Ahmet Haşim / Mehmet Kaplan

Page 1

AHMET

HAŞlM

Bize Göre Gurebahane-i Laklakan Frankfurt Seyahatnamesi

Hazır lı yan

Mehmet Kaplan

DEVLET KiTAPLARI

MİLLİ EGİTİM BASIMEVİ -

İSTANBUL 1969


1000 TEMEL ESER

17

Mil11 Eğilim Bakanlığının 6/VIII/1969 tarih ve 135 sayılı mucipleri, Yayımlar ve Basılı Eğitim Malzemeleri Genel Müdürlüğünün 6/VIII/1969 tarih ve 13056 sayılı emirleriyle birinci defa olarak 20.000 adet basılmıştır.


Kitaplar, insanlar arasında düşünce ve bilgi leri, inanç ve duyguları yayan, zeka ve kültürün, ilim ve sanatın, değer hükümlerinin dünya ölçüsünde paylaşılmasına ve zaman içinde devamına yardım eden vasıtalardır. Kitaplar, bir milletin kültür değerlerini dünden bugüne taşıyan varlıklar olarak milli kültürün temel taşları ve aynı zamanda insanlığın paylaştığı ilim ve fikir dünyasına açılan kapılardır. Bu vasıflarİyle kitaplar, milletierin ve insanlığın zekasma ve kültürüne büyük tesirleri bakımından medeniyetleri yayan ve tarihi yapan kuvvetlerin başmda gelir. Eski çağlardan beri yazılan kitapların değer­ leri çok değişik olmuştur. Yazıldıkları yakın çev-

re ve zaman içinde bile, pek az okuyucunun ilgisini çekebilen kitaplar yanında, uzun yıllar ve hatta asırlar boyuıica zevk ve istifade ile okunan ve dünya ölçüsünde rağbet gören kitaplar vardır. Bir milletin veya insanlığın fikir ve kültür hazinesini teşkil edecek kitaplar temel kitap değerini kazanır. Kitabın eğitim

ve kültür bakımından değe­ rini gözönünde tutan kalkınma planımız, üstiin


eserlerin hazırlanıp yayılmasına da özel bir yer ayırmıştır. Eski Türk Yazarlarınin eserleri, yeni nesil~ lerin anlayacağı gibi sadeleştirilerek basılacak, Batı kültürünün temel eserleri dilimize çevrile~ rek yayınlanacaktır. Bu suretle İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı Dönemi içinde bin ciltlik bir te~ mel ;serler kitaplığı vücuda getirilmesine çalışı~ vasıfta

lacaktır.

Böylece bir temel eserler serisinin kültür ha~ büyüktür. yatımıza yapacağı hizmetin değeri Bir taraftan alfabe değişikliğinin ve dilde özleş~ me akımının zaruri olarak nesiller arasında mey~ dana getirebileceği boşlukları doldurmak müm~ kün olacak ve böylece milli kültür mirasımızın yeni kuşaklara intikali sağlanacaktır. Diğer taraftan bütün İnsanlığın ve medeniyet dünyasının müşterek malı haline gelmiş olan ilim, kültür ve sanat hazinelerinden yabancı dilleri bilmeyenler de faydalanabil eceklerdir. Bilhassa bügünün dünyasında, çağımızın istediği insan şahsiyetinin teşekkülü bakımından, kitabın değeri daha çok önem kazanmıştır. İnsa~ nın tabiat karşısındaki gücünün temelini teşkil eden ilim ve teknoloji gibi, insanın kendi kendi~ sini tanıması ve geliştirmesi bakımından büyük bir kaynak olan felsefe, edebiyat ve sanat eğitimi de bir seçkinler zümresinin imtiyazı olmaktan çıkmıştır. Milli Eğitim davasını sadece bir okul~ lar meselesi sayan dar görüşün ötesinde, vatan~ daş eğitimini her bakımdan sağlayacak bir d~


let anlayışını, bütün batılı ülkelerde olduğu gibi, biz de benimsemiş bulunuyoruz. Bu eğitim, özel yayınevlerinin kendi imkan ve ölçülerine bıra­ kılamayacak bir şümul ve mana taşır. Milli Eğitim Bakanlığının ele aldığı temel kitaplar yayını, milli kültür ve sanatımızın değerlerini, ilim ve sanat dünyasının müşterek hazinelerini Ti.irk okuruna ulaştırmakla, bugünkü ve yarınki nesillerin düşünce ve zevk olgunluğuna katkıda bulunmuş olacaktır. Her bakımdan güzel neticeler vadeden bu teşebbüse fikir, sanat ve ilim adamlarımızın yardımcı olacaklarını ümit ediyorum. Memleket fikir hayatına kazandırmak istediğimiz değerler bakımından iyi seçilmesi gereken temel kitaplar, okul öğrenimini desteklemek ve tamamlamak, Türk gençliğinin kabiliyetlerinin geliştirilmesini ve bütün vatandaşlarımızın faydalanacağı bir temel kitaplığın teşkilini hedef almaktadn.

Süleyman

Demiı·el

BAŞBAKAN



yaşatan

Bir milleti, millet olarak kılan

esaslı

en

şahsiyet

ve

Kaynağını

unsur, milli kültürdür.

sahibi

o mille-

tin tarihinden, dil, din, ahlak, sanat ve geleneklerinden dayanışmanın,

alan milli kültür, milli liğin

birlik ve beraber-

temelidir. şuuru yaratır.

Milli kültür, milli

şuurunu

Milli

kay-

beden milletler, teknikle ilerleseler dahi, benliklerini ve istiklô:Ilerini koruyamazlar. sebeple,

Bu

milli

varlık

olan kültürümüzü yaratan, milletine leriyle,

insanlığın

eserlerini

çağdaş

ilim ve

uyanık tutmamızın

ilk

ile Türk

olan fikir ve sanat eser-

müşterek malı sayılan

fikir ve sanat

değerli

tekniğin

şuurumuzu

aziz millelimize sunmak, milli ve

muhtevası

ve

şahsiyetini kazandırmış

temeli

istiklô:Jimizin

ve

şekil

mahsullerini daima

canlı

şar!ıdır.

Bin Temel Eser fikri, böyle bir

anlayıştan doğmuş-

tur. Bin Temel Eser, ınizle

konuşulan.

hem milli kültürümüzü

dünyamızı

teknik

aksettirecek, hem de

alanlarındaki

yaşayan,

görüşlerini

Batı'nın

geçmişten

tandaş,

kuvvet

iyi insan

alıp geleceğe

yetiştirmede

Türkçe-

ve duygu

ilim, fikir ve

yurdumuza getirecektir.

Netice olarak, Bin Temel Eser, milli rek,

canlı

yağuran düşünce

şuuru

besleye-

tön verecek iyi va-

büyük

yardımcı olacaktır.

llhcmıi ERTEM

Milli

Eğitim

Bal,am


" Şair ne bir hakikat habercisi, ne bir belagatli insan, .ne de bir kanun koyucusudur. Şairin dili "nesir" gibi .anlaşılmak için değil, fakat · duyulmak üzere vücut bulmuş, ;musiki ile söz arasında, sözden ziyade musikiye yakın, orta •bir dildir". "Şiirde her şeyden önce elıemmiyeti haip olan kelimenin .-manası değil, cümledeki telaffuz kıymetidir. Şairin hedefi, .her kelimenin cümledE:ki yerini, diğer kelimelerle olacak dokunma ve çatışmadan ve esrarlı birleşmelerden doğan tatlı, mahrem, havai veya haşin sese göre tayin ve çeşitli kelime jlhenklerini mısraın umumi gidişine uygun kılarak dalgalı, .akıcı, karanlık veya aydınlık, ağır veya sür'atli duygulara, >kelimelerin manası üstünde, mısraın müzikal dalgalanışından ·tesiri sınırsız bir ifade bulmaktır". Şiiri muhtevasından çok, ince bir dil yapısı olarak _gören bu düşünüş tarzı, Batı'da sembolist şairler tarafından müdafaa edilmiştir. Haşim bir yazısında bu görüşü ilk def'a {}alatasaray Sultanisinde hocası olan Ahmet Hikmet'den duy.duğunu söyler. Daha sonra kendisi Batılı sembolist şair ve tenkitçileri okuyarak bu görüşü derinleştirmiş ve yıllar boyu .-deneme yapmak suretiyle başarılı neticeler elde etmiştir. Haşim'in güzel şiirleri en azından on beş yıllık bir ça;hşmanın mahsulüdür. Sayıları fazla olmayan bu şiirleriyle Haşim, II. Meşrutiyet devrine hakim olan basit, sığ ve ge·veze şiir akımını değerden düşürmüştür. Onun Türk şiirine _yaptığı en büyük hizmet, san'at için daima tehlikeli olan muhteva tahakkümüne karşı, "yapı" ve "güzellik" in üstün1üğünü ortaya koymuş olmasıdır. Haşim'in nesirleri de şiirleri kadar sevilmiş ve takdir ·edilmiştir. Ali Canip, "Bize Göre" kitabı çıktığı zaman yaz.ıdığı bir makalede Haşim'i "çağdaş Türkiye'nin en orijinal bir üslupçusu" olarak över ve onun yazılarının "bugünkü nesrimizin en güzel nümunesi" olduğunu ileri sürer. "Frank-furt Seyahatnamesi" nin neşri dolayısiyle kendisi de değerli bir şair ve nesir ustası olan Ahmet Harndi Tanpınar, •onu "türkçenin en güzel eserlerinden biri" olarak takdim ,eder. Tanpınar, Haşim ve nesrini değerlendirirken yazar ve ~serin in başlıca vasıfları m belirten şu sözleri kullanıyor:


III

"Bu zengin nesrin göz kamaştırıcı fantezisi" "eşya ve inen fevkattabiiyye hakikatlerinde yakalayan dikkat ve tahliller", "bütün cehitlerini zamanın fevkine çıkmak için sarfetmiş bir zeka ... " Haşim'in Galatasaray Sultanisinden arkadaşı olan Alı­ dülhak Şinasi Hisar, Haşim'in nesri ve onları nasıl yazdığı hakkında şöyle diyor: "Ahmet Haşim'in ince, zarif, nükteli, san'ath, işlenmiş, kadife gibi yumuşak ve açılmış çiçekler gibi olgun nesrini medh için ne söylense belki az gelir. Ekseriyetle pek zeki ve bazen de için için müstehzi olan bu nesir hakikaten ne güzeldir! Ahmet Haşim bunlarla "Bize Göre" hisler ve fikirler yazmıştı. Ahmet Haşim'in bunları ne ernekle yazdığım bilirim. Başının meyvesini olgunlaştırarak koparıp harice vermek ne zordur! Hatırlıyorum, Ahmet Haşim, İkdam'da bir "Bize Göre" parçasını fikrinden ve kalbinden süzülen bir madde gibi sızdıra sızdıra bütün yarım gününü geçirerek, akşama doğru, müşkülat ile bitirir ve imzalardı. En ev-vel yazdıklarını birer birer herkese, İkdam'ın her muharriı·ine ve her gelen misafirine okurdu. Hepsinden bir tavsiye, bir fikir, bir his almağa, her yeni kıraati üzerine bir tashih daha yapınağa çahşırdı. Sonra Ali Naci Bey'e okur, ondan da bir az tuz, biber isterdi. Bir gün kendisinin yanlış ve mübalağalı tefsir edilmiş bir fıkrasının Times gazetesindeki akisleri münasebetiyle galiba Yunus Nadi Bey'in bir makalesine cevap yazıyordu. Kapıdan girdiğımi görür görmez memnuniyetle gülümsedi ve mu tadının hilil.fında bir mülayemet, ünsiyet ve sükunet'le: "Siz bilmiyorsunuz bugün buraya sızi Allah gönderdi!" dedi. Yunus Nadi Bey'e verdiği cevabı benim de birkaç noktadan tedkik ve tahlil ile muvafık bulmaını istiyordu. sanları

Hatta böyle bir cevap teşkil etmeyen parçaların bile ne kadar zahmetle yazılıp kaç tashihten geçtiğini daima gör· düm. Denilebilir ki Ahmet Haşim'in fıkrasını y'lzacağı günler bunun ta bittiği akşam saatine kadar, indinde dünyanın başka hiç bir hadisesinin zerre kadar mana ve ehemmiyeti kalmazdı. Bir gazete idarehanesinde bulunduğu için bazen birdenbire nıühimce bir haber herkesin alakasını uyandıran


IV bir dalga halinde gelir muhiti sarsardı. O zaman Ahmet kendini ihmal ettirerek işini sekteye uğrattıran bu hadiseye kızar, muğber, müteessir olur, kendini hayatın yeni bir cilvesiyle mağdur görürdü". Haşim

Haşim birçoğunu

nesirlerinde öyle zannediyorum ki, fikirlerinden Alain'in "Propos" larını örnek tut-

benimsediği

muştur.

Haşim'in

nesirleri de fransız filozofunun küçük sohbet Tek bir görüşü ihtiva eder. Mücerret müşahhastır, yani ya bir objenin tasvirine veya bir

yazıları

değil,

hayale

gibi

kısadır.

dayanır.

Haşim'in

nesrinin Alain'inkinden farkı, Alain'in bir filozof, Haşim'in ise bir şair ve fantezi adaını oluşudur. Alain'in her biri kendi içinde bir bütün teşkil eden küçük sohbetleri içe sindirilmiş zengin bir kültüre ve insicaınlı bir hayat felsefesine dayanır. Haşim bir "fikir adamı" olmaktan ziyade fikirler ve hayallerle oynayan bir şairdir. Yazılarının arkasında bağ­ lantılı bir hayat görüşü yoktur. Fakat bu yazılar estetik bakımdan şiirleri kadar değer­ lidir. Onların başlıca vasfı da, Haşim'in şiirleri gibi, gevezelikten uzak, derli-toplu olmalarıdır. Haşim bu yazılarında her cümle ve kelimeyi, hesaplı olarak kullanmıştır. Dar şekil, Alain gibi, Haşiın'i de bir ınuhteva temizliğine götürmüştür. lVIübalil.ğasız olarak iddia olunabilir ki, türkçede Haşim'in bu fıkraları kadar "dolgun" yazı yazılmamıştır. Bu yazıların bıraktığı ilk intiba, fikri, az kelime ile ifade etmek, yeni, şaşırtıcı ve güzel bir tesir uyandırmaktadır. İhtiva ettiği güzel tasvirler ve hayaller bu nesirlere estetik bir değer verir. Onların fiziki bakımdan başlıca vasfı basmakalıp görüşlere aykırı olmasıdır.

Basmakalıp

fikirler insan düşüncesini uyuşturur. Hanesirleri bizi güzel ve tatlı bir şekilde uyandırır. Bu nesirlerdeki kesafet, dolgunluk, tasvir gücü, hatta fantezi ve ince alay, nesir san'atında daima hoşa giden özelliklerdir. Bu kitapt:ı Haşim'in üç eseri, "Bize Göre", "Gurebahane-i Laklakan" ve "Frankfurt Seyahatnamesi" bir araya şim'in


V getirilmiştir. Haşim'in

dili umumiye tle sade ve açıktır. Okuyucunun bu yazıları rahat bir şekilde aniayabil mesi için, bugün kullanılmayan bazı kelimeler metni bozmayac ak şe­ kilde değiştirilmiş ve kitabın sonuna açıklayıcı bazı notlar

eklenmiştir.

Mehmet Kaplan



İÇİNDEKİLER Sayfa:

Bize Göre: Başlangıç

Gazi . Bir teşhis Bahar Kürk . Süleyman Nazif'in mezarı Hemen her sabah Mecmualar. At . Erkekleşme . Şehir harici Münekkit Sinema . Çingene. Dinlenme ve eğlence günü Bulutlar karşısında bir muhavere Kelimelerin hayatı Dostum . Dilenci . Basit bir mesele Kargalar Yeni İstanbul . Kutup faciası . Uslı1p hakkında bir mülô:haza Üstat . Esneme k Deniz kenarında Leylek Müthiş bir böcok Gece gezintisi Baş parmak

3

s 6 7

s· 9 ıa

ll 12: 13 14 ıs

16 17 18

19

2(} 21 22:

24 25 26 27'

28 29' 3(J

31 3Z 33

34 35-


Sayfa

37

Mükeyyifat Ay 'Kış

·Garden Bar'da konuşan iki adam )Bir faziletin kıymeti Şairleri okurken . Bir fikir ve bir münakaşa ''Kırk derece .Ahmet Hikmet Yaz kokusu 'Cazibe

38 39 41 41

43 45 46

47 49

50

Bir Seyahatin N otları : .Seyahate

çıkan adamın duydukları

İlk intıbodan sonra .

Yapraklar ve çiçekler içinde bir Bir rahibin nasihati :Paris sabahı . ·Hayvanlar arasında .'Paris . Paris kadını Neş'esiz Paris . 'Sebze yiyiciler .Siegfried Bir akşam sohboti Darülfünun şehri ·Cami ve hava Müstakbel mimari Pislik ve temizlik .Son sahife . Gurebalıane-i

şehir

55 56

57 59 61

62 64

66 69 71

73 75 79 80 82 84

86

Laldakan :

·Gurebahane-i laklakan Müslüman saati . :Bir ağaç karşısında . Yeni sanatkar

91

102 105 107


III Sayfa Yakup Kadri Cem'in gözü Son şarklı . Osman pehlivan , Mizah . . . . Renkler hakkında Aşk ve kıyafet Sonbahar şiirleri . Kızıl elma . . . Sayfiyelerden dönenlere Bir cevap . . Harabe . . . Krippel'in eseri Örtülü kadın • Erkek Tokluk ve açlık Medeni lehçe .

ıo9

112 113

116 118 ız ı ı25 ı27 ı29 ı3ı ı33 ı3S ı38

141 142 144 ı46

İki adamın konuştukları

147

Kır

ıso

Mürteci mimarı Yeni bina Güvercin

ısı

'

.

Yakından

Dreykul'da kadın modaları Kediler mezbahasında . •

ı54

1S7

158 160 164

Frankfurt Seyahatnamesi : Harikulade mukaddime Gece . . . . Bulgar kırları İç sıkıntısı . . Kımıldamayan ışıklar

Sinek Alman gecesi . . . Varış . . • • . Büyük bir Avrupa şehri Caddeler . . . . .

169

170 171 173

174 175 177 178 180 182


IV Sayfa Faust'un mürekkep lekeleri Ticaret Hasta Bir zihniyet farkı Alman ailesi Sincaplar, kuşlar vesaire . Sonbahar Bulutlu hava Beş Alman'ın keyfi için Dilenci estetiği Profesör aristokrasisi Notlar

184 187

189 191 193

194 196 198 201 203 205 211


BİZE GÖRE



BAŞLANGlÇ

Bir nevi ölümden sonra dirilme sırnna maz~ har olan "İkdam1 " ın san'at ve edebiyat sütunlarına bakmak vazüesini üzerime almış olmaktan utanıyo~ rum. Bu utanç, edebiyatı yüz kızartıcı bir meşgale telakki ettiğimden ileri gelmiyor. Zira bilirim ki, İngiliz milleti, Hint mülkünden ziyade Shakespeare ile mağrurdur; bilirim ki İran, zalim bir güneşin yaktığı kısır topraklar üzerl.nde mevcut olmaktan ziyade, Hafız-ı Şirazi 2 'nin nazmında, Behzad 3 'ın re~ simlerinde ve seceadelerinin renkli bahçelerinde ya~ şıyor; bilirinı ki ispanya, ne Alphonse 4 'un, ne de Primo de Rivera5 'nındır? Fakat kızıl karanfilli Karmen6 'in vatanı, ancak El Greco 7 ve Cervantes 8 '~ indir. Hayır, edebiyattan değil, karşısında şimdiden aczini duyduğum okuyucudan utanıyorum. Gazetecilik, ticaret mahiyetini aldıktan sonra, kendisine ''müşteri" ismi verilmesi daha doğru olan okuyucunun hoşuna gitmek gayretiyle gazeteler, yavaş yavaş sütunlarından "fikir" in bütün şekille~ rini süpürüp attılar. Hareket etmeyen güzel bir vücudu nasıl her taraftan yağ tabakaları kaplarsa, gazeteler de bir taraftan yiyecek ve içecek ilanları, diğer taraftan metni kovan resimlerin istilası altında kaldı. Dünya basınına göz atılınca bükmedilir ki, mide ve barsak, dimağdan çok daha şerefli birer


4

AHMET

HASİM

uzuv derecesine yükselmiştir. Hatta iri göbekli insanlann etrafımızda çoğaldığma bakılırsa, birçoklannın şimdi, dimağlannı kemik mahfazasmdan çıka­ np karınlannda taşıdıklanna hükmetmek lazım geliyor. Dimağ, haysiyetiıiden bu kadar kaybettikten sonra, hayati faaliyette insanın filden, kanncadan, leylek veya zürafadan hiç bir farkı kalmıyor. Rabbim! Her zevki tatmin edecek ve ismi yine "san'at ve edebiyat" olacak olan felsefe taşını nasıl bulmalı?!


GAZt Yeni harfiere dair ilk defa fikir teatisi için Dalmabahçe sarayına davet edilenler içinde Gazi'yi bizzat görrneğe gidenlerden biri de bendim. Heyecanını çoktu. Fotoğraf adesesine zerre kadar itimadım yoktur. Bundan dolayı, fotoğraf aletinin keşfiyle "portre" ressamının vazifesine nihayet bulmuş gözüyle bakanlara hak vermek bence müşküldür. Şekil ve madde, ışığın akislerine göre her an değişir. Bu itibarla hiç bir çehrenin, vasıfları belirli, bir tek görünüşü yoktur. Fırça san'atkarı, resmedeceği çehre üzerinde, uzun müddet hayatın iniş ve çıkışını gözlernek ve onu birçok değişikliklerinde tespit etmek suretiyle, nihayet gerçek hüviyetin gizli hatlarını sezmeğe ve görrneğe muvaffak olur. Fotoğraf, bu zihni tahlil ve terkip kudretine sahip değildir. Onun için, hassas cam üzerinde beliren şekle bir vesika kıymeti izafe edilemez. Gördüğüm fotoğrafiara göre biraz şişman, biraz yorgun, biraz hatları kalmlaşmış bir vücutla karşılaşacağıını zannederken, kapıdan bir ışık dalgası halinde giren teksif edilmiş bir kuvvet ve hayat tecellisi ile birden gözlerim kanıaştı: Göz bebekleri en garip ve esrarengiz madenierden yapılmış bir çift gözün, mavi, sarı, yeşil ışıklada aydmlandığı asabi


AHMET HASİM

6

bir çehre ... Yüzde, almda, eller-de bir sıhhat ve bahar rengi... Muntazam taranmış, noksansız, sarı, genç saçlar... Bütün zenberekleri çelikten, ince, yumuşak, toplu, gerilmiş, genç ve taze bir uzviyet. Altı yüz senelik bir devri bir anda ihtiyarlatan adamın çehresi, eski ilahlarmki gibi, iğrenç yaşın hiç bir izini taşımıyor. Alevden coşkun bir nehir halinde, köhne tarihin bütün enkazını süpüren ve yeni bir alemin meydana gelmesine yol açan fikirler kaynağı başı, bir yanardağ zirvesi gibi, taşıdığı ateşe kayıtsız, mavi gök altında, sessiz ve gülümseyerek duruyor! Kendi yarattığı şimşekli bulutlardan, fırtınalar­ dan ve etrafına döktüğü feyizli çağlayanlardan yegane müteessir olmayan, m eğer onun genç başı imiş! O günün benim için en büyük nimeti, o efsanevi başı yakından görmem olmuştur. BiR TEŞHİS seneden beri edebiyatımızın gösterdiği çıplaklık manzarası bütün fikir adamlarını düşün­ dürse yeri var. Okuyup yazmamn halk arasında yayılması ve bundan dolayı okuyucu sayısının çoğal­ ması nisbetinde yazı hiiııerine arız olan bu soysuzlaşmanın anlaşılmaz sebepleri hakkında hayli şeyler söylendi. Felce uğrayan maalesef yalnız edebiyatımız değildir. Bu bitkinlik rengi, gizli bir hastalığın sarılığı gibi, ruh ve hayalin bütün bahçelerinde yayıl­ makta ve bütün yaprakları, yer yer soldurup kurutmaktadır. Geçen gün Türk Ocağı'nın bayrammda Beş altı


BİZ'l GÖRE

bütün iyi niyetiere rağmen, yaşlı ve yorgun iki -san'atkarın ney ve sazından daha genç ve daha zinde· bir şey dinlenilemc~iğine bakılırsa, musikide de artık san'atkar nesiinin tükenmiş olduğuna hükmetmek, laznn geliyor. Gerçi iyimserliği saflık derecesine vardıran bazı. kalem sahipleri, hala kısır çalı fidanları üzerinde, ·taze güller görmekte ısrar etmektedir. Safdilliğ:in.. bu derecesi hakkında fikir beyan etmek, ancak tıb­ bın salahiyetine girer. Bahsi dağıtmadan edebiyata döneilin! On, OH' beş seneden beri aynı nağmeyi geveleyip durduğu­ muzun açık alametlerinden biri, okuyucunun yeni. eserlere karşı gösterdiği hayretsizlik ve alışkanlık­ tır. Bu alışkanlık, ancak adet şekline gelmiş bir hassasiyetin uysallığı değil midir? Aksülameller, hiddetler, kinler ve gayzların dur-· duğlı bir fikir alemi içinde, artık yeni hiç bir eserin. ortaya çıkmadığında zerre kadar şüphemiz olmama-lıdır.

BAHAR

Mart

başlayalı kırkını geçmiş

nice

tanıdıklarım~

hastalandı. Bazılarmlll bronşiti, bazılarının

romaUztükenması azmış. Balıarın mez ki... Mart güneşi, uzviyette çöreklenip yatan, bütün yılanları uyandırıyor; toprağın yeniden gençliğe kavuştuğu bu mevsimde, hava kuş cıvıltılarıyle beraber insan inntileri ve hırıltılariyle dolu. Dün· neş'eli bir kır köşesinde baharın bu iki zıt levhasuu yanyana gördüm: Bir tarafta genç hayvanlar ayna-· hastalıkları

sayınakla


AHMET HASİM

;§ıyor, kuşlar uçuşuyor,

taze dudaldar ağaç kütük~ lerinin siperinde, sonu gelmez buselerle öpüşi.iyor; diğer tarafta ise, yaşlı hastalar, yorgun iskeletleri· nin soğumuş kemiklerini güneşte ısıtınakla meşgul. Bahar bir muhasip gibi, hayata yeni kavuşturduğ·u yaratıkların sayısını yaşayanlarm yekünundan durmadan çıkarnıakta ... Ne yazık ki vücudun çökmesi zekanın olgunluk zamanına tesadüf eder. Manasız çocukluk, tatsız cgençlik, olgunluk çağına hazırlanmaktan başka nedir? Zeka - nar, ayva ve portakal gibi - geç ;renl{ ve koku kazanan bir sonbahar mahsuli.idür. En az kırk sene güneşte pişmeden bu asil meyve ballanmıyor. Di.inyayı idare eden, ilim, fen, san'at ve ede·biyat cereyanlarmı idare eden, şakakları beyazlan.mış kafalardır. Genç allame ve genç dahi bir mucizedir ki bazı yerlerde vücut buluyor. Ne olacağı meçhul yeni doğmuşlara yer açmak için ölümlin her sene, bilhassa baharda, kır saçlara attığı tırpan, kim bilir, tabiata karşı insan zaferini ne kadar geciktirmektedir!

KORK Nereden geldiği ve nasıl başladığ1 meçhul bir <kürk modası, İstanbul'un hemen bi.itiin kadın tabakalarma yayıldı. Bu moda, dedelerimizin ve ninelerimizin bildiğimiz kürkiinü çevirip sırta geçirmek ve kurt veya g·oril gibi, iri ciisseli blr hayvana benzemek tuhaflı­ ğından ibarettir.


9

BiZE GÖRE

Bu moda, o kadar yayılmış ki, şimdi kastor mantosu olmayan hanımın, hiç olmazsa kedi veya fare derisinden bir kürkü olması gerekiyor. Tırnaklarını uzatıp sivriiten ve vücudunu baştan başa tüylü göstermek isteyen kadın, belli ki insandan başka bir hayvana benzemek için uğraşıyor. Kadınlarda bu insan şeklinden uzaklaşma meylinin sebepleri ne olsa gerek? StJLEYMAN NAZİF'İN MEZARI Süleyman Nazif9 'in geçen sene öldüğünde tabii hiç birimizin şüphesi yok. Fakat bu hayret verici insanın artık yaşamadığı fikrine alışmak da ne müş­ kül! Hala, bize bir oyun yapmak için bir tarafta gizlendiğini ve nerde ise bir kapı arkasından sesinin gürleyeceğini zannediyorum. Ebedi kudretlerle aynı cinsten olan bu adamın ölmesi, rüzgarın ebediyen durması gibi insana gayrı tabii görünüyor. Fakat onu tanımış olanların bu dakikada vehmi ve hayali ne olursa olsun, Süleyman Nazif artık yaşayanların dünyasından uzak, yeraltı aleminin sakinleri arasında bulunuyor. Koca bir değirmeni harekete getirrneğe kafi bir kudreti, bazen bir tek cümlenin zenbereklerine sıkıştırmağı bilen o kasırgalar kardeşi, ihtimal şimdi topraklar altında ya bir zelzele şekline girmiş veyahut,"' yarın yıldırımlarla güleşecek koca bir çınar halinde fışkırmağa hazırla­ nıyor.

Süleyman Nazif'in mezarı hala yapılmamış. Bunu, mezar yapmak için bir heyetin yeni kurulduğu


AHMET

12

HASİM

geliyor? Şiirden! Bu baykuş feryadını duyuranlar kim? Şairler! Her devrin şairleri! Bilmem bu muammayı nasıl halletmeli? Bizde manzum sözle konuşanlar içinde hiç bir genç ve sıhhatli insan yok mudur? Bunların hepsi de yaşlı, hasta, verem, sıracalı, kambur, kör ve topa! mıdır ki, sesleri yalnız inleme perdesinden yükseliyor. Sevgilileri onları kovuyor, nişanlıları bırakıyor ve su, gece ve mehtap kendilerini durmadan ölüme çağı­ leşten

rıyor?

bu tarzda bir inilti olmakta devam ettikçe kelimesi, müthiş bir hastahğın ismi gibi, sıh­ hatli insanları elbette korku ve iğrenme ile titretecektir. Şiir

şair

AT Balıarda şu atlara ne oluyor? Bazı böceklerin ve kertenkelelerin, aşk mevsiminde, uzviyetleri zehirle dolduğunu biliyoruz. Acaba bahar atların da mı kanını zehirlİyor? Senenin on bir ayı yumuşak başlı ve uysal olan at, bahar çayırından ağzına bir tutarn ot alınca hassas, ürkek ve tehlikeli bir hayvana dönüyor. En uzak ufukların arkasından gelen en hafif bir kısrak kokusunu duyar duymaz, bahar güneşinde renkli tUyleri pırıl pırıl yanan güzel başın burun delikleri korkunç bir iştilıa ile açılıyor, kula...ltlar huniler gibi dikiliyar ve genç kişnemeler, balıarı bir fırtınanın gök gürültüleri gibi, yeşil ovalarda uzun uzun akisler yapıyor. Aşk mevsimi müddetince, hemen bütün dört hacaklılar gibi bu zavailı asil hayvanın bir dakika ralıatı yoktur.


B!ZE GÖRE Şükretmeli ki insan, böyle belirli bir aşk mevsimine tabi değil! Öyle olmasaydı, baharın kokuları havalara dağılır dağılmaz kuduracak insamn diş ve, tırnaklarıyle yıkacağı medeniyete, her sene bahardan sonra yeniden başlaması lazım gelecekti.

ERKEKLEŞME

İntiharlar tekrar çoğaldı. İhtiyarlan açlık, gençleri aşk ölüme sevkediyor. Gençler içinde ken<iin~. öldürenlerin büyük çoğuuluğunu erkekler teşkil ediyor. Şu halde: Erkeği, seve seve, ölüme yollayacak derecede cinsi bir üstünlük ve kudrete sahip olan kadımn erkeğe, yani kendi _esirine, eşit olmak ve benzemek için dişini tırnağına takarak yaptığı gayretierin sebebi delilikten başka ne olabilir? Altın gözlerin tılsımını ve mercan dudakların ateşini bir kağıt çantasına, bir mürekkepli kaleme ve bir muşarnbalı pardösüye değişen modern kadınla. beş on dakika, biraz yakından konuşmak, erkekleş­ me merakının kendisine ne pahalıya oturduğunw anlamağa kafidir: !ş kadını - erken yazıhanesine­ gitrneğe ve geç evine dönrneğe mecbur olduğu için, yıkanınağa ve temizlenmeğe hiç vakti olmayan kirli iş adamı gibi acı acı ter, kepek, yağ ve toprak kokuyor. Lavanta ve pudra, deriden ve saçtan dağı­ lan o karışık kokuyu daha iğrenç yapmaktan başka bir şeye yaramıyor. Binlerce asırlık erkek medeniyetini anlamak vebenimsemek için işe pek geç koyulan kadın, şimdiı


AHMET HASİM

müthiş bir hızla çalışınağa mahl{umdur. Er geç, zihin yorgunluğu, dünya yüzünü, saçı vaktinden ev~ vel dökülmüş, cascavlak fikir kadını başları ile de ·dolduracaktır.

İşte

. mamen

o gün feci intiharın, dünya yüztinden tagündür.

kalkacağı

ŞEWR HARİCİ üçı dört seneden beri uzak çiftliğinde, arılar, inekler, keçiler ve tavuklardan müteşekkil dost bir hayvan çemberi ortasında yaşayan akıllı bir dos:tumu ziyarete gittim. Şehirden tamamen uzaklaşan bu dostu, ilk bakışta, tanımak müşltUl oldu: Saçları vahşi bir ge.lişme ile başını sarmış, rengi bakır kırmızılığı almış, dişleri uzamış, lehçesinde çetin sesler belirmişti. Alnında ne hüzünden, ne neş'eden eser kalmamıştı. ·Tabiat, dostumu kendine benzetmiş ve onu bir kaya :parçasına döndürınüştü.

Tabiatın insana yapacağı en büyük iyilik, şüphe ·yok ki, vücudu böyle haşin bir zırh ve içindeki ruhu -da böyle bir çelik külçesi haline getirmektir. Şehir­ lerin sarı derisini kırların kızıl derisine değişmedikçe, , güneşin ve toprağın kardeşi olmak kabil mi? Derler ki: Aynı ağaçların, aynı tepeleriri ve aynı , göklerin sonsuz bir tekranndan başka bir şey olmayan kır aleminin saadetleri, sırf şairane bir icat eseridir. Gerçekten, yaşamak hünerindeki aczi yüzün'den, şehirde mes'ut olamayan şair, Oktru.vaıı sı­ :.nırı dışında bir cennet var olabileeeğlni zannetmiş


15

BiZE GÖRE

ve başkalarını da buna inandırmak için, asırlardan beri manzum sözün telkin kudretinden yardım dilemiştir. Bu itibarla şairin kırı, olsa olsa kolay süt, .ekmek, peynir ve bal temin eden bir çiftlik olabilir. Fakat kır, hakiki kır, sert toprakla sert insanın boğuştuğu bir alemdir. MVNEKKİT

Bir mühendisi, bir şairi, bir doktoru, hatta ismini bile örnrünüzde işitınediğiniz herhangi bir mesleğe mensup birini, hiç anlamadığınız bir işinden dolayı beğenir gibi olunuz. Derhal bütün faziletler sizindir: Hayırseversiniz, zekisiniz, · sevimlisiniz, terbiyelisiniz; ilminize, irfanınıza hiç diyecek yok! Ağ­ zınızdan düşürüverdiğiniz küçük ve mürai bir övmeğe karşılık sırtımza geçirilen tantanalı altın hil'ati bir an içinde kaybetmemek ve yağmur altmda bir ıçıplak

gülünçlüğüne

düşmernek

sözünüze en ufak bir ihtiyat

istiyorsanız,

kaydının

sakın

gölgesini dü-

şürmeyiniz.

rahat yaşamanın düsturu! Halbuki her fikir otlağından, topal ve yaralı bir hayvan gibi, sopa ile, taşla, tekme ile uzaklaş­ tırılan münekkit, hakikatte, insan zekasının en tesirli hizmetkarlarından biridir. Gelecek şafaklara doğru yürüyen kafilenin ta önünde, ümidin bayraklarılll dalgalandıran onun koludur. Büyük üstadım Gourmont şunu der: Bütün .canlı yaratıklara nazaran insanın üstünlüğünü yapan, İstidatlarının çeşitliliğidir. En zeki hayvan bir İşte


AHMET HAŞİM

16

tek şey yapar. Fakat onu mükemmel yapar: At. arka ayaklarıyle, Dempsey12 ve Carpentier13 'nin yumruklarından daha mükemmel çifteler atar; arı. kimyahane fırınlarına ve dolaşık inbiklere hiç muhtaç olmaksızın bir Berthelot14 dehasiyle balını süzer, örümcek en usta bir dokumacı gibi havai tuzağının görülmez tellerini örer. Fakat o kadar! Halbuki bin bir sahaya dağılmış çalışan insan faaliyetinin eserleri, ister istemez eksik ve geçicidir. Hayvan, gayesine varmış duruyor, insan gayesini hala aramakla meşguldür. Herhangi bir sahada insanı artık daha ileriye gitmekten vazgeçmiş görenler, bilmeyerek, onu hayvan seviyesine indirmek isteyenlerdir. Münekkit ise, her beşeri marifetin hala gelişti­ rilmeğe muhtaç olduğunu bağırmakla, her sabah, insana hayvan olmadığını hatırlatıyor.

SiNEMA Boş

vaktim oldukça sinemaya giderim. Yumuşak bir karanlığa gömülmüş, makinenin hışırt:ısını " dinleyerek, vücudumun değil, ruhumun bir çetin yol üzerinde mola verdiğini hissederim. Karanlıl{, ölümün bir parçasıdır, onun için dinlendiricidir. Büyük dinlenme, bir karanlık denizine dalıp bir daha ışığa kavuşmamaktan başka nedir? Sinemanın diğer bir fazileti de olgun yaşın, kafatası içinde, bir deste devedikeni gibi sert duran acıtıcı mantığı yerine, çocuk safdilliğini ve kolayca aldanış kabiliyetini koymasıdır. Rüya alemi üzerine


17

BlZE GÖRE

sihirli bir pencereyi andıran beyaz perdede kalkan şu ahmak şahısların tatsız tuhaflıklarmdan veyahut kovboy süvariliklerinden veya harikulade hırsızlık vak' alarından, baş­ ka türlü tat almak kabil olur muydu? İnsan saflığiyle beslenen sinema edebiyatı, henüz kıyınetsiz yazarın işidir. Resmi beyaz-perde üzerinde knnıldayan şu rimel ile kirpiğinin her teli bir ok gibi dikilmiş güzel kadının gözünden, damla damla akan sahte gözyaş­ ları, zevkini ve aklıselimini şapka ve hastonuyle birlikte vestiyere bırakmayan adamı, teessürden değil, ancak can sıkıntısından ağlı:>"tabilir. Sinema, böyle yormayan masum bir göz eğlen­ cesi kaldıkça, yorgun başın ınımis bir sığınağıdır. Her zevkini kaybetmiş ruhu, çocukluk tazeliğine kavuşturan bu karanlıkta, basit musiki, tatlı bir ninni vazifesini görür. Ben, en güzel ve en dinlendirici uykularımı sinemamn, ipek yastıklar gibi başın arkasına yığılan yumuşak karanlığına borçluyum.

açılmış

koşuşan, döğüşen, düşen,

ÇiNGENE Dün bahar bayramı idi, yani bayramlarm en tabiisil Papatya, gelincik ve bülbül alemi içinde, hayattan bir günün acılarını unutmak için, bütün şehir halkının, şen bir kafile halinde döküldükleri yeşil istikametleri takip ederek Kağıthane Deresi'ne indim. Bu hüzünlü ve karanlık vadide balıarı görmek hayaliyle, tozlu ve dolaşık yollar üzerinde saatlerce taban tepmiş ve ter dökmüş olanların - her sene bu sene de, kendi safiıkiarına acı olduğu gibi acı gülümsediklerin,den şüphe etmiyorum. 2


AHMET HAŞIM

ıs

Benim Kağ·ıthane'de aramağ·a gittiğim ne kuş, ne de çiçek idi; sırf çingene görmek ve zurna dinlemek iştiyakiyle, şu sonu gelmez bir akşam alacalığının kederiyle boğulmuş olan iki dağ arasına gittim. Çingene, insanın tabiata en yakın kalan güzel bir cinsidir. Zannedilir ki, bu tunç yüzlü ve fağ­ fur dişli kır sakinleri, insan şekline girmiş birtakım neş'eli yeşil ağaçlardır. Çingene, bizzat bahardır. Çocukluğumda gördüğüm baharlardan bugün hatı­ rımda kalan hayal, yeşil, kırmızı, sarı şalvarlar giymiş, şarkı söyleyen ve el çırpan bir alay genç kız içinde, tahta zurnasını çalıp, bu musikinin vahşi kahkahaları andıran yeknesak akisleriyle yeşil vadileri uzun uzun inleten genç bir çingenedir. Heyhat! Dün Kağıthane Deresi'nde aksisadaya hakim yalnız bozuk fonoğraf sesleri idi. DİNLENl\~E VE EGLENME

GUNtl

Cuma gününe eğlence ve rahat günü denilmesine gülmeli! Bütün yiyeceği ve içeceği dolaplarda kilitlenmiş; odalardaki kana pe ve koltukları kaldı­ rılmış bir evde yiyip içmek, gülüp oynamak mümkünse, şu cuma gününün bir veba rüzgarıyle süpürülmüş gibi boşalan sokaklarında eğlenmek de ihtimal kabil olur. Bu cuma günü, sabahleyin evimde düşündüm: ·Güneşin hatacağı ve beni cumadan kurtaracağı saate kadar geçireceğim zaman, gözüme, ayaklarımla çı­ kacağım sarp bir dağ tepesi gibi göründü. Moda sahillerini düşündüm: Sarı saçlı İngiliz sütninelerinin el arabalarmda dolaştırdığı pembe çocukları sey-


19

JllZE GÖRE

retmekle geçirilecek bir gunun zevki, bana, hiç de kafi derecede cazip görünmedi. Bir dost evinde dedikodu, kahvelerin birinde bir fincanla karşı karşıya düşünme veya Kızıltoprak kırlarında otlayan başıboş öküzlere refakat şıkları arasında bir karar -veremeyerek, nihayet İstanbul'a inmek için iskeleye koştum.

Yeni yanaşan vapurdan neş'eli bir halk boşalı­ yordu. Köylüyü kaçıran zevklere kavuşmak üzere acele eden bu safdillere içimden acıdım. Vapur köyden ayrıldı. Köprüye çıktık. Demir parmaklıklara dayanmış, sulara dalgın bakan hüzünlü bir halk, cumasını İstanbul'da geçirmeğe gelen bu diğer zavallılara sanki gizli gizli bakıp merhametle baş sanıyordu. Cuma günü! Ölüm günü! Zevldn nerede?

BULUTLAR

KARŞlSlNDA BİR

1\'IUHAVERE

"Kuraklık Milııasebetiyle"

zaman yağdır­ mak imkanını bulroadıkça veyahut suyun yerini tutacak bir madde keşfetmedikçe, dünyanın mutlak hakimleri, şu kızıl ufuklar üzerinde sıra sıra yürüyen ve gürleyen siyah bulutlar kalacak! Hind'in eski din kitabı olan Veda15 'larda bulutların sembolik ismi ineklerdir. Kimyanın sonsuz gelişmesine rağmen dünya hala gıdasını, şu semavi memelerden akan sütte arıyor. Fen, bulutların keyif ve hevesine hükmedebilmekten şimdilik hayli uzaktır. İnsan se-

Fen,

yağmuru lazım olduğu


AHMET HASİM

20

faletine karşı bulutlan merhamete getirmek için elimizde yağmur duasından başka hiç bir çare yok! Bulutlar bize küsünce nehirler kurur, tarlalar ölür. Bahçeler solar, toprak mahsullerini keser; şa­ hısların kesesi ve neticede devletlerin hazinesi boşa­ lır; ticaret durur, san'at durur. Bu geniş dram çerçevesi ortasında, insanın korkunç kaderini bir an tasavvur etmek bile muhayyileyi yakınağa kafidir. Denilebilir ki alışılmıştan biraz daha fazla sürecek bir kuraklık, milyonlarca insan nesiinin asır­ lardan beri zahmetle biriktirdiği zeka serr.aayesini tüketrneğe ve bizi bu derece şımartan bir medeniyeti iflas ettirmeğe kafidir. Basılı, hayatın sonsuz çarklarını döndüren bulutlardır! - Desene: Şu çarkları su ile dönen dünya, eski zaman işi bir değirmenden hiUa farklı değ·il!

KELiMELERiN HAYATI

Hiç bir şey lisan kadar bir ağaca benzer değil­ dir. Lisanlar - tıpkı ağaçlar gibi- mevsim mevsim rengini kaybeden ölü yapraldarını dökerler ve tazelerini açarlar. Lisanın yapraklan kelimelerdir. Edebi bir metni okuyorken, daha düne kadar canlı bir manası olan "melek" kellmesinin, bugün tamamen hayatiyeti tükenmiş, renksiz ve şekilsiz bir lafız haline geldiğini hissettim. Bu kelime şimdi türkçede soğ·ulı: bir naaştan başka bir şey değildir. Melek nedir? Edebiyattaki manasma göre, melek bir kadın­ dır ki gözleri mavi, saçlan sarı ve beyaz entarishıin


21

BtZE GÖRE

etekleri uzundur. Hıristiyan san'abnda melek, lepiska saçları topuklarına kadar uzanan, büyük güvercin kanatlı, mahçup bir genç kız şekline benzetilir ve daima elinde sur cinsinden uzun bir musiki .aleti olduğu halde, gökte beyaz bulut yığınlarının kenanndan tebessüm ettirilir. Bu verem çehreli maverai güzelin örneği, kadın kıyafetinin son inkılabına kadar devam edebilmişti. Fakat kadın saçları, berber ma..lrasiyle kısalıp, etekIerin yarısı da terzi nefesiyle uçarak dizleri çıplak bıraktığı günden sonra, melek, birden geçmişin silik şekilleri arasına düşmüştür.

bir alevin temasiyle, taraf taraf ateş kırmızılığına boyanan çağdaş kadın çehresi yanında, uzun sarı saçlı ve mavi gözlü "melek", şimdi aptal bir halayık çehresinden daha fazla cazip değil. Şeytani

DOSTUM

Dostum, alelade bir insandır, onun ıçın tarifi gayet müşküldür. Vücudunun kusurlarını elbise ile gizlemek hünerinden habersizdir, yani şık değildir. Ahlak kaideleriyle de ruhunun çirkinliklerini saklamayı bilmez, yani iki yüzlü değildir. Dün onunla caddede karşılaştık. İşinden yeni çıkıyordu. Hissediyordum ki zihninde fikirler, sonbaharın hasta sinekleri gibi zahmetle kımıldamyor­ du. Kendisine bir yerde oturup dinlenmeyi teklif ettim. Alıştığımız bir köşede, iki siyah bira kadehi karşısında, sakin sakin, konuşmaya koyulduk. Köpüklü serin içki boğazından geçtikçe, bir dakika ev-


AHMET HASİM

vel, zihninde sürüklenmekten bile aciz sinekierin yavaş yavaş kanat oynatmağa başladıklarını gözümle görüyor gibi idim. Alkol miktan yorgun uz~ viyetinde çoğaldıkça, zekası adeta muntazam bir faaliyetin merkezi olmağa başlıyordu. Fakat biranın zayıf tesirini kafi bulmayan dostum, birden, şeytani bir ilhama uyarak, kendisine kanşık bir amerikan içkisi getirtti. Fazla bekletme~ den bira ve kokteyl dimağında müthiş bir patlama ile karşılaştılar ve ölgün sinekleri kudurmuş anlara döndürdüler. Şimdi dostum, karşımda, tepeden tır­ nağa kadar vızıltılı, coşkun bir kovan olmuştu. Evvela bize hizmet eden adama şiddetle hakaret etti~ beni sebepsiz tersiedi ve biraz evvel masamıza misafir gelen bir arkadaşla hiçten münakaşaya girişe­ rek fikrini, hiddet ve şiddetin en son perdelerinden çıkan korkunç bir sesle müdafaa etti. Hesabımızı gördük. Onu açık havaya çıkardım. Bir bahar akşamının tatlı serinliği kıpkızıl çehreye vurdukça sesin haşinliği düştü. Hiddeti, yavaş yavaş derin bir sükuna döndü. Bana söyleyiniz: Boğazından geçen içkilerin cinsine, ışığ·a ve havaya göre, her an ruhu muhtelif karışımların sahnesi olan dostumun, bir kimyahane çanağından farkı var mıydı? Dosturnun insan olarak irade kudretine ne kıyınet verirsiniz? DiLENCİ

Yolumun üzerinde her sabah tesadüf ettiğim bir dilenci var. Bu zeki çehreli adam, yoklama def-


BİZE

GÖRE

teri imzalamağa mahkfı.m bir kalem efendisi intizamiyle, her gün, tam saat altıyı kırk geçe köşesine: gelir ve tam saat ona kadar da bir tek söz söylemeksizin, sırf gözlerinin derin elemi ve edasının sessiz ifadesiyle gelip geçenlerin merhametini avlar. Merhametlerin, birer şaşkın güvercin teHişiyle, bu, mahir avcının kurduğu tuzağa düşmek için nasıl kanat çırptıklarını görmek, benim her sabahki eğ­ lencemdir. Sabır, tahammül, intizam gibi seeiye faziletlerinin en müşkülleriyle donanmış ve aynı zamanda, ustalıklı bir sükutun boş bir telakate tercih edildiğini bilecek kadar zevk ve idrak sahibi olan bu adamın, daha çetin sahalarda, daha karlı avlar arkasında koşması mümkün iken, bir dilenci kisvesi altında gelip geçeniere el uzatmağa razı oluşunu büsbütün budalaca bir hareket addetmedim. Bu adam haklı idi: Hayatın, zevk kaynağı olarak, kuvveti ve insanın yaşamak hususundaki kudreti nispetinde, faki-· rin hali yamandır. İşte bunun içindir ki New York veya Londra gecelerinde, kuru bir kemik parçasını,. açlıktan gözü dönmüş köpeklerin ağzından kapmağa. muhtaç kalan korkunç hayat düşkünlerine verilen fakir ismi, Hindistan'da Ganj nehri kenarında, yan mukaddes bir payenin unvanıdır. Fakire merhamet, saadetler ve felaketler görülmez kuvvetlerin keyfine tabi ve bundan dolayı her an refahtan sefalete düşmek tehlikesine maruz olanların meçhullerden bir çeşit yardım istemesidir. Bu gibilerin dilenci avucuna sıkıştırdıkları her sadaka, yarın istemeka· ten korktukları bir sadakanın sermayesi gibidir.


AHMET HASİM

24

Her sabah, sessiz bir dram çehresiyle kanııma dilenci, şüphesiz, hesabın henüz tesadüfe galebe etmediği bir alemde yaşadığını biliyordu ve hudutsuz bir saflık ve gaflet denizi içinde, merhameti, pahalı inciler şeklinde, kolayca aviarnaktan zerre kadar mahçup görünmüyord u.

çıkan

BASİT BİR

MES'ELE

veyahut beNişantaş taraflarında oturanlar nim gibi o semte ara sıra misafir gidenler - bazı öğle üstleri ve bazı akşamlar, caddeden yükselen yalncı bir kaval sesiyle eibette titremişlerdir. Modern, büyük apartmanlar mahallesini san'atın silı­ riyle bir anda kır, bağ, dağ alemine çeviren bu -çobanlara has, yeşll musikinin kaynağı, bir körün üflediği bakır borudur. Beğenmediniz mi? Eski mitoloji dünyasmda Marsiyas 16 , Apollon17 'un mağrur sazını, hakir kamış düdüğüyle mağlup etmişti. Kıyafeti, şekli, vaziyeti hep kendi aleyhine olan bu zavallı sokak muzıkacısmın perişan bedeni, ilahi bir sırrın mahfazasıdır. İşte san'atkar budur. Dikenli, karma karışık bir fidanda "gül" mucizesinin geliş­ mesini tabii bulanlar, san'atkarm maddiyet ve ma,neviyeti arasındaki farlı:a hayret etmemelidirle r. Adım atmak için bile bir başkasının yardımına muhtaç olan ve ancak kuru ekmekle geçinebilen bu gözsüz ve aciz insan, maneviyet sahasında, aksine, kudreti sonsuz bir hükümdardır. İstediği dakikada bize bir ürperti gömleği giydirmek, kalbirnizin atışma, kanımızın dalaşmasına hükmetmek için bu adamın


BİZE

25

GÖRE

bizzat bize görünmeğe, bizi kandırmağa, söz söylemeğe, nefes tüketrneğe hiç ihtiyacı yoktur. Musikisinin her hamlesi, hünerinin hem nazariyesini, hem de lezzetini, dinleyene bir anda telkin ediyor. İşte san'at, işte hakiki san'at budur! ötesi laftır.

KARGALAR Hani bu sene kargalara harp ilan edilmişti? Ya bu tepemizde sürü sürü uçuşan kara kuşlar ne? Her sabah gözlerimi, semalardan gelen paslı sesler gı­ Sanki binlerce çelik makas, cırtısiyle açıyorum. göklerin lacivert rengini doğTamak için, durmadan açılıp kapanarak, havada cehennemı bir gürültü ile şakırdıyor. Bahar geleli kargalar sınırsız bir neş'e içinde! Sanki insan silalıma karşı yeni üstünlüklerini kutluyorlar. Vapura gitmek için geçtiğim tarlaya konan kargalar, şimdi gelip geçenden zerre kadar korkmuyor. Aksine, bu tank gibi madeni bir zırhla her tarafı kaplı kuşlarm yuvarlak lı::anlı gözü ve çelikten gagası, garip bir tehditle insana doğru çevriliyor. Öyle ya! Galip mağluba başka türlü mü bakacaktı?

Kargalara karşı her sene açılan muazzam saböyle boş neticeler vermesi, lıasmımızın zekası Serçe hakkındaki eksik bilgimizden ileri geliyor. gibi zayıf bir hasımla döğüşmediğimizi bilmeliyiz. Evliliği insanlardan daha iyi tatbik eden ve koku alma duygusu köpeklerden bin kere daha kuvvetli olan bu et yiyici kuş, bir sopayı bir tüfekten ayır­ mak hususunda en seri bir anlayış kabiliyeti gösvaşın


AHMET HASİM

26

hayvanlardan biridir. Yapılan göre karga üçe kadar sayınayı da biliyor: İki avcı, bir adaya, karga avma gitmiş­ ler. İlk ti..ifek patladıktan sonra, tabii kargalar adadan uzaklaşmışlar. Avcılardan biri adayı terketmiş~ lı:argalar geri dönmemişler ve ancak ikinci avcının da adadan çıktığını gözleriyle gördi..ikten sonra ağaç­ larına dönmüşler. Üç avcı ile aynı tecrübe, aynı neticeyi vermiş. Fakat avcı sayısı üçü geçince, rakamı seçmek hususunda karga zekasının dumanlanınağa teren

sayılı

kanatlı

bazı araştırmalara

başladığı görülmüştür.

olan bu çelikten döküliçin avcı tüfeği değil, mit~

Çoğumuzdan akıllı

zeki kuşla ralyöz lazım.

mi..iş

uğraşmak

YENİ İSTANBUL

Gerçi yangın bir felakettir, fakat İstanbul Belediyesinin bazı mühinı vazifelerini ekseriyetle yangınlar gördüği..i için, İstanbul halkı, evler yıkıcı alevIere karşı kendini minnettar saysa yeri var. Fatih taraflarının, Hı:rka-i Şerif'in, Karagi..imri..ik'ün eski karanlık evlerini bilenler, yangınlardan sonra oralarda açılan geniş ve havadar sahalar karşısında, fransızların dediği gibi, felaketin bir şeye yaradığını görmüşlerdir.

Fakat, itiraf etmeli ki, nice hüsranlar ve gözyaşları pahasına mal olan bu nimetten lazım olduğu gibi istifade etmesini bilmedik. Yangın ınıntıkasında açılan bulvarların her iki tarafında birbiri ardınca yapılmakta olan küçük, i..islupsuz, nizamsız binalar, bir yeni çirkin İstanbul'un çekirdeğini teşkil ediyor.


BiZE GÜRE

21

Mimari eserler, fazla çirkinliğe, fazla garabete gelmez. Gülünç bir resme bakmamak, fena bir şiiri veya ahenksiz bir musikiyi dinlemernek suretiyle 'bunların zararlı tesirlerinden ruhumuzu koruyalıili­ riz; fakat fena mimarın eserinden sakınmak kolay bir iş değildir. Aciz bir muhayyile, fakir bir ruh, yol ortasına dikilmiş taştan koca bir şekil halini alınca, bütün bir şehrin manevi sıhhatini, nesillerce, bozmak kudretinde bir tehlike olur. Son senelerin ağlanacak, sahte mimarisi yüzünden değil midir ki, ruhumuzun estetik kabiliyetine delil aramak için ,geçmiş san'atkarlarm eserlerine başvurmaktan başka çare bulamıyoruz. Iı:UTUP

F ACİASI

Haftalardan beri kutup buzlarında kaybolan general Nobile 18 ile arkadaşları..nm nihayet kurtarılışı, yeryüzünün bütün sakinlerine derin bir nefes aldırdı. Şimdi de Amundsen 19 'in feci akıbeti endişesi yürekleri ·sıkıyor. Maddi menfaatlerini mUdafaada gösterdiği vahşet ve kabalık kabiliyetiyle, yaradılışı hakkında, akıllıyı bazen ümitsiz bırakan, insan, ara sıra gösterdiği bu ulvi dayanışma manzaralarİyle kurt ve sırtıanın iğrenç cinsinden olmadığını gösteriyor. İptida1 hırsıarın çamurdan tabakası üstünde, dünya çapında bir manevi ve medeni insanlık var. Bunun dimağı, sinirleri, kalbi ve damarları birdir. Türk alemi, kutup faciasının haberlerini takip ederken gösterdiği derin alaka ile bu geniş kalbin çarpıntısını kendi göğsünün altında da hissettiğini göstermiştir. Büyük kahramanın eli,


28

Türk topraklarını çelikten bir hat ile çevirirken, manevi Türk alemini diğer alemlerden ayıran seddi de yıkmıştır. Bu ulvi yapıcı ve yıkıcının büyük medeni eserlerinden biri de, bugün kutup faciası karşısında, yekp§.re duyduğumuz heyecan ve teessürdür . . General Nobile ve arkadaşları! ... İnsan saadetinin henüz acı olan balını, biraz daha tatlılaştırmak için yeni usareler toplamak ümidiyle, esrarengiz kuzeye doğru uçan ve kanatları kırılarak buz kayaları üzerinde uyuşup kalan asil arılar! Çengel parmakları üzerinde durmadan karını sayıp duran küçük ve çekingen bir insanlığa mensup olmak utancını bize unutturan sizin o hesapsız ve delice cesaretinizdir. ÜSLÜP HAliKINDA BİR MÜLA.HAZA hayalime gösterdiği yeni bir cihan manzarasiyle kah beni kendimden geçiren ve hayallere daldıran, kah sinirierime sevkettiği ürpermelerin kuvvetiyle gözlerimi zevkten yaşartan bir şiir mecmuasmı, geçen gün, senelerden sonra tekrar elime alınca, acı bir hayret içinde kaldım: Kitabın içindekiler, solan kaptan ve sararan kağıttan fazla, daha çok fazla eskimiş, yıpranmıştı. Sanki gözle görülmez birtakım manevi güveler, eserin ruhani maddesini kemirip toza döndürmüştü. Şiirin çıkmtılarında göz alan eski aynalar sönmüş, aydınlıklarm yandığı noktalarda, küçük karanlık çukurlar belirmişti. Ölüm, bilhassa kitabın eskiden en çok yeniliğini yapan kısımlarını vurmuştu: Sıfatlar, teşbiı.tıler, isÇocukluğumda,


BiZE GÖRE

29

tiareler - böcek koleksiyonlarında, toplu iğne ile tutturulan ölü kelebekler gibi sahifelerin sathı üzerinde, renkli birer naaş halinde duruyordu. Meğer bunlar, edebi eserin bozulmağa ve çürümeğe en müsait süsleri imiş! Daha dünkü şair, üslılbuna sürdüğü alacalı renklerle bir hafta içinde, soluk bir eski elbise zavallılığına düşerken, sıfatsız, teşbihsiz, istiaresiz Homiros 20 , saf bir billür pirarnidi gibi, hala güneşin ışıklarını güneşe aksettirip duruyor.

tJSTAT Bir

ceıniyette

ahlak ve adetlerin ne suretle dekelimelerin İstihalesinde görıneli. "Üstat" kelimesinin son senelerde aldığı mana, bu bakımdan, küçük bir tetkike değer! Eskiden "üstat", herkesçe tasdik edilmiş ehliyetlere verilen büyük bir payenin ismiydi. Üstat, dahiden bir derece aşağıda idi: üstat Ekrem 2 \ edeb! ınertebede Dahi-i Azam 22 'ın arkasından gelirdi. üstat, ehliyetin son olgunluk merhalesini ifade ettiğinden yaş, baş ve sakal merhumlarını da içine alırdı. İhtiyarın saygı gördüğü, sakalın çenede çirkin görünmediği devirlerde, "üstat" kelimesinin de utanılacak bir manası olamazdı~, , Son senelerde, maddi hayat zevkinin istila edici bir şekil almasiyle, üstat kelimesinin de yavaş yavaş itibardan düştüğü görülür: Ak saçlı Anato le France2 3 , bu kelime ile kendisine hitap edilmesine hiç tahammül edemezdi. Anatole France'ın katipliğini uzun seneler yapmış olan ğiştiğini


AHMET HASİM

:30

>bir yazarın geçenlerd e yayınladığı Hatırat kitabında, "üstat" hitabı karşısında, yaşlı ve büyük san'atka:rın zarif hiddetini nakleden satırları okumağa değer. Bizde bu kelime, şimdi, yarı yarıya küçümsem e -ve alayı içine alan bir garip şaka lafzıdır. Üstat, -okuyup yazmalda vaktini boşuna geçirmiş bir aptal ·ve bir bunağın sıfatı şeklinde manidar bir tebessüm le söylenir. Bu kelimenin macerası, birçok sosyal kıym.etle­ .rin etrafımızda nasıl değiştiğini gösterir. ESNEME !{

Dün sabah erken evden çıktım. Derme çatma ..bir kır bahçesinde, genç bir dut ağacının gölgesinde oturdum. Bir hafta evvel uzaklarda n gelen bir dos.tun hediye ettiği hakiki bir Havana sigarasını yaktım. Kahveınİ içtim. Buğulu ve soğuk su bardağı :karşısında, başım her türlü tefekkür ameliyesi nden azade, uzakta, tepelerin arasından çizilen denizin koyu lacivert hattına daldım. Birden çenelerim gerildi. Uzun uzun esnediın. Bu rahat esneyiş, bana, . şu tatlı yaz sabahında, bir saadet dakikasının son.suzluğ·u içinde yüzdüğümün haberini verdi. Esnemek , ıztıraplı bir ruh düğümü olan bütün gerilmiş vaziyetle rin çözülüp açılmasıdır. Ruh tahlillerinde eşsiz olan bir filozofun dediği gibi, dikkat, bekleyiş, uyanıklık vaziyetind e, yay gibi gerilmiş .duran adam, esneyemez. Esnenıek, harp ve müdafaa vaziyetini terk etmiş, tam bir emniyet içinde oldu~ğunu hisseden vücudun mes'ut teslimiye tidir.


BİZE

GÖRll

yapraklarm gölgesinde, esnernelerin bütün şekillerini birer birer hatırımdan geçirdim: Uyku akımının istilası altmda kalan, yemeğini bitirınis, mahmur gözlü çocuğun esneyişi... Bir yaz bahçesi~ nin yaprak gürültüleri ortasında, hamağında uzanan ve etrafındaki nebati hayata karışmak üzere olan taze kadının esneyişi... Kış gecelerinde, lambamn ışığını yuvarlak gözlerinde, iki altın damlası halinde aksettiren mütehayyil kedinin esneyişi ... Bütün mes'ut esneyişlerin hayalimde geçişini seyrederek, tekrar tekrar esnedim ve bu bekleyiş ve teslimiyet dakikamın saadetini, olgun bir yaz meyvesi gibi tattım. Yeşil

DENİZ

Kii:NARINDA

kaçanlar, deniz sularının Deniz, tehlikeli deniz, uslu bir fil gibi hortumunu toplamış, toprağın çıplak çocuks larını sırtında eğlendiriyor. Kumsallardan birine gittim ve koskoca denizle insan zerrelerinin dostça oynaşmalannı, neş'e bulmadan, seyrettim. Denizin çıp­ lak insana bu aşağılaşarak boyun eğişi ne gülünçtü! Morfinle sinirleri uyuştu:rulmuş, uyuklayan ve çoluk çocuğa gösterilen bir kafes arslam kadar gülünç! Büyük kuvvetlerin itaat halinde görünüşü ruha ne ağır bir eza veriyor! Ölgün yaz denizini seyrederken bu ezayı, ruhu pençeleyen bir kuvvetle hissettim. Denizin bu halsizliğ'i karşısında şehrin beyaz etli, kendinden zayıflara gücü yeten insanı ne cesur ve ne küstahtı! Sarkık etli, hi karruh kadınlar, saçı Güneşin sıcaklığından

serinliğine sığınıyor.


AHMET HASİM dökülmüş

erkeklerle, bu dişsiz tımaksız sular içinde taklak atıyor, batıyor, çıkıyor ve bir arslan !eşiyle oynayan sinekierin neş'esiyle zıplı­ yordu. Muazzam tekneleri, hafif oyuncaklar gibi sallayan deniz, hakiki çocuklarına tunçtan daha sert kır­ mızı bir ruh yağuran deniz, geniş kaHariyle kıt'aları birbirinden ayıran deniz, bin türlü ejderlerin vatanı deniz, kalabalık bir şehrin nevrastenik halkına tehlikesiz . bir havuz vazifesini görrneğe razı oluşu ne hazindil Denizi sevenler, rüzgar ve fırtına mevsiminin gelişine kadar salılllere hiç uğramamahdırlar. boğuşuyor,

LEYLEK Senelerden beri leylek görmüyo:rdum. Hatta bu yaz seyyahlarının son senelerde İstanbul'a az rağbetleri herkesin dikkatini çekmişti. Sonradan öğrendik ki Mısırlılar, bilmem ne sebepten dolayı bu saygı değer kuşlan arsenikli yemle:rle öldürü-

kanatlı

yorlarmış.

Geçen gün sokakta, gölgeleri mor ve keskin yapan bir Afrika güneşi aydınlığında yürürken, birden damlar tarafından gelen bir leylek gaga..cıı takırtı­ siyle durdum. Senelerden beri hasret kaldığı dost sese kavuşan kulağım, adeta mes'ut ağızlarm geniş tebessümüyle gerilmişti. Leylek, yaz mevsiminin kuşu değil, bizzat yazdır. Kırmızı gagasınm takırtısı, ses haline gelmiş bir sıcak temmuzdur. Bir baca üstünden ufka çizilen


33

BiZE GORE

bir leylek şekli, muhayyiley e neler hatırlatmaz: Maviliği içi bayıltan sonsuz, derin gökyüzü... Yeşil bir vadide gizlenmiş minareli, küçük, beyaz bir şehir... Yarasaların uçuştuğ-u, kavak ağaçlarının hafif haflf sallandığı yeşil bir akşam... Sıcak bir Asya gecesi: Damların yan duvarlarına dayanarak, gizli gizli konuşan ve doğacak bakır bir ayı bekleyen siyah zülüflü, kırmızı dudaklı, altın ve mercan gerdanlıklı kadınlar ... Alçak bir gece semasına serpilmiş büyük Bütün bu yıldızların içinde bir leyleğin yıldızlar... düşünen gagası... Muhakkak, leylek, ressam ve şairi birtakım karışık ve mevzun hayallere davet etmek üzere yaratılmış bir kuştur. İşte onun içindir ki maddeye tapan Mısır köylüsü, kendisine yaramayac ak kadar güzel olan bu hayvam öldürmek cesaretini kendinde buluyor. l\ltimiş BİR

BÖCEK

Gece, uykumun en derin yerinde, keskin bir ısı~ rıhşla fırladım. Elektrik düğmesini çevirdim. Karnı, patlayacak kadar taze kanla dolu bir tahtakurus u, odayı bir anda dolduran göz kamaştırıcı ışık içinde, ne yapacağım, nereye gideceğini, nasıl saklanacağını bilmeyerek, sırtmda koca yükle yakalanmış bir hır­ sız telaşiyle, beyaz örtülerin kıvrımları arasında aptal aptal kaçıyordu. Küçük böceğe dokunmadım ve çetin talihi, müthiş cesareti hakkında hayret! e düşüneeye daldım: Hiç şüphe yok ki arslan bile, bu bir kahve dam~ lası kadar küçük hayvandan daha fazla cesur değil-


34

dir.

Tırnakları

hançerlerden daha kesici, dişleri en daha delici, sesi gök gürlemeleri

müthiş kılıçlardan

gibi hava tabakalarını dalgalandıran, kuyruğunun her darbesi yerleri sarsan koca arslan için, boş çöllerde ince ayaklı ceyHbılar ve aciz öküzler boğazla­ mak bir iş mi? Her hayvanın avı, kendisinden daha küçük ve daha müdafaasız bir yaratık iken, tahtakurusunun gıdası, kendisinden bir milyon defa büyük olan insanın derisi altındadır. Ne ağıanacak talih! Uzanmış yatan bir adam, bir tahtakumsu için nedir? Muhakkak Himalaya dağları gibi korkunç bir girinti ve çıkıntı alemi! Her kımıldanışında bin tahtakurusunu ezip patıatmağa muktedir olan bu müthiş avın burnu ucundaki tatlı kan damlasını emmek için küçük böceğin silahı nedir? Ezilirk en pannağa bulaştırdığı yalnız bir iğrenç koku zerresi! Ne müthiş cesaret!

GECE GEZ1NT1St Karanlık

bir gece, saat ona doğru, HaydarpaBeykoz'a kadar otomobil ile bir gezinti yaptınız mı? Yapmadmızsa, otomobil zevklerinin en kuvvetlilerinden birini hiç tatmadınız demek! İhtiyar yalıların arkasında, denizi takiben bütün Boğaz'ı kateden uzun caddenin karanlıkları kadar zengin bir gece karanlığı bilmiyorum. Mercanlar, süngerler, yosunlar ve bin türlü sedefler ve balık­ larla dolu bir denizaltını andıran zengin bir karanlık! Otomobillerin nadiren geçtiği bu yollarda fenerşa'dan


35

B1ZE GÖRE

!erin kuvvetli ışık demeti geceyi süpürdükçe, yorgun merkebi yeşil dallarla yüklü rençperlere, kollarında yiyecek taşıyan gecikmiş işçilere, bir evden diğer bir eve misafir giden, başka bir asırdan kalma küme küme hanımlara, öpüşmeleri yarıda kalmış ve yüzleri...'li dökülen saçları içinde saklamağa çalışan genç aşıklara çarpmamak için adım başında freni sıkmak mecburiyetindesiniz. Fakat bu el değmemiş karanlığın en garip yolcuları kedilerdir. Fenerierin ışık konileri harekete geldikçe gecenin her noktasında, çifte çifte fosforlu noktaların kuvvetle yanıp söndüğünü görürsünüz. Sanki karınlarını ağzına kadar dolduran erimiş bir ateşi gözlerinden, yeşil bir alev halinde akıtan bu garip yaratıkların arasından geçtikçe, insan mukaddes bir karanlığın mahremiyetini dağıtıyoruro vehmiyle adeta günah işlemiş gibi korkuyor. Sanki yere yıkılmış bir sema parçası; üzerinde yürüyorsunuz ve sanki bütün bu yanan esrarengiz kedi gözleri, bu semanın yere dökülmüş hiddetli, korkunç yıldızlarıdır.

BAŞ

İnsanın

PARMAK

en asil uzvu hangisidir? diye sorsalar hepimizin vereceği cevap budur: Diınağ! Halbuki, dimağdan daha yüksek ve hatta insanı diğer yaratıklardan ayıran ve onu bütün hayvanıara nazaran üstün bir mevkie çıkaran diınağ değil, sadece elinin baş parmağı imiş. Baş parmağm diğer parmaklarla birleşip iş görebilecek bir vaziyette olmasıdır ki in~


AHMET

36

W..Ş!M

sana unsurlar üzerinde üstünlült imkanını veriyor. Bunu söyleyen tabiat tarihi ilmidir. Gerçekten birçok hayvanların parmakları yoktur, parmakları teşekkül etmiş olanlarda ise baş parmak, insanda olduğu gibi elin diğer parmaldariyle uyuşamadığmdan · faydalı bir iş görecek vaziyette değildir.

insan, zekasiyle değil, sırf elinin biçimi sayesinde taştan bir balta yapınağa muvaffak olarak ağaç dallarını kesmiş ve mağara dışında, güneş ve gökyüzü altında, ilk mimari eseri yaratabilmiştir. İnsan medeniyetine başlayan, çekici ve testereyi tutan ilk eldir. Dağda, çölde ve ormanda hayvan olarak kalan yaratıkların hepsi baş parmaklarını kullanamadıkları için şehirler kuramamış, evler inşa edememiş ve neticede bir medeniyet kurmağa muvaffak olamamıştır. Baş parmak, insan medeniyetinin yarısını vücuda getirdikten sonradır ki, dimağ, kemik malıfa­ zasında tabii uykusundan silkinerek konuşmağa baş­ insan işlerine karışması faydadan lamış ve belki ziyade zarar vermiştir. Aklın baş parmağa nazaran esaret veya galibiyetine göre medeniyet ilerlemiş veya gerilemiştir. Bütün taş ve demir sanayii baş parmağm, felsefe ve edebiyat gibi boş hünerler de zekanın eseridir. Ortaçağı akıl, bugünkü Amerika'yı ise baş parmak İlk

yapmıştır.

Bizde de baş parmağın akla ve ukalalığa üstün gelmesini temenni etmek hepimizin kudsi bir vazifesi olmalı.


BİZE GÖRE

37

Keyif verıcı maddeler in hiç bir türlüsünü sevmem. Simrlerim onlarla kaynaşmağa müsait değ·il­ dir. Buna rağmen kullanabilenlere gıpta ederim. Sıh­ hatin sade su içmekle korunabileceğini söyleyenlerin, iddialarını ispat için ileri sürdükler i az çok makul deliilere karşılık, içki taraftarlarının da kuvvetli müdafaa vasıtaları var. Bunlarda n birini dinledim. Söylediklerine hak vermeme k bana güç göründü. Diyordu ki: - Keyif verici maddeler in icadı, insan zekası­ nın zaferlerin den biridir. Geminin keşfine kadar deniz düşman bir unsurdu. Fakat su üzerinde, insan iradesine tabi, rüzgar veya buhar kuvvetiyle hareket eden teknenin keşfi tarihinde n beri deniz, artık bir ilerleme ve medeniyet unsurudu r. Böylece her keşif insanlığa zararlı bir unsurun faydalı bir hale Alelade gecelerimizi şimdi göz getirilişi olmuştur. kamaştırıcı bir şenlik alemi haline getiren elektrik ışığı, ehlileştirilmiş yıldırımlardan başka nedir? Bu esası balısimize tatbik edelim: Neş'e ve elem, keyif verici maddeler in icadına kadar bize hakim birer büyük ve ezici kuvvetti. Ruhun bu iki zıt hali, esrarengi z bir ayın çekim kuvvetine göre yükselen ve alçalan bir denizin suları gibi, hiç beklemediğimiz dakikalar da bizi kah beyaz ve kah siyah köpükleri içinde bırakırdı. Neş'­ eye hakim değildik; kederi kendimizden uzaklaştıra­ cak hiç bir kuvvetimiz yoktu. Fakat keyif verici maddeler in icadiyle bu iki unsur birden irademize esir olmuştur. Güneş görmeyen bir meyhanen in kirli


38

bir

masası

kenarmda içilen iki üç kadeh, lmranlığı ve en harap bir uzviyeti gençlik neş'a esiyle daldunnağa kafi değil mi? aydınlatmağa

Meyhane mulmssi görünür taşradan amma Bir başka ferah, başka letafet var içinde24• Dünyada iktisadi şartlar değişeli ufku gittikçe kararan ve dalgaları gittikçe kabaran hayat okyanusu üzerinde, böyle itaatli bir kUçük saadet teknesine sahip olmamn zararıııı bilmem ne suretle açık­ lamak kabildir. Sıhhatin son derecede pahalı olduğu bir asırda, ucuz bir neş'eyi tesellisizlere neden fazla görmeli? Muhatalmm hakb buldum.

All

Bütün gün kırlarda, deniz kenarlarmda dolaştık. hayale müsaade etmeyecek tarzda her şey: açık ve berrak gösterdiği için, yalnız gözlerimizle yaşadık ve hiç eğlenmedik. Ağaçların tozlu yapraklarını, kayalar üzerinde durup soluyan kertenkeleleri, deni7Jn kirli sulan altında cam kınklarını, paslı tenekeleri, eski papuç naaşlarını seyretmenin ne kadar çabuk ruha bıkkm­ lık verdiğini tecrübe etmeyen var mı? Güneşli kır­ larda geçen bir gezinti gUnünden sonra, akşamüstü. eve ümitsiz dönmenin mümkün olmadığım tecrübelerimle bilirim. Güneş, bütün gün, insana doğru fakat acı şeyler söyleyen bir arkadaştır. Onun ışıGüneş,


BlZll G01Ul ·

ğında

var

39

eğlenmenin

ve mes'ut

olmanın

hiç

im.kanı

mı?

Nihayet

akşam

oldu. Karanlık bastı. Karşı kar~ iki insan, artık yüzlerimizi görmüyor, yalnız seslerimizi duyuyorduk. Birden, arkamızda garip bir fısıltıyı andıran bir hışırtı duyar gibi olduk. Başımızı çevirdik: İki büyük fıstık ağacı arkaınndan kırmızı bir ay, sanki yapraklara silrünerek yi.ikseliyordu. Birden etrafımızda dünyanın bütün manzaraları değişti. Sanki Japonyalı bir ressamın siyah mürekkeple çizdiği belirsiz ve tamamlanmamış bir ~Hem içinde idik. Artık her şeyi açıkça görmek u;tırabından kurtulmuştuk. Yanlış görmek ve tahayyill etmek imkanının sarhoşluğu vücudumuzu, yavaş yavaş bir afyon dumanı gibi uyuşturuyordu. Etrafımızda gündüzün bütün uyuz ağ·açları yerine zengin bir orman vücut bulmuştu. Karşıda yemek yiyen fakir ailenin kirli kızları, yiizlerine vuran ay ışığı içinde birer süslü hayal olmuşlardı. Denizin bulanık suları boşalmış ve onun yerine şimdi salıilin üzerinde ışıktan bir mayi sallanıp şarkı söylüyordu. Dünyanın güzelliğinden korkınağa başlamıştık. Zira aydan akan büyünün saadetiyle ruhlarımız çatıaya­ cak kadar dolmuştu. Ay! Ay! Yalancı ay! Zekadan harap olanları dinlendiren hayal gibi, güneşten bunalanları da te·· selli eden sensin! şıya oturmuş

KIŞ

İki Uç günden beri sert bir kış rüzgarı esiyor. Gökyüzü karardı. Yağmurlar dinlenıneden yağıyor. Akşam karanlığında sokak ışıkları, kı§a mahsus o


AHMET

40

HAŞ!M

kırmızı parıltılarını aldılar. Hasılı, insanı düşünmeğe, toplanınağa ve kendind en zevk al..-·nağ·a sıcak

ve

sevked en ıslak mevsim, şimdi hava ve ışığımıza hakim bulunu yor. Bu sene sonbah ar, İstanbul'da biraz fazla sürdü. Avrupa kıt'asına mensup bir şehir için kış mevsiminin bu kadar gecikm esi hiç de hoş görülec ek bir şey değil. Öyle ya, üşiimek ve titreme kte Paris, Berlin ve Londra 'dan geri kalmak ayıp değil mi? Zira medeni bir şehrin kışı bekleye n nice zevkleri var. Kadın kürkler i ve kış tuvalet leri, güzel kokan taze tenlere kavuşmak için sabırsızlanıyorlardı; büyük otelleri n dans salonlarında cazban t takımları nikelden dolaşık musiki aletleri ni ağızlarına almışlar, gökyüz ündeki görünm ez orkestr a şefinin işaretini bir an evvel görmek için asabi ve beyaz gözlerle havaya bakıp duruyorlardı. Gerçi iki üç gün evveline kadar güneşimiz vardı. Fakat ışığı bir gaz tenekes i parıltısını andıran bir güneş! Gerçi havalarımız pardös üyü bile gülünç gösterecek kadar ılıktı, fakat bu ılıkhk içinde, nezleler, gripler ve bronşitler, maske takmış düşmanlar halinde, göze görünm eden alay alay müdafaasız burun delikler inden aciz ciğerlere rahatça yerleşeb]iyordu. Gerçi hala yaz meyvel eri yiyordu k. Fakat bu meyveler artık zehirlenmişti: Üzümle rin çekirdeği bükavunl ar liflenmiş ve yümüş, derisi kahulaşmıştı; Manav dükkanıarı almıştı. tatları ölü et lezzetini sergiler inde, bir kış semasının sarı güneşleri, ayları ve yıldızları gibi belirive ren ayvalar , elmalar ve· narlarm yanında, bu mevsim i geçmiş meyvel erin ne acınacalr bir hali vardı.


BIZE GÖRE

Fakat acınacak, en çok acınacak şimdi ağaçlar­ Ahmak ağaçlar güneşe aldanarak yapraklarını zamanında dökmeği ihmal ettiler. Şimdi yağmurlar içinde yeşil yapraklarİyle kalan bu zavallılar, yaz kıyafetiyle çamurlarda sU.rüklenen, vaktinde ölmeği bilmemiş düşkün bedbalıUan ne kadar andırıyor!

dır.

GARDEN BAR'DA IiONUŞAN İKİ ADAM içinde görünüp kaybolan kadınlara beyazlık insan derisi beyazlığı, derilerindeki bak! N e ne gözlerindeki siyahlık, insan gözü siyahlığı, ne dudaklarındaki kızıllık, insan dudağı. kızılhğıdır. Tabiatın eserleri hiç de bu sahne yaratıkları kadar güzel değil! Kırmızı, sarı, yeşil, siyah boyalar, renksiz etleri, çipil gözleri, soluk dudakları değişikliğe uğratarak, harap uzviyetlerden birer gençlik ve güzellik mucizesi vücuda getirmiş. Kim diyor ki kadın şimdi, eskisi gibi, yüzünü sıkı örtüler altında saklamıyor? Ya boya örtüleri? Bunların altmda hakiki çehreyi hiç görmek kabil mi'? Boyalar olmasa bilmem kadın ne yapardı? - Kadın ne yapardı bilmem... Fakat boyalar olmasa bilmem ki göz nasıl boyanırdı? -

Şu ışıklar

BİR FAZİLETİN IUYMETİ

Köpekleri hiç sevmediğimi bilen dostlarımdan bir avcı, geçen gün bana yolda rast geldi ve vaktiyle, bazı yazılarımda köpekten bahsederken, kullandığım lisan dolayısiyle duyduğu eski gücenmeyi tazeliyerek beni hayli hırpaladı.


..,.

M<t

AHl\ffiT HAŞIM

Bu kuduz taşıyıcısı, aç gözlü ve pis hayvanın faziletlerine beni inandırmak için neler söyledi! Ona kısaca şu cevabı verdim: - "Sadakat ve faziletinden faydalananlar bile köpeğin benden fazla dostu değildirler. Bu hayvanın ismi her dilde bir küfür olarak kullanılırken, insanların ona karşı minnet ve muhabbet taşıdığına kimi inandırabilirsiniz? Size tavşan desem, deve desem, Ve ona şu hikayeyi darılmazsmız, fakat köpek!" anlattım:

Kırklareli taraflarında, bir çiftlikte misafir idim. Beni Karakaçanlar 'da bir öğle yemeğine davet ettiler. Karakaçanlar , sürüleriyle dağ dağ dolaşan göçebe çobanlardır. Keçi kılından örülmüş sıyah çadır­ lar altında, bir yamyam yemeğini andıran kuzu çevirmesini yedikten sonra etrafı gezmeğe gittik. Dağlı çobanlar: "Size prenslerir.aizi gösterelim" dediler ve henüz süt emen köpek yavrularını annelerinden ayı­ rıp önümüze getirdiler. Bu yumuk ve zinde hayvanlar karşısında dağlı çobanlar anlattılar: - Bizim topumuz tüfeğimiz hep köpeklerimizdir. Gece, kurda ve hırsıza karşı koyunlarımızı onlar korurlar. Her doğan köpek, bizim için yeni kazanılan bir kuvvettir. Artık onlara nasıl baktığımız1 anlayabilirsiniz! Köpeklerinize ne yedirirsiniz? - Köpeklerimiz, sütten kesildikten sonra, ölünceye kadar kuru ekmekten başka hiç bir gıdanın tadını bilmezler. Yalnız bazen bir köpek, kuzularla oynaşırken, körpe bir kulak dişleri arasında kalır. Bu dakikadan itibaren artık köpek, etin ve kanın tadını almı§, masum ruhu bir canavar ruhu haline


43 gelmiştir. Tabii önce bizim bundan haberimiz olmaz. Fakat her gün sürüden bir koyunun eksildiğini görerek köpeklerimiz içinden birinin azdığını ve kurt olduğunu anlarız. Gözetlemeğ~ başlarız ve nihayet bulunca onu hemen öldürürüz. Zira eti tadan, artık kuru ekmeğe dönemez. Bu hikayeden sonra, ancak mah:rumiyet pahasına fazilet sahibi olan böyle bir hayvanın ismini, en büyük bir küfür gibi kullanan halk hikmetinin aldanmış olamayacağını anlattım.

Cenab Şehabeddin 25 , çocukluğumdan beri sevdi· ğim bir şairdir. Edebiyata tamamen yabancı bazı rnünakaşaların gölgesi altmda kalan alıştığım çehresi, bana, son senelerde, birden sevimsiz ve yabancı görünmeğe başlamıştı. Herkesle beraber, ben de bu süslü ve zarif ruhu salıtelikle malUl ve dilini fazla yüklü bulmağa başlamıştım. Geçenlerde, tenha bir gece gezintisinde, unutulmuş zannettiğim bazı mıs­ ralarının, mehtaptan cesaret alan titrek kış kuş­ ları gibi, birden hafızamın uzak dalları üzerinde ötüştüklerini duydum. Ruhum ürperti içinde kaldı. Düşmü.ştü Şebnem

siyeh herk-i şebe şebnem-i sirnin gibi titrerdi kamer leyl üzerinde, ilh ...

Kullanılan

kelimelerin bugünkü düşkün kıymeti gece alemi gözlerimizin alış­ o köhne alem değildir: "Gece büyük ve siyah

dışında, şiirin anlattığı

tığı


AHMET HASİM

44

bir yapraktır. Ay, bu yaprağın üzerinde iri bir çiğ tanesi gibi duruyo r". Bu garip ve güzel şiir manzarası, eski olmak şöyle dursun , hatta bu sahada henüz varmadığımız bir yenilik ve tazelik merhal esinded ir. Zülfünü bl-nizam ü bi-perva Dağıtır şane-i tabiat, Cem'eder bii. kemal-i istiğna Lemse-i şuJ:ı-ı neseviyyet ilh23 ••• Bu döıt mısra ile çizilen çehre, Fransız ressaım Hclleu27 'nün en zarif kadın başlarını bile geçiyor. Altın saçlar, Paris veya Viyana'nın en usta bir herberi makasiyle kesilmiş gibidir. Dağılan saçları toplayan el, modern bir zarafet in terbiye ettiği en dişi hareke tlerle kımıldanıyor. Ya kelimeler? Ya bu farsça ve arapçanın gülUnç bir israfla kullanılması? Bu, istenilerek yapıl­ mış bir hünerd ir. Zira onun yazdığı senelerde, birçok şairler, sade denilecek bir dille yazarlardı. Esasen bir Türk için türkçe yazmak kadar kolay ve tab:! ne olabilir? Fakat Cenab Şehabeddin, genç olduğu senelerde, Fransa 'da gayet itibard a olan Roman28 mektebinin Türkiy e'deki bir takipçisi idi. Roman mektebi şairleri, İngilizlerin prerefa ilitleri29 gibi yeni mazmu nlan Ortaçağa mahsus kis~ veler içinde göstermeği isterler ; lugatin en unutulmuş kelimelerini zümrüt , yakut, inci ve elmas nev'inden kıymetli mücevh erler gibi, yeni bir hayale göre örülmüş altın kafesle r üzerine bindirirlerdi. Bunlar eski değil, eskiliği estetik bir endişe ile yenileştiren san' atkarlardır.


t.

BlZE GÖRE

45

Cenab Şehabeddin de aynı estetiğ·e göre, dokusu halis türkçe olan bir lisan içinde, ahengi garip köhne kelimelere kasten yer verirdi. Çin ve Japona dan getirilmiş eski mermerler, billurlar, ipekler ve seecadelede süslü yeni bir salon ne kadar eskiyse, Cenab'ın şiiri de o kadar eskidir. Eda ve tahayyüldeki yapmacığa gelince, bu da yeni şiirin en güzel hususiyetlerinden biridir. Yeni kadın çehrel~ri gibi! Geçenlerde bir yazarın dediği üzere, şimdi boyanmamış bir kadın yüzü, insana bi.r türlü medelli bir çehre hissini vermiyor. BiR FİKİR VE BİR Mü'NAKAŞA Bizde, filozofun olmyucuyu kaçıran sevimsiz ve lehçesinden bir münasebetle şikayet etmiştik. Darülfunun müderrislerinden ve büyük Türk fikir adamlarından Mehmet Emin 30 Beyefendi, "Hayat" mecmuasında, bu balıse dair ve bize cevap olarak yazdığı makalede, felsefe lisanının haşinliğini, üsluptan ziyade konunun hususiyetinde aramak lazım geldiğini söylüyordu. Mehmet Emin Beyefendi'nin mütalaaları, İbra­ him Alaeddin 31 'in "Resimli Gazete" de yayınlanan vakıfane bir makalesine konu teşkil etti. Dostumuz, muhterem müderrisin bakış noktasını kabul etmeyerek, felsefe dilimizin. ekseriyetle zekalardan fış­ kıran bir karanlığa gömülü bulunduğunu ve bunun için böyle açıklıktan uzak olduğunu izah etti. Gerçekten de, fiki:r mes'eleleri, aracılık vazifesi gören zekalardan geçince açıklıklarının büyük bir anlaşılmaz


46

kaybediyorlar. Şu veya bu filozofu açıkla­ bir muamma mahiyetini alan nice fikirleri çerçevesinde seyredilince etrafında­ kaynağının zeka ki ağaçları, otları, göğü ve· bulutları aksettiren lekesiz bir su berraklığında görünürler. Büyük fikir yaratıcılan, tamamen anlaşılabilmek için, ne teşbihi, ne istiareyi, ne de şiirin diğer hünerlerini hor görmiişlerdir. Esasen şair elinde bütün söz hünerleri, fikre açıklık ve belirlilik vermekten başka ne ga~ yeyi hedef tutar? Ciddi görünmek için soluk bir lisanla konuşmanın lüzumlu olduğunu sanmak, kendini beğenmişliğin başlıca arazından biri ve belki de birincisidir. Eğer filozofun düşüncesi, insan saadetini hedef olarak alıyorsa, bunun karanlık bulutlar içinde böyle kapalı ve mahpus kalması, gözetilen gaye ile taban tabana zıt, garip bir netice teşkil etmiyor mu? kısmını

yanların

KlRK DERECE Tanıdıklanından bir zat meyveleri hiç sevmez, zira işitmiş ki, birçok yaz hastalıkları sadece meyveden gelir. Meyvelere karşı nefreti o kadar bUyüktür ki, onlardan bahsedilmesine bile tahammül edemez. Hatta en saygı duyduğu bir adamı meyve yerken görse, ona karşı hörmetinin bilyük bir ölçüde azalacağını itiraf eder. Ben, onun aksine olarak, meyveleri, sırf hastalık verdikleri için severim. Bu satırları hafif bir meyve rahatsızlığının tatlı nekahati sonunda yazıyorum. İki üç fazla armut ve şeftali yemek yüzünden kanımı


BIZE GÖRE

47

derecelik bir hararet sayesinde göbir alemde efsanevi bir seyahat yapmış gibi, sinirlerim hayret verici birtakım hatıraların intibalariyl e doludur. Kırk derece ateş! ... Bu Çin, Japon, Amerikan ve Afrika'dan ziyade bir insan için görülmesi lüzumlu, meraklı bir dünyadır. Yalnız nabzınızı saymak için bileğinizi tutan elin büyümüş kıllarını seyretmek, göğsünüzü dinlemek üzere üzerinize eğilen başın tayfun gürültüsün ü andıran nefesini işitmek, kırk derece ateşin korkunç zevklerini tattımıağa kafidir. Dalga geçen esrarkeşin gözü ne görürse, kırk derece ateşle yanan adamın dışa fırlayan gözü de onu görür: Doktorun başı yüzüme yaklaştıkça, kıpkızıl bir çehreye takılmış hortum şeklinde iri müthiş bir burnun süngüler gibi dimdik duran kıllarla dolu delikleri, başıma birer siyah killah gibi geçmek tehlikesini gösteriyord u. Bir vehim eseri olduğu bilinen, fakat hakiki imiş gibi insana korku ve ürperti veren sıtmanın heyecanlı tehlikeleri! Fakat kırk derecelik ateşin en büyük fazileti hastanın gözüne, etrafındaki insanları asıl ruhlarının çehreleriyle göstermesi dir. Sanki derisi soyulmuş ve kıpkızıl etleri kanayan, fakat buna r3.ı:,Oınen, yine kıs kıs gülen dost ve akraba çehreleri! ...

·tutuşturan kırk rülmemiş

Türk Ocağı'nda aziz hatırası anılan Ahmet Hikmet32, büyük bir san'atkar olduğu kadar, eşsiz bir öğretmen idi. Galatasara y Lisesi'nde, yirmi iki


48

AHMET HASİM

yirmi üç sene evvel onu dinlemiş olanlardan biri olmakla iftihar ediyorum. Asil çehresi, mahrem ve ilhamlı konuşması, ona üzerimizde nadir bir tesir gücü vermişti. Nice yüksek ehliyetleri üzüntüye düşürmüş olan şu konusuz edebiyat dersine kıyınet ve mana veren ilk ve son insan, benim için, Ahmet Hikmet olmuştur. Ahmet Hikmet'in edebiyat dersleri iddiasızdı. Henüz bıyıklan terlememiş dinleyicilerine türkçeyi doğru yazınağı öğretmekten daha yüksek bir gayesi yok gibiydi. Fakat üstadın asıl dersleri, basit üslfı.p Iraidelerini anlatırken, konu dışı söylediği sözlerin içinde gizli idi. O zaman kelimelerin arasından garip bir şafak sökerdi ve ruhlanmızı tatlı bir aydınlığa boğardı.

Bu kıyınetsiz satırlara, onun alevinden uzak bir akis verebilmek ümidiyle, hatırımda }ralan fikirlerinden birini hürmetle naklediyorum: Bir gün bize bilmem neden bahsederken, demiş­ ti ki: "Fikrin şekilden evvel hazırlandığı hissini veren eserlerde şiir mucizesinin /var olmasına imkan yoktur. Ahenk ve kafiyellin tesadüflerinden dağ­ mayan fikirler san'ata mal edilemez". Senelerden sonra, Sorbonne profesörlerinden ve asnn en büyük filozoflanndan Chartier33 'nin bir kitabında teyidini bulduğum bu görünüşte basit fikir, bizde Tevfik Fikret34 , Fransa'da Sully Prudhomme35 nev'inden ahlaki, sosyal ve felsefi şairlerin, taşıdıklan koca kanatlara rağmen, bir tiıi.rlü göğe havalanamayışlannın sır ve hikmetini bana daha o zamandan izah etmiş oldu. Bu fikir, aynı zamanda, bana, san'at vadisinde övünmekten iğrenmeği de


BiZE GÖRE

49

öğretti. Alıklığın yayılmasına karşı ruhu korumak için, hayat beni, şimdiye kadar daha tesirli ve daha sıhhi bir düsturun mevcut olduğundan haberdar edememiştir.

YAZ KOKUSU Bir

yabancı

yazara göre devirlerin ve senelerin bu müşahedenin sıhhat ve isabetini aniayacak kadar koku alma duygum geliş­ miş değil... Buna rağmen bu uzvun müsaadesi nispetinde bilirim ki: Alemin manzarası, renklerden olduğ·u kadar kokulardan örülmüştür. Köpekler, yalnız burunlariyle etrafiarındaki şahıslardan, eşyadan ve hadiselerden haberdar olmuyorlar mı? Köpeklerde ve kargalarda en çok gıpta ettiğim, koku duygusunun hayret uyandırıcı kudretidir. Hatta diyebilirim ki, renkler, insana ancak dış dünya hakkında bilgi verebilir. Ruha giden yolları havada çizen yalnız kokulardır. Burnu tıkalı bir insan, bir kör ve bir sağırdan ziyade hayatın güzel bahçesi ortasına atılmış bir bedbaht ve bir sersemdir. Eskiden burnum sayesinde, dünyanın daha az yabancısı idim. Gerçi senelerin ve devirlerin kokusunu yine bugün gibi seçemezdim. Fakat bu his sayesinde, çevreden aldığım zevkin lezzeti daha samimi. daha derin ve daha keskin idi. Fakat nezlelerin bin türlü tahribatı ile koku alma duygumun seneden seneye zayıflaması, şimdi dünyanın şiir kaynakların­ dan aldığım saadeti hayli azaltmıştır. Geçen gün kırlarda, iki bahçe arasında, harap bir yoldan geçiyordum. Birden burnum incir yaprakayrı ayrı kokuları varmış,

4


50

AHMET

HAŞİM

larının

kokusunu aldı. Bir mucize ile birden iki gözü bir kör gibi bütün duygularıının bir kamaş­ ma içinde kaldığını hissettim. Yaz, bir sevgili gibi, yüzüme saçlarını yaklaştırmış, ruhuma sarılmıştı. Senelerden sonra yazın çehresini o gün tekrar görebildim. Yazın mahrem kokusu, incir yapraklarının sert, yeşil kokusudur. açılmış

CAZffiE Kadınlara erkekleri cezbetmek hünerini öğ-ret­ mek üzere Amerika'da bir mektep açıldığını, bir gazetenin havadis sütununda okudum ve hayret ettim. Estetiğin mühim bir mes'elesi halledilmiş demek! Zira bugüne kadar cinsi cazibe mes'elesi, büyük bir sır halinde idi. Mahiyetinin ne gibi şartlara bağlı olduğu bilinmiyordu. Eskiden cazip olmak için güzel olmanın kafi olduğu zannedilirdi. Fakat hayatın her günkü vak'aları, çirkinliğin bazen öldürücü bir büyüsü olabileceğini gösterince iş büsbütün bir muamma halini almıştır. Gazetenin verdiği havadise bakılırsa Amerikalılar "cazibe" nin unsurlarını bilmem nasıl bir vasıta ile tahlil ederek ayırmışlar ve onu birleşmesi kabil olan bir hale getirmişlerdir. Ala! Eğer doğru ise, bu harikulade keşfin ehemmiyeti büyüktür. Zira Lucrece36 'in dediği gibi, aşk ilahesi Afrodit37 kainata mutlak surette ve müstebitçe hakimdir. Asırlardan sonra Darwin38 ve Freud39 Latin şairine hak vermiş­ lerdir. Fakat, bu keşfe inanınağa imkan yoktur. Bu da Am.eri.kalılara has şarlatanlıklardan biri veyahut şu


BlZE GÖRE

51

"güzellik enstitüsü" ismini verdikleri berber veya manikür ilanı olsa gerek! Kadınlar için hakiki cazibenin ezeli düsturu bize göre, daima şundan ibaret kalacaktır:

Çok konuşmamak ve yılışmamak. Bence ilahi başların pembe dudakları, her açı­ lışta, dimağdan inen koca bir hamakat öküzüne yol veren bir kapı vazifesini görür. Bu itibarla bazı kadm başları, gerçekte, altın, elmas ve yakuttan yapılmış tiksindirici birer alıklık deposudur. Yılışmamağa ve yüz vermerneğe gelince; bunun ehemmiyeti tasavvur edildiğinden büyüktür. Kadın gözünün karanlık ışıklarını üzerlerinde bir an durdurmağa muvaffak olamayan bedbahtlar, yani çirkinler ve geçkinler, kayıtsız ve şartsız bütün kadın­ lara toptan aşıktır. Aşık, yüz bulmayan adamdır.



BİR

SEYAHATİN

NOTLARI



SEYAHATE ÇlKAN ADAMIN DUYDUIU.ARI 14 Eylül 1928 Bir şehir caddesi gibi, her gün binlerce insanın üzerinde gidip geldiği şu Avrupa yolunda, okuyuelliara anlatılacak barikulade şeyler bulmak iddiasında değilim. Öyle olsaydı, şu kötü Avrupa'ya değ·il, dünyanın daha az el değmemiş bir bölgesine gitmenin yolunu araştıracaktım. Esasen, gidilecek yolları evvelden belli, görülecek şeyleri herkesçe malCım, çiğnenmiş, özü alınmış, posa haline gelmiş olan bu Avrupa seyahatine neye çıktığımı, vapur Galata rıhtımından hareket ederken bile pek iyi bilmiyordum. Durup dururken sevgili adetlerimden, kitaplarımdan, dostlarımdan, yatağımdan, geceliğimden, terliklerimden ayrılıp bir deniz seferinin zoraki tanışmalarına, alışılınamış yemeklerine, iç sıkıntılarına, rahatsızlıklarına, endişe­ lerine, bile bile kendini katlandırmak, benim gibi kırk iki yaşının faziletine ermiş olan bezgin ve tembel bir adamın kolay kolay işleyeceği bir hata değil­ dir. Bu hatayı, biraz başka bir hava alınağa ve dinlenmeğe ihtiyacım olduğunu zannettiğim için yaptım. Fakat şimdi kendime soruyorum: !nsan, hiç hoşlanmadığı şeyleri görmekle dinlenebilir mi? Yabancı havanın teneffüsünde ne kıyınet olabilir?


AHMET HASİM

56

Vapurda yol arkadaşlanının büyük bir nispette tüccar ve komisyoncular olacağını, nhtımda, uğur­ lama için biriken kalabalığın, ekseriyetle yüzleri keskin renklerle boyanmış genç, şık musevi kadınların­ dan mürekkep olmasından anlamıştım. Geniş kanatlı kartaUar gibi dünyanın bütün yollan üzerinde durup dinlenmeksizin, cesaretle uçan tüccar cinsınin, maalesef iyi seyahat arkadaşı olmadığını tecrübelerirole bilirim. Bundan başka, vapurun Suriye'den sılaya giden birçok hasta, yaralı, kolsuz, to pal subay, subay karısı ve papazlarla dolu olduğunu ilk bakışta, etrafımda dolaşan veya sandalyelere uzanan kederli sakatların çokluğundan anlamıştım. Bir tüccar ve hasta vapurunun pek neş'eli olmayacağını tahmin etmek için fazla zeki olmağa hiç lüzum yoktu. İstanbul'un bu altın rengindeki tatlı sonbahar sabahında, Lotüs vapuru rilitımdan ayrılırken, içim sebepsiz bir seyahatin pişmanlığıyle şiddetle dargın ve gergindi. tt..K lNTlBADAN SONRA

Vapura binerken ilk duygularıma dair yazdığım okuyan okuyucu, o karanlık fikirlerle, mutlaka Çekmece hizasına gelmeden kendimi denize attığıma ve yüze yüze sahile çıktığıma hükmetmiştir. Halbuki, aksine açık hava, yorgun sinirlerimin gergin ipleri üzerinde tüneyen kara kuşları kaçırdı ve onların yerine martı gibi beyaz ve hafif birtakım neş'e kuşları getirdi. Bergson•o•un talebesi profesör Mustafa Şekip 41 Bey 'in derslerini veya yayınını takip edenler bilirsatırları


BIZE GÖRE

57

ler ki, insanın hem bir şuuru, hem de "şuur-altı" ismini verdikleri gizli bir sezişi vardır. Denizin yeşil bir karanlık hüküm süren dibinde biten renkli süngerler ve kıpkızıl mercanlar gibi, ruhun da alt tabakalarında, görülmez bir mantığın garip nebatlam dalbudak salar. Hareketlerimizin çoğu işte bu dilsiz zekanın emirleriyle meydana gelir. Bu muhtaç olduğum seyahati bana yaptırmak için şuur-altım, tembel ve ahmak şuurumu, topal bir merkebi yürütür gibi, sopa ile, tekme ile harekete getirmişti. Şuur-altı­ mm baskı ve zorlamasından şimdi ne kadar memnunum! İlk bakışta bana neş'esiz insanlar ve sakatlarla dolu, seyyar bir hastahane hissini veren gemi, birinci yemeğin onuncu lokmasmdan sonra aksine gözüme bir cennet gibi görünrneğe başladı. Tüccarların iyi seyahat arkadaşı olmadığını yazmıştım. Büyük bir utanç ile, bu hükmümde ne kadar aldandığımı anlamakta gecikmedim. Etrafımda hastalar, topallar, kolsuzlar görmüştüm. Meğer bütün bunlar da, yorgun başımın dışarı vuran karanlık hayalleri imiş! Gözüm açılınca, her tarafta hoş, terbiyeli insan çehrelerinden başka bir şey görmedim. Seyahat, hele deniz seyahati, ruhun bütün dertlerine devadır.

YAPRAKLAR VE BiR

ÇİÇEKLER

IÇINDE

ŞEIIlR

İlk durağımız N apoli şehri oldu. İklim bölümlerini insanlar yapmıştır. Tabiatın

bu itibarillldere fazla kulak

astığı şüphelidir.

!talya


AHMET

58

HASİM

bir Avrupa memleketidir; malum! Fakat İtalya'nın güneyi, hava, ışık, nebatlarının cinsi, insan tipi itibariyle, muhakkak Kuzey Afrika'dan sayılmak lazım gelir. Arada deniz olmasa, hiç şüphe yok ki Yunanistan'ın, İtalya'nın, Fransa'nın ve İspanya'nın bütün güney kısımlan, Avrupa'nın iklim hududu dışm­ da kalırdı. Coğrafya kitaplannın söylemediği bu hususiyeti anlamak için Napali'de dört beş saatlik bir gezinti kafi gelir. Bu beyaz !talyan şehrine bir sonbahar sabahı girdik. Dağları, ovalan saran sayısız bahçelerin yeşilliği içinde yatan Napali ile, eylül meyvelerinin baygın kokuları içinde tamştık. Burada hurma ağaç­ ları kendi vatanlarındadır~ Destelenmiş yeşil başları,. bahçelerin diğer bütün ağaçlarını geçiyor. Yakan bir güneşin tahrikiyle, portakal ve limon ağaçlarının henüz yemyeşil meyvelerinden dağılan sert ve tatlı bir koku, Afrika sonbaharının diğer yabancı kokularına karışarak, neş'eli ve şehvetli şehre sinirleri gıcıklayan emsalsiz bir hava yapıyor. Gittiğ-imiz

gün, sanki Napali'de sonbaharın beBütün evlerin pencereleri ve · balkonları, liften bağlarla tutturulan yüzlerce kavunla donatılmış, manavların tezgahları üzerine iri kızılcık biçiminde kıpkırmızı domatesler, görülmemiş irilikte sapsarı biberler, siyah incirler, pembe şef­ taliler ve k ehribar renginde üzümler yığılmıştı. Üç beygirli yük arabaları, kırların bin bir mahsulüyle yüklü, ağır ağır şehrin yollarından geçiyor... Siyah saçlı, siyah gözlü, beyaz dişli, esmer tenli yakıcı kızlar, yabancı olduğumuzu aniayarak otomobilireketi

kutlanıyordu.


BİZE

GÖRE

59

mizi durdurttula r ve bize bahçelerind en nar ve incir attılar. Beş rılırken,

saatlik bir durmadan sonra Napoli'den ayinsan adeta vatan hasretine benzer bir acı

duyuyor. BİR RAHİBİN NASiHATİ

Vapur, her bir yeni limana yaklaşırken, vize muameleler ini kolaylaştırmak için pasaportla r toplanır ve hareketten sonra yine sahiplerine iade edilirdi. Napoli'den ayrıldığımız günün ertesi, sabah kahvaltısını yapıyorken metrdotel, endişeli bir yüzle yanıma yaklaşarak sordu: - Pasaportun uzu geri verdiler mi? -Hayır.

- Tuhaf şey! Gidip bakayım. Bir müddet sonra tekrar yanıma gelerek: - Bulamadım, sakın başka yolcularınkine karışmış olmasın? Bir de böyle arayayım, dedi. Yabancı memleketle rde seyahat eden adam, üzerinde aynı ehemmiyet te üç şey taşır: Cam, kesesi, ve pasaportu. Bunlar birbirinden asla önce gelemez. Herhangi bir sıra takip etmeksizin bu üç kelimeyi kağıt üzerinde yanyana getirmek kabil olmadığından, sırf kalemin tesadüfüne uyarak evvela (can) yazmış bulundum. Yoksa mantık ve hakikat zerre kadar bozulmadan, pekala (kese) veyahut (pasaport) kelimeleri başa getirilebilir di. Metrdotel uzaklaştıktan sonra işin tehlikesi bir şimşek çakıntısı halinde şuurumun bütün çarklarını


60

AHMET

HASİM

mavi bir ışıkla aydınlattı: Pasaportunu yol ortasında kaybeden adamın başına acaba neler ge leqilir? Yanımda rahatça çayını içen Beyrut şehri Fransız tıp fakültesi reisi kolsuz rahibe sordum: - Ne dediğini işittiniz mi? Pasaportumu kaybetmişler. Bulunmazsa acaba ne olabilir? Çok okumuş insanın en garip bir örneği olan ve Anatale France'ın hikayelerinde n · birindeki simyageri hatırlatan bu rahip, elektrikle yüklü bir batarya gibi, durmadan bir fikir akımının kıvılcım­ larını mütemadiyen etrafına dağıtır. Tam bir ciddiyetle cevap verdi: -Ne mi olacak? Korkunç! Sizi alacaklar, kollarınızı bağlayacaklar, hapse tıkacaklar, siyah ve ıslak bir zindanda aylarca bekletecekler ve nihayet bir direğe bağlayıp sizi kurşuna dizecekler! Hayretle dinliyordum. -'- Evet, böyle en korkunç akibetleri hatırımza getiriniz ki pasaportunu kaybeden adamın ne hapse tıkıldığını, ne de kurşuna dizildiğini görmek memnuniyetini duyabilesiniz. Ben Birinci Dünya SavaSol kolumu Verdun42 savaşında şında askerdim. kaybettim. Orduda iken ben ve arkadaşlarım, her sabah, başlayan gün için en karanlık ihtimallerden örülmüş korkunç bir program tasavvur ederdik. Ve her akşam kendimizi yaralanmamış, ölmemiş, hala yaşıyor ve hala nefes alıyor görmekle, ucuza mal olan bir saadetin bütün zevklerini tadardık. Size bu sözlerirole bir iyimserlik ve saadet düsturu vermiş oluyorum. Hayatımzda bundan daima istifade etrneğe çalışınız.


BIZE GÖRE

1

1

61

Paris'e girerken, otomobilde, birinci seyahatini yapan yol arkadaşıma sordum: - Paris'i nasıl buluyorsun ? - Fena! Çirkin! Dönmek kabil olsa şimdi döneceğim. Hiç düşündüğüme benzemiyor ! Beklediğim bu cevap, bana kolsuz rahibin vapurdaki makul sözlerini hatırlatmıştı. Yol arkadaşım, hayiUen, Paris'ten olabilecek şeylerin dışında birçok olmayacak şeyler beklemişti. Mükafatı da, Paris'e ilk defa girenierin pek iyi bildiği o geçici acılık dakikası olmuştu.

PARİS

SABAID

Caddelerinde, kimsenin hayretini uyandırmak­ kendi memleketle rinde imiş gibi, rahat rahat, salma salma dolaşan, sarı papuçlu Afrikalılar, altın dişli ve gözlüklü siyahiler, entarili Çinliler, şalvarlı Siyamlılar, Kürtler, Rumlar ve Ermenilerd en ziyade bilhassa, ufak yapılı, siyah gözlü, siyah saçlı, dikkate değer derecede güzel yerli kadınlariyle yolcu üzerinde derin bir intiba bırakan renkli ve gürültülü MarsUya'da yirmi saat durduk. Bu, müddet zarfında Cook ajansının otokariyle, bir yığın İngiliz ve Amerikalı seyyahla birlikte şehrin görülmesi adet olan yerlerini ve abidelerini gördük. ikinci günü, akşam saat 19.48'de Paris'e hareket eden eksprese bindik. Bizde ekspres deyince, hatıra bir tek tren gelir. Hayır! Marsilya'da n Paris'e günde dört ekspres gider ve her ekspresin kalkış saatinde, beşer dakika ara ile, üç ve lüzumuna göre daha fazla tren haresızın,


AHMET

62

HASİM

ket ettirilir. Ben ve dostlarım, bin zahmetle ancak üçüncü tren için bilet alabildik. Paris, ışıktan hortumlariyl e dünyanın dört tarafından kendisine doğ·ru ipnotizma edilmiş sayısız insan sürüleri çekiyor. Bunları taşımağa hangi nakil vasıtası yetebilir? Gece, tren, güneyden kuzeye geçerken, birden değişen iklim ve düşen hararet derecesi, bizi, yani doğudan gelenleri harap etti. Ilık bir yaz akşamı Marsilya 'dan trene binmiş iken, gece yarısı ansızın, koropartımanı istila eden buz gibi soğuk bir kış gecesinin dişleri, bizi her tarafımızdan ısırmağa baş­ ladı. Telaşla çantalarımızı indirdik, kış paltolarımızı çıkardık ve yakalarımızı kaldırıp çenelerim iz titreyerek hasta horozlar gibi birer köşeye büzüldük. Sabah, sisler içinde, müthiş bir baş ağrısı, keskin bir nezle ve adeta kapana tutulmuş bir hayvanın gizli hiddetiyle mahmur Paris'e girdik.

HAYVAN LAR ARASIN DA Paris'in büyük hayat sıtmasına tutuldukt an sonra yapınağa hiç vakit bulamayacağım bir ziyarete ilk günümü ayırınayı uygun buldum. İndiğim otelden pek uzak olmayan hayvanat bahçesind eki hayvanları görmek istiyordum . Trenin yorgunluğunu sıcak bir banyo ve iyi bir kahvaltıyle geçirdikt en sonra o tarafın yolunu tuttum. Eylül sonunun bu kapanık ve serin gününde bahçenin bütün ağaçları durgun ve karanlık. .. Havuzlar m suları, bulutlu semanın akisleriyl e kirli bir katran renginde ... Neş'esiz fıskiyeler havada tutunamıyor... Derinden derine, perişan kuş feryatları bin tempoda


aiZE

GÖRE

hayvan bağırmaları işitiliyor... İnsan daha kapıdan .girerken bir gurbet ve ıztırap bahçesinin eşiğine .ayak bastığım anlıyor. Evvela kuşların bulunduğu ·tarafa saptım. Birer ;büyük oda genişliğindeki kafeslerinde Hind-i Çini'·-den getirilmiş leylek biçiminde birtakım tüyleri dökük kuşlar, boyunlarını çekmiş sonsuz bir hüzün içinde düşünüp durmakta. Bu bedbahtların kafesi yanında açık bir saha üzerinde dikili kazıkiarın ucundaki halkalara tünemi~ renkli papağanlar, kafeslerde hapsedilmiş hasretli kuşların havaya dağıttığı .anlatılmaz elemi bir dereceye kadar dağıtıyor. Daha 'biraz ötede, başka bir büyük kafesi dolduran ufak .Senegal kuşları, renkli tüyleriyle bir sonbahar bahçesinin keskin çiçeklerini andırıyor. Bu masum yaratıklar bulutlu havayı bir akşam başlangıcı sanarak dalları üzerinde sıralanmış uyumağa hazırla­ nıyorlar. Daha ötede, yine büyük bir kafeste hasta ve dargın akbabalar var. Hepsi de yüzlerini duvara -Çevirmiş, uyuyor gibi duruyor. Yusuf Ziya43 , Paris hayvanat bahçesinde akbabanın çirkin ve kederli başını görseydi, neş'eli gazetesine onun ismini verrneğe mümkün değil razı olmazdı. Maymunlar tarafına geçtim: İki genç şempanze, hapishanelerinin demir parmaklıkları arkasında birbirine sarılmış ağlayan ve hıçkıran felaketzedelerin ı:ıallanışı ile durmadan sal.lanıyorlar. Ne hazin şey! Kafesinde tek başına yaşayan bir goril biraz ;açılmak ve ısınmak için olacak ikide bir tavandan ·sarkan trapeze takılarak birkaç jimnastik hareketi yaptıktan sonra tekrar bUzüldüğü köşeye dönüyor.


AHMET HAStMl

Hele diğer bir kafeste bir Cezayir maymunu ailesinin hatırası, yüreğimde daima kanayan bir yara . halinde kalacak: Anne bir aylık yavrusunu bağn~ üzerinde sıkmış, ısıtınağa çalışıyor ve dalgın, boş,. ümitsiz gözlerle bu esmer ve yabancı semaya bakıp. düşünüyor. Ne talihsiz bir anne çehresi! Teessürüm dayanma kabiliyetimi geçmişti. Artık kafeslerinı önünde çok durmadan geçiyordum: İşte daimi bir dil hareketiyle hapishanelerinin demir çubuklarımı aşmdırmağa çalışan aptal ayılar... İşte kızgınlıktan kendi etine dişini geçirmeğe çalışan hiddetli bir pars... İşte, serbest olsa, bir hamlede kan ve kemik yığı'nına döndürebileceği gülünç bir seyirci kalabalığına esir çehresini göstermernek için inatla duvar· tarafına bakan gururlu bir Bengal kaplanı. İşte dargın arslanlar, işte iğrenç sırtlanlar, işte, . kafeslerinde hiç dinlenmeksizin dönen tesellisiz kurtlar! Yılanlan ve timsahları da derin uykulannda seyrettikten sonra bahçenin Seine nehri tarafına açı­ lan kapısından çıkmadan evvel, heykeltraş Fro-. mier'nin bir ayı yavrusu avcısiyle iri bir ayı annesinin kanlı kucaklaşmasmı temsil eden tuncu önünde durdum. Esir ve gurbetzede hayvanların şifasız. ıztırabından akan zehirle dolan ruhum, serbest canavarın zalim insan üzerindeki zaferini gösteren bUı trajik şaheseri seyretmekle bir parça ferahladı. PARiS

Seyahate çıkan bir dostunuzun, size her vardığı' yerden muntazaınan mektup, kart yazarken birden.,,


65

BlZE GOR.Il

bire susması, ya öldüğüne, veyahut Paris'e vardığına delruet eder. Paris'in havasına giren adam, mektup yazmak için artık vakit bulamaz, böyle şeylerle meş­ gul olmayı hiç düşünemez. Baştan başa mamur, sekiz on katlı, bir hiza üzerine dizilmiş, asil taşları, havadan çöken tozlarla simsiyah, aynı mimaride koskoca apartmanlar... Sultanahmet meydanı genişliğinde asfalt veya tahta ve nadiren granit döşeli, şehrin her istikametine uzanan ağaçlı ağaçsız, sonu gelmez caddeler ... Akla şaşkın­ lık veren mağazalar, kahveler, barlar, tiyatrolar, müzeler, bahçeler, parklar, heykeller, abideler, taklar... Okla:rı siyah bulutları delen, mermer dantela halincı getirilmiş asırlardan kalma tarihi kiliseler ... Burada, adım başına Hamid 44 'in Londra'yı tarif eden o meşhur mısralan hatıra geliyor! Dar-üt-taliınler, rasadgehler, Sonra birçok measir-i daniş ilh 45 ...

iner inmez baştan başa karanlıkları lacivert ışıklardan yapılmış panltılı bir mimari haline gelmiş bu çerçeve içinde, günün hemen her saatinde caddeleri dolduran temiz, güzel, terbiyeli, endişesiz, karıncalar gibi çalışkan bir insan kalabalığı... Bu kalabalıkta, ismi bütün dünyaca tanınmış alimler, şairler, yazarlar, san'atka,rlar, fahişeler, iş kadınları, her yaşta talebe ve her iklimden gelmiş bin bir insan örneği var. Bunlar, büyük bir meş'ale etrafına üşüşmüş vızıltılı gece böcekleri gibi, Paris caddelerini muhtelif lehçelerinin gürültüsüyle doldurnrla:r. Hiç kimsede yabancı çekingenliği yok. Gecenin

sarı, kırmızı,

5


AHMET HAŞIM

66

burada herkes, mülkün hakiki gibi, tuhaf bir şımarıklıkla dolaşıyor. burası, Hintli için Benares, Çinli için Pekin, zencı için de Tombokto'dur. Paris'in umumi sokak çehresini tamamen çizmi!',! olmak için, rengarenk insan akışına, yayaların hayat hakkına saygıyı, bin bir istikamette uçup giden yüz binlerce taksinin, tramvaym, otobüsün, kamyonun ve bisikletin şimşeklerini de ilave etmek lazım. Fakat Paris bundan ibaret mi? Hayır, zira bu aynı cümlelerle, hatta kelime değiştirmeksizin, bütün yeni Avrupa medeniyet merkezlerini, Berlin'i, Londra'yı, Viyana'yı, Stokholm'ü, Brüksel'i de anlatmak mümkün. Hayır, Paris bundan ibaret değil. Bu dakikada sonbaharın altın yapraklarına bürünmeye başlayan, seması balnr renginde bulutlarla yüklü Paris'in hakiki solrak ruhu kalabalık, evler, mağa­ zalar, ağaçlar, otomobiller değil, fakat o sade giyinmiş, eşsiz Paris kadınınm, bütün musikilerden daha güzel olan cıvıltısı ve onun etrafa sihirli bir altun gibi dağ1ttığı pudra ve lavanta kokularıyle dolan o anlatılmaz, o hafif, o munis, o sarbaşlatıcı tatlı ha-

Fransızlardan başka

sahibi Sanki

imiş

vadır!

PARiS KADlNI Şöhreti dünyayı tutan Paris kadını nadiren güzeldir. Paris caddelerinde rastlanan güzel kadmlar. ekseriyetle ya güneyli veyahut yabancıdır. Fakat, estetik ölçülerine uygun bir güzelliğe sahip olmayan Parisli kadınlar, istisnasız sevL'lllidirler. Mide bulandırıcı çirkinliğe burada hiç rastlamad.ım.


ımm GÖRE

67

Gayet sade gıyınen, hatta kıyafetçe iptida.l bir şekil arzeden bu, ekseriyetle henüz saçlarını kestirmeyen kadının bütün tehlikeli cazibesi ağırbaşlılı­ ğından, saflığından, konuşmasından ve bilhassa anlatılmaz işve veedasından geliyor. Bunlar, dünyanın en güzel kadınıarına Parisli kadının cesaretle meydan okuyabilmesi için kafidir. Parisli en büyük moda atelyelerinde bizzat Fransız kadınının parmakları ve iğnesiyle vücut bulan o kıymetli, çeşit çeşit elbise, hemen hemen sadece Fransız kadını, dünyanın yabancılar için yapılır. ipekten örülınüş en sihirli ve sırma diğer kadınlarını kıyafetlere soktuktan sonra onları sırt üstü getirir. Bir aşk dakikasının lezzetine ebediyet verecek kudrete sahip olmayanlar, süsten medet ummakta belki çok hakhdırlar. !!..,akat, ipekler ve boyalar, ruhun eksikliklerini bilmem ki nasıl telafi edebilir'? Yabancıya mahremiyetinin kapılarını güç aralayan Fransız cemiyeti hakkında bir yabancının, kısa bir müşahede sonunda, umumi bir hüküm yürütmeye kalkışması küstahlıktır. Bundan dolayı, bütün bu satırlarda anlatılan sathi hayatın, bir sokak görüşü olmaktan fazla bir iddiası olmadığım söylemek lazım. Yalnız Paris'te vesikalı fahişe sayısının dört yüz bin olduğunu bir resmi makamdan öğren­ Fakat, buna gizli fuhşun belki dört yüz miştim. binden bile fazla olan rakamı ilave edilirse, caddelerde, umumi bahçelerde, otellerde, dansiglerde aşk avcıları için ne kolay bir iş sahası mevcut olduğu hakkında aşağı yukarı bir fikir edinilebilir. Fakat her gün, bir kapısından altı yüz bin yabancı çıkar­ ken, diğer bir kapısından bir o kadar yabancı giren,


63

AHMET HAŞIM

nüfusu dört milyona ulaşmış muazzam bir medeniw yet merkezi için bu serbest kadın sayısı hiç de fazla değildir. Fakat iyi bUmeli ki bu fuhuş ve eğlence alemi hiç de asıl Paris değildir. Zira Montmartre mahallesi, bütün Fransa'nın küçük bir modeli addedilse, o zaman üniversiteler, akademiler, enstitüler. hastahaneler, fabrikalar, alimler ve san'atkarla:r Fransa'sı tamamen izah edilmesi mümkün olmayan bir hale gelir. Dün hakiki bir Fransız ailesinin sofrasında öğle yemeğille davetli idim. Ruhum kudsi bir günlük kokusuna benzer heyecan verici bir namus ve iffet ıtnyle hala doludur. O sofrada bir Türk ailesinin nezahat ve mahremiyetini mütemadiyen hatırladım.

Y abancıya etini satan Parisli sokak kadınının, tetkik edilse, ruh bakımından bir aile kadınından farklı olmadığı görülür. Bir gece, Montparnasse'da, süslü bir ba:r, kibar bir kadın ve eğlence yeri olan Coupole kahvesinde bir arkadaşla beraber otururken yanımızda gazetesini okuyan genç bir kadınla tesadüfen alıhap olduk ve beş dakika içinde$ eski dostlar gibi konuşmaya koyulduk. Arkadaşım sözün gelişiyle, Fransız kadınının maddeye taptığm­ dan ve paraya düşkünlüğünden üzüntüyle bahsetti ve ahlaki mütalaalardan örülmüş keskin bir nutuk verdi. Genç kadın, kayıtsız gözlerle bu uzun ve AS·· ya'ya has nutku dinledikten sonra, pembe rludaklariyle şu kısa ve makul cevabı verdi: - Ne için parayı kazanmak istememeli? !nsan parasız ve fakir olduktan sonra... Gerçekten de düşen lı...,ransız kadını yalnız safdil ve talihsiz olanıann sımfındandır. Fakat bunlarm yakından


1581ZE GÖRE

ruhu, kirli etleri içinde ışığı sönmeyen bir mücevher ,gibidir. Fransız kadım ruhunu vücudundan ayınnay1 .ibiliyor. Bu biiyük bir hüner ve kafi bir fazilettir. NEŞ'ESİZ

PARiS

Her taşı bin bir çeşit san'atkar eliyle kutsi ~bir mahiyet almış ve bir gün yeraltına geçse, eski Yunan medeniyeti yıkıntılarından bir kere daha kıy­ metli bir harabe alemi bırakacak olan Paris şehri içinde, şimdi, eski ne~)' esini kısmen kaybetmiş, alnı hafifçe kırışık bir halk yaşıyor. Bunu görmek ve :hissetmek için hiç de fazla dikkatli olmaya lüzum yok. Bir Arnerikah mulıarrir, New York Herald ;gazetesinde, Paris'in bu göze çarpan somurtkanlığı hakkında zalimce bir makale yayınlamıştı. Bütün Paris basınının cevap verdiği bu yazıda ezcümle -deniliyordu ki: "Bütün yerlileri siyahlar giyinen bu '§ehirde, renkli elbiseleriyle esmer havaya cazibe ·dağıtan yalnız yabancılardır. Paris'i dolduran yüz ıbinlerce yabancının başlıca eğlencesi şundan ibarettir: Yarısı kahve önlerindeki iskemlelerde oturur, diğer yarısı da caddede yürüyerek oturanlan seyretmekle vakit geçirir. İşte Paris bulvarlarımn bu,,günkü tatsız manzarasıl" Dün akşam, soframızda misafir olan genç bir Parisli kadına, Amerikalı yazann Paris hakkın­ daki bu çeşit müşahedelerinden bazılarını naldettim. ·Gururunun bütün altın tüyleri kabardı ve istihzanın. <12n keskini ve en zekisiyle şu cevabı verdi:


'i O

AHMET HAS.t.ılıe

"Amerikalı denilen mahluk, insana en yakın olan hayvandır. Parislinin yüzündeki neş'e aHlınet­ lerini seçmek kabiliyetini ondan isternek fazla insafsızlık olmaz mı? Biz, savaşın en çetin senelerinde bile Paris'i tebessümsüz bırakmadık. Şimdi duruP' dururken neden neş'esiz olalım? Eğ·lenmesini, gülmesini bilmeyene biz ne yapabiliriz?" Bu, belki böyle olmakla beraber, muhaldmktır ki, bugünkü eğlence Paris'i, artık o eski delişmenı, Paris değildir. Bunu ışıklı şehrin eski halini bilenlerin hepsi söylüyor. . Clychie ve Pigal meydanlarının havasında her gece lacivert alevler ve kırmızı ateşlerle yazılan ışık cümleleri şimdi boş yere elektrik cereyanlarını yutup duruyor. Montmartre'ın yerine geçmekte, olduğu söylenen Montparnasse'ın bütün zevk sıt­ ması, birkaç büyük amerikanvari barın süslü camlarından öteye geçemiyor. Bu acayip durgunluğu tanıştığım Parisliler bana çeşitli tarzlarda açıkla-­ dılar. Kibar Pasy semtinde, bir aile salonunda, bir genç kadın şöyle anlattı: - "Hayat pahalılaştı, kazanmak da o nispette güçleşti. Onun için Paris'in birçok aileleri artık çı­ kamıyor, gezemiyor, eğlenemiyor ve kendi aralarmda toplanınağa mecbur kalıyor. Paris, yabancılar için kurulmuş bir panayır değildir. Paris'in neş'esini yapan yine bizzat Parislilerdir. Onlar ortadan çekilince,, tabii böyle durgun bir şehir hasıl olur." Bir Fransız yazarına göre: - "Paris şehri, frankın düşkünlüğü sırasında yalnız eğlenmek için gelen yabancıların bazen ne adi ve ne kaba birer malıluk olabileceklerini gözüyle·


llİZE GÖRE

71

gördü. Ve onlardan iğrendi. Servetlerini avuçları içinde bir günde yok olduğunu görmekten malızun Fransızlar, kendileri aç ve ümitsiz iken, yüksek kambiyolu yabancıların Paris sokaklarında yaptığı rezaletıere şahit olarak ruhlarının bütün o eski saflığını kaybettiler. Şimdi Parisli, Metek·~·ıere karşı, içi nefret ve küçümseme duygusuyle doludur. İşte onun içindir ki Paris'e eğlenmeye gelen yabancı, artık kendisiyle yerli arasında eskisi gibi bir neş'e ortaklığı bulamıyor.

ki

Sebepler her ne olursa olsun, Paris, muhakkak biraz neş'esiz bir şehirdir.

şimdi

SEBZE l?iYJ:ClLER

Avrupa yoluna çıktığım günden beri sebzeye hasret kalmıştım. Vapurdan itibaren gıdamız çeşitli kara ve deniz hayvanları etlerine ve içki olarak şaraba münhasır kalmıştı. Yalnız Fransa toprağı üzerinde yaşayanlarm boğazından, her gün, biftek, rumstek, rozbif ve şatobrian . şeklinde muazzam bir dana, öküz, domuz, keçi, at ve eşek sürüsü· geçer ve Seine nehri genişliğinde de bir şarap nehri bu sürüyü aynı yoldan takip eder. Gerçi bu beslenme tarzı beni, senelerden beri bilmediğim bir hazım cihazı sıhhatine mazhar etmişti. Fakat buna karşıiık vücudumda ruhumun tüylü, dişli ve tımaklı bir malıluk şekline gird::;ıni hissetmek ezasiyle rahatsız olmağa başlamıştım. Bir gün, otelde tanıdığım bir lngilizle birlikte, nadir bir kitabın peşinde koşarken, Saint Germain,


72

AHMET IWlM

bulvarının eski kitap satıcılarının merkezi olan yan sokaklardan birine saparken, vitrinine yemek listesini asan "Büyük Güneş" isimli bir lokanta arkadaşıının dikkatini çekti. Durduk ve listeye göz gezdirdik. Tuhaf şey! Bu listede hiç bir et ismi geçmiyordu. Tahayyül ettiğim sebze cennetini nihayet bulmuştum.

Arkadaşım alay ederek bana veda edip gitti. Bense, sevinçle, sebze yiyiciler tokantasma girdim. Kalabalık içinden zorlukla boş bir masa bularak oturdum. Kendini hayli beklettikten sonra nihayet garson yanıma geldi. Bana garip bir eda ile mahremane sordu: - Lokantamızın ne olduğunu biliyor musunuz? -Evet. - O halde yemeklerinizi ısmarlayınız. Hiç bir canlı yaratığın hayatma mal olmayan ve ekşimiş hiç bir maddenin karışmadığı yemeklerden beğendilderimi söyledim. Bu sebze ve su cennetinin sakinleri ekseriyetle ter ü taze, sıhhatli genç kızlar ve hiç bir hastalığın alametlerini taşımayan genç adamlardı. Yalnız iç salonlarda, müneccim veya sihirbaz veyahut san'atiı:ara ben.zeyen, saçlı sakallı temiz fakat acayip kı­ lıklı birtakım müşteriler vardı. Belli idi ki, bütün bunlar doktor tavsiyesiyle nebati bir rejim takibi için değil, sırf bir prensibin sevkiyle burada toplanmışlardı.

İçinde bir ibadet yerinin sükun ve terbiyesinin hüküm sürdüğü bu lokantaya üç gün devam ettikten sonra, uzviyetimin yavaş yavaş bir masum çocuk uzviyetlne döndüğünü ve ruhumun arwlt zehirli


BiZE GÖRE

başladığ'lm

zevkle hlsgözümde değişmeye başladı: Bütün istilacı Avrupa halkı bana masum sebze yiyici milletiere musallat olmuş, kanlı ve uzun dişli bir canavar sürüsü şeklinde görünmeye baş­ ladı. Sömürge siyasetini et aramak hırsiyle izah etmeye başlıyordum. Fakat şunu da itiraf ediyorum. ki, bütün faydalı hayat hırslannm mahreki ettir ve hareketi ağır sebze yiyiciler, etle beslenmeye alışm­ 'Caya kadar pençeli hayvanıann aciz bir avı olmaya mahkumdur. ekşimelere

settim.

sahne olmamaya

Dünyanın

manzarası

Harp ve zafer, kolay bir iş değildir. Dünya sa~ vaşı, bunu bütün kavgacı milletiere öğretti. Şimdi Fransız toprağı üzerinde ölüm hayaletleri gibi dolaşan binlerce siyahlar giyinmiş matemli kadııı; .adım başmda rast gelinen kör, topal, kulaksız, burunsuz harp malUlleri; yanın saat içinde enkaz yı­ ğınları haline gelen binalar; bilhassa mütarekeden .sonra Fransız servetini küle döndüren o müthiş para buhranı, savaşın bir golf partisi kadar basit veya bir kavgacı şiirin teşbih ve istiareleri gibi parlak bir şey olmadığım, ailesine bağlı ve parasım sever Fransıza iyice öğretti. Gerçi deviere yalaşan bir himmetle bütün harabeler az zamanda ayaklanFrankın tekerleurnesi durduruldu, banka dırıldı. kasaları altmla ağızlarına kadar dolduruldular; fakat felaketin ne pahaya tamir edilebileceğini tt.>e· ıiibeyle öğrenenler, bu suretle, trajik· oyuna tekrar başlamayı arzu ettir.a:ıeyen bir olgunluğa ermiş ol-


AHMET l:IAŞİM

dular. Bu savaş sonu ruh hali birçok Fransız, Alman edebiyat ve fikir adamım, karşılıklı anlaşma için bir zemin hazırlanınasını düşünmeye sevk etmiştir. Yeni Fransız edebiyatının en güzel çehrelerinden biri olan ve evvelce mensup olduğu aşırı san'at cereyanlarından makul ve yeni bir estetiğe gelen Giraudoux 47 'nun dört beş aydan beri, aralıksız Paris'te Comedie des Champs-Elysees'de ve aynı zamanda Berlin'de oynanan Siegfried isimli nefis piyesi, bu olgunluk edebiyatının en dikkate değer örnek~ lerinden biridir. Piyesin ruhu şudur: Büyük bir aileye mensup bir Alman hemşiresi, savaş meydanmda yaralı, çıp­ lak, baygın bir halde· bulduğu bir Fransız askerini kaldırtarak, aylarca devam eden bir anne şefkat ve ihtimamiyle onu hayata döndürür; aldığı yara tesiriyle bütün eski hatıralarından boşalan esir dinıağı. Alman sistemleriyle yeniden terbiye ederek, eski Fransız askerinden taptaze, ateşli bir Alman vücuda getirir. Artık ismi Siegfried olan bu yapma Alman, yeni milletinin kaderini eline almış, onu yeni bir hayat idealinin en yüksek zirvelerine çıkarmıştır. Siegfried, şimdi bir Alman değil, Almanya'nın bütün deruni kuvvetlerini ruhunda toplayan bir Germen ırkı timsalidir. Piyesin esası bu mucizevi değişmedir. Yazara göre bir Fransızla bir Almanı birbirinden ayıran uzviyet ayrılığı değil, sadece zihinlerde biriken hatıraların mahiyet farkıdır. Herhangi bir sebeple, bu hatıralar unutulunca, birbirinden nefret eden iki hi.iviyet, birbirinin yerini alabilir.


Alman filozofu Nietzsche 48 de Giraudoux gibi düşünmüyor muydu? Bu filozofa göre milletleri birbirine düşman yapan tek kuvvet tarihtir. Geniş bir beşeri anlaşmanın meydana gelebilmesi için yapıla­ cak ilk iş, tarih öğretiminin el birliği ile ortadan kaldırılmasıdır.

BİR AKŞMI

SOHBETl

Montparnasse'da küçük bir rus lokantası Ci~ gid'de toplandık. Bizi davet eden hanımefendi, onun dostu genç bir Avusturyalı kadın, san'at akımlarını yakından takip eden iki fransız genci: Doktor Lakan, Vikont dö Santak, ben. Cigid düşkün rus asılzadelerinin bütün büyük şehirlerde açtığı mali'un mızıkalı, içkili lokantalardan biridir. Duvarlar, Rusların pek sevdiği Binbir Gece Masallan sahnelerini gösteren renkli resimlerle sıvanmış, beyazlıklan şüpheli örtiller altında saklanan küçük masalar üzerinde kırmızı abajurlu lamhalar yanıyor. Alttan gelen bu kırmızı ışıkla bütün lokantayı dolduranların çehreleri yukarı doğru uzan~ mış. Sanki yeryüzüne yabancı, esrarengiz bir alem köşesi. Kalabalık içinde güçlükle boş bir masa bulabildik. Deli veya dahi cinsinden birtakım insanIann toplandığı bu köşede bütün garipliklerin asil bir çekiciliği var. Tam fikir ve san'at sohbetlerine yakışan bir çerçeve içindeyiz. Yemek sırasında Doktor Lakan'a sordum: - Edebiyatınız ne halde? Son manzarası nedir? - Edebiyatımızın bugünkü sembolü bir doğru çizgi değil, bir ağaçtır. Kütüğün mihveri etrafında


AHMET HASİM

her yöne doğru uzanmış, hava ve ışığı aynı zamanda emip duruyor. Şahsiyete en çok hürriyeti tanıyan bir devre yakışan da bu değil midir? - Bu dalların isimleri? - Saymalda tükenmez ki, başlıcalan: Kübizm. fütürizm, dadaizm, süiTealizm... Sembolizmin çürümesinden hasıl olan bütün bu mantar cinsinden mesleklerin hemen hepsi, birtakım yabancılann memleketimize getirdiği kahve ve meyhane hareketleridir. Biz misafirperver bir milletiz. Hapishanelerimiz yabancı suçlularla, hastahanelerim iz yabancı hastalarla, mekteplerimiz yabancı talebe ile, akademllerimiz, enstitülerimiz yabancı alim ve san'atkarlarla doludur. Müzelerimizde kendi büyüklerimizi n günden güne artan eserlerine bile yer bulamazken Legion d'honneur nişaniyle dehasına saygımızı ödediğimiz ve büyük hünerini şerefle benimsediği­ miz Japonyalı ressam .Foujita 'nın şaheserlerine san'at hazinelerimizin en mutena yerlerini ayırdık. Aslen Polenyalı Landowski50 , bizim en büyük heykeltraşlanmızdan biridir. Kübizmin bizde babası, edebiyatta Guillaume Apollinaire51 ismiyle tanman Polonyah Viihelm de Kostrowitsky 'dir. Kübizm, başlangıçta yalnız resme has bir yenilikti ve empressiyoniz me karşı bir aksülamel olmak üzere vücuda getirilmişti. Resimde empressiyoniz.."'l, modelin, belli bir ışık altında bir ana mahsus şekil ve vaziyetini tespit etmeyi hedef tutar. Kübistler ise, modelin yalnız görünen cephesini değil, görülmez kısımlarım da üç boyutunu da tabloda göstermek gayretine düşttUer. Bu suretle

çeşitli

san'at

akımlan, ayrı

dallar

49

şeklinde,


'71

seyirciler bir gün, aynı tablonun çerçevesi içinde bir keman parçasını, bir tarağı, bir çubuğu, bir bıyığı ve bir yarım insan çehresini toplanmış görmekle hayret içinde kaldılar. Kübist ressam yaptığı bir şeklin ayağını resmetmek için eğer yer bulamazsa, hacağı başm yan tarafına uzatmakta hiç bir mahzur görmez. Guillaume Apollinaire ve arkadaş­ ları, bu düsturu ressamlardan kıskanarak, onu yazı salıasma taşıdılar ve şiiri de, tasvir ettiği konunun bütün teferruatını, karına karışık nakletmeye mecbur ettiler. - Fütürizm? - Dünya Savaşından iki sene evvel beliren Fütürizm'in de Fransa'da ön ayak olanı aynı Guillaume Apollinaire'dir. Fütüriz..'TI, aslen italyandır ve icat edeni MarinettP 2 isminde biridir. Fütüristlerin iddiası yalnız çağ·daşlar tarafından değil, gelecek nesiller tarafından da anlaşılmaktır. Bunlar, geleceğin sözde habercileridir. Fütürist şair, makinelerden, fabrikalardan bahseder ve yeni hayatın hı­ zını anlatmak maksadiyle tesirlerini, hiç bir rabıta ile bağlamaksızın bir sinema dönüşü sür'atiyle sıra­ lar. - Dada'lar? - Bir manası olmayan "Dada" tabiri, 1916 senesinde, İsviçre'de Zürih şehrinde toplanan ve reisleri Tristan Tzaraı>a isminde bir Romanyalı genç olan, çeşitli milletiere mensup küçük bir zümre tarafından icat edildi. Bunlar iki sene sonra karar~ gahlarını Paris'e taşıdılar ve orada birtakım Fransız gençleriyle birleştiler. Guillaume Apollinaire bu yeni grubun da içindeydi. Dadaizm: Esas itiba~


78

AHMET HASİM

rlyle Dünya Savaşı sonunda iflas eden bütün manve hikmetle alay ve aklıseliiDe hakaret için saç· ma sapan söylenmekten başka hiç bir şey değildir. Bu mesleği, ·edebi bir meslek şeklinde düşünmek ona hakaret etmektir. Zira onun iddiası hiç bir şey

tık

olmamaktır.

- Sürrealistler? - Sürrealizm oldukça makul bir esasa daya. mr. Bu mesleğin nazariyecisi ve reisi Andre Breton54'a göre: Şürin zevki şuur-altı kaynaklarda gizlidir. Bazen sırf tesadüfle yanyana gelen iki kelimenin çarpışmasından fışkıran parıltı, koca bir manzumenin tek parlak şiir noktasını teşkil eder. San'at eserinin meydana gelişinde san'atkarın iradesinden ziyade, tesadüfün tesirli bir rolü vardır. Buna göre, kendimizi içgüdümüze bırakmak suretiyle, şuur-altı alemle temasımızı muhafaza edebiliriz. Bu nazariye tatbikatta şu suretle kullanılır: Sürrealist şair, önüne boş bir kağıt alır ve hiç bir şey düşünmeksizin, mekanik bir teslimiyetle katemini beyaz sahife üzerinde yürütür, satırlar aranmaksızın akla gelen birtakım kelimelerin sıralanmasından hasıl olmuştur. Buna otomatik yazı tarzı adı verilir. Bu sistemle hiç de fena olmayan eserler vücuda getirilmiştir.

- Halkınızın edebi zevkine şimdi hakim olanlar hep bunlar mı? - Fransız milleti kös dinlemiştir. Bu nevi züm~ relerin yaygaraları ona vız gelir. Fransız edebiyatında bu dakikada hüküm sürenler şiirde münha58 57 56 sıran Valery~ 5 , nesirde P:roust , Morand , Gide Claudel" 0 ve Giraudoux'du r. Ne gariptir ki bunlar


79

JBIZE GoRll

· .evvelce, sıra ile, semboliat, da'<laist, kübist ve son t:nerhale olarak sürrealist idiler. Fakat halk tarafın­ dan anlaşılır bir hale gdince ve rağbet bulmaya baş­ layınca ·arkadaşlan onları gruplanndan uzaklaştır­ .U.ılar. Anlaşılan, bu yeni akımlara mensup olmak ;şerefi, rağbeti ancak rüyada görmUş olmaya bağ­ ihchr.

genç katlım kedi gibi esnetmeye başlayan bu uzun edebi sohbeti burada bıraktık ve hayatın renkli helezonlada açılıp kapandığı neş'eli · .· bir dansinge ·gittik. Arkadaşımız

DARüLFVNUN ŞEHRl

Aile kontroluna tabi yerli gençler için emsalsiz bir çalışma yeri· olan Paris, otelde yatıp kalkan iradesiz yabancı için ise, aksine, baş döndürücü bir ıfulıuş ve rezalet girdabıdır. Birçok memleketlerden :bu şehre tahsillerini yapmak üzere gönderilen genÇ-ler tam bir hazırlık, müthiş bir iyi niyet ve hiç bir :§eytan:i baştan çıkına ile erimeyecek bir iç kuvvetle :mücehhez değillerse ruhlarını ve etlerini bu cehennemİ çarkın dişlerine kolayca kaptırırlar. Her ırka mensup nice bedbahtlar, Paris'ten memleketlerine ,dönerken, her gece alışılmış- saatlerde yataklarına ;girmiş olmaktan başka hiç bir günahları olmayan vatandaşlarına karşı kafa tutınak için, havada sopa ışeklinde salladıkları yegane yeni faziletleri, Montnıartre, Saint Michel, veyahut Montparnasse sokaklarında, · birkaç sene sabahlara kadar, kundura ..eskitiniş olmak meziyetinden başka bir şey değildir.


AHMET HASlM~

so

Paris't a karşılaştığı tehlike leri bilen, karşı hayır sahiple l'i. bunları safaha te ve sefale te masite üniver bir tesirli bir surett e korum ak üzere fikrinı insani hallesi kurmayı düşünmüşlerdir. Bu hakika t sahasında geı:;işi, şimdi, Parc Monce au civannda, yıkılan eski istihkamların yeri üzerin de yükselmey e başlayan muhteşem üniver site şehrini mey'-· dana getirmiştir. San kum döşeli yollar ... Yemyeşil tarhlar ... sıra il~ Ağaçları yeni dikilmiş bahçel er içinde, işte Birleşik Fransız, Belçik a, Brezily a, Kanad a, Japon, Devlet ler sarayları... En zengin oteller den daha mükem mel istirah at şartlarını bir araya getiren bu inden binaların cephes inde, inşa masraflarını cepler rle harfle r ödemiş olan zengin lerin altın ve menne isimle ri: Fransız binası üstünd e Deutsc h de la Meurthe60 ismi. Belçik a binası üstünd e Birma ns ·la ·Port ismi: ilh ... Roman ya, Yunan istan ve hatta masrafları Nubar Paşaoı tarafından ödendiği söylen en Ermen i biın işe nalarının yerleri şimdiden hazırlanmış, ustalar başlaması beklen iyor. !nsani bir müsab aka sahası ma.:hiyetini alan üniver site mahall esinde Türk bayrağının da bir an evvel ·dalgalandığını bilmek ne kadar temen niye deGençliğin

ğer.

CAMİ

VE HAVR A

Kuzey Afrika müslümanıarına sözde bir lutuf olmak üzere, Paris't c, hayva nat bahçesi. Fransızlar,


tı1ZE GÖRE

lH.

mimarisiyle güzel bir camı ınşa 1924 senesinde, bu cami henüz yapıl­ makta ikel1, Afrikalı işçilerin, bir çe~j,ç ve bir df!ınir kalemle taşa nasıl yontulmuş bir mücevher şeklini verdiklerini görmeye gitmiştim. Bo:rnoslu ustaıun . marifeti, kullandığı iptidai vasıtalara göre,· bir kunduz veya bir arının hayret verici hünerinden hiç farklı değildir. Üç sene sonra, inşaatı artık biten bu camii yine ziyarete gittim. Gördüklerimle yüzüm utanç ve hicaptan kızardı. Paris'te Fransızların sadakası olan bu mü.slüman ibadethanesi, şimdi, Montmartre mahallesinin eğlence yerleri gibi, kapılarını ancak saat ondan sonra gece ziyaretçilerine açan Müezzin ve hademeler, meşhur bir batakhanedir. cami mUştemilatından kuskus pilavı yapan bir lokan-:tanın geliriyle ve her türlü fuhşa sahne teşkil eden, içi seccadelerle örtülü, sedirli, avizeli, arabesk bir salonun gece çiftlerine içitdiği kokteyl ve şampanya hasılatı ile geçiniyor. Şerefli bir cami! Dünyada emsali olmayan Champs-Elysees caddesi, eskiden, kibar bir gezinti ve tatlı bir sohbet yeriydi. Şimdi, inci, elmas, zümrüt ve yakutun istilası altındadır. Eski üç katlı konaklar, birer birer yıkılıyor, yerlerinde on, on beş katlı bankalar, ticarethaneler yükseliyor. Eski siyah .duvarlar, mermer, altın ve gümüş levhalar altmda saklanmaktadır. Muazzam vitrinler içinde, yüksek markalı otomobiller, nadir birer canavar gibi teşhir ediliyor. Akşamın alacalığı caddenin kestane ağaçlarını karartbğı andan itibaren gökyüzü, Champs-Elysees üstünde, bütün kelimeleri ateşle yazılmış sonsuz bir ilan sahifesidir. civarında, Mağrib etmişlerdir.


.

....

AHMET

O•..ı

UAŞİM

Bir akşam gezintisinde bu caddeden geçiyorduk. Büyük bir iskele kurulmuş, sayısız ݧçiler, göklere doğru yükselecek granitten bir duvarı örmekle meş­ gul. Yanımdaki arkadaşım, binayı gösterere k anlattı:

- Bir mUddet evvel, bu binanın yerinde Kont Massa62 'nin asırlardan kalma konağı vardı. Kont son · senelerde parasız kalınca rolilkünü musevi cemaatin e .sattı. Eski binanın tarihi kıymeti büyüktü. Hükumet satın· aldı ve rasathane bahçesine olduğu gibi naklettirdi. Boş kalan arsa fizerinde ·inşa· edilmekte· ol. duğunu gördüğünüz bu muazzam bfua ise bir havra olacak! Y anımızdaki sarı saçlı genç kadın, tatlı ve yavaş bir sesle düşüncesini söyledi: -:--- Bir havra daha yapılmış, bunun ne ehemmiyoti var? Kökleri her taraftan dünyayı saran bUtUn bankalar birer· havra olduktan sonra...

MVSTAK BEL MiMARI

Paris'te sokak trafiği, bUyük bir medeniyet merkezi için cidden utanılacak bir hale gelmiştir. Buna ~ebep otomobildir. Buhann keşfi, insanlık hayatmd a büyük bir değişiklik yapmıştı. Mavi deniz üzerinde büyük pervaneler gibi dolaşan yelkenli gemiler, kanatlarını toplayıp öldüler; fabrika mimarisi dQğdu; siyah bacalar hava ve gökyi.izü manzaralarını . değiştirdiler. Her tarafta işçi ırkı, eski esirler cinsinin yerine


UİZE

GÖRE

o kadar. Fakat motor hayatın umumi yakında kökünden çevirip başka bir şekle koyacak. Paris'te az çok istatistik işlerinden anlar bir zattan öğrendiğime göre, bu şehirde çalı­ şan yalnız kira otomobillerinin sayısı otuz altı bini geçiyor. Buna sayısı bence meçhul binlerce hususi. otomobil daha ilave edilirse, yol trafiğinin Paris'te ne çetin bir mes'ele teşkil ettiği anlaşılabilir. Dünyayı kaplayan otomobil fabrikalarının mototda her gün vücuda getirdiği yeni gelişmeler, araba sahibinin karşılaştığı müşkülleri hızla azaltıyor. Fiyatlar günden güne ucuzlamakta, ödeme için yapılmakta olan kolaylıklar, artık her keseyi otomobile doğru çekmektedir. O suretle ki, her adimım şişip koca bir otomobil haline gelmesi ve caddelerde akan halkın bir dev sürüsünü andırması hiç de uzak bir gelecek değil! Bu gelecek gele dursun, daha şimdiden Paris caddeleri, bilhassa akşam beşten yedi buçuğa kadar, boğulmuş hasta bir damar gibi, trafik akınını içine almaya yetişemiyor. Binlerce otomobil cadde ortalarında sıkışmış, adım başına dikilen polislerin sopa işaretine uyarak, birer kaplumbağa yürüyüşü ağıı·­ lığiyle,_her _beş dakikada bir ancak yarım metrelik bir yol alıyor. Bu hal, yeni bir sür'at aleti olan otomobili, zıttı olan eski beygirli arabanın da aşağısına düşürmektedir. Bu yüzden yollar tıkanıyor, yaya hareket edemiyor ve şehrin umumi hareketi her tarafta felce uğruyor. Ne olacak? Şimdiye kadar bütün baş vurulan çarelerin derde deva teşkil edemediği anlaşıldı. Otomobili dünya yüzünden kaldırmak da tabii bahis geçti.

lşte

manzarasını


AHMET HASİM

konusu değil. Mecburen iptidai nakil vasıtalarına g·öre kurula n Ortaçağ şehir çerçeveleri yıkılacak ve 3 gibi şimdi bir nevi deli addedilen Le Courb usier ... olacak hakim de üzerin dünya mimarların estetiği tabaçeşitli zemini n Gelecek otomobil şehrini kalard an meyda na gelecek, trafik sahasını boşalt­ mak için evler kalkacalt ve bütün bir mahalleyi karkatlı, nında topari ayan Ameri kalllar a has kırk elli yükseküpler çıplak ve ç korkun eli bin bir pencer lecek. Bunu bir hayal zannetmemeli, Paris't e şimdi­ den yeraltında büyük caddelerin açılması ciddiyetle düşünülUyor.

PtsLi K VE TEMlZ LtK uzak kaldığım müddetçe bilhas sa pire ve tahtak urusun un hasret ini çekmiştim. Gerçi beni g·ötüren vapuru n ·süslü karnarasında yol arkabilmedidaşlarım sayısız hamam böcekleriyle ismini ya'dan ğ·im birtakım iğrenç kurtlardı. Fakat MarsU veda için, t müdde bir ere itibare n bütün dost böcekl · etmek lazım geldi. Paris, domuz eti yer, şarap içer ve müslümancak lığın emrettiği temizliklerin hiç bir çeşidini tanıya bir seviyeye henüz varmamıştır. Fakat buna rağmen, ne gaript ir ki bu şehrin havası, keskin hela kokusu yerine, taze sonba har güllerinin kokusu nu andırır nebatl, hafif, uçucu bir ıtır ile doludur. İnsan bart gibi, saklarının karanlıkları içinde· kimyevi faaliye Paris'i n bütün kirli tahammuratı - her büyük şe­ hirde olduğu üzere - beş duyud an hiç birisine çarpesramaksızın, yeraltı yollard an birtakım uzak ve İstanbul'dan


:BlZE GöRE

rengiz ağı,zlara dökülUp giderler. Bu arada bit, tahtakurusu ve pire - sosyal birer ayıp gibi - orta'dan kaldınlmışlardır. Filitoks veya filit ilanıarına Paris'in hiç bir duvarı üzerinde rastlayamadım. Fakat ne yalan söyleyeyim, Paris'te odalarm . tahtakurtmuz ve yataklarm pires-iz oluşu, beni ilk :günlerde rahatsız etmedi değil! Pisliği sevmemekle beraber, herkes gibi, ta çocukluğumdan beri tamdı­ ;ğım bu aziz fişinaların etrafımda eksikliği adeta ha~ Artık yatımnı düzenini bir müddet için bozmuştu. .geceleri ikide bir, bir iğne ucuyle dürtülerek uyanamaz ve zamanın seyrinden haberdar olamaz olmuş­ tuın.

Bu kesintili uykular sayesindedir ki, senelerden beri geceleri kalkar, lfunbamı yakar, masamın önüne _geçer ve uykum tekrar gelinceye kadar okurum. J{itaplardan istifademin 'belki yüzde kırkını gecenin bu muni.s oocekleriııe borçluyum. Pin~siz Paris'ıte, uykulannı birer siyah kabili'la dönmüştü. Sabahları, gözlerimi hatıı·asız bir ölümden açıyor gibi olmu~-

·tum. Her tarafta göze çarpan bu fiili temizliğe rağ~ men, farnsızca.da "bitli" sıfatının mevcut oluşu hayretimi celbetmişti. Fransızlardan bu g::ı.ripliğin hikmetini sordum. - Evet, dediler, bu kelimeııLrı neye delale't ettiğ·ini bilmeden kullanmlık. Fakat Dünya SavaŞının son senelerinde Paris içinde iki "bit" bulunabildL Bu nadir yaratıkları hayvanat bahçesinde hayli müddet çoluk çocuğa teşhir ettiler. Tahtakumsu ve pireyi de ancak mamut gibi, nesli yok olmuş hayvan ırkları arasmda taııırız.


AHMET HAŞİMı:

86

_Paris'ten döndUğümUn: ilk_ gecesi gözün1ü kapa-· mın -· zibelki. yarım saat geçnieden, .ilşinalan . SevimU uyandım. acıyle bir veren haber yaretini bir pire, genç bir ceylan neş'esiyle etrafımda sıçrı­ yor, bir tahtakuru su da, gece çalışma saatimin baş­ ladığını haber vermek üzere, dost bir yürüyüşle yaklaşıyordu. Artık hayırsever küçük dostlanro m

dıktan

ortasındaydım.

SON

SAJIİFE

Herkesin tanıdığı bir memlekette yapılan kısa bir seyahate ait olan bu notlarda birçok okuyucul ar. Amerikalılara has bir haydut vak'asma , dalaşık bir hırsızlık hikayesine, göz kamaştıncı bir eğlence alemi tasvirine rastlamadıklan için belki hayal kınk­ lığına uğramışlardır. Haklan da yok değil, bir se:yahat daima alışılmış hayatın düzlüğü dışında, fevkalii.de macerala r fikrini gerektirir . Sanılır ki ufuklanmızın ötesi bambaşka alemierin eşiğidir. Güneşiıli battığı yerde, bulutlard an saraylar kurulduğunu. ergııvandan. kuleter yükseldiğ:ini 7 ateşten caddeler· açıldığını, zUmrüt veya yakuttan ·tavuslar .ve horoz~ lar·· dolaştığını_ .görenler, ,_kendi .·hayatlan ndan artık­ tat almaz olurlar. Ve ufuklann arkasında emsalsiz bir_ dünyanın saklandığını zannederek bu illemin hasretini çekrneğe koyulurlar. Bu, acı bir vehimdir, vapurdak i seyyah, geniş deniz üzerinde ilerledikçe, aynı denizin önünde durmadan uzayıp gittiğini görmekle hayret eder. Cins. cins zannettiğimiz insanlar da her yerde birdir ve aynı- şeyleri söylerler. Sinema perdesine bakınız:


l31ZE .GÖRE· ;

87

Dil farklarınllı seyirciyi aldatmadığı bu beyaz. sahne üzerinden geÇen bin bir insan nümunesinin aynı el ve .çehre hareketleri, aynı elem kıvranmaları, aynı neş'e sıçramalan yaptığına bakarak, bütün ırkların bir tek dille konuştuğuna hükmedeceğiniz gelmiyor mu? Ben kısa seyahatimde hiç bir macera aramadım. Zaten arasam da bulamazdını. Polis inzibatı­ nın, demir zincirler gibi, her taraftan kıskıvrak bağ­ ladığı bir küre üzerinde, alışılmış düzenin dışında bir fevkaladeliğe rast gelinebileceğini zannetmekte inat eden yalnız Amerikalı seyyahlar kalmıştır. !ri be§ikleri andıran otokarların, büyük şehirlerde sokak sokak dolaştırdığı bu kocaman gözlüklü kedi yüzlü insanların hali gülünçtür. Bu ihtiyarlamış çocukları eğlendirmek için Hint onnaıılarında uydurma kaplan avları, İspanya'da yalancı haydut çarpışma.lan, Paris'te polis nezareti altında, sahte apaş toplanmaları tertip ederler. Denilebilir ki. Amerikalı seyyah, gezdiği dünyanın hiç bir tarafını hakiki çehresiyle görmüyor. Yaptığı iş, kendi sadeliğini memleket memleket dolaştırmak ve alemt .kendisine.; kıs kıs güldürmekten ibarettir. Paris'te ne. yaptım? Şimdi hatırası bende akıl almaz bir maceranın keskin tadı gibi kalan en kuv" vetıi saatleriın, kri.zantem ve kış gülleri kokusu ve kadın çehreleri renkleriyle dolu neş'eli bulvarlarda hedefsiz gezintilerim; Notre-Dame kiliaesi eteğinde. korkunç Ortaçağ gölgesine sığmmış küçük bir sonbahar bahçesindeki hayal ve unutma dakikalarım; bilhassa geceleri evime dönerken Seine nehrinin nhtımlan üzerinde tek başıma yaptığım


AHMET .HASL'\f

gezintile rdir. Taştan bir çerçeve içinde hapsedilen nehrin siyah sulan, gece, hayAli bir durgunl ukb durguııdur. Baş aşağı çevrilmiş .bir ikinci Paris, beyaz; kırmızı ve yeşil ışıkları ile bu sihirli nehir içinde. harekets iz düşünür. Bu suda boğulmuş şehrin, baş aşağı dolaşan telt sakini ben olurdum . Paris gibi coşkun bir hayat ve hareket şeh­ rinde duyduğu bu hiçten zevkleri, notlarının bu son sahifesi nde hatırlamaktan sıkılmayan .· adamın saflığı niceleıi için belki çocukçadır. Fakat bu adam, zevklerini başkalarına satmak üzere tatmıyor. Onu.,_ için saflık ve samimiy eti hoş görülmeli.


GUREB AHANE -1 LAKLA KAN



GUREBAHANE-t IAKLAKAN On on beş sene evvel, bir tatil haftasım geçlı'­ mek için Bursa'ya gitıniştim. Üç dört saatlik hazin, kirli, eğlencesiz bir vapur seyahatinden sonra, ovalar içinde iri bir tırtıl ağırlığiyle sürüklenen ufak bir tren beni aynı günlin akşamında, karanlık ·bir duvar gibi sernalara kadar yükselen Keşiş'in eteğindaki yeşil şehre bırakmıştı.

O

sırada İstanbul'un

okur-yazar gençleri arasında "mimari" bir milliyetçilik hüküm sürüyordu. Herkes evvelce işitUmemiş eski bir mimar ismini bulmakla iftihar ediyor; makaleler ihtiyar merrnerierin mana ve asaletinden bahsediyor; şiirler kemer ve sütunlann güzelliğini söylüyordu. Edebiyat llsanı duvarcılık ve marangozluk tabirleriyle dolmuştu. 1'ürk medeniyetinin . ölçüsü münhasıran "mimari" olmuştu. Mimari münakaşalariyle yer yer dostluklar kuruluyor, düşmanlıklar vücut buluyordu; Milli şuu­ run uyandırdığı deruni kuvvetler henüz büyük felaketlerin çekiciyle dövülmemiş, bugünkü olgunluğuna erişmemişti. Bu kuvvetler havai fişenkler şek­ linde, hayatın gecesinde, renkli ateşlerden akıcı nakışlar çizdikten sonra dağılıp gidiyordu. O sırada Bursa'da benim de ne yapacağ1m tabii belli idi: Abideleri görmek, nakışlar ve çinilere dair tetkiklerde bulunmak, düşünmek, not almak ve ni-


AHMET HASİM

hayet mimarinin "tarih" ve estetik" ine dair az çok uydurma yeni bir keşifle zengin, gelecek münakaşalar için yerinde toplanmış kuvvetli vesikalarla silahlı olarak lstanbul'a dönmekti. Öyle yaptım. Çekirge'de Hüdavendigar 4 türbesini ziyaret ettim. Türbedann bana üç yüz senelik diye gösterdiği bir Kur'an'ın yazı ve tezhibine takdir ve hayretle baktun. Türbenin kudsi ölüsü Sultan'ın ceylan derisinden bir seccade, bir zırhlı gömlek ve bir miğfer­ den ibaret savaş mirasma korkuyle ellerimf dokundürdum. Muradiye'ye gittim, türbenin rengarenk çini bahçesinde, erimiş yakuttan lale ve karanfillerin havasında uz-Un müddet oturarak düşündüm. Diğer bir gün Yeşil Canıi'e gittim. Duvarları kaplayan yeşil çiniler bu malıedin içine esrarengiz bir denizaltı aydmlığı veriyoı::du. O aydmlıkta ka:vyuınla karşı karşıya oturarak nakışiar ve oymalar hak~ kında uzun uzun konuştuk. Kayyunı, "garip şey" diyordu, bir zamandan beri İstanbul'dan gelenler hep bana sorduğunuz sualleri soruyor? Yabancı­ ların ziyaret ettiği camilerdeki sarıklı ·hademelerin çoğu gibi bu hoca da zeki, geveze ve safvetsizdi. Bana camiin Vefik Pa~aG 5 zamanında De Parville isminde bir fransız mimann nezareti altında gqmülü olduğu topraklardan çıkarılıp tamir ettiği zaman çalınmış olan çinilerinden bahsetti. Ve bu iş hakkında daha fazla tafsilat almak istiyorsam Bursa'da elli altmış seneden beri yerleşen Türk dostu V{: Türklere has san'at meraklısı Greguvar Bay ismindeki zatla görüşmemi tavsiye etti. Bu ismi ilk defa işitmiyordum, birçok fransız yazar ve edi:.. binin Doğu'ya dair yazılarında bu isim, güller


ve çiniler

arasında yaşa."llak

ve ölmek için Bursa'da; garip bir san'at delisinin adı olarak · ieçiyordu. Ziyaret jçin müsaade isternek üzere kendisine yazdığım mektuba aynı gün cevap aldım. Ertesi günü öğleden sonra Sedbaşı'ndaki evinde beni bekleyecekti. Bay, beni bahçesinde, çmar ve dut ağaçlannın gölgesinde kabul etti. Sigaralar yaktık, kahveler içtik. Biraz sonra gümüş bir tepsi içinde "ahududu'" şerheti getirdiler. Işıkta parıl panl yanan billur kadelılerdeki buzlu, güzel kokulu al içki ile boğaz­ larımızı seriniettik ve sırma işlemeli ipek peşkir­ lerle dudaklarmuzı kuruttuk. Biz · konuşurken ikide bir, bahçenin bülbül sesleri ve serçe cıvıltılariyle dolu yeşil derinliklerinden, elinde taze dut dolu bir tabakla başı örtülü bir genç hanım veya kırmızı şalvarlı bir kız çocuğu çıkıyordu. Madam Bay her birine h3Jis türkçeyle "güie güle... ne zaman isterseniz yine gelin ... kendi bahçeniz gibi..." diyordu. · · Mösyö Greguvar Bay'a, birçok yazar ve şair:. lerin kitaplarında tarifini okumuş oldJ.Lğum, tarih vecdebiyata geçen köşkünU görmek ve kendisini tanı­ mak için geldiğimi söyledim. Zavallı adam memnun ·oldu. Greguvar Bay'ın "deha" dan mahrum bir nevi Pierre, Loti66 olduğunu iki üç söz teatisinden sonra anlruüıştım. Yogane eseri evi idi. Zevkinin merakı tahrik· edecek bir çekiciliği olduğunu öğrenmekten derirı· bir haz alıyordu. EvVela köşkü gezdirdi. Bu köşkte Muradiye'nin çinilerini taklit suretiyle Kütahya'da yaptırılmış renkli bir duvar parçasından başka dikkate değ·er bir ·şey görmedim. ~~aten G:reguvar Bay köşküne inzivayı seçmiş

1

\

\


94

AriMET· Hl\SlM

fazla kıyınet vermiyordu. Hayatının şaheseri balı* çenin terk edilmiş bir köşesindeki "Gurebahan~i lak* lakan" (Leylekler Bakımevi) idi. Bu gülünç. adın sebebini Greguvar Bay bana sonra anlattı. Köşkten çıktık ve bahçenin her noktasında uzun uzun durup konuşarak dolaştık. Her bir adımda ev sahibi balı* çesinin ayrı bir hususiyeti hakkında tafsilat veriyordu: - Bahçeyi bakımsız buldunuz değil mi; bahçenin bu terk ·edilmiş ve perişan ·halini kendim·istediın. Sarmaşıkların, örümcek ağları şeklinde, . biri birine geçip bütün ağaçbın kaplaması için seneler~~ beklediın. Bu ağaçlara insan başları manzarasını vermek, dallara bu azgın gelişmeyi aldırmak, hasılı bahçeye serbest bir orman manzarası verdirrnek için bilseniz ne kadar çalıştım. Türk san'abnın muhabbeti bana "tabiat" muhabbetini öğretmiştir. Tabiatı kayda tabi görmek bana şimdi eza veriyor. Bir bahçe için bir ornıana benzemekten daha fazla . bir · gü* zellik tasavvuru kabil midir? Şimdi I.ıe Nôtre01 usulü fransız bahçcciliği bana bir çirkinlik ve · bir manasızlık gibi görünmektedir. Sonra, bana bahçesindeki ağaçların ayr1 ayrı seçilmesinin hikmetini anlattı: - Belki dikkat ettiniz. EtrafıniZdaki ağaçlar ekseriyetle söğüt ve selvidir. Bahçemin ölüm · ve ahiret kokusu dağıtabilmesi için bu cinS ağaçları tercih ettim. Etraftan burnunuza gelen bu mezarlık kokusu -işte bu yapraklardan dağılıyor. Mezarlığı hiç bir millet sizin anladığınız güzel tarzda anlayamamıştır. Frenk mezarlığı ölümün tatlı ve haşin giizelliğini bozar; Orada, sanki taşları daha dik ve


GUREBAHANE·İ

LAKLAKAN

95

köşeli yapan buzlu bir hava dolaşır, sanılır ki her ölü süslü ve sağlam mezarının kapısı arkasında, kendini beğenmişçe bir hırsla saklanmış rahatsız edici ziyaretçiye saidırınağa hazırlanmış bekliyor. Hıris­ tiyan mezarlığının ağır sükfttunda hissedilen adeta düşmanhktır. Halbuki sizin mezarlıklarmızın havamaddi endişelerin gerginliğinden sında her türlü kurtulmuş bir gülümseme dolaşır. Müslüman mezarlığında insan her ölü için durup ağlamak ister, o kadar her ölü munis ve cana yakındır. Mezarlıkları­ nızı şehirlerin ortasında kurmakta da haklısınız. Bunlar öyle bahçelerdir ki ağaçlarının yetiştirdiği meyveler, yaşayanların tatması lazım gelen his ve fikir meyveleridir. Bahçeme mezarlık kokusunu neşrede­ cek ağaçlar dikmekle baharını hazanla yumuşatmak ve ona her mevsim için ''fikir" in acı lezzetini vermek istedim.

Bahçenin ötesine berisine dağılan, tepesi sivri, kısa çarnlardan birinin önünde durup

altı geniş, anlattı:

- Bu çamları sebepsiz bahçeme dikmedinı. Türkçe ismini maalesef bilmediğim bu ağacı dönen mevleviye benzettiğim için severim. Bakınız bu çam, dönüş havasında açılmış bir mevlevi tennuresini andırmıyor mu? Bu çarnlara baktıkça sanıyorum ki bahçem büyük bir semahanedir ve içinde nebati mevleviler yer yer, kendinden geçmiş, bUlbüllerin ahengiyle dönüyor. O sırada yanyana birkaç odadan ibaret, harap ufak bir binanın önüne gelmiştik. Mösyö Greguvar Bay:


96

AHMET

HASİM

- İşte Gurebahane-i laklakan! dedi. Bilirriz ki bahçemin bu köşesi hakikat halini almış kendi hayalimdir. Bu harap üç oda ile onları çeviren bu bahçe köşesinde ömrümün bu son günleri sükun ve tahayyül içinde geçiyor. Fırsat buldukça buraya sığınırım. Zevcem bile bana burada refakat etmez. Bu inziva yerinde arkadaşlarım yalnız sakat ve ihtiyar bir iki leylektir. Bilmem Bursa'yı gezerken gördünüz mü? Haffaflar çarşısının ortasında bir meydan var. Bu meydan sakat bazı hayvanların darülacezesidir. Kanadı veya hacağı kırık leylekler, bunamış kargalar, kör veya sağır baykuşlar burada halkın sadakasiyle geçindirilir. Haffaf esnafın aylıkla tuttuğu belki yüz yaşında, baktığı sakat leylekler kadar aciz bir ihtiyar, sadaka parasiyle her gün işkembe alır, temizler, parçalar ve insan merhametine sığınan bu zavallı kuşlara dağıtır. Haffaflar çarşısındaki leyleklerin bir iki tanesini buraya aldım, ben de bu ihtiyar kuşlardan farklı mıyım? Bu köşe onlar ve benim için bir gurebahanedir. Son günlerimizi burada birlikte yaşayıp bitireceğiz. Onun için pavyona "Gurebahane-i laklakan" ismini verdim. Gerçekten kanatları kınk bir leylek, beyaz elbiseler giyinmiş bir hasta gibi uzakta, ağaçların arasında melül melül dolaşıyor ve iki de bir, dallar ve yapraklar arasında görünen mavi ve serbest sema parçalarına kırmızı yuvarlak gözleriyle durup bakıyordu.

Pavyonun üç hasarnaklı tahta merdiveninden birinci odaya girdik. Girdiğimiz oda "Sadi~ 0 " odası idi. İçindekiler itibariyle Türklere has eşya satan antikacı mağazalarından hiç farklı olmayan

çıkarak


GUREBAHANE-1 LAKLAKAN

97

bu küçük odanın dört duvarı, yerden tavana kadar çinilerle kaplı idi. Sadi'nin bir ingiliz tarafından Hindistan'da elde edilen meçhul bir şiiri, çini üzerine, gayet güzel bir ta.lik ile yazılmış, kapıya karşı gelen duvarı boydan boya kaplıyordu. Çininin diğer nakışları girift güller, yapraklar ve bülbüller idi. Bu oda adeta cansız ufak bir gülistandı. Ona kokularını, seslerini, gölgelerini dışarıdaki bahçe gönderiyordu. Greguvar Bay hararetle anlatıyordu: - Bu çinileri en meşhur çinilerden kopye ettirdim. Sadi'nin bu şiirini hattat Hafız ( ... *) a yazdırdım. Bu adam Türk hat ve tezhibinin Bursa'da son üstadıdir. Çarşıda küçük bir dükkanda, son şaheserlerini, artık güzelliği anlamayan bir neslin kayıtsızlığı içinde meydana getiriyor. Bu adam ihtiyardır ve açtır. Nerede ise ölecek, gidiniz, tanıyınız. ve teselli ediniz. Geçtiğimiz ikinci oda "Gül ve Bülbül" odası idi. Bu odanın duvarları da birincisi gibi çini kaplıydı. Greguvar Bay odaya neden "Gül ve Bülbül" ismini verdiğini anlattı:

On on beş sene evvel beni ziyarete gelen bir ile Doğu dillerinin zenginliği hakkında bir münakaşaınız olmuştu. Bu adama demiştim ki yal. nız "gül" kelimesinin iştikak ve birleşmesinden yüzlerce sıfat, yüzlerce isim vardır. İddiamı ispat için bu odanın duvarlarına "gül" kelimesiyle terkip edilen bütün kadın isimlerini yazdırdım: Gülizar, Gülbu, Gülruh ilh ... -

Avrupalı

*

Maalesef ismi

hatırımda kalmadı.

1


98

AHMET HASİM

Bu isimler nefis bir sülüsle, ufak renkli daireler yazılmış ve çininin çeşitli nakışlan içine dağı­ tılmış idi. "Gül ve Bülbül" odası da "Sadi" odası gibi eski Türk san'atkarlannın el işleriyle, mercan ve fildişi saplı bağa kaşıklar, oklar, leğen ve ibrikler, gümüş aynalar, mangallar, nargileler, halı parçaları, çevreler, kitap ciltleri ve buna benzer eşya ile dolu idi. Greguvar Bay her parçayı itina ile eline alıyor, aydınlığa tutuyor ve her noktası hakkında estetik ve tarihi birçok tafsilat veriyordu. Her odanın ziyareti bir saat sürmüştü. Üçüncü ve sonuncu odaya geçtik. Bu oda "Vefik Paşa" odası idi. - Merhum Vefik Paşa dostumdu. Bursa'yı hatıralariyle doldurmuştur. Onun için Türk san'atını ve Bursa'yı sevenler için bu vezirin hatırası azizdir. Güneşe kavuşturduğu Yeşil Cami onun bu şehre bir hediyesidir. Tamirden evvel Yeşil Cami bir harabe, bir süprüntülük idi. lçerisi toprakla, molozla dolu ve kubbesi birçok yerlerinden çatlamış, yıkıl­ mak üzere idi. Tamiri bir müşkül mes'ele idi. Vefik Paşa bu iş için Fransa'dan meşhur mimar De Parville'i Bursa'ya çağırdı. De Parville camiin içini temizletmekle işe başladı. Camiiri yeşil çini hazinesi işte bu ameliyeden sonra hayran gözlerimize kendisini gösterdi. Sonra kubbesi demir çemberlerle tutturulup çatlaklara çimento dökülerek kubbe sağlam­ laştınldı.Pek eski bir abide olan Yeşi! Cami'in bu yenilik hali işte bu tamirden ileri geliyor. De Parville Yeşil Cami'in tamiri dolayısiyle tetkik ettiği Türk mimarisi hakkında kıymetli bir eser yazmış­ tır. Bu eserin nüshaları pek nadirdir. Bana hediye içine


GUREBAHANE·İ

LAKLAKAN

99

eski bir Türk cildi içinde saklıyorum. Zannederim ki İstanbul'da Arkeoloji müzesi kütüphanesinde bu kitabın bir nüshası daha var. Bu odanın tavanını eski bir Türk konağının harabesinden satın aldım ve dağıtmadan olduğu gibi yerinden söküp buraya taşımak, buradaki yerine yerleştirmek için bilseniz ne zahmetlere katlandım, ne fedakarlık­ lara razı oldum, bakınız... Aradan geçen bunca asır­ Iara rağmen hala renkleri, altınlan ve oymaları bozulmayan bu tavan tek başına bir medeniyet ispatı değil mi? Bütün bu eşya ve mimari etrafındaki gezintiden ve duruşlardan Vefik Paşa odasına gelince ziyaretçinin nasıl yorulacağını tahmin etmiş gibi, Gregu. var Bay, bahçeye ve uzakta Nilüfer ovasına bakan Türk işi demir parmaklıklı pencerelerin önüne yumuşak ve derin sedirler koydurmuştu. Kendimi bu sedirierden birine atarak bir müddet dışarıdan gelen yaprak hışırtılarını ve dereden akan su şanltısını gözümü kapayarak dinledim. Greguvar Bay'ın Türk san'atını sevişi ve anlayışı birçok yabancılannki gibi hoşuma gitmemişti. Fikrimi açıkça söyledim: ettiği nüshayı köşkte,

Mösyö Bay, bilmiyorum niçin, siz yabancı­ ve umumiyetle Doğu san'atını takdir ediTürk ların şinizde izzetinefsi yaralayan bir şey var. Görmekten geldiğimiz "Gül ve Bülbül" odasında iken bana eski bir leğen kapağını göstermiştiniz ve bakır !evha üzerinde ufak deliklerden yapılmış nakışlara karşı, ifratı bile aşan bir hayretle, şaşmış görünmüştünüz; fazla beğenmiş olmaktan ziyade fazla bize öyle şaşmış... E~erlerimize karşı hayretlniz -


ll. OO

AHMET HASİM

geliyor ki - zekalarımızı hakir görmenizden ileri geliyor. Biz hayret verici değil, fakat hayrete değer derecede güzel şeyler yaptık. Üç dört bin sene evvel ehram yapılmış, Lüksor tapınağının sütunları dikilmiş ve bütün bunlar, bizim gibi iki kollu, iki bacaklı, fakat tecrübe ve ilirnce bizden sonsuz derecede aşağı olması lazım gelen insanlar tarafından yapılmış iken, bugün veyahut üç yüz sene evvel, bakır bir levhayı süslü bir dantela haline koymuş olmakla bir insan için acaba hayrete değer ne olabilir? Mucizeler vasıtaların iptidai olduğu devirlerde olurdu. Bugün ise insan için uçmak bile mucize değil! Şu kadar bin kiloluk bir ağırlığı, eskiden kervanların on günde katedemediği masafelere, bir saniyede fırlatmakta bile artık bir fevkaladelik yok! Belki kunduzun dişleriyle ağaç rendelemesi hayret vericidir, fakat insanların bir bakır levhayı oyması hiç öyle değil! Muhatabım biraz düşündülrten sonra, samımı­ yetinden şüphelendiğim tatlı bir eda ile, itirazlarıma cevap verdi: - Hayret etmemek için sebep olarak saydık­ larıniz bizi aksine hayret etmeğe sevk ediyor. Zamanımızda her işini maldneye bırakan insan eli, artık kendi ustalığiyle güzelliği yaratmakta aciz gösteriyor. İnsan eseri olan makine, insan elini adileştirmiştir. Eski elierin güzel eserlerini gördükçe bugünkü soysuzlaşmış insan elinin vaktiyle nelere kadir olmuş olduğunu düşünüp şaşmamak mümkün değildir. Eski M:ısır, Babil, Keldan, Yunan ve Fenike eserleri, eski Arap ve İran eserleri bizi bugün hep bu düşünceyle hayret ettiriyor. Hayretirniz


GUREBAHANE-İ LAKLAKAN

101

bugünkü insan elinin aczinden ileri gelir. Bunun içindir ki dev gibi makinelerle kolayca açıldığını hiç bir alaka bildiğimiz Panama kanalına karşı duymayan hayalimiz iki yüz sene evvel, Bursa'da, Konya'da, İzmir'de bir genç kız elinin işlediği ipek çevrenin iptidai sırma nakışları önünde zevkle heyecan ve hayrete düşüyor. Bu bahis üzerinde bir iki fikir daha teati ettikten sonra Vefik Paşa odasından çıktık. Artık akşam olmuştu. Dışarıda, bahçeye bakan, üstü örtülü bir teresada küçük bir iskemle üzerinde, eski zaman işi büyük bir sini duruyordu. Sininin üstünde, çepçevre tahta kaşıklar ve yerde sini etrafında birer küçük minder dizilmişti. Yapraklar içinde kaybolan mermer bir levha üzerinde, Pierre Loti'nin bu sofrada Yeşil Cami imarolariyle iftar ettiği akşamm tarihi kazılmıştı. Madam Bay bize çayı "Gurebahane-i laklakan" civarında, her tarafı gül yaprakları içinde kalan bir kameriye altında hazırlatmıştı. Eski saz sandalyelere uzandık, nefis bir çin çayından yudumlar içerek etrafta koyulaşan akşam lacivertliğine ve bir köşesinde ince bir hilalin belirdiği yeşil semaya daldık ve sustuk. Uzaktan su ve ezan sesleri geliyor, hava akşam dumanlarının allevi kokulariyle doluyordu. Yarasalar bize dokunacak kadar Uhrevi ve sert kolmlarmı daha yakın geçiyordu. kuvvetle yayınağa başlayan bahçenin her tarafında şimdi yeşil mevleviler daha vecdle, daha rahatla dönüyordu ... Bursa'dan ayrıldıktan sonra Greguvar Bay'dan bir daha bahsedildiğini işitmedim. Bursa'da öldüğü­ nü pek çok sonra öğrendim.


AHMET HASlM

102

MVSLUMAN

SAATİ

İstanbul'u yenileştiren ve yerlisini şaşırtan istilalann en gizlisi ve en tesiriisi yabancı saatierin hayatımıza girişi oldu. "Saat" den kastımız, zamanı ölçen alet değil, fakat bizzat zamandır. Eskiden kendimize göre yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişi­ miz ve kendimize göre, dinden, ırktan ve an'aneden hayat alan bir zevkimiz olduğu gibi, bu hayat üslfı.­ buna göre de "saat" lerimiz ve "gün" lerimiz vardı. Müslüman gününün başlangıcını şafağın parıltıları ve sonunu akşamın ışıklan tayin ederdi. Madenden sağlam kapaklar altında saklı tutulan eski masum saatierin yelkovanlan yorgun böcek ayaklan tarzında, güneşin sema üzerindeki hareketiyle az çok ilgili bir hesaba uyarak, minenin rakamlan üzerinde yürürler ve sahiplerini, zamandan aşağı yukarı bir doğrulukla haberdar ederlerdi. Zaman sonsuz bahçe ve saatler, orada açan, kah sağa, kah sola meyleden, güneşten rengarenk çiçeklerdi. Yabancı saati alış­ kanlığından evvel bu iklimde, iki ucu gecelerin karanlığiyle simsiyah olan ve sırtı, çeşitli vakitlerin kınnızı, san ve lacivert ateşleriyle yol yol boyalı, büyük bir canavar halinde, bir gece yarısından diğer bir gece yarısına kadar uzanan yinni dört saatlik "gün" tanılmazdı. Işıkta başlayıp ışıkta biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaşanınası kolay bir günümüz vardı. Müslümanın mes'ut olduğu günler, işte bu günlerdi; şerefli günlerin vak'alarını bu saatlerle ölçtüler. Gerçi, astronomi hesaplarına göre bu "saat" iptidai ve hatalı bir saatti. Fakat bu saat, hatıra­ ların kutsi saatiydi. Alafranga saatin adetlerimiz ve


GUREBAHANE-1 LAKLAKAN

lO:J

kabulü ve alaturka saatin geri safa dücamilere, türbelere ve muvakkithane lere bırakıl­ mış battal bir "eski saat" haline gelişi, hayata bakış tarzımız üzerinde korkunç bir tesire sahip olmamış değildir. Giden saatler babalarımızın öldüğü~ annelerimizin evlendiği, bizim doğduğumuz, kervanların hareket ettiği ve orduların düşman şehirlerine girdiği saatlerdi. Bunlar, hayatı etrafımızda serbest bırakan geniş, kayıtsız dostlardı. Gelen yabancılar ise hayatımızı bozup onu meçhul bir düstura göre yeniden tanzim ettiler ve ruhlarımız için onu tanıl­ maz bir hale getirdiler. Yeni "ölçü" bir zelzele gibi, zaman manzaralarını etrafrmızda altüst ederek, eski "gün" ün bütün sedlerini harap etti ve geceyi gündüze katarak saadeti az, meşakkati çok, uzun, bulanık renkte bir yeni "gün" meydana getirdi. Bu, müslümanın eski mes'ut günü değil, sarhoşları, evsizleri, hırsızları ve katilleri çok ve yeraltında mümkün olduğu kadar fazla çalıştırılacak köleleri sayısız olan büyük medeniyetleri n acı ve sonu gelmez günüydü. Unutulan eski saatler içinde eksikliği en çok hasretle hatırlanan saat akşamın on ikisidir. Artık "on iki", solgun yeşil sema altında, ilk yıldıza karşı müezzinin müslümanlara hitap ettiği, sokakların lacivert bir sisle kapandığı, ışıkların yandığı, sinilerin kurulduğu ve yarasaların mahzenlerden çıkıp uçuştuğu o tesirli ve titrek saat değildir Akşam telakkisinden koparak, kah öğlenin sıcağında ve kah gece yarılarının karanlığında mevcut olmayan bir zamanı bildiren bu saat, şimdi hayatımızdaı renksiz ve şaşkın bir noktadır. Yeni saat, müslüman akşamının hüzünlü ve şaşaalı dakikasmı dağıttığı işlerimizde

şüp


\1.04

AHMET HASİM

gibi, yirmi dört saatlik yabancı "gün" ün getirdiği geçim şekli de bizi fecir aleminden uzak bıraktı. Başka memleketlerde fecri yalnız kırdan şehre sebze ve meyve getirenierin ahmak gözleriyle ıztırap çekenlerin şişkin kapaklar içinden bakan kırmızı ve perişan gözleri tanır. Bu zavallılar için fecrin parıl­ tıları, yeniden boyuna geçirilecek olan hayat ipinin kanlı ilmeğini aydınlatan bir ışıktır. Halbuki fecir ,saati, müslüman için rüyasız bir uykunun sonu ve yıkanma, ibadet, neş'e ve ümidin başlangıcıdır. Müslüman yüzü, kuş sesleri ve çiçek kokuları gibi fecrin ~n güzel tecellilerinden dir. Kubbe ve minareleri o alaca saatte görmemiş olan gözler, taşa en ilahi manayı veren o akılları hayrette bırakan mimariyi .anlamış değillerdir. Esmer camiler, fecirden itibaren semavi bir altın ve semavi bir çini ile kaplanır ve islam ustalarının tamamlanmamış eserleri o .saatte tamamlanır. Bütün mabedler içinde güneşten ilk ışık alan camidir. Bakır oklu minareler, güneşi ,en evvel görmek için havalarda yükselir. Şimdi heyhat, eski "saat" le beraber akşam da fecir de bitti. Birçoklarımiz için fecir, artık gecedir. Ve birçoklarımızı güneş, yeni ve acayip bir uykunun ateşlerin­ den, eller kilitli, ağız çarpılmış, hacaklar bozuk çarşafıara dolaşmış, kıvranırken buluyor. Artık geç uyanıyoruz. Çünkü hayatımıza sokulan yeni ve fena günün eşiğinde çömelmiş, kin, arzu, hırs ve haset sürülerinin bizi ateş saçan gözlerle beklediğini biliyomz. Artık fecri yalnız kümeslerimizd eki dargın ve mağrur horaziara bıraktık. Şimdi müslüman evindeki saat, başka bir alemin vakitlerini gösterir gibi, bizim için gece olan saatleri gündüz ve gündüz olan


105

GUREBAHANE-1 LAKLAKAN

saatleri gece renginde gösteriyor. Çölde yolunu şa­ şıranlar gibi biz şimdi zaman içinde kaybolmuş kimseleriz.

BiR AGAÇ

KARŞlSlNDA

bir kış günü, karanfil almak için çiçekçi dükkanına girdim. Tatlı bir yaz hararetiyle ısıttırı­ lan bu yerin havası, nebati usarelerin hafif, sert ve yeşil buğulariyle dolu idi. İstediğim çıçeklerin destelenmesine kadar, bana gösterilen sandalyede oturdum. Mes'ut bir insanın hayal evi gibi, iklim, mevsim, yer ve zaman dışında meyl ve hevesin arzu edebileceği her türlü renkte otlar, yapraklar ve çiçeklerle dolu olan bu adeta sihirli dükkanda sessiz bir hayat ile nefes aldığı hissedilen karanlık yapraklı, bodur bir hurma ağacından başka hiç bir Hayalim, sanki aciz bir şeyle meşgul olmadım. onu birden ağlarında örümcek sinekti ve nebati avlamıştı. Hareketsiz duran haşin ağaca baktım ve düşündüm: Bir limonlukta hapsedildiği için, uzaklarda kalan diğer hemcinsleri gibi, öğle güneşlerinde sıcak toprağa gölge salamayan, yağmurlarda ısla­ namayan, fırtınalarda sarsılmayan, semayı, yıldız­ ları, ayı görmeye görmeye unutan şu ağaç, bulunduğu köşede acaba mes'ut muydu? En haldr ottan, en muhteşem çınara kadar her nebatın muhtaç olduğu hava ve ışıktan, kuş ve böcek ziyaretinden mahrum olarak, bu ağacın soba harareti ve insan nefesiyle yaşamaktan mes'ut olabileceğine hükmetmek için kendirnce makul bir sebep bulamadım. N ebatların zekası hakkında büyük Maeterlinck69'in anlattığı akıllara hayret verici müşahedeSoğuk


106

AHMET HASİM

lerden sonra, bir ağacı mes'ut veya muztarip tasavvur etmekte hiç bir garabet kalmıyor. Varlıkların sükutuna aldanmamalı! Muztaripler yalıuz "muztaribim" diye bağırabilenler değildir. Bilinmez niçin, acıya hayat katan kudret, insandan başka hiç bir malıluka acının sırrını açıklamak imkanını vermemiştir. Her mahluk, hayatın kanlı yollannda, boynuna geçirilen ve sesini boğan bir ağır "sükut" zincirini sürükleyip yürüyor. Hiç bir beygir, hiç bir an, hiç bir sinek, başının ağrıdiğını veya midesinin bulandığını bize söyleyememiştir. Fakat bu cinsten bir ıztırabın gözü, başı, ağzı olan bir malıluka yabancı olabileceğini sanmak ne merhametsizliktir. Rüzgarlı, karanlık gecede, bahçenin ağaçlan, vahşi gürültülerle hışırdıyor; bu ağaçlardan niceleri kın­ lan bir daim yarasiyle kanıyor, niceleri gizli bir böceğin zehriyle için için ölüyor, niceleri can çekiş­ mekte, niceleri anlaşılmaz acılann kıskacına yakalanmış, kıvranmaktadır. Fakat bunu hiç kimse bilmiyor, çünkü rüzgarlı, karanlık gecede hepsi aynı gürültü ile sallanıp hışırdıyor. Çöllerin serbest bir ağacı iken, irsi bir terbiye ile, yavaş yavaş ateş kenannda yaşamaya mahkilm uyuşuk bir kedi zilletine indirilmiş, bu şimdi çiçeksiz, meyvesiz, aşksız ağacın her dokusu, duyulmak için ağ·ız ve sesten başka bir şey istemeyen bin karanlık feryat ile dolu olduğunu pek muhtemel gördüm. Dar saksıya gömülen kısa kütükten çelik süngüler gibi fışkıran yapraklar, korkunç bir ıztırap ile gerilmiş büyük bir elin bana doğru uzanan sert parmakları gibi göründü ve demir kafes arkasında yatan hasta arslanın sıtmalı, büyük, sarı gözlerini


107

GUREBA.HA.NE-1 LAKLAKAN

andıran

makta

nebati gözlerle, malıbus ağacın bana baktüylerim ürpererek düşündüm.

olduğ·unu,

YENİ

1

'

SAN'ATKAB

Bütün yeni fikirlerlu doğduğu memleket Fransa olduğu halde, ne gariptir ki, yenilikten en fazla çekinen, an'anelerine en çok bağlı ve en az kımıldan­ ınayı seven memleket yine Fransa'dır. Asalet ocaklannı, insan kanının selleriyle söndürmüş olan Fransa'da, bugün, mesela on dördüncü Louis70 'nin oturağı mezada çıkanlsa onu elde edebilmek için Fransız milleti birbirine geçebilir. İşte bu kaplumbağalar memleketinde bile san'atkan, tanılmayacak kadar, değişmiş buldum. Cartier Latin ve Montparnasse'ın batan esld kahvelerini dolaştım, o kirli, mağrur, terbiyesiz ve parazit insana hiç bir yerde rastlamak kabil olmadı. Havası tamamen değişmiş olan bu kahvelerde "san'atkar", vahşi saçlı, hayat dolu ve sıhhatli bir genç halinde, kırmızı dudaklı, yan çıplak kadına sanlmış, delice bir dans içinde dönüyor. Evet, Fransa'da bile san'atkar, artık adi bir yazar, kokmuş bir fikir adamı, bir mısracı veya bir Geçmişe saygılı, kaideye itaatli, nakkaş değildir. dünyaya dahi bir Hugo wnun gelmiş olduğunu asla inkar etmeyen, uslu, akıllı, şair ve şairelerin, her salı günü toplanıp, şiirlerini bir kürsüden okuduklan Grand Palais'deki şairler salonuna gittim. Saat üçte okunınaya başlanacağı ilan edilmiş iken, müşterisizlikten, tam saat dörde kadar beklendi.


108

AHMET

HAŞIM

Nihayet saat dörtte, benim gibi merak ederek gelmiş birkaç yabancı ile, şair ve şaireterin davet ve ısra­ riyle sürüklendikleri belli olan beş altı dostun meydana getirdiği seyrek bir kalabalık karşısında, ihtiyar kambur bir kontes, uzun saçlı bir efendi, ressam kılıklı yaşlıca bir zat ve bunlara benzer, birkaç tatsız tuzsuz insan, sahneye çıkıp, sırayla ldl.h arslanlar gibi kükrediler, kah kuşlar gibi cıvıldadılar. Sahnede kafiyeler zengin, lisan dürüst, istiareler mükemmel, teşbihler nefis idi. Fakat dinleyiciler tarafında, herkes, çeneleri sökülecek kadar esniyordu. "Resim" dünyasında da aynı hadise: Tablo tüccarlarının savaşları, şimdi, Picasso72 'nun eserleri etrafında dönüyor. "Dessin" ustaları, renk üstatları, orta mekteplerde bir ufak resim hocalığı bulunca saadetlerine son olmuyor. Birkaç çizgiden ibaret ufak bir tablosu on bin, yirmi bin franga satılan ve bir portresi için atelyesinin kapısında aylarca sıra beklenilen; otomobilleri, metresleri bütün Paris'te meşhur; günün zevk sultanlarından biri, titrek çizgilerle uzun, nispetsiz kadınlar, çocukça kedi ve köpek resimleri yapan genç Japonyalı Foujita'dır. Dört sene evvel İstanbul'dan geçerken, anlaşılmaz resimlerine bakıp, deliliğine hepimizin hükmettiği Ukranyalı Gritchenko 73 , eserlerinin getirdiği servetle, şimdi, Saint Germain mahallesinden genç bir kontesle evlenmiş Paris'in en zengin ve en neş'eli insanlarından biri bulunuyor. Doğacak güneşin ışıklariyle, dünyanın bütün taş ve ağaçlarından daha evvel aydınlanan Doğu ufukları gibi, şimdi san'atkar ruhunun bütün çıkıntı


GUREBAHANE-1 LAKLAKAN

lu~

ve girintileri karanlıklardan hayata doğru yükselmekte olan yeni bir güneşin ışıklariyle pınl pırıl yanıyor. Bu ışık ile sarhoş olan şair, zincirlerini kırıp dağlara. kavuşan, hürriyetini bulmuş bir esir gibi, ruhuna. layık dili henüz bulamadığı için ve çiğnenmiş, özü tükenmiş eski nağmelerle söylenmektense hayvanlar ve çocuk~ ar gibi bağırmağı ve gülme yi tercih ediyor. Şaheserleri, hakareile havaya fırlatan şair, gramersiz, sentakssız, manasız bir dille konuşmakla mes'uttur. Louvre'a ateş vermek isteyen ressam, müzeler san'abnın zillet ve miskinliğine düşmektense. karma karışık çizgiler, daireler, kareler çizmeyi ve delice renkler karıştırmayı daha hoş ve daha eğlen­ celi buluyor; müzisyen, ahenksiz seslerle şarkısım söylüyor; heykeltraş Phidias 74 ve Praxitele7 5 gibi tunca ve mermere o ezeli kıvrımları vermektense, şimdi, tıpkı Afrika zencileri ve Amerika vahşileri tarzında, acemi, korkunç çehreler yontuyor. Buna karşı halkın vaziyeti nedir? Halk, yeni yeni alemin doğacağı tarafa yüzünü dönmüş, dikkatle ve hayretle bakıyor.

YAKUP KADRI Nur Baba münasebetiyle "Nur Baba" romanının yayınlanması, Yakup· Kadri 67 'yi günlük hayatımızın ön safına çekti. Şahsı bin türlü münakaşaların konusudur, ismi her ağız­ da dolaşıyor. Denilebilir ki bütün İstanbul "Nur Baba" nın içkisiyle sarhoştur. Fakat halkın yeni


.uo

AHMET HASİM

bu isim, biz aşinaları için, on üç seneden beri, bir insana mukadder olabilecek isiınierin en güzeli ve en sihirlisidir. Yakup Kadri, -otuz beşi geçen nesle mensuptur. Bugün Türk hasısasiyetme rakipsiz hakim olan bu nesil, edebiyatta Yakup Kadri'yi yetiştirmiş olmakla şan ve şerefin­ ·den emin ve varlığından mübalağa ile mağrurdur. 7 :Fransız filozofu Hippolyte Taine7 , eseri san'atkara bağlayan alakanın sıklığına dair ne söylemiş •olursa olsun, bizde Yakup Kadri'ye gelinceye kadar, bilhassa edebiyatta, eserle yaratıcısı, birbirine hiç 'benzemeyen ayrı şeylerdi. Her yazar, ya kalın ses ·çıkaran bir cüce, veya düdük sesli bir devdi; sesten tboya gidilemezdi. Niceleri yırtıcı birer kurttu, geeelerin karanlığında arslanların sesini taklit ettiler; enieeleri leş yiyici pis kuşlardı, baharda, bülbüller ·gibi öttüler. Körler alemin bahar ve hazanından bahsettiler; cılızlar "kuvvet" i öğretmek istediler; ·timsahlar gözyaşları döktüler; alçaklar faziletten 'dem vurdular. Kalem ve kağıt bunların başlıca vasıtalarıydı. Halbuki eserinin her satırını, insanlığının .altınlarından do!myan Yakup Kadri'de şahıs ve eser, birbirine aydınlıkları karışan iki meş'aledir. Yakup Kadri'nin hiç bir yeniliği olmasaydı bile, eserinin :San'atkarı olmak yeniliği, onun için edebiyatımızda ·:kafi bir ünvan ve şeref olurdu. Büyük bir haneda~ nın son çocuğu Yakup Kadri, vücut yapısı itibariyle, :ingiliz hikayecisi Wells 78 'in ayda yaşadığını an>lattığı insanlara pek benzer: Bizden milyonlarca defa ·daha gelişmiş, daha zeki ve daha alim olan "aylı­ 'lar" da dimağ bizimki gibi kemikten bir mahfaza içinde olacak yerde yumuşak bir zar içinde imiş. tanımağa başladığı


GUREBAHANE·İ

LAKLAKAN

lll

büyür, o suretle ki ta ilk aybiri o kürenin üstünde geçen bütün vak'aların tarihini, kitapta yazı gibi, dimağında toplayan (büyük aylı) , bir küçük araba içinde götürülen büyük, titrek, beyaz bir baştır. Yakup Kadri'nin nahif bir vücut üstündEf taşıdığı büyük başı, ince bir sap üzerinde iri, siyah bir haşhaşı andırır. Baş, vücudu yiyip azaltmış gibidir. Zannedilir ki, büyük bir çmar şeklinde kökleri asırların içine dalan Karaosman ailesi, bir gün bu nahif çiçeği açabilmek ıçin havalara büyük daUarım salmıştı. Büyük ağaç, keskin kokulu siyah çiçeği yetiştirmekten daha iyi ne yapabilirdi? Bu çiçek nahiftir, çünkü teferruatın bayağılığından sıyrılmış, gelişmiş şekillerin estetik kanununa uyarak güzelliğin yalnız esaslı unsurlarını içine alıyor: Yakup Kadri'de yağ erimiş, kemik incelmiş ve vücut, paha biçilmez ruhun etrafında ince altından örülmüş bir mahfaza haline gelmiştir. Yakup Kadri'nin büyük başına dünyanın güzellikleri, kadife siyahlığında derin, kendi halinde ve aynı zamanda haşin iki büyük gözden geçer. Sesi sıtmadan yanan sesler gibi geniş, sıcak ve munis ve şehvetli­ dir. Yakup Kadri'nin bütün san'atı da hazların eseridir. "Erenlerin Bağından" daki o hasret ve şikayet ve feragat zevklerinden değil, fakat fanilere mukadder olan azami zevkin bayağılığındandır. Yakup Kadri sanki başka bir alemde, zengin bir ziyafet sofrasından kalkmış ve bu dünyaya tok ve yorgun gelmıştir. Halis ve ahenkli bir türkçe ile anlattığı bütün o heyecanlı alemler, bir uhrevi şafağın malı­ rnur beyazlığında görülmüş rüyalara benziyor. Dimağ geliştikçe, baş

lıdan


112

AHMET HASİM

Derler ki ahmaktan ziyade "aklıselim sahibi" insan vardır. Çok olan aklıselimin kıyınetsizliği karşısında "deha" ya, onun dışında bir yer vermek icap etmez mi? Gerçekten, aklıselimin durduğu yerde koşan, çekinip gerildiği yerde gözünü yumup atıayan muammalı zekaya verdiğimiz "deha" ismi, henüz hiç bir ilirnde anlaşılır bir mana almış değil­ dir. "Deha" kelimesi meçhul bir muadelenin yerini tutan "X" harfi mahiyetinde bir tabirdir ki arzın üzerinde akıl almaz birer malıluk uçuşuyle geçen ve bir "sır" rm anahtarını bırakıp sonsuzluğun ufuklarında kaybolanlara karşı aklıselimin yalnız bönlüğünü ve hayretini ifade eder. Onun için Cem bir dehadır. Cem'in gözü izahı olmayan bir uzvi ucfı.be ve görüşü henüz anlaşılmamış kuvvetlerin cinsinden bir kuvvettir. Bu göz bizim gözlerimiz gibi yalnız görmez fakat bilhassa hatırlar. Şahıslarını resmettiği zaman, Cem'in alelade bir ressama nazaran üstünlüğünü ve rüçhanını anlamak güç olur. Bu garip hususiyetİn sırrını soranlara Cem şöyle cevap verir: - "Model karşısında bulunduğum zaman "tabiat" beni durmadan baştan çıkarır. Zira modelin ne önden ne yandan ne aşağıdan ve ne yukarıdan görülen şekli, ruhi vasıfları tespit eden başlıca hattı göstermez. Benim aradığım ise bütün bu görülen ve maddi hatların neticesi olan o büyük "manevi hayat hattıdır". Bu sözler esrarengiz bir içten çalışmanın ve belki de bütün bir san'atın düsturunu ihtiva eder.


us

GUREBAHANE·İ LAKLAKAN

Cem'in dediği hakikatın ta kendisidir: Şeklimiz bir hile ve bir yalandır. İnsan, meyvelerin aksine yapılmış bir mahluktur, tatlı eti dışarıda ve iç tarafı ele alınmayacak olan tarafıdır. Tebessüm, gülüş ve ağlayış, hep saklamak istediği gülünç veya iğrenç ruhun etrafında tuttuğu perdelerdir ki "ruh" onun arkasında çarpık ve ürkek bir hayvan gibi, endişeli gözlerle bakarak çömelmiş oturur. Cem'in gözü işte bu perdelerin arkasında gizlenen çirkinliği gören ve ruhun bütün hile ve oyunlarım boşa çıkartıp onu en keskin bir gözetierne altında tu~mayı bilen gözdür. Nasıl? Onu ondan başka kim bilebilir? Cem'in atelyesine girmek şerefine ulaşanlar. duvarlarda feci bir insanlığın parça parça asılıp teş­ hir edilmiş olduğunu görürler. Derisi yüzülmüş et gibi ruhları üzerlerinde titreyen bu çarpık, şişman, zayıf veya kısa insanlar bir "hırs", bir "hased", bir "kin", bir "gurur" veya bir "ahmaklık" tır ki tamdığımız ve her gün görüştüğümüz falan veya filamn ismini taşırlar. Cem'in gözü ruhların cehennemidir.

SON

ŞARKLI

( ... ) akademisi gençleriyle bir gün üsluplar hakBir hanım Süleyman Nazif'in üslubundan aldığı tesiri bize şu misal ile anlatınıştı: - "Bu Üslubu bir adam şeklinde tasavvur ettiğim zaman gözümün önüne muhteşem bir kabile, reisi geliyor. Her tarafından sırmalı püsküller sarkan gösterişli bir maşlaha sarılmış olan bu adamın kında görüşüyorduk.

8


114

AHMET

HAŞİM

çehresi esmer ve sakallıdır; gumuş ve altın zincirIere takılı mercan ve yakut kakmalı eğri bir kılınç yanından sarkıyor, beyaz dişlerinde hayat şimşek­ leri çakıyor ve gözleri çöllerin ateşiyle yanıyor; arkasında sabırsızlıkla yeri eşeleyen, üç siyah kölenin zorlukla tutmağa çalıştığı bir at, köpükler !çinde durmadan ufuklara doğru kişniyor." Acı veren ölümüne hala ağladığımız emsalsiz üstat, lıakikaten, siyah paltosu ve yuvarlak şapkası altında, Asyalı bir kabile reisinin haşmetini taşırdı. Doğu medeniyeti nin serhaddine varmış olan o şanlı süvarİ, bir türlü atı, rnızrağı ve kılıncıyle Batı medeniyetin demir köprüsünde n geçememişti, zira atı çelik levhaların gürültüsün den ürkmüştü. Üslubunun sathi tetkikinden anlaşılır ki: Süleyman Nazif bir doğulu zihniyetiyle "belagat" kaidelerine büyük bir iman ile inanan son büyük san'atkarımızdı. "Söz" ün kudretini kelimelerin ahenginden , nidaların azametinde n ve tezatların şim­ şeklerinden beklerdi. Fakat akla şaşkınlık veren bir hayat kaynağı olan bu adam, ateşten parmaklari yle ikelinıelere dokuıidukça onları garip bir akıcılıkla Cansız lugat onun elinde canlandırmasını bilirdi. bir alev gibi yanardı. Süleyman Nazif, insanlar arasında eski tabaka farkları gibi, kelimeler arasında da bir sınıf farkının mevcut olduğuna inanırdı. Süfli .addettiği birtakım kelimeler vardı ki onları üslubunun eşiğine bastırmazdı: Bu kelimeler, günlük hayata ait, herkesin kolayca söyleyip anladığı kelinıe­ lerdi. Asil kelimeler sınıfını ise tarihe, coğrafyaya, astronomiy e, felsefeye ait olanlar teşkil eder. Bu


GUREBAHANE·İ

LAKLAKAN

hususiyet üslubuna Asurlu bir kahin dili verirdi.

liG çeşnisini

Süleyman Nazif, elifba içinde bilhaSsa "a" harfine hayrandı. Seçtiği ekseri kelimelerde bu harf kuvvetle hakimdir. Onun için üslubu bir hitabet ·usanı gibi derinden derine gelen garip bir ses ile dolu idi. Onu okuyan adam bağıran bir adamı dinliyorum sanırdı ve önünde matbaa harfiyle basılmış bir sahifenin durduğunu unuturdu. Süleyman Nazif'in dilinde cinsi il1tiraslar yer Onun için "kadın" isminin geçmediği bu üslupta şafii bir haşinlik hissedilir. Olgunlaşmış erkek güzelliğinin en güzel bir örneği addedilmeğe layık olan güzel başı en hassas ve en zengin bir zekayı taşımakla beraber, üstat eski "estetik" e sadık kalmak için olacak yeni coğrafyaya itibar etmez ve dünyayı daraltan telli veya telsiz telgraftan, trenden, otomobilden haberdar görünrneğe hiç tenezzül etmezdi. Onun için lisanında "arz", "Afrika" "Asya" "şimal" cenup" gibi kelimeler, esrarengiz bir uzaklık ve bir sonsuzluk hissini verirdi. "A,.. harfinin zincirleme gitmesiyle yukarıya doğru gelişen üslfı.bu, diğer taraftan dumanlı ve sının belirsiz lafızların tesiriyle ufki bir tarzda genişlerdi. Bundan dolayı bu dil, bazen fikre hiç ihtiyaç duymadan, sırf kelimelerin sihriyle, sema ve denizin baş döndürücü yükselme ve genişliğini alınağa muvaffak olurdu. bulmazdı.

Süleyman Nazif "kelime" !erin serdan idi. "Kelimeler" şimdi onsuz, başı boş bir sürüdür.


AHMET HASİM

116

Bir akşam, san'at dostu bir ailenin evinde bir musiki ziyafetine davet edilmiştim. Bana tanburacı Osman Pehlivan'ı tanıtacaklardı. Medhi dilden dile dolaşan bu adamın senelerden beri adını işitirdim. Musikisini de işitmek ve kendisini tanımak imkanını balışeden fırsatı büyük bir istekle kabul ettim. Pehlivan, girdiğim büyük odanın bir tarafında, lambalann aydınlığında, sert bir kaya parçasından biçilmiş zannedilen pos bıyıklı başını iptidai bir tanbtiranın telleri üzerine eğmiş, akordunu yapmakla meşguldü. Elindeki tanburanın şeklinde diğer birçok musiki aletleri, bir vahŞi hayvan avcısının silahları tarzında, bir köşeye dayatılmış, ustanın muhtemel emirlerini bekliyorlardı. Pehlivanın genç karısı, kocasının yanında oturmuş, sihirli musikinin tellerden ve tahtalardan fışkırmasını bekleyerek, nasırlı parmakların saz üzerinde yaptığ·ı hazırlıkları, badem biçiminde kesilmiş siyah gözleriyle takip ediyordu. Birçok meşhur davetlilerle dolu olan büyük oda, ürpertili bir sük:G.t içinde idi. Herkes havada bir mucizenin tecellisini bekliyor gibiydi. Pehlivan, türkülerine başladı. lhtiyar hançereden çıkan boğuk ve ahenkli sesle, ince bakır tellerin şakrak sesi, tıpkı bu ihtiyar koca ile bu genç zevcenin aşkı ve anlaşması gibiydi. Genç bir hanım heyecandan titreyen bir sesle, yavaşça intibaını kulağıma fısıldadı:

Bu ·garip adam bir Avrupa müzesinde görmüş olduğum bir merrneri hatırlatıyor: N a:rin ve beyaz bir deniz kızını kucağında tutan korkunç bir -


GUREBAHANI-1 LAKLAKAN

canavar.... Bu nahif saz, bu haşin esir bir Siren 111i andırnuyor mu?

117 pehlivanın

elinde

Musiki tannsı Apollon'u kamıştan kavalıııa eden çoban Marsiyas gibi kırlarda yaşa­ yan, bostan eken ve toprağın verdiği mahsUl ile geçinen pehlivanın, bütün Türk coğrafyasına ait türkülerini dinlerken, edebiyatta Alain imzasiyle ta~ nılmış, Sorborifie profesörlerinden Chartier'nin (kalb) kelimesj hakkındaki şu düşüncelerini hatırladım: m-ağlup

"Kalb" kelimesi, her dilde hem "sevgi" hem de "cesaret" manasma gelir. Kelimeler, asırlann tecrübesiyle manalannı aldıkianna göre, her dilde, "kalb" kelimesine verilen manalardaki bu uygunluk, halk müşahedelerinin, her devirde ve her memlekette aynı hakik.atle karşılaşmış olduğuna bir delildir. Sevmeyi bilmeyen ölmeyi bilmez; savaş sevginin tamamlayıcısıdır. Barsak yatağı olan kann içinde, yani beslenme ve hazım ınıntıkasında değil, sinede, yani hayat kuvvetlerinin bölündüğü zengin ve asil ınıntıkada bulunan "kalb" i aşk ve kahramanlığa merkez olaralt kabul eden halk hikmeti, bu suretle, aşk ve cesaret gibi iki fazilete ancak süfli ihtiyaçlardan yükselmekle ve kendini hor görmekle erişile­ bileceğini de anlatmak istemiştir. Gerçekten bezirgan gibi hesap tutan bir "aşk" veya bir "cesaret" tasavvuru kabil midir? Osman Pehlivan'ın sazı, hep dağ başlannda fır­ tınalar, rüzgarlar ve yağmurlar altında veyalıut bağlarda, bahçelerde, sakin bir yaz akşamının altın­ ları içinde dolaşan bağn yanık bahadırlann yer yer aşkını hikaye ettiği içindir ki, ruhu bizzat aşkın


AHMET HASİM

118

pençesi gibi sıkıyor ve her an vücut yakıcı ürpenmeler uçuruyor ve gözden görülmez yaşlar akıtıyor. Haşin pehlivanın s azını dinlerken anlıyoruz ki: Aşk ve kahramanlığa iki kardeş olduğunu hiç bir millet, şarkılarında, Türk milleti gibi anıatmayı bilmemiştir.

MİZAH

Bundan üç dört sene evvel meşhur karikatürcü Forain 82 'in Fransız Akademisine aza seçilişi bütün dünyayı hayret içinde bırakmıştı. Zira Forain büyük kudretine rağmen bir "güldürücü" idi ve bu itibarla ilim ve edebiyatı barındıran vakur binanın çatısı altında yeri olmamak lazım geliyordu. Gerçekten dünyanın her tarafında san'atı, her ne vasıta ile olursa olsun, diğerlerini güldürmekten ibaret olan adam halk tarafından yalnız hor görülmeye hedeftir. Bu umumi telakki tesiri iledir ki mizah: Yazıda edebiyatın, resimde san'atın ve sahnede tiyatronun en şerefsiz ve en aşağı yeri addedilir. Halk lehçesi "Güldürücü" nün sosyal mevkiini dikkate almıştır; her dilde ona verilen isimler paskal, maskara, soytarı gibi lafızların eşidir. Bu gibi kelimelerin, hiç bir dilde saygı ve teveccühü ifade etmediklerini ayrıca söylemeye lüzum var mı? Hayvan çehresinde "gülüş" ü tecelli ettirecek uzvi tertibatın kıtlığından mı, yoksa, hayvan ruhunun neş'eye kabiliyetsizliğinden mi nedir, herkesin bildiği felsefe ve mantıkta gülrnek kabiliyeti, başlı başına, insanın üstün bir vasfı ve zekasının bir işa­ reti addedilir.


GUREBA.HANE-1 LAKLAKAN

U9

Bir mizalı yazarı, bana bir gün, hoş görmedibir tarzda taarruz etmek istemişti. Tecavüzden neş'esiz bir dakikamda haberdar olduğum için cevap vermeyi zaruri addetmiştim. Bana verdiği cevapta: "Be hey hayvan! Ne kızıyorsun? Gülmenin insanın şamndan olduğunu bilmez misin?" demişti. Şimdi burada söyleyeyim ki gülrnek hassasının yalnız insana mahsus olduğuna ben hiç kani değilim. Diğer hayvanların gülemeyeceklerini biz nasıl kendlliğlınizden bilebilir ve nasıl düşünmeden iddia edebiliriz? Sopa altında merkebin neş'eye hali mi var? Otlamaktan ve uzun barsaklarını doldurmaktan koyun ve keçinin gülmeye vakti mi var? Her köşede ve her delikte çelikten korkunç dişlerinı şimşek sür'atiyle kilitlemeye hazır binlerce ustalıklı tuzağın tehlikeli çemberi içinde yiyecek ufak bir gıda kırıntısını aramakla meşgul, aç ve perişan farenin gülmeyi hatırına getirmesi için cidden çıldır­ mış olması lazım gelmez mi? Fakat "gülüş" istediği kadar insanın bir üstün vasfı mahiyetinde olsun, halk nazarında gülüş hiç bir zaman gözyaşının vekar ve asaletine sahip de-

ğim

ğildir.

Manakyan 83 ayarında bir dram san'atkarının ismine dün ciddiyet izafe etmekte hiç kimse tuhaflık bulamazken, zamanımızın iki halis üstadı olan Naşit 84 ve Dümbüllü İsmail 85 Efendilerin adlarını gülmeden söylemek her halde, ciddi bir toplantıda insanı derhal dışarı attırınaya yetecek bir hatadır. Sanki güldüren adam karşısındakille neş'eyi verirken aynı zamanda kendine karşı saygısızlığı da telkin etmiş oluyor.


120

AHMET HASİM

ttiraf etmeli ki "gülüş" ruhun asil bir faaliyeti değildir. Hiç kimse kendine gülmez; güldüren, diğerinin aczi, kusuru ve dalgınlığıdır ve gülen, kendinden fazla memnun olan gururumuzdur. Fikir yaratmakta veya düşman gözetlemekte veyahut sonsuz suya veya gökyüzüne bakıp düşünmekte olan adam gülmez, "aşk" ın çehresi "hüzün" ün çehresii gibi sakin, ölçülü ve haşindir. Ruh, neş'e sahasında, ancak tebessümün dudaklar üzerinde çizdiği hatta. kadar ileri gidebilir, zira ondan sonra etin kabalığı ve kanşıklığı başlar. Gülen bir adamın çehresinde gerilen dudakların açık bıraktığı iki çıplak diş sırası, hayvan sırıtmasını andırmaktan uzak olmadığı kadar gülmeyen bir insan ve bilhassa gülmeyen bir kadın çehresi, ilahi bir çehre olmaya yakındır. eseri

"Mizah" ın diğer san'atlar arasındaki bu haldr ve alçak v-aziyetine rağmen, Forain'i ilk ·karikatürcü olarak Akademi azalığına seçtiren sebep neydi? Sebep şu idi ki Forain'in çizgisi, alelade bir soytarı şakşağı değil, Moli('ıre& 6 'in kalemi ve N asreddin Hoca 87 'nın nüktesi gibi fenaların sırtında bir Forain'in gülünç yaptığı, çirkinleştirdiği kırbaçtı. ve halkın istihzasına fırlattığı şey, malfun uzvi arı­ zalar, bönlük ve alıklık değil, zararlı zekaların kaynağından doğmuş insan kusurları ve cemiyet bozukKahkahası, semavi bir gazabın akisleri luklarıdır. gibi, yalnız zalimlerin yüzünü sarartır. Sırf mazlumlara, mağlii.plara ve düşkünlere karşı derin merhameti sevkiyiedir ki, mes'ut olanların boğazına saldırdı. Forain'in karikatürü şefkat ve merhamer!in tesirli bir telkin vasıtası idi.


GUREBAHANE-1 LAKLA.KAN

121

Bir tarih dönemecinin fırtına ve rüzgarlan orköhne bir dünyaya karşılık meydana getirilecek yeni alemin bir an evvel gök ve havaya doğru yükse!ebilmesi için, en hakir kuvvetlerin bile harekete gelmeye mecbur olduğu şu dakikada, alımağa iğrenç bir neş'e, cinslere karşılıklı ürpermeler teminiyle meş~ul; kudretin tokadından korkan, yalnız acz ve zaafa saldıran kendinden zayıflara gücü yeten mizahımız için Forain'in o merhametle titreyen kalemi ne feyizli bir tefekkür ve vicdan muhasebesi konusu olabilirdi! tasında yıkılmış

RENKLER HAKKINDA

Köprü iskelelerinden çeşitli sayfiyelere giden vapurların siyah rengli boyanmış olması İstanbul'un yaza mahsus güzelliğine büyük bir zarar veriyor. Bu matem rengi, her tarafında ahenkli sular akan, .ağaçlarından olgun meyveler sarkan, tarhlannda güller ve çiçekler açmış bir bahçeden, nereden geldiği bilinmeyen gizli bir ölüm kokusunu andınr... "Gil Blas 881 ' nın meşhur topal şeytanı gibi, koca bir şehrin çatılarını kaldırıp evlerin mahremiyetinde gizlenen sırları öğrenmek ve bu suretle hayatın ters tarafı hakkında derin bilgi edinmek kudreti herkese nasip olmadığı için, duyulanmızın verdiği intibalara inanmaya mecburuz. Uzaktan insan zanneder ki Boğaz ve Ada vapurları, sulan daima firuze renginde, ağaçlan her zaman taze ve yeşil olan bir neş'e ve istirahat alemine seyrüsefer ederler. Oralarda kadınların elbiseleri bahar renklerinden biçilmiş ve erkeklerin çehresi, sıhhat ve saadetten, yeni


122 doğan

AHMET HASİM

ay gibi kırmızıdır. O yerlerde geniş terasalar üstünde, beyaz örtülü masalar etrafında, billur ve gümüş bardak ve tabakların parıltıları, meyve ve yaprak renkleri ortasında, yemek yenilir; gece hafif rüzgarlada sallanan kağıt fenerierin aydınlığında dans edilir; denizde yıkamlır, sandaHa gezilir; mehtapta beyaz alaylar halinde koşulur; gülüşülür, öpüşülür; hasılı oraları aşk, gençlik, neş'e ve saadet yerleridir, oralara gidenler, hüzünlerinin siyah elbiselerini şehirde bırakırlar. Ve yazın beyaz neş'e­ lerine bürünerek yola çıkarlar. Yaz sıcakları basınca hayalin bu suretle tasavvur ettiği yerlere giden nakil vasıtalarının, az çok, o yerlerin estetiğine yakı­ şır renk ve şekle sahip olması, ruhun sıhhati için lazım gelmez mi? Halbuki Boğaz'a ve Adalar'a giden vapurlar, alırete gidermiş gibi ölüm ve matem renklerine boyanmış bulunuyor. "Siyah" yetmiyormuş gibi, seyrüsefain şirketi, siyaha, bir de kolera. sancı ve baygınlık rengi olan "sarı" yı da ilave etmek suretiyle azami derecede korku ve fecaat tesirini elde etmeye muvaffak olmuştur. Bizde adi teferruat kıymetinde tutulan renk ve şekil mes'elelerine ne kadar ehemmiyet verilse yeri var. Bunu, şairane bir hevesle değil fakat pratik bakımdan söylüyorum. Otomobiliere ve tayyarelere verilecek şeklin ve rengin hangi hayvan şekli ve rengi olması lazım geleceği hakkında, bugüne kadar Avrupa'da yapılmakta olan münakaşalar okunsa, bize çocukça gibi görünecek olan bu mes'elelerin otomobili icat zekasını gösterenler için, sür'ati arttırmak, istirahati temin endişelerinden daha aşağı bir ehemmiyete sahip olmadığı görülür.


123

GUREBAHANE-1 LAKLAKAN

Paris'ten Deauville sahillerine giden "mavi tren" sırf pratik bir endişeden dolayıdır ki mavi renge boyanmıştır. "Mavi tren" Deauville'den gelirken, zannedilir ki, birlikte, mavi gökyüzü ve mavi deniz parçalarım da Paris'in karanlıklarına getiriyor. Ve "mavi tren" için Paris'ten bilet alan bir adam, zanneder ki mavi bulutlardan yapılmış bir ' nakil vasıtasına binerek mavi gökyüzü ve mavi deniz iklimlerine gidiyor. İş adamları bilmelidir ki, keseyi açtırmamn en iyi yolu bazen "ruh" u memnun etmeyi bilmektir. SiNEMA Meşhur bir yazarımız, "yeni bir sahne üslfı.bu" telakki ettiği sinemayı geçenlerde bir makalede bahis konusu ederek, beyaz perde üzerinde çarpan kalplerin seyirciye getirdiği zevki tahlile çalıştı. İs­ patı istiare, delili teşbih olan yazarın belagati maalesef bizi ışıklı perde üzerinde kımıldatan gölgelerin estetiğine zerre kadar inandırmağa kafi gelmedi. Gerçekten şiirde, resimde, musikide, hikayede konudan başka her unsuru, yani bizzat san'atı fazla ve rahatsız edici bulan halkın anlayışına pek uygun olduğu için sinema, günden güne, tiyatroyu hayat kaynaklarından mahrum edecek, elinden san'atkarını, seyircisini alacak ve nihayet öz suyunu kurutup öldürdükten sonra onun yerine geçecektir. Fakat bundan dolayı "sinema" yı, bir nevi sahne üslfı.bu olduğunu zannetmek icap etmez. Sükfı.t san'atı olan sinema, söz san'atı olan tiyatronun soysuzlaşmış bir şekli değil, hatta cinsin-


AHMET HAŞİM

1Z4

Ne iskemiesi üzerinde neş'esinden kıvranan şu herifin kahkahası, ne de locasının loş­ luğunda, badem biçimindeki gözlerinden altın gibi parlak damlalar akıtan şu güzel kadının teessürü, sinemaya soy itibariyle haiz olmadığı asaleti vermeye kafi değildir. O herifin kahkahası, karnı gibi gelişmiş bir başı olmadığını ve altın gibi parlak gözyaşlan da güzel kadın olmanın ahmak olmaya hiç de mani olmadığını gösteren adi birer delildir. Sinema ta esasta san'atın zıttı ve muarızıdır. San'at, nedir? Estetikte artık kabul edilmiş bir d üstura göre "san'at aşınlık ve mtibalağanın bir cinsidir; san'at bir yalandır". Bu telakkiyi zamanımıza mahsus addetmemeli, eski Yunanlılarda bile yalanın tannsı Hennes 88 , aynı zamanda san'atın da tannsı idi. Hermes durmadan gözle görülen şeylere şekil değiştirterek nizamsızlığa kendi ilahi ahenginin nizamını verir. San'at eserleri tabiattan kopye edilmiş değildir. Kubbe ve minare, çınar ve selviyi taklit etmez. Ehram, çölün kum helezonlannı örnek tutmamış, gotik mabed, fransız ormanlannda n şeklini almamıştır. Fotoğraf aletinin zalim gözüyle şekilleri, manzaraları, vak'aları görüp tespit eden sinema, bu bakımdan, kökleri ta insaıılığın hüzün kaynaklanna kadar uzanan ezeli san'atın mahiyetiyle taban tabana zıt bir gayeye uymaya mecburdur. Hakikate küçülerek boyun eğişi, onu hayalin lütfuna mazhar olmak imkanından uzak bulundurur. Işıklı levha, ulvi yalanın tecelli ettiği yer değildir. Onun için sinemanın akisleri estetik manada güzel değildir, hatta sonsuz bir gelecekte bile bu akisler güzel ol-

den bile

değildir.

mayacaktır.


GUREBAHANE-1 LAKLAKAN

AŞK

125

VE KIYAFET

Karanlık kıyılarına doğru ileriediğimiz ölüm denizinden sıçrayan köpük serpintileri gibi, şakaklarm­ da ilk beyaz saçlar belirmeye başlayan, kırk yaşına basmış okuyuculara soruyorum. Gençliğinizi, gençliğinizin o tatlı kalbini hatırlar mısınız? Bir kapı aralığından parıltısı size bir saniye vuran siyah bir gözün, veya ipek bir peçe dokusu arkasından seçebildiğiniz taze bir tenin veyahut bir şimşek s ür' atiyle önünüzden kaçarak perdeler arkasında kayboluveren genç bir eteğin sizi içine düşürdüğü o tahayyül, ürperme ve sıtma geceleri hatırınızda mı? Sır ve hava gibi göze görünmeksizin etrafıruzda yaşayan o mahrem kadınm uzaktan, mıknatıs akım­ lariyle kanımzda uyandırdığı fırtınalara karşılık niçin bugünün renkli, kokulu ve çıplak kadını, kendi nesIinin gencine aynı ürperme ve aynı çarpıntıyı veremiyor? Siz, ey kırk yaşına basanlar, gençliğinizde kadından titrer, aşktan korkardınız! Bugünkü gencin gözündeki sert parıltı, dudaklarındaki zalim tebessüm, o eski tehlikeli aşkın gülünç ve ehli bir hayvana döndüğünü anlatınıyar mu? Kadın

cazibesindeki bu azalma acaba nedendir? Bunu bazıları kadın kıyafetinin açık saçıklığına verdiler, bazıları da bu açık saçıklığı, kadında iffet hissinin eksilmesine ve neticede aşkın soysuzlaşma­ sına bir sebep diye öne sürdüler. . Halbuki, kıymeti nisbi olan iffet, zaman, iklim, din, adet ve bilhassa giyiniş tarzıarına göre değişen kararsız bir fazilettir.


AHMET

126

HASİM

psikolojisini tahlilde üstat olan bir yazara göre, kadın kıyafetinin, samurtkan fikir adamlarım acı düşüncelere sevkeden bu açık saçıklığı ile iffet arasmda bir münasebet aramak hatadır. Harpten beri kadın elbiselerini bu derece hafifleten baş­ lıca sebep sporun medeni hayatta işgal etmeye baş­ ladığı yerdir. Vücut zindeleştikçe dış tesiriere karşı mukavemeti de artmış ve artık hasta göğüsleri, sızılı kemikleri örtmekle vazifeli olmayan elbiseler, sıh­ hatli bir vücudun güzelliğini gizlerneyecek bir tarzda biçilmeye başlamıştır. Kadın tavırlarındaki aşırı serbestliğe gelince, bunun da sebebi harp imiş. Birçok faaliyet sahalarında erkeğin yerine geçen kadın, erkek işlerim görmekle erkek tavırlarını edinmeye başlamıştır. Fakat sebepler her ne olursa olsun, bugünkü kadın çıplaklığının cinsi cazibeyi azaltmakta ve hassasiyeti uyuşturmakta olduğunda hiç şüphe yoktur. Sonsuz çıplak hacaklar ve sayısız açık göğüsler göre göre, erkek gözü, kadın etinin yalnız görünüşüyle doyuyor. Bu soğuk ve kayıtsız göze hırs parıltısım verebilmek için şimdi kadın ne müthiş kudretler sarf etmeye mecburdur! Giyinmekte ve soyunmakta kadının yegane muharriki aşk olduğuna göre, aşk oyunlarına bu derece zararı dokunan bir kıyafetin fazla devam etmesine imkan olmadığını haber vermek için hiç kahin olmaya lüzum yoktur. Gariptir ki kıyafet bahsinde Onun için ergeç aşk ile iffetin dileği birleşiyor. kadın, yine yıldırımlarla yüklü bir gökylizü gibi, yavaş yavaş dumanlanıp kapanacak, sırma ve ipekten biçilmiş heyecan verici bulutlar arkasma çekiKadın


GUREBAHANlE-·İ LAKLAKAN

127

lecek ve esrarengiz ışıklarını yine oradan yaymaya Spor açıklığı istiyorsa, spordan daha kuvvetli olan aşk, sır ve müphemiyeti istiyor. başlayacaktır.

SONBAHAR ŞtiRLERİ Bahçelerde sarı çiçeklerin açtığı; havanın keskin incir yaprağı kokulariyle dolduğu; ufuklarda gümüş ve bakır bulutlarm anlaşılmaz işler hazır­ tamakla meşgul olduğu; akşam üstü, otları kurumuş tepelerde, yeşil eşarp, kırmızı örtü, beyaz veya lacivert elbiselerle dolaşan genç kızların etekleri rüzgarda uçuştuğu ve saçları çözülüp dağıldığı bu mevsimde, sonbahar şiirlerinden daha munis bir konuş­ ma mevzuu olabilir mi? "Temaşa-i Hazan 90 " isimli meşhur manzumenin yayınlandığı tarihe kadar, çağdaş Türk edebiyatın­ da sonbahar, H.aç ve pamuk kokulu, tatsız bir hastahane mevsimiydi. "Şair" in uzun saçlı, genç, zayıf, hasta ve hüzünlü olmaya mecbur olduğu o devirler~ de, hastalar mevsimi olan sonbaharın bir "şairane" mevsim olmaması mümkün müydü'? Şair, o mev· sirnin sarı akşamlarmda kirli uzun saçlarını, siyah tımaklı parmaklarİyle karıştırır, batan güneşe süzgün gözlerle bakar ve hayall bir veremli sevgili için hazin kafiyeler sıralardı. "Malfımat 91 " ve "Terakki92'' gazeteleri, işte bu türlü sonbahar şiirlerinin pazarı idi. Fransız sembolist şairlerinin tarzından ve estetiğinden az çok mülhem ve o sıralarda türkçe için, yepyeni bir hassasiyetİn ifadesi olan "Temaşa-i Ha-


128

AHMET

HAŞİM

zan" manzume si, birden, hastahan e koğuşlarının pencerele rini tabiatın temiz havasına karşı açtı. Gerçi bu manzume de yine "melal" den bahsediliyordu, fakat o klişe melal, çiğnenmiş melal, verem kız melali değil, güneşin soğumasiyle bütün tabiata arız olan tükeniş ve yok oluş manzaraların­ dan sızan, durgun suların, toprağın, ağaçların, yerin ve havanın melali idi. Gergin bir gökyüzü altında ağaçları sarsılıp kırılan, rüzgarları tüy, toz, yaprak sürükleye n bir mevsimin bütün uğultulariyle dolu olan bu şiirde, kelimeler uzak ve duyulmamış birer orgun ahenkleri yle inler, vezin rüzgar gibi uğuldar, kafiyeler dallar gibi çatırdar. Türkçede ilk hakiki tabiat şiiri, ilk sonbahar şiiri, işte bu şiirdir. "Temaşa-i Hazan" manzume sinin sahibiyle birlikte, on beş yirmi sene evvelki devrin büyük bir şiir üstadı . olan Tevfik ~,ikret'in de yedi sekiz sonbahar manzume si varsa da bunlar, ne hassasiye tin şekli, ne hayal, ne ahenk itibariyle bu tarz tabiat şiirleri arasında ehemmiye tli bir yer tutmazlar . Rübab-ı Şikeste'nin buz gibi soğuk ve renksiz bir maddeden inşa edilmiş olan birçok şiirleri gibi, bunlar da Fikret'in estetik yanılmasını ispat etmekten baş­ ka bir şey ifade etmezler. Tevfik Fikret, şiirin ruh ve özünü anlamakt aki isabetsizliğini, şiirin şekli hakFikret, "şiir" in kındaki teliikkisiy le göstermişti: "nesir" den büsbütün ayrı yazılmak, ayrı okunmak ve ayrı duyulmal t üzere vücut bulmuş bir husus1 dil olduğunu düşünmeyerek, en az nazına benzeyen ve nesre en çok yaklaşan bir şiirin en mükemmel bir şiir olacağını zannetme k saflığında bulunmuştu.


129

kusurlu olan şiiri, basit bir hayat alan haya1siz, ihtirassız, sezgisi olmayan bir şiirdir; ihsas ve telkin değil fakat tasvir eden, öğreten ve anlatan böyle bir şiirin, sonbahar gibi, ani ürpermelerden, akıcı renklerden, iç musikilerden yapılmış, heyecan verici bir alemi a.'llatmak için ne yarım renkleri, ne de yarım per' deleri vardı. "Servet-i Fünfın93 " senelerinden sonra, gençler arasında, "mehtap, akşam" gibi mevzularla birlikte sonbalıara dair, alafranga marazi şiirler yazmak modası uzun müddet sürdü. Bu senelerin sayısız sahte eserleri içinde, ufacık bir sonbahar manzumesi vardır ki, kendi başına acz ve miskinlik devresine mana ve kıyınet izafe etmeye yeter. "Temaşa-i Hazan" dan sonra, bahar şiirlerinde, ileriye doğru ilk mühim adımı atan bu manzumedir. Bu, hece vezninde, on iki mısralık, gösterişsiz bir şiirdir ki anlattığı şey, müspet kelimelerle ifadesi mümkün olmayan yakalanması güç bir heyecan, ruhu bir dakika bulutlandırıp kaybolan sonbalıara dair bir teessürdür. Sanki bu şiir karanlık tüylü, sarı benekli, iri bir pervanenin içinde yakalandığı, ince altın tellerden örülmüş, havai ve şeffaf bir ağdır: Pervane şeklen

Fikret'in

aklıseliminden

sonbahardır. İşte şiir:

KIZILELMA Üşümeden

beline Bir ipek şal sarsan a! Benzemez mi, hiç sana, Geçen hazan eline


AHMET HAŞIM

130 Kızıl tüylü turnalar Esince fırtınalar ... Hepsi üç benekli, Kışın uçar yüksekt e; Hıçkırıklar, gülsen de, Beyaz ve kızıl renkli Altın gözlü turnalar , Esince fırtınalar ... Hakkı

Tahsin

Kah nar çiçeği gibi kırmızı, kah ölü yaprakl ar gibi pas renginde olan bu şiir, bulutlu bir ekim gününde, uzakta çalınan bir keman gibi müspet hiç bir şey söyleme mekle beraber, bütün sonbaharı, yakınlığı ve uzaklığiyle, sesleri ve bulutlari yle, kuş­ ları ve rüzgarla riyle, alda uğramadan doğrudan doğruya ruha giden bir dille anlatıyor. Renkli ipek örtüleri içinde üşüyen genç sevgili, şiirin merkezinde, aşkın ateşini sonbaharın serinliğine katıyor Türkçen in en son ve en mükemm el sonbaha r şiirı olan bu küçük manzum enln bütün esrareng iz nüfuzu, terkibin de, anıatma ve tarif usullerınin tarnamiyle hor görülmüş olmasından ileri geliyor Şair, maddi engeller den en çok kurtulmuş, ruh ülkesine en çok ilerlemiştir. Sinirleri nin sızlayan tellerind e duyduğu o işitilmemiş sonbaha r musikisi ni bize de işittirmek için kelimeni n yalnız renginde n, cümlenin yalnız ürpertis inden ve sesinden yardım görmüştür. Bu şiir bugünün olmakta n çok yarının şii­ ridir. Büyük bir üstadın dediği gibi, yarının insanian, "fikir" in, "felsefe " nin, "mantık" ve "belaga t"


GUREBAHANE-1 LAKLAKAN

131

in nesirle daha iyi ifade edildiğini anlayacaklar ve musikinin kardeşi olan şiiri, havanın değişen renklerini ve ruhun yakalanması güç ürpertilerini tespite hasredeceklerdir.

SAYFİYELERDEN

DÖNENLER

Kış geliyor. Sıcak yaz aylarını geçirmek ıçın deniz kenarlarına, kırlara. tepelere kaçanlar, şimdi birer birer, kışlıklarına dönüyorlar. Bunlar sema ve· deniz maviliği, kır, dağ yeşillikleri içinde geçen yazlarmdan acaba memnun mudurlar? Güneşte, uzun müddet pişen meyveler, ekim ve kasım ayıarına doğru, tatlı renkler içinde kokulanır, ballanır; acaba yaz, sayfiyecilerin ruhuna da sonbahar meyvelerinin mes'ut olgunluğunu vermiş midir? Hayır, bunlar gittiklerinden daha yorgun, daha mahzun, daha bezgin döndüler; Boğaziçi'nde bütün yaz, sarhoş balıkçı naralarından maada hiç bir ses, tabiatın neş'eli ahenklerine karışmamıştır. Birçok yalıların yaz kiracıları, fakir Ruslar ve Yahudilerdi. Yeşil tepeler üstünde ağaç gölgelerinde yemek eğlence­ leri tertip edenler, koşuşanlar, gülüşenler yine hep anlardı. Boğaz'ın lacivert suları yalnız onların vücutlarına, zengin iyodlarını içirmiştir. Ya, bu mülkün sahipleri, bu yeşil ve mavi alemde ne yaptılar? İskele başlarında, kasvetli meydancıklarda, küçük iskemieler üzerinde, bütün mevsim, hazin hazin düşündüler, durmadan nargile çektiler, fincan fincan kahve içtiler, intihar edeceklerin sabıt ve karanlık bakışiyle denize baktılar; güleniere kızdılar;


AHMET

132

HASİM

ve her ne suretle olursa olsun eğlenmesini bilenlere derin derin hayret ettiler. Gamlı Anadolu sahili, her gece musikili, panltılı, eğlenceli Rumeli sahilinin istihzası karşısında, alaturka saat üçten itibaren derin bir uykunun girdapIanna yuvadan arak horlama ya başladı. Bu sahil için mehtap, her gece geç, pek geç doğmuştur. Acaba, oteller, kulüpler , gazinola r, meyhan elerle dolu cazbantlı ve balolu alafrang a Ada, en iptidai geçim vasıtalarından mahrum alaturka Boğaziçi'n­ den "mes'ut olmak" hünerind e daha mı ustadır? Ne gezer! ... Zenginle r ve zengin eteğinde yaşayan parazitl er üzerinde garip bir cazibesi olan Büyük Ada'nın kibar misafirle ri, rakı sofralan ve kumar masalan dışında bir zerre neş'e bulmağa muvaffa k ikide bir tertip ettikleri o masraflı, olamadılar. gösterişli eğlenceler, ancak, tırnaklarını ruhlarına geçinniş olan "sıkıntı" canavarının korkunç büyüklüğüne delalet eder. O balolar, suvarele r, "menfaa t" ler hep o canavar a karşı verilmiş birer meydan savaşıdır. Tüfenk omuzda. fişenk belinde ava giderek yolda bir tavşan satın alıp dönenle r gibi, tabiat gecelerini, en süfli şehir eğlenceleriyle berbad etmiş olanlar, sıcak mevsimi sayfiyel erde geçirecek kadar zengin oldukla nna herkesi inandırmak için bütün yaz, balkoniarında çınlçıplak uzanara k, güneşin yalancı şahitliğini kazanm aya çalıştılar. Buralar da mehtap, her gece boş yere gökleri dolaştı, gümüşlerini manzara lar üzerine döktü, yıldızlar, boş yere konuşacak ruh aradılar. İptidai Yakacık'da tahtaku rulariyle altı ay boğuşanlar, sevimsiz Bakırköy'ünde kireçli sular içip midelerini harap edenler, çöl gibi

yüzeniere

acıdılar


GUREBAHA.NE-1 LAKLAKAN

133

kurak Erenköy'ünde, sıkıntılı Bostancı'da sivrisinek iğneleriyle delik deşik olduktan sonra bir daha oraya ömürlerinde dönmemeye yemin edenlerin yaz saadeti dile alınmaya bile değmez. N e deniz kena~ rında, ne ovada, ne dağ başında, ne güneşte, ne havada mes'ut olmasını bilmeyenler, acaba kışın, şehirlerde, yağınurda ve çamurda mes'ut olmayı bilecekler mi? Ne gezer: Ne kış ne yaz bir dakika mes'ut olmayı bilmeyenler bir memleketi mes'ut etmeyi nasıl bilsinler? Sırf memleketin saadeti için, şahsen mes'ut olmanın hünerini öğrenmeye muhtacız.

Bffi CEVAP "Mecburi izdivaç kanunu layihası" sahibi Erzurum meb'usu Yeşil-zade Mehmed Salih Efendiye: "Mecburi izdivaç" hakkındaki meşhur teklifinizin tatbiki kıyınetine dair fikirleri sorulan birçok kimselerin mütalaaları arasında, acizlerininki ayrıca teessürünüzü mucip olmuş; okumaklığım için gönderdiğiniz kanun layihası suretinin altına yazdığı­ nız satırlardan, sözlerimde sizi yaralayan noktanın kanununuza bir hara kanunu demiş olmaklığım olduğunu öğreniyorum. Umumiyetle hayvanıara karşı hiç bir hakaret hissi taşımadığımdan, "hara" kelimesinin benim için mesela "rasathane" kelimesinden daha fena bir manası yoktur. Malumdur ki eski dinler, cahillik, hurafeler ve bilhassa pedagojİk mektep edebiyatı, gayet basit ve sathi niüşahedelere kapılarak, bazı hayvanları zalimce hükümlere kurban etmiş ve bazılarını da layık olmadıkları mevki-


AHMET HAŞiM

134

Bu suretle baykuş ve karga, uğur­ merkep bönlüğün, domuz pisliğin, kaz ahklığm, arslan cesaretin, at zeka ve asaletin, köpek sadakatin, bülbül aşkın, kelebek gençliğin işaret ve sembolü olmuştur. Bu manalar hakikatte, ne bizim hoşumuza gitmek ve ne de kehanetlerimize vası.ta olmak üzere yaratılmayan hayvanıara yüklettiğimiz kendi alıklığımız ve kendi cahilliğimizdir. Son asrın edebiyatı, hayvanıara karşı daha insaflı davranmış ve mazinin karanlıklarından geçerek bize kadar gelen bu karakuş! hükümlerin birçoğunu ya düzeltmiş Dindarlığiyle meşhur veya ortadan kaldırmıştır. büyük bir yabancı şair, meşhur bir manzumesinde, büyük bir ciddiyetle: "Mahşer gününde eşek kardeşlerirole birlikte Tanrı'nın huzuruna çıkmak isterim" demiştir ve kimse bu arzu ve temennide çirkin bir garabet görmemiştir. Merkebin dikkate delere

çıkarmıştır.

suzluğun,

ğer zekası

hakkında

mütehassısların

müşahedeleri

günden güne çoğalıyor. Şimdiye kadar hayvanların en budalası zannedilen "kaz" ın, zekaca, saf kan ingiliz atından üstün olduğunu, meşhur bir fransız yazarı, beş altı sene evvel, basit bir tecrübe ile anAraştırıcı bindiği trenin lamıştır. Tecrübe şudur: her iki tarafında, tren geçerken çeşitli hayvanların trenin kendisine aldıkları vaziyete dikkat etmiş, hiç bir ziyanı dokunmayacağını, evvelki tecrübelerinden istidlal yoluyle anlayan ve hiç aldırmayan hayvanlar içinde kaz,. soğukkanlıhğiyle birinciliği almış­ tır. Kazdan sonra "öküz" gelir. Halbuki bu tecrübede en çok korkaklık gösteren ve buna göre en ahmak olduğunu anlatan beygir olmuştur. Hayvanıann temizliği ve pisliği hakkındaki kanaatlerimiz de


GUREBAHANE-İ

LAKLAKAN

135-

baştıin başa hatalıdır.

Hiç .bir dinin emirlerine uymayan ve hiç bir sıhhat kaidesini bilmeden, hayret verici bir sabırla, saatlerce, diliyle, dişiyle, gagasiyle bitlenen, yalanan kedi, köpek, maymun, tavuk, temizlikte ve titizlikte birçok insanlara örnek olmaya layık değil midir? Cezayir'de yapılan tecrübeler, domuzun beslenmek için taze çam kozalağı bulduğu zaman, pis şeylere başım çevirip bakmak bile istemediğini göstermiştir. Hayvanların güzelliklerini görüşümüz ve anlayışımızın tarzı dahi son asırda değişmiş, genişlemiştir. Yılan başı ve yılan vücudu,. şimdi, en zarif kadının gıpta edeceği güzellikler arasında sayılıyor. Büyük İtalyan şairi D'Annunzio 94 'nun kitaplarında, bütün sevgililerin siyah gözleri, çekik ve sürmeli keçi gözüne benzetilir. Hasılı dilsiz kardeşlerimizi artık hakir görmüyoruz. Tatlı güzlerinin sırrını okumayı öğrendikçe, ruhlariyle ruhlarımızın yakınlığını daha iyi anlıyoruz ve şefkat ve ve merhametimiz, eski dar çemberierini kırıp geniş­ leyerek, iki sonsuz kol halinde, kainatı daha ateşli bir aşkla sarıyor. "Hara" kelimesinde eğer bir hakaret manası varsa, bu, sırf kendi keyif ve menfaatİmiz için "hara" usulüne tabi tuttuğumuz hayvanlara karşı mevcut olabilir. Baki afiyetiniz efendim.

HARABE Japon yazarı Okakura-Kakuzo95 'nun "Çayname" sinden kısaltarak "Akşam 96 " da neşrettiğimiz bazı yapraklar, bir kısım okuyucularda keskin bir alaka uyandırdı. Bizim için tamamen yabancı bir has-


AHMET

136

HASİM

sasiyet ve bir düşünüş tarzının mahsulü olan bir esere karşı gösterilen bu rağbet, dar birkaç düşün­ cenin eserlerine münhasır kalan edebiyatımızm, okuyu.cuyu artık doyurma ya kafi gelmediğini anlatmaz mı?

Bundan yirmi otuz sene evvel kalem sahipleri arasında görülen alafranga temayüle bir aksülame l teşkil etmek üzere, on on beş seneden beri, Türk edebiyatı çağdaş dünya ile hemen tamamen alakasını kesmiş ve adeta eski eserlerin araştırıldığı bir harabe haline gelmiştir. Tatarca, uygurca veya arapça olmayan ve sır­ tmda sekiz yüz dokuz yüz senelik ihtiyar bir mazi taşımayan her eser, fikir adamlarımız tarafından artık ciddiyetle ele alınmaya layık görülmüy or; yaşını başını almış şairler, "sone" den "gazel" e döndüler; körpe şairler, eski aşıklar tarzında koşmalar ve maniler düzüyor; mizalıcılar ise, taze bir neş'e yerine, N ef''i97 dilinin öksürük ve hırıltılariyle etrafa, bir mezar havasının çürüme kokusunu dağıtıp Bugünkü . irfanımızm başlıca rehdurmaktadırlar. 98 berlerind en biri olan Köprülü-zade Fuad Bey dostumuz, arkasında taşıdığı alimler kafilesiyle "mazi" nin o kadar uzaklarm a gitmiş bulunuyo r ki artık canlı olanlar için şekli gözle seçilemiyor, sesi kulakla duyulamıyor.

kütüphan elerden, el yazmalar mdan, taş­ lardan ve topraklar dan yükselen toz bulutları o kadar kesif ki, arkalarında Türk göklerinin tatlı maviliği görülmüy or. Medeni her insan cemiyeti için lüzumu inkar edilemez olan mazi sevgisi, "hal" in saygısı ve "haHasılı,


GUREBAHANE·İ

LAKLAKAN

137

yat" ın aşkıyle yumuşatılmadığı zaman bir tehlike teşkil eder. Ruhu daraltmak ve hassasiyeti körletmek için, tek başına an'ane ve irsi şekiller üzerine kurulmuş bir terbiyeden daha tesirli bir vasıta tasavvur olunamaz. Milli harslar yüzündendir ki memleketler henüz birbirlerinin güzelliğini anlamaya muktedir alamıyor; onun içindir ki, meşhur alman filozofu Nietzsche tarih öğretiminin, el birliğiyle dünya yüzünden kaldırılmasını isterdi. Rönesans'a kadar Avrupa cahil ve iptidai idi. Çünkü harslar milli ve mahalli idi. Akdeniz'den gelen yabancı rüzgar dalgası dağlar arasında mahbus ölü ve karanlık şekilleri süpürdükten sonradır ki, bugünkü medeniyetın balıarı başlar. Zamanımızda, dört yüz milyon nüfusluk Çin milleti mazisine hayran ola ola, kocaman bir fi1 leşi gibi, havada çürüyüp dökülmektedir. Ölümün yerleştiği bu vücudu, kat'i bir dağıl­ madan, olsa olsa, Batı üniversitelerinde, yabancı bir medeniyetle aşılanan yeni Çinli nesil kurtarabilecektir. Şöhreti bir altın sis ve erguvan rengi bir ışık gibi yavaş yavaş yeryüzUnUn akşamını kapHintli şair Tagor99 'u. henüz ilk lamağa başlayan insanların gaflet ve cehaleti içinde yaşayan vatandaşları arasında tesadüfen var olmuş esrarengiz bir mucize gibi telakki etmek hatadır. Eserlerini bizzat ingilizeeye tercüme edecek derecede Avrupa irfanı­ na vakıf olan bu adam bir Hintli değil, en geniş manasiyle bir "medeni" dir. Ciddi Türk mecmuaları, "Kitab-ı Dede Korkut'"0". "Kutadgu Billg1 " 1 ", "Orhan Kitabeleri' 02 " gibi, birkaç araştırıcıyı alakadar edebilecek tetkiklerle doludur. Bu istilacı "mazi" yanında, bugünkü fikri


138

AHMET

HAŞİM

medeniyetin şaheserierine de hiç yer bulunmayacak mı? Türkçe ne zamana kadar dünya fikir hayatı­ nın alış verişinden uzak kalacaktır? Bütün eski Yunan ve Latin edebiyatı, bütün Avrupai on altıncı, on yedinci, on sekizinci ve on dokuzuncu asrın şahe­ serleri, kendilerinden yegane habersiz kalan Türk milleti tarafından da keşfedilrnek için, hala mütercimlerini boş yere bekliyorlar. Şimili biz, tıpkı Faustı 03 gibi, tozlu bir kütiiphanede iskeletler, inbilder, küreler arasında, karışık eski bir metnin muamması üzerine eğilmiş, kısır bir tefekkür içinde kendimizden geçmiş iken, aşağıda, bir bahar gecesinin mehtabı içinde, kokulara ve rüzgarlara karışmış, ürpertili aşk ve neş'e şarkıları dolaşıyor ve genç bir insanlık, ışıklı bir nehir gibi, yeni şafakların aydınlıklarına doğru koşuyor.

Krippel'in eserini yakından görmeye gittim. Sarayburnu'nun balıara çıkmak üzere olan tenha bahçesinde, yeşil tarhlar, mavi gök ve lacivert deniz ortasında, avını görmüş bir kartal bakışiyle, uzak bir hedefe doğru bakan heybetli "tunç" un etrafında bir saat kadar dolaştım. Heykel ile karşı karşıya gelince, gazetelerin aleyhte yaptıkları yayınlarda mübalağa bulunduğunda insanın şüphesi kalmıyor ve şimdiye kadar gördüğü fotoğrafların kendisini aldatmış olduğunu anlıyor.

Gerçekten yakınlığa,

ışığın

uzaklığa

derecesine ve akis zaviyesine, göre, aynı cismi çeşitli şekil-


GUREBAHANE-1 LAKLAKAN

139

lerde gösterebilen fotoğraf, göz önünde bulunmayan bir heykel hakkında fikir sahibi olmak için en hatalı ve en eksik bir vasıtadır. Bütün yapılan tarizlere rağmen, Krippel'in eseri, inkara uğramış mazlum bir şaheser olmamakla beraber bir acemi işi değildir.

Gölge ve ışığı ustaca tezatıarda toplayan çehre üzerindeki haşin hayat tecellisi, bele dayanan sağ elin kabarık damarlarmda akan o sarsıcı kudret akımı, eserin karşısına gelenin ruhunda hiffet ve kayıtsızlığa imkan bırakmıyor. Eserin münakaşaya konu teşkil edebilecek yegane zaafı duruşudur. Krippel tunçta teksif edeceği mucizevi hayatın mana ve mahiyetinden habersizmiş gibi heykele, İsveç beden terbiyesi usulünü icaıt eden Müller'e yakışır bir cimnastik vaziyeti vermiş bulunuyor. Heykeltraş, tenkitlere cevap olarak, gazetelere vasıtalı yoldan verdiği çeşitli beyanatta, Gazi hazretlerini "hareket ve faaliyet içinde" gördüğü için heykele bu vaziyeti vermeyi uygun bulduğunu söylüyor. Bu sebep cidden çocukçadır. Krippel, mesela, "kahraman" ile ilk defa, bir yemek sofrasında tanışmış olsaydı, heykelini elinde bir çatal ile mi meydana getirmeyi düşüne­ cekti! Derler ki insan vücudu tanrıların mezarıdır, yani, ne kadar güzel ve ölçülü olursa olsun, insan uzviyeti, "fikir" in rahatlığmı, ahenk ve nizarnını tamamen tespite muktedir olamayacak kadar sinirıerin ve adaJelerin elinde bir oyuncaktır. Bu sebepten dolayı "alelade" yi değil, "müstesna" yı temsile vasıta olan heykelde vücut, fikre hakir bir kaide olmaktan fazla bir ehemmiyete sahip


AHMET

140

HASllıl

Rodin105 , bazı heykellerinin yalnız başını yapmış ve vücudu, yontulmamış, şekilsiz bir kitle halinde bırakmıştı. Eski Yunan ustaları fikrin tecelli ettiği yer olan çehreye bütün dikkati çekmek için vücudu sükun halinde gösterir ve sinirleri geniş bir harmaniyenin kıvrım­ ları içinde saklarlardı. Krippel, aksine vücuda verdiği bariz hareketle, dikkatin, çehre üzerinde topGazi, tahlil neticesinde, lanmasına mani oluyor. bir "fikir" dir ve bunhalis gelmiş maddeye üstün dan dolayı insanlığın bütün ulvi rehberleri gibi, fikriyle bir kahramandır. Krippel, vücuda verdiği keskin hareketle, fikir kahramanlığına bir uzviyet kahramanlığı da izafe ederek "tunç" un kudret ve ifadesini parçalamıştır. Heykel, geçici bir zaman için değil, ebediyet için meydana getirilir. Bundan dolayı tabii halinde vücudun uzun müddet devam ettiremeyeceği her hareket, heykelin tabilliği bakımından bir kusur Vücut, zamanının hamlelerine karşı teşkil eder. kendini müdafaa etmek istiyormuş gibi toplu buHalbuki Krippel'in heykele attırdığı lunmalıdır. diğer bir vaziyete geçmek adım, bir vaziyetten üzere yapılan bir geçiş vaziyeti olduğu için, heykele gayri tabii bir hareketin devamı rahatsızlığını veriyor. Bir kahraman heykeli, ebediyeti rahatça bekleyecek bir vaziyette olmalıdır. Bu zemin üzerinde daha birçok şeyler söylenebilirdi. Fakat söz, kat'i şeklini almış bir tunç üzerinde zerre kadar tesirli olamayacağı için, bu gecikmiş mülahazaları burada daha fazla uzatmayı faydasız buluyorum. olmamalı.

Dahi

heykeltraş


GUREBAHANE·l LAKLAKAN

141

öRTüL"ü KADlN

"Son Saat106 " in anket yazarı A. Sırrı Bey, tertip ettiği anketin suallerini gönderdi. Sırrı Bey'in bütün sualleri bende ayın alakayı uyandırınadı. Onun için yalmz ikisi üzerinde duracağım! Anket yazarı soruyor: - Kadınları açık saçık mı, kapalı mı görmeyi tercih edersiniz ? Sırf ahlaki bir endişeye uyarak, kadınları mümkün olduğu kadar açık saçık görmeyi tercih ettiğimi itiraf ederim. Çıplak kadın tamamen zararsızdır. Kadın ancak örtünüp saklandığı andan itibarendir ki bir fitne ve fesat unsuru oluyor. Eski san'at, çıplak kadın heykellerinde ahlaka aykırı hiç bir mahiyet görınezdi. Bunda derin bir isabet var. Çıplak Afrodit heykeli örtülü. Meryem107 sembolü yanında baştan başa safvet ve iffettir. Zira çıplak bir kadın karşısında hayalimiz harekete gelmek için hiç bir gıda bulmaz. Halbuki "hayal", örtülü bir kadınla karşı karşıya gelince derhal mahrem örtülerin altına girer ve orada heyecan verici bir alem yaratmaya başlar. Hayali tahrik eden her şey gibi "örtülü kadın" da ahlaka aykırıdır. "Kadın" tabii unsurlarına irca edilince, sanıl­ dığı kadar korkunç ve tehlikeli bir yaratık değildir. Erkek kadından değil, kendi yarattığı kadımn elinden şu çektiği azabı çekiyor. Yüz binlerce tezgah, kadının hakiki vücudunu gizlemek için, rengarenk kumaşlar dokuyor, binlerce kimyahanede soluk dudaklarını kırmızılatmaya, sönük gözlerini siyahlatmaya, esmer yüzünü beyazlatmaya, kansız tırnak-


AHMET HAŞiM

!42

larını pembeleştirmeye ve ona çiçeklerin kokusunu vermeye mahsus tozlar, boyalar, macunlar hazırla­ nıyor. Bazen bütün bu sırmalar, bu ipekler, bu boyalar da kafi gelmiyor. Vehmi tamamlamak için gecenin karanlığı veyahut lamba ışığının sihri lazım geliyor. Halbuki terzi, manikür, kürkçü, berber ve kunduracı hünerinin müthiş elektriklerle yüklü bir ölüm bataryası halinde bize gösterdiği kadın, tabii halinde bir iğne iplik çekmecesi kadar zararsız ve tehlikesizdir. Kadın açık saçık göründükçe, etinin bizim etin cinsinden olduğunu anlar ve onu sevmek ve ona hürmet etmek için cinsi cazibe dışındaki faziletlerini bulmaya çalışırız. Erkek, ipel{ ve sırma örtüler arlmsından bakan sürmeli siyah ve derin bir gözün tılsımiyle yüreği çarptıkça, kadının dostu değil, düş­ manıdır. Erkek, ancak sihir ve füsunundan sıyrıl· mış, yani çıplak kadının karşısında emniyetle durabilir ve onun hakiki faziletlerini görmek için korkusuz gözünü açabilir.

ERKEli

Anket yazarı A. Sırrı Bey'in dikkate değer bulikinci suali. - Kadın mı güzel, erkek mi? Bu beyhude sual, dünya dünya olalı, belki yüz binlerce defa sorulmuş ve bir o kadar defa da cevabı verilmiştir. Estetik, mes'eleyi erkek lehine halletmiştir. Tabiatın müşahedesi de estetiğe hak veriyor.

duğum


GUREBAHANE·İ LAKLAKAN

143

Birçok hayvan cinslerinde erkeğe nazaran dişi çirkindir. Bunu kim bilmez? Keçi, cılız, sarkık etleri ve ahmak çehresiyle erkeğinin yanında gülünç bir hayvandır. "Teke" tümsekli burnu, adaleli vücudu, dar beli ve gergin göğsüyle, çıplak kayalar üzerinden ufka dik durduğu zaman, zannedilir ki mitolojik bir ilah, dünya nizarnının sonsuz hatlarını gözden geçiriyor. Güzelliği anlamakta üstat olan eski Yunanlılar "teke" den çoban bir tanrı meydana getirmişlerdir.

Şehvetli

ve

saldırgan

Pan108 , keçi tırnaklı ayakları, kıllı baldirları, yassı burnu, boynuzları ve çekik altın gözleriyle "teke" nin ilahi şekilde görünüşüdür. Miskin inek ve öfkeli boğa arasında da aynı mukayese yapılabilir. Tavukla horozu, insan aynı cinse mensup addetmekten utamr, biri o kadar çirkin, diğeri o kadar güzeldir. Hilkat, tavuktan bütün esirgediklerini horoza bol bol vermiştir. Tavuk, bodur şekli, şerefsiz çehresi, nizamsız hareketleri ve çirkin sesiyle korkaklık, oburluk ve dar akıl­ lılığın tam bir nümunesi iken, horoz, rengarenk şafak madenierinden dökülmüş zannedilen zengin ve muhteşem tüyleri, iç içe girmiş akik ve yakut halkalardan yapılmış ateşli gözleri ve mercandan oyulmuş savaşçılara has ibiği ile, nefis feragati, mertlik ve kahramanlığın mükemmel bir timsalidir. İplik boyunlu, kuru kafalı, alık kısrağın yanında, alnında perçemleri, boynunda yeleleri ve kırları dolduran kişnemeleri ile gergin at ne şanlı bir malıluktur! Tavus, ceylan, sülün, arslan ve hemen bütün hayvanların erkek ve dişisi arasında yapılacak mukayese bizi aynı neticeye götürür.


AHMET

lU

HASİM

1nsan cinsinde de, dişinin erkekten daha güzel olması için hiç bir sebep yoktur. Kadının süslenmeye muhtaç olması, saçlarını bir uzatıp bir kısaltması, hayvan kürklerine sarılması, yaradılıştan güzel olmadığının ve bunu kendisinin de bildiğinin kafi bir delili değil midir? Erkek sun'i süs vasıtalarına tenezzül etmez, zira erkek güzelliği buna muhtaç değildir.

TOKLUK VE AÇLlK

Yemek sofrasında dostum söylüyordu: - Fransızca kitap ve gazete satan dükkanıarın vitrinlerinde, keskin renkli kaplar içinde, "beş derste hafıza", "sekiz derste irade", "on derste zenginlik" gibi isimler taşıyan halkı aldatıcı kitapları elbette görmüşsünüzdür. Bunlar daima, ya Çinli falan muallim, ya Hintli filan fakir tarafından yazılmış ve gtlya, fevkalade ehemmiyetlerinden dolayı bilmem kaç asır evvel, bilmem hangi şarkiyatçı tarafından Avrupa dillerine tercüme edilmişlerdir. Renkli kap üzerinde manyatizmalı bir gözle bakan yeşil sarıklı adam resmine eklenen bu uydurma Asyalı, esrarengiz menşe, ahmak müşteriyi derhal aviarnaya yetiyor. Avlananlarda n biri de, ekseriyetle benim. Bu kitaplardan hemen birçoğunu okudum. Tabii ne iradem büyüdü, ne hafızam arttı, ne de cebime giren mutat paraya mutadın dışında bir metelik ilave edebilmenin yolunu buldum. Yalnız, bu kitaplardan şunu öğrendim ki, fena eserin başlıca alameti çok mantıki oluşudur. Adi felsefe, adi tiyatro ve sinema ne derse desin, hakiki hayatın "mantık" dediğimiz


GUREBAHANE·İ LAKLAKAN

145

şeyle hiç bir alışverişi yoktur. Hayat, makul bir insandan çok fütürist bir şaire veya kübist bir ressanıa daha çok benziyor. En akla gelmez şeylerden saadet ve felaketi, iyiliği ve fenalığı yapıyor. Geçen gün bu kitaplardan bir tane daha elime geçti. Başlık: "Hayatta muvaffak olmanın yolu!" Kitap, ilk bakışta hakikaten bir hikmet hazinesi hissini veriyor. Yazar konuyu bir tek esasta toplayarak diyor ki, hayatta muvaffak olmanın sırrı: İşi olan adamın, işini yapacak adamla görüşeceği saati seçişinde göstereceği muvaffakiyetten ibarettir. Sabah mı, öğle mi, akşam mı, gece mi konuş­ malı? Zira insan her dakika aynı idrak ve insaf kabiliyetinde değildir. Yazar, günün bütün saatlerini bu noktadan birer birer gözden geçirdikten sonra konuşulan kimsenin en iyi söz anlayacağı vakit yemekten sonraki dakikalar olduğu hükmünde karar kılıyor. İnsan denilen hayvan, bütün hayvanlar gibi, açlığını giderdikten sonra neş'eli ve memnundur. Bu memnuniyet onu zeki ve insaflı bir hale getiriyor. Dostum, sofranın etrafında, yerde, arka üstü oturmuş, altın, akik, zümrüt ve yakuttan gözlerle ağzımıza giren her lokmanm tabaktan itibaren havada çizdiği kavisi takip etmekle meşgul kedilerini göstererek: - Bu düsturun sahteliğini ve aksine doymamış olmanın faziletlerini anlamak için şu kedilere bakmak yeter. Bu kediler henüz açtır ve bizden yemek bekliyor. Gözlerindeki daimi yırtıcı panltının bu dakikada ne tatlı, ne munis bir ışık haline geldiğini görüyor musunuz? Miyavlamaları adeta yamk bir yalvarıştır, her halleri ikna edici bir bela-

lO


AHMET

146

HAŞ!M

gati andırıyor. "Gel" diye işaret etseniz hemen gelecekler, sürünecekler, ayaklarınızın altında yuvar lanaca klar, kovsanız, derha l çekilip uzaklaşacaklar. Bu dakik ada anlayışları azami, sevgileri azami, insafları azamidir. hayBunları mağrur, ahma k ve insafsız birer . runuz Doyu nuz? vana döndü rmek istiyo r musu

MED ENI LEHÇ E Terbiye mütehassısı bir fransız, cidden Eyüp "Tem ps" sabrı isteye n garip bir tecrüb eye girişıniştir: ek gazetesinin bir nüshasını meyd ana getirm için her gün kullanılan kelimelerin adedini saymış ve bu hesap neticesinde gazete yazı hey'etinin, okuyucularla anlaşmak için ayrı ayrı manaları haiz olmak üzere, günde 3 838 kelime kullan mak mecburiyetinde olduğunu tespit etmiştir. Bu tecrüb e neticeleri bakımından mühim dir: 1 - Medeni dünyanın bir günün e ait havad isi nakleden bir gazeteyi, baştan başa okuyu p anlam ak için okuyu cunun 4 000 kelimelik bir lehçeye sahip derecede olması lazım geliyor. Zamanımızda orta fın geinkişa i verdiğ a zekay bir fikir terbiyesinin oluvur tasav ölçü bir kat'i nişliğine bunda n daha artık ı ayıcıs tamaml namaz. Gelişmiş bir dimağın zengin bir lehçedir. 2 - Zamanımızda halk lehçesini "fikir " lehçesinden ayıran, eski zaman larda olduğu gibi, sınıf ve geçim farkı değil, terbiy e ve tahsil derecesi farkı­ meydır. İlınin uçsuz bucaksız sahasında durma dan


GUREBAHANE-İ LAKLAKAN

147

dana gelen keşifler, fikir lehçesinin hududunu her gün bir adım daha genişletiyor. Halbuki orta tabaka ve işçi sınıfı en fazla 1 000 kelimelik bir sermaye ile yaşar. Köylünün lehçesi ise 500 kelime bile değildir. Onun için halk dilinde "işaret" birçok kelimelerin yerini tutar. Pazarlarda, çarşılarda müşte­ rilerin ekserisi, alacaklan malın ismini bilmedikleri için satıcıya "şundan ver", "bundan kes" derler. Aile dili de bu cins vuzuhsuzluklarla doludur. Bu müşahedelerden anlaşılacağı üzere, halk tabakalannı fikir tabakasından ayn tutan bilhassa anlaşma vasıtasının eksikliğidir. Bu anlaşma ancak halk lehçesini zenginleştirmekle mümkün olabilir; böyle bir maksat için "fikir" lehçesini daraltmaya imkan yoktur. Zira bu takdirde bizzat "fikir" ölür. Bugünkü medeniyet temellerinin üzerine kurulmuş olduğu esas fikirleri, birer hazine gibi taşıyan birçok kelimelerin halk için meçhul veyahut karanlık kalmasiyle, içtimai ve siyasi mürebbilerin işinin ne derece güçlüğe uğrayacağım burada uzun uzadıya izaha lüzum yoktur. Fen sahasında da terimierin açık ve daima aynı manayı taşımalarının büyük bir ehemmiyeti vardır. Fikirlerine emin malıfazalar bulamayan bir medeniyetin tefekkür kabiliyetini kaybetmekte gecikmeyeceğinden hiç şüphe etmemelidir. İKİ İki

ADAMIN

adam, vapurda

KONUŞTUKLARI yanımda oturmuş, konuşu­

yorlardı:

-

Galiba yeni nesiller hep cüce doğuyor. Şu kaç yaş verirsin. Eski zaman

karşımızdaki kıza


148

AHMET HASİM

hesabiyle on iki, on üç... Çok bile, değil mi? Sürmeli gözleri, boyalı dudaklan, göğsü açık, yeşil, ipek gömleği ve kürklü mantocuğuyle eski on iki yaşındaki sümüklü yumurcakl an hiç hatırlatıyor mu? Gözleri ne kadar olgun ve manalı! Bu, muhakkak bir cücedir. Ne dersin? - Spor, cüceleri dünya yüzünden kaldırdı. Kısa boylu Japon cinsi bile sporla üç parmak uzadı ... - Ben cüce sporcular bilirim... - Olabilir, fakat onlann çocuklan kendileri gibi bücür olmayacak. Karşımızdaki kıza gelince zannettiğin gibi cüce değil, sadece bir fahişedir. Son zamanlarda fuhuş, dünyanın her tarafında bu yaştakileri bile esirgemez oldu. Bir otomobil fenerinin körletici aydınlığı cinsinden esrarengiz bir ışık, şimdi her yaş ve her tabakaya mensup çocuk, genç ve ihtiyarlan tehlikeli uçurumuna doğru çekiyor. Bu keskin ışık demeti içinde, vahşi çekirgeler ve korkunç böceklerle beraber renkli bahar kelebekleri de uçuşuyor. - Bu neden? Acaba havaya gıcıklayıcı yeni bir gaz mı katıldı? İklimler mi değişiyor? Esrarengiz ışık dediğin şey de nedir? - Bu ış:rk kağıt paranın şaşaasıdır ki yagibi sönük bir maden kurşun altın, nında, kalıyor. Muhakkak keskin şarap, eskisi gibi artık üzümden değil, banknottan çekiliyor. Şimdi herkes anlaşılmaz bir aksülamel ile, yıkılmış bir dünyanm konaklı, uşaklı, atlı, arabalı, hırsız ve parazit kibarlan tarzında zengin ve refah içinde görünmek istiyor. Halbuki birçok insanların günlük nzkmı, Allah'-


GUREBAHANE-1 LAKLAKAN

,

149

ın

eli bir ta:bak haşlanmış kuru sebze halinde ayır­ Alemin nizamma rağmen, kuru sebze göz alıcı bir manto haline geldiği günün akşamı, aile sofrası hazin ve boştur. İşte o zaman fuhuş, "Faust" taki şeytan gibi ansızın peyda oluvererek malızun ve ümitsiz gözler önünde, kolay bir saadetin manzaralarını perde perde açıyor ve munis, ikna edici, tesirli bir sesle, zaten açlığın yarı yarıya yumuşat­ tığı tereddütleri büsbütün eriterek pençesini aciz avının etine geçiriyor. mıştır.

-

Ala... Fakat bütün bunlar zengin görünmek nereden geldiğini izah etmez.

iptilasının,

- Zannederim ki bu iptila lekeli humma gibi, bize Büyük Harpten miras kaldı. İnsanlığı vahşet haline döndürmesine ranıak kala:n o beş senelik felaket devresi içinde ateş ve ölüm hatlarına koşuşan zinde erkeklerden boşalıp tenhalaşan şehirlerde sevgililer ihtiyarlara ve sakatlara kaldığı gibi, güzel bir kadından hiç farklı olmayan "talih" de asker kaçaklarına ve hırsıziara bırakıldı. O suretle ki, küçük bir ambar katibini veya silik bir mahalle bakkalını bir Karun'a döndürmek için bazen bir gün kifayet etti. Rakipsiz bir mücadelede "zeka" nın yapacak bir işi olmadığı için, talih, kendini teslim ederken, akıllıları budalalardan ayırmadı. Serveti bu gibi aşağılık ellere bu kadar kolayca boyun eğmiş görenler, cüzamlı olmaktan, sakat olmaktan utanır gibi, fakir olmaktan da utanmaya başladılar. İşte bu suretle parasız görünmek utancı, dünya sahasın­ da namus utancını mağlftp etti. -

Namusumdan utanmaya

başlıyorum.


AHMET H!I.SlM

150

KIR Gündüz rahatsız edici kırlangıç ve serçe cıvıltı­ ları, gece, sonu gelmez böcek sesleriyle dolu kır­ larda geçirilmiş üç dört haftalık bir zamandan sonra ağaç, dağ, dere, koyun ve çobana karşı eski nefretim bin kat daha artmış olarak şehre dönüyorum. Kireçli topraklar üzerine se!'pilmiş fakir gübre kırıntıları ile beslenen tavukları aç ve horozlan isteksiz, yiyecek bir şey bulamamakta n kurt olmayı düşünen köpekleri dalgın; taranmamış kadın baş­ ları gibi ağaçlan karma karışık, havası sıtmalı, sulan yılanlı, yolları taşlı; yağım, sütünü, etini, sebze ve meyvesini olduğu gibi şehre gönderdiği için aç kalan kırlarda neş'esiz insanın yegane zevki, şehirden gelecek olanın yolunu saatlerce evvel, tevekkülle durup beklemektir. İyi bina, iyi kahve, iyi yol, iyi bahçe, iyi mektep, iyi gazete, iyi eğlence, iyi doktor, iyi avukat ilh... ancak şehirde bulunurken, hala köyün iptidai hayatına katıanınağa razı insanların mevcut oluşu hayret verici değil midir? Gelecek medeniyette birçok hastalıklardan eser kalmayacağı gibi, bir sosyal hastalıktan başka bir şey olmayan "köy" den de eser kalmayacaktır. Belçikalı şair Verhaeren 109 alev gibi yanan şiirlerinde kırlan emip boşaltan "şe­ hir" in korkunç cazibesinden bahseder. İngiliz hikayecisi Wells, bir asır sonraki alemde, orta derecedeki şehirlerin bile ortadan kalkacağını, bii.tün insan cinsinin birkaç büyük şehirde toplanacağmı, çiftçilerin her sabah tayyarelerine binerek tarlalara gideceğini ve orada birkaç makineyi harekete getir-


GUREBAHANE·İ LAKLAKAN

151

rnek suretiyle ayların işini bir iki saat içinde bitirdikten sonra müreffeh ve coşkun şehre döneceklerini haber veriyor. Şehir mahsulü olan edebiyatta kırların hala şiire konu teşkil edişi, ancak zaman şairinin bayağılığından ve muhayyilesinin aczinden ileri geliyor. Şehir paraziti şair, asırlardan beridir ki berber dükkanlarımn tavaniarına asılı kafeslerdeki kanaryaların çıkrık sesinden başka bir kuş sesi işitmiyor ve efendisinin bahçesindeki yıkanmış, taranmış ağaç­ lardan başka bir ağaç tammıyor. Şiir nesirden çok daha eski bir dil olduğu için, kır sakini olan iptidai insanın hayat çerçevesine ve duygularına ait, zamam geçmiş birçok şekiller ile doludur. Asırlarm nehirleri üstünde çalı çırpı gibi yüzüp gelen hazır hisler ve kalp şekilleri toplayıp kendine mal eden bu günün kedi gibi ehli şairi, bu suretle haberi olmaksızın kafese hapsedilmiş bir kaplamn şivesiyle konuşmuş oluyor. Sevimsiz kırların şehir şiirine hala konu teşkil edişi, dünyaya artık yalnız kötü şairin geldiğine bir alamettir.

MVRTECl MiMARI ve Terakki110 " yalnız siyasi bir partinin adı değildi; yarım yamalak tarihi bilgilerin ve ham bir zevkin kaynaklarından akıp gelen ilmi ve estetik bir akımın da ismiydi. Bir taraftan, sözde, inkılapçı ve yenilik taraftarı olan İttihat ve Terakki edebiyatı, diğer taraftan, ruh ve manada garip bir mazi hay"İttihat


AHMET HASİM

152

ranlığiyle malii.ldü: Bu edebiyat "hal" den nefret eden, "mazi" ye hayran, "şehir" den korkan, "köy" e doğru kaçan bir edebiyattı. Çoban türkülerinin şahe­ serleri yendiği ve tozlu kıyafethanelerden fırlayan, kırmızı şalvarlı hortlakların, tiyatro sahnelerinden taşarak, korkunç bir maskara alayı halinde, hayata akın ettiği zamanlar, "merkez-i umumi" nin iyi günlerine rastlar. İttihat ve Terakki, edebiyata bir köylü kıyafeti düzüp ağzına da yeşil kamıştan yontulmuş bir de düdük verirken, mimariye de bir cübbe ve bir sarık giydirmişti: Bu siyasetin mimarisi türbe ve medreseyi taklit eder. İşte o tarihten beridir ki İstanbul'un her tarafında bu biçim binalar inşa etmek ve bu mimariye de "milli mimari rönesansı" ismini vermek adet oldu. Halbuki yeni doğ­ muş dedikleri, hakikatte, çok yaşlı bir ihtiyar idi.

*** Asrımızın

kendine mahsus bir mimarisi olmave olmasına imkan bulunmadığı, artık herkesçe bilinen, münakaşaya değmez bir hakikattir. Ne garipti.r ki bu basit hakikati yalnız, bilmeleri lazım gelenler bilmezler. Şimdi her memlekette, aciz ellerin çekici altmda kanayan hasta merrnerierin eski üstat ellerine hasretle ağladıklarını, herkesten işiti­ yor, her yerde okuyoruz. Taşa hayat ve hareket vermek bahsinde, bugünün şeytana taş çıkaran hünerli insanları, iki üç asır evvel gelip giden saf ustalara çırak olmaya bile layık değildirler. Süleymaniye'nin taşlarını ölçen pergeli, düştüğü yerden kaldırıp kullanacak artık hiç bir insan eli yoktur. Sinan111 'ın dığı


GUREBAHANE·İ

153

LAKLAKAN

eserlerine karşı valih ü hayran durabilmek kabiliyeti bile, yaşayan en büyük mimar için, büyük bir şe­ reftir. Çünkü mimari güzelliğini artık biz, çağdaşlar, anlamıyoruz, duymuyoruz. Gözleri kör olanlar nasıl ışığı göremez, kötürüm olanlar nasıl yürüyemez, dilleri tutulanlar nasıl konuşamazlarsa, taşların havadaki nizam ve alıenginden hasıl olan güzelliği anlamayı veya meydana getirmeyi de biz şimdi bilmiyoruz. Bu melekemizde hasıl olan çöküntünün sebepleri çoktur, başlıcasını söyleyelim: Mimari, her san'attan ziyade hayat ve adetleri kopye eder. Muayyen bir inşa tarzına sahip olmak üstünlüğüne erişen o asırlardır ki, onlarda bütün bir millet aynı imanın mıknatısiyetine tutulmuş, aynı fikirle hareket eder ve aynı hırsla çalkanır görünür. Eskiden imanların en kuvvetiisi "din imam" olduğu içindir ki mimarinin en büyük şaheserleri şimdiye kadar mabedler ve türbeler olmuştur. Bu cins kuvvetiere artık baş eğmeyen asrımı­ mimarisi yoktur. bir zm

*** Cami, türbe ve medrese tarzı, padişahtan son nefere kadar, bütün Osmanlıların, kıyafetçe şeyhül­ islamdan ayırdedilmediği zamanlara mahsus bir mimaridir. Bu mimari ancak, yaşlı çınariarın gölge saldığı meydanlarda, palabıyıklı süvarilerin cirit oynadığı, davutların gümbürdediği, kırmızı ve yeşil bayrakların, havalarda sırma ve ipeklerini dalgalandırdıkları bir alemde mana alır. Sultan Selim dev-


AHMET HASİM

154

bugünkü yeknesak gıymışımıze göre bin defa daha göze cazip görüneceği muhakkak iken, canlandırılmasını düşünmek ne kadar gülünç ise bu dini mimariyi yaşatmak fikri de o derece gülünçtür. Sivri tırnakları çelikten bıçaklar gibi parlayan traş olmuş çehreli yeni erkekler, ve işitilmemiş, paha biçilmez hayvan kürkleri içinden, altın renginde yı­ lan gözleriyle bakan yeni kadınlar için, cami biçiminde "sinema" ve türbe şeklinde "hal" inşası fikri, ancak güzelliğin hidayetinden mahrum kalmış adamların şaşkın hayalinde vücut bulur. Bu tarzda maziye dönüş, bir soysuzlaşma, bir rının kıyafeti

irticadır.

YENİ BİNA şekiliere fazla rağbetin şu ahlaki ki yaşayanları hayatlarından zevk almaz bir hale getirdikten başka, gelecekten de ümidini keser. Arkaya baka baka, yere yuvarlanmaksızın, istenilen istikamette kaç adım gidilebilir? Ecdada hürmet, onları taklit etmekle değil, fakat azim, zeka ve kabiliyette, onlardan hiç de aşağı olmadığımızı ve bize bıraktıkları şeref mirasını omuzumuzda taşıyacak kuvvette olduğumuzu göstermelde mümkündür. Kasım112 veya Sinan'a hayran olmaktan başka yapacak bir hüneri olmayan bir mimar; Fuzuli113 , Baki114 veya Nedim115 'i taklit eden bir şair bu şanlı ecdat silsilesine torun olmaya layık

Maziye ait

fenalığı vardır

değildir.

Cami, türbe ve medrese mimarisi - dediğimiz gibi - eski hayatın bütün hususiyetleriyle birlikte


155

GUREBAHANE·l LAKLAKAN

bir şeklidir. Bu ölüyü diriltıneye kalkışmak, hayatı bir mezarlığa ve yaşayanları da ölülere döndürmek isternek gibi uğur­ suz ve boş bir hevesten başka nedir? Yeni insanla birlikte her şey yeni bir çehre almış ve yeni bir istikamete doğru çevrilmiştir. Esrarengiz bir şafak kızıllığıyle ruhları aydınlatan bu feyizli ve heyecan verici "yenilik" i anlamak, geri getirilmesi mümkün olmayan bir mazi için, boşuna inlemekten, daha kolay değilse bile, daha faydalı ve daha güzel değil · midir? artık

ebedi olarak maziye

karışmış

*** Eski hayat, baştan başa, bir nümayiş ve gösteriş hayatı idi. Az çok kolay bir geçim içinde, ömrü tatlı bir temaşa zevkiyle geçen eski Asyalı veya Avrupalı için, kadın, erkek, genç, ihtiyar, eşya, bina - hasılı göze görünen her şey - medeniyet seviyesine ve servet ve saman derecesine göre süslü görünmeye mecburdu. Tarihin kaydettiği o muhteşem unvanlar, anlattığı o karışık merasim, eski şiirin mübalağalı istia~ releri, müze vitrinierinde saklı eşya ve mücevherlerin açığa vurduğu bu hususiyetİn zamanımıza kadar gelen delillerinden biri de eski "bina" dır. Çiniler, nakışlar, kitabeler, çiçekler, altınlar, mermer, taş ve tahta oymaları; girintiler, çıkıntılar, hasılı binaya ilave edilen bütün o donmuş cisimler şehrayini, gösteriş iptilasmın mimariye aksetmiş eseri idi. Bu göz alıcı ziynetlerin, siyah ceketti çağdaşa nispet ve izafesi hiç kabil mi? Gündüzkü emeğine göre dinlen-


156

AHMET HASİM

rnek, eğlenmek, etrafını görmek için elinde yalnız "gece" si kalan çağdaş, şimdi şafaktan başlayarak guruptan sonraya kadar, hummalı bir faaliyetle çalışmaya mahkfı.mdur. İşlerinin büyük bir kısmını telefonla, telgrafla görür. Tren, otomobil, tayyare onu bir noktadan diğer bir noktaya şimşek sür'atiyle götürür. Onun için zamanımızda sokak hayatı, en az dereceye inmiştir. Mimarinin şaheserleri karşısında durup rahat rahat bakmağa, anlamağa, duymağa vakit yoktur. Bu sebeple zamanımız, feragat isteyen birçok faziletlere, safvet isteyen birçok güzelliklere inanmadığı gibi şimdi "mimari" ye de inanmıyor.

Hatta zamanımızda hiç bir ileri milletin "mimari" denilmeye layık yeni binaları mevcut olmadığına bakılırsa "mimari merhale" sine henüz geçmemiş olan bir milletin aşağı bir sosyal seviyede bulunduğunu iddia etmekte hiç bir garabet görülmemeli. Bir memlekette, san'atkarın hala kendi ilham ve hayaline göre binalar inşa edebilmesi, o memlekette, umumi servetin fena bir taksime tabi olduğunu, endüstri ve ticaret hayatının yokluğunu, nüfusun azlığını, arazinin kıymetsizliğini, zamanın bolluğunu, belediye kanunlarının gevşekliğini gösterir. Yeni bir Babil gibi yanyana konmuş esmer küpler halinde yükselen New York'u, durmadan gökyüzüne doğru uzamaya mecbur eden sebepler mimarın zevksizliği veya aczi değil, caddelerin yeni nakil vasıtalarına göre geniş ve düz tutulması lüzumu, arsaların pahalılığı, binaların acele yapılması mecburiyeti, nüfus kalabalığı, iş hayatının günden güne artan korkunç faaliyetidir. Mimariyi artık Çin


GUREBAHANE-1 LAKLAKAN

157

ve Hindistan'ın uzak eyaletlerinde, (o da bilmem ne zamana kadar) aramalıı. .. GVVEBCİN

parmak hesabıyle mani düzmeye başlayalı, bazı yenilik taraftarları, Türk sazını değ­ nekle idare etmeye kalkışalı, mimarlarımız arasında da, ne isimle yad edeceğimizi bilemediğimiz mahut medrese mimarisi yayılmağ·a başladı. Softanın başından çıkardığı sarığı andıran taş kubbeler, tıpkı mantarlar gibi, Türk seması altında yer yer bitmeye Genç

şairler,

başladı.

Otel, banka, mektep, iskele, şimdi dışarıdan minaresi ve içeriden mimberi eksik birer cami karikatürüdür. Bu tarz inşa usulüne mimarlarımiz "Türk mimarisi" diyorlar. Hakikaten bu çirkin taş yığınları Türk mimarisi midir? O halde güvercinler neye bu mimariyi bir türlü sevmiyarlar? Çini gibi, Şark mimarisinin tamamlayıcısı olan güvercinler, gökyüzünün her köşesinden üşüşerek, kubbe ve minare olan yerlerde küme halinde toplamrlar. Sinan'ın en hakiki hayranları, şadırvan­ lar etrafında, fıskiye serpintileri ve su alaimsemaları içinde aynaşan bu lacivert kanatlardır. Halbuki güvercinler, ne yabancı banka binaları­ nın sahte arabesklerine, ne de evkaf haniariyle vapur iskelelerinin kubbelerine ve süslü saçaklarına 1

Mimari hakkında bu iki makaleyi yazmak için bazı kaynaklardan ve bilhassa Camille Mauclair116'den

yabancı

istifade

edilmiştir.


AHMET HASİM

158

üstü ne görmebir cek bir anlayışla usta miştir. Güvercin, hayr et edile ayırmakta Sina n ve Kasım'ı aciz taklitçilerinden zerr e kada r tere ddü t göst ermi yor. şması Büy ük mimarlanmızın bazen fikir danı bir güvercinin de aza içi~ güzel san' atla r kuru luna seçilmesi acab a uygu n olmaz mıydı? Düyun-ı Umu miye nin danılan güvercinin konduğunu henüz bir kimse

aldanıyorlar.

YAKINDAN duğum öted en beri yazılannı az çok zevkle oku tanış­ de evin dost bir meşhur bir yaza rla geçe n gün k, dökü saçı sevimsiz, tım. Keşki tanımasaydım. O hada, insa n karşısın karnı iri, bayağı lehçeli zavallı daha yok oldu. biri nden yatımın güzel haya lleri ve mah rem iyet te n süku Herk es gibi ben de, , kita plar dan ında eserlerini okuduğum kimseler hakk i şişman, Birin nm. aldığım tesir e göre haya ller kura r eder vvu birini zayıf, birini zengin, birini faki r tasa hare ket ve bu esas lara göre onla ra ses, hay at ve ekseriyetle veririm. !şittiklerimle, yazı ustalarının rlu ve kusu riyle itiba temizlikten hoşlanmaz, şekil iğim bild nı klan hemen daim a kaba ve mağrur oldu düf tesa ren ve bun a istis na teşkil edenlere de nadi z beya hın r gibi, saba ettiğim halde, yine, hava i telle yak ve ve akşamın kızıl rüzgarlarında uzak, titre z bi.c fetsi zara ruhu bir kli kıcı sesle r duyu ran ahen tikde kten etme r vvu et kitlesi içinde birleşmiş tasa n­ düşü n annı kızl sinirim. Tıpkı mas um orta mek tep çup, mah e, haya.limd düğü gibi, ben de bütü n şairleri


mütereddit, az konuşur, nahif ve ürperen göl sazlan cikkatinde şeffaf gençler halinde görürüm. Fransa'da iken, gençliğimi uzaktan sıtma ile dolduran meşhur san'atkarların birçoğunu yakından görmek istedim. Loti düzgünlü ve rastıldı, cüce denilecek kadar kısa, yaşlı ve malızun bir bebek. Richepinm. yüzü can hırsiyle baştan başa buruşmuş ihtiyar bir çeribaşı. Regnier118 , sağ elinin iki parmağı sigara zifiriyle sararmış, uzun ve iki büklüm bir ihtiyar. Jacques N ormand 119 , kendisinden bahsetmeksizin iki söz söylemekten aciz, evin bir katından diğer 120 katına sepetle çıkanlan bir bunak. Genç Cocteau · ise, Montmartre'da kibar bir meyhaneci olarak karşıma çıktılar. Artık diğerlerini görmekten vazgeçtim ve aniadını ki gecelerimizin ufkunda, altın bir fikir meş'alelerinin ekserisi, uzakta ışık dağıtan gübre ve süprüntü tümsekieri üzerinde yanıyer ve şair yahut edip; hasılı umumiyetle san'atkar, çiçeklerin özünü güzel kokulu bala çeviren çirkin arı, parlak kumaşıann annesi iğrenç ipekböceği tırtılı ve yıldızlı gecelerde berrak sesi, yeşil ormanı, en derin göklerden en yüksek tepelerine kadar titreten esmer bülbül gibi, eserinden başka ele alınır bir tarafı bulunmayan hazin bir mahluktur. İki derin esrar kaynağı halinde yanan siyah, büyük ve munis gözlerinden "fikr" in emsalsiz panltısını taşıyan, sözü en sarhoş edici iksiı:lerden daha ziyade sarhoş edici, asil şahsı, eserlerinin şan ve şaşaasıyle yüklü bir insan tanıdım: Yakup Kadri. Birçok dahilerin, çetin ve karanlık bir hayattan sonra, ancak öldükten ve hayatlannın maddi izleri silindikten sonra halk tarafından keşfedilmi.s olma-


AHMET HASİM

160

benim için Hayat ve vücudun

bir şey yoktur. bir duvar gibi ki, ruhun beyaz ışıkları serna-

artık şaşılacak

larında

maniası, karanlık

yıkıldıktan sonradır

lara vurabiliyor. DREYKIDJD A KADlN MODALARI

Paris'te tanışmakla şeref duymuş olduğum Nuriye Hanımefendinin delaletiyle Dreykul'un hususi defnelerinden birine davet edildim. Herkes bilir ki kadın modaları bahsinde Paris şehri, dünyanın başında yürür. Yeryüzünün bütün genç kadın­ ları, her mevsim, süslenmek ve güzelleşrnek için, oradan gelecek emirleri beklerler. Bu öncülük hakkını Paris'e veren üç dört büyük müesseseden biri de, Champs-Elysees caddesinde gösterişli bir binası olan ve kapısında sırmalı uşaklar beldeyen Dreykul terzihanesidir. Dreykul, her altı ayda bir, mevsime göre hazırladığı yeni elbise modellerini, başlıca moda temsilcileriyle Amerikalı milyarderierin zevce ve kızlarından ve her türlü kraliçe ve prenseslerden müteşekkil müşterilerine teşhir eder. İnsan hayatın­ da mevsimlerin değiştiğini gösteren veyahut tarihi dirsek yerlerini teşkil eden günlerin ehemmiyeti ne ise milletlerarası moda aleminde de bu günlerin ehemmiyeti odur. Gizli bir peri ayinini andıran ve kadın şeklini yeni ve güzel değişikliklere uğratan bu eelselerde hazır bulunanların hepsi, müessese tarafından, ya doğrudan doğruya veyahut vasıtalı olarak davetlidirler.


GUREBAHANE-1 LAKLAKAN

161

Dünyanın büyüklerini ve zenginlerini yakından görmek, nasıl konuştuklarını, nasıl güldüklerini işit­ mek, lokmayı çiğneyişlerinı, su içişlerini seyretmek, insanı cidden malızun ediyor. Paradan fazla saadet beklernemeye alışmak için insan, zenginlerin civaOnların yakınında rında bir müddet bulunmalıdır. geçirilecek bir mevsim, bütün adi hırsıarı öldürıneye yeter. Karşımda oturan Yunan kraliçesi ve akrabasından tahmin ettiğim diğer genç bir kadın, halayık entarisi biçiminde uzun etekli adi bir yazlık elbise giymişlerdi. Büyük Alman ve Avusturya ticarethanelerinin şişman karınit patronları, tavır ve hareketlerindeki bayağılıkla dikkati çekiyariardı; hepsinin yumuşak yakası terden buruşmuş ve yamru yumru kunduralarının ökçesi yarı yarıya aşınmıştı. O gün anladım ki kibar İngilizlerin, yeni terziden gelen elbiselerini uşaklarına giydirip kullanmamakta hakları varmış; meğer fazla süs, zenginliğe değil fıkaralığa delalet ederıniş. Şimdi paha biçilmez kürklere sarılmış kadınlar ve göz kamaştırıcı kıyafette erkekler gördükçe, her tarafından iğrenç paçavralar sarkan bir dilenciye acır gibi acımak lazım geldiğini zannediyorum. Türkçe yazarken Dreykul gibi müesseselere "terzihane" ismini verınek belki bir yanlış anlamaya meydan verebilir. Kadıköy'ünün her mahallesinde, köhne ahşap bir evin kapısı üzerindeki teneke levhada şu "kadın terzihanesi" cümlesi, "terzihane" tabirine dilimizde hazin ve fakir bir mana verdirmiştir. Onun için "terzihane" ismi, Dreykul gibi müesseselerin çalışmasını aniatmağa yetmez. Bunlara "süs kimyahaneleri" ismini vermek daha uygun

ll


AHMET

162

HAStM

bir büyük imalathane nin mühendisi ve nıütehassıslan olduğu gibi, Dreykul gibi evlerin de emri altında çalışan bir sürü yardımcıları vardır: Bunlar kumaşlara görülmemiş renkler bulur, yeni dokular düşünür, sırmalar talıayyül eder, danteller işler, nakışlar resmeder; işitilnıemiş boncuklar, pullar, teller imal eder. Bunların başında büyük ressam, şair, müzisyen ayarında bir iki kudretli san'atkar tıpkı bir manzume için hayal, bir tablo için renk ve bir beste için melodi düşünür gibi, bütün milletierin edebiyatlarını, tarihlerınİ karıştırarak, havaya, ışığa, gökyüzüne bakarak, her mevsimde yaprak ve çiçek renklerindeki değişikliklere dikkat ederek, kadın elbiselerini yaratmak için ilhamlar ararlar. Dreykul'un bu sonbalıara mahsus hazırladığı modeller, sıra ile önümden geçerken gördüm ki, Paris kadını terzisi, "kelime" den ibaret fakir bir sermayeye sahip olan şairi pek çok gerilerde bırakmıştır. Elbiseler, duvarlara asılı değil, canlı mankenlere giydirilerek seyircilere gösteriliyor. Bu mankenlerin ekserisi Paris'in en güzel kadınlarındandır. Çalıştık­ ları müesseseden, ayda, bizim para ile yüz lira bile almazlar. Fakat dışarda zengin aşıklan, ayaklarının ucunu öpebilmek için heveslerine servetlerini hazır bulundurur lar. Birinin inci gerdanlıklan, birinin elyakutlan meşhurdur. masları, birinin zümrüt ve Buna rağmen mankendirler, çünkü: Para, zevk ve safa Paris'ine güzel bir kadını eriştiren en kısa yol mankenliktir. Kah bir Kleopatra121 'nın, kah bir Belkis122 'in ihtişamma biirünerek göründükleri bu

olur.

Tıpkı


GUREBA.HA.NE·l LAKLAKAN

163

defilelerde, zengin aşıkları bir bakış, bir gülüş ve bir tek gamze ile tuzaklarına düşürürler. Beni davet ettiren ve salonda yanımdan ayrıl­ mayarak , gözümUn önünden harikula de bir rUya gibi akıp geçen alemin hususiye tlerine dair, yorulma z bir liltufkarlıkla izahat veren hanımefendi, mehtap donukluğunda ve gurup kızıllığında sırmalardan bir elbise giyinmiş; mevzun ve havai bir yürUyüşle sağa sola dönerek yürüyen kesik sarı saçlı; vücudunun elbiseden hariç kalan çıplak kısımları tırnak izleri ve bere morlukları içinde bir taraftan bir müşteriye cevap verirken diğer taraftan , uzakta bir güzel arkırpıp şımarıkça küçük çapkınca göz kadaşına pembe dilini çıkaran genç bir manken i gösterer ek: - Bunu görüyor musunuz dedi bu, bütün zengin Paris'in payiaşamadığı Lusette' dir. Her akşam, beşte, onu gösterişli hususi otomobili gelip kapıdan alır.

Taze ve masum çehreli, büyük ela gözlü diğer bir mankeni gösterer ek: - Bu henüz on altısında bir İspanyol kızıdır, dedi, yaşı küçük olduğu için erkekler ona bakmıyor. Zavallı, arkadaşlarını kıskanıyor. Kederi çok olduğu zaman bana gelir ne zaman ben de büyüyeceğim. Ne zaman beni de sevecekler? diye ağlar. Yavrucağa ara sıra şeker alırım. Bu masum güzel çocuğu, üç gün sonra, gece yarısından evvel, meşhur bir dansing in kapısı önüne gelip duran mükellef siyah bir Limousin'den etrafında üç telaşlı ihtiyar aşıkla inerken gördüm. Teşhir edilen elbiseler, sokak, tiyatro, dans ve müsame re kıyafetinden yatak mahrem iyetine kadar


AHMET HASİM

164

bir kadının giyebileceği bütün elbiselerin, yeni mevsime göre icat edilen modelleri idi. Şiir başlıkları gibi bu elbiselerin: "çıldırtmak için", "baş dönmesi", "gurup", "sonbahar" tarzında hayali tahrik eden isimleri vardı. Belli idi ki bu elbiseler için Tunus, Cezayir, Çin, Hint ve İran'ın pazarları soyulmuştu. Cesur avcıların kuzey buz ovalarından, Afrika çöllerinden ve dünyanın insan ayağı değmemiş dağ­ larından ve ormanlarından getirdikleri yumuşak hayvan kürkleri ve bin renkte parlak kuş tüyleri, bir kadın mantosunu süslemeye ancak yetebilmişti. San'atkar yeni, eski, medeni, vahşi bütün kavimlere ait şekillerden, bütün iklimierin hususiyetlerinden faydalanmış ve gözüne ilişen her şeyden yardım görmüştü.

Gayesi sevdiğimiz kadını stislemekten ibaret olan bu san'atın, ruhu tatlı bir rüya uçurumuna doğru çeken eserleri karşısında, kendi kendime, İn­ giliz yazarı George Moore123 gibi düşündüm: - "Ey, en küçük heveslerine esir olduğumuz kadınlar! Söylemezsiniz ama pekala bilirsiniz ki bütün varlığınız erkeğin size karşı duyacağı aşka bağ­ lıdır. Erkeğin aşkı olmazsa, düşük omuzlu, kısa ayaklı, iri kalçalı, korkunç bir malıluk şekli almamza mani ne kalır? Erkek aşkına lisan veren dahilerin, sihirli aynalar teşkil eden ulvi eserlerinde aksinizi gördüğünUz içindir ki kendinizi beğenirsi­ niz." KEDİLER

Bu

kış,

bancı kız

MEZBAHASINDA

bir pazar gUnU, Boğaz sırtlarındaki yamektebini gezmeğe gitmiştim. Hudutsuz


GUREBAHANE-1 LAKLAKAN

165

eski bir Yunan tapınağının ölçülü mimarisiyle yükselen bu büyük müessesenin pazar münasebetiyle işsiz kalan bir kısım talebesi, kibar bir misafirperverlikle beni karşıladılar ve büyük bir nezaketle bana mekteplerinin çeşitli kısım­ Biyoloji laboratuvarında ispirto larını gezdirdiler. dolu birçok cam kavanozlar, hayvan böbrekleri, ciğerleri, kalpleri ve diğer iç uzuvlariyle dolu idi. Kızlar tafsilat verdiler. - Burada biz, hayvanları diri diri keser, üzerlerinde tetkikler yaparız. Mektepte her birimizin canlı bir kedisi, bir köpeği, bir tavşam var. Onları kendimiz besleriz ve sırası geldikçe birer birer çeker, teşrih masası üzerinde bağlar, klorformla uyutur keseriz. Kalbin atışını ve canlı uzuvların hareket ve vazifelerini bu suretle tetkik ederiz. Dünya üzerinde şefkat ve merhametin son sığı­ nağı zannettiğimiz kız kalbi, sıhhatle coşan bu keskin bakışlı genç kızların göğsü altında bilmediğimiz bir haşinlikle çarpıyordu. Sordum: - Böyle tecrübelere ne lüzum var? Burası bir tıp mektebi değil ki! - Biz burada her şeye hazırlanırız. - Her şeye hazırlanmak ... Masum hayatları öldürmek için bu kafi bir sebep mi? Acemi bıçaklar altında her gün birçok kedilerin, köpeklerin, tavşanların merhametsizce parçalandığı bu binada biz, dün kesilmiş bir kaplumbağanın sarı yumurtaları ve evvelsi gün biçilmiş bir kedinin böbrekleri karşısın­ da durmuş böyle konuşurken, uzun mermer koridorların karışık gecimetrisi ve ceviz kapılarm donuk parıltıları içinde, uzakta, dini bir musikinin, ruha mehkış parkları ortasında,


AHMET

166

HAŞIM

tap ışığı gibi yayılan akisleri inliyordu. Kızlara bu hususta ne düşündüğümü açıkça söyledim: - Sırf şu veya bu uzvun artık herkesçe ma~ lum olan hareketlerini sathice tetkik için, hepimiz gibi güneş altında yaşamaya haklı, günahı yalnız bizden zayıf olmaktan ibaret olan bir hayvanı kesrnek, bir genç kız kalbi için hayret edilecek bir metanet değil mi? Henüz ufak bir nezleyi bile tedaviye kudreti yetmeyen tıp adına bile bu gibi tecrübeler birçoklarıııca alelade bir cinayetten farklı addedilmiyo:r. Canlı üzerinde ameliyat yapmaııın (Vivisection) fecaati hakkmda bütün dünya zammı zaman nefret ve iııfialini göstermiştir. Diri hayvan üzerinde tecrübe yapmanın aleyhinde bizzat fen adamları tarafından yazılan yazılar, ciltler teşkil edecek kadar çoktur. Alim ve mütehassıs için bile caiz görülmeyen bu cemiyetlerin bir orta öğretim talebesi için eğlence olarak izin verilmesine siz ne dersiniz? Bu bir cellat oyunudur. Kestiğiniz hayvanların akan kanları karşısında kalbiniz hiç bir acı duymuyor mu? -Hayır!

Hissiz bir medeniyet terbiyesiyle idim. Ürkerek gözlerimi kapadım!

karşı karşıya


FRANKFURT SEYAHATNAMESI



IIARİKULADE

MUKADDlME İnsan, hayatının tatsızlığından ve etrafında görüp bıktığı şeylerin o yorucu aleladeliğinden bir müddet kurtulabilmek ümidiyle seyahate çıkar. Bu bakımdan seyahat "Harikuladelikler avı" demektir. Keskin akıllılar "Harikulade" nin zamanımızda artık bir manası kalmadığını söyleyebilirler. Harikulade hiç bir zaman hakikat sahasında var olmamıştır ki bundan böyle olsun. Başka bir münasebetle de söylediğim gibi, sırf kendi zihnimizin bir çalışma mahsulü olan ve sinema gibi bir kaynaktan dışarıya vuran "harikulade", birkaç aleladenin birleşmesin­ den meydana gelir. Öküz aleladedir, ağaç aleladedir, vakta ki öküz ağaca çıkar, barikulade vücuda gelir. Eski milletler, dinleri için lazım olan tanrıları hep bu düstur ile yaptılar. Yunanlılar, insan bedenini beygir vücuduyle birleştirerek Centaure124 denilen mitolojik yaratığı, Asurlular, insan başını öküz vücudunu ve kartal kanadını hep bir yere getirerek büyük mabudlarını yarattılar. Bu ameliye, hayal yaratıcı şairin her dakika yaptığı ameliyedir. Hele geçici bir şair olan seyyah, yabancı alemler içinde kendisine arız olan cahillik sayesinde etrafını daima uydurucu bir gözün hayretleriyle görecektir. Evliya ÇelebP 25 'nin eski Türki-


AHMET HAŞiM

170

ye'si, Comte de Gobineu126 'mm Afganistan'ı ve İran'ı, Pierre Loti'nin tstanbul'u, Paul Morand'ın New York'u, ancak seyyah gözünün yoktan yaratıp görebileceği birer harikulade hayaldir. İşte şilir ve seyyahm bu akrabalığı yüzündendir ki seyahat yazısı, hiç bir dil hünerine muhtaç olmaksızın, bir şiir kitabımn kardeşidir. Seyahatname okumanın tadını öteden beri bilirim. Bütün çocukluğum onlan okumakla geçti. Kış geceleri dışanda rüzgar ulurken, bir gaz Himbasının ışığını göz bebeklerimde, iki altın nokta gibi taşıyarak zengin bir ateş karşı­ sında, rahat bir koltukta okuduğum o Afrika ve Amerika seyahatnamel erinin masum ve namuslu üslfı.bundan aldığım tadı bana pek az edebiyat eseri verebilmişti.

edebiyatın rengini ve lezzetini pek iyi biliçin dıştan çok içten bahseden bu renksiz ve vak'asız küçük kitabıma "Seyahatname " ismini vermekle okuyucuyu aldatm1ş olmaktan korkuyorum.

Bu

diğim

A. II.

GECE yol notlan, rüzgarlı, karanlık başlar. gecesiyle bir sonbahar İstanbul'un denizini sinirli, ufuklarını mürekkep gibi siyah ve ü sküdar taraflarımn göklerini uzak bir yangının hafif lmmızılığına boyanmış bıraktım. Onun için zifiri bir karanlıkta tren Sirkeci'den aynlırken sinirlerim iyi değildi. !nsan geceleyin nasıl yola çıkınağa cesaret eder? Bu bir

hastanın


fRANKFURT Sil\'MB TNAMESt

171

Bunu, bir köşesinde büzülüp kaldığım koroparsiyah siyah düşünrneğe koyuldum: Gece her çeşit kuruntuların kafatasımızın kovuklarından çıkıp, hakikat çehreleri takınarak, sürü sürü ortaya dağıldıkları, yeri ve g-öğü tuttukları saattir. Uyku, geceye bir panzehir gibi tesir etmese, insan, karanlıklar içinde duyacağı ve göreceği şey­ lerle kolayca aklını oynatabilir. Uykusu kaçmış bir adam, oturduğu odanın penceresinden kendi bahçesine bile bakamaz; çitlerin genişlediğini, demirlerin, taşların, ağaçların, çiçeklerin en akla gelmez şekil­ Iere girerek bir şeyler fısıldaşmakta olduklarım, tüyleri ürpererek görür. Sonsuz karanlıkları, uzun ve büyük bir burgu gibi delip geçecek olan trenimizin kafası ve gözü, iki üç saat sonra uykunun ve yorgunluğun uyuştu­ racağı iki makinistin aciz kafası ve gözünden başka nedir? Alevlerin deli ettiği makinelerin bin bir ihanet ihtimaline karşı bunlara nasıl güvenilebilir? Sonra, karanlıkta çelik yolların asıl sahipleri kimlerdir? Bunlar, herkes uyurken, yıldızlar altında ne işler görür? Ölüm, canları gece alır, acılar gece çözülür, kaza ve kader, gece işini görrneğe koyulur. Nihayet uyumuşum. İkinci gün, güzel bir sonbahar güneşi aydmlığiyle, neş'eli Bulgar kırları içinde uyandım. tımanımda

BULGAR KIRLARI

Ali N aci121 , gayet güzel birkaç makale ile bizi yeni Bulgar medeniyetinden haberdar etmişti.


AHMET

172 Tanınmış

HASİM

taşıyan yazılarda edebiyatın ayırmalı. Usta bir kalem, övdüğü şe­

imzalar

payını fazlaca yin yazısı kadar güzel olduğuna herkesi inandırmayı bir şeref mes'elesi addeder. Onun için yazı, zevk vermekle yetinmeyerek öğretmek de istediği zaman gayet eksik bir bilgi vasıtası teşkil eder. Faraza mango meyvesini ömründe tatmış olmayana benzetme ile mango yedirmek kabil mi? Çinçinati şeh­ rini görmüş olınayana istiare ile Çinçinati'yi göstermek mümkün mü? Dünyada birbirine tamamen benzer iki şey olmadığına göre yazının başlıca ifade vasıtası olan "benzetme" hakikatte bir bozma ve yanıltına vasıtasından başka bir şey değildir. Henüz süt, yün ve çoban kokan ineili Bulgar kırlarında bir fabrika hacası ormanı görmedim. Bu kırlar, sonradan gördüğüm Macar, Avusturya ve Alınar kırları yanında ağza bile alınmaya değer şeyler değildir; bununla beraber bu kırların ne keskin bir belagati var! Doğu folklorunda adı sık sık geçen "gurbet" denilen şeyin Bulgar kırlarında, tepelere baykuş gibi tünemiş, uzakta hazin hazin gözyaşları döktüğü hissedilmez. Bulgar kırları, kurt ve çakal ini, karganın dolaştığı bir çöl değil, fakat aynı adamın mülkü olan hudutsuz bir çiftliği andırır. Burada her ağacın, her taşın, hatta her otun ve dikenin titiz bir sahibi var sanılır. Bu kırlar, beyaz koyun sürüleri, temiz köy evleri, sulu boya ile renklendirilmiş gibi sıhhatli köylüler, çalışan veyahut dinlenen yanık yüzlü sayısız işçi kümeleriyle dolu bir hayat yeridir.


FRANKFURT SEYAHATNAMESI

173

Bulgar istasyonlarında kısa duruş müddetince pencereden görebildiklerim: Fikrin henüz ziyaret etmediği dar alınlar ... Sert bakışlı yamasız, boz elbiseli köylüler, açıkta et satan perişan kasap dükkan· ları, iskemleli, gramofonlu mahalle kahveleri, ötede heride kırılmış aynalar gibi parlayan su birikintileri, çamura bulanmış kaçışan aptal kaz sürüleri v.s. Sofya istasyonunun etrafı, yağmurlu bir günde, hudutsuz bir bataklık ve anlaşılan her zaman, sonsuz bir süprüntülüktür. Ali Naci'nin anlattığı yeni Bulgar medeniyeti her nedense istasyonlara yaklaşmıyor.

IÇ SlKINTISI Sekiz saattir trendeyim. Tren boş ve neş'esiz. İçim sıkılıyor.

Yolun iki tarafında memleketler, kıt'alar akıp gidiyor, fakat göz için yeni hiç bir şey yok. Beş dakikada bir pencere değiştiriyorum: Aynı ağaçlar, aynı yollar, aynı dereler, uzun bir baş ağrısı gibi yolun iki tarafında tekrarlanıp duruyor. Rabbim! Şu manzara dedikleri ne sıkıcı bir şey­ miş!

Elimde büyük bir şairin harikulade kitabı var. Trenin anlatılmaz can sıkıntısını gidermek için kitabın büyülü nesrini mi okumalı, yoksa şu pencerelerin dışmda bin bir renkle kaynaşan fakat bir türlü değişmesini bilineyen hayatın dümdüz şeridini mi seyretmekte devam etmeli?


AHMET

174

HAŞiM

İşte halledilecek küçük bir mes'ele: Gerçi hayat, kitaba sığmayacak kadar geniştir; fakat tekrarlarla doludur. Kitap, tabiatta en büyük olan şeyin yani insanın en güzel balını taşımak itibariyle tabiatın genişliğine sahip olmağa muhtaç olmaksızın ona üstündür. Tabiatta insanın en büyük şey olduğuna şüphe etmemeli. Zira en karanlık bir Afrika'nın en kuzguni vahşisi bile, en akıllı bir fil, en tedbirli bir karınca ve en çok gelişmiş bir baubap ağacına zekaca bir milyon kere üstündür. İnsan zekası, tabiatm içinde değil, tabiatın yanında, ayrı bir kuvvettir. Tabiatı beğenmediği için değil midir ki insan zekası, şüri, miınariyi, musik1yi, dansı ve onların yanında, büyük küçük şu bir sürü hayat san'atlarını. yaratmıştır? Hayatımıza tat veren zevklerin hakiki yaratıcısı olan insan zekasının saf bir eseri olduğu için kitap, tabiattan büsbütün ayrı, ondan daha lezzetli ve ondan daha dinlendiricidir. Kitabıını okuyorum.

IUMILDAMAYAN

IŞllil.AR

Seyahat ne kadar rahat ve eğlenceli olursa olsun yine için için, anlaşılmaz bir endişe tohumu t~ır. En iptidai ve ağır kmvan yürüyüşlerinden en süslü ekspres ve tantanalı vapur seyahatlerine kadar yolculuğun btiti.i.n çeşitlerini denedim, hepsinde de aynı gizli acının içimi ısırdığını duydum. Akşam yolculuğun en keskin duygu saatidir. Yol cu üzerinde karanlığın bu tesiri nereden ge~ liyor?


175

'FRANKFURT SEYAHATNAMESi

Uzaklardan, nin

insanlığın

ta ilk hayvani geceleri-

hatıralarından.

Gece korku vaktidir. Göz artık vazifesini yaiçin yanlış şeyler görmeye başlar. Her gölge ot titreyişi, her yaprak kmuldayışı bir her >Oyunu, dUşman hissini verir. Sinirlerin diken diken olduğu bu karanlık saatlerde hayvanlarm birçoğu içi.ıı toplanmaktan, tünemel~:ten veya ine çekilip uzanmaktan ve yatmaktan başka yapacak bir iş yoktur. Elektri;ğin keşfine rağmen medeni şür vahşi şiir gibi hala :gece başlangıcının getirdiği hüzünden ve karanlığın uyandırdığı faciadan bahseder. Gecenin karanlıklan içinde seyyah nedir? İnine ,girmemiş, yolunu şaşırmış ve her an bir dilşmanın pençesine av olmak tehlikesi karşısında kalmış titrek ve zavallı bir hayvandır. Vagonların çelik şan­ gırtısı veya geminin gUrUltUsU içinde, esrarengiz bir talih işaretine doğru giden bir yolcu için salıilin her kımıldayan ışığı, yerlerini ve adetlerini değiş­ tirmeye lilzwn görmemiş makul insanıann mes'ut bir toplanma noktasıdır. Yolcu o ışıklara baktıkça kendisini siyah rüzgarlar eline düşüren deliliğin.i dUşünUr ve uzaklarda bıraktığı ılık bir oda ile dost bir lambayı, içi sızlayarak, hatırlar. :pamadığı

SİNEK

Bir

shıek

bir

kartalı

ka!dmp yere

ıturdıl

Ymıus Emro 12 >ı

Sinekten nasıl kurtulmalı! Ne memleket, ne ildim değiştirmek, ne de her tarafı cilalı ceviz tahtalada panl parıl yru.uin Av·


AH.MET HASİM

176 nıpa

ekspresiy le seyahat etmek bunun için

kan

değil!

sonra sinirlerim uyuştu, ufak kompartımarumda uzan-· diye kestireyim bir uyku üçgenler, daireler., kareler, dun. Havada vızıltıdaıı halezenla r çizen on, on beş sinekten bir tanesi beni<. gözüne ·kestirdi; süzülüp dudağımın bir lteııarma. kondu ve bir kurşun ağırlığıyle etime yapıştı. Herkes gibi sinekierin ahlakını az çok bilirim, onlara zıt gitrneğe gelmez. Bana musaHat olanın teslimiye timi görüp nihayet defolacağını umarak kımıldamaa dım ve müthiş bir sabırla benden uzaklaşmasım bekledim. Ne gezer! İğrenç böcek, düşüncemi anlamış ve sinirlerim in tahammü l kabiliyetini ölçmelr istiyormuş gibi, gitmek şöyle dursun, aksine yarım harap ettiği sinirlerim i son haddine kadar aşındırmak için konduğu yerde daha derin yerleşerek, ıslak hortumu ve soğuk hacaklari yle derimin üzerinde ağır ağır; küçük küçük ürpertici daireler çizmeye koyuldu. "İşkenceler Bahçesi" isimli kitapta anlatılan çin azaplarım kat kat geçen bu müthiş işkence altında fazla dayanamadım. Kırılan bir zemberek gibi bir an içinde bütün sabrım boşandı, gözüm karardı,. acayip, siyah ışıklar görmeye başladım ve bütün irademi kaybeder ek can havliyle kalkıp var kuvveFakat boş. O andan iti-· tinıle havayı tokatladım. döndürüc ü bir inat kav-· baş aramda sinekl?. baren ça, o bir an için havaçabaladık gası başladı: Ben laıuyor ve elimin hareket kavsi bitince, san.lti gülerek süzüle süzüle aynı yere gelip konuyor ve etimin:. üzerinde başladığı işkenceye rahatça devanı ediyordu. Başım dönmeye başladı; çıldırmış gibi yerimÖğle .yemeğinden


ın

FRANKFURT SliY AHATNAMESI

den fırladmı ve kompartımammı muzaffer sineğe terkederek kendimi koridariara atmaktan başka bir kurtuluş çaresi bulamadım. ALMAN

GECESİ

Macaristan ve Avusturya'dan itibaren içerde ve.· her şey bana değişmiş göründü: Geçilen meınleketlerin medeniyet ölçüsü olan vagon restoran hizmeti ve hat boyunca manzaralar... Sembolist şrurlerin bütün o titrek hayalleri karşımda hakikat olmuştu: Zümrüt ça~.rı.rlar ortasında pınl pırıl akan pembe akşam dereleri... Bunların kenarmda gilınüş yaprakları hafif rüzgarlada oynayan m€S'ut kavaklar... Oyuncaklar gibi en tatlı renklere boyanmış tül perdeli köşkler... Bunların etrafında otlayan sıhhatli, altın tüylü öküzler... Geçen trene, bir an balınıağa tenezzül edip başını çeviren baygın kadın bakışlı mağrur san beyaz inekler... Demiryolun iki tarafınaald tarlalar, kıymetli atlaslar gibi, temizlenmiş, ayıklanmış, taran..'llış, ekild miş ve ayrı renklerle yanyana ta ufuldara kadar dışarıda

uzanıyordu.

Belli idi ki büsbütün başka kudretlerle mücehhez bir a.leme ginniştik. Avusturya- Almanya hudut şehri olan Passau'~ ya girince bütün bu değişmeler benim için büsbütün akla hayret verici bir mahiyet almıştı. Sanki bindiğimiz tren ansızın büyümüş, genişlemiş; eşya som·· laşmış ve kibarlaşmıştı. Dışanda büyük bir istasyonun mimarlsi... geniş nhtımlar... havada elektrik saatlerinin ışıklı işaret-

bir

insanın yaşadığ'l

12


AHMET HASlM

leri. .. istikamet gösteren oklar... birtakım iri harfler... spor, dağ ve göl ilanları... Temiz tabaklar içinde elma, armut, üzüm satan ve sattıkları meyveler kadar pembe, sıhhatli, tertemiz giyinmiş çocuk~ lar ve kızlar... Passau'ya kırk dakika gecikerek gelen trenimiz kaybettiği vakti, Alman hatları üzerinde de muhafaza edemeyeceğinden, o istasyondan sonra gecenin karanlıklarına bir yıldırım çılgınlığıyle saldır­ mağa başladı. İçinde deliler gibi koştuğumuz gecenin yeniliğini tadabilmek maksadıyla kompartımam­ mın lambalarıııı söndürdüm . Trenimizin bir an içinde geçtiği bUyük istasyonlar ve bir iki dakilra içinde bitirdiği şehirlsr, penceremin karanlık camı üzerinde, korkunç birer kibrit gibi büyük bir hışırtıyle pariayıp sönüyordu. Dışarıda, gök gürültüleri ve şimşek panltıları zannettiğim şeyler, sadece yanımızdan akıp geçen fabrikaların, müthiş gürültüsü ve körletici ay129 dınlığı idi. Sanki Demirciler illihı topal Vulcain 'hı diyarına girmiştik.

Bu sırada gözüm kıvılcımlı, dumanlı semada ne tarafa gideceğini şaşıran bizim zavallı aya ilişti. Bu sarı ve perişan çehre bir gurbetzede nin acmacak çehresiydi. V ARIŞ

Seyahatimi n hedefi fi'rankfurt' a gece yansmdan sonra ikiye yirmi kala vardık; gecikmiş saate rağmen derinden derine her taraftan makine giiriiltüleri duyulan bu ticaret ve sanayi şehrille muhte-


179

FRANKFURT SEYAHATNAMESI

ekspresimi.zden kaç kişi indi tahmin edersiniz? iki kişi: Ben, Bir de midesinden rahatsız genç bir Romanyak Çelikten, camdan ve mermerden yapılmış girift ve havai güzelliği hakkında ancak Belçikalı büyi\k §air Verhaeren'in şiirlerinin fikir verebUeceği büyük istasyonun kocaman cam holü altında, boş nhtım üzerinde iki yorgun seyyahın uykulu ayak sesleri ne gülünç akisler yapıyordu. Gerçi Avrupa'nın en büyük istasyonlarmdan biri olan Frankfurt istasyonuna günde girip çıkan trenlerin adedi yi.iz ile sayılmaz; fakat uzaklardan, ta İstanbul'dan, Balkanlar'dan, Budapeşte ve Viyana'dan gelen büyük bir ekspresin nhtıma bırak­ tığı yük iki hastadan ibaret olduğuna. balnlırsa, bu etrafta mağrur çeliklerini büken Merilıli çevrenin gerçekte sessiz bir facia dekorundan başka bir ş em

yalnız

şey olmadığına inanmalı.

İlk adıında bitmiş

bir Almanya ile

karşılaşmış-

tık.

İstasyondan dışan çıktık: Düşüneeli

iki hammal civar bir otele götürüyor. Konuşarak arkalarından geliyo-. ruz. Etraftaki sessizlik ve boşluk o kadar derin ki, gayet yülı::sek demir direkler üzerinde etrafa keskin bir elektı·lk ışığı. dağıtan sayısız fenerierin gündüz gibi aydınlattığı meydanın asfaltı üzerinde ayakları­ nuz, iri takunyalar giymiş gibi gülünç patırWar yapıyor ve seslerimiz bir hamam kubbesi altmda konuw şuyormuşuz gibi, nispetsiz akisler uyandırıyordu ... çantalanmı.zı sutlamış

bizi, ismini

verdiğimiz


AHME'l' W..S1M

ıso

BtiYtJK BlB AVRUPA

ŞEHRI

büyük bir Avrupa şehri gören bir adam, kendini. sonradan göreceği bütün büyük Avnıpa şehirlerini evvelden görmüş sayabilir: Bu şe­ hirler o kadar birbirinin eşidir. Frankfurt ehemmiyetsiz bir yer sanılmasın: Eskiden Alman kayzerlerinin taç giyme töreni burada yapılırdı; meşhur Haydelberg üniversitesi onun manevi çemberi içindedir; Weisbaden, Homburg, Naulıeim gibi eski Rus prensleriyle İngiliz misyonerlerinin toplandığı en şık Avrupa kaplıcaları, uçsuz bucaksız parklan, zengin gazinoları, hayal dolu gölleri, siyah ve beyaz kuğuları, heykelleri ve fıskıyeleriyle, hep onun etrafındadır. Hele, nüfusunun onda iki nispetinde Yahudi olduğunu söylemek, bu şehrin iş itibariyle de ne büyük bir faaliyet merkezi Yahudiler büyük bulunduğunu aniatmağa kafidir. veya bu ist~a­ şu havada Onlarm gibidir: kuşlar ne cereyanlarının hayat mette uçuşu, yerde, bUyük büyük tarafa aktığım gösterir. Frankfurt'un eski refahından şimdi, sefalete düşmekte olduğunu, Yahudilerin artık kuzeye göç etmekte olduklanndan Hayatında

anlıyoruz.

Gece karanlığında içine girdiğimiz bu büyük Avrupa şehrini ikinci sabah, binalan, caddeleri, mağazaları ve kalabalığıyle görünce kendirnde en ufak hayrete benzer bir şey duymadım. Zira karşım~ daki o büyük hayat iniş ve çıkışının ismi Frankfurt olduğu gibi, pekala Paris, Londra, Viyana veya Budapeşte de olabilirdi.


i!RANKFURT SEYAHATNAMESI

Garabete düşmeden iddia edilebilir ki, büyük bir hareket medeniyeti olan Avrupa medeniyeti çerçevesinde şeklin fikirden fazla ehemmiyeti vardır. Kafası ne olursa olsun bir insanın Avrupalı ün varuna hak kazanmak için mutlaka sırtmda bir ceketi, ayağında bir pantalonu ve başında şu veya bu biçimde bir şapkası olmak lazım. Bu hazin ve renksiz kıya­ fet, medeniyetin üniformasıdır. Ganj suyu dolu bakraçları ve mukaddes keçileri ıortasında, beyaz kefenine sarılıp bağdaş kurarak Londra'ya seyahat eden GandP 30 hazretlerinin ağzın­ dan çıkacak sözler dinlenmeden o acayip kılığının Avrupa basınında nasıl müthiş bir skandal yaptığını hepimiz hatırlarız. Büyük Avrupa şehirlerinin bu şekil yeknesakhğına eklenen diğer bir tatsızlığı da, artık hayali neyecana getirecek hiç bir "sır" ra sahip olmamasından ileri geliyor: Bu şehirlerin hayatım yeraltın­ dan ve havadan düzenleyen müthiş makine ve elektrik mucizeleri, şimdi mektep kitaplarında çocuklara <>ğretilen birtakım basit şeylere dayamyor. Bunları :bilmek, seyahatin müka.fatı olan hayreti ortadan kaldırıyor.

Karşımda sanki yüz seneden beri tanıdığım fakat sekiz saatten beri misafiri olduğum Frankfurt'a bakarak eski altın şehirleri, o hayal sislerinde yarım görünen Kartaca'yı, Sidon'u, Babil'i, Ninova'yı düşünüyorum:

Yedi yıldıza göre yedi renge boyanan tepelerinde görü.."lmez mUnecciınlerin, anlaşılmaz hesaplar yaptığı geniş merdivenli kuleler... Granit ve· altın ;giitunlu yaklaş!lmaz tapınaklar... Bunların tehlikeli


ısı

ilil.hlar... Ve bu yabancı tanri..~ nların tüyler ürpert ici sırıtkan kırmızı çehrele in~ oteller furt'un Gerçi bu eski şehirlerde Frank bulari deki rahatı ve lokant alannd aki zengin listele gelen mazdım, fakat o cellat şehirlerinde, uzakta n keskin ne ve ler hayret li kuvvet ne yabancı için, ürperm eler vardı!

karanlığında düşUnen

CADDELER Sabah kahvaltıımıdan sonra otelimden çıktım~ Bana şimdilik her şeyi kapalı olan Frank furt caddelerinde gelişigüzel dolaşıyorum. Seyyahın yabancı kaldırımlar üzerin de göze çarpan bir acayip hali var: Gözleri, etrafta ki izahatsız. undan eşyayı kavram ak için yataklarından lüzum fazla fırlaınışlardır; kulakl an ise, işittiklerinin maleşmiş nasını seçebilmenin son gayret iyle, sersem şler­ dikilmi gibi lar yaprak başının iki yanında sınırlı patr meşhu gören ul'u dir. Victor Hugo' nun lstanb daima ın lak gözlil adaını bir karika tür değil, seyyah caddoğru kalaca k olan bir portre sidir. Frank furt delerinde, kabarık dikkatlerimle, kendimi bu karika türe dönmüş hissediyorum. Etrafıma bakınıyorum: bile görmediğimiz

geniş, geouçsuz eseri, metrik, temiz, pergel ve zevkin mel bucaksız caddeler. Bu caddel er o kadar mükem şeyler ki bunları "gördü m" diye ayrıca not etmeğiı kendiınce lüzumsuz bir iş saymıyorum. Büyük ve zengin vitrinleri, henüz elifini bilemediğimiz bir göz avlam a san'abnın zaıım incelik Haya.liınizde

kadar

müşterek


l'RANKFUR T SEYAHATNAMESI

183

pembe ayd..ınlığında parıl parıl yanan kocama n kristal camlarm arkasmd a adi bir meyv·e, çly bir biftek, bir cep defteri, bir halı, bir stilo, firuzede n bir bilezik veya pırlaııta bir kolyenin korkunç cazibesiyle gözü çekiyor. Caddele rin sağında ve solunda tıpkı !kinci Frederik 1 aııin meşhur piyadele ri gibi sert, bir sırada dizilmiş ve mağrur cepheler i baştan başa ticari altın yazılada kaplanmış granit renginde hayat kaynağı koca binalar.. . Bunlann bana verdiği göz zevkinde n burada ayrıcs bahsetmeyeceğim. Yalnız pencere ler üzerinde duracağım: Arkalar mda kış fidanlarının kırmızı çiçekleri ve iri yeşil yapraklarının tembel tembel dinlendiği, silinmiş bUyük kr'ı.stal camlı, bembeyaz tül perdeli mes'ut Frankfu rt pencerel eri! Hastahane, kışla, köşk, mağaza ve melı::tep pencerel eri burada hep Alman kadmlarımn eliyle, ruhu ayru nıahrem hulyalar la deli edeeek gizli bir saadet hüneriyle slislendirilmiştir. Yalnız Alman pencerel erinin sırrını kavrayıp getirece k olan bir kimse, kendini memlek etine glizel bir hi.zr.aet yapm:ı.ş sayabili r. ı.~akat bu muhteşem sokak dekoru içinde ne garip işler gören adamlar göze çarpıyor: İyi giyinmiş, .. iyi taranmış, ylizü rahat birtakım efendile r, caddeler in çeşitli noktalar mda küme küme durarak şarkı söyleyip mızıka çalıyorlar. Ne var? Bir umumi neş'e mi, bir bayram mı var? Hayır, ne neş'e, ne de bayram! Bunlar Almany a'nm, adedi günden güne artan sefalet habercil eri, işsizleri, dilencile ridir. Gelip geçenler in yolunu terbiyeli bir gülümse meyle kesen ve teneke kutular uzatıp kağıttan sarıt pembe, beyaz çiçekler dağıtaıı. şu adamlar ne L.<ıti-

leriyle

düzeltilmiş mağazalar... Sabahın


ısı

AHMET

HAŞiM

yor? Bunlar da artık Almanya'yı ağzına kadar dolduran sayısız sakat, faldr, hasta cemiyetlerinin sadaka toplayıcılandır. San bezden uydurma bir avcı üniforması üzerinde, uydurma bir kayış, uydurma bir matra ve bir muhayyel gelecek seferin uydurma donatımı ile erken si.islenmiş şu bayağı çehreli adamlar kim! Bunlar Hitler132 askerleridir. Etrafa yan bakarak, sessiz ve karanlık dolaşan kırmızı gravatlı gençler kim? Bırnlar da Hitlercilerden daha hayırlı olmayan komUnistlerdir. Akşam oluyor: l&civert gece, bin bir ışık beneğiyle caddeleri dolduruyor; karanlık köşelerde siyah mantolanna sarılmış birtakım korkak, genç kadın çehreleri belirdi. Bunlar bir değil, ilti değil, belki binlerden fazla! Bunlar ne? Bunlar da açlığın günden güne arttırdığı kıt müşterili Alman geıce fahişeleridir.

Almanya pembe ve büyük bir içi kurtludur.

elmadır.

Fakat

FAUST'UN MUREKKEP LEKELERI

Frankfurt'a gelene herkesin sordUc,~ ·Şunlardır: - Eski şehri gezdin mi? Rothschild133 'lerin evine gittin mi? - Goethe134'nin evini gezdin mi? Frankfurt şehri meşhur zengin Rothschild'in ve şair Geethe'nin vatanı olmakla iftihar eder. Vardığırnın ilk günü Goethe'nin evine koştum. Romanyalı hasta arkadaşım1a beraber.


Gün pazardı. Eski bir gUrültüsüz, tenha, temiz,

İstanbul sakağını andıran

bir sokakta eski bir İstanbul konağının tokmaklı kapısı önünde durduk ve bir elektrik zllinin düğmesine dokunduk . Goethe ne kadar büyük bir şair olursa olsun, ölümünde n yüz sene sonra, bütün duvarlan , bahçeleri, meydanlan taze sarı çiçekle:de dolduran bu neş'eli ve güneşli sonbahar sabahmd a loş bir sokaktak i loş evinde kendine kafi bir müşteri kalabalığı bulabileceğini pek de ummuyor dum. Şahlanan maddiyatın ruhunu yok etmesi gerekiyor sa, artık barikulad e fenni keşifleri sayılamayacak bir hale gelen, gökte koca Zeppelin133 'i uçurup kuşlan eski bir makine g'J.lünçlüğüne düşüren, Atıantik'te Bremen vapurunu işitilmemiş bir hızla kaydıran, hava azotunda n "sun'i gübre", odundan "şeker". kömürden "benzin çıkaran şu altın gözlüklü, kenevir saçlı, golf pantaloıılu kimya savaşı hazırlayıcılan genç "Herr Doktorlar" vatanında eslrl bir şairden başka bir şey olmayan Goethe'yi ölümünde n yüz sene sonra ziyaret edecek iki kişi bile bulunama z diye dUşünü­ yordum. Meğer aldanmışım. Bir mezara inecekmişim gibi soğuk bir ürpernıe ile açılan kapıdan içeriye _girince hayretten dona kaldım. Burada ruhun aydınlığı bir şafak ışığı gibi yüzüroüze vurdu. Evin içi talebe yaşında çoculdard an, kızlardan, şık ka. dm ve erkeklerd en, yaşlı efendilerd en meydana gelmiş gayet temiz ve heyecanlı, büyük bi:r kalabalıkla dolu idL Bunların hepsi de Alman'dı, yani bizim gibi merakın oraya çektiği seyyah ve yabancı cinsinden boş kayıtsız bir gölge yığım değil. loş


186

AHMET HASİM

Frankfurt'un z-engin ild üç ailesinden birine mensup olan Ck>ethe'nin konağı kuyulu idi. O zamanlar kuyusu olmak bir aile için mühim bir imtiyazdı. Ancak Rothschild'lerin, Goethe'lerin kuyusu vardı. Halk için sokakta çeşmeler akardı. Mutfakta Goetha ailesinin muhteşem kuyusuna saygıyle baktık. Mutfağın duvarları üzerinde dizili duran elli altmış tatlı ve pasta kabı Goethe'nin annesinin ne sıcak bir ev kadım olduğunu gösteriyordu. Ev, olduğu gibi muhafaza edilmişti. Bütün pencereler eskisi gibi çiçekli ve till perdeliydi. Şiirin hatırası bu evin her tarafında nefes alıyordu. Yüz sene evvel içinde can verdiği oda, memleketin her tarafından yeni gönderilmiş çelenk yığ·ınlarıyle dolu idi. Sanki ş8.irin cesedi henüz kaldınlmamıştı ve havada esen şan ve şerefinin kokusu o sabah açmış iri bir kır­ mızı gülün kokusu gibi taze ve kuvvetliydi. Nihayet ş8.irin çalışma odasına vardık. Kafileye kılavuzluk eden memur, üstü baştan başa mürekkep lekeleriyle kaplı eski bir yazı masası önüne gelip de "Ck>ethe Faust'u bu masa üzerinde yazdı. Bu lekeler Faust'un lekeleridir !" Çiediği zaman kalabalığın son dereceye varan meralo ve heyecanı, ışık halinde gözlerden taştı. Herkes o mukaddes gölgeleri yakın­ dan görmek için, medeni nezaketi unutarak masaya yaklaşmak üzere kendine bir yol açınağa çalışıyor­ du. Bu hayran gözlerde lekeler, müı·ekkep lekeleri değil, fakat bir ebedi lacivert semada, namütenahi yıldız serpintileri idi.


FRANKFURT

SliYAHATNAMESİ

187

Büyük Türk yazarı dostum Yusuf Ziya, gidişim münaseb etiyle yazdığı kısa bir şaheserde yolcuhı­ ğurnun sebebini a.nlatmıştı: Ölümde n beni kurtarmış ülan dostlarım ve yüksek kıymetli doktorlarım ibsan Rıfat ve Fazıl Şerafeddin Beylerin uygun görmesi yle, İstanbul'da tedavisi nin bir kısmı yapılan böbrekle rim hakkında fikrini almak üzere Fnmkfu rt'a, miitehas~ns profesör Volha:rd'ı görrneğe gitmiştim. Gayet usta bahçıvanların düzelttiği büyük bir bahçede belediye hastaha nesi içinde ayrı bir bina teşkil eden Volhard kliniğine gittiğim zaman, bir müze veya bir güzel san'at akademi si kapısından giriyonını sandım. Bu klinik, fennin manasını ters anlamış birtakım dar kafalı zevksiz ve anlayışsız adamların kurduğu bir yer değildi. Altmış yaşına rağmen henüz yemyeşil bir çmar tazeliğiyle duran ve hastaha nenin merdive nlerini bir kedi sür'atiyl e çıkan güzel kumral sakallı, neş'eli ve şakacı profesör Volhard , bu güzel binamn bütün hayatı idi. böbrek ve yürek ktiniği yalnız Volhard'ın Üç katın bütün o yeridir. tedavisi larının hastalık dan oraya düşmüş acıların yürek şık ve temiz odaları için kliniğin Onun idi. genç ve güzel kadınlarla dolu hafif havasında, iğrenç klorofor m veya asid fenik buharla n yerine hafif pudra ve mahrem lavanta kokularııun uzak, hisli akımları dolaşırdı. Klinikte başlıca i.liç, tuz yememe k ve tabii halinde en çok tuzu olan süt içmerne kten ibaretti. Zira burada tuz, böbrek, yürek, damar ve damar tazyikin in en büyük


ve belki de yegane

düşmanı sayılıyordu.

Hastalara ve alelade tuzdan hemen hiç Citrovin isimli bir madde verili-

Almanların keşfettiği farkı

olınay&n

yordu. Bir gün doktorlarımdan birine bu tuzun beni ne kadar memnun bıraktığından hiç bir şey dil.şün­ meyerelr balısetnı.iJiıtim. Doktor, bir hastasının bu kıyınetsiz memnun.iyetini büyii.k bir takdir nişanesi gibi hemen o gün telefonla fabi~ikaya bildirmişti~ Niçin? Bilmiyorum. Bir sabah kahvaltımı yaparken bana gösterişU bir zarf getirdiler. Bu mektup Citrovin fabrika.Sın~ dan geliyordu. Tuzları hakkında doktoruma göster-miş olduğum memnuniyetteıı dolayı bana hararetle te.5ekkür ediyor ve fabrikayı ge7..mekliğim rica edilerele ikinci gün saat onda bir otomobilin klinik önünde emriine hazır bulmıac.ağı bildiriliyordu. Ertesi gün denilen saatte şLlı: bir araba beni ve has~ tahane arkadaşım Vedat Fuad Bey'i alarak şehir dışındald Chemiwerk fabrikasına götürdü. Bizl en ince bir nezaketle her tarafı bembeyaz ve zemini kan kırmızı modern bir bekleme salonuna aldılar. A:t. sonra bizi kabul eden genel müdür Mr. Ablınaruı. fabrikada göze çarpan güzellik ve temizlikten aldı­ ğımız intibadaıı bilhassa duygulanmış göründü, dedi ki: "On sene evvel bir küçük odadan ibaret olan bu gördüğünüz koca fabrikayı yaparken şunu ispat et~ rnek istedim: Elinde bir fen aleti tutan adamın her tUrlU güzellik hislerlııden mahrum, kaba ve fena bir adam olması ıaz..m gelmez; bir fabrikanın da siyah, kirli ve fena kokan bir yer olması gerekmez.


1'MNKFURT SllYAHATNAMESl

Görüyorsun uz ki sözümü tutmuşuın. Memurlar ve işçiler burada neş'e ile çalışırlar ve akşam işleri bitince, bir hapishaned en çıkar gibi, kendilerini sokağa dar atmazlar!" Hiç bir ticarl kıymeti olmayan bu iki ziyaretçiye fabrikainn her tarafmı uzun uzun gezdirdikte n sonra onlan en büyük itinalarla yine geldikleri yere gönderdiler. Aym gün öğleden sonra fabrikadan bir telefon: Fabrika bizi akşam için bir eğlence yerine davet ediyordu. Genel sekreter Mösyö Haas fab-. rika davetlilerin e eğlence yerlerinde kadınsız bir bekv..r grubu çirkinliği vermemek için genç nişanlısını da bize katmıştı. Böyle hiçten başlayan bu mUnasebet yavaş yavaş o şekil aldı ki, artık her gün Mösyö Abkaann sıhhatimi ya bizzat ya telefonla soruyor ve her altşam Mösyö Haas bana hastahaned e geç saatlere kadar arkadaşlık ediyordu. Frankfurt' tan ayrıldığım gece, garda, sabahın beşinde beni uğurlamağa gelen dostlar arasında Mösyö Haas da duygulu bir çelıre ile duruyordu. HASTA

Hasta telakkisi bizde ve orada ne. kadar bir» birinden ayrı şeylerdil Bizde hasta cezalandı:r-Jması lfi,znn bir kabahatli ve her türlü cefalara liy:ık bir suçludur. Nabzmız fazla arttı mı, ateşten yüzünüzün derisi azıcık kızardı mı, hemen zalim çehreli fen ve ceııat suratlı şefkat baş ucunuzda iki zebani gibi dikilir. Tataız tuzsuz yemekler yutmak, iğrenç mayiler içmek, kapalı odalarda günlerce mahbus


190

AHMET .HASlM

kalmak, kalın hırka.lar giymek, korkunç kuşaklar sarmak ve başında yığın yığın sargılar taşımak gibi işkencelere bizde tedavi ismi ver.Jir. Bu anlattı­ ğımız hasta kılığıyle sahneye çıkacak bir adam seyircileri kahltaha ile güldürmekten emin olabilir. Fransız tiyatro yazarı Moliere en eğlenceli şahıs~ larından birini bu hasta tipinden çıkarmıştır. Denilebilir ki bizde bin sene evvel hasta ne ise bugün de hasta odur. Kağnı gibi hasta. da .hiç bir ilerlemeye mazhar olmamıştır.

Şifa vasıtası oldukları şüpheli, fakat hastalık­ tan ayrı bir elem ve ıztıraba sebep oldukları muhakkak olan bu iptidai işkence malzemesinin, orada artık tarihe bırakıldığını tedavim sırasında gördüm. "Regime" yemeklerinin tiksinilmeyecek bir hale getirilmesi bugün birçok fen adamlarmm çalışma konuısunu teşkil ediyor. Şimdi birçok koca kimya fabrikaları, hasta yemekleri için lazım gelen vasıflara sahip baharlar, tuzlar, sirkeler, tuı·şular, sa.lçalar. şekerler yapıyor ve hastalığa karşı tahammülü koiaylaştırmağa çalışıyor. Hatta et yiyerneyenler için bir cins nebati et yapıldığını ve bundan kotlet, fileto, biftek pişirildiğini işitrniştirn. Bilmem mübalağa mı? Hastanın ağız ve burun haklan bu suretle tatınin edildikten sonra göz hakkına riayet edilerek. karşısında ıztırabın kötü çehresini peçelemek maksadıyle hastahane binaları zengin büyük bahçele:r. uzun gül tarhları, havuzlar ve fıskıyeler ortasında yükseltilmiştir. Bu güzel çerçeveyi temiz kıyafetli


FRANKFURT SEY AHATNAM!'Sl

çehreleri canlandırır. Buralarda acı hatırlatan hiç bir şeklin, hiç bir rengln, hiç bir kokunun hastalara kadar sokulup ruhu rahatsız etmesine imkan verilmez. Volhard'ın kliniğinde, muayene ve ilaç saatlerinden sonra, bütün hastalara olduğu gibi bana da her gün şehre gidip gezmemi, hele akşamları tiyatrolara gitmemi ve içki olarak bir kadeh bira içmemi ısrar ile tavsiye ederlerdi. Hastanın böyle gezintilerden alacağı zevk ve onların vereceği yorgunluklara karşı göstereceği mukavemet tedavide takip edilecek birer yol işareti idi. Fakat ben, böyle tavsiyeler karşısında kalınca acayip bir gıcıklanma duyar ve ahlaka uymayan bir ayartma sesi duyan bir kimse gibi kızarırdım: Zira ben bir İstanbul hastası idim! hastabakıcılann neş'eli

BİR ZİHNİYET

F ARKI

"Yalan" büyük bir kıymettir. Zamanlarnun en meden1si ve medeniyetleri, ruh itibariyle, bugün bile erişilmez bir model kabul edilen eski Yunanlılar, "yalan" ı Hermes isminde genç ve güzel bir ilahın şekliyle temsil ederlerdi. Hermes'in ağzından altın zincirler akardı; bunlar, dinleyeni söyleyenin ağzına bağlayan sözün ve yalanın sihirli bağ·ları idi. Estetik işleriyle az çok uğraşanlar bilir ki olmuş vak'aların doğru anıatılışı gayet kötü eserler meydana getirir. Yalanın ilahi nefesi üzerlerinden geçmedikçe ne ses, ne renk, ne taş, ne tunç


AHMET

JS2

HASİM

san'at eseri haline gelemez. "Güzel", "yalan" ın çocuğudur.

en güzel kullanmış olanlar eski Şarklı­ Onun içindir ki, bugünkü sukutuna uğrama­ dan evvel Doğu masalı ve Doğu adetleri yalanın altın çiçekleri idi. Doğu'nun içerilerine girdikçe, "yalan" ın daha büyük nispette hayatta rol aldığı görülür. ince ve artist Japonların adetlerinde karşısm­ dakine "hayır" demek yoktur . Yalanı

lardır.

...

** Frankfurt'taki klinikte gece nöbetini yapan hemşire, taze, temiz, sporcu bir Alman kızıydı. Gözünün bebeğinden, ruhunun dibini görmek güç değildi. Akşamın sekizinden sabahın sekizine kadar, her gece, bütün hiddetli zil seslerine, genç, yaşlı, sinirli veya bunak türlü türlü hastaların ağrısına, bağırmasına, şımarıklığına, nöbetine aynı sükunla. aynı gülümsemeyle lmşan ve her içine girdiği odaya bir şefkat serinliği getiren bu kızın hizmetinden o derece memnundum ki, bir gün söz arasında ve bir iltifat olsun diye: - Seni İstanbul'a götürelim! dedim. Tabii benim için buna imkan yoktu. Bu, sadece bir nezaket yalanı idi. Kız cevap vermedi. On gün geçti. Bir akşam, ben çağırmadan odama geldi. Çehresi sevinç ışıkları içindeydi. - Teklifinizi mektupla anama babama bildirmir:)tim. Şimdi cevap aldım. İstanbul'a gitmem için müsaade veriyorlar. Dona kaldım!


FRANKFURT SEYAHATNAMESl

193

ALMAN AİLESİ

Yürümenin, gezmenin, hatta eğlenmenin sıhha­ tim işlerinin içinde olduğunu söylemiştim. Onun için bazen dizierirnde derman olmadığı halde, yine şehre gitmeyi ihmal etmezdim. Vakitleri müsait oldukça sevgili Türk talebeleri de bu gezintilerde bana arkadaşlık ederlerdi. Gündüz vakit geçirecek yer bulmakta gUçlük çekmezdik: Bahçeler, caddeler, ormanlar, müzeler, büyük kahveler bize açıktı. Fakat gece, gidilecek yer bulmak halledilmez bir mes'~ ele olurdu. Frankfurt gecelerinin karanlığı kadar fakir bir karanlık bilmiyorum: Kahveler yeknesaktır, kabareler soğuk ve tenhadır. Varyete tiyatroları eğlencesizdir, dansingler tatsızdır, sinemalar ise dil bilmeyen bir adam için birtakım ahmakça resimlerin birbirini kovaladığı bir sinir ve iç sıkıntısı yeridir. Ne yapmalı? Bazı akşamlar saatlerce gidilecek bir yer araştırınakla uğraşır ve nihayet bir şey bulamayarak, meyus, her gün gittiğimiz ve havasından artık bize usanç gelen Viyana kahvesi'nin altın tavanları altına sığınır ve o dinlendirici, yumuşak koltuldara bitkin, kendimizi atardık. Bu bahse dair bir Alman dostumuzla konuşma: - Altı yüz bin niifusluk bir şehir için eğlence fukaralığınm bu derecesi garip değil mi? - Almanya'da eğ'lence şehri Berlin'dir. Berlin dünya geceleri içinde bir ışık alıtapotu gibi yayılmış, diğer medeni eğlence merkezlerinin kanını emiyor. Frankfurt'a gelince, o, bt\tün ikinci derece Alman şehirleri gibi ahalisi saat onda horlayan tat13


191

bir aile şelıridir. Burada yalnız aile saadetini ar am alı. Frankfurt'ta nişanlanmış olan bir dostumuz şu "aile saadeti" sözü üzerine güldü: - BugUnkü Alman ailesinin saadeti hakkında size bir fikir vermek üzere kendi ailemi anlatayım: sız

Kaynatam Kaynanarn En büyük

Demokrattır

baldızım

Ortan<~a

En ufak Oğlan Çocuk

"

"

Katollk partisindendir Komünisttir N asyonal sosyalisttir N asyonalisttir Merkez partisindendir

Her akşam soframızda bu altı zıt inancın savaşları olur. Evvel& tartışmalar, bağ·ırmalar, sonra sinir buhranları, ağlamalar ve nihayet bayılmalar... Komünist baldızıının kolları bağlanıp bir odaya hapsedilinctye kadar bizde rahat yemek yemenin imkanı yoktur. SiNVAPJLAR,

KUŞLAR

VESA!RE

Odam birinci katta. Pencerem bahçenin tenha ve bir köşesine bakar. Yalnız kaldığ"Im zamanlar bu pencerenin önünde oturur, çimenlere, ağaçlara, rüzgar elinde yaprakların oyuaşmasına bakar, böylece gözlerimi eğlendirirdim. Bu bahçe köşesinde kuşların pencereme kadar yaklaşması ve bir böcek parçası için kanat kanada döğüşmesi ne eğlenceliydi! Hele ağaçlardan inen kına renkli sineabm çimenler üzerinde sıçraya sıçraya gitmesi, yemyeşil


FRANKFURT SEYAHATNAMESi

195

ikide bir yerde bulduğu yiyeceği elleri arasına alıp, iki ayağı üzerinde kalkması ve küçücük gözleriyle etrafı gözetleyerek kemirınesi ne dinlendirici bir tubiat ve safvet tablosu idi! Sineapıarı yakından tanırım. Çocukluğum dağ­ lık, yabani bir memlekette geçti. Orada biz çocuklara, oyuncak yerine, ayı yavrusu, lı::araca, tilki veya sincap getirilirdi. Üst katta, sandık odasında, dolaplar arkasında tilkilerimiz saklanırdı; bahçede büyük bir ağacın gölgesinde esir bir karta!, tayyare genişliğindeki kanatlarını germiş, pençelerini tutan koca bir zinciri şıngırdatırdı; ayı, hamurdanarak bahçenin yüksek duvadan üzerinde dolaşır ve kurKurnaz ve çevik şun hızıyle uzaklara taş atardı. sineapiarı evde tutmak kabil değildi; getididikleri gün boyunlarma geçirdiğimiz parlak çmgıraklı kır­ mızı tasmalarıyle ellerimizden kaçar ve büyük çitlembik ağacının sık yapraklan içinde kaybolurlardı. Günlerce bahçemizin ağaçları bir yerde durmayan esrarengiz ince çıngırak sesleriyle çınlar dururdu.

Bu derece korkak bir hayvanın Frankfurt hastahanesi bahçesinde hemen hemen insan hacakları arasında böyle emniyetle dolaşması bana hayret verirdi. Fakat oralarda bu dostluk yalnız sineapıara has değildir. Umumi parklarda serçeler gelip parmaklara konar, kumrular omuzlara yerleşir, göllerde ve havttzlarda altın gözlü balıklar kendilerine uzanan ele dostça yaklaşırlardı. Hayvanla insanın bu güzel arkadaşlığına, görAvrupa şehirlerinde rastladım. Bu düğüm bütün


AHMET HA:$ ı M

196

dostluk bazı yerlerde hayvana bir nevi şımarıklık bile vermiştir. Venedik'de San Marco meydanında seyyahlar. hatıra fotoğrafı çıkartmak için ellerinde yem, güvercinlerin tenezzül edip yaklaşınalarını beklerler. Bir gün kuşların iltifatına bir türlü mazhar olmayan şişman bir kadının sinirden hıçkıra hıçkıra ağladı­ ğını görmüştüm. Kuşlar her nedense bu kadını sevmemişti.

SONBAHAR

Sonbahar

aylarında,

kendisiyle birlikte, tenha al meyveli kocayemişi fidanları arasmda dolaştığımız bir fransız dostum bana daima derdi ki: - Sizin sonbaharmız olamaz, çünkü ağaçları­ nız a.Z ve ekim ve kasım aylarmda sararıp dökülen yapraklarınız kafi değ·il. Sonbalıarı gelip de bizim memleketlerde görmeli... Fransa'ya birçok defalar seyahat ettim. Fakat ikametlerim hiç sonbalıara rastlamamıştı. Bu defa Avrupa sonbaharmı Frankfurt dağlarında doya doya seyrettim. Hala gözlerim gördüğü o muhteşem şeyin yığın yığın ihtiyar altınlarıyle kamaşmakta ... Yalı:acık

kırlarmda

"' ** Almanya'da on on iki seneden beri yerleşmiş Franld'urt'a yakın kibar Homburg köyünde şık bir moda mağası salonu sahibi olan ve müşteri­ leri arasında eski Kayzer'in karısı ve kızları bulu-

ve

şimdi


fRANKFURT SEYAHATNAMESI

197

nan aziz hemşehrimiz Niyazi Bey, beni bir pazar günü köyüne öğle yemeğine davet etti. Bizi yünlü bir spor kostümü içinde, sıhhatten her tarafı gülen pembe bir çehre ile karşıladığı istasyonda hemen şunu teklif etti: - Yemekten evvel otomobille bir dağ gezintisi yapalım ... Hayretle kabul ettim. Zira, kafamdaki bütün dağ mefhumları uzak, sert, vahşi ve korkunçtu. Çocukluğumda gördüğüm Kürdistan dağlarını düşün­ düm: Erimez karlarla parlayan çatallı tepelerini mor ve kızıl fırtınaların boğuştuğu kızgın ufuklar üzerine sıralayan o karanlık renkli devler gözümün önüne geldi. Bu dağların gecelerinde, büyük alevler etrafında ısınınağa çalışan pos bıyıklı eşkıya halkalarını, sinsi canavar baskınlarını, derin derelerin dibinde yılanlar gibi sürüklenerek çağlayan suların Bu yaman dağların hayalini feryadını hatırladım. hatırımdan silince, bu sefer Anadolu'nun yorgunluktan yere çökmüş, tüyleri .dökük develeri andıran o hüzün, ölüm ve yokluk çıkmtıları gözümün önüne geldi. Hiç dağda gezinti mi olul'? Otomobile bindik ve uzun bir asfalt yol üzerinkoyulduk. !stanbul Belediyesinde terkoşmağa de biyesini yapan bir adama göre asfalt bir yol nerede başlar ve nerede biter? En işlek bir yerde başlar, fakat en münasip ve en yakın bir yerde ansızın kesilmek için. Hayretle görüyordum ki, otomobilimizin tekerlekleri altında serilen siyah yol hiç bir noktada kesilmiyor, durmadan açılan bir seccade gibi ufuklara uzanıyor, tepelere tırn1anıyor ve sonu gelmez ovalarda büyUk çaprazlar çiziyordu. Nihayet


AHMET HAŞI:!.\1

198

otomobilimiz

durdu.

noktasına varmıştık.

'l'onoz dağmm bir yüksek Marnur bir ormanm ortasına

indi k. Hava bulutlu ve üzerinde durduğumuz tepe rüzAğaç denizinin üzerinde büyiik gölgeler garlı idi. kımıldamyor, dallarda uzanan hışırtılar, ağaçtan ağaca sürüklenerek, ormanın kızıl derinliklerinde kayboluyordu. Orman yapraklarının bir kısmı yerleri kaplayan sonbahar çemenlerinin üzerine dökülmüş, bir kısmı da henüz dallarında idi. Fakat, yerde ve daldaki yaprakların hepsi de kırmızı ve sarı idi. O kadar kırmızı ve o kadar sarı ki, sanki büyük bir yangının alevleri ormanın her tarafını sarmış ve bütün ağaçlar büyük birer meş'ale halinde bu bulutlu sonbahar göğü altında sessiz bir yanışla yamyorlardı. Çürümüş yaprak, nemli toprak ve yağ­ murlu bulutların elektrikli akımlarını koklaya koklaya akşam alacalığını andıran bu serin sonbahar esmerliği içinde bu hayali altın yangının seyrine hayretle daldık ...

BULUTLU HAVA gelip beni muayyen geceyi güncamlarında pencere saatte uyandırmasa, görmefarkı düzden ayıracak en ufak bir aydınlık diğim için, gece hala devam ediyor zanmyle yataBazı

sabahlar,

hastabakıcım

ğımdan kalkmazdım.

Biz kendi bulutlu havalarımıza bakarak Avrubir yağmurlu gününün ne olduğu hakkında fikir edinemeyiz. Bu, büsbütün ayrı, nefes kesici. sinirlendirici, ağlatıcı, deli edici bir şeydir. Eski pa'nın


FRANKFURT SEYAHATNAMESi

19~

ve Latinlerin Paien136 cehenneminde hüküm sUren yarım aydınlık işte Avrupa'nın bu bulutlu havası olacak. Hakikaten cehenneme layık bir

Yunanlılarm

alacalık!

O külrengi sabahlar başımı yastıktan kaldırınca bulutlara çarpacak ve beynim dağılacak diye korkardım. Gözümü açar açmaz bana bütün sevdiklerimin ölüm haberini vermişlermiş gibi bir demir pençenin sıktığı yüreğimde birtakım gözyaşlan sellerinin akacak yol bulmak üzere vücudumun duvarlarına başvurduğunu, bir bağırma, dövünme, yırtmaı ve kırma ihtiyacının sinir tellerimi tiril tiril titretalnım

tiğini duyardım.

iner, gürültü çıkar­ geçirir ve bir Çinli Asılmış yaklaşırdım: aynaya ka korka kor içinmaske çehresini andıran altın sarısı bir donuk de, bebekleri haddinden fazla büyümüş gözlerim, bir facia aktörünün o mıhlı bakışı ile bana bakarlardı. Yavaş yavaş yatağımdan

ınamağa çalışarak

terlikleriınİ ayağıma

Bu bulutlu günler klinikteki odam, bana içinde gömüldüğüm bir mezar hissini verrneğe başlardı. O zaman doktoru, ilacı, her şeyi unutarak beni araınağa gelecek dostları da beklemek için kendimde bir saniyelik sabır bulamayarak, şemsiyesiz kendimi sokağa atardım. Bu zift rengindeki yağmurun soğuk sularıyle ısıanmak benim için bir uyuşma ve dinlenme olurdu. Bir tramvay, bir otomobil, bir kamyon altında kalmak tehlikelerinin birinden öbürüne atlayarak, istikametsiz, hedefsiz, deli gibi caddelerde dolaşır­ dım. Fakat bu çılgın yürüyüşlerde yağmurlu havanın


AHMET HASİM

2ilfi

öldürücü

sıkıntısına, konuşulan

latılmaz boğuculuğu

dili bilmemenin

an~

eklenirdi.

Hastahaned e, fransızcama bildiğim birkaç ingilizce kelimeyi ve orada öğrendiğim iki üç almanca tabiri karıştırarak garip bir dil halitası vücuda getirmek ve buna birçok el işaretleri katmak, bazen de istediğim şeyin kağıt üzerine resmini yapmak suretiyle, en basit fikirlerimi karşımdakilere yarım yamalak anlatabilird im. Gerçi Alman mekteplerin de fransızca okutulmaz değildir, fakat Almanya'd a fransızca konuşmak ihtiyacım kimse duymadığı için, mektebin öğrettiğini hayat çabucak unutturuveri~ yordu. Yağmurlu caddelerde gözümün gördükleri, tabii olarak, kafamda "fikir" oluyordu. Fakat konuşacak bir kimse bulamayan bu fikirler, mahpus arı­ lar gibi, kafatasıının dört duvarına kendilerini vurınağa başlayınca, varlığıının alçaldığını, bir kaptan gizlice akan su gibi insanlığıının yavaş yavaş azaldığını ve hasıl olan bu boşluğa bir nevi hayvan zekasmın karanlıkları dolmağa başladığmı duyuyordum. Düşii.nürdüm:

"Ya şimdi yere düşsem, elim ayağım kırılsa, üstümden bir otomobil geçse ben ne yaparım? Halk beni saracak, ismimi, memleketiıni, yerimi soracaklar, ben ise, asfalt ii.zerinde kaymış bir araba beygiri gibi, etrafımdakilere, sessiz bakmaktan başka ne yapabilirim ?" O zaman dünyanın en güzel bahçelerind en biri olan Frankfurt hayvanat bahçesine koşardım ve bu gurbet memleketinde, yağınırrlu havada, demir ka-


FRANKFURT SEYAHATNAMESi

201

feslerin arkasında, yaşlı gözlerle kendilerini seyre gelenlere dalgın dalgın bakan dilsiz hayvanlara, bir kardeş acısıyle

bakardım.

BEŞ ALMANIN KEYFi İÇİN

Gürültüsüz, kibar bir mahalle. Güzel bir kapı. biletlerimizi alarak büyük şehir bahçesine giriyoruz. Soluk inci renginde, titrek bir aralık sabahı. Bütün sıcak yaz günlerinde kuşlara ve böceklere yuva olan yapraklar, şimdi güzel mevsimin sır­ ları ile birlikte yerlere dökülmüş, yığın yığın, ayaklar altında çıtırdıyor: - Bu kadar çok yaprağı Almanlar mümkün değil hiçe feda edemez. Acaba bu kuru yapraklardan bunlar ne yaparlar? - Kim bilir, belki çelik, belki ipek, belki porselen ... Solumuzda, derinlikleri lacivert sisiere boğulmuş bütün ağaçları mektep çocuklan gibi bakımlı ve düzenli uçsuz bucaksız bir park. Manzaranın ıslak­ lığında, yer yer yosunlu heylrellerin hüznü. Büyük ağaçlardan sarkan yapraksız dalların karmakarışık­ lığ.ı altında, suları kuş tüyleri ve kuru yaprak taşı­ yan titrek bir göl. Gölün kıyılarında düşünen dargın bakışlı beyaz kuğular. Hasılı biiyük bir cennet iskeletil Soğuk bahçede fazla dolaşamadık. Geniş mermer merdivenlerden çıkarak meşhur Pelmer Garden limonluğunun ılıklığma girdik. Gişeden


AHl\1ET

202

HAŞIM

mabed gibi sessiz ve mukadd es bir korku ile dolu idi. Sanki kırmızı Hint ilahları burada gülümsüy ordu. Gizli kalorif er borularının hesaplı hararetiyl e ısınan bu cam binanın havası bütün Asya ve Afrika iklimlerinin bunaltıcı elektrik leriyle yüklü idi. Yerler yemyeşil ve ıslak bir çemenle örtülü. Kütük diplerini, Ekvato r'un yılanlan andıran biçim biçim sarmaşıkiarı sarmış, gizli kaynak lardan gizli lıavuzlara damlay an sular, kırılan ince billtırlar gibi:. sessizli kte şakırdıyor. Daldan dala konan küçük bir kuşun uçuş sesi! Cins cins hurma ağaçları yerden sekiz on metre havaya yüksele rek gergin yeşil pençele ri andıran veyahu t bir kirpi dikeni hissini veren sert yaprak r larını cam kubbey e değdiriyorlardı. Bütün iklimle Zeland Yeni , hurması Cava , burada : Japon hurması cek hurması v.s. Bu korkun ç kütükle r daha yüksele dön·baş ve bir gün gelecek ki Asya ormanl anndak i dürücü boylarını alacaklardır. Onun için cam kubbe, kütükle rin yetişip büyüme sini takip edebilmek üzere hareke t edebilir şekilde yapılmıştır. Etrafa hakim ılık ve yeşil sessizli k içinde birtakım takırtı seslerı geliyor : Bu gizli gizli boy atan kütükle rin gerilme Burası

sidir. Bulutlu bir kuzey seması altına getirile n bu yeşil ve sıcak Ekvato r manzarası karşısında bir kanapeye dizilen beş ihtiyar Alman, baston lanna dayanmış, kah tepedek i yaprak lara, kah kütükle re bakı­ yor, kah su şakırtısını ve kanat gürültü sünü dinliyo r ve mes'ut bir sükun içinde kendi kendile rine gülümsüyorlardı.


f'RANE..I~l.fET

SilY A1-l.:\TNAi''t11SJ

Z03

- Bu pahalı bahçenin keyfini sürmek için bu bunaklardan başka adammız yok mu? -

Alman Belediyesinin zahmetini mükafatlandırmak için bu beş bunağın memnuniyeti çoktur bile! Her Alman, ihtiyarlığın ve çöküklüğün son haddine kadar gene bir Almandır ve onun saadetini yapmak :bütün Almanya için bir mukaddes vazifedir. Bir Almamn kıymeti yoksa beş Almanın, on Almanın, ·yüz Almanın ve altmrş milyon Almanın neden kıy­ meti olsun? DİLENCİ ESTETİGİ

Frankfurt cadelelerinde en çok garibime giden insan, dilencisi olmuştur. Bu dilenci, temiz gömlek ve yakası, lekesiz elbisesi, i.itülenmiş beyaz mendiliyle iyi bir kahvaltıdan sonra sigarasını yakarak, sabahın neş'eli kalabalığı içinde işine giden herhangi bir efendiye benzer. Hastahanenin kırmızı nehir sularına bakan pen-cereleri önünde, şehrin en şık ve en işlek caddelerinde, ikişer üçer kişilik takımlar halinde, sabahtan akşama kadar opera veya operet parçaları söyleyerek havayı keman veya armonik sesleriyle dolduran dilenciler hep bu tiptedir. Bunların gündelik kazançları, herhangi bir alışverişin getireceği kardan aşağı değ·il. Yakın veya uzak bütün Doğ·u memleketlerinde, böyle bir kılıkla gelip geçenlerin merhametine el uzatmak cesaretini gösterecek herifin toplayacağ-ı hava ve yiyeceği dayaktır. Merhametli hanım veya


204

AHMET HAS!M

efendi, sadakaya muhtaç adamın kendisine bu kadar benzer oluşuna tahammül edemez; kalbinin heyecan mekanizması harekete geçmek için, dilenciden, korkunç bir Lon Şaney makyajı ve tüyler ürpertici bir sahne tertibatı ister. Doğu estetiğine göre dilencinin gözü olmamalı; göz yerinde patlamış iki beyaz zar olacak ve onlardan parçalanmış yanaklara doğru birtakım kanlı et parçaları sarkacak! Dilencinin ağzı ve dişleri olmamalı: Ağız yerinde dipsiz bir uçurumun karanlıkları sırıtacak ve dişler, etlere gelişigüzel saplanmış birtakım kemik parçaları olacak! El ve ayak yerinde demir çengeller şmgırdayacak veyahut karışık tahtalar takırdayacak! Dilenci için kıyafet: Yazın onu buram buraın terietecek yağlı, paramparç a kalın bir hırka; kışın ise, içinde titreyeceği her tarafı delik deşik siyah bir paçavra gömlek! Ağustos güneşi altmda kanı ter halinde, damla damla toprağa akmayan ve kış poyrazlann da donmak üzere olmayan bir dilenciye sadaka verilir mi hiç? Hind'in, Mağrib'in, Buhara ve Semerkant'ın müthiş dilencileri bu itibarla ne büyük artistlerdir ! Halbuki şu yakalı ve gravatlı Alman dilencileri... Bir gün bir Almana sordum: - Bunlara nasıl acıyabiliyorsunuz? - Mecbur olmadan el uzatabilece k bir Alman düşünemeyiz. Onun için dilenen bir Alman, bizi kendine acmdırmalr için fazla yalana ve alçalmağa muhtaç değildir. Bu bir hususi ahl&.k mes'elesi. Fakat işe bi.r de akıl zaviyesinden bakalım: Dilenen bir insan, ne kadar alelade bir insana benzerse bana o kadar yakındır; o nispette kolay derdini duyar,

j \


FRANKFURT SEYAHATNA!IIESl

205

eksiğini anlarım.

insan

Fakat her ne surette olursa olsun, bir malıluk benim cinsimden Ona acıyarnam! Doğu merhameti mantık­

şeklinden çıkmış

değildir. sr~dır! ...

Kızardım. Uydurma bir cevap verdim: - Biz dilenciye acımayız, ondan korkarız. Bu korku dilencinin çirkinliği. nispetinde artar. Çirkinliğin birtakım tehlikeli kudretler taşıdığına inanırız. Bütün Afrika, Amerika, Hint ve Çin ilahları çirkin değil mi? Bize en fazla korku ve nefret veren dileneiye uzattığımız para bir sadaka değil, fakat korku san'atkarına takdim ediLıniş naçiz bir mükafattır. Doğu, artist milletierin vatamdır.

PROFESÖR

ARİSTOiffiA§I

Birçok günler, akşam altıya doğru hastahanenin büyük kapısı önündeki meydanlık hususi otomobillerle dolardı. Sahiplerini saatlerce sessiz bekleyen bu yüksek markalı arabalar - işsiz, parasız, durgun ve fakir Frankfurt'ta kimlerin olabilirdi? BüyUk fabrikatörlerin, bankerierin veya banka direktörlerinin olamazdı, zira bu cins kimselerin bir hastahane veya tıp fal\:ültesinde, böyle saatlerce ikide bir toplanmaları için hiç bir makul sebep bulunamazdı. O halde kimlerin? Main nehrinin çıplak bir sahilinde ıslak kış çemenlerine basarak dolaşıyoruz. Çamurlu nelıir suları, güneşin son aydınlıklarİyle tazeleşmiş, ayakları­ mızm altında yana yana akıyor. Pembe gökte lmbbeler, kuleler, oklar üstünde karga alayları uçuşup


AHMET

bağrışıyor.

pek iyi

Roma ntik Alma nya

tanıyan

arkadaşlarım,

HAŞ(bf

akşamı! Almanya'yı halledemedlğim

bir

bana izah ediyo rlar. - Bu gördüğünüz otomo biller , fakül tede verilen konferansları takip için gelen profe sörle rin araher husus i balarıdır. Şimdi Alma nya'd a gö:receğiniz bir pro~ da t yahu , dinin Yahu ,otomobil ya bir zengi n artık başka dan insan fesöründUr. Bura da bu iki akalm insan husus i otomo bil sahib i olabilecek çok muammayı

mıştır.

* ** Gii.n pazar ... Bir dağ gezin tisine gitme k üzere n .saat onda Rump lmey er kahve si önünd en kalka meyan tramv aya biniy oruz. Hare ket: İld tarafımızd danla r, bahçc ler, mağazalar, binal ar, renkl i resim ler gibi akıp gidiy or. Yarab bi! Bu şehirde ufak bir yı­ ması unutulmuş kıntı, bir küçük ihmal , yerin e konul mu? Bıçak gibi yok bir taş, kapatılmamış bir çuku r keski n hatları her taraf ta yükse len bu kusur suz geom etri içinde insan nefes darlıkları duyu yor. Me137 deniy etin bu kadarı fazla Rusk in 'in dediği gibi muha yyile nin mes'u t bir faaliy ete gireb ilmes i için biraz harab e görm ek de lazım ... bağlar, süŞehrin artık dışındayız. Bosta nlar, unun akolduğ yerde Her f! rii.lmUş tarlal ar ... Tuha güzelliği arm binal ça aştık .sine, burad a şehirden uzakl artıyor.

sebeb ini anlattı: - Profe sörle r gürül tüden rahatsız olma mak için şehir dışmda yaşamayı sever ler. Bu güzel bahArkadaşım


\FRANKFURT SEYAHATNAMESI

.çelerde görduğünüz zengin evler profesör kaşane­ teridir. Profesörler burada sükun ve refah· içinde çalışırlar.

Alınanya "Profesör" ve "Doktor" denilen acayip bir insan cinsinin vatanıdır. Bunlar Hindistan'daki rahip sınıfı gibi, bir nevi kutsiyetle çevrili olarak hemşehrileri arasında yaşarlar. Bunun için burada herkes muayyen birtakım imtihanlardan geçe~ ırek ve bazı basit üniversite· merasimini tamamlaya.ırak bir an evvel · bu sihirli unvanlardan birini ele geçirmeğe ve şerefierin çeşitlisfmi. sahip olan 'bu tlahtiyar sınıfa girrneğe çalışır. Almanya'da profe.sörler ve doktorlar sayılmayacak kadar çoktur. Tanımadığımız herhangi bir adama biraz gençse "Herr Doktor", biraz yaşlı ve sakallı ise ''Herr Profesör" diye hitap etmek ihtiyata muvafıktır. Almanların bu :iı.lim sıfatı takınmak merakı münasebetiyle bir in,gilizin nüktesi: İki kapı olsa birisinin üzerinde "Cennet" diğerinin üzerinde "Cennet hakkında konferans" diye yazılı olsa bütün Almanlar ikinci kapıya saldırır. Almanya hakkında bütün yabancı karikatürlerin konusunu yapan bu profesörler ve doktorlar kalaibalığı ne iş yapar? Çoğu dar ltafah ve cahil; miyop .oldukları için gözlüklü ve refah içinde olduklanndan pembe ve sıhhatli olan bu insan cinsi, dip notlan !birçok kitap isimleri ve sahife numaralanyle dolu, :incir çekirdeği doldurmaz mes'eleler hakkında, kannca sabrıyle cilt cilt uyutucu · kitaplar yazmakla ömürlerini geçirirler. Bu kitapların kıymeti ne? BU~


208

AHMET HA31M

Alman filozofu H. de Keyserling138 'e göre· Alman alimlerinin eserlerinin yüzde yetmişinde orijinal bir fikre rastlamak nadiren mümkün olur. Bunlar bir nevi Almanya'ya has yobaz sürüsüdür.

yük

Hakiki Alman ilmini, o büyük ve şerefli ilmh yapanlar üniversitenin cüppe ve takke giydirmediğ~ serbest zekaJardır. - Böyle faydası az bir sınıfı el üstünde tutmakta Almanya'nın ne kan var? - Içlerine ·karışmış olması muhtemel hakiklı zekalann yanlışlıkla yok olmasına meydan vermemek için... Almanya böylelikle dünyanın en yükek ilinine sahip olabildi.


NOTLAR



NOTLAR İKDAM GAZETESİ, 1894 yılmdan sonra İstanbul'da

ı

ve muhtelif devirlerde meşhur Türk yabir gazetedir. Ahm€d Haşim; "Bize Göre" kitabında topladığı fıkralarını 1928 yılında bu gazetede neşretti. çıkınağa başlayan

zarlarının yazılarını yayınlayan

HAPIZ-I ŞinAZİ (1320- 1389) İran'm en büyük li2 rik şairi. Aşk, tabiat, tasavvuf konularmda ince hayalleric süslü güzel gazeller yazdı. 8

BEHZAD, IV. yüzyılda Timuduların sarayında yabüyük Çağatay şairi Ali Şir Nevru'nin yakın arkaolan meşhur ressam ve minyatür san'atkarı.

şamış,

daşı

ALPHONSE, burada bahis konusu olan (1886- 1931) arasmda İspanya tahtmda oturan Alphonse XIIl (1886- 1941) dür. 6

yılları

ıı PRİMO DE R1VERA Y ORBANEJA (1870 -1939), Ispanya generali ve devlet adamı. 1923 yılında memleketin anarşiye doğru gitmesi üzerine, kral ve ordunun desteklediği bir diktatörlük tesis etti ve meclisi kapattı. 6 KARMEN (Carmen), Fransız yazarı Prospere M6,rlmee'ni n bu ad daki romanının ( 1845) kadın kahramanı, Bizet 1875 yılında bu esere , dayanarak meşhur operasını yazdı. Carmen aslen çingene olduğu halde ııuh ve neıı'eli İspanyol kadınının sembolü olmuştur.

r EL GRECO, Yunan asıllı İspanyol ressamı (1541 • 1614) Venedik'te yetişti. 1577'de İspanya'ya giderek Toledo'" da yerleşti ve dünyaca meşhur tablolar vücuda getirdi•

.s yük

CERVANTES (1547-1616), Donkişot adındaki biiyazarı. Lepant savaşında yaralandı, beş yıl

romanın


AHMET

HAŞIM

eair kaldı. İspanya'ya döndükten sonra kendisini roman ve tiyatroya verdi. 9 SÜLEYMAN NAZİF (1870 -1927) ateşli ve tenkitçi bir mizaca sahip milliyetçi Türk yazarı. 1918 yılında İstan­ bul dUşmanlar tarafından işgal edildiği zaman yazdığı şid­ detli yazılar ve verdiği nutuklar yüzünden, daha birçok Türk yazarıyle beraber Malta'ya sürüldü. Üslubunda mizacma uygun sesler ve kelimeler kullanırdı. Meşhur eserleri şunlardır: Firak-1, Irak (şiirler, 1918), Malta Geceleri (şiir­ ler ve nesirler., 1924), Çal Çoban Çal (makaleler, 1921).

(1858 -1915) Haşim ve P..Cmy de ıo GOURMONT, nesiinin fikirlerinin tesiri altında kaldıkları fransız tenkitçisi. Romanlar da yazmış olmakla beraber sembolistleri müdafaa ve izah eden yazıları ile tanınmıştır. OKTRUVA, aslı fransızca "Octroi" olan bu kelime ıı imtiyaz, müsaade, ruhsat manalarma gelir. Eskiden şehir­ lere giren zahirelerden vergi ahnırdı. Haşim kelimeyi son milllada kullanıyor. "Oktruva hududu" deyimi ile, her şeyin maddl bakırodun değerlendirildığİ şehri kasdediyor. DEMPSEY, (1895) Amerikalı boks şampiyonu. 1919 her kategoride dünya şampiyonu oldu ve 1921 de rakibi Car~ntier'yi yendi. u

yılmda

ıa CARPENTİER, George. Fransız boks şampiyonu. 1894 de do~du; 1920 de dünya şampiyonu oldu. 1921 de Dempsey'e yenildi.

BERTHELOT, Marcelin u yacısı. Termeşiminin kurucusu. bazı

organik

unsurların

(1827- 1907)

Fransız

kim-

Canlı varlıklarda yaşayan

sun'i sentezini

yaptı.

VEDA, sanskritçe "bilgi" mnnasına gelen bu kelime u Hindistan'da Brahma dininin kutsal metinlerinin bütününü ifade eder. İnanıİdığına göre, bu metinlerin sözleri Brahma tarafından söylenilmiş ve yüzyıllarca sözlü gelenekte ya'şa­ dıktiı.n sonra, XI. yüzyılda yazıya geçirilmiştir. ıo MARSİYAS. Eski Yunan mitolojisinde Jupiter ve Junon'un oğ·lu, savaş tanrısı.


NOTLAR 17

213

APOLLON. Eski Yunan mitolojisinde Zeus'un oğlu. güzel san'atlar ve güneş tanrısı. Vücudunun güve kuvvetiyle tanmır.

'Tıp, şiir, zelliği

ıs NO BILE (Umberto), İtalyan havacısı, kaşifi ve generali. 1885 de doğdu. 1926 da Amundsen'in yanında bir balonla ilk kutup seyahatine katıldı. İkinci uçuşunda balonu parçalandı.

AMUNDSEN (Roald) Norveçli denizci ve kutup 1872 de doğdu, 1928 temmuzunda general Nobile'yi kurtarınağa giderken Güney Kutup denizinde kayboldu, 1911 de Güney Kutbunu keşfetti. 19

kaşifi.

HOMIROS, meşhur Yaşlı ve hire gittiği ve şiir okuduğu peleri M. Ö. VIII. yüzyılda zo

destanının yazarı.

Yunan şairi. İlyada ve Odisse kör olduğu halde şehirden şe-­ rivayet edilir. Homiros'un epoyazıya ge.çirilmiştir.

aı ÜSTAT EKREM (Recaizade Mahmud Ekrem), (1848- 1914) Şinasi, Namık Kemal ve Ziya Paşa'dan sonra gelen neslin içinde şiirleri ve tenkitleriyle tanındı. Mekteb-i Mülkiye ve Mekteb-i Sultani'de edebiyat öğretmenliği yaptığı sırada (1860- 1888) daha sonra Servet-i Fünun dergisinde yazan genç nesle tesir etti. Muallim Naci'nin eskiye bağlı elmasına karşılık Ekrem yenilik taraftarı idi.

i2 DAH1-1 AZAM. İlk defa Süleyman Nazif tarafından Abdiiihak Hamid'e verilen bu unvan daha sonra yaygın hale gelmiş ve adeta Hamid adının eşi olmuştu. ANATOLE FRANCE (1844 -1924) Fransız romanbir alay, açık ve nüanslı bir üslupla kaleme aldığı •başlıca eserleri; Sylvestre Bonnard'ın Cinayeti, Allahlar .Susamıştardı, Kırmızı Zambak türkçeye çevrilmiştir. 1896 da Fransız Akademisine aza seçildi. 1921 de Nobel mlika2s

(!181. İnce

fatını kazandı.

Bu beyit XVIII.

u

yüzyıl

Dlvan

şairi

Nedim'indir.

CENAB ŞEHABEDDİN (1870 -1934). Servet-i FüParis'te tıp tahsil ederken o devrin edebiyat akımları ile de meşgul olan Cenab Şehabeddin, bize "tablo 25

nun

şaırı.


AHMET

HASıMI

gibi şiir" fikrini getirdi ve bu tarzda güzel örnekler verdi: Cenab aynı zamanda bir nesir ustasıdır. Nesir kitaplarındaı;; Hac Yolunda (1909), Nesr-i Harp, Nesr-i Sulh ve Tiryakf Sözleri (1918) ve Avrupa Mektupları (1919) meşhurdur. 26

Bu parça şu şekilde bugünkü dile çevrilebilir. Tabive gelişi güzel dağıtır, karüzgarının ııuh teması, onları kayıtsızca toplar.

atın tarağı, saçlarım pervasızca dınlık

27 HELLEU, Paul (1859- 1927) Fransız ressamı. Devrindeld Paris ve Londra kibar kadınlarının portrelerini yap--

mıştır. 28 ROMAN MEKTEBİ. Fransa'da sembolist okulunut~ kurucusu, Jean Moreas (1856- 1910) ın bu akımı bırakarak~ birkaç arkadaşı ile beraber açtıkları yeni çığırın adı. 1895 · 1900 yılları arasında kuvvetli bir akım haline gelen bu çı­ ğır, dilde ve şekilde klasik şiiri örnek alıyordu. Bizde Servet-i Fünftncular dil, Yahya Kemal şekil ve muhteva bakı­ mından bu akımın tesiri altında kalmışlardır.

ıo PRERAPHAELİSME, İngiltere'de XIX. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan san'at akımı. Resimde Rafael'den öncesine gittiği için bu adı almıştır. Tabiat duygusuna ve resimde fikrin asaletine önem veriyorlardı. uo MEHMET EMiN ERİŞİRGİL. Felscfeei. (192\31930) yılları arasında çıkan ve o devrin en mühim küliü:t' dergisi olan Hayat mecmuasında yazılar yazdı.

sı İBRAHİM ALAADDİN (GÖVSA). (1889- 1949). !aviçre'de pedagoji ve psikoloji tahsil eden İbrahim Al§.addin Gövsa, memlekete dönüşünde öğretmenlik ve müfettişliklerde bulundu. Çocuk şiirleri şiirleri yazdı, kültür dergileri çıkardı ve ansiklopediler vücuda getirdi. a2 AHME'f HİKJ1,1ET (MÜFTÜOGLU). (1870- 1888}. Galatasaray Sultanisini bitirdi, hariciye mesleğine girerek birçok Batı şehirlerinde dolaştı. 1898- 1909 yılları arasında Galatasaray Sultanisinde edebiyat derslt>ri okuttu. Bu yıllarda Servet-i Fünun dil ve estetiğine uygun hikayeler yazdı. Bunları Ii aristan ve Gülistan. '(1901) adlı kitabında toplad:4


N OTUR

215

1908 den sonra Türkçülük akımına katıldı ve günlük dile şi:ir havası veren bir üslupla milli hikayeler yazdı. Bu sonuncu hikayeleri Çağlayanlar (1922) adlı bir kitapta toplamıştır. Ahmet HBonet'in değerli denemeleri ve Gönül Hanım adlı bir romanı da vardır. sa CHARTIER. Alain takma adı ile yazdığı yazıları me.shur olan büyük fransız filozofu (1869 -1951). San'at, edebiyat, siyaset, terbiye, ahlak vesair konular üzerindeki fikirleri fransız yazariarına çok tesir etmiştir. Haşim'in de bazı fikirlerini benimsediği Alain'in bir kısım eserleri türkçeye çevrilmiştir. 84

TEVFİK

FİKRET

(1867- 1915).

Sen·et-i Fünun

şairi. 1896 - 1900 yıllan arasında yazdığı şiirleri Şikeste (1900) adı altında topladı. II. Meşrutiyet

Rübab-ı

devrinde, Bunlardan bir

politik, sosyal ve didaktik şiirler kaleme aldı. kısmını HalUk'un Defteri (1911) adlı şiir kitabında neşretti. Bu şiirlerinde Fikret, Türkiye için yeni birtakım fikirlerini kuvvetli bir hitabet üslubu ile müdafaa etti. aıı SULLY PRUDHOMME (1839 -1907) Fransız şaırı. Parnasse grubuna ginnekle beraber, onların resme yaklaşan şiiı• görüşünden uzak, daha ziyade ruhi, içtimai ve felsefi şiirler yazmıştır. Bazen didaktizme kaçar. 1885- 1895 yıllaı"J arasında şiirlerinden birçoğu türkçeye çevrilmiştir. Tevfik Fikret üzerinde tesiri vardır. M LUCRfı::CE -(Latince adı Titus Lucr.:ıtius Carns). İsa'nın doğumundan 55 yıl önce ölen latin şairi. De Naturarm·um (Tabiat Üzerine) adli. eserinde atomcu bir görüşle tabiatı anlatır. Lucrece'e göre insan atomlardan- mürekkeptir, ölünce tekrar atom haline gelecektir. a1 AFRODİT. Eski Yunan mitolojisinde güzellik ve aşk tanrıçası.

aiı DARWIN, Charles (1809- 1882). İngiliz tabiat ve fizyoloji bilgini. 1831- 1836 yılları arasmda Güney Amerika'da bulundu ve ilk materyallerini topladı. 1859 yılında "Tabi! ıstifa yolu ile nevilerin me11şei" adındaki meşhur eserini neşretti. Bu kitabının dışında Darwin'in hayvaniara ve nebatlanı dair daha birçok eseri vardır.


AHl\fET HA$1\t :ııı FREUD, Sigmund (1856 -1939). Psikanaliz tedavisinin öncüsü ve modern cinsiyet psikolojisinin kurucusu. 4 o BERGSON, Henri (1859- 1941) fransız filozofu. Felsefesi sezgi yoluyle tanınan süre ve yaratıcı tekamül fikrine dayanır. Bu fikirleri II. Meşrutiyet ve Cumhuriyet devrinne Türk edebiyatçıları üzerine de tesir etmiştir. Eserlerinin birçoğu Mustafa Şekip Tunç tarafından türkçeye çevril~ miş ve Milli Eğitim Bakanlığı tarafından basılmıştır.

4ı MUSTAFA ŞEKİP (TUNÇ). (1886-1958). Psikoloji profesörü. Birinci Dünya Savaşından sonra Batı'dan yaptığı tercümelerle kendisini tanıttı. Bergson'un birçok eserierini türkçeye çevirdi. Çeşitli gazete ve dergilerde psikoloji, san'at ve edebiyata dair yazılar yazdı. 42 Verdun Savaşı. Birinci Dünya Savaşında (1914) Almanlar, Fransızların bir mtidafaa merkezi olan bu şehre şiddetle hücum ettiler. Fransız tarihinde bu savaşın büyük bir yeri vardır.

YUSUF Z1YA (ORTAÇ), (1895-1967). Akbaba adlı mizalı dergisinin sahibi ve başyazarı. Lirik ve güldürücü 4a

şiirleri

ile tanınır. Manzum piyesleri de vardır.

·

u ABDÜLHAK HAMİD (TARHAN), (1852- 1937). Tanzimat'tan sonra yetişen ikinci edebiyat neslinin en büyük şuir ve tiyatro yazarı. Orijinal bir şahsiyete, zengin hayat tecrübesine sahip olan Hamid, Batılı romantiklerin tesiriyl~ çeşitli duyguları anlatan lirik şiirler, tarihi, ekzotik ve sosyal muhtevalı piyesler yazdı. Hayatının büyiik bir kısmını yabancı iilkelerde geçirdi. Dile ve şekle fazla ehemmiy~t vermediği için, eserlerinde yeni şeyler çok olmakla beraber, miikemmeliyete ulaşamamıştır. 45 Öğretim yerleri, (yıldızları) gözetierne binaları (rasathaneler), sonra ili ml e ilgili birçok giizel eser ... 46 Metek (Meteque) eski Yunancada bir şehre yabanCI olan ve şehirde oturan insan manasma gelen bu tabiri fransızlar küçümseyici bir şekilde Fransa'da oturan yabancılar :için kullanırlar.


NOTLAR

211

u GIRAUDOUX, Jean (1882 -1944) Fransız tiyatro ve roman yazarı. Birinci Dünya Savaşı ve ondan sonraki yıllarda ince, şiir duygusu ile dolu roman ve piyesleri ile şöhret kazandı. Siegfried ve Limousin adlı piyesi 1922 yı­ lında neşrolundu ve oynandı. II. Dünya Savaşı esnasında filme de yönelen Giraudoux, sosyal hadiseleri derin manalı efsanelerle anlatır. 4B NIETSZCHE, Frioorich (1844- 1900) Alman filozofu. Ona göre, ahiakın esası enerjinin şiddet ve kuvvetindedir. İnsan iradesi sayesinde kendi kendisini aşarak üstün bir varlık, "insan-üstü" haline gelebilir. Zerdüşt Böyle D·iyordu adlı eseri türkçeye tercüme edilmiştir. 49 FOUJITA. Japon asıllı Fransız ressamı. 1886 da Tokyo'da doğdu. 1913 de Paris'e yerleşti. Katolikliği kabul ederek Leonard adını aldı. Natiirmortlarında, figürlerinde ve portrelerinde çok ince bir Doğu desenciliği göze çarpar.

ıo

LANDOWSKI, Paul

(1875- 1961)

fransız

heykel-

traşı.

APOLLINAIRE, Guillaume (1880- 1918) Fransız gerçeküstücülük akımının öncülerinden. Alkoller ve Caligrammes en meşhur eserlerindendir. 51

yazarı,

52 MARINETTI. İtalyan şair ve yazarı (1876- 1944). Fütürizmin öncülerindendir. 1929 da İtalyan Akademisine seçildi. Fransızca ve İtalyanca eser vermiştir.

sa TRIST AN TZARA 1896 da doğdu. Rumen yazarı. 1916 yılında Zürih'te Dada grubunu kurdu. Eserlerinde dil ve mantığı yıkma gayesini güder. M

AND RE BRETON (1896- 1966). öncüsü ve nazariyatçısı.

Gerçeküstücülük

·akımının

V ALERY, Paul (1871 - 1945). Fransız yazarı. Zenaltında teksif edilmiş düşüneeye ehemmiyet 'Veren şiirler yazdı. 1925 de Fransız Akademisine seçilen 'Valery, nesir alanında da eserler verdi. t>5

,gin

imajların

M

PROUST, Mareel (1871- 1922)

Fransız yazarı.

Ro-

ımanlarında daha ziyade insan ruhunun zaman içinde akı-


AllMET

2t8

HAŞ'.M

şını ve dış aJemin akislerini hayallel'le yüklü bir üslftpla tasvir eder. Yakup Kadri, Swan'ların Memleketinde n adlı eserini türkçeye çevirmiştir. MORAND, Paul 1888 de doğdu. Fransız yazan. Hari67 ciyecidir. Roman ve seyahat eserleri vardır. 58 GIDE, Andre (1869- 1951) Fransız yazan. Büyük ve samirniyetle dokunulmadık konuları ele alan cesaret bir denemeler ve romanlar yazdı. Birçok eserleı·i türkçeye çevrilmiştir.

CLAUDEL, Paul (1868 -1955). Fransız diplomat ve Amerika'da, Japonya'da ve Belçika'da büyükelçi olarak bulundu. Tiyatro eserlerinde ve şiirlerinde derin dini düşüncesini umumiyetle müphem fakat kuvvetli bir lirizmle ifade eder. eo DEUTSCH DE LA MEURTHE, Henry (1846- 1919) Fransız mühendisi ve hayırseveri. Fransa'da ilk def'a petrol sanayiine karşı ilgi gösterdi. Havacılık için çeşitli mükii.fatlar koydu. Fransız otomobil ve havacılık kulübü kuruculaıso

yazarı.

rmdandır.

NUBAR PAŞA (İzmir 1825 - Paris 1899) Ermeni 61 asıllı devlet adamı. Mısır Hidivi Mehmed Ali, İbrahim Paşa

ve Abbas Paşa'nın katibi. Osmanlı devleti aleyhine çalıştı. KONT .M:ASSA (duc de Massa) Fransız devlet ada62 Avukattı, adalet bakanı oldu. 1809 da mı (1736-1814). Haşim'in bahsettiği muhteşem bina "duc" unvanını aldı. int-J acques sokağırıa taşınarak Faubourg-Sa 1928 de taş taş ve olduğu gibi yeniden inşa edilmiştir. Bu konak şimdi Fransız Edebiyatçılar Derneği'nin merkezidir. LE COURBUSIE R, Fransa'da yerleşmiş İsviçreli 6s mimar. 1877 de doğdu. Yeni mimarinin öncülerinden. Ona göre binalar kalın beton ayaklar üstüne oturtulmalı, çatılar tamamiyle teras olmalı, aydınlatma tertibatı duvardan duvara konulmalıdır. Büyük halk yığınlarını barındırmak için yeni görüşler ortaya atmış ve bunlara göre binalar inşa etmiş­ tir. H"ÖDA VENDtGAR , Murad I (1326- 1389) Osmanh 64 hükümdarı Orhan Gazi'nin oğlu. Edirne'yi aldı (1362). Bal-


NO'I'J.A.R

219

kaıılarda. dev:Ietin hudutlarını genişletti. Anadolu beyliklerinden birçoğunu kendi beyliğine kattı. Onun zamanında küçUk Osmanlı Beyliği büyük bir devlet ve imparatorluk haline geldi. Yeniçeri ve maliye teşldH!tını kurdu. Aldığı şehirlere Türkleri yerleştirmek suretiyle türkleştirdi. Kosova Zaferinin sonunda (20 Haziran 1389) savaş meydanında dolaı;ıırken yaralı bir sırp asılzadesi tarafından hançerlenerek öldürüldü. 65 AHMED VEFİK PAŞA (1823 -1891), Türk devlet adamı ve edibi. Moutm:!'den yaptığı tercüme ve adaptelerle meşhurdur. Türkçülüğün öncülerindendir. 1862- 1864 yılları arasında Anadolu sağ kolu müfettişi iken Bursa'da birçok yenilikler yaptı. 00 PIERRE LOTI, (1850 -1923), Fransız yazarı. Deniz subayı olarak Uzak ve Yakın Doğu'da dolaştı. Türk dostu idi. Eserlerindim bazılarının vak'ası Türkiye'de geçer. Dış dünyayı kendi duyularına -göre tasvir eder. s1 LE NÖTRE, Andre (1613 -1700) Fransız mimarı ve bahçe desinatörü. Klasik zihniyete uyarak saray bahçelerini geometrik çizgi ve aydınlığın hakim olduğu, ilmi düşüneeye göre düzenlemiş tablolar haline getirdi. os SAD!, İran'ın büyük şair ve edibi (1213? -1292). En meşhur eseri Giilistan ve Bılstan'dır. İki eser de aralarına şiir karıştırılmış ahlaki hikayelerden ibarettir. Sadi yalnız Doğuda değil, Batıda da büyük şöhret kazanmıştır. &9 MAETERLINCK, Maurice (1849 -1862) Belçikalı yazar. Sembolik şiirler ve piyesleri ile tanınmıştır. Eserierinde tabiatın karanlık ve esrarlı ku~etlerini san'atkarane bir şekilde ifade eder. Anların, kanncalarm ve çiçeklerin hayatına dair ince fikir ve duygularla dolu eserleri vardır. Bazı eserleri türkçeye çevrilmiştir. 1o XIV. LOUIS (164:3 -1715). Fransız kralı. Kendisine olan inancı, zekası, mutiak otoritesi ve etrafında bulunan değerli iınsan1ar' sayesinde ,savaşta ve barışta büyük başa­ nlar kazandı. Devrinde edebiyat ve güzel san'atlar ihtişamlı bir üslüba kavuştu ve gelişti. n HUGO, Vietor, (1802 -1885). Fransız yazarı. Şiir, tiyatro ve romanları ile Fransız edebiyatında biiyük bir


220 yenililt yaptı. Tanzimat'tan tesir eden yazarlardandır.

sorıra

Türk edebiyatma en çok

PICASso; Pablo 1881 de doğdu. İspanyol asıllı FranKübizmi yaratanlarda n biridir. Bir müddet kararsızlık içinde kaldıktan sonra, kübizm ve sürrealizmin arasında bir sentez vücuda getirdi. Gerçek dışı tablolarıyle kendisine has, orijinal bir hayal dünyası yarattı. 72

sız ressamı.

73

Ortaçağ

GRITCHENK O, Alexis (1883). Cezanne ile Rus kilise resimlerini birleştiren bir teknik ile resimler

yaptı.

PHIDIAS, eski Yunan heykcltraşı (M.Ö. 490-431) Parthenon mabedinin dekorasyonun u tarafından yapmağa ve inşasının umumi nezaretine memur edildi. Heykellerinde mermere hariJ._ulad~ bir yumuşaklık verdi. 74

Pericles

PRAXITELE , eski Yunan heykcltraşı (M.Ö. 390830). Kadınsı genç delikanlı heykclleri yaptı. 75

YAKUP KADRİ KARAOSMA NOGLU, 1889 da doğ­ du. Birinci Di.uıya Sa' aşı yıllarında yazı hayatına atıldı. İlkin mistik bir dünya görüşüne sahipti. Tanzimat'tan bugüne kadar Türk cemiyetinin değişmesini tasvir eden renlist mahiyette romanlar yazdı. Ahmed Haşim'in yakın dostu idi. Başlıca eserleri: Kiralık Konak, Nur Baba, Hüküm Gecesi, Sodom ve Gomore, Yaban, Ankara, Bir Sürgün, Panaroma. HIP PO LYTE T AINE, ( 1823 - 1893) Fransız filözofu, 11 San'at eserlerinin yaratılmasının t.enkitçisi ve tarihçisi. şartların\ araştırdı. Taine'e göre, büyük yazar ve san'at"hakim meleke" tarafından idare lcl.rlarının eserleri bir edilir. Bu "hakim meleke" yi ise toprak, ırk ve çevre ~ayin eder. 'raine"in fikirleri Servet-i Fünunculara tesir eti:niştir. eo WEI;LS, Herbert George. İngiliz yazarı (1866-1946). Üniversitede biyoloji tahsil etti. Sonra gazeteci oldu. Zaman Makinesi, Görilnnwye1t Adam, Dünyalar Arasında Sat>aş, Ayda Ilk Insanlar adında fenni romaulariyle şöhret kazandı. 76

Değerli Türk karikaCEM, CemiL (1888 -1950). "Kalem" Birinci &Onra iH'mından Meşrutiyet'in II. tUrclisü. 10


NOTLAR

Dünya Savaşı yıllarında "Cem" dergilerini çıkardı. Güzel San'atlar Akademisi müdürü oldu. Bir müddet Avrupa'da yaşadıktan ·sonra karikatür yapmağa başladı. Ele aldığı' ·><konular. umumiyetle po!i.tik idi. so OSMAN PEHLİV AN TANBlTRAC I. (1874 Lofça · 1943'1stanbu l). Saz sarı'atkarı ve pehlivan. Babası Halil Ağa'nın kahvesind;; tanıdığı saz şairleri ile t€mas ederek musiki kabiliyetini geliştirdi. Bağlama, bozuk gibi milli sazları çalmakta mahirdi. Rumeli ve Anadolu'da topladığı halk türküleriyle Türk Halk musikisi repertuvann a değerli eserie:r kazandırmıştır. sı SİREN. Eski Yunan mitolojisinde, vampir gibi ta· hayyül edilen ölüm ve matem musikisi perileri. Sicilya sahalinde büyüleyici sesleriyle, geçen gemileri sahile çekerler ve batınrlardı.

FORAIN. ((1852- 1931). Fransız Başlangıçta realist ve sonra katolik ve aşırı milliyetçi oldu. s

ve graviircüsü.

ressamı, anarşist

desinatörii< idi. Daha.

1\:IANAKYAN. (1839 -1920). Türk sahnesine biiyük geçmiş ermeni asıllı tiyatro san'atkarı. Şehzade­ başı, Kadıköy ve Bakırköy'de yıllarca oyun oynadı. 1908 den• sqnra Dram Kumpanyasını kurdu~ Darülbedayi (Şehir Tiyatroım) nin ilk yıllarında hocalık yaptı. s• NAŞİT (ÖZCAN). (1886- 1939). Genç ya.ş:ta Saray: tiyatrosunu girdi, sonra çeşitli tiyatrolarda çalıştı. Büyük bir- tulfıatçı ve taklitçi idi İmparatorluğun çeşitli tiplerini çok güzel canlandırırdı. Orta oyununda olduğu kadar batıh' tiyatroda başarılı idi. s5 DÜMBÜLLÜ İSMAİL, 1905 de doğdu. Halk sahnesan'atkarı. Naşit ile beraber oynadı. Dümbüllü kumpanyasıın kurdu. ' sıı MOLI~RE. (1622- 1673). Fransız komedi yazan. Piyeslerinin büyük bir kısmı türkçeye tercüme ve adapte· ss

lıizmeti

d"'

edilmiştir.

u NASREDDİN HOCA. Kendisine pek çok fıkra izafe· edilen ·Türk halk fıkracısı. Mezar ki tabesinde ters yazılan,


tarihe göre 1285 yılında Aksaray'da ölmüştür. RivaYetlerin hüyük bir kısmına göre Nasreddin Hoca Sivrihisar'lıdır ve' Fatih'in meşhur hocası Hız11· Bey'in ceddidir. Nasreddiıt Hoca fıkralarının hususiyeti, beşeri davranışlardaki aşırılık­ ları belirterek insanı düşündürrnek ve ölçülü hareket. etmeğe sevketmektir. Nasreddin Hoca'nın fıkraları bütün diinya. dillerine çevrilmiştir. ss Gil Blas. Fransız yazarı Lesa.ge'ın ( 1668 - 1747). bu ad ile meşhur romanının kahramanı. Oviedo'lu Gil Blaı:ı, Salamanka üniversitesinde okumak için yola çıkar, fakat; başına bin bir macera gelir. İlkin hırsızlar tarafından altı· ay hapsedilir. Kaçar, çeşitli hususiyetlerLolan on beş efen- . diye uşaklık eder. Yazar, ahHik ve karakteri olmayan kalı­ ramanı vasıtasıyle devrinin insanlarını anlatır. so

ile

HERM:ı!:S.

Eski Yunan mitolojisinde, icatçı zekiisı tüccarları, hatta hırsızları koruyan Lir denilen çalgıyi icat ederek Apollon'a veren odur.

meşhur,

tanrı.

yolcuları,

Şehabeddin'in şiiri.

oo

Cenab

ııı

MaMmıat,

1897-1898

yılında neşredilen

edebiyat der-

gisi. yılında neşredilen

93

Terakld, 1895

0a

Servet-i Fünun, 1891

.edebiyat dergisi. Ahmed İhsan tarafın- . dan çıkarılan resimli dergi. 1895 - 1900 yılları arasında Tev-: fik Fikret'in id.aresi altında edebi hüviyete girdi. Tevfik f'ikret, Ccnab Şehabeddin, Halid Ziya, Mehmed Rauf, Faik Ali, A. Nadir, Hüseyin Cahid ve daha ba~kaları bu dergid,e ~-aerlerini neşrederek şöhrete ve şahsiyete kavuştular. yılında

94 D'ANNUNZIO (1863 -1938). İtalyan yazarı. Eser-· lerinde haz ve şehveti ateşli, san'atkarane bir üslftpla a'n~~tır. Bazı kitapları türkçeye çevrilmiştir.

o5 OKAKURA-KAKUZO, (1862- 1913). Japon san:'at tarihçisi. Avrupa ve Amerika'da tahsil etti. Tokyo'da yeni .aan'at okulu müdürü oldu. Eserleri: Doğulu Düşünce!W (1904), Japonya'nın. Uyanışı (1904), Çayname (1006). o6 Akşam Gazetesi. 1918 yılında çıkınağa b.a.şlam~ .ç-!:jŞitli . ekipler elinde günümüze kadar devam etmiştir.


NO HAR

223

NEF'İ (1572- 1635) Divan şalı'i. Kuvvetli dil musikisi ve aşırı lıaya.llere dayanan şiirler yazdı. Kasideleri ve kendini öven şiirleri meşhurdur. Nef'! aynı zamanda hiddetli ve insafsız bir hiciv şairi idi. Bu yüzden idam edildi. Hicivleri Sihanı-ı Kaza adlı bir kitapta toplanmıştır. 97

ss KÖPRÜLÜ- ZADE MEHMED FUAD (1890 -1966). Türk edebiyat tarihçisi. Tiirldye'de ilk defa ilm! esaslara göre edebiyat araştırmaları yaptı. Türk edebiyatının başlan­ gıçtan Cumhuriyet devrine kadar tarihi devirlerini vesika ve ınetinlere göre inceledi. 99

TAGOH, Rabindranat (1861-1941). Hint şair ve Doğu inceliği ile Batı kültüriinü birleştiren eserleri diinya çapında şöhret kazandı. Türkçeye de bazı eserleri çevrildi.

roınancısı.

ıoo

Türk

landıran

Eser

Kitab-ı

Dede Kork~ut. XIV. yüzyılda yazıya geçen Türklerin atlı göçebe devrindeki hayatını can12 hikayeden miirekkeptir, Son olarak 1 000 Temel

destanı.

arasında basıldı.

Kutadgu Bilig, (1071). Yusuf Has Hacib tarafın­ dan yazılan ınanzum tilrkçe ahlak ve siyaset kitabı. İlk müslihnan Türk devleti olan Karahanlılar Devletinin hakanına sunuldu. Bugilnkü dille Prof. Dr. Reşid Rahmeti Arat tarafından yayınlandı (1959). 101

ıoz

01·hon Kitabeleri. Moğolistan'da Orhon nehri kıyı­ dikildikleri için bu adı almıştır. Göktürk devleti hakanı Kültegin ile Bilge Kağan'ın ölilınleri Uzerine (732-735) yıllarında dikilen bu iki yazılı taş türkçe yazılı ilk vesikadır. Sade bir dille bu iki Türk hükiiındarının kahramanlık­ larını ve devlet anlayışiarım anlatır. Tarih! kültürü olmayan Ahmed Haşim, Türk kültürü bakımından çok mühim olan bu eserlerin mana ve değerini takdir edememiştir. ıoa Faust. Alman yazarı Goethe'nin iki kısımdan müteşekkil derin felsefi fikirlerle dolu dramatik eseri (1790 1832). sında

1oı

KRİPPEL. Avusturyalı heykeltraş. İstanbul

burnu, Bursa ve Samsun'daki Atatürk heykellerini

Saray-

yaptı.


AIThfET HA$1M

224 RODİN,

10 S

Kudretli,

şahsiyet

Auguste (1840- 1917). Fransız heykeltraşı. sahibi ve realist bir artist.

106 Son Saat. 1925 ten sonra İstanbul'da çıkınağa baş­ layan resimli günlük gazete.

MERYEM. !sa Peygamberin annesi. Batı san'atında 10 7 daima muztarip, iffetli bir anne olarak gösterilir. 1os PAN. Eski Yunan mitolojisinde si'ırülere hükmeden ve insan şeklinde bütün tabiatı temsil eden tanrı. Kendi icat ettiği flütle dağlarda ve vadilerde dolaşır, dans ederdi. Boynuzlu ve keçi ayaklı idi. 1 09

yazan

VERHAEREN (1855- 1916). Eserlerini fransızca Sembolist şiire yeni bir hava getirdi. şehirlerin ve çağdaş medeniyetin şiirini yazdı.

Belçikalı şuir.

Bi.iyi'ık

1908 Meşrutiyet inkılabının ııo Ittihat ve Terakki. meydana gelmesine yol açan siyasi parti. 1893 yılında Tıb­ bıyeli talebeler tarafından gizli olarak kurulan Terakki ve ittihat cemiyetinin gelişmesinden doğdu. Parti azaları uzun mi'ıddet Ti'ırkiye dışında çalıştılar. Başkanları Ahmed Rıza idi. İttihat ve Terakki partisi devrin pek çok aydınını içinde topladı. 111 SiNAN (Mimar). Bi.iyi'ık Türk mimarı (1489- 1588). Kayseri'nin bir köyi.inde doğdu. Yeniçeri Ocağına girdi. Ordu mimarı olarak çeşitli ülkelerde dolaştı. Yi'ızlerce cami, medrese, kervansaray ve köprü yaptı. İstanbul'da Süleymaniye, Edirne'de Selimiye camileri bunlardan en meşhurlarıdır.

? - 1659). KASIIli (Ağa). Tanınmış Türk mimarı ( 112 Yeni Valide Camii de denilen Yeni Cami onun eseridir. ııa FUZULİ (1495- 1556). Büyük Ti'ırk şairi. Kaide ve basmakalıp hayaller sistemine dayanan eski Türk şiirinde kendisine has lirik bir i'ıslup, his ve hayal alemi yaratmağa muvaffak oldu. Gazelleri, Leyla ve M ecnun mesnevisi şah­ siyetini en iyi gösteren eserleridir. BAKI (1526- 1600). KHisik Türk şiirini en zarif 114 ve ince şekilde ifade etti. Kanuni Sultan Süleyman için yazdığı mersiye, eski Türk şiirinin şaheserlerinden biridir.


NOTLAR

225

m NEDİM ( nükte ve dekoru ile

? -1730). U.le devrini bütün neş'e, büyük Divan şairi.

yaşatan

CAMILLE :M:AUCLAIR (1872 -1945). Fransız yave tenkitçisi. Mallarme, Barres ve Maeterlinck'in tesirinde kalmıştır. Şair, romancı ve bilhassa san'at tarihi tenkitleri yapmış Ye empressiyonistleri müdafaa etmiştir. m

zarı

RICHEPIN, Jean (1849 -1926). Fransız yazarı. Have eserlerinde sosyal kaidelere meydan okuyarak kendini tanıttı. Bohemlerin ve serserilerin şairi oldu. 11 7

yatında

11s REGNIER, Henri de (1864 -1936). Fransız yazarı. Sembolizmin ileri g€lenlerinden. Yeni şiiri Parnasse san'atından kabul edebildiği unsurtarla hafifletti. 1911 de Fransız akademisine seçildi. Esrar, fantezi ve bazen yapmacıklı şiirleri ve romanları vardır. 119

zarı.

JACQUES NORMAND, (1848- 1931). fanteziler ve piyesler yazmıştır.

Fransız

ya-

Şiirler,

1zo COCTEAU, Jean (1889 -1963). Fransız yazarı. Şiir­ leri ile çeşitli edebiyat alnmlarına katıldı. Fütürist, kübist, dadaist oldu. Roman ve piyesler yazdı. Son yıllarında mitolojiye dayanan filmler çevirdi. 121 KLEOPATRA, M.Ö. 51-30 yılları arasında Mısır kraliçesi oldu. Romalılarla savaşırken Sezar ve Antuvan'a mağlup oldu. Onlarla beraber yaşadı. Hayatı savaş, zevk ve ihtişam içinde geçti. Bir yılana kendini zehirleterek intihar ettiği söylenir. 122 BELKIS. Saba mclikesi. Hikmet ve şöhretine hayran olarak büyük bir kervanla Hazreti Süleyınan'a gitti ve hediyelerini vererek tekrar ülkesine döndü. Ondan olan oğ­ lunu Kudüs'e yolladı.

GEORGE MOORE, (1852- 1933). iriandalı yazar. Baudelaire'in tesiri altında şiirler yazdı. Sonra natüralist ve realist romanlar kaleme aldı. Hayatının son yılla­ rında dine döndü. Çeşitli fikir tecri.i.belerini denedi, daima şahsi kalınağa gayret etti. 12a

İlkin

ıs


AHME1'

226 12 4

CENTAURE.

Başı

insan, vücudu at

HAŞİM

şeklinde

olan

varlık.

mitolojik

EVL!YA ÇELEBİ, (1611-1683). Meşhur Türk sey125 yahı. Üç kıt'ada Osmanlı devletinin hemen hemen bütün şehirlerini

dolaştı,

leyici, sade, tutar.

canlı

Almanya ve Avusturya'ya gitti, Sürükbir dille yazdığı seyahatnamesi on cilt

COMTE DE GOBINEAU (1816 -1882). Fransız dip12s lomat ve yazarı. İnsan ırkları üzerine ileri sürdüği.i. fikirler Rosenberg gibi nazariyatçılara tesir etmiştir. 12ı AL1i: NAC! KARACAN. (1896 İstanbul - 1955 İs­ tanbul) Gazeteci. Tasvir-i efkar, İkdam, Akşam gazetelerinde çalıştı. 1935 te Tan, 1950 de Milliyet gazetelerini kurdu. 12s

YUNUS EMRE.

XIII.

yiizyıl

mutasavvıf

Türk

şairi.

VULCAIN. Jupiter ile Junon'un oğlu. Ateş ve ma129 den tanrısı. Venüs'ün kocası. Çirkin ve sakat idi. Annesi onu Olimp dağından aşağı attı, Lamnos adasına düştü ve topa! kaldı. Etna dağının altındaki madeniere yerleşti ve Cyclope'larla beraber çalıştı. (1869 -1940). Hindistan'ın son ve siyaset adamı. Zengin ve din büyük çağda yetiştirdiği kültürlü bir ailenin çocuğu idi. Alımedabad üniversitesinde ve Londra'da hukuk tahsil etti. llombay'da avukat oldu. 1893- 1914 yılları arasında Güney Afrika'ya İngilizlerin çalıştırmak için götürdülderi 150 000 Hintlinin hakkını müdafaa etti. Gazeteciliğe atıldı. Hindistan'ın bağımsızlığı için savaştı, birçok defa hapse girdi, neticede başarı kazandı. Gandi bu mücadelesinde maddi değil, manevi vasıtalara ıao

GAND!,

Malıatma

başvurdu.

II. Frederik (1712 -1786), Prusya kralı. İlın e ve felsefeye meraklı idi. Memleketinde askeri, idar!, ve iktisadi sahalarda büyük yenilikler yaptı. Şii.pheci, filozof ve akılcı idi. Siyaseti lflikleştirdi. 1a1


NO HAR 1a2 HİTLim, Adolf (1889 -1945). başkanı, 1933 de başbakan oldu. 1939

22'1

1921 de N azi Partisi da İkinci Dünya Sa-

1945 de intihar etti. ROTHSCHILD. Birçok memlekette kolları olan zengin Alınan Yahudi ailesi. Ailenin ilk atası Meyer Amochcl Rothschild (1743- 1812) Frankfurt'ta madalya satıcısı ve sarraf idi. Saray ile münasebete girerek zengin oldu. Aynı aileden yetişen çocuklar İngiltere, Fransa, İtalya ve Avusturya'da zengin oldular. San'ata meraklı idiler. Topladıkları eserlerle birçok müzeleri zenginleştirdiler. GOETHE (1749 -1832), En büyük Alman yazarı. 134 Belli başlı eserleri Faust, Wertlıer, lirik şiirleri v.s. dir. Adı geçen eserler türkçeye tercüme edilmişlerdir.

vaşını çıkardı,

1aa

Zeppelin. Yapıcısının adını taşıyan büyük balon. 135 1900- 1939 yılları arasmda hem savaş, hem yolcu, hem de ticaret vasıtası olarak kullanıldı. ıae Paien. Eski Yunan ve Roma.lılar devirlerine has dini inanç ve yaşayış tarzı. ıar RUSKIN, John. (1810- 1900). İngiliz san'at tenkitçisi. Zengin bir tüccarın oğlu idi. J\Iimarl: ve resim üzerinde devrine tesir eden kitaplar yazdı. İnsanın tabiatı bozmasına karşı idi. Medeniyetin doğurduğu sosyal meseleleri de incelemiştir. 1as H. de KEYSERLING, (1880- 1946). Alman filozof ve yazarı. Eserlerinde mekaniklik ve entellektüellik ile savaşır, his, arzu, ihtiras ve ruh kuvvetinin hakim olmasını ister. Türklere karşı biiyük · bir hayranlığı vardır.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.