibi, ya köle, ya da küçük mülk sahibi, küçük ücretli memur, küçük memur, aydın, kısaca sadece kendisiyle ilgilenen ve diğerlerini hiç düşünmeyen bir insan olmak. Bir parça toprak işliyorsam başkaları beni ilgilendirmez; bir başkası açlık çekiyorsa daha iyi, tahılımı daha pahalıya satabilirim. Doktor, mühendis, öğretmen ya da memur olarak çalışıyorsam diğer İnsanlar beni ilgilendirmez. Belki, egemenler karşısında dalkavukluk ederek, yaltaklanarak işimi koruyabilir, hatta kariyer bile yapabilir, burjuva olabilirim. Komünistler arasında böyle bir psikoloji, böyle bir düşünce olmamalıdır. İşçiler ve köylüler kendi gücümüzle kendimizi koruyabileceğimizi ve yeni bir toplum kurabileceğimizi kanıtladıklarında, yeni komünist eğitim, sömürücülere karşı mücadelede eğitim, proletaryayla ittifak içinde egoistlere ve küçük mülk sahiplerine karşı, İnsanın sadece kendi kazancını düşünmesi, diğer İnsanlarla ilgilenmemesinden ibaret olan o psikoloji ve alışkanlıklara karşı eğitim başlamış oluyordu. Gelişmekte olan genç kuşak komünizmi nasıl öğrenmelidir sorusunun yanıtı budur. Bu kuşak komünizmi ancak, öğreniminin, eğitiminin her adımını proleterler ve emekçilerin eski sömürücü topluma karşı sürekli mücadelesiyle birleştirdiğinde öğrenebilir. Bize ahlaktan söz ettiklerinde şunu söylüyoruz: Komünistler için ahlak bu sağlam, dayanışmacı disiplin ve sömürücülere karşı kitlelerin bilinçli mücadelesinden ibarettir. Biz ebedi ahlaka inanmıyoruz ve ahlak üzerine bin bir masalla yayılan aldatmacayı açığa çıkarıyoruz. Ahlak insan toplumunu yükseltmek ve emeğin sömürüsünden kurtarmak için vardır. Bunun gerçek olabilmesi için, gençliğin, burjuvaziye karşı disiplinli amansız mücadele koşullan al-

gün gerekti. Toprak sahiplerini kovmak zor olmadı; bunun için sadece birkaç ay gerekti. Ve kapitalistleri kovmak da zor olmadı. Fakat sınıflan henüz ortadan kaldırmadık. Hâlâ işçi ve köylü ayrımı var. Eğer köylü ayrı bir toprak parçasında yaşıyor ve herkes açlık çekerken ne kendisi için ne de hayvanları için gerekli olmayan fazla tahıla el koyuyorsa hemen bir sömürücüye dönüşür. Kendisine ne kadar fazla tahıl alıkoyarsa onun için o kadar iyidir, bırakın diğerleri aç kalsın: “İnsanlar ne kadar aç kalırsa, bu tahılı o kadar pahalıya satarım.” Herkesin ortak bir plan doğrultusunda, ortak topraklar üzerinde, ortak fabrika ve tesislerde ortak bir düzene göre çalışması gerekmektedir. Bu kolay başarılabilir mi? Bu görevi yerine getirmenin Çar’ı, toprak sahibini ve kapitalisti kovmak kadar kolay olmadığını görüyorsunuz. Bunun için proletaryanın köylülerin bir kesimine başka bir şekil vermesi, onu değiştirmesi, zengin olan ve diğer insanların sıkıntılarından servet edinen köylülerin direnişini kırmak için emekçi köylüleri kazanması gerekmektedir. Demek ki proletaryanın mücadelesi, Çarlığı yıkmamız ve toprak sahipleriyle kapitalistleri kovmuş olmamızla bitmemiştir. İşte proletarya diktatörlüğü diye tanımladığımız düzenin görevi tam da budur. Sınıf mücadelesi sürüyor; sadece biçimleri değişti. Bu sınıf mücadelesini proletarya yürütüyor ki eski sömürücüler geri gelmesin, geri köylülüğün dağınık kitlesi bir birlik içinde toplansın. Sınıf mücadelesi sürüyor ve bizim görevimiz bütün çıkarları bu mücadeleye tabi kılmaktır. Komünist ahlakımızı da bu mücadeleye tabi kılıyoruz. Şöyle diyoruz: Eski sömürücü sınıfın yıkılmasına ve bütün emekçilerin yeni bir toplum, komünist toplum kurmakta olan proletaryanın etrafında toplanmasına hizmet eden şey ahlakidir. Komünist ahlak, her türlü sömürüye ve küçük mülkiyete karşı bu mücadeleye hizmet eden, emekçileri birleştiren ahlaktır, zira küçük mülkiyet, toplumun bütününün emeğiyle yaratılan şeyi tek bir kişinin eline verir. Bizde toprak ve araziler ortak mülkiyet sayılmaktadır. Ben bu ortak mülkiyetten bir parça alır, bu toprak parçasına bana gerekenin iki katı tahıl eker ve elime geçen tahıl fazlasıyla spekülasyon yaparsam ne olur? İnsanlar ne kadar çok aç kalırsa tahılım için o kadar yüksek bir fiyat elde edeceğimi söylersem bir komünist gibi davranmış olur muyum? Hayır, bir sömürücü gibi, bir mülk sahibi gibi davranmış olurum! Buna karşı mücadele etmek zorundayız. Bunu olduğu gibi bırakırsak geri püskürtülürüz, daha önceki devrimler-

63


✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 64

tında hedefin bilincinde olan insanlara dönüşmeye başlamış kuşağına gerek vardır. Bu kuşak bu mücadele içinde gerçek komünistler yetiştiriyor; eğitim ve öğrenim çalışmalarının her adımını bu kuşak bu mücadeleye tabi kılmalı ve bu mücadeleyle birleştirmelidir. Komünist gençliğin eğitimi ona muhtelif tatlı dilli konuşmalar ve ahlak kuralları sunmaktan ibaret olmamalıdır. Eğitim bu değildir. Ana-babalarının toprak sahipleri ve kapitalistlerin boyunduruğu altında nasıl yaşadıklarını gören, sömürücülere karşı mücadeleye girişenlerin çekmek zorunda oldukları acıları bizzat yaşayan insanlar; kazanılanı korumak uğruna mücadeleyi yürütmenin bedelinin ne olduğunu gören insanlar; toprak sahipleri ve kapitalistlerin ne azgın düşmanlar olduklarını gören insanlar — işte bu insanlar bu koşullar altında komünist olarak eğitiliyorlar. Komünist ahlakın esası komünizmin sağlamlaştırılması ve tamamlanması için mücadeledir. Komünist eğitim, öğrenim ve derslerin esası da bundan ibarettir. Komünizmin nasıl öğrenileceği sorusunun yanıtı budur. Eğitim ve öğrenim sadece okulla sınırlı kalsa ve hayatın fırtınalarından bağımsız olsa, öğrenime, eğitim ve terbiyeye hiç önem vermezdik. İşçi ve köylüler toprak sahipleri ve kapitalistler tarafından ezildiği sürece, okullar toprak sahipleri ve kapitalistlerin elinde olduğu sürece genç kuşak kör ve cahil kalır. Oysa bizim okulumuz gençliğe bilginin temellerini vermeli, onların kendi başlarına komünist düşünceler geliştirebilmelerini sağlamalı ve onları aydın insanlar haline getirmelidir. Okulumuz ders gördükleri dönemde genç insanları sömürüden kurtuluş için mücadeleye katılımcılar olarak eğitmelidir. Komünist Gençlik Birliği, eğitim ve öğretim çalışmasını sömürücülere karşı bütün emekçilerin ortak mücadelesine katılımla birleştirdiğinde gerçekten genç komünist kuşağın Birliği olduğunu kanıtlayacaktır. Çünkü sizler, Rusya tek işçi cumhuriyeti oldukça ve onun dışında bütün dünyada eski burjuva düzeni varlığını sürdürdükçe bizim kapitalistlerden daha güçsüz olduğumuzu, yeni saldın tehditleriyle karşı karşıya bulunduğumuzu, bundan sonraki mücadelede ancak birleşirsek, birlik olursak muzaffer olacağımızı, sağlamlaştığımızda gerçekten yenilmez olacağımızı biliyorsunuz. Yani komünist olmak demek, yetişmekte olan kuşağı örgütlemek ve birleştirmek, bu mücadelede bir eğitim ve disiplin örneği sunmak demektir. Bundan sonra komünist toplumun inşasına başlayabilecek ve bu işi sonuna kadar götürebileceksiniz.

Bunu size daha iyi anlatabilmek için bir örnek sunmak istiyorum. Kendimize komünist diyoruz. Komünist ne demek? Komünist Latince bir sözcüktür. Komünist toplum şu anlama gelir: Her şey ortaktır — toprak, fabrikalar, çalışma — komünizm budur. Herkes kendi başına, kendisi için iş yaparsa ortak çalışma olabilir mi? Ortak çalışma bir hamlede oluşturulamaz. Bu olanaksızdır. Ortak çalışma gökten inmez. Bu çalışarak, bir şeylere katlanarak, mücadele ederek elde edilebilir. Bu, mücadelenin seyri içinde oluşur. Bu kitabi bir bilgi değildir. Böyle olsaydı kimse inanmazdı. Burada herkesin kendi yaşam deneyimine gerek vardır. Kolçak ve Denikin Güney’den ve Sibirya’dan ilerlemeye başladıklarında köylüler onların yanında yer almışlardı. Bolşevizmden hoşlanmamışlardı, çünkü Bolşevikler köylülerin tahılını sabit fiyatla alıyorlardı. Ne var ki köylüler Sibirya ve Ukrayna’da Kolçak ve Denikin’in iktidarını hissetmeye başlayınca önlerinde şundan başka bir seçimin bulunmadığını anladılar: Ya kapitalisti izleyecek ve böylece kendisini toprak sahibinin köleliğine teslim edecekti, ya da onlara ırmaklarından süt ve bal akan bir ülke vaat etmeyen, zorlu savaşta onlardan disiplin ve dayanıklılık talep eden, fakat buna karşılık onları toprak sahipleri ve kapitalistlerin köleliğinden kurtaran işçileri izleyecekti. En cahil köylüler bile bunu kavradıklarınnda ve kendi deneyimleriyle öğrendiklerinde, zorlu bir eğitimden geçmiş hedef bilinçli komünizm yandaşları oldular. Komünist Gençlik Birliği de bütün faaliyetini bu deneyime dayandırmalıdır.“ (Age, sf. 519-523) Bolşevik Parti, iktidara geldiğinde, önlerinde sosyalizmin yaşanmış bir deneyimi yoktu. Bolşevik Parti’nin önderi Lenin, ileriye doğru nasıl yol alınacağının ilkelerini ortaya koyuyordu. Lenin, neyi nasıl öğrenilmesi gerektiğini ve eski bilimden ne anlaşılması gerektiği sorularına ayrıntılı cevaplar vermektedir. Lenin devamla, okullardaki çalışmanın her adımı, eğitim ve öğrenimin amacının sömürücülere karşı emekçilerin mücadelesi ile birleştirilmesi gerektiğini anlatmaktadır. Şubat 1921’de Bolşevik Parti Merkez Komitesi, Eğitim Halk Komiserliği’nde çalışan komünistlere şu talimatları gönderir: „1) RKP programında poli-teknik eğitim bakımından özellikle (bkz. programın halk eğitimine ayrılmış 1. ve 8. paragrafları) saptanmış bulunan görüşlere koşulsuz bağlı olan Parti, genel ve poli-teknik eğitim için yaş sınırının on yediden on beşe indirilmesini, bize Antant


kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

biçimde saptanmalıdır. 6) Çalışmanın kapsamı ve sonuçlarının saptanması ve gözden geçirilmesi için pratik, son derece kısa, fakat açık ve net rapor formları hazırlanmalıdır. Bu bakımdan Eğilim Halk Komiserliği’nde işlerin durumu son derece yetersizdir. 7) Ayrıca gazetelerin, broşürlerin, dergilerin ve kitapların gerek okullarda, gerekse de okullar dışında kütüphane ve okuma salonlarına dağıtımı son derece yetersizdir. O nedenle gazete ve dergilere Sovyet memurlarının küçük bir kesimi tarafından el konulması ve işçi ve köylülere son derece az miktarda ulaşması söz konusu olabilmektedir. Bütün bunlar temelden yeniden örgütlenmelidir. (Lenin, Cilt IX, İnter Yayınları, sf. 535-537) Lenin, 9. Parti Kongre‘sine sunduğu raporda, yönetim ilkesi ve nasıl yapacakları konusunda görüşlerini ortaya koyar. Eski bürokratların bir bölümünden proleter devlet yararlanmak zorundadır. Bu bağlamda Lenin, feodalizmin bağrından çıkan burjuvaziyi örnek verir. Lenin şöyle der: „Burjuvalar, yönetim işini bilmeden zafer kazandılar ve yeni bir anayasa ilan ederek, yönetim için memurları kendi sınıflarından alıp öğrenmeye başlayarak, önceki sınıfın yönetim memurlarından yararlanarak ve kendi yeni memurlarını yönetim işleri için eğiterek, bu amaçla tüm devlet mekanizmasını harekete geçirerek, feodal kurumlara el koyarak ve okullara yalnızca zenginlerin girmesine izin vererek zaferi güvenceye aldılar. Bu biçimde yıllar ve on yıllar boyunca kendi sınıflarının yönetim memurlarını eğittiler. Şimdi, egemen sınıfın modeline göre kurulmuş olan devlette, tüm devletlerde davranıldığı gibi davranmak zorundayız. Katıksız ütopizmin ve boş lafazanlıkların bakış açısını savunmak istemiyorsak, şöyle demek zorundayız: önceki yılların deneyimlerini göz önünde bulundurmalıyız, devrimin fethettiği anayasayı güvence altına almalıyız; devletin yönetimi için, inşası için ise, yönetim tekniğine egemen olan, devlette ve ekonomide deneyim sahibi kişilere gereksinimimiz var. Bu tür kişileri ise ancak önceki sınıflardan alabiliriz.“ (Bkz. Lenin, Cilt 8, İnter Yayınları, sf. 105-107) Bolşevik Parti, Çarlığın bürokratlarından yararlandı. Aynı zamanda kadrolarını da yönetim işleri için eğitmeye başladı. Lenin, sadece burjuvazinin devlet yönetmeye yetenekli olduğu anlayışına karşı mücadele başlattı. Avrupa’nın en geri köylü ülkesinde, eğitimsiz, çoğu okur- yazar bile olmayan bir ülkede iktidara gelmişlerdi. İşçiler, sınıfın tüm dinamiklerine sonsuz gelişme imkânı sağlayan devrim ortamında,

tarafından dayatılan savaşın baskısı altında ülkenin yoksulluğu ve sefaleti nedeniyle ortaya çıkmış geçici bir zorunlu önlem olarak değerlendirmek zorundadır. Kişilerin mesleki eğitimlerinin 15 yaşlarından itibaren, “genel poli-teknik bilgilerle” “birleştirilmesi” (RKP programının sözü edilen bölümünde madde 8), bunun için en ufak bir olanak varsa, kesinlikle ve her yerde zorunludur. 2) Eğitim Halk Komiserliği’nin başlıca eksikliği pratiklik ve pratik düşüncenin yokluğu, pratik deneyimin dikkate alınması ve gözden geçirilmesinde yetersizlik, bu deneyimin sonuçlarından sistematik olarak yararlanmada eksiklik, genel değerlendirmeler ve soyut şiarların ağır basmasıdır. Halk Komiserliği’nin ve Kurulun temel dikkati bu eksikliklerle mücadeleye yönelmelidir. 3) Genel olarak Eğitim Halk Komiserliği’nde, özel olarak da Mesleki Eğitim Ana Dairesi’nde merkezdeki çalışmaya uzmanları, yani teorik ve uzun yıllar süren pratik eğitime sahip pedagogları, aynı zamanda teknik (ve tanım) alanında mesleki eğitim görmüş insanları katma işi yanlış örgütlenmiştir. Derhal bu tür çalışanların kaydedilmeleri, hizmet sürelerinin saptanması, çalışmalarının sonuçlarının incelenmesi ve bunların yerel ve özellikle de merkezi çalışmada sorumlu görevlere çekilmeleri örgütlenmelidir. Bu tür uzmanların raporu ve sürekli katılımı olmadan tek bir önemli önlem alınmamalıdır. Elbette uzmanların katılımı iki koşul altında cereyan etmek zorundadır: birincisi komünist olmayan uzmanlar komünistlerin denetiminde çalışmalıdır. İkincisi, derslerin içeriği, genel eğitim konuları, felsefe, sendikalar bilimi ve komünist eğitim söz konusu olduğunda sadece komünistler tarafından saptanmalıdır. 4) En önemli okul tipleri programlar, ayrıca kurs, konferans, ders takriri, sohbetler için pratik egzersizler hazırlanmalı ve hem heyet, hem de Halk Komiserliğince onaylanmalıdır. 5) Standart çalışma okulları ve sonra özellikle Mesleki Eğitim Ana Dairesi, bütün uygun teknik ve tarım güçlerinin, bir ölçüde iyi donanımlı her fabrika ve tarımsal işletmeden (Sovyet çiftlikleri, tarımsal deneme istasyonları, iyi idare edilen çiftlikler ve benzerleri, elektrik santralleri vs.) yararlanılarak daha yaygın Ölçüde ve sistemli olarak mesleki teknik ve poli-teknik eğitim çalışmasına çekilmesine daha büyük bir dikkat göstermelidir. Poli-teknik eğitim için ekonomik girişim ve müesseselerden yararlanmanın biçim ve tarzı, ilgili ekonomik organın onayıyla üretimin normal seyri bozulmayacak

65


✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

zorlukları yendiler, yönetmeyi öğrendiler. İktidarı ele geçirdikleri devrimin ilk günlerinde, sorunlar olanca ağırlığı ile ortaya çıktığında, onları çöze çöze ilerlemesi gerektiğini biliyorlardı. Attığı her adımdan bir ders çıkararak, kitlelere sağlam ve sarsılmaz bir güven duyarak ve partinin kolektif gücüne yaslanarak yürümesini biliyordu Lenin. İşçi-emekçilerin bilinç ve örgütlenme seviyelerinin geliştirilmesinde somut adımlar atılıyordu. 19 Temmuz 1920’de Cehaleti Tasfiye Komisyonu oluşturuldu. Cehaleti tasfiye etmekle sorunlar çözülmüyordu. Sosyalist ekonominin inşa edilmesi gerekiyordu. Bunun için de okuma yazma oranın geliştirilmesi de yetmiyordu. Kültürün muazzam biçimde yükseltilmesine ihtiyaç vardı. İnsanın okuma yazma bilgisinden pratikte yararlanması, okuyacak bir şeylere sahip olması, eline gazete ve propaganda broşürlerinin geçmesi, bunların doğru dürüst dağıtılıp halka ulaştırılması gerekiyordu. Politik aydınlanma ve kültürün geliştirilmesi düşüncesi ön plana çıkarıldı. 1920 yılı iç savaşın sürdüğü ve proleter devletin var olma mücadelesi verdiği bir yıldır. Tüm zorluklara rağmen proleter devlet okuma yazma oranın geliştirilmesinde çalışmalar yapmaktan geri durmadı. Çarlık Rusya’sında en son nüfus sayımı 1897’de yapılmıştı. 1897 ve 1920 yıllarında okuma yazma tablosu şöyledir:

1)Avrupa Rusya’sı: 2)Kuzey Kafkasya 3) Sibirya (Batı) Bütün Rusya‘da

66

çümseniyor. Burjuvazi, SB kazanımlarını yok sayıyor ve tarih çarpıtıcılığı yaparak güya „kapitalizmin üstünlüğü“nü anlatmaya çalışıyor! Burjuvaziden sosyalizmin kazanımlarını anlatmasını zaten beklemiyoruz. Ama kendilerine „sosyalist, komünist“ etiketi yapıştıranların bir bölümü de, SB’ndeki kazanımlara, sosyalist inşa deneylerine ve eğitimde yapılanları küçümsüyor. SSCB’de sosyalizmin inşası ve sosyalist bireyin yaratılması için muazzam adımlar atıldı. SSCB’de eğitim sistemi; eğitimin ülke ekonomisine olan etkileri ve sosyalist bireylerin yaratılmasındaki rolü temel alınarak yürütüldü. Sosyalist eğitim, eğitimi üretimle iç içe ele alır. Eğitimin amacı, kolektif bilincin geliştirilmesi ve bireylerin çok yönlü yeteneklerinin açığa çıkarılmasıdır. Eğitimin amacı, halkın ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, yaşam ve bilinç düzeyinin sürekli daha ileriye götürülmesidir. SB’nde bütün zorluklara rağmen ekonomi, bilim, kültür ve sanatın her alanında muazzam başarılar elde edildi. Sosyalist kadrolar, yaşamın ve üretimin her alanında gerçekleştirilen kültürel ve teknik atılımlarla toplumun daha ileriye gitmesini sağladılar. Toplumun çıkarlarını temel alan Bolşevik Parti, SSCB’nin her alanda dev adımlarla ilerlemesine öncülük etti. Komünist örgüt ve birliklerde yer alan parti ve Komsomol’un genç kadroları, 2. Dünya Savaşı’nda Nazi sürülerine karşı en ön cephede yer aldılar. Sovyet eğitimindeki

1000 erkekten okuma 1000 kadından okuma yazma bilenler yazma bilenler 1897 1920 1897 1920 136 225 326 422 56 215 241 357 46 134 170 307 131 244 318 409

Emekçi halk yığınlarının emperyalist-kapitalist sisteme karşı mücadelesinin ve baskısız, sömürüsüz yeni bir yaşamı inşa edip geliştirmesinin bir aracı, geleceği kazanmak için olmazsa olmazın silahı eğitimdi. SSCB’de bu ihtiyacı temel alan bir okul ve yaşamın her alanını kapsayan bir eğitim politikası geliştirilip uygulamaya sokuldu. Somut adımlar ve sonuçlar SB’nde sosyalizmin inşasında yapılan muazzam başarılar ve eğitim alanında yapılan çalışmalar kü-

Genel olarak 1000 kişiden okuma yazma bilenler 1897 1920 229 330 150 281 108 218 223 319

başarılar, Komünist Parti ve Komünist Gençlik Örgütü kadrolarının başarısıdır. SB, bilim, kültür ve sanatı halkın çıkarları için kullandı. Bugün, SSCB’nin eğitim, bilim ve kültür alanındaki başarı ve uygulamaları bize örnektir. “Çocuk bakımı ve eğitiminin toplumlaştırılması bağlamında Sovyet devleti çok çeşitli kurumlar yaratmıştır. Bunlardan en çok tanınan şüphesiz kreşler ve çocuk yuvalarıdır. Ama bunun dışında, okul çocukları için bütün gün süren okullar, hafta sonu ve okul sonra-


kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

konusunda temel eğitimi alması sağlanıyordu. SB’nde eğitim karma ve laik bir temelde yapılıyordu. Dinin eğitim sistemi içerisinde yeri yoktu. Bilimsel olmayan hiç bir düşünce müfredatta yer almıyordu. Orta öğretimden itibaren, öğrencilere parti, ML ve ülke tarihini anlatan dersler veriliyordu. Öğrencilerin sosyalist bilinç edinmelerine özel önem veriliyordu. Sovyetler Birliği’nde eğitim, üretimle iç içe geçen, yaşamın her alanını kapsayan sürekli eğitim modeliydi. 17 yaşına kadar eğitim zorunlu idi. Yedinci sınıftan itibaren, matematik, fen bilimleri, coğrafya, tarih, fizik, kimya, müzik, teknik çizim, el sanatları, beden eğitimi, askeri eğitim ve SSCB anayasası dersleri müfredatta yer alan temel derslerdi. Yedi yıllık öğrenimlerini tamamlayan öğrenciler, istekleri doğrultusunda 2 yıllık teknik okullara devam edebiliyorlardı. Teknik okulları bitiren öğrenciler çalışma yaşamına atılıyordu. Eğitim, sadece okullarla sınırlı değildi. Her mahallede genç komünistlerin ve mahalle gençlerinin çalışma yürüttüğü öncü evleri ve atölyeler vardı. Ayrıca Komünist Parti tarafından organize edilen eğitsel aktiviteler çocukların, gençlerin ve yetişkinlerinin eğitiminin devamlılığını sağlıyor ve ideolojik olarak Sovyet insanının güçlenmesini beraberinde getiriyordu. SSCB’de eğitim parasızdı. Öğrenciler, mesleki tercih ve yönelimleri doğrultusunda üniversiteye yerleştiriliyordu. Üniversitelerde, ortaöğretim aşamasını çeşitli nedenlerle bitirememiş ama eğitime devam etmeye uygun genç işçi ve köylüleri üniversite eğitiminden yoksun bırakmamak için oluşturulmuş, ‘İşçi Fakülteleri’ de bulunuyordu. Üniversite eğitimi, bilimin her alanında uzmanlar ve eğitimciler yetiştiriyordu. Üniversite eğitimi, bilim, sanayi, teknik, sosyal ve siyasal konularda çalışma yürüterek işçi ve emekçilerin ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel düzeylerini yükseltme amacına hizmet ediyordu. Üniversitelere bağlı fakültelerde bilimin çeşitli alanlarında uzmanlar yetiştirilirken, yüksek teknik okullarında da fabrika ve diğer üretim alanları için uzmanlar yetiştiriliyordu Sovyet eğitim sisteminde ‘her yaşta eğitim’ ilkesi geçerliydi ve bu kapsamda akşam okulları, mektupla eğitim kurumları ve yetişkinlere yönelik eğitim veren kurumlar bulunmaktaydı. Okuma-yazma bilenlerin oranı 1958’de % 98,5’e çıkmıştı. Sovyetler Birliği’nde, halkın eğitim ve kültür seviyesini yükseltmek için sürekli bir çalışma yapılıyordu. Sovyetlerde 1928 yılında 570 gazete basılıyor ve bu gazetelerin yıllık tirajı

sı için çocuk kulüpleri ve çocukların boş zamanlarını spor ve kültürel faaliyetlerle geçirebilecekleri merkezler vs. vs. de mevcuttu. Ayrıca yatılı anaokulları ve yatılı okullar, çocuk yurtları ve komünleri yaratılmaya çalışılmıştır. Kırsal kesim için özellikle kolektifleştirme hareketiyle birlikte ürün alma dönemi için sezonluk kreşler ve çocuk yuvaları, gezgin çocuk yuvaları gibi kurumlar ilk defa Sovyetler Birliği’nde denenmiş ve gerçekleştirilmiştir.” (Rusya’da 1917 Sosyalist Ekim Devrimi ve Kadınların Kurtuluşu, Cilt 2, Dönüşüm Yayınları, İst., Kasım 1993, sf. 28) SSCB’de okul sisteminde zorunlu eğitim aşamasından önce 3-4 ve 5-6 yaşlar arası yuvalar ve anaokulları vardı. SSCB’de kadının sosyal yaşama katılması yönünde adımlar atılıyor, küçük çocuklar için mahalle, fabrika ve kolektif çiftliklerde yaygın olarak çocuk yuvaları kuruluyordu. Ardından dört yıllık ilkokul ve birinci devre orta öğretim aşaması geliyordu. Bu zorunlu aşamadan sonra öğrenciler fabrika okulları, teknik okullar, öğretmen enstitüleri veya ikinci devre orta öğretim okullarından birine yönlendiriliyordu. Eğitimin bu aşamasından sonra üniversiteler ve yüksek enstitüler ve sonraki aşamada ise araştırtma enstitüleri ile mezuniyet sonrası programlar yer alıyordu. Sovyetler Birliği’nde eğitim 7–16 yaşları arasındaki bütün çocuklar için zorunlu idi. Sovyetler Birliği’nde ulusların dili, kültürlerinin geliştirilmesi ve ana dilde eğitim konusunda muazzam adımlar atıldı. Sovyetler Birliği sınırları içinde konuşulan 130’a yakın dilin konuşulması önündeki engeller kaldırıldı. Her cumhuriyet, eğitim ve öğretimde kendi dilini kullanıyordu. O güne kadar hiçbir alfabe ve yazı diline sahip olmayan halklar için, dilbilgisi kitapları, sözlükler hazırlandı ve kendi dillerinde ders kitapları yayımlandı. Sovyetler Birliği’nde ders kitapları birçok ulusal dilde basılmasına rağmen, içerik olarak aynı idi. Bu durum, sosyalist kültür (ve eğitimin) biçim olarak ulusal ve içerik olarak sosyalist idi. Dört yıllık ilkokul ve üç yıllık ortaöğretim aşamasından oluşan ilköğretim SSCB’de eğitimin zorunlu aşamasını oluşturuyordu. İlk dört yılda öğrenciler; okuma dersleri, uygulamalar, çevre gezileri ve deneyler yaparak öğrenimlerini tamamlıyorlardı. Üretim eğitimi beşinci sınıfta başlıyordu. Poli-teknik eğitimi genellikle okula yakın olan bir fabrikada, sanayi tesisinde, kolektif çiftliklerde veya okulun atölyesinde yapılıyordu. Eğitimin bu aşamasında çocukların matematik, fen ve sosyal bilimler ile modern politika

67


✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 68

5 milyara yaklaşıyordu. Basılan kitap sayısı da 253 milyonu buluyor ve bu rakamlar her yıl giderek katlanıyordu. 1930’da Sovyetlerde 35 bin sinema vardı. 1928 yılına gelindiğinde 8 dalda, 24 bilimsel araştırma enstitüsü kuruldu. 1930 yılına kadar 83 dalda 72 bilimsel araştırma enstitüsü kurulmuştu ki aralarında Termo-Teknik Enstitüsü, Teknik Fizik Enstitüsü gibi Avrupa’da karşılıkları bulunmayan dev enstitüler de yer alıyordu. 1931 yılında, tarım alanında 47, taşımacılıkta 44, halk sağlığında 34 enstitü bulunuyordu. Toplam bilimsel araştırma enstitüsü sayısı 789’a ulaşmış durumda idi. Fabrika laboratuarlarının sayısı binlere ulaşmıştı. Bu endüstri enstitülerinde çalışan bilim insanı sayısı 11 bine, buralarda çalışan işçi sayısı ise (fabrikalarda çalışanlar hariç) 40 bine ulaşmıştı. Öte yandan Sovyet Hükümeti, bu gelişimin devamlılığını sağlamak için bazı önlemler de almış durumdaydı. Üniversitelerde ve teknik okullarda okuyan öğrenci sayısı 1929’da 100 binden azken 1931de 157 bine çıktı. Ayrıca 1931 yılı, mühendis ve teknik personel sayısının ikiye katlandığı ve bu açıdan Beş Yıllık Planın hedefine ulaştığı bir yıl oldu. Sosyalist Eğitimin Amacı Sovyetler Birliği’nde ki eğitimin amacı, yaşamın ve üretimin her alanıyla birleşmiş, kolektif bilincin geliştirilmesine ve bireylerin her türlü yeteneğinin açığa çıkarılıp geliştirilmesine hizmet ediyordu. Sovyet Eğitimi, halkın ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, sanatsal çok yönlü olarak, yaşam ve bilinç düzeyinin sürekli daha ileriye götürülmesine dayanan bir eğitim anlayışı idi. Krupskaya, çocukların eğitimi ile ilgili yazdığı bir makalesinde, Sovyet eğitim sistemi ile burjuva eğitim sistemi arasındaki farkları şöyle açıklıyordu: “Sovyet eğitim sistemi, her çocuğun yeteneğini, etkinliğini, bilincini, kişiliğini ve insani özünü geliştirmeyi amaçlar. Eğitim yöntemimizin burjuva halk okullarındaki yöntemlerden değişik olmasının nedeni budur ve bu yöntemler, burjuva çocuklarının eğitimine uygulanan yöntemden tamamen farklıdır. Burjuvazi çocuğunu her şeyin üstüne koyan, onu kitlelere karşı çıkan bireyler olarak yetiştirmeye çalışır. Komünist eğitim yönteminde biz, çocuklarımızın her yönden gelişmesinden yanayız, - biz onları fiziksel ve ahlak bakımından güçlü bireyler yapmak istiyoruz. Özel mülkiyet tutkusu ile bireyci olmamalarını öğretiyoruz. Kolektife karşı çıkmayan, tersine onun gücünü oluşturan ve onu daha ileri düzeylere yükseltenler olarak yetiştiriyoruz.

Çocuğun kişiliğinin en iyi ve en mükemmel olarak sadece bir kolektifte gelişebileceğine inanıyoruz. Çünkü kolektif, bir çocuğun kişiliğini yok etmez, tersine eğitimin niteliğini ve içeriğini geliştirir.”(Bkz. N. K. Krupskaya, Eğitim Üzerine, Yorum Yayınları, sf. 146-147) Görüldüğü gibi sosyalist sistemde eğitim çocukların yeteneğini, kişiliğini ve insani özünün gelişmesine hizmet etmektedir. Sosyalist sistemde, çocuklar tek yönlü değil, çok yönlü gelişirler. Sosyalizm kapitalizmin tersine çocukları bireyci değil, kolektif bireyler olarak yetişmesini sağlamaktadır. Sovyetler Birliği’nde çocukların çok yönlü geliştirilmesi, yeteneklerinin açığa çıkarılması ve kolektif bir bilinçle yetişmeleri için “Genç Öncü Birlikleri” kurulmuştu. Bu birlikler geleceğin sosyalist kadrolarının yetişmesi için bir okuldu. “Genç Öncü Örgütü; üyelerine neşe ve üzüntünün paylaşılmasında kolektif ruh ve alışkanlıkları aşılamakta, kolektifin çıkarlarını kendi çıkarı olarak görmeyi, kolektifin üyelerini kendisi gibi görebilmeyi öğretmektedir. Örgüt, kolektif davranışları, yani kolektife inisiyatifini kullanarak ve kolektifin görüşüne saygı duymayı onlara öğreterek, kolektifin isteğini kendi isteğinden önde tutarak, birlikte ve örgütlü bir tavırla çalışma ve hareket etme yeteneğini geliştirir. Son olarak, çocukların komünist bilincini, insanlığın mutluluğu için savaşan işçi sınıfının, uluslararası proletaryanın muazzam ordusunun üyeleri olduklarını kavramalarına yardım ederek artırmıştır.” (N. K. Krupskaya, Eğitim Üzerine, Yorum Yayınları, sf. 132) Kapitalizm büyük insanlık açısından acıların yaşandığı bir toplumdur. Evsizler, sokak çocukları, hırsızlar, uyuşturucu ve alkol bağımlıları, bu sistemin ‘kötü çocukları’ olarak hep dışlanır. Bunları bu yaşam koşullarına sürükleyen nedenler, kapitalist sistemin yarattığı eşitsizlikler sorgulanamaz. Toplum için bir tehdit olarak görülen/gösterilen bu unsurlara karşı polisiye tedbirler geliştirilir. Ama kapitalizmin çarkları “suç” ve “suçlu” üretmeye devam eder. Kapitalist kültürün; kapitalist ilişki ve yaşam biçiminin bir sonucu olarak ortaya çıkan sokak çocukları, suç işlemiş çocuklar, sosyalizmde dışlanmaz, yeniden topluma kazandırılır. Makarenko, Yaşam Yolu adlı eserinde, sokak çocuklarının eğitilip topluma kazanılması amacıyla oluşturulmuş toplulukları ve bu toplulukların elde ettiği başarıları şöyle anlatır: “Pek çok şey oldu ve pek çok şey unutuldu. İlkel kabadayılıklar, hırsız argoları ve çekilen çileler, hep geçmişte kaldı. Topluluğun Rabfak’ı (işçi üniversitesi) her bahar bir


egemen olur. Sovyetler Birliği Bilim Akademisi, Sovyetlerde bütün yüksek öğretim kurumlarını denetliyordu. Bütün bilimsel araştırma ve çalışmaların merkezi, Sovyetler Birliği Bilim Akademisi idi. Yapılan bilimsel çalışmalar bu akademi tarafından denetleniyordu. Sovyetler Birliği’nde, üniversiteler, yüksek teknik okullar, yüksek sosyal bilimler okulları ve pedagoji enstitüleri yüksek öğrenim okulları idi. Yüksek okullar özerk bir statüye sahipti. Üniversiteler aynı zamanda yüksek okullara profesörler yetiştiriyordu. Üniversiteler bilimsel araştırmaların yanı sıra, toplumun bilinç seviyesini yükseltmek içinde çalışmalar yapıyordu. Fakültelere bağlı çok sayıda bilimsel araştırma enstitüsü vardı. Bu enstitüler Bilim Akademisi’nin raporları doğrultusunda üniversitenin bilimsel karakterini belirliyordu. İlköğretimi bitiren öğrenciler üniversiteye girme hakkına sahipti. İlköğretimi tamamlamayan öğrenciler işçi fakültelerine girebiliyordu. SB’nde okumanın önündeki engeller kaldırılmış ve her ihtiyaca cevap veren okullar kurulmuştu. Yüksek teknik okulları, üniversitelerden farklı olarak üretim ve üretim araçları ile ilgileniyordu. Yüksek Teknik Okullarından mezun olanlar, fabrika ve işletmelerde görev alıyordu. Sanayinin geliştirilmesinde, Yüksek Teknik Okulların belirleyici önemde bir rolü vardı. Teknik okullarda okuyanlar aynı zamanda işletmelerde çalışıyorlardı. Okul ile çalışma iç içeydi. Ekonomi de olduğu gibi, öğrencilerin üniversitelere yerleştirilmesi bir plan temelinde yapılıyordu. Böylelikle, kimi üniversitelere yığılmaların önü alınıyordu. Planlar neticesinde öğrenciler üniversitelere yönlendirilirken aynı zamanda öğrencilerin kendi istedikleri bölümleri okuyabilmeleri sağlanıyordu. Ekonomi de olduğu gibi, üniversitelerin de SB’nde eşit şekilde kurulmalarına özen gösteriliyordu. Çünkü sosyalist inşanın gelişmesine paralel olarak, üretimde uzman kadrolara acil ihtiyaç duyuluyordu. SB’nde işsizlik yoktu. Gelecek kaygısı yoktu. Üniversitelerden mezun olanlar, devlet tarafından uygun sektöre yerleştiriliyorlardı. SB’nde kısa süre içerisinde kazanılan başarılar, doğru uygulanan eğitim politikasının bir sonucuydu. SB’nde eğitim ve öğretim proletaryanın çıkarlarına uygun olarak şekillendirildi. Sınıflı toplumlarda, eğitim küçük bir azınlığın çıkarlarına göre şekillenirken, Ekim Devrimi ile birlikte değişen toplumsal dü-

kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

Sovyetlerde yüksek öğrenim

sürü öğrenci gönderiyor daha üst eğitim kurumlarına, yakında bu üniversitelerden birer mühendis, doktor, tarihçi, yerbilimci, havacı, gemici, radyo operatörü, eğitbilimci, müzikçi, aktör ve şarkıcı olarak çıkacaklar. Her yaz bu yeni aydınlar işçi kardeşlerini –tornacıları, frezecileri, kalıpçıları görmeye gelirler, büyük bir yürüyüş yaparız sonra.(…) Volga yöresinde de yürüdüler, Kırım’da, Kafkaslarda da yürüdüler, Moskova’ya, Odesa’ya, Azak kıyılarına da gittiler…” (Anton S. Makarenko, Yaşam Yolu, II. Cilt, Payel Yayınları, sf. 497) Poli-teknik eğitim nedir? Poli-teknik eğitim çok yönlü bir eğitimdir. Poli-teknik eğitimde eğitim ve üretim iç içe geçer. Bu eğitim sisteminin amacı, kafa ile kol emeğinin birbirinden ayrılmasını önlemektir. Bu eğitim sonucunda, öğrenciler toplumun ve üretimin birer parçası haline gelir. Poli-teknik eğitimde, bilgi sadece ezbere dayanılarak kitaplardan öğrenilmez. Bu eğitim sisteminde eğitim ile yaşam iç içedir. Poli-teknik eğitim, teknoloji ile üretimin birlikte öğrenmesini içerir. Poli-teknik eğitim, sadece meslek eğitimi ya da teknik eğitim değildir. Poli-teknik eğitim, mesleğe yönlendirmede temel eğitimdir. Meslek eğitimi, politeknik eğitimin verdiği temel eğitim üzerine kurulur. Birey aldığı meslek eğitimi sonucunda uzmanlaşmış gibi görünebilir. Fakat poli-teknik eğitim sayesinde her zaman başka bir mesleğe geçme olanağına sahiptir. Poli-teknik eğitim; insanın tek bir uzmanlık alanına hapsolmasını engelleyen eğitim sistemidir. Poli-teknik eğitim, öğrencileri düşünmeye ve üretmeye sevk eder. Poli-teknik eğitim; mantıksal, teknik ve ekonomik düşünme yeteneği geliştirir. Birey, üretime sorumlu biri olarak katıldığından planlı düşünme ve hareket etme yeteneği kazanır, kolektif çalışma alışkanlığı elde eder. Poli-teknik eğitimde, öğrenci sadece makineyi kullanmayı öğrenmez, makinenin çalışma prensibini, hangi parçalardan oluştuğunu, nasıl yapıldığını öğrenir. Bilimsel gelişmeleri öğrenir ve yeni teknolojiyi tanır. Böylece sanayinin gelişmesiyle gelen yeniliklere yabancı kalmamış olur. Poli-teknik eğitim sayesinde öğrenci; matematiği, doğa bilimlerini, toplumsal bilimleri ve bu bilimleri teknikte, üretimde kullanmayı öğrenir, üretimin gerektirdiği tüm becerileri kazanır. Poli-teknik eğitimin amacı işçiyi bir üretim dalının tutsağı olmaktan kurtarmaktır. Poli-teknik eğitimde; işçiler başka üretim dallarına geçebilir, sanayinin gelişimine kolayca ayak uydurabilir ve en önemlisi üretim sürecinin tamamını bir bütün olarak kavrayabildiğinden üretim sürecine

69


✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

zen, yeni bir eğitim sisteminin toplumun çıkarlarına göre şekillenmesine yol açtı. Çarlık Rusya’sının ekonomik yapısı, Ekim devrimi sırasındaki objektif duruma bakıldığında, nerden nereye gelindiğinin cevabı ortaya çıkar. Hep vurgulandığı gibi sosyalizmin inşa edilmesi, yeni insan tipinin yaratılması bir süreç işidir. SSCB’de sosyalizmin gerçek anlamda inşası 20-25 yıllık bir dönemi kapsar. Bu dönem içerisinde küçümsenmeyecek atılımların yapıldığı bir gerçektir. Eğitim alanında çok şeyler yapılmasına rağmen, elbette ki eksiklikler, hatalar da yapılmıştır. Bu hatalar bizzat kendileri tarafından tespit edilmiştir. Her Parti Kongresi’nde ülkenin durumu, gelişmeler ele alınmış ve eksiklikler tespit edilmiştir. Eksikliklerin tespit edilmesi ile yetinilmemiş, çözüm önerileri ortaya konulmuş ve kararlar alınmıştır. Ek olarak SBKP(B) Parti Kongre raporlarında, eğitim ile ilgili bölümleri yayınlıyoruz. EK

SBKP(B) Parti Kongre Raporlarından RKP(B) XI. Parti Kongresi Raporundan

70

„Ve burada sorun çok açık konmalıdır: Gücümüz nerededir, eksiğimiz nerededir? Elimizde tamamen yeterli politik iktidar var. Komünistlerin, Komünist Partisi’nin, şu ya da bu pratik sorunda, şu ya da bu ticari kurumda yeterince güce sahip olmadığını iddia etmek isteyen birini bulmak zor olacaktır. Esas ekonomik güç elimizdedir. Yaşamsal öneme sahip bütün büyük işletmeler, demiryolları vs. hepsi elimizdedir. Kiraya verilmiş işletmeler yer yer ne kadar gelişmiş de olsa genelde önemsiz bir rol oynar, genelde yok denecek kadar az bir kısımdır. Rusya’nın proleter devletinin elinde tuttuğu ekonomik güç, komünizme geçişi güvence altına almak için tamamen yeterlidir. Eksik olan nedir? Neyin eksik olduğu çok açıktır: Yöneten komünist kesimin kültürel eksikliği. Sorumlu mevkilerdeki 4700 komünistiyle Moskova’yı ve dev bürokratik aygıtı, dev yığını aldığımızda — burada kim yönetiyor ve kim yönetiliyor? Bu yığını komünistlerin yönettiğinin söylenebileceğinden çok kuşkuluyum. Gerçeği söylemek gerekirse: yönetenler onlar değil, onlar yönetiliyor. Burada, çocukken bize tarihten anlattıklarına benzer bir şey ortaya çıkmıştır. Bize öğrettikleri şuydu: Bir halkın bir başka halkı fethettiği durumda, fetheden halk fetheden, fethedilen halk ise yenilen halktır. Bu çok basittir ve herkes tarafından anlaşılabilir. Peki, bu halkların kültürle-

rine ne oluyor? Burada iş o kadar basit değildir. Eğer fetheden halk yenilen halktan kültürel olarak daha gelişmişse, bu halka kendi kültürünü dayatır, fakat tersi bir durum söz konusuysa, yenilen halkın fetheden halka kendi kültürünü dayatması söz konusudur. RSSFC’nin başkentinde de benzer bir durum ortaya çıkmadı mı ve burada 4700 komünist (neredeyse bir tümen, hepsi de en iyileri) yabancı bir kültür tarafından boyunduruk altına alınmadı mı? Fakat burada görünürde yenilenlerin yüksek bir kültüre sahip oldukları izlenimi doğabilir. Hiç de öyle değil. Sahip oldukları kültür zavallı, önemsiz bir kültürdür, fakat yine de bizimkinden yüksektir. Ne kadar zavallı, ne kadar acınası da olsa yine de bizim sorumlu fonksiyonerlerimizinkinden yüksektir, çünkü bizim fonksiyönerlerimiz yönetim konusunda bilgiye sahip değiller. Kurumların başına geçen komünistler —bazen onları bir kalkan olarak kullanmak isteyen sabotörler tarafından kasıtlı olarak ustaca öne itilirler— sık sık kafese konuyorlar. Bu çok nahoş bir itiraf. Ya da en azından pek hoş bir itiraf değil, fakat öyle inanıyorum ki bunu yapmak gerekir, çünkü sorunun püf noktası burada yatmaktadır. Bu yıldan çıkarılacak politik ders bana göre budur ve 1922 yılında mücadele bunun işareti altında geçecektir.“ (Lenin, Eserler Cilt 9, İnter Yayınları, sf. 380-381)

RKP(B) XII. Parti Kongresinden “Okul konusuna geçiyorum. Siyasi okullardan, Sovyet ve Parti fonksiyonerleri yetiştiren okullardan ve komünist üniversitelerden söz ediyorum. Bu, Partinin komünist eğitimi geliştirmesine, işçi kesimi arasında sosyalizm tohumunu, komünizm tohumunu eken ve böylece Partiyi manevi bağlarla işçi sınıfına bağlayan eğitim işleri için bir fonksiyoner kadrosu yetiştirmesine yardım eden bir aygıttır. Sayılar, Sovyet ve Parti fonksiyoneri yetiştiren okullarda geçen yılki dinleyici sayısının yaklaşık 22 000 olduğunu göstermektedir. Bu yıl bu sayı, eğer Siyasi Aydınlatma Merkez Yönetimi tarafından finanse edilen kentlerdeki siyasi temel bilgi okulları da birlikte sayılacak olursa, 33 000’den az değildir. Komünist eğitim için son derece önemli olan komünist üniversitelere gelince, buradaki artış azdır: Önceden 6000 dinleyici vardı, şimdi ise 6400 olmuştur. Partinin görevi, bu cephede tüm güçleri gayrete getirmek ve komünist eğitim için bir fonksiyoner kadrosunun yetiştirilmesini amaçlayan çalışmayı güçlendirmektir. Basına geçiyorum. Basın, bir kitle aygıtı değildir,


„a) Komünist Eğitim Çalışması. Göze çarpan, partide politik eğitimden geçmemiş olanların oranının fazlalığıdır: Bazı eyaletlerde bunların sayısı % 70’i bulmaktadır. Merkezi Rusya’nın bazı eyaletlerinde ortalama % 57 oranında politik eğitimden geçmemiş kişi vardır (60.000 kişi incelenmiştir) ; geçen yıl bunlar yaklaşık % 60’tı. Bu çalışmamızın temel eksikliklerinden biridir. Besbelli ki, çalışmamız derinlemesine olmaktan çok genişlemesine gitmektedir. Sovyet ve parti fonksiyonerlerini yetiştiren okulların sayısı, daha doğrusu bu okulların öğrenci sayısı, bu okulların bir kısmı için şimdi yerel bütçelerin para sağlama zorunluluğu gerçeği yü-zünden biraz azalmıştır. Komünist Yüksek Okul Öğrencilerinin sayısı geçen yıla oranla artmıştır. Fakat bu sayı biraz azaltmak zorunda kalacak ki, öğrencilerin maddi durumu eldeki araçlarla orantılı olarak iyileştirilsin ve ağırlık komünist eğitim çalışmasının derinleştirilmesine verilsin. Özellikle vurgulanması gereken, komünist eğitim çalışmasında tayin edici öneme sahip olan Leninizmin propagandacıdır.

kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

RKP(B) XIII. Parti Kongresi Raporundan

b) Basın. Geçen yıl 560 gazete vardı, bu yıl daha azdır, 495 adet; fakat baskı sayıları 1,5 milyondan 2,5 milyona çıkmıştır. İlginç olan, Rusça olmayan gazetelerin sayısındaki artıştır. Hatta öyle cumhuriyetler var ki, buralarda bir tek Rusça gazete bile yayınlanmıyor, örneğin % 100 tüm gazetelerin Ermenice yayınlandığı Ermenistan; Gürcistan’ da tüm gazetelerin % 91’i Gürcü dilinde yayınlanmaktadır, Belo-Rusya’da % 88’i Rus olmayan dillerde yayınlanmaktadır. Ulusal dillerdeki gazetelerin sayısındaki artış, tam anlamıyla tüm ulusal bölgelerde ve cumhuriyetlerde tespit edilmektedir. Dikkatimizin merkezini periyodik yayın organlarımızın yazı kurullarının bileşimine yöneltmek zorundayız. 287 basın organı denetlenmiştir ve görünen, bu basın organlarında redaktörlerin yalnızca % 10’unun illegalite döneminden kalma parti üyeleri olduğudur. Büyük bölümü oluşturanlar, 1918-1919 arası partiye girmiş olan üyelerdir. Bu gazetelerin genç çalışanlarının yanlarına daha yaşlı ve deneyimli olanlar verilerek giderilmesine yardım edilmek gereken bir eksikliktir.“ (Stalin, Eserler Cilt VI, sf. 193-194, İnter Yayınları)

bir kitle örgütü değildir, fakat buna rağmen Parti ile işçi sınıfı arasında görünmez bir bağ kurar — gücü itibariyle, kitleleri kucaklayan herhangi bir aktarma aygıtıyla eşdeğerde olan bir bağ. Basının altıncı büyük güç olduğu söylenir. Nasıl bir büyük güç olduğunu bilmiyorum, fakat güce ve büyük ağırlığa sahip olduğu yadsınamaz. Basın en güçlü silahtır, onun aracılığıyla Parti her gün, her saat işçi sınıfına, kendi alışılmış diliyle konuşur. Parti ile sınıf arasında manevi bağlar kuracak bir başka araç, bu kadar esnek bir başka aygıt yoktur. Partinin bu alana özel dikkat göstermek zorunda oluşunun nedeni budur ve burada belli bir başarı kaydettiğimiz söylenmelidir. Gazeteleri alalım. Eldeki sayılara göre, geçen yıl 380 gazetemiz vardı, bu yıl ise 528’ den az değil. Tiraj geçen yıl 2 500 000’e ulaşmıştır, ancak bunun büyük bölümü resmi makamlara gitmekteydi, yapaydı. Yazda basın için sübvansiyonlar azaltıldığında, basın kendi ayakları üzerinde durmak zorunda kaldığında, tiraj 900 000’e düştü. Bu Parti Kongresi sırasında ise, tiraj yaklaşık 2 milyon civarındadır. Yani basın gittikçe makam bağımlılığından kurtulmakta, kendi kaynaklarıyla yaşamaktadır ve kitlelerle bağ kurmayı olanaklı kıldığı için Partinin elinde keskin bir silahtır, yoksa tiraj artamaz, bu yükseklikte kalamazdı.“ (Stalin, Eserler Cilt V, sf. 173-174, İnter Yayınları )

RKP(B) XIV. Parti Kongresinden „Ayrıca, Partimizin ideolojik düzeyinin genel olarak yükseldiğini belirtmem gerekiyor. Örgütsel yanla ilgili olarak Molotov yoldaş sizlere rapor sunacak; bundan dolayı bu soruna girmek istemiyorum; ancak bir şeyi, yani gerek genç gerek yaşlı önder kadrolarımızın ideolojik seviyesinin bütün verilerine göre önemli ölçüde yükselmiş olduğunu belirtmem gerekiyor. Buna örnek olarak, geçen yıl Troçkizme yürüttüğümüz tartışma alınabilir. Bildiğiniz gibi, söz konusu olan, Leninizmin revizyona tabi tutulması, deyim yerindeyse Parti önderliğinde bir değişiklikti. Partinin, bu Parti düşmanı dalgaya karşı nasıl yekvücut durduğunu herkes biliyor. Bu neyi kanıtlamaktadır? Bu, Partinin büyüdüğünü kanıtlamaktadır. Kadroları güçlenmiştir, tartışmadan çekinmemektedir. Şimdi ne yazık ki yeni bir tartışma dönemine girdik. Partinin bu tartışmayı da çabucak halledeceğine ve olağanüstü bir olay olmayacağına inanıyorum. (Sesler: “Çok doğru!” Alkışlar.) Olayların çok önünde koşmamak ve kimseyi kışkırtmamak için, şu an ilkesel olarak, Leningradlı yoldaşların konferanslarında nasıl davrandıkları ve Moskovalı yoldaşların buna nasıl tepki gösterdikleri üzerine gitmek istemiyorum. Delegelerin bunun üzerine bizzat konuşacaklarına inanıyorum ve ben, kapayış konuşmamda gereken sonucu çıkaracağım.“ (Stalin, Eserler, Cilt VII,

71


sf. 278, İnter Yayınları)

kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

RKP(B) XV. Parti Kongresinden „Leninist kültür devrimi sloganı üzerine. Bürokratizme karşı en güvenilir araç, işçilerin ve köylülerin kültür düzeyinin yükseltilmesidir. Devlet aygıtı içindeki bürokratizm, istendiği kadar ayıplansın ve yerin dibine batırılsın, pratiğimiz içindeki bürokratizm istendiği kadar damgalansın ve teşhir direğine asılsın, ama işçi kitleleri, devlet aygıtını aşağıdan ve bizzat işçi kitleleri tarafından denetleme olanak, İstek ve yeteneği sağlayan belirli bir kültür düzeyinden yoksunlarsa, bürokratizm her şeye rağmen kalmaya devam edecektir. Bundan dolayı, okul eğitimi her türlü kültürlülüğün temelini oluştursa da, yalnızca okul eğitimi anlamında değil, aynı zamanda ülke yönetimini öğrenme beceri ve yeteneğini kazanma anlamında da, işçi sınıfının ve emekçi köylü kitlelerinin kültürel gelişmesi, devlet ve diğer her türlü aygıtın düzeltilmesinin ana kaldıracıdır. Leninist kültür devrimi sloganının anlamı ve önemi burada yatmaktadır.“ (Stalin, Eserler Cilt X, sf. 275, İnter Yayınları)

XVI. Parti Kongresine Sunulan Rapordan „İşçi ve köylülerin kültürel durumlarına gelince, bu alanda da belli kazanımlar elde etmiş olmamıza rağmen, bu kazanımlar önemsiz olduğu için hiçbir şekilde hoşnut olamayız. Her türlü işçi kulüpleri, okuma salonları, kütüphaneler ve bu yıl 10,5 milyon insanı kucaklayan okur-yazarsızlığı tasfiye etme merkezleri bir yana bırakılırsa, kültür ve eğitim meselesinde durum şöyledir: Bu yıl ilkokullarda 11 638 000 öğrenci, ikinci basamak okullarda 1 945 000 öğrenci, endüstriyel-teknik, nakliyat ve tarım okullarında ve yığınsal eğitim için üretim kurslarında 333 100 öğrenci, teknik ve dengi meslek okullarında 238 700 öğrenci, genel yüksekokullarda ve teknik yüksekokullarda 190 400 öğrenci öğrenim görmektedir. Bütün bunlar, SSCB’de, savaş öncesi dönemde yüzde 33 olan okur-yazar oranını yüzde 62,6’lara yükseltme olanağı vermiştir.“ (Stalin, Eserler Cilt XII, sf. 256, İnter Yayınları)

XVII Parti Kongresi Raporundan

72

„XVII. Parti Kongresi, tarihe “Galipler Kongresi” olarak geçti. Merkez Komitesinin faaliyetleri konusunda rapor sunan Stalin yoldaş, rapor döneminde Sovyetler Birliği’nde meydana gelen temel değişiklikleri açıkla-

dı. “Bu dönemde Sovyetler Birliği köklü bir şekilde değişmiş, gerilik ve Ortaçağ kabuğunu üstünden atmıştır. Sovyetler Birliği bir tarım ülkesi olmaktan çıkmış, bir sanayi ülkesi haline gelmiştir. Bir bireysel küçükköylü tarımı ülkesi olmaktan çıkmış, büyük ölçekli, kolektif, makineleşmiş tarım ülkesi haline gelmiştir. Cahil, okuryazarlığı olmayan ve kültürsüz bir ülke olmaktan çıkmış, bütün milliyetlerin kendi dillerinde eğitildiği, geniş bir yüksek, orta ve ilk- okullar ağının kapladığı okur-yazarlığı olan ve kültürlü bir ülke haline gelmiştir- daha doğrusu gelmektedir.” (Stalin, Leninizmin Sorunları, s. 459.) (Stalin, Eserler Cilt XV, sf. 364, İnter Yayınları) „Genel eğitim mecburiyetinin kabul edilmesi ve yeni okulların inşasıyla halk kültürel bakımdan hızla kalkındı. Bütün ülkede çok sayıda okul yapıldı. İlk ve ortaokullardaki öğrencilerin sayısı 1914’te 8 milyondan, 1936/37 öğrenim yılında 28 milyona yükseldi. Üniversite öğrencilerinin sayısı aynı dönemde, 112,000’den 542,000’e yükseldi. Bu gerçek bir kültür devrimiydi. Kitlelerin refah ve kültür düzeyinin yükselmesi, Sovyet devrimimizin gücünün, kudretinin ve yenilmezliğinin bir yansımasıydı. Geçmişteki devrimler yenilgiye uğradılar, çünkü halka özgürlük verirken, halkın maddi ve kültürel durumunda ciddi bir düzelme sağlayamadılar. Bu devrimlerin baş zaafı buradaydı. Bizim devrimimiz, bütün öteki devrimlerden, halkı yalnız Çarlıktan ve kapitalizmden kurtarmakla kalmayıp onun refah ve kültür düzeyinde de köklü bir ilerleme sağlamış olmasıyla ayrılır. Devrimimizin gücü ve yenilmezliği burada yatar.” (Stalin, Eserler, Cilt XV, sf. 386, İnter Yayınları)

Sbkp(B)Tarihi Kısa Ders’in Yayınlanması İle Bağıntılı Olarak Parti Propagandasının Örgütlenmesi Üzerine “Parti propagandasındaki çok ciddi bir eksiklik, Parti örgütlerinin kadrolarımızın, Sovyet aydınlarımızın – Partimizin, Genç Komünistler Ligası, Sovyet, sanayi, kooperatif, ticaret, sendika, tarım, eğitim ve askeri kadrolar, diğer bir deyişle, Partimizin personeli, devlet ve kolektif çiftlik aparatı ki işçi sınıfı ve köylülük onların yardımıyla Sovyet ülkesinin işlerini yönetirler: Siyasi eğitiminin, Marksist-Leninist eğitiminin ihmal edilmesidir. Parti propagandamız esas olarak fabrika işçileri üzerinde yoğunlaşmıştır, yakın geç-


„Rapor dönemi içinde partinin ve onun yönetici organlarının temelleri üzerinde pekiştiği bir parti çalışması alanı, çok önemli ve sorumluluk dolu bir alan daha vardır: Yazılı ve sözlü parti propagandası ve parti ajitasyonu, Parti üyeleri ve kadrolarının Marksist-Leninist eğitimi, parti ve parti çalışanlarının politik ve teorik düzeyinin yükseltilmesi çalışması. Parti propagandasının, fonksiyonerlerimizin Marksist -Leninist eğitiminin ne kadar önemli olduğu üzerine ayrıntılı açıklamalar yapmak gereksizdir sanırım. Sadece parti aygıtı fonksiyonerlerini kastetmiyorum. Komsomol örgütlerinin, sendika, ticaret, kooperatif, ekonomi, Sovyet, eğitim, askeri vd. ölçütlerinin fonksiyonellerini de kastediyorum.

Daha hala Parti örgütleri, Parti üye ve aday üyelerinin ideolojik-siyasi düzeyinin yükseltilmesi için çok az çalışma yapıyor; Marksizm-Leninizm teorisinin incelenmesi çalışması kötü bir şekilde örgütleniyor ve denetleniyor ve bu yüzden birçok komünistin MarksizmLeninizm alanında gerekli bilgisi yok. Parti bileşiminin düzenlenmesi ve yönetici organların, alt örgütlerin çalışmasına daha yakınlaştırılması doyurucu bir şekilde sağlanabilir; kadroların terfi ettirilmesi, seçimi ve dağılımı doyurucu bir şekilde örgütlenebilir; ama herhangi bir nedenden dolayı parti propagandamız aksamaya başlarsa, kadrolarımızın Marksist-Leninist eğitimi dumura uğramaya başlarsa, bu kadroların politik ve teorik seviyesini yükseltme çalışmamız gevşerse ve kadrolarımız, bununla bağlantılı olarak, yürüyüşümüzün perspektifleriyle ilgilenmeyi bırakırlarsa, davamızın tek haklı dava olduğunu kavramayı bırakıp yukarıdan gelen emirleri körü körüne ve mekanik biçimde uygulayan herhangi bir perspektife sahip olmayan dar kafalı pratikçilere dönüşürlerse, bu durumda bütün devlet ve parti çalışmamız dumura uğrayacaktır. Şu, bir aksiyom olarak kavranmalıdır: politik seviye ne kadar yüksek, devlet ve parti çalışmasının ilgili alanlarındaki fonksiyonerler ne kadar Marksist-Leninist bilince sahipse, çalışmanın seviyesi o kadar yüksek, çalışma o kadar verimli, sonuçlan o kadar etkilidir ve tersine: politik seviye ne kadar düşük, fonksiyonerler ne kadar az Marksist-Leninist bilince sahipse, çalışmada başarısızlık ve yenilgi o kadar büyük ihtimal, yöneticilerin bayağılaşmaları, hırslı palavracılara dönüşmeleri, soysuzlaşmaları o kadar büyük ihtimaldir. Kesinlikle şu söylenebilir: Eğer bütün çalışma dallarında kadrolarımızı ideolojik olarak donatmayı, ulusal ve uluslararası durumlarda kendi kendilerini yönlendirebilecek ölçüde politik çelikleşmelerini sağlamayı başarabilirsek, eğer onları ülke yönetimiyle ilgili sorunlarda ciddi yanlışlara düşmeden karar verebilecek yetenekte tamamen olgun Marksist-Leninistler haline getirmeyi başarabilirsek, görevlerimizin onda do-

kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

Parti Propagandası. Parti Üyesi ve Parti Kadrolarının Marksist-Leninist Eğitimi

mişe kadar işçi ve köylü insanlardan oluşan Sovyet, partili ve partili olmayan, aydın anahtar kadrolar gözden kaçırılmıştır. SBKP(B) Tarihi Kısa Ders’in amaçlarından biri, aydınlarımızın, Sovyet aydınlarının, ve onların siyasi, Leninist eğitim ihtiyaçlarına ilişkin bu rezil, anti-Leninist küçümsenmesine bir son vermektir. SBKP(B) Tarihi Kısa Ders öncellikle öncü Parti, Genç Komünistler Ligası, sanayi ve diğer personel, hem şehirde hem de kırda tüm partili ve partili olmayan aydın kadrolar için hazırlanmıştır. Pratik çalışma içinde olan Partimizin, Sovyet, sanayi ve diğer öncü Leninist kadrolar teorik bilgiden ciddi olarak yoksundurlar. Parti tarihi üzerine kursun derlenirken, SBKP(B) Merkez Komitesi, kadrolarımızın teorik ve siyasi bilgi eksikliklerini yok etme çalışmasını başlatma hedefini koymuştur. Merkez Komitesi şu temelden hareket etmiştir. “... eğer bütün çalışma dallarında kadrolarımızı ideolojik olarak donatmayı, ulusal ve uluslararası durumlarda kendi kendilerini yönlendirebilecek ölçüde politik çelikleşmelerini sağlamayı başarabilirsek, eğer onları ülke yönetimiyle ilgili sorunlarda ciddi yanlışlara düşmeden karar verebilecek yetenekte tamamen olgun Marksist Leninistler haline getirmeyi başarabilirsek, görevlerimizin onda dokuzunu çözmüş olduğumuzu düşünmekte tamamen haklı olacağız.” (J.V. Stalin, XVIII. Parti Kongre Raporu, 3. Parti Propagandası. Parti üyesi ve parti kadrolarının Marksist Leninist Eğitimi, 10 Mart 1939, Eserler, Cilt 14, s.241, İnter Yayınları, Birinci Basım, Aralık 1993) SBKP(B) XVIII. Parti Kongresi Raporundan

73


✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 74

kuzunu çözmüş olduğumuzu düşünmekte tamamen Marksist-Leninist propagandaya yeni bir atılım sağhaklı olacağız. Bu görevi mutlaka yerine getirebiliriz, ladığı saptanmıştır. SBKP(B) Merkez Komitesi çalışbu görevin yerine getirilmesi için gerekli olan her malarının sonuçlan, “SBKP(B) Tarihi Kısa Ders”in şeye sahibiz çünkü. Yayınlanmasıyla İlgili Olarak Parti Propagandasının Ülkemizde genç kadroların yetiştirilmesi ve biçim- Şekillendirilmesi” adlı bilinen kararında açıklanmışlenmesi, genel olarak bilim ve tekniğin tek tek dalla- tır. rına, uzmanlık alanlarına göre olmaktadır. Bu gerekli Bu karardan hareket eden ve 1937 yılında yapılan ve amaca uygun. Bir tıp uzmanı aynı zamanda fizik SBKP(B) Merkez Komitesi Mart Plenum’unda alınan ya da botanik uzmanı olmak zorunda değil, ya da “Parti Çalışmasının Eksiklikleri Üzerine” adlı bilitersine. Fakat bilimin bir dalı vardır ki ona egemen nen kararlan dikkate alan SBKP(B) Merkez Komitesi, olmak bütün bilim dallarında görevli Bolşevikler propaganda ve parti üyeleriyle kadroların Marksistiçin zorunludur. Bu, toplum, toplumsal gelişim ya- Leninist eğitiminin iyileştirilmesi alanlarında başlıca saları, proleter devriminin gelişim yasaları, sosyalist şu önlemleri almayı öngörmüştür: insanın gelişim yasaları, komünizmin zaferiyle ilgili Parti propagandası ve parti ajitasyonunun yönetimi Marksist-Leninist bilimdir. Zira kendisine Leninist tek merkezde toplanacak ve propaganda-ajitasyon şudiyen, ama kendisini uzmanlık alanı beleriyle basın şubesi, SBKP(B) Merkez dışında örneğin matematik, “boKomitesi bünyesinde bütünlüktanik ya da kimya —her şeye lü bir propaganda-ajitasyon İdeolojik çalışmanın küçümkapatan, uzmanlık alanı yönetimi olarak birleştidışında hiç bir şey görrilecektir; bu arada her senmesi, büyük ölçüde, yönetici meyen birini gerçek cumhuriyet, bölge ve kadrolarımızın belli bir bölümünün Leninist olarak değeryöre örgütünde buna kendi bilinçlerini geliştirmek için uğraşlendirmek mümkün denk düşen propadeğildir. Bir Leninist mamalarına, Marksizm-Leninizm alanın- ganda ve ajitasyon sadece kendi tercih kısımlan örgütlenedaki bilgilerini zenginleştirmemelerine, ettiği bilimsel alanda cektir; Partinin tarihi deneyimlerini kendi malı kalmamalıdır, aynı Propagandada çevedinmemelerine dayanmaktadır. Ama zamanda, ülkesinin re sistemi tek yanlı kaderiyle ilgilenen, topbiçimde tercih edilmebu olmaksızın, mükemmel, olgun lumun gelişim yasalarınsinin yanlış olduğu açıkönder fonksiyoner olunamaz. dan haberdar, bu yasalardan lanacak ve Marksizm-Leniyararlanmasını bilen ve ülkesinizm esaslarının parti üyeleri nin yönetimine aktif biçimde katıltarafından kişisel olarak incelenmema çabasında olan politik ve toplumsal aksi yönteminin daha uygun olduğu açıklanatif bir insan olmak zorundadır. Elbette bu, Bolşevik cak, o nedenle de partinin dikkati basında propaganuzmanlar için ek bir çalışma demektir. Ne var ki bu da ve seminerler biçiminde yapılan bir propaganda yüz kat ürün veren bir çalışmadır. sisteminin örgütlenmesinde yoğunlaştıracaktır; Parti propagandasının görevi, kadroların Marksist Her bölge merkezinde alt kadro eğitiminin gelişti-Leninist eğitiminin görevi, kadrolarımızın bütün rilmesi için yıllık kurslar örgütlenecektir; çalışma alanlarında, toplumun gelişim yasalarıyla Ülkemizin çeşitli merkezlerinde orta seviyede ilgili Marksist -Leninist bilimi benimsemelerine yar- kadrolar için iki yıllık Lenin Okulları örgütlenecekdımcı olmaktır. tir; nitelikli teorik parti kadrolarının eğitimi için Propaganda ve kadroların Marksist-Leninist eğiti- SBKP(B) Merkez Komitesi bünyesinde üç yıllık bir minin iyileştirilmesi sorunu, SBKP(B) Merkez Komi- Marksizm-Leninizm Yüksek Okulu örgütlenecektesinin çeşitli bölge parti örgütlerinde görevli propa- tir; ülkemizin çeşitli merkezlerinde propagandistler gandistlerle yaptığı bir dizi toplantıda tartışılmıştır. ve basın çalışanlarının yetkinleşmesi için yıllık kursBu toplantılarda “SBKP(B) Tarihi Kısa Ders”in Eylül lar oluşturulacaktır, Marksizm-Leninizm Yüksek 1938’de yayınlanmasına dikkat çekilmiştir. “SBKP(B) Okulu’nda, Yüksek Okullarda görev yapan Marksizm Tarihi Kısa Ders”in yayınlanmasının ülkemizde Leninizm öğretmenleri için altı aylık yetkinleşme


„İdeolojik çalışma Partinin birincil yükümlülüğüdür ve bu çalışmanın küçümsenmesi Parti ve devlet çıkarlarına onulmaz zararlar verebilir! Sosyalist ideolojinin etkisinin güçlenmesi anlamına geldiğini sürekli akılda tutmalıyız.“ (…) „Bazı Parti örgütlerimizin aklında salt iktisat var ve ideolojik sorunları unutuyorlar, bunları atlıyorlar. Örneğin Moskova Parti örgütü gibi böyle önde gelen Parti örgütlerinde bile ideolojik mücadeleye yeterli dikkat harcanmıyor. Ve bu da sonuçsuz kalmıyor. İdeolojik sorunlara az dikkat harcanmaya başladığı yerlerde, bize yabancı görüş ve düşüncelerin yeşermesi için elverişli bir zemin ortaya çıkar. İdeolojik çalışmada Partinin yönetim ve nüfuzunun gevşediği, herhangi bir nedenle Parti örgütlerinin gözünden kaçan bölümler, bize öz olarak yabancı, Parti tarafından dağıtılmış her türlü anti-Leninist grupların kalıntıları tarafından ele geçirilmeye çalışılıyor, bunlar kendi çizgilerini sinsice (Partiye-ÇN) sokmak için, her türlü anti-Marksist „tavır“ ve „anlayış“ları yeniden canlandırmak ve yaymak için bu bölümlerden yararlanmaya çalışıyorlar. İdeolojik çalışmanın küçümsenmesi, büyük ölçüde, yönetici kadrolarımızın belli bir bölümünün kendi bilinçlerini geliştirmek için uğraşmamalarına, Marksizm-Leninizm alanındaki bilgilerini zenginleştirmemelerine, Partinin tarihi deneyimlerini kendi malı edinmemelerine dayanmaktadır. Ama bu olmaksızın, mükemmel, olgun önder fonksiyoner olunamaz. İdeolojik-siyasi bakımdan geri kalan, ezbere öğrenilmiş formüllerle yaşayan ve yeni için hiçbir hissi olmayan kişi, iç ve dış durumda yönünü bulacak durumda, hareketin başında durmaya yetenekli ve layık değildir, yaşam onu er ya da geç aşar. Bizim Partimizin görevlerinin üstesinden yalnızca bilgisini durmaksızın tamamlayan, Marksizm-Leninizmi yaratıcı biçimde özümleyen ve kendine Lenin-Stalin tipinde bir siyasetçinin özelliklerini yaratıp geliştiren yönetici fonksiyonerler gelebilir. Daha hala Parti örgütleri, Parti üye ve aday üyelerinin ideolojik-siyasi düzeyinin yükseltilmesi için çok az çalışma yapıyor; Marksizm-Leninizm teorisinin

Haziran 2013 ✓

kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

SBKP(B) XIX. Parti Kongresi Raporundan

incelenmesi çalışması kötü bir şekilde örgütleniyor ve denetleniyor ve bu yüzden birçok komünistin Marksizm-Leninizm alanında gerekli bilgisi yok. Parti üye ve aday üyelerinin siyasi bilgisinin arttırılması, onların yaşamın bütün alanlarında önder rolünü gittikçe daha yüksek ölçüde oynamaları, partili kitlelerin daha da aktifleştirilmesi ve Parti örgütlerinin çalışmalarının iyileştirilmesinin vazgeçilmez önkoşuludur. Kitap, gazete ve dergilerle bilimsel ve diğer ideolojik kurumların faaliyetinde ciddi hata ve çarpıtmaların olması ender değildir, çünkü ideolojik çalışma yetersiz bir şekilde yönetiliyor ve içerik olarak denetlenmiyor.“ (…) „Partinin ideolojik çalışması kapitalizmin kalıntılarından, eski toplumun önyargılarından ve zararlı geleneklerinden insan bilincini temizlemede önemli bir rol oynamak zorundadır. İlerde de kitlelerde yüksek bir toplumsal görev bilinci geliştirilmek, emekçiler Sovyet yurtseverliği ve halklar arasında dostluk ruhuyla, devlet çıkarlarını koruma kaygısıyla eğitilmek zorundadır, Sovyet insanının en iyi özellikleri –davamızın zaferine sağlam inanç, her türlü zorluğu aşma hazırlığı ve yeteneği– mükemmelleştirilmek zorundadır. Parti örgütlerinin görevi, ideolojik çalışmanın zararlı bir şekilde küçümsenmesine kararlılıkla son vermek, bu çalışmayı Partinin ve devletin tüm öğelerinde güçlendirmek ve Marksizme yabancı bir ideolojinin her türlü görünümlerini yorulmaksızın açığa çıkarmaktır. Sosyalist kültür, bilim, yazın ve sanatı geliştirmek ve mükemmelleştirmek, ideolojik-siyasi tüm etkileme yöntemlerini, propaganda, ajitasyon ve basınımızı komünistlerin ideolojik eğitiminin iyileştirilmesine, işçi, köylü ve aydınların siyasi uyanıklığını ve siyasi bilincini güçlendirmeye yöneltmek gereklidir. Tüm kadrolarımız, istisnasız tümü, yaşamın gerisinde kalmamak ve Parti görevlerinin üstesinden gelmek için kendi ideolojik seviyelerinin yükselmesini sağlamak, Partinin zengin siyasi deneyimlerini özümlemekle yükümlüdürler. Parti örgütleri sürekli olarak Parti üye ve aday üyeleriyle birlikte, onların ideolojik seviyesini yükseltmek için çalışmalı, onları Marksizm-Leninizm eğitiminden geçirmeli ve siyasi olarak usta, bilinçli komünistler olarak yetiştirmelidir.“ (SBKP(B) XIX. XX. Kongre Raporları, sf. 99-101, İnter Yayınları)

kursları oluşturulacaktır; hiç kuşku yok ki, şimdiden uygulanmaya başlanan, ama henüz yeterli ölçüde olmayan bu önlemlerin hayata geçirilmesi, iyi sonuçlar vermekte gecikmeyecektir. (Stalin, Eserler Cilt XIV, sf. 240-243, İnter Yayınları)

75



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.