KARA fanzin
mayIs2019 no.14
1
BİZ KİMİZ?
Üret-paylaş mottosu ile 2012 yılında TEDÜ’ye farklı bir renk olalım diye
TEDÜ Kültür-Sanat Topluluğu’nu oluşturduk. 2016 yılına kadar birlikte gezdik tozduk, sergiler açtık, çeşitli sanat etkinliklerine ev sahipliği yaptık, etkinlikler düzenledik ve aşırı eğlenip aşırı doyurduk ruhumuzu.
Fark ettik ki bunlar bize yetmemeye başladı ve yaptıklarımızı,
deneyimlediklerimizi paylaşmak istedik. 2016 yılının başlarında üret-paylaş platformunu kurduk ve 2016 yılının Kasım ayında bu platformundan beslenen Kara Fanzin’i yayın hayatına başlattık.
GEÇMİŞ // KARAFANZİN
Yazılarınızın, çizimlerinizin ve çektiğiniz fotoğrafların Kara Fanzin için şahane bir içerik kaynağı olduğunu biliyor muydunuz? O halde içeriklerinizi tedukultursanat@gmail.com adresine bekliyoruz!!! İçeriklerinizi yazılar için tercihen Word ya da pdf, görseller için jpg, png ya da pdf olarak gönderebilirsiniz.
KAPAK FOTOĞRAFI : Manas DEMİRKASIMOĞLU
İÇERİK EDEBİYAT Alper UÇAR | Beyza ALAÇAM | Havvanur ÖZGÜR İlker AKYEL | KUYU DİBİ | Manas DEMİRKASIMOĞLU
İLLÜSTRASYON İrem SÜLÜNER | Dilan NADİR | Yasin KARAGÖZ
FOTOĞRAF Arkum ÖZKAYA | Aysu KAYNAK | Ayşegül AKPINAR Burcu KAPLAN | Gizem CEBECİ | Mahinur ŞAHİN Merve ŞANLI | Şule ENİSE | Toprak TÜRKER | Zeynep ÇAKIR
1 ÖNERİ
Zeki Can YILMAZ
ŞİİR Bengü ÖZTÜRK | Berfin ERDEMİR Çağıl Mert KURTOĞLU | Oğuzhan KAYACAN
O DA NE? #AnkaraAks
?
KÜLTÜR-SANAT | ETKİNLİKLER Merve ŞANLI
15 KELİME HİKÂYELERİ 2
3 DAKTİLO
İLKER AKYEL
Gece. Loş ışık. Çalışma odası. Kasvet. Saatin kaç olduğu gereksiz bir ayrıntı. Kitaplar, kitaplıklarda beynin bir köşesinde biriken anılar gibi birikmiş ve tozlanmış. Odanın havasında ruhani umutsuzluk var. Masasında oturuyor. Yüzü pencereden daha karanlık. Duvarda asılı duran şişirilmiş hayvan başları, bir vakit sonra o her zaman çalışırken ölü gözleriyle izledikleri bu adamın hayatındaki en önemli anlarıdan birine tanık olacaklarını anlamış gibiler. Karanlık. Yüzü geceden daha karanlık. Bir yutkunma. Anlık gelen, keskince bir kararlılık. Masanın bir gözünden, kan kırmızısı bir beze sarılı aile yadigarı altıpatları çıkarıyor. Tek bir kurşun dolduruyor. Silahı masaya bırakıyor. Tedirginlik. Hızlıca nefes alışverişleri. Kalbi metronom gibi işliyor. Neredeyse presto*. Masanın üzerinde eski, ihtişamlı daktilo. Yazması gerek. Daktiloya kâğıt koyuyor. Elleri titriyor. Ölümün nefesini ensesinde hisseden her insan aynı duyguyu yaşar. Farklı tepkiler ölümün kaçınılmazlığına gem vurabilen değerlerin getirisidir. Yaşamak basit bir eylem değildir, bir mücadeledir. İnsan ya da hayvan, nefes alan her canlı önceleyin kendisine cenk eder. Bir savaşın kaybı. Savaş suçluları ve dönekler kurşuna dizilmeyi hak ederler. İhanet. İnsanın kendine olan ihaneti. Yaşamı arzulayan bedenin tüm hücrelerine karşı bilincin başkaldırısı. Daktilonun tuşlarını okşuyor. Bu mekanik alet onun enstrümanı gibiydi, o sözcüklerin virtüözüydü, dilin ahengini ortaya koyardı bir vakitler. Bu eller tükenmişliğin bir örneği, artık ruhunu ve daktiloyu besleyemiyorlar. Ter. Alnı sırılsıklam. Çok yakında başka bir sıvıyla kaplanacak. Gözünün önüne gelen bu görüntüyü dağıtmak istercesine koluyla alnını siliyor. Yazmalı. Son bir kez. Çabalamalı. Bu bir şeref meselesi. Kelimeleri son bir an için bir araya getirebilmeli. Kelimeler onun için son kez bir araya gelmeli. Bunu ona borçlular. Onu bilinmezliğe uğurlamaya gelmeliler bu daktilonun limanına. Beraber yaşadılar fakat beraber kaybolmayacaklar. Onun bu yaratımları ondan sonra da yaşayacak. Onunla son kez vedalaşan sadece onlar olmalılar. Ölümün herkese aynı klişeyi yaşattığı sanılır. Hayatını düşünmeye çalışıyor. Doğum. Çocukluk. Okul. İş. Aile. Aşk. Çocuklar. Neden hayatı bahsedildiği gibi gözlerinin önünden film kareleri gibi akmıyor? Neden hayatınca değerli gördüğü bağlılıklar, anılar onun için şu anda anlamsız? Tükenmişliğin tadını duyumsuyor. Bu hayat artık onun için gereksiz bir yük. Yaşaması gerektiği kadar yaşadı. Özgür kalmalı. Bu romandaki son noktayı kendi koyacak.
Daktilo. Kâğıt. Tuşların mekanik sesleri.
***
Yazmayı bitirdi. Artık tek bir kelime dahi düşünmesi gereksizdi. Altıpatları şakağına dayadı. Tetiği çekti. Ateş almadı.
©Toprak TÜRKER
GEÇTİ
BERFİN ERDEMİR
©Yasin KARAGÖZ
Adımı soğuk bir mermere yazmışlar, Şaşırdım, sahi yeni mi ölmüştüm ben? Ben değil miydim aylardır nefes alamayan? Sen değil miydin çığlıklarımı duymayan? Beş on tanıdık gelmiş ayrılığın ertesi. Ağlamışlar benim için, Dertlerini düşünüp beni sebep yapmışlar... Durdum tebessüm ettim mezarımın başında. Keşke ruhum da ölseydi... Görmeseydi seni başka bedenlerle. Bu da geçer diyorlardı, Hem ölüler hisseder miydi acıyı? Yeniden çiçek açarmış toprağım, Kuşlar yeniden konarmış başıma. Sahiden çok geçmedi mi benden gideli?
4
5 BAVUL
BENGÜ ÖZTÜRK
şimdi senden arta kalanları topluyorum. içi boş bira şişeleri, 3 dalı kalmış marlbora, iki gömlek, üç tişört, beş kazak, bir atkı ve bir küpe. tüm hepsini alıp o sağ ön tekeri kırık bavula koyuyorum. o tekeri sen kırdın, bana koşarken. bir diğerini ben kırıyorum, sen benden koparken. günlerce bekliyorum, 365’i dolduruyorum, yine bekliyorum. bir enkaz görmek istersin belki diye. ömrünce ilk kez diğerleri gibi olup yarattığını görmek istersin diye. beklemelerimin sonucunu alamıyorum. 2 kez 365’i dolduruyorum. artık beklemiyorum. bavulu ellemiyorum ama. dışarı çıkıyorum, sokaklarda dolanıyorum. itiraf edemediğim, sana rastlama umuduyla dolanıyorum. eve dönüyorum, kapı açık; bavul yerinde değil. sen evde yoksun. ama senin o evde olduğuna yemin edebilirim. bi’ şarkı; lord huron - the night we met
©Şule ENİSE
©Dilan NADİR
6
7 BOŞ
BEYZA ALAÇAM
Yürüdüğüm bu yollar benim değil; göğüne baktığım bu şehir, başımı koyduğum bu yastık... Baktığım yüzler, duyduğum sesler, sıktığım eller, hiçbiri onun değil. Bütün bu yeni oluşumun içinde aradığım, sığınmaya çalıştığım yer, kişi tanıdık değil. Yanından geçip gittiğim o kimse dostum değil. Üzerime sinen bütün o sigara dumanlarının hiçbiri, bir köşede kamburu çıkmış bir adamın sessizce sardığı sigaraya ait değil. Artık ne akan yaşın bir kimsesi ne de aynada baktığım bu yüzün bir anlamı var. Bulanık. Gördüğüm, işittiğim, bağırdığım, uzandığım her şey bulanık ve uzak. Bir müzik çalan, bir müzik sadece anlam vermeye çalışan, arada yok olup giden. Bir müzik beni ayakta tutan, devam ettiren. Bir müzik bütün bu her şeyi katlanılabilir kılan, dindiren, susturan... Bir şehir beni hapseden, yutan. Bir koku; anımsatan, sızlatan. Bir yaşam artık koştuğum sadece görmeden, duymadan, beklemeden ve bilmeden. Bir yaşam ki; hisli bir sanatçının ağzından çıkan her bir sözcük gibi kırılıp dökülen...
© Aysu KAYNAK
© Burcu KAPLAN
©Zeynep ÇAKIR
15 KELİME HİKÂYELERİ Akça Yılmaz Dionysos’un mevsimi gelmiş görüyor musun? İyi olacaksın diyor havalar. Bırakacakları tam tersine ufak bir baş ağrısı… Rümeysa ÖZ Çiçeğinin bu bahar küsüp açmamasından korkan yaralı kuş; korkma, esirgemez kokusunu dalını kırandan sevda çiçeği. Ayça Gürelik Küllerinden doğmak gibiydi bahar. Sanki uzun ve kasvetli bir dönemin ardından beliren ilk umut ışığı… Hilal Güneş Anlatabilmenin her katmanında farklı yankılanan ekoların kesişiminde kaybolduğum anda hatırladım ki sesini duymasam bile dudaklarını okuyabiliyordum. Anonim Camdan yüzlerine bakabilseydim insanların hanginizin bana yalan söylediğini bulabilirdim. İşte o zaman yok oluşumuza kaldırırdık. Aysu Kaynak Ölmüyorsak içelim bari diye başlayan yazar ve ne yapsaydım kanser mi olsaydım diyen arkadaşımın bilinmeyen dostluğu.
8
9 ŞİKAYET
KUYU DİBİ
Biz fark etmeden çevremizde gelişen her şeyden şikâyetçiyiz aslında. Küçükken gittiğimiz parkta tanıştığımız, o adını bile hatırlamadığımız şımarık çocuk mesela. Günün-güneşin verimli saatlerinin, ebeveynler için önemsiz olduğu yaşlarımıza gelmişiz artık. Salıncakta tek başımıza sallanabileceğimize kanaat edilmiş. Binmişiz zincirli salıncağa, ellerimizde bırakacağı pas kokusunu bile bile... Kendi kendimize ritmimizi de tutturmuşuz. Yapabiliyor olmanın verdiği özgüven sınırının da bir adım ötesine geçtiğimiz o anda. Tam da o anda… Adını hatırlamadığımız o toraman çocuk gelipte salınımın yönünü ve hızımızı bozmasaydı, bugün o kadar da güvensiz insanlar olmayacaktık belkide. Çünkü dizlerimizdeki yaralar için ‘ Kendim ettim kendim buldum.’ dememiş olmamıza rağmen, cevapsız bir ‘neden?’ sorusu zihnimize kazınmış olmayacaktı. O toraman çocuklar şimdi devlet başkanı oldular belki de! Çünkü yolunda giden işleri bozan çocukların, ‘affedilebilir’ görülen halt etmeleri, yaşlarıyla orantılı büyüyen hatalarında ‘ affedilebilecek’ hissi uyandırırken; biz hala içten içe ‘ Neden?’ diyerek büyüyen, hala kendini sabırlı olmak zorunda hisseden insanlar olduk. Aklımız erdi ermesine ama şikayetçiyiz! İştahı, nefsi terbiyeli çocuklardık. Çantamızdaki beslenmeyi paylaşmasını da standarttan fazlasını getirmişsek yanımızda, onu yemeyip eve götürmesini de öğretmişti anne ve babalarımız bize. Jelatini sigara paketi gibi açılan silgilerimizi de, ardı aynalı kalemtıraşlarımızı da paylaşmasını bilirdik. Gelin görün ki yine o yırtık çocuklar bizi sabote ettiler. Sadece ucundan, belki de simetrik olarak tükettiğimiz silgilerimizi emanet istediler. Verdik… O kadar farkındaydılar ki titizliğimizin ve iyi niyetimizin. Ya bize hiç sormadan ikiye ayırdılar canım silgiyi ya da jelâtinini yırttılar. Bizim bu duruma ne diyeceğini bilemeyen şaşkın bakışlarımız karşısında ise umursamaz tavırlarıyla güldüler. Rahatsız edici rahatlıklarıyla ve aslında yaptıkları sınır tanımaz güdümsüzlüğün gayet bilincinde olarak bize geriye bıraktıkları o ‘basit’ silgi parçasını reva gördüler. Tıpkı, toplu taşıma araçlarında bir buçuk kişilik yer işgal eden; ama aslında gramajı azaltılmış ekmekler gibi şişkin görünen, fakat içleri boş insanlar olduklarını bilmeleri gibi. ‘Benim koltuğumun sınırına taşma!’ demek istedik, diyemedik. Kalktık, ayakta devam ettik yolun geri kalan kısmını. Biz sabır ehli gibi büyüdük ya hani! O aymaz, silgi parçalayan toramanlar, ikinci koltuğun hakkını vermek için değil üstelik, sırf başıbozuk oluşlarından, öyle bir buçuk kişilik oturma şekilleriyle seyahat ettiler. Aynalı kalemtıraşlarımızın aynalarını kırdılar. Silgilerimizi ve jelatinlerini parçaladılar. Biz kızgın kızgın susup ‘La havle…’ derken. Biz parmakla gösterilen o erdem sahibi insan mükemmeliyeti uğruna ayakta gittiğimiz tüm yolculuklar, kırtasiye zevatı ve tüm iyeliklerimiz için de şikayetçiyiz! Şikayetçiyiz! Hatırlayın şu kola kutularını ezip, ayakkabılarımızı yırtmak pahasına kan ter içinde kaldığımız maçları. Yalan söylemeyi bilmediğimiz zamanlarımız. Belki de yalanı tanımadığımız, desek daha iyi olacak. Yine o toraman çocuk karşımızda. Karşı takımda üstelik. Gelip bize faul yapmıştır. Pantolonumuzda oluşan yıpranmadan daha önemli gelen o faul için, ilk ayaklanmamızı yaparız. Ne kadar gülünç geldi şimdi bunu anımsamak oysa ki! ‘ Valla faul yaptı!..’ der ve oyunu soğuturuz haklı olarak. O toraman ve onun gibi olmayı hedefleyen, haliyle onun takımındaki birkaç kişi daha der ki; ‘ Tamam tamam, al kullan. Verin abi topu, ağlamasın…’ . Yemin etmişizdir, o kadar doğrudur ki savunduğumuz ve maruz kaldığımız faul. Sırf bu gamsız ve her ne olursa olsun haklı olabilmeyi, haklı görünebilmeyi başarabilen küçük şeytanlar, bu lafları ettiler diye, kaleye yakın yerde kazandığımız o faul atışını, kızgınlığımızla birlikte, taca atarız. Sabır okyanusuna açılan kıyıda henüz diz seviyesine kadar ilerlemişizdir. Bu sitemkar, topu taca atma protestomuzu önemsemelerini beklerken, karşı atağa kalkarlar ve bir de gol atarlar. Aralarında konuştuklarını duyarsınız ‘ Al işte sana faul…’ . O kadar pişkin o kadar umarsızdırlar! Bir daha ki faule maruz kalışınızda, faul demezsiniz. Onların, faul iddialarına da itiraz edemezsiniz. Bilmezsiniz, mahalle baskısı nedir, etik nedir, dürüstlük nedir? Siz sadece neden popüler olduklarını anlamadığınız fakat; her dedikleri yapılan o insanlara sabrederek, santim santim büyürsünüz.
Sonra, çok daha sonra kim olduğunu sadece ismiyle bildiklerimizin, şu satırlarını okurken anlarız aslında olan biteni. Der ki; ‘Ve bu dünyada bu zulüm senin sayende. Ve açsak, yorgunsak, al kan içindeysek eğer, Ve hala şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak. Kabahat senin, kabahat senin. -Kabahat seninDemeye de dilim varmıyor ama kabahatin çoğu senin canım kardeşim.’ Kabullenemeyenlerin, sürgünlere savrulduklarını, sitemlerini satır satır nakşettiklerini okuruz. Şikayetlerini ve tepkilerini haklı buluruz ama susarız. Ne ilginç! Küçük, masum, saf çocuklardık… Gelin görün ki; daha o yaşlarda, belkide farkında olmadan, ilk çocuğunu kötülere karşı kötü olmak üzere ve sırf ezilmesinler diye kötü yetiştiren anne babalar, bizleri böyle; taraf, mızıkçı, kuralsız, sözde pratik zekalı yetiştirdiler. Başkasını ahmak yerine koymayı, çifte standartın dünya düzeni olduğunu, aç kalmanın kötü olduğunu, menfaatler uğruna her şeyin yapılabileceğini, sözüm ona iyiliğimiz için öğrettiler bizlere. Haksızsınız diyecek kadar haksızlığa maruz kalmamıştık. Doğru, adaletli olan şeyler uğruna aç kalmanın esas doyuruculuğunu tatmamıştık. Bu bencillik üzerine yetiştirilişimizdendir ki; bir çoğumuzda, manevi lezzetleri tadamadan, sadece açlıktan korkarak ‘ kocaman insanlar’ olduk bile. Toplumun kurnazları, onları nasıl da çuvallara koyup duvardan duvara çarptıysa, bize hep illegal bir yoldan gidebilmenin cazibesini fısıldadılar. ‘Onurlu olmak karın doyurmuyor, akıllı olacaksın! Artık bizde söz senet değil, sen kendini garantiye al! Arkadaşlarını topla, yönet, onlar senden akıllı olamazlar! Her düşene koşturuyorsun ama sen düştüğünde sana koşmayacaklar!..’ diyen belki anne babalarımız değilseler de, birileri bunları aklımızın o güven dolu kısmına sokuşturdu işte. Ne ilgisi var demeyin. Çok ilgisi var! Daha o ufacık yaşlarda, yırtık üst baş ile okula gelen çocukların hırslarının, ekmeğinin arasına haşlanmış yumurta koyulduğundan ve kokacak diye onu beslenme çantasından çıkartamayan, bu günün kebapçılarının, okulunun aile birliğine fazla bağış yapan velilerin, sınıf annesi olabiliyor oluşunun, yurdunu ve milletini ne şekilde sevmeyi tercih ettiğiyle çok ilgisi var. O keyifle söylediğin şarkının, şiirini yazan şairin hangi mahpus damında hangi psikolojiyle yazıldığını bilmeden söyleyebiliyor olmanın; o şairin şarkılaştırılan şiirinin, rock cover versiyonunu tahayyül edemeyişinin ve senin alternatif yollardan, bu satırlardan para kazanışının bununla çok ilgisi var işte. Şikayetçiyiz! En çokta birbirimizden. Anlayışsızlığımızdan, bencilliğimizden, ketumluğumuzdan, dışlayıcılığımızdan ve karamsar olmakla suçlanışımızdan şikayetçiyiz. Güneş hergün herkes için doğuyor ve aynı gökkubbenin altında fenalığı ve iyiliği seçme şansını, aydınlık ve karanlık zaman dilimlerinde bize sunuyor. En büyük lüks ‘ seçmek/seçebilmek’ aslında. Biz hangi pozisyonda bulunacağımızı seçiyor ve sonuçlar iyi olunca, ‘ ben yaptım’ derken; kötü olduğunda hep birer suçlu arıyoruz. Uzun yoldan gitmek ve yeteri kadarını elde etmenin ahmaklık olarak kodlandığı zihnimizde, az kazandığımız her şey için birer isyan bayrağı çekiyoruz. Fakat bunu da görünmeyen bir yerde, sadece kendimize sergiyiliyor ve hırsımızı, kinimizi böyle perçinliyoruz. Yazık!
Peki ya çözüm? Nasıl çözeceğiz bu şikayetleri?
En çok, empati ve eğitime ihtiyacımız var. Yıkılanların ardından tüh tühçülük yerine, ‘ ne yapabilirim?’ diyerek, başkası için, çıkar gütmeden dertlenebilirsek. Ağlayana, susana, durduğu yerde durana el uzatabilirsek. Acıyarak değil anlayarak paylaşırsak. Acımasızca eleştiren değil, anlayarak onaran olmaya gayret edersek çözülür bu şikayet düğümleri. Bilmem kaç bin lira vererek aldığımız bebek arabalarının jelatin ve kartonlarını, hiç bebek arabasına binmeden büyümüş, dünyaya ‘büyük’ doğmuş, yalın ayak sokak çocuklarının topladığını düşünürsek… Çözülemeyecek düğüm kalmaz. Biz dünyaya çıplak gelen ve ne zaman, ne şekilde öleceğini bilmeden yaşayan canlılar olduğumuzu unutmadan yaşarsak. İşte o zaman…İşte o zaman.
10
11
YULAR
OĞUZHAN KAYACAN
güneşle yoğrulmuş ılık yağmur sel ol ak kentin üzerinden bir güzel ak da kirlerinden arınsın çıksın temiz kalpler apak ortaya daha bak ne güzellikler var insan içinde yağ da göstersin kendini parıldayarak dönüşken bir beklediği var bu kalplerin sevincin peşinden hoplaya zıplaya yorgun ve âmâ sürükleniyor ya yağ da anlamına kavuşsun bu kaşif mutluluğun inancında seyretsin şu vakit keyfeylesin yosyoğun ihtiras ile cihanda çünkü peşinde mutludur temiz kalpler sevincin güneşle birlik ılık yağmur dökülmelisin artık yüreğimize bıkkınlığımız kedere dönmeden ve daha fazla sertleşmeden harbimiz yağ kederim üzerine öldür mikrobunu yasımın yağ ki damlaların senfonisi oyalanagitsin şöyle yağ ki kokusu toprağın -biz üstündehakikatle hülya arasında süren dilemmamızı eriştirsin pervasızca, müzehhep cennete
© Merve ŞANLI
© Arkum ÖZKAYA
YENİ NE ÖĞRENDİM?
© Mahinur ŞAHİN
ALPER UÇAR
Aslında pek bir şey öğrendiğim söylenemez ya da kendimi daha iyi bir yere yerleştirdim diyemem. Ancak şu an önümde duran cesedin soğuk ve ruhsuz suratına baktıkça, elimde kanlar içinde çığlık atan çekici dinledikçe içimdeki huzursuzluk da bitiyor ve bir şeyleri daha iyi anlıyorum. Bunlar benim özgür dünyadaki son anlarım… Kendime hayatım boyunca bir şeyleri öğretmek için çabaladım, kendimi daha iyi bir yerlere getirebilmek için zorladım. Şu an üstüme giydiğim binlerce liralık takım elbise için bile yıllarımı verdim ama hayatımın en yararlı dersi, şu üç gün boyunca takip edip soğukkanlılıkla kafasına çekiç indirdiğim bu önümde yatan masum adam oldu. “Onu neden öldürdüm?” sorusuna gelirsek… Ya bu adamı öldürecektim ya da hayatımdan, kendimden daha önem verdiğim birini çakalların arasında bırakacaktım. Bu hale neden düştüm diye sormayın. Sadece “Şimdi nasıl yaşayacağım?” diye sorun kendinize, çünkü ben artık yaşamıyorum.
12
13
14
15
©Gizem CEBECİ
H
ÇAĞIL MERT KURTOĞLU
Ağzının orta yerine kırmızı bir şarap seviyorum. Savurduğumuz hıçkırarak Kesilen bozkırlarına Ve semtin son çocukluğuma saplanan Bir kızıl balta yutuyorum, Sen diye. Ritmim ıslak hücrelerinden sıçrayan Son namazına tez vakit çaktığın bir duanın Duvardaki kırık yolları. Ayaklarına devrilen nehirlerime bakmadan, Yaşıyorumdur elbet Sana giden ve gelen, Damarımın adıyla.
MANAS DEMİRKASIMOĞLU
‘KOLEKSİYONCU’ ÜZERİNE
Koleksiyoncu, İngiliz edebiyatının önde gelen yazarlarından John Fowles’un ele aldığı, esasında sade bir hikayesi olan ancak ustalıkla yapmış olduğu iç dünya çözümlemeleriyle karakterleri yanı başınızda hissettiğiniz, sizin de karakterle birlikte tutsak oluverdiğiniz bir roman. Kelebek koleksiyoncusu olan Frederick Clegg’in (Fred), yirmi yaşındaki sanat öğrencisi Miranda Grey’i kaçırarak şehirden uzakta bir evin mahzeninde tutsak etmesiyle oluşan mecburi ilişkiyi gözler önüne serer John Fowles. Roman üç bölüm; ilk bölüm Frederick’in ağzından yazılmışken ikinci bölümde bir anda Miranda’nın gözünden olaylara şahit oluyorsunuz. Fowles’ın kurguda doğrusal bir olay örgüsüyle devam eden hikayeyi iki karakterin kendi ağzından anlatmasına olanak vermesi, hem aynı olaya farklı gözlerden bakışı ortaya koyması hem de okurun hikayenin bütünü hakkındaki yargılarını bir kez daha gözden geçirmesine yol açması nedeniyle etkilidir. İçten içe Frederick’e hak verirken, Miranda’nın günlüğünü okuduğunuzda bu sefer ondan nefret ediyorsunuz. Miranda’nın her şeyiyle mükemmel olmadığı gibi, Frederick’in de tek boyutlu, derinleştirilmemiş bir kötü adam olmadığını anlıyorsunuz. Tam anlamı ile kendinize bir taraf bulamıyorsunuz, gerilim iyice artıyor. Son bölümde ise ne hissedeceğiniz size kalmış. İki anlatının yapısal farklılıkları, bu farklılığın ortaya konuş biçimi ve roman zamanındaki sıralamaları karakterlerin anlaşılması açısından önem taşımakta. Dikkatle okuduğunuzda Fowles’ın karakter betimleme ve analizlerini ne kadar ince hesaplarla yaptığını anlamamak elde değil. Anne-babasız büyümüş, başkalarıyla yakın ilişki kurmaktan, toplum içine girmekten çekinen; bunlara bağlı olarak soğuk, içine kapanık, yalnız bir adam. Sosyal yaşama dahil olmak istemeyen, eğlenmekten kaçınan, üzüntü ve sevinçlerini göstermekte zorluk çeken, kendisini yaşamdan soyutlayarak yaşamaya çalışan bu adamın karşısında genç, ruhuyla sanata bağlı, ressam olabilmek için yanıp tutuşan asi bir kadın... Yaşına rağmen oldukça olgun ve ne istediğini bilen bir karakter var karşınızda. Frederick’in gerçeklik ve mantıktan tamamen kopmuş hali, Miranda’nın daha coşkulu, sorgulayan sesiyle çelişmekte. Fowles’ın birbirinden bu kadar farklı iki ses yaratabilmiş olması, bu romanın en büyük başarılarından olduğuna inanıyorum. Bu farklılıkların okuyucuya bu kadar iyi yansıtılmasının ve yarattığı karakterin yaşıyor, sizden bizden biri gibi aramızda oluşunu hissettiriyor olmasının nedeninin Fowles’ın başarılı gözlemciliğinden geldiği kanısındayım. Ancak iyi bir gözlemci, karşı cinsin düşünce yapısını, ruhsal değişimlerini, iç çatışmalarını böyle yorumlayabilir, gerçekmiş gibi betimleyebilir. Bir tarafta kendi isteği olmadan tutulan bir tutsak ve diğer tarafta kendi benliği içerisindeki birtakım duygularını, isteklerini ve arzularını tutsak etmiş ve yaşanmamışlıklarla hayatını sürdürmeye çalışan başka bir tutsak. Tutsağın ne demek olduğunu kendinize soruyor, kendinizce yorumluyorsunuz…
©Ayşegül AKPINAR
16
17
#ANKARAAKS #AnkaraAks Nedir? Ankara’daki kültür, sanat, mimari ve tasarım başlıkları altında faaliyet gösteren üniversite topluluklarını tek bir çatı altında toplayan bir oluşum, hareket. Aks adını Başkent Ankara’nın modern kurgusunu yansıtan Jansen planındaki gelişim aksından yani Atatürk bulvarından alıyor. Aynı zamanda “Ankara Kültür Sanat” kavramlarının baş harflerini taşıyor. Neler Amaçlıyor? Toplulukların kendi üniversite kampüslerinde ürettikleri etkinlik, organizasyon ve projelerde diğer üniversite topluluklarını da kurulan ortak ağ sayesinde davet edebilme ve bununla beraber bir sosyokültürel sirkülasyon yaratabilmek. Kampüslerin içerisinde kalan etkinliklerin sınırlarını aşarak Ankara genelinde proje ve faaliyetler geliştirmek. Topluluk faaliyetleri vesilesiyle yaratılan bağlantıların diğer paydaş topluluklar ile de paylaşılabilmesi. Benzer disiplinler arası etkileşim köprüleri kurmak. Ankara’nın sahip olduğu taşınır ve taşınmaz kültür varlıkları üzerine çalışmalar üretmek. Ankara’yı tanımak ve tanıtmak. Nasıl Yönetiliyor? Ekip Ankara’daki üniversitelerin kültür, sanat, mimari ve tasarım başlıklarında faaliyet gösteren toplulukların temsilcileriyle oluştu. Temsilciler topluluk görevlerinden ayrılıp mezun olsalar dahi yerlerine topluluktan yeni temsilciler ekleyerek sirkülasyonun devamını sağlıyorlar. Mezun temsilciler Aks’a katkı sağlamaya devam edebiliyor ve ayrıca yeni temsilcilere tecrübe aktarımı sağlayabiliyor. Aks, Ankara üzerinde faaliyetler gösteren tüm kurum ve kuruluşlarla işbirliği sağlayarak proje, organizasyon ve etkinlikler gerçekleştirme hedefi ile yola çıktı. Bu birlikteliklerin merkezinde yer alarak kolektif çalışmanın gücüne olan inancıyla Ankara’da başta kültür, sanat, tasarım, mimari olmak üzere yenilikçi bir yaklaşım olmayı hedeflemektedir. Ankara’da Kültür Sanat Tasarım Mimari Var.
ZEKİ CAN YILMAZ
1 ÖNERİ
Özgün olarak üretilmiş, başkalarını taklit etmemiş ve tekrara düşmemiş her şeye hasret kaldığım şu dönemlerde beni tatmin edecek yeni bir keşfim oldu. Özellikle: “Hadi, ilginç bir isim bulalım, alakasız sözler yazalım, ünlü olalım!” diye düşünüp müziksel haz veremeyenlerin çoğaldığı bu piyasada. Grubun ismi Bize Denk Gelmez. Albümleri yok henüz ve kendilerini hakkında da çok bilgi bulamadım. Bir yıl önce ilk single’larını kaydetmişler onun dışında iki şarkıları daha var ama uzun zamandır dinlediğim en özgün müziklerden...
Özetle, 1 öneri: Bize Denk Gelmez – Gün Yüzü
MERVE ŞANLI
ALTERNATİF KÜLTÜR-SANAT | ETKİNLİKLER
BİR BANKA SOYGUNU KOMEDİSİ // TİYATRO Tarih: 20 Mayıs Saat: 21.00 Yer: MEB Şura Salonu KAFKA’NIN MAYMUNU // TİYATRO Tarih: 25 Mayıs Saat: 19.30 Yer: Fade Stage & Coffee COMICS & ART FESTİVAL ANKARA 2019 // FESTİVAL Tarih: 25-26 Mayıs Yer: Bilkent Center HAYPAZAR Tarih: 26 Mayıs Saat: 14.14 Yer: Haymatlos Mekan SALI KONSERLERİ SEZON KAPANIŞ KONSERİ // KONSER Tarih: 28 Mayıs Saat: 20.30 Yer: Erimtan Arkeoloji ve Sanat Müzesi OKU-DÜŞÜN KİTAP GÜNLERİ Tarih: 12 Haziran Saat: 19.00 Yer: Mimarlar Derneği 1927 BÜYÜLÜ AFRİKA // SERGİ Tarih: 26 Haziran’a kadar sürüyor Yer:CerModern Yer: Çeşitli Mekanlar ANNE, ANNELER... // SERGİ Tarih: 28 Haziran’a kadar sürüyor. Yer: Fransız Kültür Merkezi
18
+ TED Üniversitesi (Merkez üssü)
+ Sarkaç Kafe, Kızılay
+ Last Penny, Bahçelievler
+ Dost Kitabevi, Kızılay
+ Kakule Kahve, Kızılay
+ Hacettepe Üniversitesi Kütüphanesi
+ ODTÜ Kütüphanesi, ODTÜ Grano Kafe
+ Veganka, Tunus
+ OrtaDünya Kafe, Kızılay
+ Müjgan, Bestekar