Mevsimsiz kaldık. Gerçeklik kurguyla yarışır oldu. Yazarak paklanmak istedik. Anlatmak istediğimiz çoktu. İçimiz ağrıyor. Acıyor. Dayanmaya çalışmak deliliğin ta kendisi. En güzel dilekler en büyük acılara karışıyor. O "güç" iktidar, tanrı,,, yaşamlarımıza kast ediyor. Biz birbirimizi biliriz yedi milyar kişiyiz. Ey "erk" sen kim olursun? Söz olsun. And olsun ki barış için hep birlikte direneceğiz. Meydanları anıt mezarlara dönüştüremeyecekler. Yılmadan. İnatla. İnadına Barış. İnadına Özgürlük. ''Velhasıl onlar vurdu biz büyüdük kardeşim.''* Tavuskuşu'nun, Melike öğretmenimizin zor zamanlarında can suyu olan herkese bin selam. Ve en çok Polen'e, Ezgi'ye, Büşra'ya... Tanıyamadan yitirdiklerimize, yüreklerimizin bir olduğunu bildiğimiz o güzel insanlara özlemle... Çehov'un Bukalemun'undan kaçan rengarenk tavuskuşlarıyız. ''Toute ressemblance avec des événements réels, des personnes mortes ou vivantes n'est pas le fait du hasard. Elle est volontaire.''** *Ece Ayhan- Yalınayak Şiirdir. **Costa Gavras-Z Kapak çizimi: Aslı Demiralp/ Ece Irmak Genç Iletişim: tavuskusufanzin@gmail.com Twitter: @tavuskusufanzin Facebook: Tavuskuşu Fanzin
Çizim: Melisa
LİMONLU ŞİİR Oturdum masaya bir limon dolapta. ne ekşi dilim şişti. İniyor boğazımdan usul usul ve deşe deşe beni. Kanamakları çok sarı bir delgi. Kanatan sen misin sahiden? Söyle limon söyle! Delirmekte gibiyim. Belki de daha önce delirmeliydim. Bağırmaktan oldu limonun suçu yok. Bırak onu aldığın yere. * Boğazım yırtılacak ama! * Bırak yırtılsın kim duydu ki sesini, bağırırken! Dilin çatladı sus artık Kes bağırmayı. * Bırak çatlasın. Kelime cambazlıkları cambaz ipten düşene kadar ki o cambaz eleğini o ipe astı artık. Kırılanları dökülenleri de. Bir de güzel sıktı sıktı ki kussun zehrini sıktı ki küssün zehrine. Tek dökülen dilimden, yollarımdan dökülür artık.
Tek dökülen unutmayı unutmuş hafızamdır artık. Hafızama o gece vakti kazıdığım mücadeleye sadık. Yıkıldı demirden soğuk parmaklıklarım Görmüyor musun sanki, herkes kazmakta, çıkarmaklarda kendininkini. Ben yoktum sen yoktun o gün Çocuklar vardı oracıktaydılar Renkten renge boyadılar umudu Umudun rengi yoktu, her renk ona olurdu. **** Tek bir an. Tek bir an. Yerlebir olan O an Kara örtüyü sallayan Ölü toprağını kımıldatan çocuklardan Üstümüze yağan yığılan O acı kan Kan Kan. **** Ne kadar oldu? Ne kadar olmadı? Zaman geçmek bilmez bu acıyla haykırmaklar bitmez. Umut. Unutma ama umut.
Melisa
Genel Ahlaksızlık Manifestosu (Kadın Cinayetleri Politiktir) Türkiye Devleti bir Cumhuriyetti. Dili Türkçe'ydi. Batı cephesinden yeni bir haber yoktu. Suskunlar katillerin koruculuğunu üstlenmişti. Kimlik mutlak olandı. Sorgulan(a)mazdı. Etik akışkandır. Kendi işine geldiği gibi yer değiştirir. Mademoiselle nokta nokta'nın mutlaklarının Son ikisi Berfin'ler ve Gule'lerin kaderinde vardı. İşi olmamış kadının Toplumda Ulusta Dünyada Birliği belirten her kelimenin altında Ezilen bir üretici Ve Erkeğin olmaktan başka Bel altı kırmızıların olgunluğu Dudaklarda ahlaksızlıkla işlenen Sahnelerin Reklamların Mastürbasyon hayallerinin Ağdasız hipokritliği Bozulan kadınlıktı ve Hükümetlerin kulağında Bir delin çığlık Parmak tasavvuru İzinde
Bozulan kızlık, Almıştı başını Gidiyordu. Söylentiler dar sokaklarda Fısıltılar isyanlara evrilmiş Gerdek ertesi karşılıklı Oturmuş Dalgın dalgın -Sigaradan bir nefesÇarşafı izliyoruz. O Susuyor. Kim Demek istiyor Parmaklarım Kim sorusuna cevap Olamazdı Olmadı Parmaklar Cinselleştiğinde Ayıptı Ve mutfağa hep çok yakıştı. Türkiye Devleti bir cumhuriyet olsa da Resmi dili Türkçe'ydi. Kadın demek ayıptı. Mademoisellegiller ise caiz olandı. susan tek şey insanlıktı. Pembeler on iki bilemedin on üçünde kırmızıya evrilirdi. Ahlak testim negatif doktor! Tüp ahlak Ramazan'ın 14. günü mü mümkün? Kadınlığa gebeyim. -Bir kadın isterse kendini doğurabilir-*
Anagathe *Çilem Doğan
Julie Christie/ Fahrenheit 451. 1966. Film by Francois Truffaut
DOSYA: EDİTÖRLERLE YAYINCILIK ÜZERİNE NOTLAR Aklımızda dönüp dolaşan ebedi sorular bu dosyaya yansıdı. Yayıcılık, yazmak, beden, dil üzerine deli düşünceler... Pulbiber Dergi'den Deniz Durukan, Amargi'den Meral Akbaş ve Zeynep Ceren Eren bizlere dahil olup, söyleştiler. Gökten üç elma düştü. Biri Pulbiber'e biri Amargi'ye biri Tavuskuşu'na. Ey okuyucu! Senin yolun nereye çıkar? Baskı bataklığına mı özgürlük diyarına mı?
AMARGİ'DEN AMARGİWEB'E Dergi mutfağında bugünlerde hangi meseleler var? Mutfak nasıl çalışıyor? Kaç kişi var? Zeynep Ceren: Biliyorsunuz dergiyi kapattık ama dükkanı kapatmadık! Amargi’yi web’de devam ettireceğiz ama AmargiWeb sanırız dergiden farklılıkları da olan yeni bir hale bürünecek. Yola bir ekiple devam ediyoruz. Bu ekip eskiden dergide çalışan, girip çıkan, şöyle bir uğrayan kadınlardan oluşuyor. Mutfağımız en çekirdek haliyle sekiz-dokuz kişi diyebiliriz herhalde. Biz de bu aralar web’i konuşuyor, tartışıyoruz; neyi nasıl anlatıp aktaracağımızı ve neler yapacağımızı net olarak görmemiz için sanırız biraz daha zamana ihtiyacımız var. Ama üzerine en çok konuştuğumuz, kafa yorduğumuz mesele memleketteki bu savaş hali ve bu halin feminist reflekslerle nasıl gündemleştirileceği. Bir de Suriye meselesi ve bu meselenin kadın yüzü... göç, kamplar... Bunlar üzerine de konuşuyoruz. Meral: Sanırım dergiyle web’i birbirine bağlayan en önemli mesele, gündem olarak görünenin, bazen bizi ezenin, sesimizin, sözümüzün üstüne çökenin ağırlığını hafifletmeye, feministlerin her meseleyle teorik ve politik olarak ilişkilenebileceğini göstermeye devam etmek. Zeynep Ceren’in de dediği gibi şimdi biz bunu web’in sınırları ve ihtimalleri dahilinde nasıl yapabileceğimizi anlamaya ve tartışmaya çalışıyoruz.
Dosya yaparken, yazı seçerken ya da yazarken yazmaktan, yayınlamaktan korktuğunuz, çekindiğiniz meseleler, yazılar oluyor mu? İç ya da dış bir sansür, baskı mekanizması çalıştırıyor musunuz ya da var olanları nasıl aşıyorsunuz? Meral: Bir yazıyı sansürlemek ya da herhangi bir baskı mekanizması çalıştırmaktan daha çok, Amargi’de yayımlayacağımız yazılara dair bir hissimiz var gibi geliyor bana. Yani yazıyı okuduğunuzda o yazının yayımlanıp yayımlanmayacağını ya da bazı yazışmalarla ve inisiyatifi yazının yazarına bırakarak değiştirilerek yayımlanabileceğini hissediyorsunuz. Ama her durumda bizim için en önemlisi, bize yazdığıyla ulaşan kadınlarla bir dil kurabilmek, birbirine yakınlaşabilmek. Yani Amargi, web’de de her şeyden önce yazmak için cesaret vermeye devam edecek.
Özgür ve özerk bir dil nasıl inşa edilebilir? Zeynep Ceren: Feminist dayanışmayla! Çünkü böylesi zor bir şeyi ancak birbirimizden cesaret alarak, birbirimizi kollayarak, birbirimize el vererek başarabiliriz. Meral: Kadınların yazabileceğine, kadınların kendini yazabileceğine, kadınların her konuda yazabileceğine, kadınların yazarken var olan biçimlerin, kelimelerin dışına çıkarak yazabileceğine inanmayı hiç terk etmeyerek…
Editörlük bir sansür mekanizması mıdır ya da aynı zamanda böyle de işler mi? Zeynep Ceren: Bu soruya basitçe “hayır” demek kolaycılık olur herhalde; editörlüğün aynı zamanda bir iktidar pozisyonu olduğunu da göz ardı etmemek gerekiyor. Sonuçta üzerinize belli sorumluluklar alıyorsunuz ve bu da gelen yazıların seçiminden, yazılara gerekli gördüğünüz düzeltmeleri yapmaya kadar sizi müdahale eder kılabiliyor. Bu da, işin doğası gereği “sansürleme” olarak tarif edilebilir mi, tartışılabilir. Amargi’nin sabit editörleri vardı. Fakat bu, Amargi’de editörlüğün “tek kadınlık” pozisyonu olduğu anlamına gelmiyor. Sanırız önemli olan alınan kararların, tercihlerin tartışılabilir ve eleştirilebilir kılınmasını sağlayabilmek, ortaklaşma zeminlerini güçlendirmek, sesini yükseltebilmek. Amargi’de bu zeminimiz güçlüydü. Bir sürü sebeple birbirimizden farklı kadınlardık ama dergiyle ilgili can alıcı kararları beraber verdik. Sanırım web’de de aynı şeyi başarmaya çalışacağız. Yazdığı ya da çizdiği anda ortaya çıkan metin/çizgi kime aittir? Yayınlama hakkını, tercihini belirleyen nelerdir? Zeynep Ceren: Yapıp ettiklerimizin ne kadarı bizim, ne kadarı bizi biz yapan koşulların diyerek temel sosyoloji tartışmalarına girmeyelim! Yayınlama tercihi de daha önceki sorularda bahsedildiği üzere, editörlük mekanizmasına ve aslında derginin kolektif ruhuna aittir. Bu ruhu karakterize eden özelliklerdir yayımlama tercihlerini belirleyenler ve biraz neyi nasıl yapmak istediğinizle, nerede durduğunuzla ilgilidir. “Kime aittir?” sorusu da telif haklarını çağrıştıran bir mızıkçılık kokuyor. En iyisi ondan da uzak duralım Yayınlanan, kime/neye aittir? Meral: Bana kalırsa yazıp yayınladığınız şey, sizden çıkıp giden de bir şeydir; onun üzerindeki hakimiyetiniz artık zayıflamıştır. Yalnız bunu bir takım yazar ve yayımlama hakları dışında ve daha çok “simgesel” bir şey olarak söylüyorum. Tabii ki yazdıklarınızla bağınız devam eder; yazdıklarınız üzerine konuşmak istersiniz ya da konuşmaya çağrılırsınız. Ama bir yerde ve yazmaya devam etmek için de, yayınladığınız eserden uzaklaşmanız gerekebilir. Ama Amargi için bu sorduğunuz soruyu yeniden düşünürsek, dergide ya da şimdi web’de yayımladığımız yazıların bize ait olduğunu kuvvetle söylüyor değiliz. Yazının kime ait olup olmadığını tartışmaktan daha çok, o yazının/yazarın bizim dergide yayımlanmasını hem yazarın kendisini görünürleştirmesi, güçlendirmesi ve yazmaya devam etmesi için yazan kişiyi teşvik etmesi ve hem de feminist teorinin/politikanın beslenmesi anlamıyla önemli buluyoruz.
''PULBİBER'' MAHALLESİNE YOLCULUK Dergi mutfağında bugünlerde hangi meseleler var? Mutfak nasıl çalışıyor? Kaç kişi var? Önümüzdeki sayı için geniş kapsamlı sansür dosyası hazırlıyoruz. Aynı sizin gibi… Derginin mutfağı hayli kalabalık. Dergi fikri kafamda oluştuğunda kimlerle yola çıkacağımı biliyordum. Bir kaç kişiydik, sonrasında yazacak isimler netleşince onların büyük çoğunluğu da mutfağa dahil oldu. Zaten dergi ekip işi, tek başına oynanan bir oyun değil. Ben sadece oyun kurucuyum, öyle bakılabilir bu işe. Ortak kararlar alınıyor ve büyük bir heyecanla, inançla yapılıyor bizim dergide işler. Bu sayı kim olacak, kimler yer alacak mutfakta olan herkes biliyor. O yüzden ortak bir tavır ve ruh var dergimizde. Dosya yaparken, yazı seçerken ya da yazarken yazmaktan, yayınlamaktan korktuğunuz, çekindiğiniz meseleler, yazılar oluyor mu? İç ya da dış bir sansür, baskı mekanizması çalıştırıyor musunuz ya da var olanları nasıl aşıyorsunuz? Biz hiç bir şeyden çekinmiyoruz, desek yalan olur. Ciddi bir baskı var her konuda. Hiç ummadığınız bir sözcük başınıza iş açabilir. Ama bunun sonu yok. Sinmenin de bir faydası yok. Bir kere bu kadar kadının bir araya gelip dergi çıkarması erk için yeterince rahatsız edici bir durum. Bu, egemen söyleme karşı ciddi bir direnç ve başkaldırı demek aynı zamanda. Üstelik popüler bir alanda kalem oynatıyorsunuz. Elbette dikkat ettiğimiz şeyler var. Fanatik bir söylem, fanatizm içeren metinler olmaması gibi... Bir başka konu da kimsenin kişilik haklarına saygısızlık etmemek. Onun dışında yazar kendi yazısıyla baş başa kalıyor. Orada kendine otosansür uyguluyor mu, bunu bilemem. Ama bize gelen yazılarda; ki bu daha ilk sayımız, yazının bazı açılardan sakıncalı olup olmadığından çok, niteliğine, diline, özgün olmasına, en çok da bir derdi olup olmadığına bakıyoruz. Özgür ve özerk bir dil nasıl inşa edilebilir? Özgürlük dediğimiz şey; yapabilme başarısıdır. Bunun koşulu da, düşüncenizi dile getirebilmede, yazabilmede yatıyor. Ama özgürleşmenin yolu da özerk olmaktan geçiyor. Yani özerk olmadan özgür olamazsınız. Özerklik bir anlamda ruhunuzu azad etmektir. İç dünyanızı yönetebilme durumuyla alakalı. Karar verip o kararda direnebildiğinizde ya da baskıladığınız şeyleri yönetebildiğinizde, değiştirebildiğinizde, özgürlüğün kapısını da aralarsınız. Bu açıdan baktığınızda sanatçının dili özerk olmak zorunda. Başka şekilde üretemezler. Yasak ve günahlar işin içine girdiğinde özgür düşünce yolunu kaparsınız. Bizim en önemli alanımız dil.
Editörlük bir sansür mekanizması mıdır ya da aynı zamanda böyle de işler mi? Olmamalı. Editörün görevi yasakçı bir zihniyeti sürdürmek değil. Öncelikle metin önemlidir. Ebette ki editörün bir süzgeci var. Ama o süzgecin işlevi en önce metni yükseltmekle ilgili olmalı. Derginin yayın politikası, omurgası da önemli. Editör, derginin yayın politikasına ve tavrına aykırı yazıları reddetme hakkına sahiptir. Mesela; kadını aşağılayan veya ırkçılık içeren bir yazıyı koymama gibi… Bu sansür değil, duruşla ilgili bir tavırdır. Eleştirinin temelleri nelerdir? Queer eleştiri, feminist eleştiri? Eleştirel bakışta; kuşku duymak, araştırmak, sorgulamak, farklı bir pencereden bakmanın getirdiği bir farkındalık yaratmak var. Bizim dergicilik anlayışımız bu minvalde ilerleyecek. Sanatsal eleştiriye de kapımız açık. Aynı zamanda; inşa edilmiş tüm erkeklik ve kadınlık normlarının hepimizin üzerinde ciddi baskısı var. Farkında olalım veya olmayalım, tüm bu ritüeller insanın trajedisi. Uygulanan beden politikaları sizi denetlemek ve yönetmek üzerine kurgulanmış. Oysaki o beden topluma değil, size ait. Karar verme yetkisi de. Kadınların, erkeklerin veya farklı cinsel tercihleri olanların, kendi bedenleri üzerinde karar verme yetkisine müdahale ettirmemesi gerekiyor. Kazanan erk değil, insan olmalı. Yazdığı ya da çizdiği anda ortaya çıkan metin/çizgi kime aittir? Kim yazmış ve çizmişse ilk önce ona aittir. Okuyucuyla paylaşana kadar. Metin yayınlandıktan sonra sizin olmaktan çıkıyor. Orada siz yazıp, yayınlayıp kenara çekiliyorsunuz aslında. Yani kuşu uçuruyorsunuz. O kuş nereye konarsa oraya aittir. Yayınlama hakkını, tercihini belirleyen nelerdir? Alanı genişletmek, yani görünür olmak! Biz buradayız ve sizin bize uygun gördüğünüz o ufak alanları kabul etmiyoruz, kendi alanımızı kendimiz genişletiyoruz, demek için harekete geçtik. Piyasada var olan dergilerin neredeyse tamamına yakını erkeklerin yönetiminde, her yerde onlar var. Biz niye olmayalım ki, dedik. “Bu hak bize ait ve bunun kararını biz verebiliriz”in tezahürü bu.
Lea Lublin-Dissolution dans l'eau Pont Marie-17 heures. 1968.
EVLİLİK ATAYASASI Aşağıdaki maddelerden oluşan bu sözleşme, ilgili cinsiyetin boynuna asılan bir çerçeve görevi taşımaktadır. Malum ilişkide, dünya evine girerek onurlu bir hayat sürdürme adına, bahsi geçen cinsiyet, bu çerçeveyle sınırlandırılmıştır. Maddeleri değişmez olduğu gibi değişmesi teklif dahi edilemezdir. MADDE1: İlişki, genel ahlak yasalarına saygılı olmak ilkesiyle, hiyerarşik bir ilişki olarak süregelmiştir. Bu ilişki şeklinin kırılması milli huzuru bozacağından, cinsiyetler arası hiyerarşinin korunması gerekir. Bahsi geçen cinsiyet sahipsiz değildir. MADDE2: Bu ilişki, erkin çıkar ve buyrukları gözetilerek devam ettirilen sosyal ve laik bir ilişkidir. Altını çiziyorum laiktir, laikçi sanmayın. Kutsallığına elbet tabi lafımız, sözümüz yok. Sosyal demişken, verilenler yol, su, elektirik olarak geri dönmeyebilir. Bu ve benzeri durumlarda "Nikahta keramet var" cümlesi tekrar tekrar hatırlanıp, kötü düşünceler uzaklaştırılmalıdır. MADDE3: ilişkinin bütünlüğü, erkin çıkarları söz konusu değilse bölünemezdir. Resmi dil Türkçedir. İstanbul ağzı tercih edilir. Yani farz değildir ama sünnettir. MADDE4: Egemenlik, kayıtsız şartsız erkindir.Bahsi geçen cinsiyet, erkin tahakkümüne mahkumdur.Ya sev ya terk et diyoruz, zorla güzellik de olur diyoruz. MADDE5: Yasama da yürütme de yargı da, alayı Türkiye Erkek Millet Meclisi'nindir. Bu yetki devredilemez. Çok oynaşmayın bölücüler. MADDE6: Herkes kanun önünde eşit değildir. Dağdaki çobanla aydın erkeğin eşitliği söz konusu bile değildir. Hele bahsi geçen cinsiyetin eşitsizliği kanun tarafından korunur, şüpheniz olmasın. SARIMSAK
Fotoğraflar:Ana Mendieta Untitled (Facial Hair Transplants) 1972
BİLDİĞİNİZ BİLMEDİĞİNİZ NE VARSA (BİR KATİLİN ANATOMİSİ) ''büyük balık küçük balığı yutar demişler bok yemişler onu sardalyeler düşünsün sen balık değilsin ki ahmet mek parmak mek parmak daha sonu selamet '' Kimse yok. Sabah beşte, martıları siyah bir çöp poşetine dolduruyorum. O kadar çoklar ki yokluklarının kimse farkına varmaz. Poşete düğüm. Zavallılar uçmanın peşinde. Bilmezler boğulmaktalar. İskeledeki banklardan birine oturup öylece bekliyorum. Martılar ölürken çığlık atmıyor. Kaç saat öyle geçti. Etraf canlandı. Vapur telaşı benim gibilerin işine gelir. Sonra dönerci göründü. Yaklaştı. Yanaştı. Poşeti kaptı. Elime biraz para saydı. Yetmedi dedim. Yettirdi. Bugünlük görevim bu kadar. Sokaklarda avare avare dolaştım. Gelip geçene laf attım. Bir çorba içtim. Döner yer miyim hiç? Katilim ama yamyam değilim. Oh tanrım bugün de temizim. Ekmek parası nasıl olsa.
Balığa kalmadan, yuttum gitti. Aslı Öz. *Oktay Rıfat/ Sen balık değilsin ki
NURDAN GÜRBİLEK'LE EDEBİYATA DAİR BİR SÖYLEŞİ Nurdan Gürbilek edebiyat ve hayat arasında bağ kurarken hep yanımızda olanlardan. Keşfetmek, farketmek, yeniden kurmak... onun denemelerini okurken içimizde duyduğumuz. Ve nadir olan. Ve doyamadığımız. Arayıp durduğumuz. ''Edebiyat istese de istemese de bugünün izini taşır. Önemli olan şu: Bugünün bir belirtisi olarak mı kalacak, yoksa onu aşan daha mevsimsiz, daha uzun ömürlü bir çekirdeği de içinde büyütebilecek mi?'' '' Ama bazen beklenmedik, öngörülmemiş parlak anları da olur okul hayatının. Bir öğretmen gelir, kıvılcımı çakar gider. Bizi bir hikâyeyle, bir dizeyle, bir imgeyle baş başa bırakıverir. Gerisi bize kalmıştır. ''
Edebiyat serüveninizin bir başlangıç noktası var mı? Okumaktan yorumlamaya, inceleme ve deneme yazarlığına geçişte keskin karar anlarınız oldu mu? Üniversitede İngiliz dili ve edebiyatı okudum; ilk başlangıç ânı oydu herhalde. Diğeri de üniversitedeki tiyatro klubü: Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları. Orada Peter Weiss’ın Marat/Sade’ını sahneye koymuş, Brecht uyarlamalarıyla devam etmiş, sonra da sahneleyeceğimiz oyunları kendimiz yazmaya başlamıştık. Bir de yine üniversitede, edebiyat klubünde İki Sayfa adlı bir edebiyat dergisi çıkartmıştık; gerçekten de önlü arkalı iki sayfadan oluşuyordu. İlk başlangıçlar bunlar herhalde. Sonra doktora için yurtdışına gittim; “keskin karar” diyeceğimiz şey belki de odur, doktorayı bırakıp Türkiye’ye dönmek. Böylece öğretim üyeliğinden vazgeçip daha serbest yazmayı seçmiş oldum. Bir işe girdim ve kalan zamanımda arkadaşlarımla birlikte çıkardığımız dergilerde (önce Akıntıya Karşı adlı sadece iki sayı çıkabilen bir dergi, sonra onbeş yıl boyunca çıkan Defter) yazmaya başladım.
Denemelerinizde edebiyatı, tarihi ve sinemayı iç içe okuyoruz. Bunun için nasıl bir zihin haritası çıkarıyorsunuz? Farklı türler arasında dolaşmalıyım diye bir ön düşünceyle başlanmıyor aslında yazmaya. Öyle baştan çizilmiş bir harita ya da rota yok. Daha çok yazının problemini bütün yönleriyle ele alabilmek için uğranan yerler var, bazı uğrak noktaları. Bu bir roman olabilir, bir film olabilir, bir politik olay ya da sizin başınızdan geçmiş bir şey de olabilir. Deneme türünü bu uğrak noktaları arasında salınmamıza imkân verdiği için seviyorum. Bir konuyu farklı yerlere uğrayarak, farklı açılardan kurcalamaya imkân tanıdığı için. Düşüncenin vardığı yer kadar, oraya varabilmek için kat edilen yolu önemsediği için. Edebiyat formasyonu almış bir yazar olarak, Türkiye'deki eğitim sürecinde edebiyat sizce nasıl bir yerde konumlanıyor? Sadece Türkiye’de değil, hemen her okulda edebiyat, kurallarını öğrenebileceğimiz olup bitmiş bir şey olarak çıkar karşımıza. Ama tuhaflık da burada; çünkü etkilenmeden, içine iyice gömülmeden, hatta kendini kaptırmadan, dahası bütün bunlardan zevk almadan öğrenilebilecek bir şey değil edebiyat. Ben okulun edebiyat yapıtlarına, edebiyattan alınabilecek zevki öldürmeden bir bağlam kazandırmasının, öğrencileri edebiyatı sıkıcı bir şeye dönüştürmeden bazı metinlerle buluşturmasının yeterli olduğunu düşünüyorum aslında. Ama bazen beklenmedik, öngörülmemiş parlak anları da olur okul hayatının. Bir öğretmen gelir, kıvılcımı çakar gider. Bizi bir hikâyeyle, bir dizeyle, bir imgeyle baş başa bırakıverir. Gerisi bize kalmıştır.
Bugünden ve gündemden kopuk bir edebiyat düşünülebilir mi? Edebiyat istese de istemese de bugünün izini taşır. Önemli olan şu: Bugünün bir belirtisi olarak mı kalacak, yoksa onu aşan daha mevsimsiz, daha uzun ömürlü bir çekirdeği de içinde büyütebilecek mi? Aslında “gündemden kopuk” sözünü çok sevmiyorum, çünkü çoğu zaman yazarlara karşı bir suçlama olarak kullanıldı. İkinci Yeni şairleri, Oğuz Atay, Yusuf Atılgan, yazdıkları sırada hepsi bu suçlamadan paylarını aldılar. Edebiyatın içinde bugüne verilmiş bir yanıt var, evet; ama bunun gündelik bir yanıt olmasını bekleyemeyiz. Kafka gündemden kopuk muydu mesela? Bir bakıma güne bağlıydı; o günün basıncını, onun izlerini taşıyordu. Ama bir bakıma da kopuktu, zaten kopmaya da çalışıyordu. Bir yazar olarak gücü de buradan geliyordu aslında. Bugün bizi de içine alan daha geniş gündemi, daha geniş zamanı yakalayabilmiş olmasından geliyordu.
Edebiyatın sansüre uğradığı ve anlatamadığı, eksik kaldığı hikâyeler var mıdır? Edebiyat biat eder mi? Biat etmekten kastettiğiniz edebiyatın dışsal bir zorunluluğun egemenliğine girmesiyse, bu edebiyatta kıymetli olan ne varsa alıp götürür, ona şüphe yok. Bu dışsal zorunluluk devletin sansüründen ya da herhangi bir iktidar baskısından kaynaklanabileceği gibi piyasanın sessiz kurallarından da kaynaklanabilir. Ama edebiyatın bazı şeyleri anlatamıyor ya da eksik bırakıyor olmasının tek nedeni bu tür dışsal zorunluluklar değil. Modern edebiyatın merkezinde şeylerle sözcüklerin hiçbir zaman tam örtüşmediği, sözcüklerin daha ağızdan çıkar çıkmaz ölü kalıplara dönüştüğü, yani bazı şeylerin kolay kolay anlatılamayacağı duygusu vardır - sözün daima eksik ya da çoktan fazla olduğu duygusu. Ama tuhaf bir biçimde edebiyata gücünü veren, yazarları kendi anadillleri içinde bir tür yabancı dil yaratmaya sevkeden şey de budur aslında. “Ne güzel anlatıyorum” duygusu değil, “neden bir türlü anlatamıyorum” duygusu. Herşeyin bir solukta anlatabileceğine, gerçeğin rahatça temsil edebileceğine, dile kolayca hükmedebileceğine olan güvenin sarsılması. Güçlü yapıtların çoğunun merkezinde böyle bir kriz anıyla baş etme çabası var. Kolayca anlatılamayanı anlatma çabası, diyelim isterseniz.
Fotoğraf: Gizem Yiğit O dikdörtgene sığdırılabilen manzaranın her önünden geçişimde silkelendim. Kendime saldırmayı öğrendim, otobüs camlarına hohlamayı. Bütün deliler kafeslerine binip gittiler. Yuvarlanırken büyüyebiliyorsa taşlar, eğrilmeden önüme bakmayı ben de öğrenebilirim. Küçük bir balkonda kısa yankılı uzun boşluklu cümleler. Kendi gölgeme yaklaşacak kadar büyümedim.
Leblebi
GÖZLERİN BAĞLI DİZLERİN ÜZERİNE YIĞIL - THEMİS adaletin tecelli edemediği mazlumun kin tutmuş aç midesini doyuramadığı vak'a ve durumlar da özgürlüğü mümkün olabildiğine değin celseler celsesi uzatmak gerektir. mazlum bununla kendini uyuşturabilir. cübbeler ve züppeler terli ellerini ovuşturabilir, görülmüştür. Themis meydandan soğuk meşaleler ve kaynayan coplar ile kovuşturulabilir. tabiatımız gereği varlığımız bıçaklar ve mermilerdir şeker gibi insanlar midesi kalkmadan yattığı yerden kan dökebilir. tütsülenmiş adaletin kutsallığı gözlerimden aşağı düşürülmüş gereği düşünülmüştür ; gözlerin bağlı dizlerin üzeri yığıl düşle ki gelecek günün kaldırımı kanlı. Emre ANDERSSON
Saman Sayfa Bir çocuk büyümüşten, kimi kimsesi yok belli Yüzü uzak buradan bir yerlere gidecek sanki Elleri desen titrek, çelimsiz kedi gibi İnanması zor Bir hayatı olduğunu iddia ediyor Beykoz’da mezarlıktan çıkmıyor Gözlerinin kenarında kirli bir yol, ağlamış köpek gibi Konuşmuyor, benim canım hikâyeni yazmak istemiyor Diyor, bir Rum ağzı var. Neden bilmem Ben, sen karışıyor Kirli toprak saçlarında, kuru ot parçaları Korkuyorum diyor, gece kalkarsa biri göreyim diye üstüme geldiğini Ayağı, yattığı yerde ölülerin başına bakıyor Üç beş cümle zor aldık ağzından, göremedim dişlerinin rengini Gülmedi hiç bizim gibi Bir gazeteci ve şair gölgesi geçtik yanından, adını söylemedi Ardımızdan su döktü, baktı açık mezarlara Dedi: Çabuk dönün sevdim sizi İntikam alır gibi gösterdim elimdeki defteri Dedim: Şiirlerini yazacağım ulan, beter edeceğim seni Aman bre, abi dedi, kalabalıktı ağızı Bir saman sayfaya sığar mı hayatım
Ata Tuncer
İKİ BÜKLÜM ''Gitmek, ne korkunç bir sözcük. Vedalaşmak, gitmek, bırakmak, terk etmek, ayrılmak... Tek bir veda bütün bir ömür sürüyor.'' Aslı Erdoğan/ Mucizevi Mandarin
Defne ağacının gölgesine sığınıp,sıkılıp,cumburlop denize koştuğum bu koyda güneşin yitmesi saatler alır. Kumsal yok, çakıl taşları hep eşlikçim. . ''kalk.'' diyorum kendi kendime ''kalk!'' Böyle gelgitler olmasa hasırın üzerine serilip saatlerce kalabilirm. Bugünlük elveda dalgalar. . Yürürken şile bezi elbiseyi bacaklarımın arasında hissediyorum, kumaşın serinliği içimi ferahlatıyor. Saçlarım yüzüme çarparken, ağzımda anlık tuz tadı var. Hızlanıyorum. Çalılar kollarımı çiziyor da aldırmıyorum. Vardım sonunda kokusundan tanıdım. Karnım konuştu: İçin kazınmış senin . . Balıkçı Celal'in yeri izbedir. Akşamları keyifli. Rengarenk ışıklarla ay ,dost olup suya yansır. Masaların sahipleri birbirlerine konuk olur. İçkilerin parmak hesabı iyi yapılır. Yemek sohbetten önce gelir miymiş? Gelmez herhal. Olsun. Roka salatası en sevdiğim ve elbette levrek. . Aynı yemek , aynı iskemle Olur da kente geri döner isem buraları özlememek için bir totem bu yaptığım. Alışkanlıklar değişirse gitmelere neden bulabileceğimden korkuyorum. Celal abi bi zaman yanıma sokuldu, canı sıkkın diyeceğini diyemedi başkasını sordu: - diğer balıklarımdan neden yemiyosun? Bende kültür olmaz. Bilirsin hepsi deniz. -Böyle levrek nerde var? Bırak da yiyeyim yahu. Her balığın seveni başka. -Doğru dersin. Kalktı. Volta attı, başkalarıyla konuştu, gene geldi. Ellerini keten pantolunun üstünden kaydırdı.öfledi püfledi. ....
Döktü içindekini: - ... Sen şehirlisin, de hele burası kaça gider? - Neden? Ne güzel yer işte. Herkes böyle yerim olsa diye dua ediyo. Satma sakın. -Bırak sen onu. Ne kadara gider? -Ne bileyim bi araştırmak lazım. Niye ki noldu? - Yav geçen gün bi kaç kişi geldi. Kimsiniz necisiniz dedim. Mühendislermiş. -Niye gelmişler? - Dur da anlatayım. Nükleer santralin inşası başlamış. Daha önce de kulağıma çalındıydı İstanbul'dan gelen mühendisler kendilerine yer arıyolarmış diye. Oturup konuştuk. Santral yapıldığında balık falan kalmaz, iş yapamazsın gel bize sat dediler. Başta yanaşmadım ama şimdi... - Ne yani satacak mısın? -Evet. Sustum bi şey demedim. Tüm gece öyle oturdum. Belim kamburlaştıkça, alışkanlar büküldü de battı. Burası Narlıkuyu, Akdeniz'in bi çukurda koyu. Akkuyu'nun az uzağı. Çocukluk diyarı. Canım İçel seni de talan eylediler. Bana da dönmek düşer. Aslı Öz.
Fotoğraf:Nell Dorr, 1929
Çizim: Melisa Geceden çivi topuklu ayakkabılar ve püsküller koşuyor doğruca seslerin doğruca birbirlerinin üzerine masa bardakları ve ayakların neon ışık oyununda zaman kaybolur ve siz başka dünyalarda sorsalar: neyiniz var? itinayla duyulmaz sarhoş bedenler sarhoş kadehleri kaldırıyor yel değirmenine içiliyor borsa hareketlerine tıklanıyor ayrıca bknz: anbean şov devam ediyor serin bir ısırık boyluyor apaçık gerdanı trilli trilli cevapsız çağrılar, sert sessiz TIK erteleme tuşu sondan bir önce göğzetmenden damlayan mekanın kör noktasına sorsalar: söyleyin neyiniz var? yok, duyulmaz piyano ve saksafon aynı düzlükte ve diğer yarımkürede hedef şaşkınları şimdi sıra şovenistlerde ve şut ve kahkaha hepsi eril hepsi katakulli Petek Sinem Dulun
DERDİNE DERMAN ÜZÜM ABLAN Merhaba Üzüm Abla, 2 aydır beraber olduğum kız arkadaşımla zorlu bir süreçten geçiyoruz, bu sebeple sizden tavsiye alma ihtiyacı içerisindeyiz. Kız arkadaşımla üniversitede tanıştık. Ben onun sivri diline ve eşsiz zekasına tav olmuştum. Öyle ki, karşılıklı çay içerken bile elim ayağıma dolanırdı. Bir buçuk ay boyunca hep kafelerde, parklarda buluşup sohbet ederdik fakat o kara günde beni evine çağırmıştı, ev arkadaşı evde olmayacaktı. İlk başta çekinmiştim, nefsimize hakim olamamamızdan çok korkuyordum. Bir genç hanımın eline yüzük takmadan evine nasıl gidecektim? Kız arkadaşımın ısrarları sonucunda evine gittiğimde bana sevişmek istediğini söyledi. Katiyen olmaz, çok erken, henüz bekaret kemerim kesilmedi dedim. Dinlemedi. Sevişmezsek senden ayrılırım dedi. Çok korkmuştum. Tedirginliğimi fark etti ve evinden çıkmamı istedi. Beni bir kağıt parçası gibi kullanıp atacaktı demek. Oysa ben ona tüm saf ve temiz duygularımla gitmiştim. Benimle konuşmak istemiyor artık, ama ben ona hala aşığım. Üzüm Abla, ben şimdi ne yapacağım? Rumuz:yalnızoğlan Sevgili yalnızoğlan, bu genç yaşında kendine hakim olmanı ve kadınların ağına düşmemeni takdir ettim doğrusu. Zamane kadınlarının çoğu gibi, kız arkadaşın da seni denemek istemiş. Ne yazıktır ki günümüzde genç oğlanları ikna edemeyen kadınlar, onları ellerine bulaşan bir sümük parçası gibi bir kenara atıveriyorlar. Belki de kötü düşünüyorum ama evde olmadığını iddia ettiği arkadaşını da çağırabilirdi... Sen iyisi mi bu kadını unut, yoksa akrep gibi yapışır sana. yüzük sevmez bunlar, aile sevmez... Senin gibi genç oğlanları kandırmakla geçer ömürleri, güzelliklerini kullanarak. Sen vazgeç akreplerden, kendine temiz süt emmiş bir hanım kız bul. Öyle üniversitelerden de değil, zor bulursun okuldan. Anneciğine sor, sana o bulur bir inci tanesi. Yüzüğünü de takarsın cimanı da edersin o zaman genç oğlum. Merhaba Üzüm Abla, Ankara Etlik'ten takipçinizim. Bu haftasonu başıma gelen acılı bir olay sebebiyle size yazmak durumunda kaldım. Olayın nasıl geliştiğini utancımdan dolayı yazamıyorum. Sadede gelmek gerekirse, galiba erkekliğim bozuldu. Şimdi napacağım diye üç gündür kafamı duvarlara vuruyorum. Acaba penis ucumu nerde diktirebilirim? Maddi olarak her şeyi karşılamaya hazırım yeter ki hayatıma bu acılı günü silerek devam edebileyim. Yardımınıza ihtiyacım var, lütfen beni bu konu hakkında aydınlatın. Rumuz:acılıçocuk06 Sevgili acılıçocuk06, öncelikle sen ve tüm Ankaralılara gönülden selamlar. Bu acı dolu olayın başına gelmesine çok üzüldüm. Ama erkekliğin bozulmamış da olabilir çocuğum. Ama bu gibi durumlarda kendinize hakim olmanızı öneririm. Erkekliğinizin bozulup bozulmadığından emin olmanız için tam teşkilatlı bir özel hastanenin nöroşirurji bölümüne görünmenizi tavsiye ederim. Gönlünüzü ferah tutun. Karamsarlık kimseye iyi gelmez. SARIMSAK *Derdin mi var? Üzülme Üzüm ablan var. Haydi çüklüler! Sorularınız için:uzumablam@gmail.com
Emran Ä°llustrasyon- #direnĂśrtmenim
ÖĞRETMENE MEKTUP Zihnimin dilini, içimdekini yazıya dökmekte kendime güvenirdim. Bu sefer farklı. Veda yazısı olsun istemiyorum. oturup kağıda boş gözlerle baktığımda kelimeler kağıtla buluşmaya yanaşmıyor. Kuramıyorum cümlelerimi. Yıkılmışlık,kızgınlık,hüzün, boşluk... Koca bir yaz geçti. Sanki hiç varolmamış gibi. Düşünüyorum okulun ilk haftasını, hayal kırıklığımı. Ağır demir kapı açılmış, sınıfta oturuyorum. Ders bitmek bilmiyor. Kafamdaki ünlemler soru işaretleri birbiriyle çarpışıyor gözlerim doluyor. Olmasaydı ya sonumuz böyle. Aklıma geldikçe çok mu duygusallaşıyorum ,evet doğrudur. Haksızlığa susmayı öğrenmedik hiç. Tarihle, hayatla yüzleşirken sarıldığım öğretmenim yok, artık gitti ve eksik kaldık. Yarım yamalak. Sizinle ilk dersimizde,sıralardan birine oturmuştunuz, bizlere dahil olarak, konuşarak, kendi sorularımızla edebiyatı harmanlayarak ilerliyorduk. Konu ezilmeye, haksızlıklara geldiğinde. Kafamı kaldırıp konuya dahil olmak istemiştim. O zamana dek çok yakınımda duran gerçekler. Öteki olmak. ''Siz hiç ezildiniz mi? '' İçimden binbir türlü düşünce geçiyor o an. Siz nerden bilisiniz ezilmeyi diyorum. Karşımdaki öğretmenin farklılığından daha habersizim. Sonra sorgulamalar başlıyor. Toplumsal sorumluluk niye varolmuş? Düzen mi karmaşa mı? Ne zaman ezilmişim ilk? Elbet cevaplar: Kadın olarak ilk önce ,doğru ya öyle gölgelenmiş, normalleşmiş ki farkına bile varamamışım bedenimi,oturuşumu,yürümemi,konuşmamı ,ideallerimi kısıtlayan içinde bulunduğum patriyarkal kültürün. Keşfetmekti benimki. Yüzleşmek. Kapılar aralandı. Erk'in maskesi düştü. Bunun için mi sevemediler seni? Korktular olmaz dediler, bu yüzden mi susturmaya çalıştılar? Ben daha fazla dayanamıyorum kalkıp gidiyorum. Koridorlar dar. Sınıflar bunaltıcı. Oraya geri döndüğümde sizi bulamayacağım. Biliyorum. Heryeri yakıp yıkarlar da anılarıma ulaşamazlar. (1984 gerçek olamaz değil mi? Bir umut.) Buradasın, yakınlarda,sokaklarda... Hatta belki evinin penceresinden o ceviz ağacını izliyorsundur. Cevizdi sanırım. Mezuniyet yüzüğünü senden almayı ne çok istemiştim. O da olamayacak. Olsun. Çok şey öğrettin bana, çok düşündürdün, hep daha çok okumak istedim seninle. Ben de sevdalısı oldum edebeyatın ,yazmanın, çizmenin artık istese de kimse durduramaz. Son kez ,"Akademiden hayata sözünü eyleme döktü ve çoğumuza dokundu.O dokunuşun,emeğin ve yüreğin tanığıyız" böyle bizim sınıflarımızın Selek'i oldun. Özlemle. Cadıgillerden A.B.
BENDEN DÖKÜLEN BİRÇOK ŞEY Kalemi elime alıp alıp bıraktım tik tak tik tak zaman geçiyor bir şeyler yap! İçimde bir ses haykırıyor ve yurtsuz çıplaklar koromu bastırıyor. Koca ayakları koromu ezdikçe içimden yabani kelebekler havalanıyor. Kocaman koskocaman elleri vurmaktan şişmiş katman katman derileri, kıvrım kıvrım ve herbir kıvrımı ölüm haykırmış tükenmiş kocaman gölgeleri rüyalarıma giriyor. yüreğimde bir sancı midemi zorluyor. Yurtsuz çıplaklar korom, ah benim can korom, dinmeyecek bilmiyorlar ki yazık. Hayatıma farkında olmadan ya da olarak bu denli dokunmuş bir insana ne denirdi ki. Susmak vardı artık, eksikliğin kocaman yankısında arayışın tam ortasında koca bir susmak. Zaman geçti susmaklarım birikti. Her oturduğumda masaya 'henüz bitmedi' çığlığı kalbimde. Kalbim Gümbür Gümbür atıyordu. Bugün, tam da bugün. Aileme karşı yaşadığım yıkımın tam ortasında oracıkta farkında olmadan biri tuttu elimi. Acıyarak değil avutarak değil. Mücadele et dedi. fisıldadı kulağıma. Melike Koçak varlığıyla ve yokluğuyla bugün oracıkta tutunmamı sağladı bir dala. Karşımda duran çatık kaşlı bir sürü. özgürlüğe dilime bedenime cinselliğime kadınlığıma sınırlarıma sınırsızlığıma dil uzatan bedenime dolanmış bir koca böcek sürüsü. Her deliğime giren beni yavaş yavaş kemiren ıslak ıpıslak dillerini, pörtlemiş gözlerini, çatlamış damarlarını en yırtıcı bölgelerime bastıran, beni bastırmak için her seferinde daha güçlü bastıran,, insansılar. İnsansılar çünkü diyemezler özgürlük. Diyemezler beden. Diyemezler mücadele. Geçen zaman nefes nefese koşuyorum, kaçmak için öfkeli elinden babamın. Kalbim küt küt ağlaşırken duvarlar titriyor, merdivenlerden yuvarlanıyorum inerken. Kalkıyorum, elim sıyrık. Kapıyı açıyorum, çok ağır, arkamda bir kin'san. Yürüdüğü mermerlere nefretini sıçratan bir Adam gibi Adam (! ). Gözlerinden alevler fişkırıyor. Öldürecek diyorum. Sonra yapamaz diyorum bu kadar evin arasında cesaret edemez. Düşüyorum yere çalıların arasına. Eğer diyor eğer, gidersen şuan, dönme bir daha buraya. Aklıma geliyor her şey, kare kare ilk yüzleşmem gerçeklerle, yavaş yavaş değişimim yemek yerken saçımı tararken bakarken süzerken gülerken farklı bir gerçekliğin gövdesinden gerçekleştirmem eylemimi. Boyut değiştirmem sanki orada bir zamanlar saçını tarayan benin bana yabancılaşması. Filtrelemek filtrelerimi. Bir güvenlik yaklaşıyor kurtar diyorum, haykırıyorum kurtar! Yine bir yüzleşme anı işte. Kılını bile kıpırdatmayan gözümdeki çaresizliğe sırtını dönmüş bir adam daha. Yineliyorum. Ama kime. Duyan yok ki sesimi. Acımın ve utancımın sınırlarında dolanıyorum. İçimden yine bir ses: sakin ol pes etme. Karşımda duran insansı yukarı çıkmamı emrediyor bana. Zorba diyorum işte. Her yere yerleştirilmiş gizli diktatölerden sadece birisi yanıbaşımda kulaklarımı tırmalıyor. Yıkımın örtüsünün dibinden haykırıyorum. Kalbimle inandığım bu yol bitmedi. Bitiremediniz. Bitiremezsiniz. Ve bitmeyecek. Silahlarınız sizinle olsun. Hakaretinizin, küfürleriniz, aşağılayıcı ifadeleriniz hepsini göğsümde biriktirdim. Herbiri dilime yol, sözüme döl, yoluma ışık oldu.. Öfkenizi eriticek kininizi yok edecek içinizde kalmış, kalabilmişse tekdal barışı bileyleyecek. Umudum dimdik. Üzerimde kara bir bulut gibi gezinen gölgesini her daim hissettiğim ailemi beni iki bacağımın arasına hapseden tüm zihinleri bu dönemecimde yolumdan atıyorum. Bu yazının Melike Koçak hakkında olması gerekiyordu. Ama her satırında o var aslında. Her satırında biz varız. Hörgörülen bir sürü sokaklar, bir sürü pencereler, bir sürü satırlar ve bir sürü haykırışlar. Bir de o sokaklarda dolanıp, o pencerelerden bakıp, o satırları okuyup o haykırışları atanlar var. İçimdeki ateşin umudun sebebi, çalıların arasından dimdik kalabilmemin; "göbek bağımı kesmemdendir" bu yaşta. "Başka bir yol da var, bundan başka" demiş yanıbaşımda hissettiğim insanlardır. Dayanışmadır, sevgidir, kardeşliktir, eştliktir bizi filizlendiren. İnsanlığa olan inancımdır. Ailemle başladığım bu kavga halka halka büyüyecek. Biliyorum bunu çünkü bizler umudun, kardeşliğin eşitliğin avcıları dinmeyeceğiz dindirilemeyeceğiz ve her sivrilttiği dikenini canilerin, kahkahalarımızla bükeceğiz. Melisa
Çizim: Naz
YOLLAR, EDEBİYAT VE YAS -''BÜYÜMEK''''Anne yolun bitmesine ne kadar kaldı'' ''daha çok var.'' Yollar, şehirler ve kasabalar her şeyin tanığı. Birlikte büyüyoruz. Geride kimse kalmıyor. Ne arkadaş ne mahalle. Yeni tanışıklıklara alışkınız. 7 yaşa kadar kalemler haritanın üzerinde belirsiz köşegenler, ters üçgenler, zikzaklar çizmiş. Ağrı, Kilis, Artvin Kütahya, Bursa... Sonra öğreniyorum ki bundan sonra ince yapraklı zeytin ağaçları diyarında yaşayacağız. O yıl okula başlayacağım. Hiç istemiyorum. İlk gün fanilalarından çekilerek sınıflara doluşturulan bir sürü çocuk ve onları izleyip benim gibi ağlamaya yaklaşanlar var. Sonra susuyor herkes. Öğretmen nasıl çiçek olacağımızı gösteriyor. Çıt çıkmasın diyor sürekli. Kimse konuşmuyor ki zaten. Kollarımızı göğsümüze kavuşturuyoruz. Herkes birbirine bakıyor. Adlarımızı soruyor teker teker. Ondan korkmamızı ister gibi bir hali var. Ellerini arkasında birleştirip sınıfın içinde geziniyor. Burnunun aşağısına düşen gözlüğünü düzeltiyor. ''Benim arkamda da gözüm var kim konuşursa görürüm '' Bitmeyecek diyorum içimden. Günler geçiyor ve ben okula gitmek istemiyorum. Her sabah hastayım diyorum, kandırmak için değil hasta gibi hissediyorum. Öğretmeni sevmiyorum. Kendimi sevdiğime inandırmaya çalışıyorum. Olmuyor. Yılın ortasında bi zaman, öğretmen ödevleri kontrol ediyor. Çoğunluk oyuna dalar yapmam. Şansıma bir gece önceden heveslenip okuma fişlerini el yazısıyla deftere geçirmişim. Ödevini getirmeyenleri sıraya diziyor. Neden yapmadıklarını soruyor. Birkaçına tokat atıyor. Sınıfta çıt çıkmıyor. Alışkanlık. Ne hissediyorum o an? İçim çok fena. Sıra Samet'e geliyor. -Niye yapmadın? başını eğiyor. -Söylesene niye yapmadın. Samet bi şey demiyor. Kapıya doğru onu itip ani bi hareketle kalkıyor ve oturduğu demir sandalyeyi fırlatıyor. Hiçbirimiz bir şey diyemiyoruz. ... Orta bire geçtiğimde yeni bir yol görünüyor. Bu sefer yönümüz güneye doğru. Okul, üniforma, ders kitapları,,, Hiçbirini istemem de istemem diye tutturuyorum. Yabancı düştüm buraya. Sait Faik tek anlaşabildiğim. Odam ise tek alışabildiğim. Yeni okulda ilk edebiyat dersi ilk ödev: uzunca ve içinde bilmediğimiz onlarca kelimenin olduğu önemli kişinin 'önemli' mektubunu ezberlemek. Yine çattık. Göksu Irmağına sığınıyorum.
Ders günü geldiğinde, ezberleyenler bir bir tahtaya çıkıp okuyorlar. Geriye biz kalıyoruz. Bir de kulak çekme seremonisi. ... Sonra başka bir şehir daha. Yeni okul. Vakıf okulu. Tek katlı ama kocaman bir kampüsü var, üniversiteye bağlı. Tüm derslikler denize bakıyor. Bazı günler okul serbest kıyafet. Şimdiye dek gördüğüm tüm okullardan farklı. Çok farklı. Edebiyat dersleri ise dört gözle beklediğim ders oluyor. Bi canım öğretmenin derslerinde Ezginin Günlüğü dinleyip, bahçenin çimlerine serilip öyküler okuyoruz, öykülere kısa filmler çekiyoruz, filmler izliyoruz, fotoğrafların öykülerini yazıyoruz, uçurtma şenliği,bahar derken soluğu denizde alıyoruz, bir de kulübümüz var saatlerce okulda kalıp sene sonundaki tiyatro oyununu hazırladığımız. Gerçeklikle hayal arasında bir yer. Bunca okul, soğuk sınıflar, dayakçı öğretmenler hepsi silinip gidiyor. Tüm okullar keşke böyle olsa diye geçiyor içimden. Sene sonu herkes başka yerlere dağılıyor. Biz de İstanbul'a aile ziyaretine. Kadıköy Haldun Taner sahnesinin önünde öğretmenimi arıyorum. Hocam, belki bir gün burada da oynarız oyunumuzu diyorum. Güldüğünü hissediyorum. Oynarız elbet diyor. Sonra birkaç saniye duraksıyor. Aslı, canım, ben işten atıldım.diyor. Dil bilgisini iyi öğrenemediğimizi düşünüyormuş müdür. Ondan ötürü. Ben şaşkın, çaresiz, eksik hepsi aynı anda ne söyleyeceğimi bilemeyerek, biraz daha konuşuyorum. Sonra telefon kapanıyor. Sonrası suskunluk. Sonrası hiç. ... Orta okul bitiyor, lise başlayacak. Lisenin başladığı sene biz yine taşınıyoruz. Bu sefer temelli İstanbul. Bunca yıl İstanbul'dan uzakta kalmaya çalışan ailem, gezmek için değil yaşamak için radikal bir karar alıyor. Gideceğim lise, bir fransız lisesi. Lise hazırlıkla birlikte beş sene. Yine bitmeyecek gibi ama olsun. Okulun ilk günü çoğu kişi birbirini tanıyor. Yalnız hissediyorum, bu duyguya çok da uzak değilim. Hazırlık yılı geçmek bilmiyor. Bu şehirde sığındığım sevdiğim yerler, sokaklar öyle çok ki okul benim için bir uğrak noktası oluyor yalnız. ... Lisede ikinci yıl, bir edebiyat dersi, yeni öğretmenimiz; nasıl bir edebiyat dersi düşlediğimiz üzerine konuşuyor bizimle. Sonra edebiyat deyince aklımıza gelen her şeyi yazıyoruz. Edebiyat yine dört gözle beklediğim ders oluyor. Filmler, kısa filmler, öyküler, şiirler, yazarlar, şairler her şey yeni baştan, dayatılanın, öğretilenin dışında biz kimiz? Nasıl bir yaşam? Nasıl bir edebiyat? Kendimi tanımaya başlıyorum, dahası dahası derken bi bakıyorum o farklı dünyanın kapısı aralanmış, derslerde Sait Faik, Murathan Mungan, Birhan Keskin, Didem Madak tanıdığım tanımadığım nicelerini okuyup, tartışıyoruz.
Üç ders var hiç yetmiyor. Tenefüs arası çoğumuz öğretmenimize sorular soruyoruz. Ortak okuma kitapları, şiirler, öyküler birbirlerini tamamlıyor. Edebiyatla uğraşan, yazan, çizen bir sürü arkadaşım oluyor. Biz edebiyatla tanıştıkça çevremizi de değiştirmenin peşine düşüyoruz. Lorca, Neruda, Furuğ,, hep yanımızda. Fanzinlere, dergilere yazılar gönderiyorum. O sene de bitiyor. Yazın arkadaşlarımla konuşuyorum, aramızda bir fanzin çıkarmaya karar veriyoruz. Okul içinden, okul dışından, internette bizim fanzini görüp yazı gönderenlerden bir derleme yapıp ilk sayımızı çıkarıyoruz. Heyecanlıyız. Edebiyatla uğraşan 10 15 öğrenci fotokopicide çoğaltıp kitapçılara, sinemalara bırakıyoruz. İkinci sayı, üçüncü sayı derken dördüncü sayıdan önce Özgecan Aslan katlediliyor. Bir şeyler yapmak istiyoruz.. Yeni sayının içeriğini ''Kadın Cinayetleri Politiktir'' olmasına karar veriyoruz. Yıl içinde kendi aramızda toplumsal cinsiyet rolleri üzerine atölyeler düzenliyoruz. İki ay çalışıyoruz. İyi bir sayı çıksın istiyoruz. Temmuzun başında öğreniyoruz ki öğretmenimiz işten atılmış, hem de fanzinin son sayısı sebep gösterilerek. Fanzinin tüm yazarları şaşkın. Okul idaresiyle konuşuluyor. İdare sağır, kör, dilsiz gibi davranıyor. Diyoruz ki hepimize haksızlık yapılıyor. Öğretmenimizin fanzinle hiçbir organik bağı yok ki. Dinlemiyorlar. Öğretmenimizi geri istiyoruz diye haykırıyoruz hep birlikte. Destek mesajları alıyoruz. O günlerde bi bakıyoruz ki kadınlar bizimle dayanışmak için fanzini çoğaltıp sokaklarda dağıtmışlar, fotoğraflarını görünce içimiz umut doluyor. Kim bu güzel insanlar ? Aradan on gün geçiyor. Suruç katliamı, 32 canım insan öldürülüyor, hepimizin içi lime lime. Haberlerde, sosyal medyada o fotoğraf. Üzerinde bir yazı: ''Bu fotoğraftaki üç kişi: Ezgi, Polen, Büşra on gün önce Melike öğretmen ve öğrencilerinin mücadelesine destek olmuşlardı, bugün Suruç katliamında yaşamlarını yitirdiler.'' Coğrafyanın acısı mı? Acı üç harf yalnız. Öfke bir fazlası. 29 harf yetmiyor. Kelimeler kesik kesik. Eksik. Ve biliyorum, benim bütün travmalarım, yaralarım sistemden. Daha iyi bir dünyayı düşleyenleri, dişli çarklarında yok etmek isteyenlerden geliyor tüm kötülükler. İyi olamıyorum.
Aslı
Laurence Anyways film by : Xavier Dolan
Esaret Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, Rapunzel adında bir çocuk yaşardı. Zamanının çoğunu annesinin bahçesinde oynayarak geçirirdi. Büyüdükçe oyuncak bebeklerin yerini çalı çırpıdan yaptığı kılıçlar almıştı, evcilik oynamak yerine komşunun çocuğuyla sövalyecilik oynardı. Annesi, Rapunzel'in bebeklerle oynamak, dikiş dikmek gibi “kızlara yakışan” uğraşları olmasını isterdi, ancak uzun bir süre sesini çıkarmamıştı. Rapunzel'in neredeyse kendi boyundan uzun, altın sarısı saçları vardı. Herkes saçlarına hayran olurdu, ancak Rapunzel onlara katılmıyordu. Her aynaya bakışında, saçlarını kesme isteği uyanırdı içinde. Kendini değil, başkasını görürdü hep. Giydiği cicili bicili elbiseleri de beğenmez, neden komşunun çocuğu gibi pantolon giyemediğini merak ederdi. Rapunzel büyüdükçe, bu yabancılaşma hissi de onunla birlikte büyüdü. Büyüyen göğüsleri, incelen beline her bakışında içi burkulurdu. Bir gün annesine; “Anne, saçlarımı kesebilir miyim? Uzun saçlı halim beni gerçekten huzursuz ediyor.” diye sordu. Ancak o, bunu hoşgörü ile karşılamadı “Öyle şey olur mu yavrum? Kızların saçları uzun olur. Öyle erkek gibi evlat istemem ben. Hem konu komşu ne der sonra?” Rapunzel hayal kırıklığına uğramıştı, ancak pes etmek istemiyordu. Birkaç hafta sonra, annesine tekrar yalvardı Rapunzel; “Anne ne olur saçlarımı keseyim, kendimi böyle görmeye katlanamıyorum! Ayrıca bu süslü püslü elbiseler, kendimi çok gülünç hissettiriryor. Lütfen, en azından başka bir şey giymeme izin ver!” Bu duruma daha fazla tahammül edemeyen anne, kızına hiç acımayarak; “Yeter artık! Bu saçmalıklara bir son vermelisin! Cezalısın küçük hanım, hem de bayağı uzun bir süre için!” dedi.
Merhametsiz anne, Rapunzel'i ormanın ortasında, tek pencereli, ne kapısı ne de merdiveni olan bir kuleye kapatmıştı. Zaman zaman Rapunzel'i ziyaret eder, ona yemek getirirdi. Rapunzel ise uzun saçlarını pencereden sarkıtır, annesi de tırmanırdı. Rapunzel'in pek fazla uğraşı yoktu. Tek meşguliyeti, cezasından haberdar olan çocukluk arkadaşı, komşunun çocuğu Walter'ın ona kitap okumasını dinlemekti. Yalnız hissettiği zamanlarda da kulenin duvarından içeriye tırmanan kertenkelelerle, veya penceresine konan kuşlarala konuşurdu. Tabii ki bu sadece dışarıdan gözükendi. Kafasının içinde fırtınalar kopar, sürekli kaçış planları yapardı. Hesaplarına göre tam on sekiz yaşında kaçabilecekti. Eğer bir süre daha dayanıp, saçlarını kuleden kaçabilecek kadar uzatırsa bu çile bitecekti. Kule o kadar da yüksek değildi zaten. Olsa olsa beş metre. Bu da Rapunzel'in saçlarıyla yarışamazdı bile. Normalin iki katı hızla uzarlardı zaten. Tiksindiği saçları bir işe yarayabilirdi demek! Rapunzel her bu planı düşündüğünde, sinsice gülümser, kaçışını düşler, her seferinde o tatlı heyecanı hissederdi. Nihayet o gün gelmişti. Rapunzel, annesinin gelişini coşkuyla beklemişti, o gittikten hemen sonra fırsattan yararlanıp kaçacaktı. O gittikten sonra, heyecanından bırakılan yemeği yemeden hemen işe koyulmuştu. Saçlarının ucunu pencerenin yanındaki direğe bağladı, Walter'dan öğrendiği denizci düğümü çok işine yaramıştı. Derin bir nefes alarak pencereye çıktı, dikkatlice kayarak aşağı indi. Uzun süredir sakladığı küçük bıçağıyla saçlarını kesip, hemen yola koyuldu. İlk işi Walter'ı ziyaret etmek oldu. Rapunzel'i gören Walter'ın ağzı bir karış açık kalmıştı. Neden bu kadar hayrete düştüğünü anlamayan Rapunzel, anlatmaya başladı; “İnanabiliyor musun, artık özgürüm! Yakında bu bedenden de kaçacağım, göreceksin! Büyük şehire gitmem ve-” Walter, Rapunzel'in sözünü kesti; “Ne demek istiyorsun sen? Aklını mı kaçırdın? Bu hal nedir!” Rapunzel duyduklarına inanamıyordu; “Neden böyle diyorsun? Hatırlamıyor musun? Hani sana bahsetmiştim. Öncelikle büyük şehire gitmem lazım, orada beni erkek yapabileceklerini duydum. Böylece nihayet ait olduğum bedene kavuşacağım!” Walter, tiksinti ile ; “Ne? Şaka yaptığını sanıyordum! Seni ucube, çekil git karşımdan!” dedi. Rapunzel, yıllar önce annesinin verdiği tepkiyi hatırlamıştı. Nasıl kardeşi gibi gördüğü, en yakın olduğu insan, onu bir ucube olarak görebilirdi. Haklı mıydı? Haksız olmalıydı. Bu onun hayaliydi. Bu onun hakkıydı. Zincirlerinden kurtulmalıydı. Bu bedene ait değildi. Herkes böyle mi düşünüyordu? Diğerlerinin ne düşündüğü umurunda değildi, ama Walter, en yakını... Bu dünyada bir tek o vardı sanki bu durumda. Tam bir ucubeymiş meğer! Gözlerinden yaşlar süzülmeye başlamıştı. Artık bu bedenin yükünü taşımak istemiyordu. Göle doğru yürümeye başladı. Bir öbek tuğla taşıyordu. Ayak bileklerine tuğlaları bağlayıp, suya ilk adımını attı. Artık gözyaşları durmuştu. Boşluktan başka bir şey hissetmiyordu. Omuzlarına kadar suya girdi, tereddüt etmeden son adımını attı. Ciğerlerine dolan su onu huzura kavuşturdu.
Bahar