sonsuzfanzin@gmail.com facebook/sonsuzfanzin
Yılı bitirmeden yeni bir "aralık" açmamız gerekiyordu çünkü; bir insanın içine deliklerinden değil yaralarından girebiliriz... İçinize girmeyeli epey zaman geçti. Elbette birçok yara açıldı gencecik vücutlarımızda ve vücutlarınızda. Şimdi yeni bir yıla giriyoruz, güneşten de büyük bir “ocak” yakacağız ve ateşte can bulacak;nice genç, nice sevgi, nice fidan... Geldik! Geç de olsa yorgun ve kir pas içinde olsak da eksik ve hep yarımdan biraz daha eksik olsak da, geldik! Yaralarımızı göstermek için gerekirse bu yaralara en olmayacak yerlerimizden akan kanlarla can olmak için... Sonsuz bir aşkla geldik, sonsuz bir öfke ve neşeyle geldik... “Halbuki korkulacak hiç bir şey yoktu ortalıkta Her şey naylondandı o kadar Ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı. Ama geyikli geceyi bulmadan önce Hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk Geyikli geceyi hep bilmelisiniz Yeşil ve yabani uzak ormanlarda Güneşin asfalt sonlarında batmasıyla ağırdan Hepimizi vakitten kurtaracak Bir yandan toprağı sürdük Bir yandan kaybolduk Gladyatörlerden ve dişlilerden Ve büyük şehirlerden
B
ir martı, denizin üstünde gemi ve uçakların çirkin ışıklarına inat namuslu beyazlığı ile süzülüyor. Saat 5, sabahın, sokaktan tüm gürültüsü ile birkaç insan geçiyor. Lanet okuyorum. Ya seni uyandırmışlarsa ? Uyanmış isen mutfak pencerenden dışarı bakmışsındır.Sende görürsün martıyı, uçak ve gemilerin çirkin ışıklarını.. Ay çoktan kayboldu benim gökyüzümden, sen bakarsan görebilirsin. Sorsam anlatır mısın güzelliğini? Lanet okuyorum, sesli insanlara, sonra sen kalkacaksın sabahın erkeni, yanında seni mutlu eden biri, sevdiğin biri bu ona bakıyorsun. Öpüyorsun. Sonra ne giysem telaşı, oysa ne giysen yakışır bilirim. Güneş umut dolu gökyüzünü aydınlatıyor. Ben bekliyorum, belki oturduğum balkonun altından geçersin. Ama geçmezsin. Sonra martıya da lanet okuyorum, çığlık çığlığa bağırıyor. Sokak lambası aydınlatıyor yaprakları, fotoğrafını çekmek istiyorum, sana göstermeliyim. Mutlaka sende görmüşsündür. Rüzgar denize doğru akmaya devam ediyor. Seni düşünüyorum. Bir sigara ve kahve..
Sevgili fanzin , bir yolculuğa eşlik ederken görülmüşsün. D.c.`den bir haber ajansı son dakika geçeli çok gün oldu. Barış vardı yüzünde sanki. Bir de başka bir şeyler daha vardı bir sürü. siyah beyaz yüzünde. Güya sana fotohikayecikler gönderecektim , peh peh. Sonsuz oluşundan bu tembelliğim. Düşünsene güya teknolojik bir alet var elimde ama müziği ve seninle konuşmamı bir arada sağlayamıyor. Öküzü öldürüp ortaklığı bitirmeyi planlıyorum. Bir ormanda, avlanmaya çalışırken. O gördüğün üç top var ya , içinde bulgur varmış. Sakla bulguru , bu kafayla çok aç kalman lazım. Sinirlerimi aldırmıştım oysaki. Öyle siyasi filan konuşmazdım güya. Sınırlar olunca sinirler hortluyor. Onları gömeceğim ormanda bir yere. Bir Newroz gününden birkaç gün önceydi. Güya vize alacak, güya Romanya’ya gelecektim. Vizeye başvurmaya gideceğimiz günde uyuduğumu anlatmayacağım. Tabi o gün gitmemize gerek olmadığını da dinlenmiş bir uykudan sonra öğrendiğimi de. Neyse gelemeyince buraya , dünya gözüyle birkaç Newroz görüp dezge ( illegal tukkanin Diyarbekir’de duyduğum bir isim versiyonu dezge ) acax dedik . Gittik gördük geldik. Kendimin ağzına sıçmak istediğim bir zaman dilimiydi. Diyarbekir’e gidip uyumadan bir şeyler yapacak , sabaha Batman’a gidecektik, tik tik... Neymiş efendim para kazanıp harçlık yapacakmışız. Ne tez unuttum bugün buldum, bugün yerim haq kerimdir yarına deyişini. Batman’da alana girerken sabahın köründe , full Newroz’la ilgili Kürtçe müzikler çalan bir radyoyu
pek bir şey yapamayıp dezgeyi açtığımda yaparım hesabına. Ama elim ayağıma dolaşmiş. Belki 4 kere tavaf ettim Newroz alanını, sebebini bilmeden. Girerken Tahtakale’den aldığım daha el değmemiş minik makası almak istedi polisler. Neymiş efendim, `o kadar nazik davranmamışlar ki o güne kadar , güya nazikler o gün, dilleri dişlerine dolanmış konuşuyorlar nazik nazik , ali nazik... ` genelge de yazıyormuş kesici aletler girmemeliymiş, özür dileriz almak zorundayız, ama bir kenara bırakalım çıkarken alın. Ula! Çıldırdım bir an. Bir turlu birbirimizden memnun olamadığımız sinirliliğim geldi. Çantamda daha büyük makas var bu bir, onu görmediler bi de , içeriye bir baktım , tavuk dönerci abeler sallıyor bıçakları. İçerde. Kesici. Yasak. Genelge. İçerden çıkıp dezge açmadan hızla uzaklaştım, yoksa baygınlık geçirebilirdim orda. Güneş çok kötüydü. Cenawar cox büyüktü. Yeşil. Diyarbekir Newroz’u. Geçen sene demirkapıya birini kilitleyip döven polis yok ortalarda, ileri demokratik tavrıyla. Birçoğu Newroz katılımcısı kılığında. Newroz’du. Güzeldi. Hiçbir konuşmayı dinlemedim. Neredeyse müzikleri de dinlemedim. bir sürü çöp vardı. Birsürü. Çöp dediğim insanların yediği içtiği şeylerin paketleri. Yeryüzünü kaplamıştı çöpler. Gene sinirlendim. Dezgeyi karşıya taşıyalım dedi küpeli , taşıdık, yazı astık o kadar; “karşıya taşındık” diye biri dönüp bakmadı karşıya. Anladım olayı galiba, ofiste bir tükkan aç, kapısına karşıya taşındık yaz sonra bakarım karşıya diyordu. İnsan. Ne gündü beee...
İbadethaneler metafizikle değil mülkle ilgilenir, okullar yaşamı değil yaşamamayı öğretir, kırsalda üretim değil tüketim örgütlenir, haberler bilesin diye değil bilmeyesin diye yapılır, kolluk kuvvetleri insanı değil eşyayı korur! Görüldüğü gibi kullandığımız dil o kadar çelişkili ki neye iyi anlam yüklense elimizde kalacakmış gibi duruyor. Doğrudur da zaten birkaç kavram dışında – iktidarın- içini boşaltmadığı kavram kaldı mı? Kalanların da içini savunanlar boşaltıyor bazen ya neyse (!) durum böyleyken iktidarın kullandığı dili böylesine benimsemek –iyi niyetli düşünürsek- boşuna emek harcamaktır. Gezi parkı sürecinde hayal ettiğimiz yaşamı örgütlemeye çalıştık hepimiz, elbette ki olaylar o kadar hızlı ve kendiliğinden gelişti ki sürecin tamamını hatta bi kısmını bile belirlemek çok zordu. Fakat yeni bir dünya hayal ediyorsak dilimizi ve eylem yöntemlerimizi sistemin bizi yönlendirdiği şekilde kurmamamız gerekir. Bu konuda da güzel pratikler ortaya koyduk diye düşünüyorum; “kendi odasını toplamayan çocuklar” gezi parkı ve etrafını tertemiz yaptılar mesela. Nefret söylemi konusunda da duyarlılığımızı kaybetmediğimizi düşünüyorum fakat bir sıfat var ki fütursuzca kullanılan- tdk nın bile bizim için anlamını değiştirdiği söylendi- bunu her duyuşumdan çoğunluğun aksine eskiden rahatsız olmazken şimdi rahatsız oluyorum. İşin kötüsü iktidarın bize söylediği lafı o kadar kolay kabullendik ki bir anda bununla övünür olduk. Hatta “çapulling, çapulcuyan vs” gibi türetmelere bile gittik. Bir zamanlar “tinerci” demişti devleti yönetenler ve herkes “tinerci” olmuştu(!) sonra ne oldu o kadar sahiplenildiği söylenen tinercilere düşündünüz mü? Bir tinerci gezi parkının içine girdiğinde yüzünü buruşturup tiksintiyle yanından uzaklaşan insanlar görebiliyorsam, egemenlerin dilinin ağzımızda, beynimizde ne kadar yer ettiğine şaşmamak lazım ve kendi alternatif dilimizi düşünce sistemimizi geliştirmemiz gerekir… “Bir insanı ele geçirmek istiyorsan; senin kelimelerini kullanmasını sağla, o zaman zaten sana hizmet edecektir.”
D端zensizlik de bir d端zendir...
Böylece bir kere daha boynunlayız sayılı yerlerinden En uzun boynun bu senin dayanmaya ya da umudu kesmemeye Laleli'den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun Ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor Bütün kara parçalarında Afrika dahil
Diren Ayşegül Abla! Çocukluğunla, mizahınla, bitmek bilmeyen merakınla diren. Parklarda oyun oynamanın benim gibi tüm çocukların bir hakkı olduğunu öğrenmiştin ya hani -büyüyünce-, ben o hakkım olan parklarda koştururken gazın en acısını soludum. Öyle öğrendim, salatadan ayırdığım o acı biberlerden yapılmış bu gazlar. Gözlerimiz yaşardı, sanki bizi ağlatıp üzerek evden, anamızın kucağından hiç ayrılmamamızı istediler. Halbuki annelerimiz de bizimleydi, sokakta. Sonra öğrendim, yalnızca göz yaşartmazmış, göz de karartırmış bu biberler, salataya eklenmeyip bir kapsüle doldurulunca. Polis amcaların öfkesi günlerce geçmedi. Dövdüler, yaktılar, annelerimizle bizi tıkadıkları evlere gaz bombaları attılar. Öldürdüler... Hani nerde o iyi polis amcalar? Anlaşılan büyükler bizi yine kandırmışlar. Başımızdaki amca, onların gözlerinden öpünce iyi bir şeyler yapıyorlar sandım. Ama yok, “biz”i görmüyor mu acaba? Galiba bu amca çok yukarıda, başımızda ya hani, tepemizde. Bin katlı bi' gökdelenin bininci katından bize bakıyormuş gibi. Pamuk bulutların üstündeki bir uçaktan belki. O kadar miniğiz, o kadar değersiziz ki oradan... Henüz büyüyüp de para etmeyen bir çocuk kadar. Sesimiz çıkmaz sanıyor. Oyuncak kuklalar gibi oynatılacağımızı sanıyor, benim kim olduğuna aklımın ermediği kişiler tarafından. Neyse ki sesimiz çıkıyor. Çok yükseklere kadar. Küçük Prens'te diyor ya hani, “Bir koyun çiziver bana!”. “Yukarıdaki” amcalar hep bizi çizdi, koyun diye. İşte biz de o koyunu o anlamlarından ayırdık, saldık ağacın en yeşiline, birlikteliğin en çeşitlisine gitsin diye. Direne direne büyüyoruz ayşegül abla. Ama çocukluğumuzla direniyoruz. Onu elimizden hiç bırakmadan. İçimizden hiç atmadan. Ay dedenin gülen yüzüne bakıp direnişe gülümsediğine inanarak. Ama Ay dedenin parlaklığından, denize attığımız midyeden, üzerimize yağan yağmurdan “birlikte yaşayabilmeyi” dileyebiliyorsak çocukluğumuzdan değil, umut dolu oluşumuzdandır. Bizi hep bu güzel direnişler umutlandırdı.
Güneşten bir ok fırladı, Evin her yerine saplandı...