Sosyalist Yeniden Kuruluş
Program tartışmalarına katkı
Sorunlar onları üreten bilinç düzeyi ile çözülemezler
Mustafa Yeşim
Çerçeve Eleştirisi 1
Kültür denetim aracı olmuş ve yabancılaşma üzerinden yaşam karşısında hâkimiyet kurmuştur. Mustafa Yeşim 29.10.2012
Eğer bir topluluğa “belli” bir düşünceyi anlatmak ve “bellinin” dışına çıkmadan tartıştırmak istiyorsanız bu “belli” düşünceyi bütün kişisel kurgularınızla bir “çerçeveye” alır, buyurun bu metin üzerinden tartışın dersiniz. Niyetiniz kolaylayıcı olsun diye bir metin çıkartmak olsa bile çoğu zaman “çerçeve” metinler tartışmayı kendi çerçevesine kilitler ve yönlendirici etki yapar. Bu etki; tartışmanın tek yanlı ve daralması yönünde olumsuz bir etkidir. Çerçeve metinlerle ve tartışma toplantılarının başında “bir bilenin” sunumu sonrası topluluğa yaptırdığımız tartışma yöntemi; aslında, demokrasi bağlamında ulaştığımız noktadaki söylemlerimizle örtüşmeyen ve bizlerin bir türlü üzerimizden atamadığımız eski alışkanlıklarımızdan biri olmaya devam ediyor. Buna ilk elden “metne hakim olan arkadaşımıza sunum yaptırmanın nesi yanlış” itirazı gelebilir, peki neden daha birbirimizin düşüncelerini bilmeden bu yoldaşımızın konuyu daha iyi anlatacağı var sayılır, yok böyle değilse, zaten yazılı olarak dolaşıma sokulan bir metin neden toplantılarda herkesten daha fazla söz zamanı verilerek yeniden anlattırılır? “Her şeyi yönlendirme” yaklaşımı olarak zaman zaman karşımıza çıkan bu durum, hala eski alışkanlıklarımızı atamadığımız için çoğumuzun algılayamadığı ve normal gelen bir yöntem olarak “çerçeve” içinde kalmamızı sağlıyor. Yola çıkarken SYK sürecine ilk adım attığımız günleri hatırlayın. Söylediğimiz en önemli şey eski olumsuz alışkanlıklarımızı atacağımız ve geçmiş olumsuz birlik deneyimlerimizden dersler çıkaracağımız uzun soluklu bir tartışma sürecinin gerekliliği idi. Öylesine geçiştirilen bir tartışma süreci eski birlik deneyimlerinin tekrarı olma riskini her zaman taşımaktadır. “Yola” çıkalı iki yıldan fazla bir zaman geçmiştir. Tabi ki bu süre içerisinde belli grup ve kişilerin tartışmayı farklı yönlere çekerek yeniden kuruluş mantığına uymayan tarzda bir yapılanma dayatmalarının bizlere kaybettirdiği zamanı görerek konuşmak ve hareket etmek gerekiyor ama bu yüzdende aceleci davranmamak gerektiği ortadadır.
Tartışma sürecinin başlatılması yanlış bir şekilde çerçeve metinler beklendiği için geciktirildi. Aslında konuları çerçeveye almak yerine, geçmiş olumsuz birlik deneyimlerimizden de dersler çıkararak sadece konu başlıklarını ucu açık bir çerçeveye alıp, konuların çerçevesini kırarak tartışmaya başlamamız ve çerçeveyi ortak akılla belirlememiz gerekiyordu. Böylece de gereksiz bir süre kaybına uğramamış olacaktık. Şimdi çıkarılan takvime göre baktığımızda dört ay gibi kısa bir sürede tartışmaların sonuçlandırılması hedeflenmektedir. Dört ay içerisinde yapacağımız toplantılarla ortak aklın ortaya çıkarılması geçmiş pratiklerimize baktığımızda mümkün görünmemektedir. Dört ay içerisinde ortaya bir şey çıkarsa da bu ortak akıl değil ortak merkezi akıl olacaktır. Buradan çıkışın bir tek yolu vardır; o da, hızlı bir şekilde hiç zaman kaybetmeden düşüncelerin yazıya dökülerek dolaşıma sokulmasıdır. Bu dolaşım var olan grupların mail adreslerinin de ortaklaştırıldığı ve herkesin ulaşabildiği internet sitesi gibi bir ortamda olmalıdır. Bu ortam tartışmalar başlamadan önce hazırlanmalı idi son OMK toplantısında bu yönde bir karar alındığı görülse de kısa sürede bu alt yapıyı hazırlamak kolay olmayacağa benziyor. Birinci bölge ilk tartışma toplantımızda bu sorunu dile getirdiğimde aldığım yanıt en geç bir hafta içerisinde tartışma tutanağının dolaşıma sokulacağı yönünde idi, ne yazık ki toplantı 14 Ekimde oldu hala herhangi bir yerde toplantı tutanaklarına rastlamış değiliz. …
Kapitalizm, kriz (1) İstanbul birinci bölgede yapılan ilk tartışma toplantımızda çerçeve metnin nasıl yönlendirici ve kısıtlayıcı olduğunu gördük. Uzun uzun, tarihsel olarak kapitalizmin kriz dönemleri ve yapısal değişiklikleri üzerinde konuşmalar ortaklaştırırken, ağırlıklı olarak tartışma “biyo-politik evre”, “antikapitalist oluşumlar” ve “sermaye emek çelişkisinin sermaye insanlık çelişkisine doğru evrildiği” tartışması üzerinden çerçeveye girdi. Bu kavramlaştırmaları tartışmak tabi ki de gereksiz değildi. Eğer ortak bir akıl oluşturup programa temel teşkil edecek bir yaklaşım ortaya koyacaksak birbirimizin düşünüş bütünlüğünü şekillendiren kavramlaştırmaları da derinlemesine tartışıp ortaklaştırmamız
gerekmektedir, ama önemli olan kendimizi bu çerçeveye hapsetmeden ortak aklı ortaya çıkarabilmektir. Kavramlar; dünyayı, birbirimizi, anlamaya, anlatmaya, değiştirmeye dönüştürmeye yararlar. Kavramlar kendi başlarına çok şey ifade etmezler, farklı düşünce biçimi, dünya görüşü, ideolojik biçimleniş kendi kavramları ile kendi içerisinde bir bütünlük taşırlar. Mesela bizim “emek” kavramımızla bir burjuvanın “emek” kavramı kendi bütünlüğü içerisinde farklı içerikle donatılmıştır, bir burjuvanın “emek” kavramını kendi içeriği ile bizim kavramlarımızın yanında kullanamazsınız, kendi içeriği ile bizim bütün diğer kavramlarınızı da bozar, çarpıtır. “Biyopolitik evre” kavramlaştırmasını kendi bütünsel düşünce sistematiği içerisinden çekip alarak diğer kavramları ile; mesela “imparatorluk” ve “çokluk” kavramı ve bu kavramlar bağlamında “enformatik kapitalizm evresi” ya da Foucault’nun “biyoiktidar” ve “disiplinci iktidar/toplumu” kavramları karşısında “biyopolitik üretim” ve “kontrol toplumu” kavramlarından bağımsız soyut bir içerikle bizim kavramlarımızın arasına yerleştirirseniz bizim düşünüş sistematiğimizi de bozar, çarpıtır, post modern yaklaşımlara kapı aralar. Reformizmle devrimcilik arasındaki ince çizgide gidip gelmeler genellikle bu tür hatalı yönelimler sonucu olmuştur. Ekonomik gelişmelere ve üretim yapısına bağlı olarak çevrenin büyük bir hızla kirlenerek doğal kaynakların aynı hızla tükenmesi çevre boyutunun bilimsel temelde mücadele hattımıza eklemlenmesini zorunlu kılar. Ekonomi politik ve biyopolitiği karşılaştıracak olursak; biyopolitiğin konusu kısaca, maddi üretimin dışında, toplum yaşamı ve doğada meydana gelen olumsuzluklardır. İmparatorluk yazarları Hardt ve Negri’nin “Otonomiyi ve demokrasiyi başarma yeteneğine sahip” olarak tanımladıkları “çokluk”, yazarlara göre devrimci bir içeriğe sahiptir. Hardt ve Negri’ye göre üretim tarzı değişmiştir, artık teknolojik gelişimler emeğin rolünü azaltmış, bunun yerini “maddi olmayan emek” almıştır. Bizzat toplumsal hayatın üretimi olarak tanımladıkları “biyopolitik üretim” “maddi olmayan emek” tarafından gerçekleşir. Yani “çokluk” ve “biyopolitik üretim” bu düşünüş sistematiği içerisinde birbirini tamamlayan kavramlardır. Bizler benim haberim olmadan işçi sınıfına ilişkin böyle bir yapısal değişim tarifi yapıyor ve sistemsel özellikleri de değiştirdiğini söylüyorsak sorun yok, ama ben böyle olmadığını düşünüyorum.
Sisteme ve yapılanmaya ilişkin, yani sistemsel ve yapısal arasındaki farklılıkları görmeden yapılan bu tartışmalar çoğu zaman hatalı sonuçlara ulaşmamıza neden olur. Bilindiği gibi kapitalizm kendine özgü -zaman zaman krizi önlemeye yönelik değişen/değiştirilen- yapısal özellikleri olan bir sistemdir. Kapitalizm-kriz tartışırken bu farklılığı ve sistemsel olanın yapısal olana etkisini gözden kaçırmamak gerekiyor. 162 yıl öncesinin Komünist manifestosu ve Marksist Leninist öğreti hala Kapitalizmin krizini açıklamakta tek geçerli kaynak olarak önemini korumaktadır. Önümüzdeki en önemli devrimci görevlerden biri postmodernizmin, “devrimi” dünyayı değiştirmek anlamından çıkaran kafa karıştırıcı kavramları arasında reel sosyalizmin hatalarının sonuçları üzerinden değer yitiren sosyalizmin hala tek seçenek olduğunu göstermektir. Kriz temelde yapısal değil sistemseldir. Yapısal değişiklikler ve yeniden yapılanmalar (sömürgecilik, yarı sömürgecilik, sermaye ihracı, Taylorizm, Fordist üretim, esnek üretim, ekonomik işbirliği, uluslararası iş bölümü, tekel, enflasyon, develüasyon vs.) hernekadar kapitalizmin krizini dönem dönem görünmez kılsalar da, sistemsel özelliklerin (sermaye birikimi, kar, kar oranlarının düşme eğilim, emek sermaye çelişkisi, rekabet vs.) etkisi ile kaçınılmaz son yeni bir kriz dalgası olarak kendini kısa sürede açığa vurmaktadır. Bilindiği gibi Marx’ın kapitalizm eleştirisi aynı zamanda insan ve insanın özgürlüğü ile ilgili kapitalist safsataların da bir eleştirisi olmuş ve bunu bilimsel bir temele oturtmuştur. Kapitalizmin krizini, kapitalizmde meydana gelen yapısal dönüşümleri, işçi sınıfının yapısında ve örgütlenmesinde yarattığı değişiklikleri tartışırken bu başlıklara ilişkin yapacağımız tespitleri insan ve insan özgürlüğü bağlamında açıklığı kavuşturmak eleştirileri bu yönde geliştirmek gerekmektedir. İnsan ve insan özgürlüğü bağlamında tüm yanılsamalar kapitalist iş bölümünün sonuçları olarak bilince çıkarılmalı ve üretimin toplumsal karakteri ile üretim araçlarının kapitalist mülkiyeti arasındaki çelişki gözler önüne serilmelidir. Kapitalizmin krizi ile sosyalizmin doksanlarda dünya ölçeğinde içine düştüğü durum çakıştığında, kapitalizm kendi kriz ortamında bile sosyalizm karşısında üstün geldiğini ve tek seçeneğin kapitalizm olduğu biçiminde bir propaganda saldırısı ile kitleler üzerinde güçlü bir etki yaptı. Bu neo-liberal ideolojik
saldırıların etkisi ve kurduğu hegemonya ile “sol” kesimler de sistem içi çözümler ve ona ait yeni kavramlar ve mücadele anlayışları ortaya koymaya giriştiler, ağırlıklı olarak sosyalist yaklaşım ve ona ait kavramlar bir kenara itilmeye çalışıldı. Bu yeni kavramlar “değişen dünya ve ülke koşulları” rasyonalizasyonu ile geniş kesimleri etkisi altına aldı. Elbette ki dünya ve ülke koşulları her dönemde değişikliğe uğrayacak ve buna uygun yeni tanımlamalar yeni örgütlenme biçimleri doğru sosyalizm anlayışı çerçevesinde devrimci bir tarzda yeniden şekillendirilecektir. Ama bu tür sistem içi kavramlaştırmalarla bir perspektif koymaya çalışanlar sosyalizmden artık vazgeçtiklerini kendilerine de itiraf edemedikleri için karmaşık söylemlerle gerçeği bulanıklaştırmaya çalışmaktadırlar. Bu tür yaklaşımlara temel teşkil eden en önemli etken, işçi sınıfının bileşimindeki -yapısal- farklılaşmadır. Gelişen sanayinin üretim araçlarında otomasyona gitmesi, robot kullanımının artarak gelişmesi, emek gücü talebini düşürmekte, her ne pahasına olursa olsun işçinin uzmanlaşmış yeteneğinin değerini düşürmekte ve bilgi yoğun üretim biçimi hizmet sektörünü nicelik olarak imalat ve tarım sektöründen daha gelişmiş duruma getirmektedir. Maddi üretimde otomasyonun gelişmesi sonucu “işin” toplumsal bölünmesi içerisinde “hizmetlerin” ağırlık kazanması bu kesimi işçi sınıfı kategorisinden ayırmaz, sonuçta maddi bir “ürün” ortaya çıkmamış olması görüntüsü bir yanılgıdır. Son tahlilde “hizmet” maddi üretimin parçalanmış yapısı içerisinde bir yer teşkil eder ve toplumsal maddi üretimin bir parçasıdır. Otomatik makinenin devreye girmesiyle iş bölümü büyür, sermaye yoğunlaşır, uzmanlaşma ortadan kalkar, “hünerli emek” yerine “makine gözeticileri” geçer, işsizler ordusu artar, değişen sermaye içerisinde emeğin miktarı azalır ve değeri düşer. Teknolojinin gelişmesini tetikleyen de işçi sınıfının sendikal mücadelesi olmuştur. Engels’in Felsefenin sefaletinde açıklandığı gibi “1825'ten sonraki hemen tüm yeni icatlar, işçinin uzmanlaşmış yeteneğinin değerini her ne pahasına olursa olsun düşürmeye çalışan işveren ile işçi arasındaki çatışmalardan doğmuşlardır. Her önemli grevden sonra ortaya yeni bir makine çıkmıştır”
Teknolojinin gelişmesine paralel olarak bilgi üretimi, hiçbir dönemde olmadığı ölçüde büyük bir ivme kazanmış “bilgi toplumu” safsatasının aksine bilgi tekellerin elinde toplanarak yine iktidar amaçlı kullanıma sokulmuştur. Tabi bütün bu gelişmeler neticesinde, genişletilmiş yeniden üretim sonucu artıdeğer artar, sermaye birikimi yoğunlaşır, aynı oranda sermayenin organik bileşimi de artar ve bütün bir üretim içerisinde emek gücü azalır. Makineleşme geliştikçe üretimin basitleşmesi kapitalisti daha ucuz iş gücü olan kadın ve çocuk işçileri istihdam etmeye yöneltir. Sonuç kapitalist sistemin gittikçe daha fazla “kar” elde etmesi midir? Tabii hayır. Sermaye birikimi bir yandan rekabeti körükler bir yandan sömürüyü azgınlaştırır bir yandan da işsizler ordusunu akıl almaz boyutlara ulaştırır. Sermayenin organik bileşiminin artması kar oranlarının düşmesini beraberinde getirir. Bu Marx tarafından ortaya konmuş bir yasadır ve formül bu kadar basittir. Kar oranlarının düşme eğilimi bize krizlerin nedenlerini ve kapitalizmin sonunu açık biçimde göstermiştir. Kapitalizm var olan bu çelişkisi ile yarattığı işsiz yığınları kişilik bireyi olmaktan çıkarıp değersizleştirerek kendi sonunu getirecek bir potansiyeli de ortaya çıkarır. Kar oranlarının düşmesi rekabeti körükler, teknolojinin gelişmesi ile rekabet sonucu tekelleşme daha da hız kazanır, makineleşme hızla artar, emek oranı ve değeri düşer, pazar daralır. Yani Kapitalizm bir çıkmazdadır. Kapitalizm için tek seçenek vardır oda “insanın makineleştirilmesi, makinenin beşerileştirilmesi dir” bu da kapitalizmin yapabileceği bir iş değildir. Marx’ın kapitalizm eleştirisi kapitalizmin kendi çöküşünü de gösteren ve hala kendini sürekli kanıtlayan bir muhtevaya sahiptir. Bugün kapitalizmin krizine baktığımızda gelişmiş kapitalist sanayinin kendi sonunu hazırlayan ve kaçınılmaz olarak kendi karşıtına dönüşmesine yol açan eğilimlerini insan faktörü öne çıkarılarak gösterilmesi gerekmektedir. “Temel sermaye insandır, insanın bizzat kendisidir”. Marks üretimin “özgür ve bütünsel olarak gelişmiş” bireyler tarafından gerçekleştirilmesinin ve denetiminin üretenlerce yapılmasının ekonomik olarak zorunlu olduğunu tüm açıklığı ile ortaya koymuştur.
Bunun için tek seçenek Sosyalizm’dir.
Çerçeve Eleştirisi 2
Çerçeve 2
"Sorunlar, onları üreten bilinç düzeyiyle çözümlenemez." Albert Einstein
Sorunları üreten bilinç düzeyi ile sorunları çözmeye çalışmak, bizlere aynı filmi sürekli yeniden izlettirir. Mustafa Yeşim 04.11.2012
“Sermaye emek çelişkisinin sermaye insanlık çelişkisine doğru evrildiği” tartışması çerçeveye giren ikinci tartışma konusuydu. Tartışma, çerçeve metinde şöyle geçiyor: “Emek-sermaye çelişkisi giderek bir insanlık-sermaye çelişkisi halini alıyor ve bu durum bir dizi anti-kapitalist dinamiğe davetiye çıkarıyor. Üzerlerine dolaysızca sınıfsal bir etiket yapıştırılamayacak toplumsal hareketler ve kimlik mücadeleleri tabloyu karmaşıklaştırıyor.” Burada kullanılan kavramlar; “sermaye”, “emek”, “insanlık”, “anti-kapitalist dinamikler”, “sınıf”, “kimlik mücadeleleri”. Bu kavramlardan ne anladığımız ve cümle içinde neyi anlatmasını amaçladığımız önemli. Benim algıladığım şu; “emek” ve “sermaye” bilinen içeriği ile kullanılırken, sorun, “insanlık” kavramı üzerinden açığa çıkan algıda. “İnsanlık”; tür olarak insanın devamı, insana ait tüm olumlu değerler anlamında kullanılmış ve sermayenin emek ile olan çelişkisinden farklı bir kategori olarak değerlendirilip bu çelişkinin evrildiği rotayı çizmiş. Hegel diyalektiğinin eleştirisi bağlamında değerlendirmek gerekiyor. Bence buradaki yanılgı “emek” ve “insanlık” ayrımı; bu ayrım kendi içerisinde “doğa” ve “insan” ayrımını da barındırıyor çünkü devamında “sermaye insanlık çelişkisi” doğa tahribatının insanlığı tehdit ettiği yönünde bir argümanla önümüze geliyor. Var olan bilgilerimiz bize açık bir biçimde emek ile sermaye arasındaki temel çelişkinin, zaten tür olarak doğanın bir parçası olan -doğanın kendisinin dünyaya getirdiği- insan ve insana ait tüm değerlerle olan çelişkisi ile içkin olduğunu, birbirlerinden ayrılamayacağını göstermektedir.
İnsan ve doğa “özdeştir”, görüntüde yanıltıcı biçimde insanın doğa ile olan ilişkisi gibi görünen aslında doğanın kendisi ile olan ilişkisidir. Marks bunu Ulusal ekonominin eleştirisi üzerine yazılarında şöyle dile getirmiştir: “İnsan doğa ile yaşar; bu şu demektir: Doğa onun ölmemesi için, birlikte kesintisiz süreç içinde kalmak zorunda olduğu vücududur. İnsanın fiziksel ve ruhsal yaşamının doğa ile ilgisinin olması, doğanın bizzat kendi kendisi ile ilgisinin olmasından başka bir anlama gelmez. Çünkü insan doğanın bir parçasıdır.” Yani, Marksist-Leninist öğretiye ait kavramlarımız durumu izah etmekte yeterlidir. Her ne kadar tartışmaya giren yoldaşlarımızın, kapitalizmin temel çelişkisini post-Marksistler gibi karartma anlayışında olmadıklarını bilmekle beraber; çelişkinin “sermaye insanlık çelişkisine doğru evrildiği” söylemi postmodern, post-Marksist söylem fırtınası içerisinde bir etkilenme sonucu olduğunu belirtmek gerekiyor. Tıpkı “biyopolitik evre” tanımlaması gibi… Post-Marksistler emek ile sermaye arasındaki temel çelişkiyi nasıl bulanıklaştırırlar? Öncelikle sınıfsal bakış açısını terk ederler, sınıfın yerine “ezilenleri” koyarlar, bu durum zaten kendiliğinden, sermayeye karşı mücadeleyi demokrasi mücadelesine indirger. Sistemi yıkmak sosyalizmi kurmak gibi bir perspektif işçi sınıfının dışındaki ezilenler için geçerli değildir. Yani ezilenlerin, üretim araçlarını toplumsal mülkiyete geçirme gibi bir derdi yoktur, bu ise reformizm için mücadeledir. Post-modernistler, post-Marksistler işçi sınıfının ortadan kalktığını ya da önemsizleştiğini teorileştirerek yeni yeni kavramlarla olay ve olguları rasyonalize edip dünyayı değiştirmek için alternatif “güçler” aramaya giriştiler ve sistemin yapısal özelliklerinden kaynaklanan “toplumsal hareketlerin” işçi sınıfını ortadan kaldıracak biçimde sınıfın yerine geçtiğini iddia ettiler. Bunlar “ezilenlerdi”. Ezilenlerin sınıfsal bir içeriği yoktur, ezilenleri sınıfın yerine koyma çabası Marksizm’e-Leninizm’e karşı saldırıların bir parçasıdır, Kapitalizme karşı mücadelede sınıfsal perspektiften bakmadan yapılan her türlü değerlendirme, atılan her türlü adım özünde burjuvaziye hizmet eder. Ajitasyon ve propaganda amaçlı “ezilenler ve sömürülenler” kavramlarını birlikte kullanmak başka bir şey “ezilenleri” işçi sınıfının yerine ikame etmek başka bir şeydir.
Alıntıya tekrar bakalım “… Üzerlerine dolaysızca sınıfsal bir etiket yapıştırılamayacak toplumsal hareketler ve kimlik mücadeleleri tabloyu karmaşıklaştırıyor” Karmaşıklaşan bir şey yoktur aslında; Marksizm’in içini boşaltmak isteyenlere göre artık işçi sınıfının yerini ezilenler, yoksullar, hoşnutsuzlar vs. almış ve bu “toplumsal hareketler” özerk ya da ayrı biçimde kendi hareketlerini örgütlemişler ve bu örgütlemeler “kimlik politikası” olarak şekillenmiştir. Peki bu post-Marksist, post-modern yaklaşımlar bizleri ne kadar etkilemiştir? Bunu “çerçevenin” birçok kavramında hissetmek mümkün, hatta biraz ölçünün kaçtığını Strateji başlığının 19. Maddesinde açıkça görebiliriz: “19. İlk bakışta paralize edici bir zaaf, baş edilmesinin bir yolu olmayan bir curcuna ve bir kakofoni gibi gözüken bu durum, aslında bir imkân, bir davet, komünizmin bir embriyonu ve sosyalizm hakkındaki tahayyülümüzü yenilemeye sevk eden bir meydan okumadır.” Peki; Kimlik politikası nedir? Kimlik politikası postmodernizm’in politik ürünlerinden biridir, kimlik politikasını savunanlar işçi sınıfının yerine “toplumsal hareketleri” kadın hareketlerini, gençlik hareketlerini, LGBT’leri, ezilen azınlıkları, siyahları koyarak “ezilenler” olarak tarifler. Kimlik politikaları bu ezilen gruplar arasındaki ayrımı güçlendirir, grupların ayrı, özerk örgütlenmesi aslolandır. İşte, bizlerin Marksizm’in içini boşaltmaya hizmet eden bu kavram bolluğunda yoğun dezenformasyonun etkisi ile bu akımlardan alarak kendi kavramlarımızın arasına sıkıştırdığımız, son tahlilde reformizm’i işaret eden kavramlara baktığımızda, aslında kendi içerisinde çelişkiler taşıyan bir algı karmaşasına yol açtığımızı, ya da var olan çelişkinin taşıyıcısı olduğumuzu rahatlıkla görebiliriz. “Kimlik politikaları bu ezilen gruplar arasındaki ayrımı güçlendirir, grupların ayrı, özerk örgütlenmesi aslolandır” demiştim; tekrar İmparatorluk yazarları Hardt ve Negri’ye dönecek olursak “potansiyel olarak toplumsal üretime katılan tüm figürlerden oluşur” dedikleri “çokluk”; çoğulluğun/çeşitliliğin ve tekilliğin korunduğu bir yaklaşımın ürünüdür. Bireyler arasındaki farklılıkları yok saymaz onları özdeş görmez ama sorun, bireysel farklılıkların korunarak bir “çokluk” oluşturmanın nasıl olacağı meselesidir. Hardt ve Negri burada sınıf ve kimlik
merkezli politikalardan farklılaşır ve ortaklığı oluşturacak şeyin üretilecek bir şey olduğunu söyler ve buna biyopolitik-üretim der. Peki, biz ne yapıyoruz; bir ondan bir diğerinden kavramları karıştırarak kendi bütünsel içeriklerinden koparıp bir yerde “ezilenlerden”, toplumsal grupların ayrı, özerk örgütlenmesinden bahsederken, diğer bir yerde çelişen bir şekilde biyopolitik-üretimden bahsedebiliyoruz. Einstein’ın söylediği gibi "Sorunlar, onları üreten bilinç düzeyiyle çözümlenemez." !!!
Çerçeve Eleştirisi 3
Çerçeve 3
Bilimsel bakış açısı her zaman verili somut durumun analizini gerekli kılar ve somut durumun analizi süreci içinde değerlendirildiğinde anlamlı sonuçlar üretir. Bu yüzden sürecin, ilişki ve çelişkilerin ortaya konulması tartışmada devrimci bir tutum alışın olmazsa olmazıdır. Mustafa Yeşim 06.11.2012
İkinci tartışma yazımdan sonra bir arkadaşımızdan aldığım mailde “Mustafa abi selamlar, Çerçeve_2 başlığı ile sosyalist parti mail grubuna yolladığın yazıyı okuma şansım oldu, yazdığın eleştirlerin önemli ve doğru olduğunu düşünüyorum. ancak tabi bu eleştiriler yeni sorular doğuruyor.” Demiş ve birtakım sorular sormuş. Bunlardan biri aslında tartışma konularımızı da içeren “toplumsal hareketler” ile ilişkinin nasıl olacağı sorusuydu. Elbette ki bu eleştirilerimin mantıki sonucunda en azından “toplumsal hareketler” olgusunu sınıfsal perspektiften bakarak nasıl değerlendirmemiz gerektiğini açıklamak ve işçi sınıfının egemen sınıf olarak örgütlenmesini sağlamak üzere çıktığımız bu yolda toplumsal hareketlerle sosyalist hareketin ve işçi sınıfının ilişkisini net bir şekilde ortaya koymak gerekmektedir. Kapitalizmin yapısal özelliklerinden kaynaklandığını söylediğim “toplumsal hareketler” aslında, kapitalizmin krizlerini aşmak üzere yapısal özellikleri üzerindeki oynamalarla kendi doğrusallığının bozunması üzerine, farklı farklı toplumsal kesimlerin baskı görmesi sonucu oluşan toplaşmalardır ve bu gruplar kapitalizmin sistemsel özellikleri ile ve gelişim seyri ile çelişen oluşumlardır. Bu toplumsal hareketler baskıya karşı “direniş” örgütlenmesidir. Direnişin üstüne basmamın nedeni işçi sınıfı hareketinin bir direniş örgütlenmesi olmadığı devrimci bir örgütlenme olduğudur. İlişkiyi de belirleyecek olan işte bu farktır. Bu toplumsal hareketlerin “direnişi” sonucu ortaya çıkan kazanımlar kapitalizmin bu toplumsal hareketleri ortaya çıkaran yapısal bozunmalarının yeniden yapılanması anlamını taşımaktadır. Bunun içindir ki daha önce
“ezilenlerin” mücadelesini; program, strateji, taktik ve örgütlenme olarak baktığımızda reformizm için mücadele olarak tariflemiştim. İşte bu noktada bizler kapitalizmin kendisinin yarattığı bu toplumsal hareketlerle ilişkide onların kavramları ile devrimin yolunu yani strateji çizemeyiz. Ama bu toplumsal hareketler kendi içerisinde sosyalizme yönelimi barındıran antikapitalist iç dinamiklere sahiptir. Bizler kendi kavramlarımızla bu toplumsal hareketleri destekleyerek taleplerini sahiplenip sosyalizm hedefine kilitlediğimiz oranda mücadeleyi sınıfsal temele oturtturmuş oluruz. Önemli ve yanlış anlaşılmaması gereken bir noktada şudur; Marksizm’inLeninizm’in içini boşaltmaya çalışan ve diyalektik ve tarihsel maddeci jargonla ortaya çıkan metafizik teorilerin Marksizm’e hiçbir katkıları yoktur diyemeyiz, tamamen göz ardı edip bir kenara atamayız. Ama Erdal arkadaşımızın bir önceki toplantıda net bir şekilde açıkladığı gibi, olay ve olguları bizim kavramlarımız açıklamaya yetmiyorsa bunu net bir şekilde ifade etmek ve kavramlarımızı ona göre farklılaştırmak ve yerine iyi açıklayabildiğimiz net kavramları yerleştirmemiz gerekmektedir. Ama sevgili Erdal’ın dediği gibi benim de görüşüm, kavramlarımızın, olay ve olguları toplumsal ilişki ve çelişkileri açıklamakta sınıfsal temelde baktığımızda yeterli açıklıkta olduğudur.
Çerçeve Eleştirisi 4
Çerçeve 4
Aynı bacadan giren iki adamın birinin yüzü temiz, diğerinin yüzü kirli olabilir mi? Mustafa Yeşim 07.11.2012
SYK birinci bölge ikinci tartışma toplantımız sonunda yapılan bir önerinin değerlendirilmeyeceği görüntüsünün yarattığı olumsuz hava, değerlendirilmesi ve SYK mantığı çerçevesinde sağlıklı bir yön verilerek aşılması gereken bir durumdur. Birincisi: Yaşanan tatsızlık, merkezi kurulların aldığı kararların değiştirilemez olmadığını, “meclis” olarak adlandırılan genel toplaşmanın aldığı kararların demokrasi gereği önceliğinin olduğu bilince çıkartmak gerektiğini bir kez daha göstermiştir. İkincisi: Ortaya getirilen herhangi bir görüş merkezi anlayış ve kararlara uymadığında “yok” sayılmaması, görmezden gelinmemesi gerekliliğinin en azından görüş sahibinin kendisini sürecin öznesi görmesi anlamında bilince çıkarılması gerekmektedir. Detaylı açıklamaları ile birlikte yaptığım her öneri karşısında yapılan hep şu olmuştur: “haklısın ama merkezi karar şöyle”, ya da “suskunluk” - Bu syk işini iyi düşündük ama bu MOK olmadı bu ismi değiştirmeyi önerelim - Hık, mık ya biz öyle kararlaştırdık! - Bu genel toplaşmaya “meclis” demek doğru değil - Hık, mık ya biz öyle kararlaştırdık. - Kalıcı koordinasyon demek doğru olmaz - Hık, mık ya biz öyle kararlaştırdık. - Tartışma altyapısı hazırlanmadan süreci başlatmak doğru olmaz. - Hık, mık ya biz öyle kararlaştırdık. - Tartışma birbirimizi etkileme geliştirme sürecidir bu da birbirinden ayrı kapalı devre olmaz - Hık, mık
- Mail grubu oluşturalım - Hık, mık - İnternet sitesinde tartışmaları yayınlayalım - Hık, mık - Bari tartıştığımız toplantının bilgisini zamanında dolaşıma sokalım - Hık, mık - Vs. - Hık, mık Ya da suskunluk!!! Yine bir arkadaşıma farklı bir konuda ama aynı içerikte yazdığım gibi “ Foucault'un cinsellikle ilgili yasaklara değinirken söylediği gibi ‘Kendileri susa susa , sessizliği zorla kabul ettirilen suskunluklardır bunlar. Sansür...’ Bizler de sessizliğimizle, söylenenlere kayıtsız kalmamız la, eleştirileri yanıtsız bırakmamızla "sessizliği zorla kabul ettirilen suskunluklar" mı oluşturuyoruz?...
Toplantıda ne olmuştu? Süreci başa alıp fikirlerin herkesin ulaşabileceği bir alt yapı ile dolaşıma sokulduğu bir tartışma sürecini başlatmanın daha yararlı sonuçlar doğuracağı ve birbirimizi daha geliştirici olacağı, merkezin belirlediği takvimin gerçekçi ve SYK sürecinin mantığının bu süreçte oluşamayacağı dolayısı ile sürenin uzatılması yönündeki eleştiri ve öneriye “bu dört bileşen zaten birbirinin görüşlerini biliyor, birlikte zaten uzun dönem bir pratik yaşadılar” gibi kimse kusura bakmasın absürt bir gerekçe ile tepki gösterenler bile oldu. Ben bu durumu aynı bacadan içeri giren dört kişinin dördününde yüzünün kirli olacağını temizlemenin zaman alacağını söyleyerek daha önce sosyalist parti mail grubunda yazdığım bir uyarlama ile anlatmaya çalışayım. Ayrıca, kimseye yeterli güveni veremediğimiz için kendi dışımızda kimseyi sürece katamamamızdan kaynaklı olsa gerek, zaten dört bileşenin toplaşması gibi bir havada tartışma yürütülüyor. Bir kez daha uyarmak istiyorum, bu durum sonucu SYK olmaz, tartışmaların sonucu merkezi ortak akıl olur.
BİRLİK FELSEFESİ Genç bir adam, SYKPG toplantısına gelir birliğin inceliklerini öğrenme isteğini dile getirir... Divan sorar: “Arapça biliyor musunuz?” “Evet,” der istekli genç... Peki İngilizce, Fransızca? “Evet.” “Peki birlik felsefesini biliyor musunuz?” “Hayır, ama endişelenmeyin... Sorbonne Üniversitesi’nde felsefe okudum. Harvard üniversitesinde Aristo ve Sokrates mantığı üzerine doktora yaptım. Şimdi de birlik felsefesi üzerine çalışarak eğitimimi tamamlamak istiyorum.” Divan, istekli gencin birlik felsefesini öğrenmeye henüz hazır olmadığını söyler. “Ancak,” diye ekler... “Mantık konusunda sizi sınayabilirim. Eğer sınavı geçerseniz, size birlik felsefesini öğretirim.” İki parmağını kaldırır: “İki hırsız bacadan süzülerek bir eve girer. İçeri girdiklerinde birinin yüzü temiz, diğerinin kirlidir... Sence hangisi yüzünü siler?” “Kirli olan,” der genç adam heyecanla... “Yanlış. Basit bir mantık. Yüzü kirli olan, temiz olanı görür ve kendi yüzünün de temiz olduğunu düşünür. Yüzü temiz olan ise, kirli olanı görür ve kendi yüzünün de kirli olduğunu düşünür. Yani yüzünü silen yüzü temiz olandır...” Genç adam çok etkilenir... “Çok akıllıca, ama beni bir daha sınayın,” der. Divan soruyu tekrarlar. Genç adam, “Yüzü temiz olanın yüzünü sildiğini zaten söylediniz,” der.
“Yine yanlış,” der divan... “Mantık çok basit... Yüzü kirli olan temiz olanı görür ve kendi yüzünün de temiz olduğunu sanır. Yüzü temiz olan, kirli olanı görür ve kendi yüzünün de kirli olduğunu sanır. Kirli yüzlü adam, temiz olanın yüzünü sildiğini görünce, o da yüzünü siler...” Genç adam, “Bu da akıllıca,” der... “Hiç düşünmemiştim... Ama beni bir kez daha sınamanızı istiyorum.” Divan, aynı soruyu tekrar sorar. Genç adam bu kez uyanık davranır: “İkisi de yüzünü siler...” “Yine yanlış,” der divan... “İkisi de yüzünü silmez. Mantık basit: Yüzü kirli olan, temiz olana bakar ve kendi yüzünün temiz olduğunu sanır. Yüzü temiz olan ise arkadaşının kirli yüzünü görür ve kendi yüzünün de kirli olduğunu sanır. Ancak, yüzü temiz olan, yüzü kirli olanının yüzünü silmediğini görünce o da yüzünü silmez. Dolayısıyla ikisi de yüzünü silmez...” Genç adam umutsuz bir halde, “Ben birlik felsefesini ve mantığını öğrenecek niteliklere sahibim,” der... “Beni son kez sınayın...” Divan aynı soruyu sorar... Genç adam, “İkisi de yüzünü silmez,” der. “Yanlış,” der divan. “birlik felsefesini anlayamadığınızın artık farkında mısınız? Bu işin bu kadar kolay olmadığının? Aynı bacadan giren iki adamın birinin yüzü temiz, diğerinin yüzü kirli olabilir mi?