Peki biz Marksistler bu duruma nasıl bakmalıyız. Bu konuda 99’da Kurtuluş dergisine yazdığım uzun bir yazıdan bir bölümünü yeniden aktarayım: Ulusal Sorunda, Ulusların eşitliğine dayanan demokratik, tek ve merkezi devleti savunan Marksistler, “ayrılma özgürlüğünü” ayrılmadan yana oldukları için değil, zorla birleşmeye karşıt olarak gönüllü birleşmeden yana oldukları için savunurlar. ‘Biz küçük milliyetlerin her ne pahasına olursa olsun, ayakta kalmasını savunmuyoruz; başka şartlar eşit olmak üzere, kesinlikle merkeziyetçilikten yanayız, küçük burjuva federal ilişkiler ülküsüne karşıyız.’ (Lenin, Doğuda Ulusal Kurtuluş Hareketleri) Marksistler, ulusal hareketlerin gerici niteliğinide vurgularlar ama bu, hiçbir şekilde ulusal sorunu inkara götürmemelidir. Ayrıca marksistler şunu da bilirler ki Ulusların kendi kaderini tayini ve çok uluslu Demokratik Cumhuriyetin kurulması, kapitalist sistemde de gerçekleşmesi mümkün olan sosyalizm yolunda katagorik geçişsel bir süreçtir, ve en önemlisi sosyalist bir toplumu amaçlayan marksistler, bütün bu gelişmelerin yetersiz olduğunu çok tutarlıda olsa hiçbir demokratizmin sosyalizmi sağlayamıyacağını Ama toplumsal devrimin en uygun koşullarını yaratacağını bilirler. Ulusal Sorun’da Kapitalizmin kendi evrensel yasası olan iki eğilimi söz konusudur. Önce ulusların uyanışı, giderek ulusal devletlerin kurulması, sonra sermayenin uluslararası birliğinin yaratılması doğrultusunda sınırların çöküşü ve uluslararası işbirliğine yönelmesi. “Her iki eğilimde Kapitalizmin evrensel yasasıdır, bunlardan ilki Kapitalizmin gelişiminin başlangıcında egemendir, ikincisi Sosyalist topluma dönüşüme doğru ilerleyen olgun Kapitalizmi karakterize eder” ‘Lenin’ Dünya ölçeğinde sermayenin merkezileşmesi giderek uluslararasılaşmasıyla “ulusal sorun” da devletlerarası bir düzeye sıçradığından, özellikle Sovyetlerin dağılışından sonra, Kapitalizmin yeni liberal politikaları ulusal kurtuluş hareketlerinin bağımsız çizgisine engel olmaktadır. Ne dünyadaki sosyalist potansiyel ve ne de gelişmiş Kapitalist ülkelerdeki demokratik kamuoyu karar aşamasında söz sahibi olamamaktadır.
Aslında Uluslararası ekonomik işbirliği; uluslararası alışverişin gelişmesi, ekonomik/ politik birliğin yaratılması ve giderek sınırların çökmesi yönünde aslında üretici güçlerin gelişimine ilişkin nesnel ekonomik yasayı yansıtan, nesnel olarak ilerici bir eğilim ortaya çıkarttı. Bu durum halkların ilerici özdeki ekonomik entegrasyonu anlamını taşıyordu, ama sermaye bu eğilimi ‘diğer ulusu’ kendi çıkarları doğrultusunda köleleştirmek için kullandı ve bağımlı ülkelerdeki üretici güçlerin gelişimini çarpıklaştırdı. Kürt Ulusal Hareketinin, halkların entegrasyonunun amaçlandığı görülen “Demokratik çözüm ve özgür birliktelik” önerisi bu çerçevede değerlendirilirse, önerinin taşıyıcısı (kendi çıkarları çerçevesinde) burjuvazi ve emperyalist güçler olacaktır. Öncede belirttiğim, Halkların ilerici özdeki
(ekonomik/siyasi/kültürel vs.) entegrasyonu ile böylesi bir entegrasyonun gerici Emperyalist yöntemlerle gerçekleştirilmesi arasındaki uzlaşmaz çelişkiler nedeniyle burjuvazi ulusal sorunun çözümüne hiçbir zaman doğru bir yaklaşım bulamayacaktır. Ancak, doğru bir yaklaşımı ortaya koyabilecek tek sistem; tüm ulusların egemenliğini ve eşitliğini sağlayan, karşılıklı bağlar kuran, karşılıklı alışverişi sağlayan ve uluslararası işbölümünde yerini alan Sosyalizm’dir. Son olarak ortaya konulan politikalar dolayımı ile hareketin yenildiğini söylemekte doğru bir yaklaşım değildir, son durumu yenilgi olarak değerlendirmek, amaç-araç-süreç diyalektiğinin ve mücadele biçimlerinin yeterince kavranmadığını göstermektedir. Dolayısıyla Kürt meselesinde gelinen durumu, bugüne kadarki kazanımları da gözeten bir yerden, sınıf hareketi ve sosyalistler için mücadelede elverişli bir zemin hazırlamasıyla değerlendirmek daha gerçekçi olacaktır. Sınıf perspektifinden kopuk değerlendirmeler hiçbir zaman mücadeleye ilişkin sağlıklı bir yaklaşım ortaya koyamaz. Aslında Roma sürecinde ilk adımları atılmaya başlanan ve İmralı sürecinde somutlaşan “barış, demokratikleşme ve özgür birliktelik” kararını bu perspektifle değerlendirdiğinizde, karşıt sınıflar açısından her iki sınıf içinde olumlu bir karakter taşıdığı görülmektedir. İşte, sınıf perspektifiyle bakan sosyalistler bu kararın her iki sınıf için olumluluk taşıyan yanlarının, sınıfların kendileri gibi uzlaşmaz çelişkiler taşıdığını görmelidirler. Türkiye’de Kürt’ler için yaşanan bu durum aslında emperyalizm ve uluslararası sermayenin Türkiye ve benzeri ülkeler üzerinde oynadığı oyundan çok farklı değil, daha gelişkin, daha aldatıcı bir durumdur. Aynı şekilde emperyalistlerin kendi hegemonyalarını sağlamlaştırmak amacıyla oluşturdukları; NATO, AGİT, Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği (AGSK), Dünya Ticaret Örgütü (WTO) ve benzeri kuruluşlar, Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Anlaşması (AKKA) ve benzeri anlaşmalar, Sovyetler birliğinin dağılmasıyla Ortadoğu, Kafkasya ve Avrasya’da ortaya çıkan emperyalistler arası hegemonya mücadelesinde önemli rol oynamaktadır. Bu kuruluşlar ve anlaşmalar emperyalist liberalleşme programlarını uygulayabilmek için bizim gibi tampon ülkelerde “sözde” demokratikleşmeyi öne çıkarmaktadırlar. İşte, bu noktada sınıf perspektifinden baktığımızda aynı Türkiye’de Kürt sorununda söylediğimiz gibi emperyalistlerin izlediği bu politikada kendileri için olumlu olan yanıyla Türkiye’de yaşıyan işçiler, emekçiler için olumlu görünen yanı demokratikleşmedir ve her iki sınıf açısından olumlu görülen bu yan ( işçi sınıfının kendi mücadelesi sonucu olan kazanımlar olmadığı müddetçe ) sınıfların kendileri gibi son tahlilde uzlaşmaz çelişkiler taşımaktadır. Kürt meselesinde atılacak adımları Kapitalizme karşı mücadeleye ve Sosyalizm hedefine bağlayamadığınız müddetçe, yine zararlı çıkan işçiler emekçiler ezilen yığınlar olacak ve Uluslararası sermayenin Globalleşme ve Yeni Dünya Düzeni adıyla dünya halkları üzerinde uyguladığı, sözde demokratikleşme dedikleri, üretilen değerlerine el koyma ve köleleştirme politikaları ve özellikle bölgemizde oynanan oyunları boşa çıkaracak enternasyonalist dayanışmayı örgütlemek gibi acil görevlerimiz dumura uğrayacaktır. Devletin içinde, adına “derin devlet”, “çete” veya “denetim dışı karanlık güçler” denilen güçlü örgütlenmeler var ve bunlar halen şu veya bu oranda etkililer. Bu özel savaş çetesinin tek yaşam
şansı, kirli savaşın devam etmesidir. Çünkü suçları ayyuka çıkan bu çete belli ki kan emmeden yaşayamaz. Kürt cephesinde de savaş gerektiği zaman savaşa küfreden, barış dendiğinde “teslim oluyorlar” diyen ve savaş rantı ile beslenenler var. Bu gerçeklik bize, egemenlerin demokratikleşme yolunda adımlar atmasının oldukça zor olduğunu göstermektedir. Mucize gerçekleşse ve egemenler demokratikleşme yolunda adımlar atmaya başlasa bile, süreç ve bileşenler iyi kurgulanmazsa asla başarı sağlanamaz. Dolayısıyla, asıl muhataplar olarak işçi sınıfı ve emekçiler artık ortaya çıkmalıdırlar. Somut gerçekliğe ancak onlar sayesinde ulaşılabilir... Kürt ulusal hareketinin önerileri, devlet tarafında açık ve net tutumların ortaya çıkmasına yol açmamışsa, bunda egemenlerin kendi arasındaki çıkar çatışmalarından kaynaklanan çelişkilerin yanında Türk toplumundan güçlü bir barış talebinin yükselmemiş olmasının da rolü unutulmamalıdır. (…) gerçekten bizlerinde sorunun mu yoksa çözümün mü bir parçası olacağımıza ve sorunu tamamen emperyalist güçlerin eline mi bırakacağımıza biran önce karar vermemiz gerekmektedir. 1980’li yıllardan sonra, Kürt hareketinin yükselmesi ve Siyasal İslam’ın gelişiyor olması, “egemen sınıfların en itibarlı kurumu olan ordu’nun siyasal arenayı boylu boyunca kaplaması sonucunu doğurmuş, devlet özellikle ordu eliyle ideolojik hegemonyanın tesisi için kriz dinamiklerini bastırmaya dayalı militarist yönelimi derinleştirmiştir.” …. “Legalize edilen, kaynağı narkotik ticaretine, silah kaçakçılığına ve yeraltı ekonomisine dayanan kara para yeni kapitalist grupların çıkmasına neden oldu. Süregiden Kürt savaşının yarattığı rantlarla hızla palazlanan bu kesim, rekabete, üstelik iktisat dışı şiddet yöntemleriyle katıldı.” Yıllardır sürdürülen kirli savaş ve egemenler tarafından uygulanan politikalar sonucunda işçi ve emekçi kesimler içinde de şovenizm alabildiğine gelişti, bunun sonucunda temel çelişki unutturulup, kirli savaşın sorunlar yumağıyla üzeri örtüldü. Savaşın sona erdirilmesiyle, başta işçi sınıfı için emek-sermaye çelişkisi üzerine yoğunlaşılabileceği bir zemin açılacak ve sınıf bilinci olgunlaşabilir hale gelecektir. Demokratik açılımların getireceği kazanımlar da düşünülürse Sosyalizm mücadelesi oldukça önemli bir ivme kazanacaktır. Emekçi kesimlerin devrime yönelişini sağlayacak bu süreci hızlandırmak ise bizlerin en acil görevlerindendir. Kürt sorunu es geçilerek, görmezden gelinerek ya da soruna gereken önemi vermeyerek, temel toplumsal değişimlerin gerçekleşebileceğini savunmak, sınıfsal ve ulusal baskının her biçimine, şovenizme karşı uzlaşmaz bir tavır almamak bizleri sürekli yanlışa götüren bir yaklaşım olacaktır.
Bİze düşen görev; gün geçirmeden devrimci inisiyatifi kullanmaktır. (…)
Işçi sınıfının dışındaki kesimlerin talepleri doğası gereği demokrasi çerçevesinde olan taleplerdir, sınıfın ise bu demokrasi çerçevesinde olan talepleri aşan bir sosyalizm hedefi vardır. Bizler ise işçi sınıfının dışındaki kesimler için “azami” olan bu demokrasi çerçevesindeki talepleri “asgari talepler” olarak programımıza almak durumundayız. Reformist ve Devrimci çizgi ayrımı işte bu asgariyle azaminin çakıştığı noktada ortaya çıkar ve tabi önemli olan da bu talepleri nasıl formüle ettiğinizdir. Bu noktada ÖDC tartışmalarının, bir kısım için, Devrimci-Reformist ayrımında reformistlerle çizginin nereden çizileceğinin kestirilememesinden, bir kısım içinde devrim anlayışından kaynaklandığı hatırlanmalıdır.
Şu da hatırlanmalıdır ki “en demokratik burjuva devlette, ezilen yığınlar kapitalistlerin ‘demokrasisi’ tarafından ilan edilmiş olan saymaca eşitlikle, proleterleri ücretli köleler durumuna getiren binlerce gerçek kısıtlama ve kurnazca oyun arasında bas bas bağıran çelişkiyi aralıksız karşılarında bulurlar. Kapitalizmin kokuşmuşluğu, yalanı, ikiyüzlülüğü üzerine yığınların gözünü de işte bu çelişki açar. Sosyalizm ajitatör ve propagandacılarının yığınları devrime hazırlamak için onlar karşısında durmadan sergiledikleri şey de işte bu çelişkidir….. …..proletaryayı eğitmek ve onu eyleme hazırlamak söz konusu olduğu zaman değeri yadsınmaz olan Burjuva Demokrasisi, her zaman dar, iki yüzlü, yalancı, düzenbazdır, her zaman zenginler için bir demokrasi, yoksullar için bir aldatmaca olarak kalır.” [Lenin]
İşte bu ikiyüzlülüğü ve aldatmacayı gözden kaçırmadan, yukarıda belirttiğim gibi demokrasi çerçevesinde olan talepleri, kazanımları itibariyle reddedeceğimiz bir zemin ortaya çıkacak olmasına rağmen, sağlıklı bir şekilde formüle ederek programa alıp, kapitalizmin çelişkilerini, yığınların gözünü açar tarzda gündeme getirerek devrimci dinamizm yakalanabilir sanıyorum.